SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4
Diğer taraftan, Suriye’de 26 Ocak 2011’de başlayıp Mart ortalarında
iyice şiddetlenen ve halen devam eden ayaklanmalarda muhalifler uzun süredir
direnmelerine rağmen henüz bir netice alamamış, Esad yönetimi göstericilere
karşı şiddet uygulamış, ABD’nin çabaları ise şiddet eylemlerini durdurma
konusunda yetersiz görülmüştür (Telatar, 2012: 71-73). Suriye’de, Esad
yönetiminin baskıları, Amerikan dış politikasının alet çantasına, daha sınırlı bir
alandaki seçenekleri empoze etmiştir. Rejimi ortadan kaldıracak baskı gücü
olmadığı için ABD, İran ile ittifakının ve Rusya ve daha dar bir boyutta Çin
tarafından engellenen BM rotasına ilişkin yönetsel vaatlerinin sonucunda izole
olmaya çalışmış ve açık bir şekilde ikna edici olmayan ateşkese arabulucuk
yapma görevini Kofi Annan’a bırakmıştır (Kitchen, 2012: 57). Bu nedenle
Obama yönetiminin Suriye’deki ayaklanmalara yönelik politikası, diğer
örneklerden daha büyük eleştiri almıştır. Ayaklanmalar ABD için, Esad
rejiminin devrilmesi ve Sünni bir yönetimin iş başına gelmesi durumunda İran
ve Hamas önemli bir müttefikini kaybedeceği için fırsat, yeni yönetim
döneminde Suriye’nin İran ve Irak’taki Şii yönetimlerle ilişkileri bozulabileceği
için de risk oluşturmaktaydı. Bu nedenle Obama yönetimi uzun bir süre Esad
rejiminin devrilmesini destekleme konusunda çekingen davranmış, Esad’ın
görevden ayrılması çağrısı ise ancak 18 Ağustos’ta gelmiştir. Bu süre içinde
Suriye’ye göstericilere karşı şiddet kullanılmaması uyarısında bulunmuş ve
Esad rejimi üzerinde baskı uygulamak için ekonomik yaptırımlar uygulamıştır
(Telatar, 2012: 73).
Obama’nın bu adımlarının işe yaramaması Libya’da yapıldığı gibi askeri
seçeneğin neden gündeme alınmadığı eleştirilerini gündeme getirmiştir. Ancak
Rusya ve Çin’in muhalefeti nedeniyle BM Güvenlik Konseyi’nin izninin
mümkün olmaması, Suriye’nin Libya’dan daha güçlü bir orduya sahip olması,
muhaliflerin yönetime karşı savaşacak yeterli silahlı güce sahip olmaması, Irak
ve İran gibi Suriye’nin yakın komşularının askeri müdahaleye karşı olmasından
dolayı yeterli bölgesel destekten yoksun olunması gibi nedenlerle Washington
askeri müdahalede bulunmaktan kaçınmıştır. Fakat yaptırımların etkili
olmaması nedeniyle, Obama yönetimi, Esad üzerindeki baskıyı artırmak ve
görevi bırakmaya zorlamak için Avrupa Birliği, Arap Birliği ve bölge
ülkeleriyle birlikte çalışmaktadır. Bir yandan da Esad sonrası dönemde Irak’ta
olduğu gibi bir iç savaş yaşanmaması için muhaliflere birlik olmaları yönünde
baskı yapmakta, bu nedenle tüm güvenlik sorunlarına rağmen büyükelçisini geri
çekmemektedir. Görüldüğü üzere Obama yönetimi Suriye halkının demokratik
taleplerine destek olmak için çaba sarf etmekle birlikte, bu yöndeki adımlarını
atarken oldukça dikkatli davranmakta ve ülkesini Irak’ta olduğu gibi bir
çıkmazın içine sokmamaya büyük özen göstermektedir.
Bütün bunların sonucunda, başkanlığının ilk yılında karşı karşıya kaldığı
İran, Honduras ve Afganistan’daki anti-demokratik gelişmeler karşısında
demokrasinin yayılması misyonu açısından başarılı bir performans
sergileyemeyen Obama yönetiminin Arap Baharı sırasındaki politikasının da
hegemon olmanın sorumluluklarının yerine getirilmesi açısından çok fazla
tatmin edici olmadığını söylemek mümkündür. Bunun en önemli nedeni,
Obama yönetiminin Arap ayaklanmalarına yönelik politikasında demokrasinin
yayılması misyonundan ziyade Amerikan ulusal çıkarlarını koruma amacının
daha baskın olmasıdır. Obama her seferinde Ortadoğu halklarının demokratik
taleplerinin destekçisi olduklarını ifade etmesine rağmen, bu desteğin yerine
getirilmesi konusunda çok fazla çaba sarf etmemiştir. Mısır ve Yemen’de
liderlerin görevi bırakmalarını sağlamak için yürüttüğü çabalar, Libya’ya
düzenlenen askeri müdahalede yer alması, Suriye’deki ayaklanmalarda Esad
rejiminin devrilmesi için bölge ülkelerinin çabalarını teşvik etmesi Obama
yönetiminin bu süreçteki somut adımları olarak sayılabilecekken, burada
öncelikli amaç mevcut krizlerin Amerikan çıkarları açısından mümkünse kazanç
ile, mümkün olmaması halinde ise en az zarar ile sonuçlanmasının sağlanması
olmuştur (Telatar, 2012: 73-74).
Sonuç
Tarihsel olarak bakıldığında, Ortadoğu bölgesi, I. Dünya Savaşı’ndan
önceki dönemde, petrolün yaygın bir şekilde keşfi ve kulanım teknolojisinin
gelişmesine kadar, daha çok stratejik bir geçiş yolu olarak uluslararası
gündemde önemli bir rol oynamıştır. 1823 yılında kabul ettiği izolasyonist
Monreo Doktrini dolayısıyla, ABD kendi kabuğuna çekilmiş bir halde
bulunduğundan, Ortadoğu bölgesi üzerinde hakimiyet mücadelesi veren en
önemli güçler İngiltere, Fransa ve Rusya’dır. I. Dünya Savaşı dolayısıyla
Monreo Doktrini’ne ara verip savaşta etkin bir rol oynamışsa da, ABD’nin
savaşın bitmesini takiben tekrar kabuğuna çekilmesi ve Rus İmparatorluğu’nun
ise Bolşevik İhtilali nedeniyle kendi iç işleriyle uğraşmaya başlaması nedeniyle,
bu dönemde bölgedeki en önemli oyuncular İngiltere ve Fransa olmuştur.
Ancak 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın, ABD ve SSCB’nin başını çektiği,
aralarında İngiltere ve Fransa’nın da yer aldığı blok tarafından kazanılması
sonucunda, ABD I. Dünya Savaşı’ndan sonra da olduğu gibi tekrar kabuğuna
çekilmek istemiştir. Ancak SSCB’nin Avrupa’nın içlerine kadar sokulması
nedeniyle artan etkisi, Fransa’nın savaş sırasında işgale uğraması nedeniyle
harap bir halde olması ve İngiltere’nin de ekonomik ve politik olarak savaştan
bitik bir şekilde çıkması nedeniyle, ne İngiltere ne de Fransa’nın SSCB’nin
üstünlüğüne karşı duracak hali olmadığı için, ABD bu sefer daha aktif bir halde
uluslararası siyasetin içerisine dahil olmaya başlamıştır. Savaşta Almanya’nın
yenilmesi ve Fransa ve İngiltere’nin de yıpranmış bir şekilde savaştan çıkması
nedeniyle, SSCB ve ABD iki süper-güç olarak dünya sahnesindeki yerlerini
almaya başlamışlardır. Savaş öncesi dönemde Ortadoğu’ya hakim olan Fransa
ve İngiltere’nin eski güçlerinden uzak olması nedeniyle, Ortadoğu’da oluşan
güç boşluğunu SSCB’nin doldurmaması için ABD, birazda mecburen,
Ortadoğu’ya doğrudan müdahil olmak durumunda kalmıştır. Bu politikanın
uygulanmasının en önemli örnekleri ise Truman ve Eisenhower Doktrinleridir.
Ortadoğu’nun stratejik bir geçiş yolu olması özelliğinin yanı sıra, özellikle, I.
Dünya Savaşı’ndan sonra, bu bölgede zengin petrol yataklarının da
keşfedilmesi, iki rakip gücün bu bölge üzerindeki mücadelesini daha da
şiddetlendirmiştir. İki tarafta, bölge ülkelerini kendi saflarına çekmek için sıkı
bir yarış içerisine girmiş olup, birbirlerinin etki alanlarını kısıtlamaya
çalışmışlardır. Bu mücadele iki-kutuplu sistemin mantığına da uygun bir
şekilde, aynı zamanda, ideolojik bir mücadele olarak da cereyan etmiştir.
Bölgede tıpkı dünya gibi iki-kutuplu bir yapıya bürünmüştür.
1991 yılına gelindiğinde SSCB’nin dağılması, iki-kutuplu dünya
düzeninin sonu olmuştur. SSCB’nin dağılması Batı’da tam bir zafer
sarhoşluğuna neden olmuş ve sürekli barışın hakim olacağı liberal-demokratik
bir dünya düzeninin kurulacağı beklentisi yaratmıştır. Ancak özellikle
Yugoslavya’nın dağılması sonucunda çıkan kanlı çatışmalar ve Ruanda’da
gerçekleşen iç savaş yeni döneme ilişkin ütopik düşüncelerin yerini daha realist
bir bakış açısına bırakmasına neden olmuştur. Uluslararası sistemin yapısı
açısından bu dönemin en belirleyici özelliği, SSCB’nin çökmesiyle birlikte,
ABD’nin tek süper-güç olarak kalmasıyla sistemin yapısının tek-kutuplu bir hal
almasıdır. Ancak ABD bu dönemde çok-taraflı bir politika uygulamaya özen
göstermiş olup, bu politikanın bir yansıması olarak, Soğuk Savaş’ın sona
ermesiyle Ortadoğu’da Irak’ın Kuveyt’i işgali sonucunda patlak veren krize
müdahale için ABD’nin BM ve pek çok bölge devletinin desteğini alarak Irak’a
müdahale etmesi gösterilebilir.
Ancak bu süreçte fazla uzun sürmemiştir. Özellikle 20 Ocak 2001 yılında
Başkanlığa seçilen George W. Bush ile Amerikan politikası değişme sinyalleri
vermeye başlamıştır. Bush yönetiminde ağırlığı bulunan neo-muhafazakar
kanat, askeri müdahaleyi de içerecek şekilde, ABD’nin daha aktif bir dış
politika izlemesini istemektedir. Bush’un göreve gelmesinin 8. ayında
gerçekleşen 11 Eylül terörist saldırıları ise bu anlayışı daha da keskinleştirmiş
olup, ABD 11 Eylül saldırılarına “teröre karşı savaş” stratejisini ilan ederek
cevap vermiştir. Bu strateji çerçevesinde sadece terör örgütlerine değil, bunlara
yardım ve yataklı eden ülkelere de doğrudan ABD müdahalesi öngörülmektedir.
Bu kapsamda Başkan Bush aralarında Afganistan, İran, Irak, Kuzey Kore,
Suriye ve Libya’nın da yer aldığı bir haydut devletler listesi yayınlamıştır.
Takiben, ABD, önce 2001 yılında Afganistan’a saldırarak Taliban rejimini kısa
sürede devirmiş ve 2003 yılında da Irak’a saldırarak, hızlı bir şekilde Saddam’ı
da devirmeyi başarmıştır. Bunlar görünüşte kolay kazanılan zaferlerdi ancak,
müdahalelerden sonra bu bölgelerde ABD’ye karşı isyan savaşlarının çıkması,
anılan bölgelerde köktenci İslamcılığın yayılması ve söz konusu müdahalelerin
BM kararı olmaksızın tek-taraflı bir şekilde gerçekleştirilmesi dolayısıyla gerek
müttefikleri arasında gerekse de Müslüman dünyada ABD’ye karşı tepkiler
oluşması gibi nedenlerle müdahaleler ABD’nin yumuşak gücünün aşınmasına
neden oldu.
Söz konusu müdahaleler sonucunda, ABD güçlerinin işgal edilen
ülkelerde isyan savaşlarıyla karşılaşması, bahsi geçen ülkelerde başlangıçta
tahmin edilen dönüşümlerin gerçekleştirilememesi nedeniyle işgal süresinin
uzaması ve bunun ABD’ye ekonomik ve askeri açıdan büyük bir külfet
yüklemesi ve işgaller dolayısıyla Müslüman ülkelerde ABD’ye karşı artan tepki,
Bush’u ikinci başkanlık döneminde, az da olsa tek-taraflı politikalarını
yumuşatmaya itmiştir. Özellikle bu yumuşama, 2009’da Barack Obama’nın
Başkanlığa seçilmesiyle etkisini daha fazla hissettirmeye başladı. Barack
Obama, Bush döneminde izlenen politikaların ABD’ye zarar verdiğini görerek,
bu politikalardan dönüş yapmak istedi. Bu maksatla başkanlığının daha üçüncü
gününde İsrail-Filistin barış sürecini yeniden başlatmak için eski senatör George
Mitchell’i Ortadoğu özel temsilcisi olarak atamış, Guantanamo esir kampının
kapatılması ve Şubat sonunda Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi emrini
vermiş, Mart’ta İran Yeni Yılı nedeniyle bir mesaj göndermiş ve takiben İran’ın
nükleer sorunu konusunda diplomatik görüşmelere başlanmış, Mayıs’ta İsrail’i
Yahudi yerleşimlerini durdurmaya çağırmış, Haziran başlarında Kahire’de
yaptığı konuşmayla İslam dünyası ile ilişkilerini yeni bir çerçeveye oturtmaya
çalışmış, daha göreve geldiği ilk yıl Rusya ile ilişkileri yeniden düzeltmeye
uğraşmış, Çin’i ziyaret etmiş, Avrupa’nın güvenini yeniden kazanmak için çaba
sarfetmiş ve ekonomik iyileşme ve iklim değişikliği ile enerji bağımlılığı gibi
sorunlara ağırlık vermiştir.
Görüldüğü gibi ABD, Obama yönetimiyle birlikte daha pragmatik bir
şekilde çok-kutuplu bir politika uygulamaya başlamıştır. Ayrıca dünyanın yapısı
da artık tek-kutuplu çehresinden uzaklaşmıştır. Şöyle ki, özellikle Bush
döneminde izlenen “teröre karşı savaş” stratejisi ABD ekonomisine büyük bir
zarar vermiş olup, konjektürel olarak da zor durumda olan kapitalist sistem
nedeniyle ABD özellikle son dönemde önemli ekonomik zorluklar yaşamaya
başlamıştır, ayrıca 2009 yılında dünyanın en büyük ihracatçısı ve 2010 yılında
ise dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’in yıllık %10’luk büyüme
hızını devam ettirmesi halinde 2020 yılında ekonomik olarak ABD’yi geçeceği
tahmin edilmektedir. Diğer taraftan Putin yönetiminin uyguladığı politikalarla
birlikte toparlanma yoluna giren doğal kaynak zengini Rusya Federasyon’u,
dünya enerji fiyatlarındaki artışlara da paralel olarak, uluslararası alanda
yeniden etkili bir aktör haline gelmeye başlamıştır.
Tüm bu faktörleri göz önünde bulunduran ABD, 2011 yılında Tunus’ta
fitili ateşlenen Arap Baharı olarak adlandırılan ve özellikle Kuzey Afrika ve
Ortadoğu bölgesi ülkelerinde etkisini gösteren halk ayaklanmalarına tek-taraflı
olarak müdahil olmak istememiş, bahsi geçen olaylarda ABD’nin çıkarlarını ön
planda tutan ve istikrarı önceleyen pragmatik politikalar takip ederek, bölge
ülkelerine tek taraflı olarak müdahale etmekten kaçınmış, müdahale edilmesi
zorunluluğu ortaya çıktığında ise, Libya olayında da görüldüğü üzere, BM
Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde, NATO gibi uluslararası niteliğe sahip bir
güvenlik örgütü aracılığıyla müdahale edilmesi taraftarı olmuştur. Bu çerçevede
Arap Baharı’na ABD’nin bakışının, Obama iktidarı ile birlikte şekillenen
ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının izlerini taşıdığı açık bir şekilde görülebilmektedir.
KAYNAKLAR;
Akbaş, Zafer (2011), “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”, History Studies, Özel Sayı 2011.
Altunışık, Meliha Benli (2009), “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, Ortadoğu Etütleri, 1 (1): 70-81.
Arıboğan, Deniz Ülke (2013), Büyük Resmi Görmek, 2. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.
Armaoğlu, Fahir (2012), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 18. Baskı, İstanbul: Alkım Yayınevi.
Azman, Kübra Dilek (2012), “The Middle East Policy of America After the Cold War”, International Journal of Human Resource Studies, 2 (2): 97-115.
Brzezinski, Zbigniew (2012), Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı, çev. Sezen Yalçın ve Abdullah Taha Orhan, İstanbul: Timaş
Yayınları.
Duran, Burhanettin ve Yılmaz, Nuh (2012), “Ortadoğu'da Modellerin Rekabeti: Arap Baharı'ndan Sonra Yeni Güç Dengeleri”, Türk Dış Politikası
Yıllığı 2011.
Erol, Hikmet (2010), Geçmişten Günümüze ABD’nin Ortadoğu Politikası, http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/amerika/252-
gecmisten-gunumuze-abdnin-ortadogu-politikasi (19.10.2013).
Heywood, Andrew (2013), Küresel Siyaset, çev. Nasuh Uslu ve Haluk Özdemir, Ankara: Adres Yayınları.
Kennedy, Paul (1999), Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, çev. Fikret Üçcan, 3. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Kitchen, Nicholas (2012), The Contradictions of Hegemony: The United States and the Arab Spring, http://www.lse.ac.uk/IDEAS/publications/reports/
pdf/SR011/FINAL_LSE_IDEAS__UnitedStatesAndTheArabSpring_Kitchen.pdf (25 Ekim 2013), 53-58.
Knutsen, Torbjon L. (2006), Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi, (Çev. Mehmet Özay), İstanbul: Açılım Kitap.
Sander, Oral (2000), Siyasi Tarih, 8. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.
Sönmezoğlu, Faruk (1994), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul: Der Yayınları.
Tekin, Segah (2011), İnsani Müdahale Kavramı ve Libya’nın Geleceği,
https://dosya.sakarya.edu.tr/Dokumanlar/2013/622/819165410_insani_mudahale_kavrami_ve_libya_gelecegi_analiz.pdf (22.07.2013).
Telatar, Gökhan (2012), “Barack Obama’nın Dış Politikasında Demokrasinin Yayılması Misyonu”, Alternatif Politika, 4 (1): 54-83.
Ünal Ünsal (2013), “11 Eylül Olayı Ertesinde AKP Dönemi”, Baskın Oran (der.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,
Belgeler, Yorumlar (Cilt III: 2001-2012), İstanbul, İletişim Yayınları.
Ward, Brandon M. (2006), The Shift in United States Foreign Policy in the Middle East Since 1989, Department of Government and International
Affairs, College of Arts and Sciences, University of South Florida.
***