musul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
musul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2019 Çarşamba

IRAK KÜRT MUHALAFET HAREKETİNDE ULUSLARARASI BOYUT BÖLÜM 2

IRAK KÜRT MUHALAFET HAREKETİNDE ULUSLARARASI BOYUT BÖLÜM 2


…Mart ayının ortalarında bu olayı ilk duyduğumuzda büyük şaşkınlığa düştük ve kulaklarımıza inanamadık. Bugüne kadar Kürdistan’ı patlamaya hazır bir volkan şeklinde tutan propagandalar esas itibarıyla Kürtlerin, bu en büyük dini otoritelerine karşı beslediği boş inançtan kaynaklanan derin saygılarına dayanıyordu. Bu nedenle Türklerin üzerine bastıkları zemini bu şekilde ayaklarının altından kaydırmaları bize gerçek olmayacak kadar güzel bir gelişme olarak görünüyordu…” 

İngilizler, Türk tarafının ısrarlarına rağmen sınırın MC tarafından çizilmesi istemişlerdir. MC kararı çerçevesinde 19 Mayıs 1924’te, Haliç Konferansı olarak bilinen görüşmeler başlamıştır. Türk tarafı bu görüşmelerde Türkler ve Kürtlerin siyasal geleceklerini birleştirmiş iki kardeş halk olduğunu ve tam bir eşitlik içinde bir cumhuriyet kurduklarını, Musul vilayetinin de bunun bir parçası olduğunu bildirmiştir.İngiltere’nin bu yaklaşıma karşı olması sonucu Haliç Konferansı 5 Haziran’da çözüme ulaşamadan dağılmıştır.27 

Türkiye’nin üyesi olmadığı MC, 20 Eylül 1924’te görüşmelere başlamıştır. İngilizler burada da Türk tarafının plebisit önerisine karşı çıkmış ve bölgeye gönderilmek üzere bir komisyon oluşturulmasını istemiştir. Musul’da incelemelerini tamamlayan Komisyon ise 16 Temmuz 1925’de MC’ye sunduğu detaylı raporunda özetle şu önerilerde bulunmuştur:28 

. Çoğunluğu oluşturan 500 bin kadar Kürt’ün ne Türk ne de Arap olduğu, 
. Ekonomik açıdan Musul’un Irak’a bağlı kalması ve bölgenin yararı için Irak-Türkiye arasında ekonomi anlaşması yapılması gerektiği, 
. Hakkari’yi Musul’dan ayıran eski vilayet sınırı şeklinde çizilen Brüksel Hattı’nın coğrafi sınır olarak belirlenmesi, 
. Irak’taki manda yönetimi en geç 1928’de sona ereceği için, bu yönetimin 25 yıl uzatılması ve Musul vilayetindeki Kürtlere yönetsel ve kültürel haklar verilmesi kaydıyla,  Musul vilayetinin Irak’a bırakılmasının en iyi çözüm yolu olduğu; bu iki hususa uyulmadığı takdirde ise Musul vilayetinin Türkiye’ye bırakılmasının uygun olacağı, 
. Musul’un taksimine karar verilmesi halinde ise, Küçük Zap çizgisinin sınır olabileceği. 

İngilizler Komisyon’un 2 şartını kabul ettiklerini ve zaten Kürtlerin haklarıyla ilgili şarta hâlihazırda uyduklarını belirtmiştir. Türk tarafı ise, İngilizlerin Türkiye’ye karşı art niyetli hareketine vurgu yapmıştır. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Kürtlerle Türkler arasında ayrım gözetilmesini eleştirerek şöyle demiştir: “Korumak gerekçesiyle bir unsuru ayırmak için izlenen amacı bir türlü anlayamıyorum. Bu amaç, Kürtlerin ufak bir bölümünü elde bulundurarak, bunları Kürt çoğunluğa sahip ülke (Türkiye) aleyhinde kullanmak mıdır?”29 

Türkiye’nin Komisyon raporuna karşı çıkması üzerine MC Meclisi 19 Eylül’de Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’na gitmiş ve buradan MC Meclisi’nin aldığı kararın bağlayıcı olduğu kararını çıkartmıştır. Bunun üzerine Meclis 16 Aralık 1925’te Komisyon’un raporunu benimseyerek, Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl uzatılması için İngiltere’yle Irak arasında yeni bir ittifak anlaşması yapılmasını istemiştir. Kararda; “Altı ay içinde bu şartın yerine getirildiği, Meclis’in bilgisine sunulduğu takdirde, Meclis bu kararının kesinleştiğini ilan edecek ve sınır çizgisinin belirlenmesi için gerekli tedbirleri gösterecektir. İngiltere Hükümeti, mandater devlet olarak Kürt halkı için Soruşturma Komisyonu’nca görülen 
mahalli yönetime ilişkin güvenceleri aldığını gösteren yönetsel tedbirleri Meclis’e sunmağa çağrılır” denilmiştir. İngiltere, MC Meclisi’nin kararı uyarınca 18 Ocak 1926’da yeni bir antlaşma yapmış ve bunu bildirmiştir. Bunun üzerine MC Meclisi 11 Mart 1926’da, 16 Aralık 1925 tarihli kararının kesin olduğunu ilan etmiştir.30 

Türkiye, Musul’u Irak’a bırakan karara başlangıçta büyük tepkiler gösterdiği halde,31 daha sonra tutumunu yumuşatmış ve 5 Haziran 1926’da İngiltere’yle bir anlaşmaya imza atmıştır. Böylelikle Türkiye Musul üzerindeki haklarından vazgeçerken, Kürtler de yeni Irak devletinde varlığını sürdürmek için yeni bir mücadele dönemi başlatmak zorunda kalacaklardır. Türkiye tarafındaki desteğin kesilmesi ise Kürtlerin İngilizler karşısında zayıflamasına yol açmıştır. 

Bölgesel Muhtariyetten Mahalli Özerkliğe: İngiltere’nin Kürt Hareketine Etkin Olması 

Türkiye ile İngiltere arasında görüşmelerin sürdüğü yıllarda Şeyh Mahmud’a bağlı güçler kesintili bir şekilde İngilizlerle mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Şeyh Mahmut, Türkiye’nin devreden çıkmasından sonra dış destek arayışı için 20 Ocak 1923’te SSCB’ye yönelmiştir. “Doğunun kurtarıcısı SSCB’nin Kürtlere yardım elini uzatması”nı isteyen Mahmud, Kürt halkının kendi kaderini SSCB’ninkiyle birleştirmeye hazır olduğunu ve Rus halkını doğal müttefik olarak gördüklerini bildirmiştir. Ancak ayaklanmanın sınırlı bir çevreyle sınırlı kalması, bölgesel isyana dönüşememesi, mıntıkalar arasındaki fiziki kopukluk, isyancıların silah gücündeki zayıflık ve dış yardım olmaması gibi nedenlerle Berzenci başarılı 
olamayacaktır.32 

Kürt muhalefetinin askeri yöntemler kullanılarak kontrol altına alındığı bir dönemde İngiltere MC’nin Musul kararının önkoşullarından biri olan Kürtçenin kullanımı gibi yükümlülükleri yerine getirmemiştir. 1926’da MC’yi etkilemek için çıkarılan ve Kürtlerin kendi dillerinde ilköğretim görmelerine ve yayın yapmaları na izin veren Yerel Diller Yasası tam manasıyla uygulanmamıştır. Hatta 1926-27’de Kürt kültür derneklerinin sayısı ve siyasi faaliyetlerinin artması üzerine bunların kapatılması yoluna gidilmiştir.33 Yine, Mayıs 1926’da Kerkük’ teki Kürt vekillerin Kürt dilinin kullanılması önerisi kabul edilmemiştir.34 1929 başında Irak parlamentosunda 4 Kürt milletvekili tarafından sunulan ve Dohuk’un kuzeyinde yönetim merkezi olan bir liva kurulmasını, Irak Hükümeti’ nin gelirlerinin yüzde 20’sinin Kürt bölgesinin gelişmesine ayrılmasını, Kürtçenin zorunlu eğitim dili haline getirilmesini, Kürt bölgesinden Irak hükümet birliklerini çıkartılmasını, Irak hükümetine iki Kürt temsilci atanmasını içeren paket de ret edilmiştir.35 

İngiltere’nin 1929’da 3 yıl sonrası için Irak’ın MC üyeliğini yani mandanın sona erip bağımsızlığını almasını destekleyeceği vaadiyle Iraklı yöneticileri ikna etmesi sayesinde 1930’da Irak ile İngiltere arasında imzalanan ittifak anlaşmasında, Kürtlere ilişkin hükümlerin yer almaması Kürtlerin tepkisini çekmiştir. MC’ye dilekçeler gönderilerek durum protesto edilmiştir.36 
Süleymaniye’de gösteriler düzenlenmiştir. Celal Talabani’ye göre öğrencilerin, işçilerin, ücretlilerin ve ticaret erbabının katıldığı Eylül 1930’daki bu gösteriler, Kürt hareketinin siyasi üssünün kırsaldan şehirlere kaydığının işaretiydi. Tepkiler üzerine Irak Hükümeti 1930’da, Kürtçe’nin bölgede resmi dil olmasına ilişkin yasa çıkarıldığını ilan etmişse de uygulamada herhangi bir şey yapılmamıştır.37 Süleymaniye’de artan gerilim ise Şeyh Mahmud Berzenci’nin bir kez daha isyan etmesine fırsat vermiştir. Fakat, “Bağımsız Güney Kürdistan Hükümeti’nin” tanınmasını isteyen Mahmud bu sefer ağır bir yenilgiye uğramış ve göz hapsinde tutulacağı Bağdat’a götürülmüştür.38 

Irak’ın Mayıs 1932’de MC’ne bazı güvenceler vermesi üzerine, 3 Ekim 1932’de de MC’ye tam bağımsız üye olarak kabul edilmiştir.39 Irak Hükümeti’nin dil, din, ırk, milliyet vs. ayrımı yapılmayacağı türünden güvenceler verdiği deklarasyonda Kürtlerle ilgili 4. ve 9. maddelerde şu hususlar yer almıştır: 40 

“Hiçbir Irak vatandaşının herhangi bir dilin zorunlu olarak kullanılmasına mecbur edilmemesi; Arapça resmi dil olsa dahi Kürtçe ve Türkçe’nin kullanımını öngören 9. madde uyarınca anadili resmi dil ile aynı olmayanlar için mahkemelerde sözlü ve yazılı olarak kendi dilini kullanmasına izin veren imkanların oluşturulması; Irak yönetiminin Musul, Erbil, Kerkük, Süleymaniye’de ve Kürtlerin ezici çoğunlukta oldukları bölgelerde Arapça ile birlikte Kürtçeyi de resmi dil olarak kabul etmesi; bununla birlikte, önemli bir Türkmen nüfusu bulunan Kerkük ve Kifri de ise resmi dilin yanında Kürtçe ya da Türkçe’nin de kullanılması; tüm bu bölgelerin memurlarının Kürtçe ya da Türkçe bilenlerden seçilmeleri”. 

Bağdat Hükümeti’nin deklarasyonunda geçen hususlar, kısa bir süre sonra Kürt hareketinin asgari taleplerinin çıtası olarak kabul görecek; merkezi yönetim ilk zamanlarda hayata geçirmek istemediği bu şartları Kürtlerin pazarlık gücü arttıkça bizzat kendisi masaya getirecek, ama bu sefer de Kürt hareketi “ulusal hak” çıtasını yükseltmiş olacaktır. 

IRAK DEVLETİ VE KÜRT MUHALEFETİNİN DIŞ DESTEK ARAYIŞLARI: 1932-1945 ARASI DÖNEMİ 

Irak, 1932 yılında bağımsızlığına kavuşurken ve MC’ye kabul edilirken Kürt bölgesinde güvenlik alanında ciddi bir sorun bulunmamaktaydı ve Bağdat hem İngiltere hem de bölgesel işbirliği ile sorunları çözme konusunda adımlar atmaktaydı. Ayrıca 1933-1938 arası dönemde Kürt hareketinin İran veTürkiye’de etkili olması bu ülkeleri birbirine yakınlaştırmıştır. Bu kapsamda 25 Haziran 1938’de Sadabat Paktı Anlaşmasının onay işlemleri tamamlanmış ve Türkiye-İran-Irak üçlüsü Kürt aşiretlerinin kontrolü konusunda uzlaşmaya varmıştır. Sadabat Paktı’nın 7. maddesi şu şekildedir: 41 

…Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliği sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir… 

Bağdat’ın bölgesel işbirliğine yönelmesine karşın Kürt muhalefeti de kendi içinde gizli örgütlenmelerle Bağdat karşısında askeri bir direnç oluşturma politikasına yönelmiştir. Bu dönemde Irak Genelkurmay Başkanı olan Kürt kökenli General Bekir Sıtkı’nın, kısa iktidarı süresince Kürtleri ve Türkmenleri ordu içinde üst kademelere terfi ettirmesi önemli olmuştur. 

Ordu içinde sayıları artan ve yüksek rütbeler alan Kürt subayları, daha sonra görüleceği üzere, gizli Kürt örgütü Hevi başta olmak üzere Kürt hareketi içinde çok etkin roller üstlenecektir. 

Molla Mustafa Barzani’nin uzun süre için en önemli kurmayları bu subaylar olacaktır. Sözkonusu yer altı örgütlenmelerinden, Şeyh Mahmut Berzenci’nin oğlu Şeyh Latif’in Komala Brayeti (Kardeşlik Cemiyeti) ile koyu milliyetçi Darker örgütünün bir avuç üyesi vardı.42 Ancak Hevi örgütünün durumu daha farklıydı. Hevi 1930’ların sonunda, Şeyh Mahmut Berzenci’nin kısa bir süreliğine danışmanlığını yapan Prof. Refik Hilmi tarafından kurulmuştu.43 Diğer örgütlere göre çok daha geniş bir ağ inşa etmişti. Farklı meslek gruplarından üyeleri vardı. Subaylar, öğretmenler, öğrenciler, petrol ve demiryolu işçileri gibi meslek grupları ile bazı şeyh ve aşiret lideri üyeleri vardı. 1941’de Alman yanlısı Reşit Ali 
darbesinden ve Refik Hilmi’nin Darker Partisi’ne katılmasından sonra bazı örgütlerin sorumluları kendi örgütlerini feshederek bir konferans toplayacak ve Hevi bünyesinde birleşecektir.44 

Kürt muhalefetin içinde kurulan gizli örgütlerin İngiltere’ye yakınlaşma çalışması da yürütmesi dikkat çekicidir. Dönemin Irak İçişleri Bakanlığı Danışmanlığı görevini yürüten Edmonds’a göre milliyetçi Kürtler İngilizlerin kalıcı varlığı konusunda ikiye bölünmüştü. Şeyh Mahmud ve diğer aşiret liderleri İngiltere’nin çok yakında ya da daha sonra Kürtlerin meşru haklarını teslim etmek için bir şeyler yapacağını düşünmekteydi. İkinci grup ise Kürtlerin durumunun İngilizlerin imparatorluk politikalarıyla açık biçimde çeliştiğini ve İngilizlerin Kürtleri Araplara tercih etmesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Fakat entelektüellerin ve subayların oluşturduğu bu grubun büyük bölümü Almanlarla ya da Ruslarla muhatap olmaktansa İngilizleri tercih ediyordu.45 Ancak 1940’lara doğru Almanya’nın da genelde Orta Doğu özelde de Irak siyasetine egemen olma mücadelesine girmesi Kürtlere yeni ittifaklar kurmalarının kapısını aralayacaktır. 

Irak Üzerindeki İngiliz-Alman Rekabeti ve Kürt Hareketine Etkisi 

Kürt meselesi, Bekir Sıtkı’nın 10 aylık iktidarı sonunda, Türkiye’deki askeri tatbikata katılmak üzere yola çıktığı sırada bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra, bu sefer İngiliz-Alman rekabeti temelinde ısınmıştır. Almanya’nın Irak’a nüfuz çabaları ilk olarak Kuveyt sorununda gündeme gelmiştir. 1938’de Kral Gazi, Kuveyt’in Irak’la birleşmesi için faaliyetlerini hızlandırması İngiltere’nin tepkisine yol açmış ve İngilizler bunun Almanların planı olduğundan şüphelenmiş tir. Aralık 1938’de Kral Gazi’ye bağlı basın organlarının Kuveyt için “Südet bölgesi” tabirini kullanması İngilizlerin şüphelerini haklı kılmıştır. Zaten kısa bir süre sonra Kuveyt Emiri devrilmeye çalışılmış ve Kral Gazi sınıra yığdığı Irak 
birliklerine Kuveyt tarafına geçme emri vermiştir. Fakat İngiliz birlikleri ve Emir’e destek veren Suudi birlikleri Irak birliklerinin harekatını genişlemeden engellemiş ve bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır.46 Kral Gazi’nin ölümünden sonra Bağdat’ta kontrolü ele geçiren ve “Kare As” diye tabir edilen dört Iraklı albayın, 1943’e kadar Avrupa’da zafer kazanmaya devam eden Almanlara sempati duymaya başlaması ve Almanlara yakın olan Kudüs Müftüsü Hacı Emin El Hüseyin’in etkisine girmesiyle, İngilizler bir kez daha Alman nüfuzuna karşı 
koymak zorunda kalmıştır. İngilizler kendilerine yakın olan Prens Abdullah’ın, Almanlara yakın bir isim olan Başbakan Reşit Ali Geylani’yi görevden almasını sağlayınca, “Kare As” bir darbe daha yapmış ve Nisan 1941’de Geylani’yi göreve geri getirmiştir. Hitler yönetimi bu sırada bölgeye savaş gemilerini sevk emrini vermiş, Alman uçakları Suriye’ye kadar ulaşmış ve İngiliz uçaklarıyla “it dalaşı”na girmeye başlamıştır.47 İngilizler ise Basra’ya birlikler indirmiş, Ürdün üzerinden yığınak yapmış ve Irak’ı bombardımana başlamıştır.48 

İşte bu dönemde, Alman yanlısı yönetimi devirme çabaları açısından Kürtler İngilizler için umut kaynağı olmuştur. Zaten Irak entelijensiyasının Alman etkisinde olmasından tedirgin olan ve Araplara karşı güveni sarsılan İngilizler, Irak’ta bulundurdukları askeri birlikleri sorunsuz kullanabilmek için Habbaniye ve Basra’daki hava üsleri gibi yerlerde Arapları işten çıkarıp yerlerine Kürtleri almış ve onları silahlandırmıştı.49 Ayrıca, Geylani’nin kuzeydeki Kürt bölgesine çekilmeyi planladığı sırada Bağdat’ın çevresindeki Kürt subayların, Kürt askerlerin çoğunlukta olduğu 4. ve 6. tugaylarla Kerkük’e çekilerek Geylani’yi orada karşılaması planlanmıştır.50 

Bu arada Süleymaniyeli önde gelenler aşiret liderleriyle birlikte Nazi yanlısı milliyetçi Geylani yönetimine karşı 15-20 Mayıs 1941 tarihlerinde bir hareket tarzı belirlemeye çalışmış; bir grup acilen harekete geçmek isterken, özellikle içinde ağaların bulunduğu grup Mihver güçlerin Musul, Kerkük ve Suriye’ye her an çıkarma yapmasından korktukları için kararı ertelemek istemiştir. Tam bu sırada, 16 Mayıs’ta Şeyh Mahmud Berzenci Bağdat’ta gözaltında tutulduğu yerden “kaçmış” ve Süleymaniye’ye gelmiştir. Şeyh Mahmud’un adamlarını toplayıp Süleymaniye’de hükümete karşı ayaklanmaya hazırlandığı sırada Geylani Hükümeti dağılmaya yüz tutmuştu. İngilizlerin Bağdat’ta kontrolü ele geçirmesi üzerine ayaklanmadan vazgeçen Mahmud, İngilizlerin kurduğu yeni hükümetle Kürt bölgelerinin özyönetimi ve gönüllülerden müteşekkil Kürt garnizonları oluşturulması gibi taleplerle pazarlıklara başlamıştır. Mahmud, talepleri kabul görmese de İngiltere Hükümeti’yle dostane ilişkilere duyduğu sadakatini bildirmiş ve köyünde sessizce oturmasına izin verilmiştir.51 

İngilizlerin Alman tehlikesi karşısında Kürtlere bakışını anlatan en iyi göstergelerden biri, Geylani Hükümeti sırasında Süleymaniye’de abisi Şeyh Ahmet Barzani ile göz hapsinde olan Molla Mustafa Barzani’yi isyana teşvik etmesidir. Molla Mustafa Barzani aldığı teklifi şöyle anlatmaktadır:52 

…Reşit Ali Geylani, İngiliz karşıtı hareketi başlatınca bir İngiliz subayı benimle görüşmek üzere Süleymaniye’ye geldi. Bana Britanya Hükümeti adına cömert bir öneriyle gelmişti. Benden Erbil’e gitmemi, oradaki Kürt subaylarla temas kurmamı, onları Reşit Ali Geylani hükümetine karşı kışkırtmamı, işbirliği yapmamı ve oradan Barzan’a gitmemi istiyordu. İngiliz hükümeti binlerce tüfek, mühimmat ve erzakı kara ve hava yoluyla Barzan’a nakletmeye hazır olduğunu, orada bağımsız bir Kürdistan devletinin ilan edilmesine yardımcı olacağını vurguladı. Ayrıca İngiliz devletinin ordudaki Kürt asker ve subayların Barzanilere katılmasını teşvik edeceğini ve İngiliz Hükümetinin kurulacak Kürt devletini tanımaya hazır olduğunu, bu devlete destek verip koruyacağını belirtti… 

Molla Mustafa Barzani teklifi düşünmek için zaman istemiş ve durumu abisi Şeyh Ahmet’e aktarmıştır. Ancak abisi, İngilizlerin işleri bittiği anda kendilerini yine yalnız bırakacakları uyarısını yapmış ve kardeşinin olumsuz yanıt vermesini sağlamıştır. Bu olaydan sonra Molla Mustafa’nın Barzan’a yerleşmesinden sonra Hevi örgütüyle yoğun görüşmeler içinde yer almıştır. Barzani Ekim 1943’te Irak sınır karakollarını ve hatta zaman zaman Türk karakollarını vurmaya başlayarak silah ve erzak depolamaya başladığında, Bağdat’ta Hevi mensubu subayların başını çektiği kadrolar onun ve Kürt hareketinin propagandasını yapıyor, otonomi talebiyle birlikte bir dizi istekte bulunuyordu. Böylece Barzani’nin dağlardaki silahlı hareketi, başkentteki silahsız/legal siyasetle desteklenmeye başlanmıştır. Ancak Geylani hükümetinin düşürülmesi ve Almanya’nın Irak üzerindeki etkisinin sonlandırılmasından sonra İngiltere bir kez daha Kürt muhalefeti karşısında merkezi hükümeti desteklemeye başlayacaktı. 

Kürt muhalefetinin İngiltere’nin baskısına rağmen Bağdat’la sorunlar yaşamaya devam etmesi ve Barzani’nin bağımsızlığa yakın özerklik talebini 1943-45 arası da dönemde bir kez daha gündeme getirmesi Londra’da kaygıyla karşılanmıştır. İngilizler Mart 1945’te, artık kendisini Kürtlerin lideri gibi görmeye başlayan Barzani’nin Bağdat’la anlaşması için son kozlarını oynamış, kendisini üstü kapalı biçimde tehdit etmiştir. İngiliz yetkililer “Barzan’da yapılacak tatbikat”ının bilgisini verirken Barzani’den manevralara tepki göstermemesini istemiştir. Barzani ise mesajı doğru yorumlayarak İngilizlere tepkisiz olmaya çalışacağı güvencesini vermiş ama tetikte kalmak zorunda olduğunu bildirmiştir.53 İngilizler bu görüşmeden kısa süre sonra, Bağdat Hükümeti’ne baskı yaparak Barzaniler hakkında bir af çıkartılmasını sağlamıştır.54 Fakat tatlıya bağlanacağı düşünülen anlaşmazlık daha karanlık bir yola girmiştir. Mayıs 1945’te SSCB Barzani’ye yardım elini uzatmıştır. Bu tarih Irak Kürt hareketi ve Barzani’nin kaderindeki dönüm noktalarından biridir. Barzani çıkış yolu kalmadığı düşünülen bir anda, bir dünya gücünün desteğini arkasında bulmuştur. İran’a gönderdiği temsilcilerinin Sovyet yetkililerle yaptığı görüşmelerden sonra, Sovyetler 
Birliği’nin Kürt direnişine her türlü desteği vermeye hazır olduğu güvencesini almıştır. Görüşmelerden birini Molla Mustafa bizzat İran tarafına geçerek Sovyet generali Siyamendov ile kendisi yapmıştır.55 

Nihayet Ağustos 1945’te İngiltere destekli Irak Hükümeti Barzan bölgesinin işgal edilmesine karar vermiştir. İngilizler ise ilk etapta Irak birliklerinin askeri durumunun iyi olmadığı gerekçesiyle Hükümeti kötü bir zamanlama ve planla yanlış bir iş yapmaktan alıkoymaya çalışmışsa da harekatın genişlemesi ve Sovyetlerin Kürtleri desteklemesi sonucu olaylara müdahil olmuştur. İngilizlerin hava desteği vermeye başlamasının ardından çatışmalar yaklaşık 5 bin kişi civarındaki Barzani güçlerinin ağır yenilgisiyle sonuçlanmıştır. 

Bazı kaynaklarda Irak kuvvetlerini İngiliz General Renton’un komuta ettiği bildirilmektedir56 Sovyetlerin vaat ettiği yardım ise hiç gelmemiştir. Böylece Barzaniler tek çıkış kapısı olan İran’a yönelmişler ve İran’daki Sovyet işgal bölgesinde varlıklarını güvenceye almışlardır. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

IRAK KÜRT MUHALAFET HAREKETİNDE ULUSLARARASI BOYUT BÖLÜM 1

IRAK KÜRT MUHALAFET HAREKETİNDE ULUSLARARASI BOYUT BÖLÜM 1




1918-1975 ARASI DÖNEMİN ANALİZİ 
Ogün DURU* 
*Yönetici Editör, Orta Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi. 


ÖZET 

Bu makalede, Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtler arasında merkezi yönetime karşı gelişen muhalefet hareketinin, bölge ve bölge dışı ülkelerle kurduğu ilişkilerden nasıl etkilendiği irdelenmektedir. Araştırmanın varsayımı, Kürt hareketinin ortaya çıktığı şartların, siyasi taleplerini dillendirme ve merkezi yönetimine bunları kabul ettirme başarısının dış dinamiklerle yüksek bir bağımlılık ilişkisi içinde olduğudur. Çalışmada; dış etkilerin Kürt kimliği’nin olgunlaşmasına, siyasi talep çıtasının yükseltilmesine, muhalefetin bütünlüğüne 
ve dağınıklığına ne yönde tesir ettiği sorularına cevap aranmaktadır. 

Bu bağlamda çalışma Irak’ın İngiliz etkisine girdiği 1917 ile Kürt hareketinin en önemli kırılma noktalarından birini yaşadığı 1975 yılı arasındaki dönemi kapsamaktadır. 


İNGİLTERE ve TÜRKİYE’NİN KÜRT HAREKETİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ:1918-1926 ARASI DÖNEM 

1918-1919 aralığında Irak’taki yönetim modelini oturtmaya çalışan İngilizler, Musul’un kontrolünü amaçlayan Kürt projesine iyi bir başlangıç yapmış fakat çok kısa sürede projede kullandıkları aktörlerle ters düşmüşlerdir. İngilizler Musul’a hâkimiyetlerini, o dönem için bölgenin en nüfuzlu Kürt ileri geleni olan Şeyh Mahmud Berzenci’yi yetkilendirerek sağlamaya çalışmıştır. Süleymaniye’de yaşayan Şeyh Mahmud Berzenci, toprak sahibi bir aristokrat ve aynı zamanda Kadiri tarikatının başıydı.1 Şeyh Mahmud gücünü büyük ölçüde, 
dedesi Şeyh Kek Ahmed ve babası Şeyh Sait ile üne kavuşan Berzenci Ailesi’nin itibarından alıyordu. Berzenci ailesinin etkinlik alanı ise Süleymaniye ile sınırlı olduğu belirtilmektedir.2 

Şeyh Berzenci, Osmanlı devleti ve İngiltere ile ilişkilerinde reelpolitiğe uygun hareket etmiştir. En büyük hassasiyeti, yerel hâkimiyetini ya da otoritesini korumak, yani özerkliğini muhafaza etmek olmuştur. Bu nedenle Birinci Dünya Savaşı’nda silahlı birlikleriyle Osmanlı devleti safında İngilizlere karşı savaşmıştır. Osmanlı devletinin geri çekilmek zorunda kalacağına ve İngiltere’nin bölgeyi ele geçireceğine kanaat getirdiğinde ise, konumunu garantileyecek pazarlıklara girişmiştir. İngilizlerle ilişkilerinin istenen sonucu vermediği 
zamanlarda ise Türklerle ilişkiye girmeye çalışacaktır. 

Şeyh Mahmud İngilizlerle ilk kez, 7 Nisan 1918’de Kerkük’ün işgal edilmesinden hemen sonra ilişki kurmuştur. Kerkük’teki İngiliz komutanına yazdığı mektupla İngilizlerin hâkimiyeti altında bir Kürt yönetimi kurulmasını ve özerk yönetimin başkanlığını kendisinin atanmasını istemiştir. Ancak, bölgenin en büyük aşiretlerinden Hemevendlerin de İngilizlerle ilişki kurmaya çalıştığı sırada dengeler aniden değişmiş, İngilizler Kerkük’ten çekilmiş, Türk yetkililer Mahmud’un temaslarını öğrenmiştir. Süleymaniye’deki Türk askeri birliğinin 
komutanı Mahmud’u tutuklamış, Irak cephesinden sorumlu komutanı da idama mahkûm etmiştir. Ancak infaz gerçekleştirilmemiş ve bir süre sonra Irak’taki 6. Ordu Başkomutanlığı’na getirilen Ali İhsan Paşa daha farklı bir siyaset gütmüştür. Ali İhsan Paşa, Berzenci’yi kazanmaya çalışmış ve İngilizlere karşı kendisinden faydalanmak için savaş gücü kapasitesini artırmıştır.3 

Mondros Ateşkesi’nin yapılması ve Ali İhsan Paşa’nın Osmanlı kuvvetlerini bölgeden çekmek zorunda kalması üzerine, Paşa Süleymaniye’nin yönetimini Şeyh Mahmud’a bırakmıştır.4 Berzenci ise, Osmanlı devletinin çekilmesinden sonra bölgeye girmesi kesinleşen İngilizlerle yeniden pazarlıklara girişmiştir. Binbaşı Noel Süleymaniye’ ye gelmiş ve kendisiyle görüşmüştür. Noel, bölgede ilk tetkikleri yapan ve İngiliz siyasetine yön verme etkisine sahip bir istihbarat subayıydı. Bu nedenle Kürtlere özerklik verilmesi önerisi, (1920’ye kadar görevde kalacak) Bağdat’taki Yüksek Komiser Arnold Wilson tarafından kabul edilmiştir:5 

Neticede, 1 Aralık 1918’de Süleymaniye’yi ziyaret eden Yüksek Komiser Wilson, Mahmud’a verdiği bir mektupla İngiliz devleti adına onu bölgenin valisi olarak 
yetkilendirmiştir. Şeyh Mahmud kendini tüm Kürtlerin temsilcisi olarak göstermek için 40 aşiret reisinin imzası olan bir mektup vermiştir.6 Merkezi Süleymaniye ve resmi dili Kürtçe olan bu yönetim, kendi askeri birliği, bütçesi ve gelir kaynaklarıyla ayakları üzerinde durabilen bir birime dönüştürülmeye çalışılmıştır.7 Ancak Şeyh Mahmud’un hâkimiyetini daha geniş bir bölgeye yayma arzusunun Yüksek Komiser Wilson’un görüşleriyle çatışması ise ilişkilerde aniden büyüyen bir çatlak yaratmıştır. Başından beri Kürtlerin özerkliğine karşı 
olan geleneksel emperyalizmin temsilcisi Yüksek Komiser Wilson, Kürtlerin de Araplar gibi bölünmesi ve kendilerini yönetmede başarısız olmaları halinde ne yapmaları gerektiğini İngiltere’nin tayin edeceği düşüncesindeydi. 1 Aralık 1918’de Mahmud’u yetkilendirmeye geldiğinde gövde gösterisi ve İngiltere destekli “birleşik-bağımsız Kürdistan” sözü verilmesi ısrarıyla karşılaşan Wilson, yetkinin kaynağının İngiltere olduğunu anlatmakta güçlük çekince Berzenci yönetimine karşı daha mesafeli bir politika içinde yer almıştır. Buna karşın Şeyh 
Mahmud hiçbir zaman bulunduğu noktayı İngilizlere borçlu olduğunu düşünmemiştir.8 

Şeyh Mahmud’un bağımsızlık yönündeki girişimleri İngilizlerin tepkisine yol açmış ve 1919’da Kerkük ve Kifri ilçeleri Süleymaniye’deki özerk yönetimin yetki sahasından çıkarılmış; ardından Revanduz ile Köysancak da Erbil’e bağlanmıştır. Böylece Süleymaniye’deki özerk yönetimin etki alanı bu şehir ve yakın çevresinden ibaret kalmıştır.9 

Bu gelişmeler üzerine Şeyh Mahmud doğrudan çatışmaya girerek İngilizlere isteklerini kabul ettirme politikasına yönelmiştir. Ancak çatışmalar İngiltere’nin üstünlüğüyle sonuçlanmış ve Şeyh Mahmud yakalanarak Hindistan’a sürgüne gönderilmiştir.10 

1920 yılına gelindiğinde Anadolu’da gelişen kurtuluş savaşı İngiltere’nin Kürt politikasını modifiye etmesine yol açmıştır. Osmanlı sonrası döneme ilişkin olarak Şubat 1920 Londra Konferansı, Nisan 1920 San Remo Konferansı ve nihayet Ağustos 1920 Sevr Anlaşması, hem İngiltere’nin Kürt politikasını büyük ölçüde netleştirmiş hem de 

Anadolu’nun nasıl paylaşılacağına karar verilmiştir. 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’nda Musul’daki Kürtlerin geleceğini tayin edecek çok önemli hükümler içermiştir. Anlaşma’nın 62, 63 ve 64. maddelerinde bazı koşulların yerine gelmesi halinde 1 yıl zarfında bağımsızlığına kavuşacak özerk bir Kürdistan kurulması öngörülmüştür. Özellikle 64. Madde doğrudan Musul’la ilişkiliydi.11 

Madde 64: İşbu anlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, 62. maddede belirtilen bölgedeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvurmaları halinde ve Konsey bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı salık verirse, Türkiye, bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgeler üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir. Bu vazgeçmenin ayrıntıları başlıca Müttefik devletlerle Türkiye arasında yapılacak özel bir sözleşmeye konu olacaktır. Bu vazgeçme gerçekleşirse ve gerçekleşeceği zaman Kürdistan’ın şimdiye dek Musul Vilayeti’nde kalmış kesiminde oturan Kürtlerin, bu bağımsız Kürt devletine kendi istekleriyle katılmalarına, başlıca Müttefik devletlerce hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır. 

Konferanslar ve anlaşmalar sürecinden sonra İngiltere’nin Kürt politikası ve Bağdat’ta kurulacak sistemin esasları, Mart 1921’de Kahire’de Winston Churchill’in başkanlığında yapılan toplantıda kesin çizgilere kavuşturulmuştur. Toplantıda, üç eski Osmanlı vilayetinin tek bir devlet -Irak’ın- çatısı altında birleştirilmesine, Fransızların Suriye’den kovduğu Faysal’ın kral yapılmasına ve ertesi yıl İngiltere-Irak arasında 25 yıl geçerliliği olan işbirliği anlaşması imzalanmasına karar verilmiştir. Kararlar hemen uygulanmış ve Faysal, 23 Ağustos 1921’de Bağdat’ta tahta çıkarılmıştır. 12 Krallık için yapılan göstermelik referandumda, Süleymaniye halkı oylamaya katılmayı reddetmiş; yüzde 4 civarındaki “hayır” oylarının büyük bölümü de Osmanlı yöneticisi isteyen Türkler ve Kürt yönetici isteyen Kürtlerin birarada yaşadığı Kerkük’ten çıkmıştır. Faysal’ın taç giyme törenine Süleymaniye’den ve Kerkük’ten katılan olmamıştır.13 

Diğer yandan Türkiye ise İngiltere’nin Musul üzerindeki hak iddiasından ciddi rahatsızlık duymaktaydı. TBMM Hükümeti 1921-22 döneminde Musul’un kuzeyine bazı birlikler göndererek askeri operasyonlara başlamıştır. Aynı dönemde İngilizler tarafından sürgüne gönderilen Şeyh Mahmud Hindistan’daydı ve özellikle Süleymaniye çevresinde karışıklıklar ve ayaklanmalar artarak sürmekteydi. 

Mustafa Kemal, Musul’daki Kürtlerin durumunu dikkatle izlemiştir. Henüz Milli Mücadele’nin örgütlenme çabalarının sürdüğü bir dönemde, ErzurumKongresi’nin kararlarını Berzenci’ye iletmiş ve işbirliği içinde hareket edilmesini gündeme getirmiştir:14 1 Şubat 1922’de Başkomutan Mustafa Kemal’in verdiği talimatla, Mısır Çerkezlerinden Özdemir Bey komutasında bir grup asker Revanduz’a gönderilmiştir. Talimatta, bu birliğin Türkiye ile hiçbir ilgisi olmadığı ve tamamen mahalli bir örgütlenme olduğu görüntüsü verilmesi istenmiştir.15 Özdemir Paşa ve müfrezesi 24 Haziran 1922’de bölgeye geldiğinde Surçi (Sürücü), Barzan, Zebar, Nadost ve Pistar gibi aşiretler Türklere destek veriyordu. Aşiretlerle 
başarılı ilişkiler kuran Özdemir Paşa kısa sürede Kürdistan sorunu ve Kürt hükümeti işinin İngiliz oyunu olduğuna, İngilizlerin İslam birliğini parçalamaya, Müslümanlar arasında ikilik yaratmaya çalıştığına pek çok kimseyi ikna edebilmiştir. Çalışmalar sonucunda İngiliz karşıtı olanlar ve Türkleri seven Kürtler harekâtın merkezi Revanduz’da toplanmış, kısa süre içinde İngilizlere karşı küçük ayaklanmalar tertiplenmiştir. Özdemir Bey’in müfrezesi aşiret birlikleriyle takviye edilmişti. Ancak halen İngiliz kuvvetleriyle mukayese edilemeyecek kadar az ve donanımsızdı. Bu nedenle de harekât son derece dikkatli yürütülmüştür.16 

Kürt bölgesinde siyasi ve askeri hâkimiyetleri iyice azalan İngilizler, Türklerle Kürtlerin Süleymaniye’ye ortak harekât düzenlemesinden korktukları için bu şehirdeki askeri birliklerini geri çekmişlerdir. Meydana gelen yönetim boşluğu üzerine, Süleymaniyeli ileri gelenler bir kent meclisi kurmuşlar, meclisin başına Şeyh Mahmud’un kardeşi Şeyh Kadir getirilmiştir. Ancak Meclis Revanduz’daki komutanlığın baskısını üzerinde hissetmiştir.17 Dönemin tanıklarından Refik Hilmi’ye göre Türklerin bölgedeki etkisi öylesine artmıştır ki, dengeler artık İngiltere aleyhine dönmüştür. Revanduz’u üs tutan Türkler ve Kürtler burada kendi Milli Meclislerini kurmuştur. Meclisin başına Surçi (Sürücü) Aşireti Reisi Şeyh Rakip getirilmiş, emrine verilen askeri güçle İngiliz kuvvetleriyle yapılan savaşlarda önemli başarılar sağlamıştır. Etki alanları Zibar, Akra, Ronya ve Derbend’e kadar yayılmıştır. Kürt aşiretlerinin çoğu Türklerle işbirliği yapmaya başlamış, hatta Süleymaniye’de Türk sempatizanları çoğunluğa ulaşmıştır. Amediye halkı ve Şeyh Ahmet Barzani de Revanduz Kürtlerinin safına geçmiştir.18 

Köşeye sıkışan İngilizler, 1919’da sürgüne gönderdikleri Şeyh Mahmud Berzenci’yi, Kerkük ve Erbil’e karışmaması şartıyla 30 Eylül 1922’de Süleymaniye’ye geri göndermişlerdir. Mahmud bir ay içinde teşkilatlı bir hükümet kurmuş ve ikinci ayın sonunda yani Kasım 1922’de kendisini “Kürdistan Kralı” ilan etmiştir.19 Mahmud’un dönüşüyle birlikte İngilizlerin korktukları başlarına gelecektir. Türklerle pazarlıklara girişen Mahmud İngilizlere karşı her an harekete geçmeye hazır olduğunu bildirecek, önkoşul olarak ise İngiliz 
işgalinden kurtulmayı müteakip Türk hükümetinin kendilerine muhtariyet tanımasını isteyecektir. 29 Aralık 1923’te aralarında aşiret liderlerinin de katıldığı yemin töreninde, Kur’an’ı Kerim’e el basılarak, “…Âlemi İslamiyete bağlı kalmak şartıyla Türk hükümetinin vereceği meşru bir imtiyazı ve idare-i muhtariyeti, İngilizlerin Kürt kavmine vermek istedikleri gayrı meşru bir istiklale tercih ettikleri ve bu ihsana karşı her türlü emir ve mücadeleye hazır ve kendilerinden başka hiçbir nüfuza merbut kalmayacakları…” yeminini etmişlerdir.20 Artık İngilizler için Berzenci’nin kesin olarak bertaraf edilmesi gerekiyordu. Çünkü Kürt bölgelerindeki karışıklığın yanı sıra, Berzenci’nin güneydeki Şiilerle ülkede 
genel bir ayaklanma için temas kurduğu ve Özdemir Bey’le beraber Kerkük’e ortak saldırı planı yaptığı bilgisini almışlardı.21 Öte yandan Ankara Hükümeti ise ne Özdemir Bey’e askeri destek vermeye ne de Özdemir Bey’in Mahmud’u Türkiye’nin yanına çeken özerklik pazarlığına sıcak bakmıştır. Ankara’da umutlar Ocak 1923’te başlayacak Lozan görüşmelerindeki diplomasi trafiğine bağlanmıştır. 

Türk ordusunun Musul’a girmekten vazgeçmesinden sonra, beklediği yardımcı kuvvetlerin gelmemesi Özdemir Bey’in bölgedeki otoritesini sarsmış, yörenin en büyük aşiretlerinden olan Barzan ve Balik aşiretleri İngilizlerle anlaşmaya başlamış ve kuvvet dengesi Türkler aleyhine dönmüştür.22 Bunun üzerine İngilizler meşhur hava kuvvetleriyle şiddetli bir saldırıya geçerek Mart 1923’te Berzenci’yi Süleymaniye’den ayrılmak, Türk birliklerini de Revanduz’dan geri çekilmek zorunda bırakmıştır.23 Cephane sıkıntısına düşen ve kuvvetleri azalan Özdemir Bey, İran’a sığınmıştır. Böylelikle Türkiye’nin Kürt bölgesindeki askeri varlığı son bulmuş olmaktaydı. 

Askeri olarak Musul vilayetinin bir bütün olarak İngilizlerin etkisi altına girmesi Lozan görüşmelerini de doğrudan etkilemiştir. Lozan’da Türkiye Musul üzerindeki hak iddialarını gündeme getirmesine rağmen İngilizler bu konuda taviz vermek istememiştir. Bu durum doğal olarak her iki tarafın da Kürt hareketi üzerindeki etkisini artırmasına yol açmıştır. 

Musul Sorunu Bağlamında Irak Kürt Hareketi: Türkiye’nin ve İngiltere’nin Kürt Politikası Lozan’daki görüşmelerinde sırasında TBMM’de Musul’un İngilizlere bırakılacağı yönünde bir hava sezilmesi üzerine bazı Kürt milletvekilleri kuzey-güney ayrılığına tepki göstermişlerdir. TBMM’deki gizli oturumda Hükümet’e karşı eleştiri dozunun yükselmesi üzerine, Mustafa Kemal, Misak’ı Milli’nin belli bir sınırı olmadığını anlatan bir konuşma yapmıştır.24 Lozan görüşmelerinin kesildiği ve iki ay ara verildiği dönemde çok önemli bir gelişme yaşanmıştır: Hilafetin kaldırılması. 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılması Ankara’nın Anadolu Kürtleri’yle olduğu kadar Musul vilayetindeki Kürtlerle ilişkilerinde de bir milat 
olmuştur. Ömer Kürkçüoğlu Hilafet’in kaldırılmasını, Musul’u alarak Araplara komşu olacak Türkiye’nin İslam etkenini hilafet üzerinden tehlikeli biçimde kullanmasından korkan İngilizlere güvence vermesi şeklinde açıklamaktadır. Kürkçüoğlu’na göre, hilafetin kaldırılması Şeyh Sait İsyanı’nda belirleyici rol oynadığı gibi Kürt unsurunun çoğunlukta bulunduğu Musul üzerindeki Türk iddiasını da haliyle zayıflamıştır. Çünkü milliyetçi düşünceye yabancı olan Musul Kürtlerinin Türkiye’yi Irak’a tercih ettikleri söylenebiliyorsa bunun başlıca nedeni, Halife’ye yani İslam’a olan bağlılıklarıydı.25 Nitekim o dönem Musul’da görevli olan İngiliz siyasi subayı Edmonds durumu şöyle anlatmıştır:26 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

24 Eylül 2017 Pazar

‘Referanduma dur denilmezse artık Türkmen diye bir şey yok’



‘Referanduma dur denilmezse artık Türkmen diye bir şey yok’


Referanduma dur denilmez ise artık Türkmen diye bir şey yok
05 Temmuz 2017 Çarşamba,


Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin Kerkük’ü oldu bittiyle kendilerine katmak istediğini söyleyen Irak Türkmen Cephesi Başkanı Salihi
“Referanduma dur denilmezse artık Türkmen diye bir şey yok. Irak Türkmenlerinin huzura kavuşması Kerkük caddelerinden başlar”



Geçtiğimiz gün Irak’ın petrol rezervinin yarısına yakınını barındıran Kerkük’ün Erbil girişinden bir foto kamuoyuna yansıdı. 
Basında fazla yer bulmasa da Türkmen şehri Kerkük’e dev bir Peşmerge heykeli dikiliyordu. Mart ayında Kerkük İl Meclisi’nin kararı ile kamu kurumlarına Kürt Bölgesel Yönetimi bayrağının asılması ve bunun Irak parlamentosunun karşı duruşuna rağmen uygulanması 4 Nisan’daki Kerkük’ün referanduma dahil edilme kararının adeta habercisi oldu. Zaten 7 Haziran’da Barzani tarafından 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapılacağı duyuruldu. Türkiye tüm bu kararlara karşı olduğunu açıklasa da sürecin ilerleyişi durdurulamadı. Gelinen aşamada son dönemde Türkiye ile yoğun diplomasi trafiği yaşayan Barzani ve Kürt Bölgesi için artık bağımsızlık hedefinin hiç de uzak görülmediği söylenebilir.

Hiç şüphesiz bu kaotik süreçte Türkiye’yi de yakından ilgilendiren konuların başında Türkmenler geliyor. Bölgedeki Türkmenler bir varlık yokluk mücadelesi verirken Türkiye’nin omuzlarında tarihi bir sorumluluk duruyor. Özellikle Türkiye’de sosyal medyada yankı uyandıran heykel olayından sonra Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi ile görüştük. Son olayları, Referandumu, PKK’nın varlığını, Kerkük’teki güncel demografik durumu ve Türkiye’den beklentilerini sorduk. İşte Salihi’nin çok özel açıklamaları:

‘ Bağdat bunu Reddediyor ’

“Kerkük’ün Referanduma katılması konusu hayati bir önem taşıyor. Kürtler bir oldu bittiyle Kerkük’ü kendilerine katmak istiyorlar. Üzülerek ifade edeyim ki bunun önlemini önceden almalıydık. 100 yıllık bir süreçte terk edilen bir Kerkük var. 100 yıldır bağırdık çağırdık ama sesimizi duyuramadık. Bir gün içerisinde hem bizim hem Ankara tarafından bu gidişi durdurmak nasıl mümkün olacak bilinmez! Ancak Kerkük’ün yasal olarak referanduma katılması mümkün değil. Bir defa anayasaya aykırı... Kürt parlamentosundan bir yasa çıkmamıştır. Mutlaka parlamento kararı gerekir bu konuda. Demek ki bu karar iki partinin kararıdır. Bununla ayrı bir Kürt devleti için Bağdat’a baskı aracı olarak kullanılıyor.

Demografiyi değiştirdiler

Bağdat hükümetinden bugün aldığımız bilgiler bu yönde bize müspettir. 
Bağdat bunu reddediyor. Komşu ülkeler reddediyor. Bizim bu hususta şartımız tabi ki sonuna kadar Kerkük’tür. Referanduma dur denilmezse artık Türkmen diye bir şey yok.”

“Irak Türkmenlerinin huzura kavuşması Kerkük caddelerinden başlar. Kerkük’ün nüfusu 2003’ten 1 ay önce 850 bin civarındaydı. Bunun aşağı yukarı 400 bine yakını Türkmenlerden oluşuyordu. Diğer yarısı Kürtler ve Araplardan oluşuyordu.

Bugün ise son nüfus kayıtlarında 1 milyon 600 bin civarında olan nüfusun yarısı Kürtlerden diğer yarısı Türkmen ve Araplardan oluşuyor. Türkmenlerden göç edenler artıyor. Bugünlerde çetelerin ve kaçırılma olaylarının artması sebebiyle önemli bir kısmı Türkiye’ye gitmektedir.”

‘Biz yıkılırsak başarırlar’

“Kerkük’ün demografi değişimi 1927-1930’larda petrol keşfedildikten sonra Kürt akımı başlamıştır. 2003’ten sonra ise en etkili nüfus değişiklikleri yapılmıştır.

Herkese söylüyoruz HEYKELLERLE falan Kerkük değiştirilemez. Ama Irak Türkmenlerinin acilen kalkınması, ayakları üzerinde durması sağlanmazsa yani biz ayakta kalmayı başaramazsak Kerkük bir oldu bittiyle başka bölgelere ilhak edilir. Gerçekten çok daha zor günlerin bizi beklediğini söylüyoruz ve göreceğiz.”

‘YPG’nin, Müslim’in ne işi var?’

“Kerkük’te bir başka tehlike olan PKK varlığı son 2 yıl içinde ciddi miktarda arttırılmıştı. Biz bunu defalarca söyledik. Irak hükümetinin de bu hususta bir suçu vardır. Ayrıca İran ve Talabani’nin partisi KYB de aynı suça sahiptir. Kerkük ve Tuzhurmatu’da PKK karargahlarına müsaade etmeleri büyük bir tablonun gösterimidir. Ne yazık ki bu tabloda Ankara uzak kaldı. Sadece Kerkük üzerinde değil Ankara Amirli Diyala ve Tuzhurmatu gibi bölgelerden de uzak kaldı. Üstelik biz bunları söylediğimiz zaman suçlandık. Bize türlü türlü suçlar isnat edildi Ankara’dan bazı yetkililerden... Ama biz milli varlığımızı ispat etmek için bazı adımları istedik, ne yazık ki olmadı. YPG’nin Kerkük’te ne işi var. Benim dışımda Salih Müslim’in Kerkük ziyaretini kınayan olmadı.”

‘Tahran-Ankara-Bağdat mutabakatı gerek’

PKK’nın Kerkük bölgesinden uzanacak şeritin üzerinden Telafer ve Sincar gibi bölgelere de gitmeleri öyle sıradan bir olay değildir. Çok ciddi bir sorundur. Bunu çözmek için mutlaka Ankara, Tahran ve Bağdat mutabakatı gerekir. İran’ın da bir PKK sorunu vardır. Onlar da bu süreçten mutlaka etkilenecektir. Özellikle Irak’ta KYB’lilerin de buna fırsat vermeyeceğini düşünüyorum.

http://www.gazetevatan.com/kursad-zorlu-1081952-yazar-yazisi--referanduma-dur-denilmezse-artik-turkmen-diye-bir-sey-yok-/

***

7 Temmuz 2017 Cuma

Türkiye'nin Geldiği Tehlikeli Dönemeç..




Türkiye'nin Geldiği Tehlikeli Dönemeç..



Doç.Dr.Sait Yılmaz


2002 yılında FETÖ ile birlikte iktidara gelen AKP, Aralık 2015‟te yolları ayrılana kadar başta Atatürkçü kesimler ve Ordu olmak üzere Cumhuriyet rejimizin temel değerlerine ve kurumlarına (hukuk, eğitim, medya vd.) büyük zarar verdi. PKK terör örgütü ile bölünme pazarlıkları yaparken, Sünni mezhepçi gündem ile Irak‟ta Barzani‟ye göz yumdu, Suriye‟de iç savaşın ana sorumlusu oldu. Başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin Ortadoğu Projesinin aktörü olayım derken, çevremizdeki terör bataklığının, harita çalışmalarının hedefi olduk. Temmuz 2015‟de Ankara, tekrar PKK terörü ile mücadele sürecine dönerken, ABD‟ye İncirlik açıldı ve IŞİD‟a karşı koalisyona katılındı. O tarihten beri ABD‟nin arkasında olduğu bu iki terör örgütü Türkiye‟yi intihar saldırıları ve iç savaş senaryoları sürekli kaos içinde tutuyor. ABD ve AB‟nin bu iki terör örgütüne verdiğin desteğin arkasında bir yandan içeride Ankara‟yı PKK ile tekrar masaya oturtmak, diğer yandan Suriye ve Irak‟ta devam eden harita çalışmalarına müdahil olmamıza engel olmak var. 

Yakın zamana kadar Esat-Rusya-İran cephesine karşı ABD-S.Arabistan ve Katar ittifakının yanında olan Ankara, ABD‟nin oyununu nihayet görünce taraf 
değiştirmek zorunda kaldı.Hep söylediğimiz gibi ABD‟nin başından beri önceliği Suriye değildi. Türkiye, Halep sevdasında iken onların hesabı Irak ve Suriye arasında yeni ülke inşaları yapmaktı yani adına Kürt koridoru ya da ikinci, üçüncü İsrail dediğimiz devletçikleri kurmaktı. Kasım 2015‟de Rus uçağının düşürülmesi ve Türkiye‟nin Suriye sahnesinin önüne set çekilmesi ABD‟yi çok rahatlatmıştı. Ankara, bir kez daha tüm söylediklerini inkâr edip Rusya‟ya yanaştı ve ona teslim oldu. 

Gelinen aşamada Erdoğan rejimi hem ABD‟nin hem de AB‟nin şantajı ve kuşatması altındadır. Bu merkezlerin Türkiye üzerinde kontrollü kaos yaratmaya 
yönelik kriz yönetimi devam ediyor. Ama Erdoğan‟ı şimdilik düşürme niyetleri yok çünkü şantaja açık hali ile hem Batı hem de Rusya Federasyonu için 
istediklerini yaptırmada çok elverişli bir konumdadır. Kıbrıs görüşmeleri bu şantajın altında yapılmaktadır. ABD ve AB‟nin ne yapmak istediğini biliyorsunuz da, Türk kamuoyu Rusya Federasyonu‟nun neler peşinde olduğunun pek farkında değil. Rusya, ABD ve AB‟den sonra Türkiye‟nin kapısındaki üçüncü şantajcı ülkedir. 

Hesaplarını Türkiye‟ye göre değil, Batı ile paylaşım savaşında çıkarlarını maksimize edecek bir plan üzerinde yürütmekte ve Erdoğan‟ın ne düşündüğü umurunda bile değildir. Bu makalenin konusu da Suriye ve Irak‟taki muhtemel gelişmeler ışığında Türkiye‟nin iç politikasını neler beklediği olacak çünkü dış politikamız bu gelişmelere bağımlı haldedir.

Suriye’de bizi bekleyenler..

Yeni ABD başkanı Trump için özel bir Suriye politikasından önce Rusya Federasyonu ile aralarında küresel seviyede sorunların ele alındığı ve pazarlıkların yapıldığı bir çerçeve anlaşması önce gelecektir. Bu çerçeve, Ortadoğu‟nun kime ve nasıl bırakıldığı üzerinden bir siyasi plan ortaya çıkaracak. Muhtemelen Trump ve Putin arasında; Irak, YPG/PKK ve IŞİD ile mücadele parametreleri üzerinden pazarlıklar yapılacak ve bir anlaşmaya varılacak. Örneğin ABD askerlerinin çekilmesi karşılığı IŞİD ile mücadelenin Rusya inisiyatifine bırakılması, YPG/PKK‟ya özerklik ve Irak‟taki diğer düzenlemeler konusunda çerçeve bir anlaşma yapılacak. Şu aralar gündemde olan Astana Süreci aslında Halep‟in Esat‟ın eline geçmesi sonrası Suriye‟nin batısındaki cephenin yeniden düzenlenmesi, bunun için de ateşkes sağlanması ile ilgilidir. Rusya bir yandan İran‟ı, diğer yandan İdlib‟e toplanan Sünni cihatçıların hamisi konumuna soktuğu Türkiye‟yi gemliyor. İran, Rusya‟nın kendisinden çaldığı Esat‟ın kurtarıcısı rolünden oldukça rahatsız. Türkiye ise Rusya‟ya yanaşırken, Suudi Arabistan ve Katar ile sahada yürüttüğü ittifakı çelişkiye giriyor. Suudi Arabistan ve Katar‟ın elindeki tek koz ateşkesi bozmak ve Astana‟ya çağrılmadıkları için bunu kullanıyorlar. Suudi Arabistan ve Katar‟ı asıl çıldırtan ise Astana‟ya Mısır‟ın çağrılması; Rusya, bölgesel müttefik ağını genişletiyor, Mısır ile Arap cephesini bölüyor.

Astana‟dan bir siyasi çözüm ve harita çıkması mümkün değil. Bu tür beklentiler Cenevre‟de BM gözetiminde yapılacak ve ABD‟nin de katılacağı görüşmeleri 
bekliyor. Astana‟da ise Rusya, Türkiye ve İran‟a kendi dış politikasının 93. Maddesini dayatıyor. Yani konuyu BM çerçevesi içinde ABD ile pazarlığa bırakmak, Türkiye gibi bölge ülkelerinin özel gündemlerini tartışma dışında tutmak. Rus dış politikasının 94. Maddesi ise sırada bekliyor; “bölgedeki Kürtlerin haklarının korunması”. Esat‟ın Astana‟da her şeyi konuşuruz mesajı önemli çünkü bu mesaj Türkiye‟ye “sana güvenmiyorum, seninle YPG/PKK‟yı konuşmam, müzakere etmem” diyor. Esat da Türkiye‟den intikam almak için YPG/PKK‟ya özerklik veren Rusya ve ABD‟nin bulduğu federasyon formülüne sıcak davranıyor. 

Bu Esat için bir zorunluluk çünkü Suriye‟de gelinen noktada ülkenin doğusunu kurtarması için yeterli gücü yok. Önceki yazımızda ABD ve Rusya Federasyonu 
arasında Suriye‟nin geleceği konusunda bir plan olduğunu söylemiştik ama pek inanan olmamıştı. Şimdi sıkı durun; Rusya Federasyonu ve Esat rejimi, 
YPG/PKK‟ya özerklik sözü verdi. Bu uzun zamandır bahsettiğimiz Trump ve Putin arasında yakında atılacak adımların da ön habercisidir.


YPG/PKK için özerklik planı.. 

Önümüzde henüz uzun bir süreç var ve şimdilik federasyon veya YPG/PKK‟nın ne olacağı çok önemli değil çünkü henüz sahadaki farklı öncelikler devam ediyor. Rakka, El Bab ve IŞİD‟in yok edilmesi konuları çözülmeden bir barış anlaşması ortaya çıkmayacak ve YPG/PKK konusu da hep ötelenecek. Peki, bizi bekleyen askeri senaryolar neler? En başta da söylediğimiz gibi Rusya kendi çıkarlarının peşindedir; Türkiye kapısına gelmiştir ve o da bu durumu kullanmaktadır. 

Türkiye, Fırat Kalkanı ile ara bölgeye bir siyasi planı olduğu için girmedi. Rusya istediği için onların vekâlet savaşını yapıyoruz. 

Girdiğimiz bataklıkta şimdilik El Bab çukuruna saplandık ama çıkışımız gene Rusya‟nın işaretine bağlı. El Bab‟ı ele geçirsek de döneceğiz, bölgeyi Esat ve 
Hizbullah‟a teslim edeceğiz. Diğer önemli bir ihtimal ABD ve Rusya anlaştığında bölgenin IŞİD‟tan temizlenmesinde Türkiye‟ye Rakka hedefi gösterilebilir. 

Yani Mehmetçik bu sefer Rakka yollarında şehit olurken, Türkiye‟de de bombalar patlamaya devam edecek ama sonuçta gene ABD-Rusya planına hizmet 
edeceğiz. Erdoğan şu an Putin‟in İdlib şantajında; burada 7 örgüte ait 60 bin İslamcı savaşçı hala Ankara‟nın hamiliğinde. Rusların aklında bunları El Bab 
bölgesine nakledip, IŞİD‟a karşı savaştırmak var 1

Rakka‟nın ele geçirilmesinde ise ya YPG/PKK ya da Türk askeri kullanılacak. Putin başta olmak üzere Rusya‟yı yönetenler, Ortadoğu‟nun siyasi haritasının 
yeniden çizilmesinde sadece kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Rusya, biri Sünnilerin liderliğine oynayan, öteki ise Şiiliğin tartışılmaz lideri olan bölgenin en önemli iki devletini yanına alarak, Irak ve Suriye‟yi de onlara ekleyerek, Mısır‟ı da bu cepheye katarak bölgede cihatçı terörizme karşı kara gücü sorununu çözerken, Batılılar için de bu zemini ortadan kaldırmaktadır. Rusya şimdilik YPG/PKK konusunu görmezden geliyor gibi yapmaktadır. El Bab ve Rakka‟dan sonra sıra YPG/PKK konusuna çözüme gelecektir. 

PKK‟yı terör örgütü olarak tanımayan ve Rojava‟da üsleri olan Rusya‟nın PYD ile Esad arasında „gevşek bir federasyon‟ üzerinden anlaşma sağlamaya yönelik 
çalışması var 2. 

Bu durumun, Türkiye‟nin NATO ile olan ilişkisinin bitmesinden tutalım, Türkiye‟nin görmekten hoşlanmayacağı aktörlerin, mesela PYD‟nin, daha fazla 
güçlenmesine kadar varabilecek sonuçları olabilir. Türkiye artık bölgede bir özne olmaktan ziyade nesne olmaya başlıyor. Özetle, Türkiye‟ye 2012 yılından beri 
Suriye‟de neden olduğu kanlı çatışmaların hesabı pahalıya ödetilecektir.

Irak Cephesi.. 

Ankara‟nın Türkmenler, Kerkük ve Musul sorunu umurunda değil. İç kamuoyuna yönelik Irak‟ın kuzeyindeki PKK varlığı ve özellikle ikinci Kandil olan PKK‟nın Sincar kantonu gündeme getiriliyor. Sincar ile sanki her şey bitecek. Başika‟daki Türk askeri varlığının hedefi zaten PKK değil, İran‟a karşı Sünni İslamcı yetiştirmekti. Barzani ise bize petrolünü satmak için her zamankinden daha fazla bize muhtaç ve memurlarının maaşını Türkiye‟den aldığı para ile ödeyebiliyor. Buna rağmen bağımsız devlet hayali için gün sayan Barzani karşısında Ankara, petrol satışı ve kaçak ekonomi gibi sığ bakışını aşamadı çünkü “Sünni Barzani Şii Türkmenlerden iyidir” kafası değişmedi. Ancak, Rusya ile yakınlaşma Irak ile de ilişkilerde de kendini gösterdi ve artık Erbil‟e gitmek için önce Bağdat‟a gitmek gerektiğini öğrendik. Barzani ile ilişkilerin bölgesel dengeler nedeni ile bozulması çok yakın hatta eli kulağında diyebiliriz. 

Barzani‟yi Irak‟ın kuzeyindeki dengelerde, Şii ve Sünni Araplar ile ilişkilerinde iyi günler beklemiyor. Başbakan Binali Yıldırım ile Irak Başbakanı Haydar el 
İbadi arasındaki görüşmelerde beklendiği gibi; Türkiye ile Irak arasında hiçbir ciddi sorunun olmadığı söylendi ve iki ülkenin terörizme karşı mücadelede 
işbirliğinden, karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesinden söz edildi. Başika, Telafer, Musul vb. konularda hiçbir gelişme yok. Tek olumlu gelişme Bağdat ile diyalog 
kapısının açılması oldu. Irak‟taki gelişmelerde AB-Rusya anlaşmasını bekliyor. Trump, Suriye‟ yi verip, Irak‟a ağırlık verebilir ya da isteklerini söyleyip iki 
ülkeyi ve IŞİD‟ı Rusların inisiyatifine bırakabilir. Irak ile ilgili önümüzde önemli gelişmeler olacak. En önemlisi, ABD ve İran arasında gerilim artacak,  
bunun için özellikle İsrail‟in bastırdığını anlamak güç değil. 

Bu gerilim Irak‟a da yansıyacak, bu yüzden gittikçe yalnızlaşan İran gibi Bağdat yönetimi için de Türkiye kapısı daha önemli hale geldi. Türkiye‟de patlayan 
bombaların asıl amacı da zaten Irak‟a müdahil olmamızı engellemek. Irak‟ın kuzeyine 2006‟dan beri kara harekâtı yapılmıyor, hava harekatı ile harcanan 
mühimmata yazık oluyor. 

İç ve dış Politika Çelişkilerimiz.. 

Türkiye‟nin bugün uyguladığı dış politikanın önceden düşünülmüş bir çerçevesi ve hedefi bulunmamaktadır. Dış politika, iç politika parametreleri üzerinden 
kamuoyuna mesaj vermeye yönelik olarak fırsatçı ve pragmatik bir anlayışla günü kurtarmaya yöneliktir. Ne Erdoğan‟ın kapsamlı bir dış politika yürütecek 
kadrosu var ne de kendi özel gündemi nedeni ile başkalarını dinlemeye tahammülü bulunmaktadır. 

Suriye ve Irak‟ta yanlış işlere bulaşmamız bize iç politikada sürekli kaos ve istikrarsızlık ile ödettirilmekte, Ortadoğu denkleminin dışına itilmekteyiz. 
Yeni Ortadoğu‟nun Kürtlerle ilgili planı Türkiye‟den de bir şeyler koparmak niyetinde olduğundan, iç savaş senaryoları artık günü birlik provokasyonlarla 
tetiklenmeye çalışılmaktadır. Ekonomiden, intihar bombacılarına, büyükelçilerin öldürülmesinden yeni suikastlara her türlü provokasyona açık bir ülke haline 
geldik. Hemen güney sınırlarımızda oluşan kangrenli bölgeler ve büyük bir İslamcı potansiyeli taşıyan göçmen nüfusun etkileri ülke istikrarsızlığın kaynağı olarak önümüzdeki on yıllara damga vuracaktır. 

Ülke Önümüzdeki iki ayı Başkanlık sistemi tartışmaları ile geçirecektir. 

Erdoğan‟ın aklında Büyük Türkiye ya da 2023 veya 2053 hedeflerinden öte tek bir şey var; kendisini kurtarmak. Başkanlık sisteminin ona en az 13 yıl belki de 
18 yıl daha (son yılında erken seçime gidilirse) güçlü ve korumalı bir şekilde iktidar olma imkânı sağlayacağını düşünmektedir. 

Bütün gücün tek insana bırakıldığı bir sistemde anayasanın, tıpkı Abdülhamit döneminde olduğu gibi bir hükmü yoktur. Yani şu an Türkiye‟yi bekleyen yeni 
anayasa değil, gerçek bir anayasamız olacak mı daha da açıkçası anayasasızlık tartışmasıdır. Erdoğan bize Osmanlının eyalet modelini örnek gösteriyor ve 
Kürtleri böylece özerk eyaletlerle kontrol edeceğini sanıyor. Ülkeye Suudi Arabistan modelini getirmek istiyor yani din devleti ile ülkeden aklın ve bilimin 
önceliğinin yerine din kitaplarını koymak istiyor. Aklında 2023‟de Cumhuriyet rejiminin tasfiye ederek, gerici akımların 100 yıllık öcünü almak, sonra da 
Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Sünni eksen kurmak hatta birleşmek var. Bütün bunların yapılması sadece anayasa ve değerlerin dönüştürülmesi ile olmaz; kurumlar da yeniden yapılandırılmalıdır. Erdoğan, FETÖ bahanesi ile kendi darbesine devam ediyor; - TSK.nın mevcudu yarı yarıya (330 bin) azaldı, kurmay subayların hemen hemen tamamı hapse atıldı, laik subay temizliği son hız devam ediyor ve hükümetin askerleri (Tanrı Generaller) artık Genelkurmay 
Başkanı‟ndan emir almıyorlar, gidip Cuma günleri Meclis‟teki siyasi amirleri ile görüşüyorlar. - İstihbarat ve polislerin hafızasının yok edilmesi ve 
dönüştürülmesi zaten uzun zamandır devam ediyordu; AKP polisi 250 bin mevcuda ulaştı ve hala Erdoğan‟ın koruma ordusu için özel harekât polisleri sınavları bitmek bilmiyor. 

İstihbarat yapılanması ise Abdülhamit‟in muhbir teşkilatına dönüşüyor. - Hukuk ve eğitim içler acısı üstelik artık bunlarla Türkiye yürümez diyenler son 
15 yılda ülkeyi bu hale getirenler. Tutuklu asker, polis, kamu çalışanı gibi hâkim ve savcıların sayısı da on binlere ulaştı. Üniversiteler, medya yani tüm 
özgür düşünce sindirildi. FETÖ ile mücadele, Türkiye‟yi dönüştürme işinin örtüsü oldu. Ak MİT, Ak Polis ve Ak Jandarma‟dan sonra Ak Ordu‟ya gidiyoruz. 
Eğitim, hukuk ve medyadaki operasyonların nedeni başta laiklik olmak üzere Atatürk‟ün kurduğu Cumhuriyetin tüm ilke ve kurumlarının toptan tasfiyesi 
için hafıza kaybı yaratmak ve dönüşümün sorunsuz yürümesini sağlamaktır. 

Sonuç; büyük travmaya doğru.. 

Bununla beraber halkı en çok endişelendiren ekonomi; artan döviz ve beklenen büyük devalüasyon. İnsanlar paralarını dolara yatırıyor, paralarını bankada 
tutmak istemiyor ve kaçacak ülke arıyor.

Türk ekonomisi aslında 2013 yılında kâğıt üstünde battı ama %40 kayıt dışı ekonomi ve nereden geldiği belli olmayan paralar ile bugüne kadar ayakta 
duruyordu. Para çoktan bitti, ekonominin birkaç ay daha iyi gösterilmesi yani referanduma kadar ayakta kalması lazım. Bunun için anayasa görüşmeleri 
son sürat gidiyor. Ekonomi için en büyük tehlike ülkenin öngörülemez geleceği yani siyasi belirsizlik. Bu belirsizliğin dönemeçlerini ve ülkeyi bekleyenleri 
sıralayalım;

- Önümüzdeki 10 gün içinde TBMM‟de yeni anayasa görüşüldükten sonra eğer 330 tekrar bulunursa iki aylık referandum süreci başlayacak. - 
İki ay sonra referandumda da anayasaya kabul çıkarsa başkanlık sistemi gelecek. Bu süre zarfında ülkede belirsizlik devam edeceği için döviz yükselmeye, yatırımlar beklemeye devam edecek. Eğer başkanlık sistemi kabul alırsa artık ülke demokrasiden otoriter bir rejime geçtiğinden Batıdan bir yatırım beklenemez. 

Yani asıl çöküş sonra başlayacak ama kimin umurunda. Başkanlık sistemi referandumda hayır alırsa bu durumda erken seçim gündeme gelecek ve Erdoğan bu sefer 400 milletvekilini bulmaya çalışacak yani belirsizlik devam edecek. Peki, bütün bunlar olurken, muhalefetin durumu nedir? Aslında bugün CHP diye bir parti yok. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli Erdoğan‟a hizmet eden ayrı birer sürüm ve birbirlerini tamamlıyorlar. Kılıçdaroğlu, Erdoğan için daha kıymetli çünkü laik tabanı onunla kontrol ediyor yani Atatürkçü kesimi CHP üzerinden oyun dışı tutuyor. O yüzden güvenliği (!) çok önemli. 

Bahçeli ile MHP Türkçü değil, İslamcı bir parti oldu ve AKP ile hemen hemen aynı tabana hitap ediyorlar. MHP parti olarak AKP‟nin kötü bir kopyası olmaya 
çalışıyordu şimdi tamamen yolları birleşti. Başkanlık görüşmeleri esnasında bir HDP milletvekilinin MHP sıralarındaki Bahçeli‟ye hitap ile “Bu ülkeyi size 
böldürtmeyeceğiz” demesi durumu özetlemektedir. Neden böyle diyor çünkü ülkenin geldiği aşama nihayetinde bir dinci-laik çatışmasına gitmektedir. 
Son yıllarda pek çok Kürt vatandaşımız dincilik ile kandırıldı ve onlar için seçenek zaten bölücülük değil, sekülerlik tarafıdır. Başkanlık rejimine geçilmesi ile 
birlikte Türkiye olarak büyük bir travma yaşayacağız. Laik Kürt ve Alevi vatandaşlarımızın tutumu bu travmanın şiddetini belirleyecektir. Ya Cumhuriyet 
değerlerini savunanlar işi dış güçlere bırakmadan milli bir çözüme gidecek ya da bu ülke Arabistan gibi 50-60 sene kadar teokrasiye mahkûm olacaktır. 

Seçimimiz dini otorite ile demokrasi arasında olacaktır. Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Bu sadece din ve devlet işlerinin ayrılması kavgası değildir. 
Akılcılık ve bilimi yani Atatürk‟ün seçtiği yolu tekrar rehber edinmek için mücadele vermektir.


DİPNOTLAR;
1 İlhan Çaralan, Rusya'nın gölgesinde Irak-Türkiye ilişkileri, Evrensel, (05 Ocak 2017).

2 Burak Bilgehan Özpek, “Türkiye, Rusya‟nın PYD ile Esad arasındaki olası „federasyon‟ anlaşmasından haberdar mı?” Gazete Karınca, (05 Ocak 2017).



***

22 Haziran 2017 Perşembe

YAHUDİ KÜRTLER


YAHUDİ KÜRTLER


Sovyetler Birliği'nin dağılmasından kısa bir süre sonra Azerbaycan'a gtmiştim... Orada çok enteresan insanlarla tanıştım. Ama bir tanesi beni çok şaşırtmıştı. Çok güzel Türkçe konuşan bu kişiye ne olduğunu sorduğum zaman " Ben ERMENİ KÜRDÜ'yüm," demişti!.. O dönemde cahildim, hayret içerisinde "Yahu, Ermeni Kürdü olur mu, ya Ermeni'sin, ya da Kürt," dediğimde, yine gülerek "Yok, ben ERMENİ KÜRDÜ'yüm," diye tekrarladı. Öyle kala kalmışım!
Bir süre sonra Erzincanlı bir genç kızla karşılaştım. O daha da enteresan bir şey söyledi. Dedi ki,
- "Bizim oralarda Kürt dendi mi, akla ERMENİ gelir... Neden, diye merak ettim. Biraz araştırma yapınca ÜÇ grup tesbit ettim. Kürtler ya ERMENİ, ya ARAP, ya da TÜRK soyundan... saf kürt diye bir şey yok!"
Şaşırtıcı, değil mi?.. Pek aklın alacağı gibi görünmüyor... Ama geçenlerde (2005) İBRAHİM TATLISES, kalkıp ta,

- "Ben ARAP asıllı Kürd'üm," demez mi???

Bir de TABERÎ'nin, bundan en az 1300 yıl öncesine, Hz. ÖMER'in oğlu Abdullah'a ait bir KÜRT tanımını hatırlayalım:
- "KÜRTLER, FARSLARIN GÖÇEBE ARAPLARIDIR... Onlardan biri Nemrud'a, İBRAHİM'i ateşte yakmasını tavsiye etmiştir."
Hem FARS, (Yani ACEM, yani İRANLI), hem ARAP, hem de KÜRT!.. Gel de çık işin içinden!..

Halbuki açıklaması basit... ve FİRDEVSÎ'nin tanımında gizli...

FİRDEVSİ, zalim İran hükümdarı DEHHAK'ın beynindeki ura deva olsun diye, her gün çeşitli milletlerden seçtiği iki kişiyi öldürüp beyinlerini çıkartıp kafasına sürdüğünü anlatır... "iki iyi niyetli adam" çıkar, DEHHAK'ın öldürmek üzere seçtiği gençlerden birini öldürüp, diğerini serbest bırakırlar, onun yerine bir koyunu kesip beynini kullanırlar...

İşte bu noktada FİRDEVSÎ, bu "iki iyi niyetli adam"ın kurtarıp dağa kaçırdığını insanlarla ilgili şöyle bir tarif verir:

- "ZAMANLA KİMİN NESLİ OLDUKLARI BELLİ OLMIYAN BU GENÇLERİN SAYISI 200'Ü BULDU!.. İŞTE BUGÜNKÜ KÜRT KAVMİNİN ASLI BUNLARDAN TÜREMİŞTİR Kİ, BUNLAR MAMUR ŞEHİR NEDİR BİLMEZLER!... BUNLARIN EVLERİ ÇÖLLERDE KURULMUŞ ÇADIRLARDAN İBARETTİR. KALPLERİNDE HİÇ TANRI KORKUSU YOKTUR!"

KİMİN NESLİ OLDUĞU BİLİNMEYEN insanlara zamanla Kürt denmiş!. Biraz bu ifadeyi yorumlarsak, kendi toplumundan bir şekilde kopmuş, dağlara, çöllere kaçmış, genelde aşiret halinde, göçebe olarak çadırda yaşayan kişiler, diyebiliriz.
ERZİNCANLI kız, "ÜÇ GRUP" demişti... ERMENİ, ARAP, TÜRK... Hz. ÖMER'in oğlu ABDULLAH bir tane daha ekliyor: FARS... İSRAİL kaynaklarına dayanan AYTUNÇ ALTINDAL da YAHUDİ KÜRTLER'i ekliyor... Etti BEŞ GRUP!..

Yani Kürtler bir MİLLET değildir!.. Kendi milletinden kopmuş insanlardır!.
İşte onun içindir ki, onları birleştirip bir millet oluşturmak mümkün değildir. Çünkü Kürtler kendi aralarında birbirleriyle kaynaşamazlar!... Kaynaşmadıklarını, hatta Irak'ta birbirleriyle savaştıklarını gördük!... Aynı dili konuşmazlar!.. Konuşmadıklarını TÜRKİYE'de gördük... AVRUPA BİRLİĞİ'nin baskısı ile "kürtçe" yayına başlayan TRT'yi bir kısmı anladı, bir kısmı anlamadı... Aslında bazen birbirine komşu iki köy bile anlamaz!..
Üstelik KÜRT kelimesi bile Kürtçe değildir!.. ARAPÇA, FARSÇA falan da değildir... Öz-be-öz TÜRKÇE'dir!.. TÜRKLER'in DAĞLIK, KARLI bölgelerde yaşayan bir TÜRK OYMAĞI'nın adıdır!.. Onun içindir ki, GÜNEYDOĞU ANADOLU'nun sarp dağlarla kaplı bölgesinin adı KÜRDİSTAN olmuş, bu bölgede yaşayan insanlara da KÜRT denilmiştir!.
Kürtler eskiden kendilerine "Kürt" demezlerdi!.. Bu ad onlara başkaların verdiği addı. Onlar kendilerini, DIMILLI, KURMANÇ diye adlandırırlar, aşiret adı verirlerdi. Ne zamanki emperyalist Batılılar TÜRKİYE'yi bölmek ve bölgeyi karıştırma gayretine girdiler, bölgede bol para dağıtmaya başladılar, kaçaklara, teröristlere özel imtiyazlar tanıdılar, Kürt olmak makbul oldu.
Ama biz şimdi bunlardan değil, sadece YAHUDİ KÜRTLER'den bahsetmek istiyoruz... Bu konuda AYTUNÇ ALTINDAL'dan başka YALÇIN KÜÇÜK de kitaplarında açıklamalarda bulunmuştur. EŞREF GÜNAYDIN ise YAHUDİ KÜRTLER diye bir kitap yazmıştır.
Herşeyden önce YAHUDİ ve MUSEVÎ kelimelerine açıklık getirmek gerekir. YAHUDİLİK bir ırka mensubiyeti, MUSEVİLİK ise bir dine bağlılığı ifade eder. YAHUDÎ kelimesi, Hazret-i İBRAHİM'in torunu Hazret-i YAKUB'un oniki oğlundan biri olan YAHUDA'dan gelir. HAZAR TÜRKLERİ, bilindiği gibi YAHUDİ değillerdir, MUSEVÎ'dirler. FALAŞALAR, yani HABEŞİSTAN (ETOPYA) zencileri YAHUDİ değildirler, ama MUSEVİ'dirler.
Ama Kürtler için durum biraz daha karışıktır. Bir kısmı YAHUDİ KÜRDÜ'dür, bir kısmı da MUSEVÎ KÜRT'tür... Peki, böyle bir durum nasıl oluştu?
TALMUD'a göre ASUR kralı SALMENESER tarafından M.Ö.721-715 yılları arasında FİLİSTİN'den sürülen YAHUDİLER'in on kabilesi, KUZEY IRAK'ın dağlık bölgelerine kaçtılar. Oralara yerleştiler. Bugünkü ERBİL şehri Milad'dan önceki birinci yüzyılda onların merkezi oldu. Bir iddiaya göre burada bir devlet kurdular... YAHUDİLER bölgede güçlenince çevrede yaşıyan bazı insanlar MUSEVÎ oldular. Bu insanlar o dönemde İBRANÎ ve ARAPÇA'nın karışımından oluşan ARÂMÎ konuşuyorlardı.
M.Ö.604-561 yılları arasında ASUR ülkesini fetheden BABİL KRALI NABUKADNEZAR sayesinde bu yahudilerin büyük kısmı FİLİSTİN'e döndüler, bir kısmı da BABİL'e, bugünkü BAĞDAT'a yerleşti. Bir kısmı da KUZEY IRAK'ta kaldı. Bunların bir kısmı GÜNEYDOĞU ANADOLU'ya kaydı... 30-40 yıl öncesine kadar VAN-HAKKÂRİ arasındaki BAŞKALE ilçesinde Kürtler'in "elbak", Ermeniler'in "hamadakert" dedikleri kerpiç evlerde yaşayan YAHUDİ KÜRTLER, ARAMÎ konuşurdu.
Kuzey Irak’ta asırlardır “Tat” diyalekti ile konuşan, ticaret ve küçük zenaatlarla uğraşan, bir çok kasaba ve köyde Yahudiler’e rastlanmakta idi...
1897'de toplanan Siyonist kongresinde Yahudi ırkının üstünlüğü, NİL'den FIRAT'a kadar bütün bölgenin İSRAİL olmasını, ve dünya hâkimiyetini hedefleyen PROTOKOL'u açıklayan THEODOR HERZL, YAHUDİ KÜRTLER ile temasa geçen ilk YAHUDİ önderdir.
1947'de İSRAİL devleti kurulunca, IRAK'taki Kürtler'le teması arttırdı. Büyük miktarda YAHUDİ KÜRDÜ, İSRAİL'e göç etti. Sonradan MOSSAD ilk başkanı olan Reuven Zoslanski bir ajan olarak IRAK'a gitti, orada üç yıl kaldı. Ali Bedirhan ile işbirliğine girdi... Bir kahraman olarak sunulan Bedirhan, İSRAİL Dışişleri Bakanlığı'na bir rapor vererek "Dürziler, Maruniler ve Kürtler'in İSRAİL'in tabii müttefiki olduğunu" iddia etmiş, ve İSRAİL'den kendi bölücü faaliyeti için yardım istemiştir!.. İSRAİL devleti de, 1961'de isyan eden Kürtler'e, 1963 yılından itibaren yardıma başlamıştır.
"İSRAİL ve IRAK'taki KÜRT Sorunu" adlı kitabın yazarı Amaltzia Baram, "1963 yılında MOSSAD başkanı General Meir Amit'in, İran istihbarat örgütü SAVAK'ın başkanı ile görüşerek KUZEY IRAK'taki Kürtler'e silah gönderme konusunda anlaştıklarını" belirtiyor!..
Böylece YAHUDİ-KÜRT işbirliğine İRAN da katıldı. Müslüman bir ülke, başka müslüman bir ülkenin devletine karşı, YAHUDİ ile birlikte vatan hainlerini desteklemiş oldu. 1965 yılında Bedirhan ile dönemin İSRAİL Savunma Bakan Yardımcı olan Şimon Peres arasındaki bir anlaşma sonucu, İSRAİL istihbaratının en gözde elemanlarından olan Tuğgeneral Tsuri Saguy, Albay Arik Regev ve Yarbay Haim Levakov KUZEY IRAK'a gidip, üç ay boyunca isyancıları eğitip isyanda danışmanlık yaptılar. Aynı yıl içinde MOSSAD'ın ileri gelenlerinden David Mimche başkanlığında bir grup ajan gelerek isyancı Kürtler'le bir görüşme yaptı. Bu ajanların arasında sonradan bakan olan Aryeh Lova Eliah da vardı. Eliah, Molla Mustafa Barzani ile görüştü, isyancı Kürtler'e silah, para ve teknik yardım vaadetti. Bu desteği alan Mustafa Barzani, 1966 yılında IRAK ordusuna karşı büyük bir saldırıya geçti.
İş bu kadarla da kalmadı... 1966 Ağustos ayında İSRAİLLİ bir kadın ajanın ayarladığı bir IRAKLI pilot, SOVYETLER birliği'nin bölgede ARAPLAR'ı güçlendirmek için verdiği MİG-21 uçaklarından birini isyancı Kürtler'in desteği ile TEL AVİV'e kaçırdı!.. Böylece hem İSRAİL, hem de A.B.D., SOVYET uçak teknolojisi hakkında bilgi sahibi oldular... Samuel M. Karz, "Soldier Spies" isimli kitabında, "İsyancı Kürtler'e su gibi para akıtan, liderlerine aylık 50.000 dolar para ödeyen İSRAİL DEVLETİ'nin, MİG-21 uçağını kaçıran hain pilot Redfa'nın tüm ailesinin IRAK dışına çıkarılmasını da Kürtler'e ihale edildiğini" yazıyor!.. Bu olayın filmi yapılmış, ve TÜRKİYE'de GÖKLERDE VURUŞANLAR adıyla gösterime girmiştir.
Yani Kürtler, sadece bağımsızlık iddiası ile kendi devletlerine isyan etmekle kalmamışlar, aynı zamanda o devletin düşman İSRAİL karşısında zayıf duruma düşmesine sebep olmuşlardır.
Mustafa Barzani Eylül 1967'de İSRAİL'e gitti. Dönemin Savunma Bakanı Moşe Dayan'a bir Kürt hançeri ile birlikte "KERKÜK petrollerinin nasıl vurulabileceğine dair" planları verdi. 1969'da bu planlar doğrultusunda ve MOSSAD-BARZANİ işbirliği ile KERKÜK rafinerileri bombalanarak işlemez hâle getirildi.
Aynı uygulama ikinci IRAK savaşı (2003) sonrasında KERKÜK-YUMURTALIK boru hattına yapılmakta, İSRAİL ajanları ve Kürtler sık sık bu boru hattını bombalıyarak IRAK petrolünün TÜRKİYE'ye değil, İSRAİL'deki HAYFA limanına akmasını sağlamaya çalışmaktadırlar.
Mustafa Barzani 1973 yılında tekrar İSRAİL'e gitti. Bir YAHUDİ KÜRDÜ olan David Dayan'ın evinde kaldı. Daha sonra MOSSAD başkanı Zwi Zamir KUZEY IRAK'a giderek Barzani'yi ziyaret etti. Bağdat idaresine yapılan saldırıların arttırılması karşılığında her ay verilen 50.000 dolara ek 50.000 dolarlık başka ödemeler yapıldı.
A. CEM ERSEVER, kitabında "Talabani'nin beş para etmez bir aşiret reisi olduğunu, ve TURGUT ÖZAL'ın sayesinde adam sayıldığını" yazar... Aynı şekilde KUZEY IRAK' taki belli başlı 24 aşiretten biri olan, sıradan BARZANİ aşiretinin bugünkü konumuna gelmesi, o dönemde İSRAİL'in verdiği destek ile 1991'den sonra A.B.D.'nin verdiği destek sayesindedir!. İSRAİL ve A.B.D.'nin amacı MUSUL-KERKÜK petrol bölgesinin SELÇUKLULAR döneminden beri gerçek sahibi olan TÜRKMENLER'i, yani TÜRKLER'i saf dışı bırakıp, orada İSRAİL denetiminde bir uyduruk Kürt devleti kurmaktır. AYTUNÇ ALTINDAL, "Halen İSRAİL ile ilişkileri BARZANİ'nin yanında olan Sami Abdurrahman sağlıyor," demektedir.
Bunları niye uzun uzun anlattık?.. Bölücü Kürtler'in hararetle destekleyip örnek aldığı, saf Kürt kökenli vatandaşlarımızdan bir kısmının da sempati duyduğu KUZEY IRAK'taki "Kürt hareketi"nin aslında bir YAHUDİ oyunu olduğunu, Kürtler'in aslında bağımsız bir devlet falan kurmadıklarını, para ve menfaat karşılığında, içinde yaşadıkları devlete ihanet, o devletin amansız düşmanlarına da uşaklık ettiklerini göstermek için!..
Gelelim YAHUDİ KÜRDÜ meselesine... Tarihçi AHMET UÇAR ve AYTUNÇ ALTINDAL, BARZANİ ailesinin YAHUDİ kökenli olduğunu belirtmektedirler. Bunu da OSMANLI arşivlerinde bulunan bir belgeye dayandırmaktadırlar!.. ALTINDAL konuyu çok eskiden beri bildiğini, hatta 1970'lerde bu konuda bir makale yazdığını söyler.
Bu belgeye göre 1856 senesinde SALLUM BARZANÎ adlı bir YAHUDİ haham, MUSUL'dan SELÂNİK'e, oradan da KUDÜS'e sürülmüştür!..
Bu kişi, BARZANİ ailesinden yetişmiş pek çok YAHUDİ hahamdan sadece biridir...
Ama YAHUDİ KÜRTLERİ'nin varlığı sadece bu iki kişi tarafından dile getirilmiş değildir... 1992 yılında yayınlanmış olan "The Folk Literature of Kurdistani Jews: An Anthology - Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı Antolojisi" bu konuda kaynak kitap hüviyeti taşır. Yazarı bir YAHUDİ KÜRDÜ olan Profesör Yona Sabar'dır ve kendisi Kaliforniya Üniversitesi'nde görev yapmaktadır...
Bu kitaba göre "16. ve 17. yüzyılda KUZEY IRAK'ta yaşayan ailelerin en ünlülerinden biri BARZANİ ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu YAHUDİ eğitim kurumları büyük bir itibara sahipti. Öyle ki, başta MISIR olmak üzere, Ortadoğu'nun çeşitli yörelerinden buraya öğrenciler geliyordu... Haham NATHANEL BARZANİ çoğunluğu elyazması olan büyük bir kütüphaneye sahipti. Bu kitaplar yine haham olan oğlu SAMUEL BARZANİ'ye miras kalmıştı... En enteresanı sapıtmış AMERİKAN YAHUDİLERİ tarafından kabul edilen ilk KADIN haham da, bu Samuel'in kızı ASENATLI BARZANİ idi!.."
Kitabın yazarı Yona Sabar, kendisiyle irtibat kuran Eşref Günaydın'a, "BARZANİ ailesinin kurucusunun 16. asırda yaşamış olan haham SAMUEL BARZANİ (ölümü 1630) olduğunu, ailenin daha sonra MUSUL, ERBİL, KERKÜK civarlarında etkili olduğunu, ancak BARZANİ adı taşıyan her aileyi YAHUDİ saymamak gerektiğini" belirtmiştir.
Ancak bölgede BARZANİ adı taşıyan başka bir aile yoktur ki!.. Şu halde günümüz BARZANİ ailesinin aslında YAHUDİ olduğundan en ufak bir şüphe duymamak gerekir.
Bugün İSRAİL'de yaşayan YAHUDİ KÜRTLER'in arasında BARZANİ soyadı oldukça yaygındır. İSRAİL devleti kurulmadan önce MOŞE BARZANİ bir militan olarak LECHİ yeraltı örgüne mensuptu ve gözaltında iken bir el bombası patlatarak intihar etmişti. Moşe Barzani IRAK'ta doğmuş, FİLİSTİN'e göç etmiş ve orada ölmüştü. (1947)
Ancak SABATAY SEVİ'nin takipçileri "dışı müslüman, içi yahudi" dönmeler gibi, bölge yahudilerinden bir kısmı menfaat açısından müslüman görünmeyi daha uygun bularak zahirde din değiştirmişler, hatta Nakşibendi tarikatına intisap etmişlerdir. Bu tür aileleri Kürtler bilir, ve onlara "binemal cuhi" derler, yani YAHUDİ KÖKENLİ!.. Bu aileler HAKKÂRİ'de de vardır, IRAK'taki BARZAN bölgesindekilere "birker" denir.
Müslüman görüntülü BARZANİ ailesinden Şeyh Mehmet, 1700'lerde Nakşibendi tarikatının lideri olmuş, 1800'lerde bir başka Şeyh Mehmet Nakşibendiler arasında sivrilmiştir. Ama bu bir şey değiştirmez. OSMANLI şeyhülislamları arasında dahi dönme (YAHUDİ) olanlar vardır!. YAHUDİLER kılıktan kılığa girmekte ve insanları kandırmakta çok ustadırlar... Zaten Kürtler'in ancak %60'ı müslümandır, onlar arasında gerçek müslüman ne kadardır, ALLAH bilir!
Kendi de bir Kürt ayırımcı olan FAİK BULUT, "Filistin Rüyası" isimli kitabında "İSRAİL'de KÜRTÇE KONUŞAN YAHUDİLER"den bahseder. Bu kişinin "HORASAN Kürtleri" diye bir kitabı vardır ki, bölgeye GURİSTAN adını vermiş GUR TÜRKLERİ'ni "kürt" yapar!.. Ama Kürtler'in Anadolu'dan ta HORASAN'a nasıl gittiğini açıklamaz!..

A. MEDYALI isimli kişinin de " Kürdistanlı Yahudiler" diye bir kitabı vardır. (Berhem Yayınları, Ankara, 1992)

YALÇIN KÜÇÜK kitaplarında YAHUDİ KÜRTLER'den bahseder, "İSRAİL'de 150.000 kadar YAHUDİ KÜRDÜ olduğunu ve aralarından bakanlar bile çıktığını" yazar.
ABDULLAH BİLİCİ de İSRAİL'de YAHUDİ KÜRDÜ Moti Zaken ile yaptığı röportajı AKSİYON dergisinin 291. sayısında yayınlamıştır. Moti Zaken babası ZAHO doğumlu, sonradan İSRAİL'e göç etmiş... MUTİ ZAKEN, İSRAİL-KÜRT LİGİ'nin kurucusu... Aynı zamanda Netanyahu ve Barak hükümetlerinde danışmanlık yapmış. İSRAİL'de 150.000 YAHUDİ KÜRDÜ olduğunu söylüyor. 1970'lerde İşçi partisinden iki YAHUDİ KÜRDÜ, KNESSET denen YAHUDİ meclisine girmiş... Lukud Partisi'nden de bir bakan ve bir milletvekili çıkarmışlar. 1996-1999 yılları arasında Savunma Bakanı olan emekli general İZAK MORDEHAY da YAHUDİ KÜRDÜ idi.

Utah Üniversitesi'nde görev yapan HASAN KÖSEBALABAN'ın da bu konuda bir makalesi var. O da "İSRAİL'in Kürtler'in tümünü M.Ö.723 yılında bölgeye göç eden YAHUDİ kabilelerin soyundan geldiğine inandırarak KUZEY IRAK'ta bir nüfuz alanı oluşturmayı amaçladığını" belirtiyor. Ancak "YAHUDİ KÜRTLER'in kendilerini MÜSLÜMAN KÜRTLER'den daha çok YAHUDİLER'e yakın hissettiğini" de ekliyor!.. Maalesef bu TÜRKİYE'nin de problemi... bizim dönmelerimiz de, (yani dışı MÜSLÜMAN-TÜRK, içi-özü YAHUDİ) kendilerini yüzyıllardır bağrına basan MÜSLÜMAN TÜRKLER'i, TÜRK DEVLETİ'ni bir kenara bırakıp; İSRAİL'e, A.B.D'ye, A.B.'ye, yani YAHUDİLER'e ve HIRİSTİYANLAR'a hizmet etmektedirler!.. Kürt bölücüler de öyle!..

Şimdi bu YAHUDİ KÜRDÜ tesbitimiz bazılarına inandırıcı gelmeyebilir... Ancak KEVIN BROOK adlı araştırmacının internet sitesinden öğreniyoruz ki, elde 2001 yılında YAHUDİ, ALMAN ve HİNTLİ bilim adamlarınca yapılan bir araştırma var... Amaç kimin SAMÎ, kimin HİNT-AVRUPAÎ kökenli olduğunu tesbit etmek... Araştırma için SEFERAD YAHUDİLERİ (FİLİSTİN kökenli, daha çok İSPANYA'ya göçmüş YAHUDİLER), EŞKENAZ MUSEVİLERİ (daha çok HAZAR TÜRKÜ kökenli ASYA VE DOĞU AVRUPA MUSEVİLERİ), MÜSLÜMAN KÜRTLER, FİLİSTİNLİ ARAPLAR ve FİLİSTİN'in güneyinde yaşayan BEDEVİLER'den 526 adet Y-KROMOZOMU toplanmış... Daha sonra araştırmaya RUS, BEYAZ RUS, POLONYALI, PORTEKİZLİ, İSPANYOL, ARAP, BERBERÎ, ERMENİ ve TÜRK deneklerden alınan 1321 örnek dahil edilmiş...

Sonuç şaşırtıcı!.. KÜRTLER ve YAHUDİLER binlerce yıl öncesinde ORTAK bir BABA'dan geliyorlar!... Diğerleri ile böyle rabıta kurulamıyor!..
Yine başka bir internet sitesi, ISRAELI-KURDISH FRIENDSHIP LEAGUE, MOTİ ZAKEN'in bahsettiğimiz makalesini veriyor. Tarayıp bulabilirsiniz.


Netice itibariyle, biz Kürt kökenli vatandaşlarımızın YAHUDİ oyunlarına gelip, YAHUDİ ve AMERİKAN uşağı olmasını istemiyoruz. Kendilerini onbinlerce yıllık TÜRK tarihinin ve benliğinin bir parçası gibi hissetmelerini istiyoruz. Bütün çabamız bunun için!..
***