TERÖR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TERÖR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Eylül 2019 Pazartesi

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ, BÖLÜM 2

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ, BÖLÜM 2




 Tüm bunlar yaşanırken 1995 yılında TSK, Kuzey Irak’taki PKK kamplarına Çelik Harekatı adıyla sınır ötesi bir harekat başlattı. Bu operasyona tam 35.000 Türk 
askeri katıldı. PKK bu operasyonlarda da büyük darbe aldı ve Kuzey Irak’taki üs merkezlerine geri çekildi. Genelkurmay Başkanlığı tarafından harekat sonrası yapılan açıklamada 555’i ölü olmak üzere 568 teröristin ele geçirildiği açıklandı.12 
Bir diğer mesele, bu dönemde PKK ve KDP arasındaki mücadeledir. KDP, PKK’nın da KYB’nin de özellikle bu zaman aralığında ortak düşmanı olmuştur. Kuzey Irak’ta PKK ve KDP arasındaki güç mücadelesi kapsamında 1990’ların başında PKK, sayı, ateş gücü ve mühimmat olarak KDP’ye karşı üstün geliyordu. Fakat 1990’ların sonuna doğru ibre tersine döndü. 1995’e gelindiğinde ise PKK, KDP’den Erbil’deki Kürt Parlamentosu’nda temsil hakkı istedi. Ancak bu isteği reddedildi ve çatışmalar başladı. Örgüt bu çatışmalarda da büyük zayiatlar verdi. 

 1996 yılı içerisinde ise örgüt, terörizm metotları içerisine yeni bir uygulama sokmuştur. Bu dönemde ilk defa intihar eylemlerine girişilmiştir. PKK’nın ilk intihar saldırısı 30 Haziran 1996’da Tunceli’de düzenlenen bayrak töreni sırasında olmuştur ve bu terörist saldırıda 8 asker şehit olmuş ve 29 asker de yaralanmıştır.13 

Bu süreçten itibaren örgütün intihar eylemlerini seçmesinin arkasında yatan sebep de, büyük güç kaybı ve ele geçirmek istediği bölgelerdeki etki alanını hızla kaybetmesi olmuştur. 
Bunda yine Türk ordusunun caydırıcılığı, emir-komuta zincirindeki sıkıntıların ortadan kalkması, “alan hakimiyeti” konsepti, korucuların askeri birliklerle operasyona katılması, lojistiğin ve ordu envanterinin gelişmesi gibi unsurlar etkili olmuştur. 

 1998’e gelindiğinde ise terör örgütü birçok kanattan darbe almıştır. Bu darbelerden biri örgütün üst düzey isimlerinden Şemdin Sakık ve kardeşinin Kuzey Irak’ta bir operasyon sırasında yakalanması ve Türkiye’ye getirilmesi olmuştur. Bu yıl içerisinde köy ve karakol baskınları azalmıştır. Her şeyden önemlisi PKK, Kuzey Irak’ta tekrardan yaralarını sarmayı hedeflerken, Barzani’den sonra Talabani’nin KYB’si de PKK’ya meydan okumaya başlamıştır. Terör örgütünün bu kötü gidişatı karşısında Öcalan, 1 Eylül 1998 yılında Dünya Barış Günü’nü de bahane ederek bir ateşkes ilan ettiğini duyurmuştur. 
1998 yılı bittiğinde ise bölge halkının devlete olan güveninin arttığı ve örgüte olan desteğinin hemen hemen bittiği gözlemlenmiştir. 

Tüm bu olan bitenlerle birlikte PKK elebaşı Öcalan’ın uzun yıllar Suriye’de barınması sonucu Türkiye artık bu tarihlerde Suriye’yi sıkıştırmaya başlamıştır. 
Bu zaman aralığında Suriye’yi destekleyen ve Türkiye’ye tehdit savuran açıklamalar da geliyordu. Libya Devlet Başkanı Kaddafi ve Suudi Arabistan Kralı’nın kardeşi Suriye’nin arkasında olduklarını belirtiyorlardı. 

Daha sonra Birleşmiş Milletler’deki 12 Arap ülkesinin temsilcileri Suriye’yi desteklediklerini ve Suriye’nin yanında olacaklarını açıklıyorlardı. Buna karşın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Rusya ve Yunanistan da desteklerini esirgemiyorlar dı.14  Türkiye’nin kurduğu baskılarla Öcalan en sonunda Suriye’yi terk etmek zorunda kaldı. Buradan Moskova’ya kaçan PKK’nın elebaşı daha sonrasında sahte bir pasaportla İtalya’ya kaçtı fakat İtalyan polisleri tarafından gözaltına alındı. Ancak, bir takım siyasi girişimler sonucunda Öcalan’ın iade talebine İtalyan hükümeti olumlu bir yanıt vermedi.15 

Bu nedenle 1999 yılı PKK için çok önemli bir yıldır. Çünkü bu tarihte Abdullah Öcalan Kenya’nın başkenti Nairobi’den yakalanarak Türkiye’ye getirilmiştir. 
Önce Şemdin Sakık’ın, sonra Abdullah Öcalan’ın yakalanması örgüt kadrolarında büyük bir şoka ve motivasyon kaybına yol açmıştır. 

 Öcalan’ın yargılanma sürecine 1999 yılı içersinde İmralı’da oluşturulan Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) başlandı. Yargılamalar süresince de örgüt birçok eyleme imza attı. İdam kararı çıkması ihtimaline karşı gözdağı verme amaçlı saldırılar toplumda korku uyandırabilmek ve olası bir idam kararını engellemeye yönelikti. 
Ancak bu noktada kamuoyunun beklentisi yönünde oybirliği ile alınan kararla idam cezası çıktı. Bu karardan sonra PKK özellikle şehirlerde ve metropollerde 
ayaklanmalar çıkarma gayreti içerisine girdi. Bu yönde de beklentileri boşa çıkan örgüt, Öcalan’ın çağrısıyla süresiz ateşkes ilan etmiştir. Öcalan bu çağrıda örgütün Türkiye’yi terk etmesini ve silahlı mücadeleyi bırakmasını da emretmiş tir. Bu süreç içerisinde örgüt militanlarındaki moral bozukluğu had safhaya ulaşmış ve teslim olmalar çoğalmıştır. Aynı zamanda PKK bu dönemde ana üssünü Kandil’e taşımıştır. 

 PKK böyle bir ortamda Ocak 2000’de Kuzey Irak’ta yedinci kongresini yaptı ve silahlı mücadele yerine siyasi mücadele stratejisi üzerinde karar kıldı.16 Bu kararın arkasındaki en güçlü unsur, Öcalan’ın idam edileceği endişesiyle, PKK için uluslararası arenayı terörist örgüt imajından vazgeçirme çabası olmuştur. 

Bu kongrede alınan kararlarla ARGK, HPG’ye (Halk Savunma Gücü) dönüştürülmüş tür. ERNK ise YNK’ya (Demokratik Halk Birlikleri) dönüştürülmüştür ve Öcalan yeniden oybirliğiyle başkan seçilmiştir. 

2002 Sonrası ve Günümüz 

Nisan 2002’de sekizinci kongresine giden PKK, isim değişikliğiyle ismini KADEK (Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi) olarak değiştirmiştir. Ve 11 Eylül 
saldırıları ile dünya konjonktürünün değişmesi, diğer terör örgütlerini etkilediği gibi PKK’yı da büyük ölçüde etkilemiştir. Bu çerçevede PKK/KADEK içinde siyasal harekete dönüşüm ve kendini öyle lanse etme çabaları sürmüştür. Bunu en iyi, PKK/KADEK’in sekizinci kongrede Kürt kimliğinin tanınması, idamın kaldırılması, genel af ve Öcalan’a özgürlük gibi taleplerinin yanında, asıl hedefe siyasal mücadele ile ulaşılacağı vurgusu göstermektedir. 

Ancak olası bir müdahale ve operasyon durumunda HPG’nin devreye gireceğini vurgulaması da, PKK’nın bu konuda samimiyetsizliğini ortaya koymaktadır. 

 20 Mart 2003 tarihinde İkinci Körfez Savaşı’nın, diğer adıyla Irak işgalinin ABD öncülüğünde başlamasıyla Ortadoğu’da ve bilakis Kuzey Irak’ta yine dengeler 
altüst olmuştur. CIA bizzat 2002’de Irak işgalinin altyapısını oluşturma çabası kapsamında, Irak’ın kuzeyinde cephe örgütlenmesini Kürt gruplar üzerinden 
hazırlamıştır. Ve zamanla Irak ordusu dağılmış ve Nisan 2003’te Bağdat işgal edilmiştir. Burada değişen dengeler yine terör örgütü PKK lehine olmuştur. 

2005 yılında Irak’ta yeni bir anayasanın yapılması süreci ile Irak, federal bir devlet olarak tanımlanmıştır. Sonuç olarak Kuzey Irak’ta anayasal hukuki zeminle Bölgesel Kürt Yönetimi ilan edilmiştir. 

 2003 yılında dönemin hükümeti tarafından sunulan ve 25 Şubat 2003’te TBMM Genel Kurulu’nda yeterli çoğunluk sağlanamadığı için kabul görmeyen 1 Mart 
Tezkeresi döneme damga vurmuş bir diğer hadisedir. Tezkere eğer kabul edilseydi, sadece koalisyon güçleri Türk hava sahasından yararlanmayacaktı. 
Türkiye de Kuzey Irak’a girecekti ve bu konuda masada söz sahibi olmaya hak kazanacaktı. Tıpkı bugün Suriye’de geç kalınmış Fırat Kalkanı Harekatı’nda olduğu gibi. 
Netice olarak, tüm bu gelişmelerle yine terör örgütü PKK büyük bir zayiat almaktan kurtulmuş oldu denilebilir. Ancak bu tarihten itibaren PKK’nın aleyhine olan, Bölgesel Kürt Yönetimi oluşumunun PKK’yı Kuzey Irak’tan dışlanmaya itme olasılığı olmuştur. 

 Terör örgütü PKK, 2003 yılı içerisinde yaptığı dokuzuncu kongrede yine isim değişikliğine giderek KADEK’in ismini KONGRA GEL (Kürdistan Halk Kongresi) 
olarak değiştirmiştir.17 PKK bu çerçevede yine, terör örgütü imajından kurtulma çabaları kapsamında silahlı mücadelesini sözde meşru savunma olarak belirlemiştir. 
Dahası 2004 yılında PKK’nın Kandil Dağı’nda yaptığı onuncu kongresinin hemen akabinde, 1 Haziran 2004’te ateşkesin sona erdirileceği açıklanmış ve HPG tarafından meşru savunma savaşı başlatılacağı duyurulmuştur. 

 Tüm bu olanlar gösteriyor ki PKK, “Uzun Süreli Gerilla/Halk Savaşı” konsepti içersinde bir hedefe ulaşamamış ve büyük ölçüde başarısız olmuştur. Doğal olarak taktik ve strateji anlayışını ideolojik bir kılıfla zaman içerisinde değiştirmiş ve süslemiştir. Bu da 2005 yılında Öcalan’ın talimatıyla yeni bir örgütlenmeye 
gidilmesiyle olmuştur. Bu yeni örgütlenmenin adı KKK (Kürdistan Demokratik Konfederalizmi) olmuştur.

Bunun arkasında yatan düşünce ise Amerikalı Anarşist Murray Bookchin’in fikirlerinin teröristbaşı Öcalan’da bir ilgi uyandırmasıdır. Demokratik Konfederalizm ve Liberter Sosyalizm olarak ortaya çıkan bu yaklaşım, 
hegemonya veya diğer küresel güçler bağlamında “böl-parçala-yönet” stratejisinin bir temel ayağı olarak tezahür etmektedir. 

 Bu gelişmeler ışığında 2004’te PKK, imajını değiştirmeye yönelik çabalar kapsamında TAK’ı (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) kurmuştur. Her ne kadar PKK’dan ayrı, bağımsız bir örgüt olduğu sıklıkla ifade edilse de bu doğru değildir. Çünkü TAK sözde bağımsız, ama gerçekte Kandil’e ve Murat Karayılan’a bağlı bir örgüttür. 
PKK’nın politik imajını bozacak tüm işlerini TAK’a ihale ettiği bilinmektedir. Murat Karayılan’ın daha sonraki zamanlarda TAK’ın terör eylemlerini savunması ve ölen teröristler için “kahraman şehitlerimiz” açıklamasını yapması bunların birer göstergesidir.18 

 Bu süre zarfında çatı bir yapılanma olarak 17 Mayıs 2005 tarihinde KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği) kurulmuştur. Bu çatı yapılanma, Ortadoğu ve 
Avrupa'dan 213 üst düzey örgüt yöneticisinin katılımı ile kabul edilen "KCK sözleşmesi" ile kurulmuştur. Bu sözleşme sadece PKK’yı değil aynı zamanda PYD (Suriye kolu), PJAK (İran kolu) ve PÇDK’yı (Irak kolu) da kapsıyor. 

Sözleşmede KCK, toplumcu demokratik konfederal bir yapı olarak tanımlanmıştır.19 Yani KCK Öcalan’ın demokratik konfederalizm ideolojisi temelinde kurulmuş ve KKK’nın yerini almıştır. Bu çatı yapılanma bilindiği gibi 2009 ve 2010’da düzenlenen geniş çaplı tutuklama dalgalarıyla Türk kamuoyunun gündemine girdi. Yalnız, gündemde her ne kadar PKK’nın “şehir yapılanması” olarak yer almış olsa da bu doğru değildir. 

19 Mart 2012 tarihli KCK davası iddianamesinde “KCK yapılanmasının her bir ülkede (Türkiye, Suriye, İran ve Irak) birleşik bağımsız Kürdistan’ın yapılanma zeminini oluşturma görevini üstlendiği, yürüttüğü faaliyetlerini önce özerk bir yapılanma, nihai olarak da Kürdistan isimli, dört ülkenin topraklarının içerisinde olduğu bir devlet yapılanmasını hedeflediği” iddia ediliyor. KCK, Öcalan’ın ideolojisi göz önünde bulundurulduğunda Ortadoğu’da sorunların çözümü için bir model ve ulus devlete bir alternatif olarak önerilmiştir. Bu neticede bölgede faaliyet gösteren PKK terör örgütünün uzantılarının üstünde bir yürütme erki olarak oluşturulmuş bir yapıdır. Bir diğer önemli husus KCK davasının iddianamelerinde de yer alan Öcalan’ın dört ayaklı paradigmasıdır ve bunun en önemli ayağı “Demokratik Toplum Kongresi” (DTK) olmuştur. Diğer ayaklar Kent Meclisleri, Demokratik Siyaset Akademisi ve Kooperatifler Hareketi olmuştur. 20 

 2009 yılı itibariyle terörle mücadelede ve hükümet politikaları bazında çok farklı bir döneme girilmiştir. Her şey İmralı’da Abdullah Öcalan’ın ‘barış için yol haritası’ hazırladığını duyurmasıyla başlamış ve ardından dönemin başbakanı önce Kürt sorununu dillendirerek daha sonradan “çözüm süreci” ile devam edecek olan Kürt açılımını başlattığını duyurmuştur. Bu çerçevede örgüt üyelerinin bazılarının kısmi aftan yararlanması, yerleşim yerlerindeki Türkçe isimlerin Kürtçeleştirilmesi, TRT Şeş’in açılması ve yerel yönetimlere dayalı genişletilmiş haklar, yapılan düzenlemeler arasındaydı. Bundan önce de PKK 13 Nisan 2009’da bir ateşkes ilan etmişti. 

Bu karar KCK tarafından alınmıştı ve örgüt artık “meşru savunma” yapacağını deklare etmişti. 
Tüm bunlar olurken bir yandan araya Habur süreci girdi. Kürt açılımı denilen bu süreçte, Irak’taki Kandil ve Mahmur kamplarından, aralarında örgüt üyelerinin de bulunduğu 34 kişi Türkiye’ye giriş yaptı.21 Kendilerini ‘Barış Grubu’ olarak adlandıran bu teröristler daha sonrasında çeşitli talep ve bildiriler okudular. Bu süreç içerisinde devletin, çeşitli kanallar aracılığıyla terör örgütüyle görüştüğü de biliniyor. 
Aynı zamanda bu dönemde örgütün yurt dışındaki unsurları bu sorunu uluslararası arenaya taşımada gayret gösteriyordu. Bu dönem aralığında yurt dışında terör örgütünün propaganda ve kışkırtma faaliyetleri devam ederken, yurt içinde hem örgüt mensupları hem de örgütün siyasi uzantıları tarafından devlete karşı çeşitli tehditler savuruluyordu. 

    Örneğin, Murat Karayılan, “Bundan sonra PKK’nın eylemlerinin artarak devam edeceğini ve tek çözümün demokratik özerklik olduğunu” beyan ediyordu. 
Daha sonrasında yine Karayılan BBC’ye verdiği bir röportajda, “PKK’nın Birleşmiş Milletler gözetiminde silah bırakabileceğini, bunun için Türkiye’nin ateşkes 
ilan ederek PKK’nın şartlarını da kabul etmesinin gerektiğini” alenen söylüyordu. 

 Örgütün üst düzey yöneticilerinin deyimiyle artık 2010 yılı diyalog sürecinden müzakere sürecine geçişin aşamasıydı. Bölücü terörizmin meşrulaşma ve siyasallaşma çabaları bir yandan devam ederken, 2011 yılına girildiğinde bölgesel dengeler ve asimetrik tehditler Türkiye’nin güvenlik algısını ve kaygısını büyük ölçüde etkilemeye devam ediyordu. Bu kapsamda 2011 yılının Mart ayında, diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi Suriye’de de bir iç savaş başladı. Domino etkisi göstererek yayılan bu gelişmeler bağlamında Suriye’de savaş hala devam etmektedir. Bu yaşananların sonucunda PKK’nın da, Kuzey Suriye örgütlenmesi, yani PYD ve YPG ortaya çıkmıştır. 

 2011 yılının bir diğer, belki de en önemli gelişmesi Norveç başkenti Oslo’da yapılan, devlet görevlileri ile terör örgütü temsilcilerinin, üçüncü bir aracı/hakem ülke eşliğinde yaptıkları müzakerelerin ses kayıtlarının internet ortamına düşmesiydi. PKK’ya yakınlığıyla bilinen Dicle Haber Ajansı’nın yayımladığı bu ses kayıtları ve bunların yazılı metne dönüştürülmüş hali Türkiye’nin gündemini büyük ölçüde sarsmış bir hadisedir. 

 2012 yılında ise PYD/YPG’nin, Suriye’nin kuzeyinin denetimini ele geçirmeye başlamasıyla terörle mücadele farklı bir boyut kazanmıştır. Bu süre zarfında 
PYD/YPG Ayn El Arap’ı yani Kobani’yi ele geçirmiş, daha sonrasında Afrin ve Derik’e de yerleşmiştir. Hemen akabinde Suriye rejim güçlerinin bölgeden 
çekilmesiyle PYD, Kobani, Afrin ve Cizre kantonlarını kapsayan bölgede özerklik ilan ettiğini duyurmuştur. Diğer yandan bu dönemde ilk defa “çözüm süreci” ifadesi kullanılmış ve müzakerelerin devam ettiği bu süreçte, 21 Mart 2013 tarihinde Diyarbakır’da düzenlenen Nevruz mitinginde Öcalan’ın mektubu okunmuştur. Öcalan, PKK’nın silahlı militanlarının yurtdışına çıkması çağrısında bulunmuştur.22 

Ardından Murat Karayılan, Öcalan’ın çağrısına uyacaklarını belirtmiş ve 21 Mart’tan itibaren PKK’nın ateşkes ilan ettiği duyurulmuştur. 

Ancak PKK her ne kadar ateşkes ilan ettiğini duyursa da bu böyle olmamıştır. 
Örgüt bu süreç içerisinde şehirlerde gençlik yapılanması ve sözde asayiş birimi olan YDG-H’yi kurmuştur. 
Bunun yanında silah ve mühimmat depolama faaliyetlerini sürdürmüştür. Yurtiçindeki bu gelişmelere bakıldığında, 2013 yılından beri devam eden ateşkesin 22 Temmuz 2015 yılında Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinde iki polis memurunun şehit edilmesiyle sona erdiği bilinmektedir.23 

Aynı zamanda bu tarih çözüm sürecinin de sona erdiği tarihtir. 

Değerlendirme ve Sonuç 

PKK’nın izlediği yöntemin Mao Zedong’un ‘Uzun Süreli Devrimci Halk Savaşı’ olduğunu belirtmiştik. Bunların da kendi içerisinde üç aşamadan oluştuğunu 
vurguladık. Bu açıdan PKK’nın hiçbir zaman bu yöntemin ilk safhası olan stratejik savunmadan çıkamadığı söylenebilir. Hatta bu aşamayı bile zaman zaman tam olarak karşıladığı söylenemez. Çünkü PKK hiçbir zaman devlet güçleriyle baş edebilecek konuma gelememiştir. Bunda kırk seneye yakın zaman zarfında devletin verdiği kayıplara oranla terör örgütünün verdiği oranları kıyasladığımızda görüyoruz. PKK, kurulduğundan beri aşağı yukarı 30.000 militanını kaybetmiştir. 

Ancak bir dönem, yani çözüm süreci olarak nitelendirdiğimiz 2010-2015 yılları arası, operasyonların durduğu dönemde ve PKK’nın başta belirttiğimiz gibi Botan denen bölgede alan hakimiyeti kurması, kırsaldan şehirlere yayılması planlanan isyanın YDG-H gibi temel aktörlerini yaratma çabası, silah ve mühimmat depolaması ile stratejik denge aşamasına geçtiğini görüyoruz. KCK ile “parti-ordu-cephe” üçlemesinin dışında örgütün anayasal bir zemin kurma çabası ve bu çatı yapılanmanın bir yürütme erki olarak hayata geçirilmeye çalışılması da bir diğer unsurdur. PKK burada, Öcalan’ın demokratik konfederalizm dediği ideolojiden hareketle böyle bir çatı örgütü kurmuştur. Ve ABD’nin de Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında, kendi hegemonyası altında birleşik bir Kürdistan yaratma çabası olduğu göz önüne alındığında, KCK davası iddianamesinde de yer aldığı gibi, dört ülkede (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) özerklik amaçlayan bu çatı yapılanmanın hangi çıkarlara hizmet ettiği ve amacının ne olduğu aşikardır. 

 Terör örgütünü ilk kuran isimlere bakıldığında ise hepsinin 68 kuşağından olduğunu ve buradan hareketle o dönemin modası olan sol görüşü benimsediği 
bilinmektedir. Ancak PKK’nın ideolojisinin marksist-leninist ideoloji olmadığı, maoist bir örgüt olduğu, örgütün bizzat etnik milliyetçiliği de barındırmasından hareketle böyle bir sonuca varılmalıdır. Çünkü PKK, marksizmin enternasyonalist yorumundan ziyade Mao’nun milliyetçi sosyalizmine yakın durmuş ve şehirlerden ziyade dağlarda, kırsal bölgelerde örgütlenmeyi hedeflemiştir. Ancak zamanla, PKK da, değişen dünya dengelerine ve siyasi konjonktüre uyma yolunu seçmiş ve ABD’nin desteğini alma adına kendi ideolojisini değiştirmiştir. Burası çok önemlidir. Çünkü PKK’nın Maoist savaş metotlarını benimsemesinin dışında, çatı ideolojisini “liberteryen sosyalizm”e kaydırarak uluslararası topluma kendisini şirin gösterme ve tanıtma çabası kapsamında ideolojik değişim öngörülmüştür. 

 PKK’nın yıllardır geri adım atmadığı temel istekleri Öcalan’a özgürlük ve demokratik özerklik olmuştur. Ancak bölgedeki son gelişmelerle artık, PKK tüm 
dikkatini ve odağını Kuzey Irak’ta Sincar’a çevirmiştir. Çünkü PKK, Irak’ta ve Türkiye’de artık bir varoluş mücadelesi yürütmektedir. Bu açıdan terör örgütü, son zamanlarda Türkiye’de yürütülen büyük operasyonlarla çok büyük darbe almıştır. 
Kandil’de de aynı şekilde varlığını yitirme tehlikesine girmiştir. Buradan hareketle Sincar’da örgüt, yeni bir Kandil yaratma arzusu içine girmiş ve orada cephe açma faaliyetlerine soyunmuştur. Bir diğer önemli nokta, Suriye’nin kuzeyinde YPG ve SDG saflarında savaşan PKK’lı teröristlerin Fırat’ın doğusu ve batısında bir koridor oluşturma çabalarıdır. Emperyalizme karşı savaştığını söyleyen ve kendisiyle büyük ölçüde çelişen PKK/PYD terörünün, ABD ve Rusya’nın himayesinde El Bab’ın doğusu ve Menbiç’in batısındaki köyleri Esad rejiminin sınır muhafızlarına teslim etmesi ve Batı ile koordineli hareket etmesi gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husustur. Buradan da anlaşılıyor ki, sonuç olarak özerklik ve Kürdistan’ı yaratma girişimleri doğal bir süreç olmaktan öte yapay bir süreçtir. 

Son zamanlar, bölgede bu süreç, ABD ve Rusya’nın da bizzat kendi eliyle ve İran’ın tutumuyla, terör örgütlerinin militanlarının eğitilmesi ve onlara üs tahsis 
edilmesiyle açık bir şekilde yürümektedir. 

Suriye’de zaten PYD/YPG terör örgütünün uluslararası askeri ve siyasi aktörlerle işbirliği yapma ölçüsünde uluslararası toplumun gözünde meşru bir aktör olarak 
sivrildiğine dünya şahit olmaktadır. 

 Tüm bunlardan yola çıkarak terör örgütleri ile müzakerenin gelişmekte olan ülkelerde ve üçüncü dünya ülkelerinde çözüm esaslı yürümediği bilinmelidir. Netice olarak terör örgütlerinin ve bilakis PKK’nın zora dayalı taleplerinin hiç değişmediği de bilinmektedir ve görülmektedir. Son zamanlar Kolombiya’da FARC ile yürütülen müzakerenin sonucunda varılan anlaşmanın olduğu örneğe bakılırsa, bu sürecin de sıkıntılı bir hal aldığı gözlemleniyor. FARC’ın çekildiği alanlara tekrardan çetelerin yerleştirilmesi ve orada insan hakları savunucularının katledilmeleri, terör örgütleriyle müzakerenin sonuçlarını göstermekle kalmayıp, aralarında ‘barış’ olarak lanse edilen bu sürecin nasıl karşılıklı dayatmalarla yürüdüğü, FARC’ın izlediği komplolardan bilinmektedir. 

 Türkiye’de çözüm sürecinin sona ermesiyle ortaya çıkan sonuç ise, hükümet politikasından devlet politikasına dönüştürülmeye çalışılan bu sürecin içinde, sorunun öznesindeki bir yapının terör örgütü olması ve bu örgütün talepleri, kuruluş amacı ve arkasında olan güçlerin gözardı edilmesiyle doğrudan ilişkilidir. 

Buradan hareketle örgütün kendisini Kürt meselesinin öznesi haline getirme çabası kapsamında, bölgede halk desteğini zaman içinde kaybetmesiyle bir özne olmaktan uzak kalmıştır. 

Dahası bunda ideolojik amaçlar da doğrudan etkilidir. Çünkü en kaba ve basit tabirle ideoloji karın doyurmamaktadır ve her şeyden önce PKK, silahı ve terörü yöntem olarak belirlemiş bölücü bir terör örgütüdür. 

Bu nedenle temsil ettiği herhangi bir kitle yoktur ve hiçbir zaman olmamıştır. Zaman zaman siyasi arayışlar içerisine giren örgütün daha sonradan kendi özünde ve hamurunda yer alan terör vasıtalarını kullanması, zaten terörist bir organizasyonun varoluşsal sebebiyle de paralellik gösterir. 

Unutulmamalıdır ki Terör, PKK’nın Varlık sebebidir. 

 DİPNOTLAR;

1 Dr.Nihat Ali Özcan, “PKK Tarihi, İdeolojisi ve Yönetimi”, ASAM Yayını, 1999. 
2 “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”, İletişim Yay. 
3 Engin Alan, “Terör-PKK, 40 Yıllık İhanet”, Bilgi Yayınevi (Ekim, 2016). 
4 Manaz, A., “Türkiye’ye Yönelik Terör Odakları”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2005. 
5 Charountaki, M., “The Kurds and US Foreign Policy: International Relations in the Middle East Since 1945”, Routledge Studies in Middle Eastern Politics, October 2010. 
6 http://www.sonsayfa.com/Haberler/Gundem/1984-yilinda-Eruhta-ne-oldu-121631.html 
7 Engin Alan, “Terör-PKK, 40 Yıllık İhanet”, Bilgi Yayınevi (Ekim, 2016), s.23. 
8 Gunter, M., “Historical Dictionary of the Kurds”, Press; 2 Edition (November 4, 2010). 
9 TBMM 17.Dönem Tutanakları 
10 Türkmen Töreli, “PKK Terör Örgütü: Tarihsel ve Siyasal Gelişim Süreci Bakımından İncelenmesi; 1978-1998”, SDÜ, Doktora Tezi. 
11 Özcan, N.A. (12.09.2016). “Yeni Dönem PKK ile Mücadeleye Dair Notlar-2”. www.milliyet.com. 
12 http://www.trthaber.com/haber/turkiye/celik-harekati-13589.html 
13 “İntihar Eyleminde Önce ‘Yemin Töreni’ “. Milliyet, 3 Temmuz 1996. 
14 Hasan Kundakçı, “Güneydoğu’da Unutulmayanlar”, Alfa Yay. 2004. 
15 Doğan, G., “Stratejik Müttefiklikten Uluslararası Terörizme”, IQ Yay. (2007), s.109. 
16 Martin, L., Keridis, D. “The Future of Turkish Foreign Policy”, MIT Press., January 2004. 
17 Charountaki, M., “The Kurds and US Foreign Policy: International Relations in the Middle East Since 1945”, 
Routledge Studies in Middle Eastern Politics, October 2010. 
18 BBC Türkçe, “Türkiye’de Son Dönemde Çok Sayıda Saldırı Üstlenen TAK Kimdir?”, 20 Aralık 2016. 
19 Çiçek, Nevzat. “KCK’ya Gelene Kadar PKK”. Timeturk, 25 Aralık 2009. 
20 Fikret Bila, 08.12.2010. “Öcalan’ın Dört Ayaklı Paradigması”, milliyet. 
21 Anadolu Ajansı, 10.10.2015. “PKK’nın ‘Sözde Ateşkes’ Aldatmacası”. 
22 http://www.cnnturk.com/2013/guncel/03/21/ocalanin.nevruz.mesaji/701058.0/index.html 
23 http://www.haberturk.com/gundem/haber/1106043-sanliurfada-2-polis-sehit-oldu 

***

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ, BÖLÜM 1

PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ, BÖLÜM 1




ANALİZ 
PKK TERÖR ÖRGÜTÜ: GEÇMİŞİ, YAPISI, GELECEĞİ VE FAALİYETLERİ 
ALPARSLAN ULUHAN 
Nisan 2017 


İÇİNDEKİLER 

• ARKA PLAN 4 
• KURULUŞ 5 
• 1980 İLE 1990 ARASI DÖNEM 7 
• 1990 İLE 2002 ARASI DÖNEM 9 
• 2002 SONRASI VE GÜNÜMÜZ 12 
• DEĞERLENDİRME VE SONUÇ 16 



ÖZET 

Büyük ölçüde Kuzey Irak ve Türkiye’nin Güneydoğusu’nda faaliyet gösteren PKK (Kürdistan İşçi Partisi) terör örgütünün kuruluş öncesi dönemini, kuruluşunu ve 
sonraki yaşanan gelişmeleri konu alan bu çalışmada PKK’nın geçmişten geleceğe yol haritasının ve faaliyetlerinin kapsamlı bir analizi yapılacaktır. 
PKK’nın oluşumunu da tetikleyen faktörler bilhassa önem taşımaktadır. Özellikle bu süreç ve sonrasında örgütün yaşadığı değişimler ve bu değişimleri etkileyen olaylar da mercek altına alınmıştır. 

Arka Plan 

Ondokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde, 1826-1828 İran-Rus Savaşı sonucunda yapılan Türkmençay Antlaşması ile İran’da Ermeni ve Kürt nüfusunun yoğun olduğu topraklar Rus egemenliği altına girmiştir. Rusların Basra Körfezi’ne ve Akdeniz’e, yani sıcak denizlere inme hayallerinin belki de ilk adımları bu tarihte ve bu tarihten sonra yaşanan gelişmelerle olmuştur. Bu kapsamda Kürtlerin yaşadığı topraklar her zaman Rusya’nın Ortadoğu’ya açılan kapısı olmuştur. Buradan hareketle de Kürtler 19.yüzyıldan itibaren Rusların doğal müttefiki haline gelmiştir. İran-Rus savaşından yaklaşık yarım asır sonra 93 Harbi, yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı olmuş ve Ermeni çeteleri isyanlara teşvik edilmeye başlanmıştır. 20.yüzyılın başlarında ise Rus yetkililer İran ve bizzat Osmanlı’ya karşı Kürt kartını kullanabilmek için İtalyan Katolik misyoneri Maurizio Garzoni’den sonra ilk Kürdoloji çalışmalarını başlatmışlardır. 

Aynı zamanda bu dönemde Kürtler etnik milliyetçiliğe rağbet etmemişler ve Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı İmparatorluğu’na sadık kalmışlardır. 
Ancak Musul Sorunu döneminde ortaya çıkan ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalizmin bizzat kullandığı Kürt hareketleri ile Anadolu ne kadar isyanlara sahne olsa da milli birlik ve beraberlik ruhu bozulmamıştır. Daha sonrasında Türkiye’de özgürlükçü ortamda gelişen sol akımların ve bu akımların yanın da Kürtçülük hareketinin, 27 Mayıs 1961 Darbesi’nin ardından kabul edilen 1961 Anayasası’nın yarattığı özgürlük ortamında doğduğu söylenebilir. 
Tüm bunlarla beraber yurt içinde doğudan batıya gelişen göç dalgası ve doğu batı arasındaki ekonomik ve sosyokültürel farklılıklar, doğudan gelen gençleri siyasetle tanıştırmıştır. 
Musa Anter, Yaşar Kaya, Tarık Ziya Ekinci ve Faik Bucak gibi isimler ise Kürtçülüğün fikirsel zeminini oluşturmuştur. Musa Anter’in çıkarttığı ve doğunun geri kalmışlığını konu alan “İleri Yurt” gazetesi buna bir örnektir. Sonrasında Kürt hareketinin temsilcileri o dönemde yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) bünyesinde aktif siyaset hayatına dahil oldular. 

 Sait Elçi’nin kurduğu Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP), öğrencilerin oluşturduğu Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO), Kemal Burkay’ın öncülük ettiği Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP) gibi hareketler PKK oluşumunun birnevi düşünsel ardılıydı. Fakat bunlar içinde DDKO ayrı bir önem teşkil etmektedir. Bunun nedeni ise DDKO’nun Ankara’dan sonra Güneydoğu’da şubeler açarak yayılması ve gençleri bu hareketin üzerine çekmesidir. Bilindiği gibi 1969’da kurulan DDKO, 12 Mart 1971 Muhtırası ile yasadışı örgütlere karşı başlatılan mücadele kapsamında büyük yara aldı ve Abdullah Öcalan ile birlikte birçok DDKO elemanı tutuklandı. 

Öcalan bu süreç içerisinde 7 ay cezaevinde yattı. Sonuç olarak DDKO, 70’li yıllardan itibaren, ideolojik olarak gençleri örgütlemiş ve bu minvalde bir kitle yaratmıştır.1 

   Bunun dışında 1960’ların sonunda TİP önderliğinde Diyarbakır, Silvan, Batman, Siverek, Erzurum, Ağrı, Tunceli ve Ankara’da doğu mitingleri düzenlendi. 

Böylelikle sosyalist ve ilk Kürt sol hareketleri bu mitinglerle yurt genelinde kendisini gösterdi ve taraftar topladı. 

1974 yılında Ankara’da kurulan “Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği” nin kurucuları arasında yer alan Abdullah Öcalan, öğrencilik yıllarında da silahlı mücadeleyle çözüm fikrini savunarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde faaliyet alanları kurdu ve PKK’nın temellerini bu şekilde attı. 

Bunda da DDKO’nun çok büyük bir etkisi oldu. 1977’nin sonlarında ise Öcalan’ın “Kürdistan Devriminin Yolu” başlıklı yazısı PKK’nın ideolojik esaslarını belirledi. 
Dahası PKK’nın kurucuları bu yazıyı parti programı olarak kabul ettiler. 

Sonrasında Merkez Komite seçildi ve PKK’nın kuruluşu bu komitenin yapacağı toplantıda gerçekleşti.2 


Kuruluş 

PKK’nın kuruluşu olarak nitelendirdiğimiz “Kürdistan Devrimcileri” olarak bilinen ismin “Kürdistan İşçi Partisi” (Partiye Karkeren Kürdistan) şeklinde değiştirilmesi,  27 Kasım 1978’de Diyarbakır Lice İlçesi’nin Fis Köyü’nde toplanan PKK’nın kurucuları ile, Birinci Kongre yani Kuruluş Kongresi’nde gerçekleşti. 
PKK bu tarihte ve bu kongrede kuruldu. 
Bu toplantıda yapılan görevlendirmelerle, 
Abdullah Öcalan Parti Genel Sekreteri, 
Cemil Bayık Genel Sekreter Yardımcısı, 
Şahin Dönmez, Mehmet Hayri Durmuş ve Baki Karaer Örgütlenme Komitesi Üyesi, 
Mehmet Karasungur Askeri Sorumlu ve 
Mazlum Doğan Basın Yayın Sorumlusu oldu. 

PKK, Marksist-Leninist görüşü benimseyerek yola çıkan, bağımsız Kürt devleti kurmayı amaçlayan, mücadele yöntemi olarak da “Devrimci Halk Savaşı”nı esas alan bölücü bir örgüt olarak böyle kurulmuştur.3 Her ne kadar PKK, marksist görüşü benimseyerek yola çıkmış olsa da pratikte ve düşüncede aslında maoist bir örgütlenme olarak kendisini gösterir. Bunun dayanağı ve nedeni Mao Zedong’un marksizme getirdiği üç yeni yaklaşımın PKK’da tezahür etmesidir. 

Bu Üç yaklaşım şunlardır: 

1) Marx’ın proleterya vurgusuna karşılık Mao’nun köylü sınıfını devrimin öncüsü olarak sayması ve “köylü sosyalizmi”ni geliştirmesi. 
2) Şehir merkezlerinde yapılanma temelli değil, kırsal kesimde ve dağlarda örgütlenmenin olması. 
3) Marksizmin ve leninizmin temelinde yer alan enternasyonalist (uluslararasıcı) yaklaşım yerine, milliyetçi sosyalizmin ortaya çıkması. 

 Buradan hareketle, Mao’nun “Uzatılmış Gerilla Savaşı Doktrini”, PKK’nın temel savaş stratejisi olmuştur. Mao, Çin Devrim pratiği üzerine yazdığı birçok eser ve 
makalede bunun altyapısını kurmuştur. Bu stratejiye göre ilk amaç işçi-köylü kitlelerine dayandırılacak savaşın kırsaldan başlamasıdır. Ve sonrasında savaş, süreç içerisinde geliştirilecek, yani gerilla ordusundan düzenli ordu savaşına kadar yaygınlaştırılacak ve kurtarılmış bölgeler yaratılacaktır. Dağdaki savaşın yanı sıra, örgüt vasıtasıyla yerleşim yerlerindeki halkın örgütlenmesi bir sonraki hedeftir. 
Uygun zaman, fırsat ve koşullar oluşması durumunda ise “kırsala dayalı şehir savaşı” stratejisi uygulanarak ülke genelinde ayaklanma başlatılacak ve bölgedeki güvenlik güçleri yenilgiye uğratılarak bölgeyi terke zorlanacaktır. Bölgede tam kontrol ve hakimiyet sağlandıktan sonra da amaçlanan siyasi neticeye ulaşılacaktır. 

Kısacası, “Devrimci Halk Savaşı” stratejisi sırayla üç aşama öngörüyor: Stratejik Savunma, Stratejik Denge ve Stratejik Taarruz. 

1. Stratejik Savunma 

Bu aşamanın öncelikli hedefi bölge halkını örgütlemek ve terörist militanların sayısını artırmaktır. Bu aşamada kontrolün zayıf olduğu ya da hiç olmadığı kırsal ve dağlık kesimlerde kurtarılmış bölgeler oluşturmak, halktan sempatizan ve milisler kazanmak, uluslararası arenada örgütün varlığını tanıtma çabaları öncelik taşımaktadır. 
Silahlı propaganda ve gerillaların eğitilmesi aşaması da yine stratejik savunma safhasına dahildir. 
Bu aşama, bir terörist örgütün dışarıdan gelecek olan müdahalelere en hassas olduğu dönemdir. 
Bu nedenle örgüt adına yapılan hataların neredeyse telafisi yoktur denilebilir. 
Stratejik savunma topyekun savunmayı barındırmaz. Taktiksel anlamda saldırı, stratejik anlamda savunma ile devlet güçleriyle baş edebilecek konuma gelmek 
asıl hedeftir. 

2. Stratejik Denge 

Stratejik denge, kurtarılmış bölgeleri genişletme ve buralarda alan hakimiyeti sağlama ve zamana yayılmış saldırılarla devlet güçlerini uzun süreli bir yıpratma savaşına zorlama aşamasıdır. Yine bu safhada gelecekte düzenli ordu kurma hedefi kapsamında silah ve malzeme toplamak, teçhizat toplamak asıl amaçtır. Stratejik denge aynı zamanda halktan azami desteği sağlayarak “parti-ordu-cephe” üçlemesini yaratmayı amaçlar. Kitleleri, boykot, genel grev ve işgal gibi eylemlere hazırlamak, silahlı faaliyetler, tahrik edici söylemler yine bu aşamada yaygın olan faaliyetlerdendir. 

3. Stratejik Taarruz 

Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin son safhasıdır. Bu safhada açık taarruz taktikleriyle şehirleri ele geçirmek ve bu şehirlerdeki her türlü devlet otoritesinin 
yapısını çökertmek temel amaçtır. Bu son safhada gerilladan düzenli orduya geçilmiş ve teşkilatlanma tamamlanmıştır. Stratejik taarruz aynı zamanda karşı tarafa, yıllarca süren bir savaşın siyasi ve ekonomik yükünü bırakarak, örgütün kendi tabanındaki nefretin azami ölçüde çoğalmasını buna ilave eden ve psikolojik bir üstünlük kurarak bunu siyasi zaferle taçlandırmayı amaçlayan safhadır. 

1980 ile 1990 Arası Dönem 

Bu tarih aralığı yani bu dönem PKK terör örgütü açısından ülke geneli ve bölgedeki gelişmelerin genellikle örgüt lehine olduğu zaman dilimidir. 
Hem 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlayan Türkiye’deki karanlık süreç, hem de 1980-1988 İran-Irak savaşı bunun en önemli örneğidir. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin akabinde, Türkiye’de bulunan çok sayıda Kürt vatandaşı yurt dışına kaçmıştır ve bunlardan Suriye’ye giden kitleler Filistin’deki eğitim kamplarına katılmıştır. Bir bölümü de Avrupa’ya iltica etmiştir. Geride kalanların birçoğu ise Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde bulunuyordu. 

PKK da bu dönemde militanlarını yurt dışına dağıttı ve 12 Eylül’den kısa bir süre önce Suriye’de Şam’a yerleşen Abdullah Öcalan, Hafız Esad’ın ve Suriye istihbarat örgütü El Muhaberat’ın himayesi altında örgütü yönetmeye başladı. Aynı zamanda PKK ve ASALA arasındaki işbirliği de gözlerden kaçmıyordu ve 8 Nisan 1980 tarihinde Lübnan’ın Sidon kentinde bu iki örgüt ortak bir basın toplantısı düzenleyerek Türkiye’ye karşı bir bildiri yayınladılar. Ancak bu olayın tepki çekmesi üzerine ilişkilerin gizli olarak sürdürülmesi kararlaştırıldı.4 

 Bu süreç içerisinde özellikle Diyarbakır Askeri Cezaevi’nden çıkanların kitlesel olarak PKK terör örgütüne katıldığı gerçeğiyle beraber Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’da PKK’ya verdiği Bekaa Vadisi’ndeki kampların, PKK’nın ilk silahlı eğitim kampı olması dikkat çekicidir. 

Örgütün birinci konferansı bu bölgede örgüte tahsis edilen Helve Kampı’nda yapılmıştır. 

1981 yılında Suriye’nin de kontrolünde yapılan bu konferansta silahlı eylemler için yapılacak hazırlıklar karara bağlandı ve ardından Kuzey Irak bu tarihte ana üs olarak belirlendi.5 Bu noktada Kuzey Irak’ın Türkiye’ye yakınlığı ve arazi koşulları göz önünde bulundurularak bu neticeye varıldı. Bu netice üzerinde Hafız Esad rejiminin ve KDP (Kürdistan Demokratik Partisi)’nin etkisi oldu. 

 Tüm bu olanlarla birlikte iç dinamikler bazında 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi önemli rol oynarken, dışarıda, 1980’de Irak’ın başlattığı bir operasyonla kıvılcımlanan ve 8 yıl süren İran-Irak Savaşı da PKK için kritik bir gelişme idi. Bu savaş, zamanla Irak ordusunun baskı ve operasyonlarıyla dağılan Barzani güçlerini İran’a çekilmeye zorladı ve burada oluşan güç boşluğundan yararlanan PKK, Barzani güçlerinden kalan silah ve mühimmatı da sahiplendi. Aynı zamanda örgüt, Barzani güçlerinin yanında İran’a gitmeyen peşmergeleri devşirdi ve en önemlisi de, PKK bu zaman diliminde finansal kaynak ve lojistik imkanlarının temelini attı. Unutulmamalıdır ki, bir terör örgütü için finans, her zaman şah damarı niteliğindedir ve terör örgütleri ile finans akışı arasındaki bağlantı terör örgütlerinin eylemlerinin sürdürülebilirliği, daha da ötesi varlığını sürdürebilmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. Bu noktadan hareketle PKK, bu zaman aralığında kendi lehine olan fırsatları da kullanarak ayakta kalmış ve terör eylemi hazırlıklarını sürdürmüştür. 

 PKK ikinci kongresini 1982 yılında Suriye’de gerçekleştirmiştir ve bu kongrede Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sızma eylemlerinin gizli planları ve dahası silahlı terör 
eylemlerinin altyapısı oluşturulmuştur. 15 Ağustos 1984 ise PKK terör örgütünün devlete karşı ilk silahlı eylemini gerçekleştirdiği tarih olarak biliniyor. Ancak örgütün ilk eylemi 1979 yılında Şanlıurfa Adalet Partisi Milletvekili Mehmet Celal Bucak’a karşı yapılmıştır. 15 Ağustos 1984 saldırısı ise Öcalan’ın emriyle Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçelerinde askeri lojman ve karakollara baskın, bombalı ve silahlı saldırı ile gerçekleştirilmiştir. Bu saldırıda 1 asker şehit düşmüş ve 3 sivil ile 9 asker yaralanmıştır. Jandarma birliğine ait çok sayıda mühimmat, silah ve malzeme örgüt tarafından gasp edilmiştir. Teröristler tarafından ilçe meydanı ve cami minarelerinde propaganda yapılmıştır. PKK, daha sonraları bu tarihi “diriliş bayramı” ve “ilk kurşun günü” olarak ilan etti.6 

 Stratejisinin bir ayağını “zamanlama, mekan ve güç” üçlemesine oturtan PKK için en önemli jeopolitik nokta ve alan hakimiyetinin kurulması gereken yer “Botan” olarak adlandırılan bölgedir. PKK’nın temel gayesi siyasi mücadelenin yanında kurtarılmış bölgeler oluşturarak bu bölgede hakimiyet kurmaktır. Botan, Şırnak’ın Cizre ilçesini merkez alan, Hakkari ve Siirt illerini de kapsayan bir bölgedir. Bunun dışında Botan bölgesinin bir diğer önemi, PKK’nın süreç içerisinde iyice yerleştiği ve üs bölgesi haline getirdiği, Kuzey Irak’taki Sinat-Haftanin-Metina-Zap-Avaşin Basyan-Hakurk-Kandil bölgelerine komşu olmasından kaynaklanmaktadır.7 

 PKK, 1986 yılında Suriye’de Şam rejiminin himayesi altında üçüncü kongresini yapmış ve terör eylemlerinin yelpazesini bu dönemde geniş alana yaymıştır. 
Bu kongrede HRK (Kürdistan Kurtuluş Birliği) lağvedilerek yerine PKK’ya bağlı milis gücü ARGK (Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu) ve ona bağlı ERNK (Kürdistan Halk Kurtuluş Cephesi) kuruldu.8 

Bu dönemde hedefler özenle seçiliyordu. Bu hedeflerin merkezinde özellikle köy koruculuğunu kabul eden köyler vardı. 

Örgüt aynı zamanda komşu ülkelerin de desteğiyle dağlık-kırsal ve kentsel alanlarda ve askeri cezaevlerinde örgütlenmeye çalışıyordu. 

Öbür taraftan köy koruculuğu sistemi hızlıca gelişiyor ve PKK’nın eleman teminine ve örgütlenmesine önemli bir tehdit oluşturuyordu. 
1987 yılında belli başlı Güneydoğu illerinde olağanüstü halin ilan edilmesiyle terörle mücadelede yeni bir dönem başladı.9 

Bunların yanı sıra PKK’nın ordulaşma çabaları doğrultusunda militan sayısındaki artışı sağlamak için üçüncü kongrede Öcalan’ın talimatı doğrultusunda askerlik 
yasası ilan edildi ve bölgedeki gençler Kuzey Irak kamplarına zorla götürüldü ve orada eğitildiler. 

1990 ile 2002 Arası Dönem 

1990 yılına gelindiğinde terör örgütü, hedeflerini, bölgedeki mühendis, öğretmen ve daha çok sivili katletmeye yöneltti. 
Siyasallaşma kapsamında da önemli adımlar atıldı. 
Öcalan’ın talimatı doğrultusunda 1991 seçimleri için Halkın Emek Partisi’nin (HEP) desteklenmesi ve propagandası gündemdeydi. 
1990 yılının bahar aylarında ise PKK Lübnan’da ikinci konferansını gerçekleştirdi. PKK yanlısı kitlesel gösterilerin yapıldığı günlerin hemen akabinde bu konferansın gerçekleştirilmesi ve kitlesel boyutlu gösterilerin tırmandırılması gibi kararların alınması konferansın önemli niteliklerindendir.10 
Örgütün siyasallaşma çabaları ile bu konferansın atmosferi ve teması da birbirleriyle doğru orantılıdır denilebilir. 
PKK, basın yayın çalışmalarına da hız katma adına o dönemde Özgür Halk ve Dilan gibi dergiler çıkarmıştır. 

Bunda bizzat örgütün 1990’ların sonunda hazırladığı Şehir Talimnamesi* etkili olmuştur. 
*Savaş Metodlarını düzenleyen bir tür doküman. 

Aynı zamanda PKK ikinci konferansı ile büyük ölçüde içerik ve eylem kararları açısından benzer olan dördüncü kongresini aynı yıl içinde Kuzey Irak’ın Haftanin 
kampında gerçekleştirmiştir. 

 Bu dönem aralığının başında ve PKK için de çok önemli sonuçlar doğuran hadise, 2 Ağustos 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle ateşlenen ve ABD 
öncülüğünde 40 civarı ülkenin Irak’a karşı başlattığı hava operasyonlarıyla meydana gelen Birinci Körfez Savaşı’dır. 1991 yılının başlarında koalisyon güçlerince Irak’a karşı başlatılan harekat Irak’ın Kuveyt’i terk etmesiyle ve Birleşmiş Milletler’in meseleye el atmasıyla sonuçlandı. Netice olarak Irak’ın güç kaybetmesiyle yine Kuzey Irak’ta meydana gelen güç boşluğundan büyük ölçüde yararlanan PKK terör örgütü buraya daha çok mevzilendi. Burada boşalan alanlara PKK’nın yerleşmesiyle kuzeyden çekilen Irak ordusunun ardından kalan silahlara da örgüt tarafından el konuldu. PKK bu dönemde olağanüstü miktarda silah ve mühimmat elde etti. Körfez Savaşı’ndan sonra Irak, bir dizi ayaklanma ve isyanla karşı karşıya kaldığında Kuzey Irak’ta başlayan Kürt isyanına karşı harekete geçen Saddam rejimi de böylelikle PKK’nın da istismar ettiği Kürt sorununun uluslararası arenaya taşınmasına yol açtı. 

 PKK artık halkın desteğini masum sivil vatandaşları öldürerek ve onları korkutarak elde edemeyeceğini anlayınca daha çok güvenlik güçlerini ve karakolları hedefine aldı. 1992 yılına gelindiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) terörle mücadelede yeni bir konsept belirledi. “Alan hakimiyeti” dediğimiz bu askeri strateji asker sayısının çokluğu üzerine kuruldu. Çok sayıda asker bölgeye yerleştirildi ve kritik güzergahlar tutuldu.11 

Oluşturulan bu yeni strateji doğrultusunda TSK, Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik büyük çaplı operasyonlar başlattı. PKK büyük bir hata yaparak düzenli ordu anlayışıyla karşılık vermeye kalkışınca örgüt çok büyük zayiatlar verdi. Terör örgütü daha sonradan bu kayıpları telafi etmek adına Kuzey Irak’taki kamplara dönmeyi ve toparlanmayı planlıyordu. Bu nedenle Öcalan 1993 
yılında “taktik ateşkes” ilan etti. Ancak PKK’nın aynı yıl içerisinde Bingöl’de 33 eri şehit etmesiyle ateşkes de bitmiş oldu. 

 1993 yılındaki büyük kayıplardan sonra 1994 yılında PKK, Suriye’de üçüncü konferansını düzenledi. Bunun sonucunda militan sayısının artırılması ve “saha 
komutanlıkları” kurulması konusunda karar kılındı. Mayınlama, pusu, karakollara ve köylere baskın ile askerler dışında siviller de hedef alındı. 1995 yılına girildiğinde ise beşinci kongre için Kuzey Irak’ın Haftanin kampı seçildi. PKK’nın beşinci kongre bildirisi diğerlerine oranla çok daha çarpıcı ve adeta örgütün kendi içinde itiraflarda bulunduğu bir içeriğe sahiptir. İdeolojik olarak örgüt içinde yapılan kavgalar, bu kavgaların 1980’li yılların ortalarında doruk noktasına ulaşması ve en önemlisi 1992 yılında TSK’nın terör örgütü PKK’ya karşı büyük başarıya imza attığı ve PKK’nın ‘Güney Savaşı’ olarak adlandırdığı büyük yenilgisi sonrasında kendi içinde büyük çözülmelere gittiği, bu kongre dokümanlarında yer almaktadır. Bu kararlar aynı şekilde manifesto niteliğindedir. Bunun nedeni ‘ulusallaşma’ ibaresi altında Kürtçülüğe ideolojik esas olarak yer verilmesi ve ‘ordulaşma’ kapsamında yeni birliklere ve taktiklere yer verilmesidir. Alınan kararlar doğrultusunda en az 60.000 kişilik bir ulusal ordu yaratılması ve ulusal ordulaşmanın kalan safhalarının tamamlanması öngörülmüştür. Devamında Kuzey Irak’ta “Kürdistan Demokratik Ulusal Birliği” adı altında yeni bir cephe örgütlenmesine gidildi. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

2 Haziran 2019 Pazar

IRAK VE PKK TERÖR ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ BÖLÜM 2

IRAK VE PKK TERÖR ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ  BÖLÜM 2


ABD POLİTİKALARININ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ 

ABD’nin Irak’ta hâkim güç olduğu ve bu bölgede yapılacak her türlü girişimin kendi inisiyatifiyle ve bilgisi dahilinde yapılmasını arzu ettiği bir gerçektir. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) geçerliliğini muhafaza etmektedir. ABD, Türkiye’yi bu projede kullanmak istemekte ve hatta bu projenin bir parçası olarak görmektedir. ABD’nin “ılımlı İslam” anlayışını Türkiye’ye yerleştirme çabası içinde olduğu, ayrıca ABD’de barındırdığı bir cemaat lideri vasıtasıyla Türkiye’ye ve bölgeye etki etmeye çalıştığı, aslında bir aldatmaca olan “Medeniyetler İttifakı Projesi”ne Türkiye’yi de ortak ederek bu açılımı güçlendirmeyi düşündüğü değerlendirilmektedir. Türkiye’deki yönetim de buna uyum sağlamaktadır. Irak’ın ve özellikle Irak’ın kuzeyinin ABD açısından stratejik öneme sahip olduğu da bilinmektedir.
AB’nin de, Türkiye’nin AB giriş sürecindeki aşırı hevesinden istifade ile birtakım siyasi isteklerde ve yaptırımlarda bulunduğu, bunların başında da Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımız olmak üzere başlıca etnik nüfusa kolektif haklar tanınması ve bunların azınlık olarak kabul edilmesi yönünde baskı yaptığı bilinmektedir. ABD’nin bölge kontrolünde etkili olabilmesi için bir Kürdistan projesinin bulunduğu ve bunu gerçekleştirebilmek için, Irak, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim, PKK ve Türkiye’deki iç siyaset arasında bir denge kurmayı ve buna AB’nin de katkı sağlamasını planladığı değerlendirilmektedir. 
Bu plan gereği PKK’nın uzun bir süre Türkiye’yi yıpratmasına göz yumduğu, PKK’yı bölgede kullanabilmek amacıyla dolaylı olarak desteklediği, Türkiye olan ilişkiler kopma noktasına geldiğinde bir manevra ile PKK’yı müşterek düşman ilan ederek Türkiye’nin mücadelesine bir müddet için destek verdiği kıymetlendirilmektedir. Bu mücadelenin ardından Türkiye’nin PKK ile siyasi alanda bir çözüme gitmesi gerektiği konusunda yaklaşımlarda bulunduğu görülmektedir. Nitekim her ne kadar Beyaz Saray Sözcüsü tarafından düzeltme yoluna gidilmişse de, Irak’taki Çok Uluslu Kuvvetler Komutan Yardımcısı ve Merkezi Kuvvetler Komutanının, PKK ile diyalog ve uzlaşma gerektiği yönündeki açıklamaları bunun bir göstergesidir (Milliyet, 07 Mart 2008). Güvenlik başka bir ülkeye ve organizasyona devredilemeyecek kadar önemli, hatta hayati bir konudur. Bu konuda ABD dahil hiçbir ülke ve organizasyonun telkin ve isteklerine itibar edilmemeli, ilgi gösterilmemelidir.
TSK’nın Irak’ın kuzeyine PKK terör örgütüne yönelik yaptığı kara operasyonunu, ABD’nin isteğini dikkate alarak aniden sona erdirdiği şeklindeki algılamanın, ABD’nin yukarıda ifade edilen denge politikasının bir parçası dahilinde kasıtlı olarak yaptığı da düşünülmelidir. ABD politikası gereği Kürtleri müttefik olarak görmüş ve Irak’ın kuzeyindeki yapının güçlenmesini sağlamıştır. Türkiye’nin PKK ile mücadele kapsamında Irak’ın kuzeyine yaptığı harekât, yerel yönetimin politik gücünü aşağıya çektiği, sözde olan egemenliğini ihlal ettiği ve dava birlikteliğinde olduğu PKK’yı hedef aldığı için Kürtleri gücendirmiştir. 
ABD’nin, Kürtlerin gönlünü almak için Türkiye’nin ABD’nin kontrolünde harekâtı başlattığı ve sona erdirilmesinin de kendi kontrolünde olduğunu göstermek için, harekâtın sona erdirilmesine yakın bir zamanda bu yönde ifadelerde bulunduğu düşünülmektedir. TSK’nın Irak’ın kuzeyine yaptığı her operasyondan, sağlanan mutabakat gereği ABD bilgilendirilmektedir. Bu nedenle ABD’nin, sınır ötesi operasyonun TSK tarafından ne zaman sona erdirileceği konusunda bilgi sahibi olduğu, ancak PKK’ya karşı yürütülen operasyonda Türkiye’ye verdiği destek ile Bağdat ve Erbil yönetimlerinin gönlünü alma noktasında bir denge sağlamak için böyle bir intiba yaratma yoluna gittiği değerlendirilmektedir.
Irak’ın kuzeyindeki Barzani yönetiminin önce Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı, buna paralel olarak Türkiye’nin güneydoğusundaki ayrılıkçı hareketleri destekleyerek ideallerinde olan sözde Büyük Kürdistan’ın kuzey ayağını oluşturmayı, daha sonrada doğu ve batı ayaklarını bu yapıya monte etmeyi hedeflediği bilinmektedir. Yönetim, bunun imkânlara ve zamana bağlı olduğunu söylemekten de geri kalmamaktadır. Bu gerçekten hareketle Talabani, Barzani, ve PKK’ın bir bütünün parçaları, onları birleştiren dış gücün ise ABD ve AB olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle Talabani’nin Türkiye’yi ziyareti, Bağdat, Erbil, PKK, Türkiye’deki bölücü siyaset temsilcileri ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır (Manisalı, 10 Mart 2008). Ayrıca ABD Başkan Yardımcısı Cheney’in, Türkiye ziyaretinden hemen önce Erbil’i ziyareti ve yönetime verdiği desteği de hesaba katmak gerekir. Erbil’de coşkulu bir şekilde karşılanan Cheney’in, “ABD ile Kürtler arasında 1991 Körfez Savaşı’yla birlikte uçuşa yasak bölgenin hayata geçirildiği dönemde özel bir dostluk başladı. Bugün de ABD ve Irak arasındaki yeni stratejik ilişkiler oluşturulmasında ve önemli federal yasaların geçirilmesi konusunda “Sayın Barzani’nin liderliğine güveniyoruz” şeklindeki beyanı dikkat çekicidir (Vatan, 19 Mart 2008).
ABD’nin, Türkiye’nin Güneydoğusu ile Irak’ın kuzeyi arasında ekonomik ilişkileri yoğunlaştırarak tek bir ekonomik bölge oluşturma arzusunda olduğu ve bu konuya çaba sarf ettiği bilinmektedir. ABD Büyükelçiliği ve özellikle Adana Konsolosu’nun güneydoğudaki çeşitli girişimlerini ve bu bölgedeki kurum, kuruluş ve faaliyetleri Barzani’ye monte etme girişimleri de dikkate alınmalıdır (Akbaş, 2007).
Diğer taraftan Türkiye’deki yönetim tarafından önce ABD Savunma Bakanı Gates’e, daha sonra da kamuoyuna “Kürt Paketi” adı altında bir takım projeler açıklanmıştır. Bunun önce Türkiye’de bilinmesi ve tartışılması gerekirken, sanki hesap veriyormuş, ABD’nin siyasi açılım isteği yerine getiriliyormuş gibi öncelikle ABD Savunma Bakanı’na açıklanmasından endişe duyulmuştur (Milliyet, 07 Mart 2008). Bu ve buna benzer diğer uygulamalar, Türkiye’deki yönetimin, ABD ve AB’ye, özellikle ABD’ye bağlı olarak hareket ettiği hissini güçlendirmektedir. 
Gelişen olaylar sonucunda Türkiye, Irak’ın kuzeyindeki yönetimle resmi sayılabilecek, en azından yarı resmi düzeyde iletişim kurmaya başlamıştır. Bu durum yerel yönetime politik güç kazandırmıştır. ABD’nin başkan seviyesinde yerel yönetim liderini Beyaz Saray’a kabul etmesi ve resmi görüşmeler yapması bu gücü daha da arttırmıştır. Obama’nın ABD Başkanı olarak seçilmesinin, bu konuda yeni bir gelişmeyi de beraberinde getirebileceği değerlendirilmektedir. 
Obama seçim vaatleri içinde en kısa zamanda Irak’tan askeri gücünü çekeceğini, Afganistan konusuna önem vereceğini, NATO’yu ön plana çıkaracağını ifade etmiştir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekeceğini belirtmesi, Irak’ın kuzeyindeki yönetimde, Türkiye tehdidinin artacağı, dolayısı ile devletleşme politikasının zayıflayabileceği telaşını yaratmıştır. Nitekim yeni onaylanarak yürürlüğe giren ABD ile Irak arasındaki güvenlik anlaşması sonucunda, ABD askerlerinin 2011 yılı sonuna kadar Irak’tan çekilmesi söz konusudur. Bu nedenle yerel yönetim, kendilerini ilgilendiren bu konuda, ABD’nin Türkiye üzerindeki baskısını arttırmasını talep edebilir.
ABD de bölgeden çekilirken, Irak ve petrolü üzerindeki menfaatlerini korumak maksadıyla, kendisine müzahir olarak gördüğü Irak’ın kuzeyindeki yapının güçlenmesi yönünde hareket edebilir. Diğer taraftan yine güvenlik anlaşması gereği Irak hava sahasının kontrolü Irak’ın denetimine geçecektir. PKK ile mücadele ekseninde ABD ile sürdürülen mutabakata göre, TSK’ya ihtiyaç duyduğunda Irak hava sahasını açması ve kara çatışma kurallarını uygulaması konusunun Irak tarafından devam ettirilmesi konusu da önem kazanmaktadır. Bu konudaki muhtemel gelişmeleri önceden değerlendirip, tedbir almakta yarar görülmektedir.

TÜRKİYE’NİN IRAK VE IRAK’IN KUZEYİ POLİTİKASI VE DEVLET KURUMLARININ BUNA BAKIŞI

Türkiye’nin resmi devlet politikası, Irak’ın siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğüdür. ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra çeşitli kesimler tarafından dile getirilen Irak’ın parçalanma düşüncelerine ve bu konuda gelişen olaylara rağmen bu politikada genel anlamda bir değişiklik olmamıştır. Ancak Irak’ın kuzeyindeki yönetimin, gittikçe devletleşme yolunda attığı adımları da görmezlikten gelmek mümkün değildir. Kuzeydeki yapının ABD tarafından himaye edilmesi sonucunda güçlenen otonom yapının, en azından bu konumunu muhafaza etmekle, devletleşme arasında gidip geldiğini söylemek mümkündür.
Kerkük merkezli Kürdistan hesapları yapan Mesud Barzani, Irak’a komşu ülkeler üzerinde operasyonlar yaparak hareket sahasını genişletmek istemektedir. Bu hesapların başında da Türkiye gelmektedir. Türkiye üzerinde geçmişte bir tabanı olan Barzani farklı alanlar üzerinden Türkiye’ye karşı operasyonlar uygulamaktadır. Bu operasyonları; siyasi, ekonomik, nüfuz ve dini faaliyet alanlarında sürdürmektedir. Barzani’nin hedefi, önce Irak’ta federal devlet çerçevesinde federe Kürdistan, sonra Irak’ın parçalanması ile Irak’ın kuzeyinde bağımsız Kürdistan ve devamında Türkiye, Suriye ve İran’ın parçalanması ile oluşacak sözde Büyük Kürdistan’dır (Akbaş, 2007). Bu nedenle kuzeydeki yapının güçlenmesi ve devamında bağımsız bir devlete dönüşmesi Türkiye açısından tehdittir. 
Sözde Büyük Kürdistan’ın güney ayağını oluşturacak bu yapının, ABD desteğini devam ettirerek Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtçü hareketlerini siyasi, askeri ve sosyolojik olarak desteklemesi ve etkilemesi tehlikesi her zaman için mevcuttur. Hatta bu tehdidi yarı bağımsız sayılabilecek konfederasyon yapısı içinde güçlü bir yönetim olarak oluşturması da söz konusudur. Bu nedenlerle kuzeydeki yapının güçlenmesini önleyecek, ona bu imkânı vermeyecek politikalar üretilmesi ve uygulanması Türkiye açısından bir zarurettir. ABD’nin, Türkiye’nin bu yönetim ile barışık olarak yaşama niyet ve girişimlerine itibar etmemek güvenliğimiz açısından önem arz etmektedir.
Ancak son birkaç yıldır, devletin dış politikaya ilişkin açıklamalarında, Irak’ın kuzeyinde oluşacak bağımsız bir devletin veya güçlü bir otonom yönetimin, Türkiye için tehdit teşkil ettiğine ve buna engel olunması gerektiğine dair bir ifadeye rastlanmamıştır. Siyasi, askeri ve ekonomik uygulamalarda da böyle bir politikanın gerektirdiği tedbirlerin alındığı da görülmemiştir. Aksine, sanki federatif bir yapıya razı olmuşuz gibi hareket edilmekte, ticaret yapıyoruz diye bu yönetim ekonomik olarak desteklenmekte, ABD ile görüş ayrılığına düşeriz diye de siyasi ve askeri açıdan herhangi bir yaptırım düşünülmemektedir. Bu nedenle devlet kurumları arasında bazı görüş ayrılıkları oluşmakta, ancak dış politika hükümet tarafından yönetildiğinden, kurumlar arasında çatlak görülmesinin menfaatlerimize uygun olmayacağı düşüncesi ile şimdilik mutabakat varmış gibi hareket edilmektedir. 
Bu konudaki politikamız, gerçeklere ve menfaatlerimize uygun olmayıp, uygulanabilme olanağı bulunan bir görünüm de arz etmemekte, bu konuda netlik bulunmamaktadır. Duruma göre reaktif (tepkisel) ve değişken politikalar uygulanmaktadır. Politikaların sık değiştirilmesi hatadır. Hatta stratejilerde dahi uygulama esnasında değişiklik yapmak zafiyet yaratabilir. Ancak taktiklerde değişiklikler yapılabilir. Bu gerçeğin bilinmesinde ve zikzaklar çizen politikalara son verilmesinde, jeopolitik konumumuz ve gücümüzle orantılı politika tespit edilmesinde, tespit edilen politikanın da reaktif değil, kararlılıkla ve proaktif (ön alıcı) bir şekilde uygulanmasında fayda görülmektedir.
Türkiye’nin kabul ettiği durum ve politikası, hatta uluslararası ilişkilerin doğası gereği, ülkeler arasındaki münasebetler devletten devlete yapılır. Ancak gerek ABD gerek Irak’ın merkezi yönetimi ve gerekse doğal olarak Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Türkiye’nin “Irak Kürdistan’ı” olarak nitelendirilen yönetimi muhatap almasını ve bu yönetimin bağımsız bir yapı gibi kabul edilmesini istemektedir. Türkiye ABD’nin telkinleri, PKK ile mücadelede sağlanan mutabakat ve Irak’ın kuzeyi ile kurulan ticari bağ sonucunda, Irak’ın kuzeyindeki yapıyı muhatap alarak görüşme süreci içine girmiş ve sonuçlarını göremeyecek kadar hatalı bir tutum sergilemeye başlamıştır. Son zamanlarda yetkililerce, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile resmi ve yarı resmi görüşmelere başlanmıştır. Bunun devam ettirileceği anlaşılmaktadır. Bu durum, devlet politikalarından sapmalar olduğunu göstermektedir. Uygulamaya geçirilen yeni politikanın Türkiye’nin menfaatlerine uygun olmadığı değerlendirilmektedir. Medyanın ve sivil toplum örgütlerinin konuyu gündeme taşıması, devletin bütün unsurlarının bu konuyu düzeltmek için harekete geçmesi ülke çıkarları açısından elzem görülmektedir.     

PKK’NIN ETKİSİZ HALE GETİRİLMESİ MÜCADELESİ İLE TÜRKİYE’NİN IRAK’IN KUZEYİ POLİTİKASI ARASINDAKİ İLİŞKİ

PKK, etnik esaslı bölücülüğü, uygulamadaki tabiri ile Kürtçülüğü esas alan, bunu terör yolu ile gündeme getiren, Türkiye’nin devleti ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğüne kasteden bir terör örgütüdür. Ülke için tehdittir. Mutlaka bu tehdidin bertaraf edilmesi gerekir. Bu konuda gerek yurtiçinde, gerekse sınır ötesinde TSK’nın örgütle mücadelesi devam etmektedir. Ancak, sadece güvenlik güçlerinin mücadelesi, maalesef uluslararası ortamda destek gören bu örgütle mücadeleye yetmemektedir. Örgütün yurt dışından aldığı politik, sosyal, medya, finans ve lojistik desteğin kesilmesi, mücadelenin devletin bütün organları tarafından koordineli bir şekilde ve halkın desteğini almış olarak yapılması önem arz etmektedir. Örgütün yurt içinde bölücü siyaset yapanlar tarafından desteklendiği ve ülkede bir taban yaratmaya çalıştığı da bir gerçektir. 
PKK terör örgütü, Türkiye’ye yönelik terör faaliyetlerini Irak’ın kuzeyinden aldığı destekle yürütmektedir. Örgüt için bu bölge, başlangıç bölümünde de belirtildiği üzere Irak’ın ABD tarafından işgalinden sonra güvenli bir coğrafya haline gelmiştir. Kuzeydeki yönetim, kendi politik amaçlarına uygun olduğu için bu örgütü doğrudan ve dolaylı olarak desteklemekte ve himaye etmektedir. Diğer taraftan da kuzeydeki yönetim ABD tarafından desteklenmekte ve muhafaza edilmektedir. Ancak bu yönetimin güçlenmesinin Türkiye’ye tehdit oluşturduğu da bir gerçektir. Bu nedenle Irak’ın kuzeyine, PKK terör örgütünü etkisiz hale getirmek için yapılan her askeri harekât, bu yönetimde rahatsızlık yaratmaktadır. Çünkü yapılan operasyonlar kendisine karşı olmasa dahi, kendi davasını ve olmayan, fakat iddia ettiği egemenliğini zayıflatmaktadır. Bölgede ABD olduğu ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi desteklediği sürece Türkiye’nin kendisine tehdit olarak gördüğü bu yönetime ve bölgeye karşı doğrudan bir harekât icra etmesi imkânsız değil, ama sıkıntılı bir durum olarak görülmektedir.
Irak Cumhurbaşkanı Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette gazeteciler ile de bir sohbet toplantısı yapmıştır. Bu toplantıda dikkat çeken nokta, Celal Talabani’nin sık sık Mesut Barzani’yi kollayan, onunla Türkiye arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesini telkin eden tutum ve sözleridir (Cemal, 09 Mart 2008). Burada PKK ile mücadelede işbirliğinde adres olarak Irak’ın kuzeyindeki yönetim gösterilmektedir. Türkiye muhatap olarak Irak Devletini almakta, Irak’ın Devlet Başkanı Irak’ın kuzeyindeki yönetimin de muhatap alınmasını istemektedir. Gelinen durum, Irak Devlet Başkanı’nın dahi etnik düşüncelerle hareket ettiğini ve ayrıca ABD’nin arzusu istikametinde davrandığını göstermektedir. Bu nedenlerle PKK terör örgütünü etkisiz hale getirmek için Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilecek her operasyon, güçlenmesi durumunda Türkiye’ye tehdit teşkil edecek olan Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de politik açıdan tedirgin edecek ve zayıflatacaktır. Bu gerçeğin akılda tutulmasında yarar görülmektedir.          

IRAK’IN YENİDEN YAPILANMASI KONUSUNDA BEKLENTİLER

Irak’ın yeniden yapılanmasında en etkili güç olan ABD’nin dahi, Irak’ın nasıl bir yapıda olacağı konusunda tam bir düşünce sahibi olmadığı anlaşılmaktadır. ABD, bir taraftan Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağına dair güçlü ifadelerde bulunurken, diğer taraftan Irak’ın bölünmesi durumunda nasıl bir yönetim olabileceğine ilişkin çalışmalar yapmaktadır. Mevcut durumu değerlendirdiğimizde, Irak’ın bölünmesi halinde 3 bölgeye ayrılacağı, bunlardan birinin Sünni, diğerinin Şii, bir diğerini de Kürt bölgeleri olacağı anlaşılmaktadır. 
Ancak Şii bölgesinin ortaya çıkması, o bölgenin İran hâkimiyetine terk edileceği anlamına geleceğinden, ABD’nin böyle bir duruma sıcak bakması hem kendi bölge politikası, hem de buna paralel olarak İsrail’in güvenliği açısından tercih edilecek bir çözüm olarak düşünülmemektedir. Bölünmenin federal bir yapı içinde kalması durumunda dahi, bu konunun merkezi hükümetin gücü ile bağlantılı olarak oluşabileceği kıymetlendirilmektedir. Irak bayrağının yeniden düzenlenmesi ve bu bayrağın kuzey dahil diğer bölgelerde de müşterek bayrak olarak kullanılması, merkezi hükümetin olabileceği bir yapının kabul gördüğüne dair işaretler olarak algılanmaktadır. 
Ancak ister bölünsün, ister federal yapıda olsun, isterse siyasi bütünlük korunsun, her halükarda kuzeydeki yönetimin Irak içinde yegâne federatif yapıya sahip şimdilik özerk bir yapıda kalması, hem ABD tarafından, hem de bunu arzu eden Kürt yönetimi tarafından benimsenmiş durumdadır. Ayrıca bu duruma etnik bir yaklaşımla Irak Cumhurbaşkanı’nın da destek verdiği bilinmektedir. Bu özerk yapının merkezi hükümetle bağlantısının zayıf tutulması da her iki tarafça da tercih edilmektedir. Bu yapının bağımsız duruma gelmesinin ise zamana ve şartlara bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Tabii bu konuda Türkiye’nin ortaya koyacağı tavır ve kararlılık önemli rol oynayacaktır. Irak’ın kuzeyinin yeni yapılanmada alacağı durum, hem Türkiye’nin güvenliği, hem de Türkmenlerin güvenliği, yönetimdeki etkinliği, hak ve menfaatleri açısından önem arz etmektedir. Bu nedenle konunun, olayların akışına terk edilemeyeceği, mutlaka etki sağlanması, yönlendirilmesi ve yönetilmesi gerektiği değerlendirilmektedir.       
BEKLENEN YAPILAR İÇİNDE KERKÜK’ÜN OLASI STATÜSÜ 

Bilindiği üzere Irak’ın kabul edilen anayasasının 140. maddesi gereğince Kerkük’ün statüsü konusunda bir referandum yapılması öngörülmüştür. Bu referandumun 2007 sonuna kadar gerçekleştirilmesi de karara bağlanmıştır. Ancak bu referandumdan önce normalleştirme çalışmalarının tamamlanması ve nüfus sayımının yapılması gerekmekteydi. Bu çalışmalar yapılamadığı gibi, gerçekleştirilecek referandumda Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil edilmesi yolunda karar çıkması için Kerkük’ün demografik yapısı Kürt yönetimi tarafından kasıtlı olarak değiştirilmiş, önceden planlı olarak tapu kayıtlarında tahrifat yapılmış, mezarlar dahi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu duruma ABD tarafından, işgalden sonra bilinçli şekilde göz yumulduğu da bir gerçektir. 
Kerkük’ün bir Türkmen şehri olduğu bilinmektedir. Ancak buna rağmen, sahip olduğu petrol kaynakları, verimli toprak yapısı, geniş arazisi ve bu coğrafyadaki stratejik önemi nedeniyle bir Kürt vilayeti olarak mütalaa edilmesi ve Kürt bölgesine dahil edilmesi çalışmaları, bölgenin sahibi Türkmenler kadar, diğer Sünni ve Şii gruplar tarafından da kabul edilecek bir husus değildir. Ayrıca Türkiye’nin de, Kerkük’ün Kürt bölgesine dahil olmasına, Kürt yönetiminin ekonomik güç kazanacağı ve bu yolla politik gücünü de arttıracağı düşüncesi ile güvenlik açısından itirazı bulunmaktadır. Diğer taraftan Kerkük’ün yapısı, bir noktada Irak’ın yapısının kopyası gibi olduğundan, burada oluşacak bir kaosun Irak’ın tümüne yayılacağı endişesi de bulunmaktadır. 
Bir taraftan yapılacak referandumun sakıncaları anlaşıldığından, diğer taraftan da Türkiye ile ABD arasında başlatılan PKK ile mücadele ve bununla bağlantılı olarak diğer konulardaki işbirliği düşünceleri, bölgedeki Kürt yönetiminin eskisi kadar etkili olamayacağını göstermekte ve konu Türkiye’nin ve Türkmenlerin de isteği dikkate alınarak şimdilik ertelenmekte ve bir çıkış yolu aranmaktadır. Doğal olarak bu durum Kürt yerel yönetiminde hoşnutsuzluk yaratmaktadır.
Kerkük konusunun bu duruma gelmesinin birçok sebebi vardır. Bunlardan en önemlisi, Türkiye’nin, cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlamak üzere Türkmenlere gereken değeri vermemesi, ilgi göstermemesidir. Türkmenler, dil, din, ırk, tarih ve kültürleri itibariyle Türkiye’nin bir parçasıdır. Bu nedenle Türkmenlerin, Irak’ta, iyi bir Irak vatandaşı olarak Türkiye ile gönül bağı olan, can ve mal güvenlikleri sağlanmış, yönetimde hak ettikleri yeri almış olarak bulunmaları gerekmektedir. Ayrıca onların Irak’taki güçlü varlıkları, Türkiye için güvenlik konusudur. Bu nedenle geç kalınmış olsa da son 15 yıldır Türkmenlerin bu şekildeki imkânlara kavuşması için çalışma yapılmaktadır.
Türkmenler de, çalışmalarını sekteye uğratacak bazı iç hareketlere rağmen, olanakları ölçüsünde bu yönde gayret göstermektedir. Bunun önderliğini de Irak Türkmen Cephesi (ITC) yapmaktadır. Ancak son zamanlarda, ITC’nin milliyetçi tutumunun, Türkiye’nin Irak ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim kapsamında uygulamaya başladığı yeni politikasına uyum sağlamadığı, hatta engel olduğu düşüncesi oluşmaya başlamış, bu nedenle ITC’de bir yönetim değişikliği konusu gündeme gelmiştir. Siyaset yapıcılar tarafından Türkmenlerden, problem çıkarmamalarının, uysal bir kimliğe bürünmelerinin, varlıklarını fazla hissettirmemelerinin ve Türkiye’nin yeni politikasına uyum sağlamalarının istendiği değerlendirilmektedir. İşte kaygı verici bir gelişme de bu yönde yaşanmaktadır. 
Aslında sorun sadece Türkmenlere ilgi gösterilmemesinden değil, Türkiye’nin “Dış Türkler” konusunda milli menfaatlerini gözeten politikalar üretememesinden kaynaklanmaktadır. Irak’taki Türkmenlere de, bu genel politika nedeniyle son 10-15 yıla kadar pek ilgi gösterilmemiştir. Gelişen olaylardan dolayı ilgi gösterilmesi gerektiği anlaşıldığında da, bu konuda geç kalındığından ve özellikle 1 Mart teskeresinden sonra da Türkiye’nin bölgedeki söz sahibi olma durumu zayıfladığından, etkili olunamamıştır. Türkiye bölgede ve Irak’ın yeniden yapılanmasında söz sahibi olabilseydi, öngörülen federatif yapı çerçevesinde Türkmenlerin de bir federasyona sahip olması, birçok konuya çözüm getirebilir ve yardımcı olabilirdi. Ancak şimdi o zamanki durumun iyi değerlendirilmemesinin yarattığı politik sonuçtan dolayı maalesef arzu edilen noktada değiliz.
Türkmenlerin ve Kürtlerin durumuna, Irak’ın nüfusu içindeki oranları itibari ile baktığımızda, Türkmenlerin Irak nüfusunun %10-12, Kürtlerin ise %14-15 kadarını teşkil ettiğini görüyoruz. Kürtlerin bu nüfus yüzdesi ile sahip olması gereken hak ve güçten çok daha fazlasına sahip olması ve özellikle kuzey bölgede Türkmenleri kendi içlerindeki azınlık olarak görme temayülü, ne Türkmenler tarafından, ne de Türkiye tarafından kabul edilebilecek bir durumdur. Kürtlerin bu konumu, Irak’ın tümünde de hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Hatta ABD’nin de Kürtlerin aşırı güç kazandığına ilişkin bir düşünce içine girmekte olduğu düşünülmektedir. Ayrıca Kerkük gibi her bakımdan stratejik bir bölgenin Kürt yönetimine terk edilmesi, yalnız Türkmenler ve Türkiye açısından değil, aynı zamanda Sünni Araplar ve Şiiler tarafından da kabul görmemektedir. Bu konuda itirazlar sürmekte olup, bunun her an için eyleme dönüşme durumu da bulunmaktadır. 
Bu nedenle Kerkük vilayetinin özerk bir yapıda olması, merkezi hükümete bağlı olması, kaynaklarının tüm Irak tarafından kullanılabilecek bir statüde bulunması tercih edilecek bir çözüm olarak görülmektedir. Kerkük’te yapılması planlanan referandumun ertelenmesi memnuniyet vericidir. Ancak bu geçici bir tedbir olup, bütün tarafların kabul edebileceği bir çözüm için çalışmalar sürdürülmektedir. Sürdürülen çalışmalar içinde Kerkük’teki yönetimin eşitlik esasına göre düzenlenmesini öngören, Irak il, ilçe ve nahiyeler meclisleri seçim yasasının Kerkük ile ilgili 24. maddesi 22 Temmuz 2008 tarihinde Irak Parlamentosu’nda kabul edilmiştir. 
Yasa; Türkmen, Arap ve Kürtlere yönetimde eşit yetki vermektedir.  Bu yasa, her ne kadar şehrin bir Türkmen şehri olma konumunu ortadan kaldırsa da, gelinen durum itibariyle Türkmenler açısından olumlu karşılanabilecek bir gelişme olarak nitelendirilmiştir. Ancak yasa derhal Devlet Başkanı tarafından veto edilmiş ve yeniden görüşülmek üzere meclise iade edilmiştir. Meclis komisyonları yeniden anlaşamamış, konu komisyonlar tarafından yeniden incelenmek ve meclis tatilinden sonra görüşülmek üzere Eylül 2008 ayına ertelenmiştir. Bu konuda baskı yaratmak maksadıyla Kerkük il meclisi hemen toplanıp, Irak Anayasası’nın 140. maddesini referans aldığını iddia ederek şehrin Kürt Bölgesine katılması karını almıştır. Ancak bunun gerçekleşmesi, tek taraflı alınacak bir kararla uygulamaya geçirilecek kolaylıkta olmadığından işlemsiz kalmıştır.
Yeniden toplanan Irak Parlamentosu, Kerkük’teki seçimler konusunda 23 Eylül 2008’de yeni bir karar almış, ancak bu karar eskisinden çok farklı ve Türkmenlerin aleyhine olan bir durum yaratmıştır. Ancak çıkan karar, birçok belirsizlikleri, anlaşılmada, anlaşmada ve gerçekleştirmede zorlukları içerdiğinden, uygulanması oldukça güç bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle konu yine zamana ve gelişmelere terkedilmiştir. Ancak bir sürprizle karşılaşmamak için sürekli takip edilmesi ve dikkatli davranılmasını gerektirmektedir.
Kerkük konusunun, Irak’ın yeni yapılanması içinde hem Türkmenlerin Irak içinde alacağı statü, hem de Kerkük’ün düşünülen özel yapısı açısından bir bütün olarak ele alınmasında yarar görülmektedir. Bu konuda ABD nezdinde yapılacak girişimlerin yanında, Irak’taki diğer tüm gruplarla yapılacak görüşmelerin, görüşmelerde gösterilecek kararlılığın ve uluslararası alanda yürütülecek diplomasinin önemi büyüktür.
Türkiye’nin hem kendinin, hem de Türkmenlerin menfaatlerini koruyabilecek, tehditleri önleyebilecek jeopolitik, siyasi ve askeri gücü vardır. Önemli olan bu gücün kontrolü, ihtiyaca ve şartlara göre sergilenmesi, kullanılması, diplomasinin de çok yönlü olarak etkili bir şekilde yürütülmesidir. Gücü kullanamamak, kolaya kaçmak, ülke menfaatlerini koruyamamak, geleceği iyi görememek ve bütün bunlara bilerek veya bilmeyerek sebep olmaktan kaçınmak için, sadece siyasi iktidarın değil, devletin ilgili bütün unsurlarının konuya gereken önemi vermesi ve hassasiyet göstermesi gerekmektedir.        

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Türkiye’nin karşı karşıya olduğu etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketi, ABD, AB, Irak, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim, PKK terör örgütü ve Türkiye’deki etnik esaslı bölücü siyaset yapanlar tarafından müşterek bir şekilde yürütmektedir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de belirtilen ve Türkiye müteveccih başlıca tehditlerden birincisi olan etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin silahlı propaganda aracı PKK terörünün etkisiz hale getirilmesi için, TSK tarafından icra edilen operasyonlara yurt içinde ve sınır ötesinde devam edilmektedir. PKK terör örgütünün yurt dışından aldığı desteklerin kesilmesi, mücadelenin koordineli ve halkın desteğini almış olarak yapılması önemlidir. 
Türkiye’nin PKK terör örgütü ile mücadelesinde, özellikle sınır ötesinde Irak’ın kuzeyi bölgesinde operasyon yapılmasına ilişkin ABD’nin isteksizliği, sağlanan mutabakat çerçevesinde ortadan kalkmış görünmektedir. ABD tarafından yakın bir tarihe kadar verilmeyen destek, ABD’nin tutum değişikliği neticesinde verilmeye başlanmıştır. ABD ile sağlanan mutabakatın karşılıklı menfaate dayanan al-ver kapsamında müttefiklik ilişkileri çerçevesinde cereyan ettiği değerlendirilmiştir. ABD’nin tutum değişikliğinin dayandığı esasların; Irak’ın Kuzeyindeki yönetim ile barışık yaşanması başta olmak üzere, İran gerginliğinde ABD’ye destek olunması, Afganistan’daki mevcudun arttırılması ve/veya görev tanımlamasının operasyonel olarak yeniden yapılması, ISAF’ın komutasının yeniden alınması, ABD’nin Irak’taki kuvvetlerini azalttığında oluşabilecek zafiyetin tolere edilmesi için tedbirler alınması konuları olduğu kıymetlendirilmektedir. 
ABD, AB ve Türkiye’deki ayrılıkçı siyaset yapanlar tarafından, PKK terör örgütü ile siyasi alanda görüşme yapılması da dahil olmak üzere, sözde Kürt sorunu için siyasi çözümler talep edilmektedir. PKK terör örgütü de silah bırakmayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile masaya oturmak kaydıyla kabul edeceğini defalarca tekrarlamakta ve konuyu siyasileştirmeye çalışmaktadır (Milliyet, 17 Mart 2008). 
Terör siyaseti, siyaset de terörü beslemektedir. Sonuçta konu siyaset alanına çekilmek istenmektedir. Terör örgütünün de, bölücü siyaset yapanların da, Barzani’nin de, ABD ve AB’nin de amacı budur. Türkiye’deki yönetim, Kürt Paketi veya Güneydoğu Paketi adı altında, Kürtçe yayın yapan TV ve bölgeye yönelik birtakım ekonomik ve istihdam sağlayıcı tedbirler içeren projeleri açıklamaktadır. Bu açılımların bir bütün halinde oluşturulacak planın parçası olmadan yapılması, siyasi taviz anlamına geleceğinden istenen faydadan çok zarar getirebilecek hususlardır. Üstelik bu açılımlar, ayrılıkçı siyaset yapan kesimler tarafından da çare olarak görülmemekte, sorunun temelinin dile ve etnisiteye dayalı ulus yaratmak olduğu ifade edilerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi olan “ulus devlet, üniter yapı”nın sona erdirilmesi istenmektedir.
İngiltere ve İspanya’daki IRA ve ETA uygulamalarının kendine has özelliklerinin bulunduğu gerçeğinden hareketle, Türkiye’de benzer uygulamalara teşebbüs edilmesinin birçok mahsur ortaya çıkaracağı ve tehlikeli olacağı kıymetlendirilmektedir. Örgütün uzun vadede kontrol edilebilir bir boyuta çekilmesinde askeri harekât ve bundan alınacak sonuç, birinci derecede önemlidir. Diğer taraftan terörizmle mücadelede devletin diğer organları tarafından alınacak birbiri ile koordineli ve bir bütün halindeki tedbirler de, en az askeri tedbirler kadar önemlidir (Kuloğlu, 10 Ocak 2008). Ancak bu tedbirlerin, terörün siyasallaşmasına imkân tanımayacak tarzda olması, etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketine siyasi ortam sağlamaması hayati öneme haizdir. Aksi yönde hareket “Terörle bir yere varılamaz” düşüncesini ortadan kaldırır (Pulur, 15 Mart 2008).
Terörle mücadele adı altında Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimin muhatap alınması, Türkiye’ye olan tehdidin kendi eliyle güçlendirilmesi ve kabullenilmesi anlamına geleceğinden hatalı bir politika olarak değerlendirilmektedir. Güneydoğu’daki Barzanicilik hareketi ile kesinlikle mücadele edilmeli ve etkisiz hale getirilmelidir. Irak’ın yapılanması konusunda devlet politikasının net bir şekilde ortaya konması ve devletin bütün kurumlarının bu politikaya göre koordineli bir şekilde hareket etmesi önem arz etmektedir. Bu politika ve uygulamalarında, Irak’ın kuzeyindeki yönetimin hangi statüde olması gerektiği çok iyi hesaplanmalıdır.
ABD’nin Irak ile yaptığı güvenlik anlaşması gereği 2011 yılına kadar kuvvetlerini tamamen Irak’tan çekmesinin yaratacağı boşluk dikkate alındığında, ABD’nin Türkiye olan ihtiyacının artacağı düşünülmekte ve bundan istifade yollarının aranmasının yararlı olacağı değerlendirilmektedir. Irak’ın kuzeyine PKK ile mücadele kapsamında operasyonlara devam edilmesi, hem PKK örgütü üzerinde kurulan baskıyı devam ettirecek, hem Irak’ın kuzeyindeki yönetimin siyasi gücünü zayıflatarak, Türkiye’ye yönelik muhtemel tehdidini etkisiz hale getirecek, hem de iç siyasetteki olumsuz gelişmeleri frenleyecektir. Türkmenler ve Kerkük konusunda oldu-bittilere imkân tanımayacaktır. Ayrıca bu operasyonlar, Türkiye’nin güvenliği konusunda hiçbir baskıya boyun eğmeyeceğini, kendi inisiyatifi ile hareket etme gücüne, cesaretine ve kabiliyetine sahip olduğunu gösterecektir.
ABD’nin Irak ile yaptığı güvenlik anlaşması sonucunda Irak’tan askeri kuvvetini tamamen çekmesinin yaratabileceği yeni senaryolar ile Obama yönetiminin muhtemel uygulamaları üzerinde çalışılmalı ve gerekli önlemler şimdiden planlanmalıdır. Ortadoğu bölgesinde güç diplomasisi geçerlidir. Politik, ekonomik ve özellikle askeri güç gösterileri diplomasinin önünü açacak ve mili menfaatlerimize uygun sonuçlar alınmasına imkân yaratacaktır. 
Bu hususların başarılmasında Türkiye’nin yeterli derecede coğrafi, politik ve askeri gücü vardır. Türkiye’nin jeopolitik gücü, tarihi, kültürel yapısı bölgesel ve küresel ilişkileri bunu sağlamaya muktedirdir. Siyasi kararlılık göstermek, enerjiyi doğru yerde ve doğru zamanda kullanmak, gerektiğinde kontrollü risk üstlenmek, dış politika ve güvenlikte başarının anahtarı olacak, en azından milli menfaatlerimiz açısından olumsuz gelişmeleri önleyecektir.

KAYNAKÇA

AKBAŞ, ALİ AYDIN: “Türkiye’de Barzanici Hareket”, 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü,  Stratejik Öngörü, Sayı:3, Kasım 2007.
AYDIN, MUSTAFA: “Türk-Amerikan İlişkilerini Yeniden Yapılandırmak”, ASO Büyüteç Dergisi, Ağustos/Eylül 2008.
BALBAY, MUSTAFA: “Kürtler Bölündü”, Cumhuriyet, (10 Mart 2008).
CEMAL, HASAN: “PKK’ya Yönelik Yeni Bir Çark”, Milliyet, (09 Mart 2008).
GÜRSEL, KADRİ: “Amerikan İstihbaratına Göre Laikliğin Geleceği”, KULOĞLU, ARMAĞAN: “Türkiye’ye Yönelik Bölücü Tehdit, Terör Ve Mücadele Yöntemleri” Global Strateji Enstitüsü Dergisi, Yıl:3, Sayı:12, Kış 2008.
MANİSALI, EROL: “AKP-Erbil-Bağdat Hattı”, Cumhuriyet, (10 Mart 2008).
Milliyet: Dış Haberler, (02 Şubat 2008).
Milliyet: Dış Haberler,  “PKK İle Pazarlık Beklentimiz Yok”, (07 Mart 2008).
Milliyet: “Ankara, Gates’e Kürt Paketini Sundu”, (07 Mart 2008).
Milliyet: “PKK: Silahları Bırakırız”, (17 Mart 2008).
Milliyet, (23 Kasım 2008).
PULUR, HASAN: “Hani Terörle Bir Yere Varılamazdı?”, Milliyet, (15 Mart 2008).

Web Siteleri:

KULOĞLU, ARMAĞAN: www.globalstrateji.org, analizler, “ABD-İran Çatışmasının Askeri Sonuçları Ve Türkiye’ye Etkisi”, (12 Aralık 2007).
KULOĞLU, ARMAĞAN: www.globalstrateji.org, analizler, (10 Ocak 2008).
www.milliyet.com.tr, Gates’ten “NATO Çöker”, (11 Şubat 2008).
www.ulusalkanal.com.tr, Gates “Türkiye Afganistan’da Daha Fazla Rol Oynamalı”, (08 Şubat 2008).
www.vatangazetesi.com.tr, Gündem, “Barzani’ye Gitti”, (19 Mart 2008).

***