28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 3





KENDİ ÜLKESİNİ  İŞGAL EDEN ORDU., 3






Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi(2): 

Dayatılan Son, İhtilal! 

Çok Partili döneme geçişin rahatsızlığını daha ilk günlerde yaşamaya başlayanlar; kendi içlerinde guruplar oluşturmuş, küçük darbe birlikleri kurmuş, kendi içlerinde birbirine düşmüş, rahatsızlıklarını arttırmış, ülkeyi de rahatsız etmeye başlamıştır. Artık ortam her türlü hukuksuzluğun uygulanabilirliği kıvamına gelmiştir. Her dönemin hamanı basın, iki öğrencinin öldürülmesini abartmış, açlık-sefalet naraları atmıştır. Bugünlerin bir cümlesi olan ‘ Ordu Göreve ‘ naraları düşmeden, ordu içinden bazı isimler gaipten bu seslenişlere cevap vermiştir. Dayatılan son vuku bulmuştur; vakit darbe vaktidir. 

 Ali Fuat Başgil 27 Mayıs sabahını şöyle anlatmaktadır: 




 ” 26/27 Mayıs gecesi, her türlü tertibat yerli yerince alınmıştı. Plan gereğince önce PTT ve Ankara Radyosunu ve sonra da tespit edilen diğer yerleri ele geçirmek için sabah saat 04.00'da tam teçhizatlı ve elleri silahlı Harp Okulu talebeleri, uykuya dalmış şehre indiler. Yalnız PTT’nin işgali bir kişinin ölümüne mal oldu. Bilinçli patlayan silah sesleri durumu halka bildirmenin bir yöntemiydi. Çok kısa bir süre içinde ( 1.5 saat ) bütün kilit noktaları işgal edilmişti. Önce hükümet üyeleri, sonra büyün milletvekilleri derhal Harp Okulu’na sevk 
edildiler. Bu arada Ankara Radyosu iktidarın silahlı kuvvetler tarafından ele geçirildiğini ilan ediyordu. 

 Cumhurbaşkanı kendisine silah doğrultanlarca Köşk’ten sürüklenircesine çıkartılarak tutuklandı. 

 Tüm bunlar gerçekleşirken, Menderes Eskişehir’deydi. Durumu haber alır almaz Konya’ya geçmek üzere Kütahya’ya hareket etti. Kütahya Vilayet Konağına geldikten sonra burada tutuklanarak Ankara’ya götürüldü.” ( Ali Fuat Başgil 27 Mayıs İhtilali Ve Sebepleri ) 

 Milli Birlik Kuruluyor… 




 Halkın lehine bir iş yaptığını düşünenler aslında ne yaptığını bilmiyordu. Tek derdi demokrasiyi baltalamak, militer bir sistemi ve onun sivil ismini hükümran kılmak isteyenler darbeye konsantre olmuştu. Bu öyle bir darbe hipnozuydu ki; darbeden başka bir şey düşünemeyenler, hükümeti devirdikten sonra ne yapacaklarını dahi düşünmemişti. Milli Birlik Komitesi içerisinde mühim bir isim olan Orhan Erhanlı anlatıyor: 

 ” Hükümet devrilmişti ancak kimse ne olacağını bilmiyordu. Memleket radyo tebliğleri, telsiz ve telefon emirleriyle yönetiliyordu. İktidarı ele geçirenlerin kimler olduğu, Milli Birlik Komitesi içerisinde kimler olduğu bilinmiyordu. Kimse kimseye güvenmiyordu… 
Silah zoruyla Başbakanlığa girebildim. Bakanlar Kurulu salonuna girince şaşkınlığım bir kat daha arttı. Yoğun bir kalabalık mevcuttu. Çoğunu tanımıyordum… Her şey çok düzensiz görünüyordu. 
Oradan geç saatte ayrıldım. Yolda yürürken düşünme fırsatım oldu; tez zamanda bu komiteyi düzenleyemezsek, devleti de kendimizi de batıracağımızı idrak ettim. 

 Özel birkaç toplantı yaptık. Komiteyi resmen kurmayı ve isimleri kararlaştırdık. Ancak hiçbir şey net değildi. Komiteye erken gelenler oturmuş, adeta erken ben geldim, kabineye ben gireceğim niyeti güdüyordu. 

 6-7 saat süren son toplantıdan sonra milletin kaderini ellerine teslim edeceğimiz 38 kişilik bir liste oluşturduk. Kabul gösterenler olduğu gibi itiraz edenler, tehditler savuranlar da oldu. ( Orhan Erhanlı Anılar…Sorunlar…Sorumlular… ) 

 Tevkif Çılgınlığı ve Tahliye Rahatsızlığı… 

 Akli melekelerini kaybetmiş, emir verici akılların eseri olan emanet akıllı bazı rütbeliler öyle bir şaşkınlık içerisindedirler ki tutuklama görevini oldukça abartmışlardır. Bu tutuklama görevi öyle bir hal almıştır ki, tutuklananların sayılarının çokluğundan Harbiye’de, Harbiyelilere ne yatacak yer, ne de yiyecek kalmıştı. 

 Tutuklanmalar haddini aşınca Cemal Modaoğlu’nun emriyle bir kısım DP’liler serbest bırakılır. Her dönem üniversite içerisinde bulunan darbecilerin arka bahçe bekçisi bazı profesörler hemen bu durumdan rahatsız olup, tahliye icraatının failini Cemal Gürsel zannedip Cemal Modaoğlu’nun yanına koşmuşlardır. Bu tahliyelerden rahatsız olanlardan biri de, şu an kurtarılmış üniversite statüsünde bulunan İstanbul ÜniversitesiRektörü Sıddık Sami Onar’dır. Onar’ın dahiyane fikirleri bununla sınırlı değildir. İki öğrenci öldürülmesi olayını, yüzlerce öğrencinin öldürüldüğü haberi şeklinde yaymış, iki öğrenciden fazla ölü bulamayınca ondan fazla tabuta taş doldurarak şehitliğe defnetmek gibi yaratıcı fikirlere imza atmış bir ilim adamıdır! 

 Yassıada Yolculuğu… 




 Yassıada mimari Milli Birlik Komitesinin başında bulunan Cemal Gürsel’in bu ilk ada fantezisi değildi. Daha önce de kendisinin ‘ bana bir ada bulun tüm yobazları buraya tıkayım, işlerini görelim ‘ cümlelerine şahit olmuş kişiler mevcuttur. 

 Tutuklanmalardan sonra bir araya getirilen tutuklular, istiflenerek Yassıada yolculuğu için hazırlanıyordu. Numara sırasına göre dizilen kafileler, Harbiye öğrencilerinin hakaretleri eşliğinde askeri otobüslere bindirilmişti. Otobüslerden indirilip tahliye edilecekleri uçaklara doğru yürüyüşlerinde yine Harbiye öğrencileri küfürlerine, hakaretlerine devam ediyor tüfeklerinin dipçikleriyle itip kakıyorlardı. 

 Bu itiş kakış eşliğinde uçak yolculuğu biter, tutuklular vapurlara bindirilir. Vapurda yara bere içerisinde bulunan bakanlar, hükümet görevlileri yüzlerini birbirlerinden saklayarak ağladıkları yolculuklarından sonra nihayet Yassıada’ya varılır. 

 Sonra mı? Sonra gelsin aşağılamalar, zindan günleri, işkenceler, yıldırmalar, bezdirmeler… 

 Duruşmalar Başlıyor… Yassıada Saatleri… 

 14 Ekim 1960 Cuma günü duruşmalara; ” sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerlerine alındılar. Müdafiler hazır. Açık olarak duruşmaya başlandı ” sözleri ile başlanır. Aynı açılış cümlesi Yassıada Saati başlığıyla radyolardan millete duyurulur. Bu milletin iradesinin yargılanıp, idam edilmesinin açık aşikar ilanıdır. 

 Aynı gün Hürriyet Gazetesi, ” 401 sanık adalet huzuruna çıktı ” yalan ve taraflı başlığını atar. Zira adalet Yassıada’ya getirilen vapura bindirilmemiştir. 





 Sanıyorum, bugün milletin iradesine parmak sallayarak yön vermek isteyen rütbeliler bu geleneği o günlerde mahkeme salonlarına gelen milletin seçtiği vekillere parmak sallamayı, el kol kaldırmayı maharet bilen Yüksek Adalet Divanı mahkeme başkanı Salim Başol’dan devralmışlar. 

 Yargılamalara teker teker girmeye gerek yok. Şu diyalog malum muamelenin anlaşılması için yeterlidir: 

 Başol: Ne okudun, eğitimin nedir? 

 Tutuklulardan Biri: Yüksek tahsil yaptım. 

 Başol: Belli belli, otur! 

 Bu hukuksuzluk ve gayri ciddi -suçlu dahi olsa- (6-7 Eylül Olayları ki, olayda çok başka faktörler de suçludur ) insanların izzeti nefislerine dokunan hareketlerin yapıldığı bir ortamda; yeri geldiğinde, gereğince(!) tutuklulardan bazıları ailelerinin gözleri önünde rencide ediliyordu. Fatin Rüştü Zorlu elleri kolları bağlanıp, bir teğmen tarafından dövülüyordu. 



Sizi buraya Tıkan kuvvet böyle istiyor

 14'ler Tasfiye Ediliyor, Demokrasi Korunuyor! 

 MBK içerisinde diktörasiyi demokrasi zanneden bazı isimler, zamanında fitillerini ateşledikleri üniformalılardan 14 kişiyi Milli Şefimiz İsmet İnönü fikriyatının da etkisiyle tasfiye eder ve sürgün imajıyla yurtdışına sürgüne gönderir. Bu icraat ile birlikte aslında MBK bizzat kendi lehine anayasayı çiğnemiş ancak kendileri için lüzumlu gördükleri bu ictihada gereklilik kılıfı uydurmuştur. 

 14'ler içerisinde bulunan isimlerden birisi de Alparslan Türkeş’tir. Türkeş, bir sonraki darbelerde, sivil katletmelerde rol alacak, 50 yıl sonrasında işlenecek cinayetlere zemin oluşturan bir kitlenin yoğrulduğu kabın ismi olan MHP’nin başkanlığıyla yarım bıraktığı görevine devam edecektir. 

 Cemal Gürsel İtiraf ediyor… 




 MBK’nın başındaki isim Cemal Gürsel ilk açıklamalarında hükümeti devirip, bir nevi -henüz icat edilmemiş- Bodrum inzivası havasında köşesine çekileceğini belirtiyor birkaç gün sonra görevinin başından ayrılmayacağını ilan 
ediyordu. 

 MBK zor durumda, mahkemeler bitmiyor. Milletin başının boş olduğunu düşünenler bu başları doldurmaya niyetliler. Güya milletin lehine çıkılan yolda milletin seçtiği vekilleri hunharca yargılıyorlar, millet kimsenin düşüncesinde değil. Tutukladıklarını bir şekilde asıp konuyu kapatmaya öyle konsantre olmuşlar ki bu arada ülke ne durumda pek kimse ilgilenmiyor. 
Akıllarına geldiğinde bir anayasa fikrine kapılıyorlar. MBK bu ulvi görev için kendi üniversite kayıtlılarını göreve atıyor. Sonra Cemal Gürsel burnundan soluyarak şöyle buyuruyor: 

 ” Bir halt ettik, bu profesörlerin sözüne uyduk, başımıza dert açtık. Ne yapmak lazım geldiğini ben de kestiremedim. Bu iş uzarsa kötü olur. Anladığıma göre kısa kesmekte zor. Keskin teklifler gerek, bu işten bıktım, bir an önce bitirelim. ” ( Orhan Erkanlı hatıralarından ) 

 Ayağa Kalkın, Karar Anı… 



Yüksek Adalet Divanı Başkanı Selim Başol: 

 ” Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor ” cümlesini mahkemeler sırasında tutuklulara savuruyor. Derken iradenin emri vuku buluyor; 
peşinen verilmiş kararlar usulen açıklanıyor… 

 Eski Cumhur Başkanı Celal Bayar, eski Başbakan Adnan Menderes, TBMM eski Başkanı Refik Koraltan, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan başta olmak üzere 15 kişi ölüm cezasına; 402 sanık müebbet ya da ağır hapis cezasına çarptırıldı. 135 sanık beraat etti. 

 Kabus Bitti Mi? 

 Kararlar sonucunda Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu İmralı Adasında idam edildi. 

 Adnan Menderes’in darağacı altında son sözü: ” Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletime ve milletime saadetler dilerim” oldu. 

 İşte bu kabusun başlangıcıydı. Evveliyatında korku cumhuriyetinde karanlık fikirlerinin tohumlarını atanlar, 27 Mayıs Darbesinde bu kötü tohumların meyvelerini yemiş ve yedirmiştir. Kabustan uyanan bir milleti yeniden kabusa sürüklemiştir. Bugün yaşadığımız ortamda meşru(!) idamlar yerine gayrı meşru öldürmeler yaşanmışsa ve halen yaşanıyorsa bu bir nevi 27 Mayıs’ın yaptığı etkiden kaynaklanmıştır. Ve 27 Mayıs Darbesi bir sonraki darbeye, darbelerimize ilham vermiş, kabusumuzu, kabuslarımıza çevirmiştir. Aziz Türkiyeliler’in başı Sağolsun, Aziz milletimizin vicdanı sağ olsun! 

..

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 2




KENDİ ÜLKESİNİ  İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 2






Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 
27 Mayıs 1960 Darbesi(1): 

İhtilal’e Doğru 

Şüphesiz bir dönemi anlatmak belirli tarih aralıklarını konu edinmek değildir. Bir dönemi anlatmak geçmişini, yaşandığını dönemi ve sonrasını da gözlemlemeyi 
gerektirir. Her şeyden önce adaletli olmayı gerektirir. 






















Bize tarihin objektif olması gerektiği yalanını yutturanlar, subjektif anlayışlarına böyle bir kılıf uydurmuştur. Objektif alanlar onların olsun, biz tarihin 
ezenler ile ezilenler arasında yaşandığını bildiğimiz için terazimizin adı; adalet olsun. Bu nedenle bir darbe dönemini anlatmak isteyişimiz kısa süreli tarihe not 
düşmelerden fazlası olsun. Bu nedenle ezenlerin kurguladığı darbeci tarihin, ezilenlerin kefesinden yorumlanışı olsun. Varsın ezilenler lehine subjektif 
olsun. Anlatacaklarımız sadece yazılanların değil, yaşanılanların anlatıldığı bir ders olsun. Onlar er(me)sin muratlarına, biz de çıkmayalım kerevetine. Çünkü 
yazacaklarım masal değildir, bir dönemin bugüne sirayet eden tarihidir. 
























Türkiye’de siyasete milletin seçimlerine müdahaleler ile yön verildiği için bunun sonucu gereği çok farklı tarih anlatımları oluşmuştur. Darbecilerin gerekçeleri, sindirilmiş halkın sandık dışında bir kozunun olmayışı, her daim darbenin nedeni olan ordu, yahut ordu içinden bazı isimler, ordunun sivil tezahürü bu milletin yakasından düşmeyen CHP geleneği bir dönemi çok marjinal yaşa(t)mış lakin olması gereken buymuş gibi anlatmış, yazdırmış, inandırmış, devamlılığını kısmen de olsa sağlamıştır. İşte bu gelişmeler nedeniyle darbe dönemleri çok farklı anlatılır. Genellikle zulüm eylemlerine gereklilik nedeni isnad edenler, sentetik ortam oluşturmuş ve hukuksuzluğa kılıf uydurmuştur. Aslında vatan-millet haini olarak anılması gerekenler kahramanlaştırılmıştır. İşte bu çarpıklığın sonucunda darbeler, hiç olmaması gerenler listesinde değil, gerektiğinde meşrudur mantığıyla yorumlanmıştır. Neden bu yanlışa onay verelim ki? 


 Rivayet o dur ki; Deniz Baykal(?) öğrenci iken bir ortamda Adnan Menderes’in yakasına yapışmış, demokrasi(?) arzusunu dile getirmiştir. Bunun üzerine Menderes; ‘ başbakanın yakasına yapışmışsın, bundan daha büyük bir demokrasi tasavvur edebiliyor musun? ‘ diye sormuştur. İşte bu ülke, gerçek demokrasi sistemini getirmeye kalkışanların yakasına yapışan, diktatör militer bir sisteme demokrasi adını verenlerin gölgesinde, kapalı kapılar ardında keyfiyetine kurgular oluşturanların gölgesinde hemen hemen her on yılda bir zihinsel 
taarruzlardan geçirilmiş bir milletin ülkesidir. 







 27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye Cumhuriyetinin ilk askeri darbesidir. Zihniyete göre Müdahale, Devrim, İhtilal, Darbe sıfatları kullanılmıştır. Milletin iradesine darbe yapanlar, güya milletin bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürüldüğü gerekçesiyle yola çıkmıştır. Yine en büyük darbe sebebimiz, laikliği koruma altında tutma endişesi, bu darbeye de gerekçe gösterilmiştir. 






 Tarihte biraz geriye gidelim… Kısa Kısa notlar girelim… Sürece Bakalım… 

 21 Temmuz 1946 Milletvekili seçimleri ülkede yapılan tek dereceli ilk seçimdir. Seçim tek derecelidir ama bu seçimin ‘ açık oy, gizli tasnif ‘ gibi acayip bir hükmü vardır. Şöyle ki: Seçim günü insanlar açık bir şekilde oy kullanır, sayımdan hemen sonra oy pusulaları yakılırdı. 



     6 OKTAN UZAKLAŞAN CHP


Bu dönem CHP ve onun başındaki(?) İsmet İnönü, 1946 seçimlerine CHP’nin İsmet İnönü kozuyla büyük bir rahatlık ile girmişler, 21 Temmuz akşamı açılan sandıklarda umduklarını bulamayınca türlü hukuksuzluklara başvurmuşlardır. Ve yine kendilerinden birinin Nadir Nadi’nin ifadesiyle: ” … Bütün hükümet kadrolarının CHP’yi tutması ile ve birçok kanunsuz işlemler sonucu olarak DP adaylarından önemli bir kısmı, kazandıkları oylardan yoksun bırakılmışlardır. ” Ve yine Hüseyin Cahit Yalçın’a göre: ” 1946 seçimlerinin her tarafta kusursuz cereyan etmiş olacağını iddia etmek gülünçtür. ” 

 Tüm bu engellemelere rağmen, Demokrat Parti, 7 Ocak 1946 yılında kurulmuş, bundan dört yıl sonra 14 Mayıs 1950'de tek parti dönemine son vererek iktidara gelmiş, bu fiiliyle bazı çevrelerin dikkat kesildiği bir oluşum olmuştur. Sırasıyla 1950, 1954, 1957 seçimleri ile iktidara gelmiş, on yıl boyunca iktidarda kalmış, bu demokrasi ortamına tahammül edemeyenler vasıtasıyla, İhtilal-Darbe yöntemiyle düşürülmüştür. 

 1950 yılının sonlarına doğru ordunun DP hükümetinden hoşnut olmadığı bilgisi Menderes’in kulağına gelmiştir. Nasıl memnun olsunlar ki? Halk iradeyi ele almış, sivil bir memur ülkeyi yönetiyor, korku zihinlerden uzaklaşıyor, militarizm dağılıyor. 

 Tarih, İhtilal’in öncesinde seçim sonuçlarından rahatsız olan ve Dokuz Subay Olayı gibi gizli yapılanmaların 1954 yılında ortaya çıktığını söylese dahi 27 Mayıs’ın mimarlarından birinin eylemlerinin daha eski yıllara dayandığı iddiaları da mevcuttur. Mesela Talat Aydemir ihtilalci fikirlerin kendisinde 1954'te doğduğunu iddia etse dahi, 27 Mayısçılardan Muzaffer Özdağ  ihtilal komitesine 1952 yılında katıldığını söylemiştir. 

 Darbecilerden Talat Aydemir şöyle diyor: 






”Bir münevver olarak,bir kurmay subay olarak, ilk önce ordu dahilinde düşüncelerime yakın düşünen arkadaşlar ile işbirliği yapıp, iktidarda bulunan partinin Türk ordusunu ihmal ederek düşürdüğü bu kötü durumdan kurtarma çarelerinin nelere olabileceğini ve ne şekilde hareket edilirse bu vaziyete bir son verilebileceğini planlamaya başladım. Bütün düşüncelerimi bu istikamete yöneltip Genel Kuram Başkanlığında zemin yoklayarak arkadaş aramaya başladım. Fikirlerime yatan hemen hemen hiç kimse bulamadığım için ümitsizliğe kapıldım. Sene 1954… ( Ve Talat Aydemir Konuşuyor ) 

 27 Ekim 1957 Seçimleri oldukça sert bir hava içerisinde yapılmıştır. DP’nin hukuksuzluk yaptığı iddiaları, bazı CHP’lilerin oy pusulalarının bulunmadığının iddia edilmesi, Antep’te önce seçimden CHP’nin galip çıktığı sonra bu kararın DP olarak değiştirildiği ( köy oylarının sayılmasıyla ), CHP’nin itirazları sonrasında oy pusulalarının Antep Adliyesi Binasına getirilmesi ve sonrasında oy pusulaları ile adliye binasının yanması hadisesi ortalığı bulandırmıştır. Sonra DP’nin konuyla ilgili haberlerin yayınlanmasını yasakladığı iddia edilmiştir. Sonuç olarak tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen DP seçimlerden %47'lik bir oranla galip çıkmıştır. 



 Darbenin çekiciliğinde, 1950 seçimlerinin sonuçlarını darbe gerekçesi olarak gören ordu içinden birkaç subay darbenin on yıl öncesinden bu darbeyi planladıklarına, girişimlerine başladıklarına göre acaba 1960 Darbesinin Menderes’in zorbalığı, baskıcılığı, ülkeyi ikiye böldüğü, hainlik yaptığı, halkın kan kustuğu gibi gereçeklere kim inanır? 

Hem çok daha sonraları bir sonraki yıkıcı darbemizin mimarlarının bir tuzağı olarak aynı silahın sabah bir ülkücüyü, akşam bir solcuyu öldürmek 
için kullanıldığı gerçeğini biliyorken tüm bu kurguya bugünlerde kim inanır? 

 Dönem içerisinde sadece ordu rahatsız değildir, CHP ve ona yakın çevreler, Kemalist akım fedaileri, 1980 Darbesini henüz yememiş olan, Kemalizm asidi içerisinde eriyeceğinden haberi olmayan Sol görüş sahipleri, her dönemin şakşakçılığını yapan medya, gazeteciler, her dönem kadrolaşmalarını ordu lehine göre ayarlayan bazı üniversite hocaları, kışkırtmanın en kolay olduğu yerlerden üniversitelerdeki üniversite öğrencileri de mevcut düzenden değil, sentetik kurgudan kaynaklı olarak rahatsızdırlar. 

 28 Nisan olayları için zemin hazırdır. 28 Nisan Olayı; İstanbul Üniversitesinde öğrenci ve polis çatışmasının yaşanması, bir öğrencinin öldürülmesi ve 27 Mayıs’a giden yolun açılmasıdır. 

Öldürülen öğrenci nedeniyle tarihe bir acı olarak geçen olayın faili Menderes Hükümetine bağlı olan polisler olarak gösterilmiştir. Ancak durumun bu hale gelmesinin asıl nedeni malum zihniyetin ortam hazırlamasıdır. 

 Demokrat Parti, başına gelecekleri hissedince 27 Mayıs’tan bir ay önce Tahkikat Komisyonunu kurmuştur. Dönem kısmen zorluğun olduğu ancak bu kısmi zorluğun çok abartıldığı, yalanların, iftiraların kol gezdiği bir dönem olduğu için komisyon, bu iftira ve yalan furyasının gerçek yüzünü ortaya çıkarıp TBMM’ye, Türk Milletine ve tüm dünyaya gerçeği sunmak amacıyla kurulmuştur. Ancak artık çok geçtir, düğmeye basılmıştır. Yalanlar rütbeliler eliyle gerçeğe büründürülmüştür. Her on yılda bir en az on kişiyi meşru(!) nedenlerle asmayı gelenek haline getirenler, her on yılda bir yüzlerce kişiyi gayri meşru şekilde öldürmeyi görev bilmiştir. 

Meseleye bugünlerden bakacak olursak… 

 27 Mayıs’a götüren süreç için elbet daha söylenecek çok şey, sunulacak çok belge vardır. Özellikle ordu içinde kah birlik oluşturarak, kah birbirinden 
haberi olmadan küçük darbe beyinleri oluşturmak isteyenlerin önce milletin iradesine ve haklarına pervasızca saldırmaları yanı sıra kendi içlerinde kendilerine güttükleri düşmanlık ayrı bir inceleme konusudur. Şu kısa kısa 
dönemsel bilgiler dahi dehşetin boyutunun ispatıdır. 





 Okuduğumuz ya da dinlediğimiz bir tarih dışında, çok yakın yaşadığımız 28 Şubat Post-modern Darbesi öncesi sürecini ve özellikle son yıllarda iddianame olarak ortaya atılan bir kısmı ispatlanan gerçekler ile 50 yıl öncesinin yaşananlarının ne kadar benzeştiğinin farkında mısınız? Bu tür girişimlerin ne acı sonuçları olacağının farkında mısınız? 

 İçinde yaşarken yorumlayamadığımız şeyler vardır. Kime hizmet ettiğimizi bilmeden tükettiğimiz mesailer vardır. Mesela bugün İlhan Selçuk’un nerede, neden yattığını biliyoruz. 

Mesela bugün faili belli olmasına rağmen, faili meçhul olarak anılan cinayetlerden birçoğu o dönem kutuplaşmalarının maktulüdür. Abdi İpekçi 
cinayeti, Uğur Mumcu cinayeti gibi bir zümrenin fail olarak lanse edildiği cinayetlere bugünlerden baktığımızda, aslında fail gösterilen zümreyi de maktul 
kılan zihniyetin aynı olduğunu görüyoruz. Bugün Uğur Mumcu’yu o dönemin darbe yandaşlığı yapan gazetecisi olarak değil de, hepimizi mahkum eden 
otoritenin katlettiğini, birbirine düşmanlık güden dindar çevrelerin ve sol çevrelerin aslında düşmanlığa gerek kalmayacak bir şekilde yaşayabilecek ortamının mevcut olduğunu, birbirimizi yok yere öldürdüğümüzü ancak bugünlere geldiğimizde görebiliyoruz. Tüm bu şiddetin faillerinin, kaybettiğimiz insanlarımızın ve heba edilmiş 50 yılımızın hesabını nasıl vereceklerini düşünüyoruz? Çok şükür saf değiştiriyoruz. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

..

Cumhuriyet Tarihinin İlk Hava Harp Şehidi Yüzbaşı Cengiz TOPEL





 Cumhuriyet Tarihinin İlk Hava Harp Şehidi Yüzbaşı Cengiz TOPEL




Cumhuriyet Tarihinin İlk Hava Harp Şehidi Yüzbaşı Cengiz TOPEL ( 1955-19 )




 


Kıbrıs 1878 yılında egemenlik hakkı Osmanlı Devletinde kalmak üzere geçici olarak İngiliz yönetimine verilmişti. Bu durum 1’inci Dünya Savaşı’na kadar sürmüş, 29 Ekim 1914’te Osmanlı Devleti savaşa katılınca İngiltere bunu fırsat sayarak 5 Kasım 1914’te Kıbrıs’ı İmparatorluğuna kattığını açıklamıştır. İngiltere’nin bu tek yanlı ilhakı da 1923’e kadar sürmüş, Türkiye tarafından ancak Lozan Antlaşması ile kabul edilmiştir. Böylece Kıbrıs’ta İngiliz egemenliği dönemi başlamıştır. Bu durum 1960 yılına kadar sürmüş, bu tarihten itibaren Ada’nın statüsünde yeni gelişmeler olmuştur.

Bu arada Yunanistan’ın ve Kıbrıs Rumlarının çabasıyla Ada’nın Yunanistan’a ilhak edilmek (Enosis) istenmesi, Ada’da Türklerle Rumlar ve Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs uyuşmazlığını ve sorununu ortaya çıkarmıştır.

Bu çerçevede 1964 yılına gelindiğinde Kıbrıs’ta durum, Türk toplumu için hiç de iyi görünmüyordu. Rumların büyük çaptaki Erenköy saldırısı Türkiye’de sert tepki yaratmış ve böylece Türk Silahlı Kuvvetlerinin müdahalesi kaçınılmaz hâle gelmiştir. Müdahale aşamasında Hava Kuvvetleri aktif olarak görev almış ve şanlı tarihine yeni başarılar kazandırmıştır. Ancak bu mücadelede Türk Hava Kuvvetleri, tüm Türk ulusunu büyük bir üzüntü içerisine sokan bir ilki daha yaşamış ve Cumhuriyet döneminin ilk hava harp şehidini vermiştir.


Hv.Plt.Yzb.Cengiz TOPEL’in Yaşam Öyküsü


Hv.Plt.Yzb.Cengiz TOPEL (1955-19), 1934 yılında İzmit’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Kadıköy’de, lise öğrenimini 1953 yılında Kuleli Askerî Lisesi’nde tamamladı.

1953 yılında girdiği Kara Harp Okulundan 1955 yılında Asteğmen olarak mezun oldu. Küçük yaşlarından beri havacılığa olan merakı sonucu hava sınıfına ayrıldı ve pilot eğitimi için Kanada’ya gönderildi. Kanada’daki eğitimini başarıyla tamamlayarak 1957 yılında yurda dönüp Merzifon Hava Üssünde göreve başladı. 1961 yılında Eskişehir 1’inci Ana Jet Üssü’ne atandı. 1963 yılında Yüzbaşılığa terfi etti.


Kıbrıs Harekatı’na Katıldığı F 100 Uçaklarından



5 Ağustos 1964 yılında Rumlar, Erenköy ve Mansur bölgelerine denizden hücumbotları, karadan ise tanklarla takviyeli piyade birlikleri ile ani bir saldırıya geçtiler. Türk kasabalarını havanlarla topa tutarak sahildeki Türk balıkçı teknelerine ateş açtılar. Ada’daki BM Barış Gücü Kuvvetleri bu katliam harekâtı karşısında hareketsiz kaldı. Türkiye’den ilk yardım 7 Ağustos’ta dört uçak ile yapıldı. Yapılan bu uyarı uçuşu, Erenköy’de üç gündür kahramanca direnen ve Anavatandan yardım bekleyen Mücahitler için bir umut ışığı oldu.

8 Ağustos 1964’te Türk Hava Kuvvetlerinin harekâtını gerçekleşirken Eskişehir 112’inci Filo Komutanlığında oluşturulan dörtlü kolda;

 Lider Yzb.Cengiz TOPEL
 2 numara Ütğm.İzzet ÖZTARHAN
 3 numara Yzb. Kamil AYDIN
 4 numara Ütğm.Ethem SANCAR bulunmaktaydı.


Cengiz TOPEL liderliğindeki kol, 8 Ağustos Cumartesi saat 17.00-18.00 civarında Eskişehir’den havalandı. Bu harekâtta Gemikonağı-Yeşilyurt arasında kol hedefleri olan hücumbotlar görülür görülmez bir atış paterni teşkil edildi. Limanın hemen arkasında denize paralel uzanan yüksek dağlar nedeniyle denizden karaya doğru bir atış paterni izlendi. Artık taarruzlar başlamıştı. Denizdeki hücumbotlar kaçmaya, uçaklar ise onları hedef almaya çalışıyorlardı. Bu uğraşı içerisinde F-100 tipi jet uçağımızı kullanan Cengiz TOPEL ilk dalışını yaptı. Hücumbot, hedef göstergesinde hızla büyürken bombasını attı ve yükseldi. İlk dalışlardan sonra kol tekrar paterne girerek ikinci dalış için hazırlandı. İşte herşey o zaman oldu.

Akdeniz üzerinde Erenköy’e gitmekte olan Bnb.H.Basri YURDAKUL’un telsizinden şu sözler yankılandı...
- " Cengiz Yüzbaşım uçağından dumanlar çıkıyor atla!" ( Ütğm.İzzet ÖZTARHAN )
- ......
- "Yüzbaşım!.....cayır cayır yanıyorsun atla!" ( Ütğm.İzzet ÖZTARHAN )
- " Tamam atladı. " ( Muhtemelen Yzb.Mehmet KONEDRALI )
- " Paraşütü açıldı. " ( Ütğm.İzzet ÖZTARHAN )



1957 Yılında T-6 Eğitim Uçağı Önünde


Cengiz TOPEL’in uçağı isabet almış, paraşütle atlamak zorunda kalmıştır. Cengiz TOPEL, paraşütle atladıktan sonra Lefke, Gaziveren, Elye ve Çamlıköy Türk yerleşim birimleri arasında bulunan Peristeronori Rum köyünün yakınından geçen bir asfalt yola inmiştir. Yere indiği zaman bir ayağının kırıldığı ve çene kemiğinin zedelendiği söyleniyor olmasına rağmen bunun doğruluk derecesini belirtir bir kanıt bulunamamıştır.




1964 Yılı Cenaze Töreni
Cengiz TOPEL’in yere indikten sonra haritasından Lefke yönünü tespit ederek o yöne doğru koşmaya başladığı, ancak kısa bir süre sonra arkasından gelen bir jipte bulunan üç Rum askerî tarafından yakalandığı, ayrıca mermisinin bitimine kadar kendisini koruduğu ve yanına hiç kimseyi yaklaştırmadığı söylenmektedir. Cengiz TOPEL’in yakalandıktan sonra başına gelenler konusunda birçok varsayımlar ortaya atılmıştır.


                       



Bir varsayıma göre, Cengiz TOPEL, Peristeronori Rum köyü yakınlarında yakalandıktan sonra Güzelyurt’a götürülür. Fakat tam şehrin girişinde 500 kadar Rum askerî ve Grivas’ın (EOKA lideri) adamları tarafından araba durdurulmak suretiyle aşağıya indirilir. Elleri kelepçeli olduğu hâlde hemen orada konuşturulmak istenir, Cengiz TOPEL’in suskunluğunu attıkları dipçik darbeleri ile bozamayınca sinirlenirler ve arkadan üç el ateş ederek onu yaralarlar. Ancak Cengiz TOPEL’den daha çok bilgi almak isteyen Rum liderlerinin olaya el atmaları ile TOPEL Lefkoşe Rum hastanesine kaldırılarak ameliyat edilir.


Diğer bir varsayıma göre ise Cengiz TOPEL, önce Güzelyurt hastanesinde tedavi edilip daha sonra Rum Manastırına götürülerek kendisinden bilgi vermesi ve televizyona çıkıp Türkiye aleyhinde konuşma yapması istenir. Cengiz TOPEL tarafından, Rumların bu istekleri rededilince kendisine canice ve acımasızca işkence yapılarak öldürüldüğü belirtilmektedir. Bütün bunlardan sonra Cengiz TOPEL, Lefkoşe Rum Hastahanesine götürülmüştür. Yzb.Cengiz TOPEL’e savaş esiri muamelesi yapılması gerekirken, Rumlar uluslararası yasalara aykırı hareket etmişler ve onu şehit etmişlerdir. Cenazesi Türkiye’nin ısrarlı girişimleri sonucunda alınabilmiş, 11 Ağustos’ta saat 22.00’de Rumların elinde bulunan Lefkoşe Rum Hastahanesinden Kıbrıs Türk Hastahanesine Kızılhaç temsilcileri tarafından bir tabut içinde ve çıplak olarak getirilmiştir. Cesedin yapılan muayenesinden ölümün takriben 6 ile 48 saat önce vuku bulduğu, yani büyük bir ihtimalle 9 Ağustos akşamı öldüğü tahmin edilmektedir. Yüzbaşı TOPEL’in cesedinde bu tarihten sonra Rumlar tarafından bir otopsi yapılmıştır.

Cengiz TOPEL için Kıbrıs’ta, Adana’da, Ankara ve İstanbul’da yapılan törenlerden sonra 14 Ağustos 1964 tarihinde Edirnekapı’da Sakızağacı Hava Şehitliği’nde naaşı toprağa verilmiştir.

Cengiz TOPEL, Cumhuriyet döneminin ilk Hava harp şehidi olmuştur. Vatan için seve seve kanını döken ve canını veren bu kahraman vatan evladı, silah arkadaşları, tüm havacıların gönlünde sonsuza dek yaşayacaktır.

Ruhu şad olsun.

..

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU.,BÖLÜM 1



KENDİ ÜLKESİNİ  İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 1






KENDİ ÜLKESİNİ  İŞGAL EDEN ORDU,
Cemile Bayraktar 





Bu kitap Derin Düşünce Fikir Platformu’nun okurlarına armağanıdır. 

www.derindusunce.org 

İçindekiler 

Önsöz ...................................................................................................................................................................... 5 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi...................................................................................... 6 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi(1): İhtilal’e Doğru ........................................................ 8 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi(2): Dayatılan Son, İhtilal! ........................................... 13 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi (3): İhtilal Sonrası ....................................................... 18 
Devlet Kurabilirsiniz, Millet Kurgulayamazsınız! ................................................................................................... 22 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu(4):Milleti Kıracaklardı, 12 Mart Muhtırası ....................................................... 26 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(1) ........................................................ 30 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(2)M. Nazım Öztürk ............................. 37 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(3):Osman Yurt .................................... 47 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(4):Mehmet Şahin................................ 54 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(5):Sonuç ............................................. 58 
15 yaşında işkence gördüm 12 Eylül’de!… Cafer Solgun ile Ülkenin Toprağından Acı Sökmek............................. 60 
Şeriat Nerede? 28 Şubat’ın Post’unun Altında ...................................................................................................... 66 
Laiklik Tehdit Altındaysa Halkı Tehdit Etmek Teferruattır: 27 Nisan ..................................................................... 70 


Önsöz 

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Normal bir ordu kaynaklarını emrinde olduğu milletten sağlar... Efendisi olan bu milletin gönüllü katkısıyla silah alır, asker toplar, YABANCI DÜŞMANLA savaşır. 

Normal ordular efendilerini yani milleti, o milletin vatanını korurlar ya da ganimet getirebilecekleri ülkeleri işgal ederler. Yine efendilerinin emri ve izniyle yaparlar bunu. 

Anormal ordular ise üniformalı eşkıyalardır. Disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. Üniformalı eşkiyalar ülkenin zenginliklerini tüketirler, geleceğini mahvederler. 

Kendisini ülkenin sahibi zanneden üniformalı eşkıyaların hakim olduğu ülkeler yabancı orduların işgali altında gibidir. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. 

Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. 

Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. 

Mehmet Yılmaz 



Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi 

Sunuş: Tarih üzerine konuşabilmenin ön koşullarından biri de, objektif değerlendirmelerdir. Bazı toplumlar güdüleri ile değil, güdü(l)meleri ile varışlara ulaştırılmaya çalışıldığı için resmi tarihleri objektif olmaktan uzaktır. Sadece varış noktaları ya da varış süreçleri üzerindeki değerlendirmeleri değil sonuç üzerindeki değerlendirmeleri de bu güdülmelerden nasiplenmiştir. 

Ancak bu toplumlarda dahi toplumu oluşturan insanlar, biz onlara millet diyelim- güdülmelerine kendi içlerinden cevaplar üretirler. 
Yaşadığımız son 10-12 yılı göz önünde bulunduracak olursak; bir atasözü olan tarih tekerrürden ibarettir sözü, yahut İbn Haldun’un buyurduğu gibi suyun suya benzediği kadar, tarihin tarihe benzer sözü aslında bugün yaşadıklarımızın hemen hemen hepsinin 50 yıl önce de yaşandığının, en azından yoğun benzerlikler olduğunun kanıtıdır. Yani Türkiye Cumhuriyeti tarihi, gerçeği yaşayanlar ile yalanı yazanlar arasında gidip gelirken, aslında en büyük zararı 
yine Türkiyeli vatandaşlar görmüştür. Maddi olarak gerileyen ülkenin vatandaşları da manevi olarak daha doğrusu zihnen gerilemiş, irade bir türlü milletin eline geçmemiş, geçtiğinde zorla elinden alınmıştır. Halkın lehine(!) söylemleri ile yola çıkan darbe niyetleri, halkın aleyhine sonuçlar ile noktalanmıştır. 

Cumhuriyetin ilanından önce yeni Türk devletinin ilk siyasi partisi ‘ Halk Partisi ‘ 23 Ekim 1923'te resmen kurulmuştur. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. Bu dönemden 1945 yılına kadar alternatif bir parti kurmak maalesef mümkün olmamıştır. Ancak yıllar sonra 18 Temmuz 1945'te Milli Kalkınma Partisi ardından 7 Ocak 1946'da Demokrat Parti kurulmuştur. 


    14 Mayıs 1950'de yapılan seçimde Demokrat Parti iktidara gelmiş, 24 yıl kesintisiz tek başına iktidarda kalan CHP’yi yerinden etmiştir. Ülkenin darbeler tarihinin ilk adımı ise millete rağmen, milletin seçimi olan Demokrat Parti üzerinden kendine zemin hazırlamıştır. 

Devlet kuran zihniyet aynı kararlılık ile milleti de kurmayı, millet bu kurgunun dışına çıktığına şeklen belirli ölçülerde kalması için her türlü eylemi gerçekleştirmeyi meşru bilmiş bu nedenle bazı çevrelerce her zihnin kınaması gereken darbeler övülmüş, darbeciler alkışlanmıştır. Ancak millet geleceğim kaderimdir, kaderim seçimimdir vurgusunda ısrar etmiş, her darbe girişimi sonrasında darbecilere kapının yönünü sandıkla dahi olsa göstermiştir. 

İnsanların ekmek almak için dahi kuyruğa girdiği sefalet dolu yıllardan sonra millet, Tek Parti Döneminde yaşadıklarının acısını Demokrat Parti’yi iktidara getirerek çıkartmıştır. Bu refah ve demokrasiden kargaşa anlamı çıkartan, kendini devletin ve milletin efendisi sanan darbecilere, 27 Mayıs 1960 Darbesinin hemen ardından kapatılan partinin ardılı olan bir partiyi iktidara taşıyarak gereken cevabı vermiştir. Ancak gereken cevap gelene kadar kurgunun anlık vurgusunda; bir başbakan asılmış, milletin iradesi kılıçtan geçirilmiş, halen 
yürürlükte olan ve demokrasiye geçişimizin önündeki en büyük engel olan 1982 Darbe Anayasasının zemini hazırlanmıştır. 

27 Mayıs 1960 Darbesinin 50. yılında, devlet kuranların millet kurmasına muhalif bir duruşla, darbecilere yargı yolunu açacak, halen darbe arzusu taşıyanlara bir sonrakinin 

olmayacağını tebliğ edecek ve tüm bunları kanuna bağlayacak bir anayasanın yapılması gerektiği vurgusunda bulunarak bilinmeyenleri ile 27 Mayıs Darbesini konuşmaya açıyoruz. 



***



27 Ocak 2015 Salı

YİNE VE YENİDEN '' ATATÜRK ''





                        YİNE  VE  YENİDEN  
                                 '' ATATÜRK ''






Yine ve yeniden Atatürk
Düşkırıklıkları, üzüntüler ve kuşkularla bir yılı geride bıraktık. Ben, yeni yılı neş’eyle karşılamaya biraz da şaşıyorum. Aslında bir yıl daha yitiriyor, bir yıllık daha eski oluyoruz, zamanımız azalıyor. Gençler yenilendiklerini sanıyor. Kutlama, olsa olsa olumsuzlukları geride bırakıp can sıkıcı her şeyi unutarak umutla yeni yıla başlamak, kendine çeki düzen vererek geleceğe hazırlandığı kanısıyla, umutlanmaktır. “Umut imanın anasıdır” derler. Umutsuz yaşanmaz. Düşün ve ilke bağlamında, olumsuzluklar ne düzeyde ve ne ölçüde olursa olsun, umutsuzluğa düşmeden, karamsarlığı atarak, çabaları sürdürmek gerekir. Yılmak, yorulmak, hattâ dinlenmek bilmeden.
Ülkemiz, medyanın besleme bölümünün şakşakçılığının, pompalamasının, enflasyon rakamlarıyla oynamanın, yabancılar ve goygoycularla oynaşmanın tersine her alanda ağır sorunlarla karşı karşıyadır. İçerden yıkma, dışardan kuşatma girişimleri, günümüz iktidarının takiyyeci tutumu nedeniyle onur kırıcı olaylarla gelişmektedir.
Sanık topluluğu yasama organıyla yönetimde
Yerel seçimlerde daha çok oy toplayarak çoğunluk ve lider diktasını iyice pekiştirmek isteyen iktidar, ekonomik bağımlılığı siyasal uyduluğa dönüştüren davranışlarıyla yeni yeni çirkinlikler sergilemektedir. İstanbul Belediyesi ekibi devleti ele geçirmiş, dünyanın hiçbir demokrasisinde görülmemiş bir sanık topluluğu yasama organıyla yönetimde ağırlık sağlamıştır. Seçim öncesi verilen sözler unutulmuş dokunulmazlık zırhına sımsıkı sarılanlar rejimle sistemi biribirine karıştırarak böbürlenmeye hız vermişlerdir. Yeterli bilgi, eğitim ve deneyimleri olmamasına karşın demokrasi, devlet, din, lâiklik konusunda ancak tutucu, gerici, siyasal İslamcı kimi yazarları sevindiren güldürücü konuşmalar yapmaktadırlar. Halk dalkavukluğunun en kötü örnekleri kömür dağıtımı ve başka aldatmacaları, inanılması olanaksız partisel doğrultularını açıklamaları izlemiştir. “Uluslararası Muhafazakâr Demokrasi” toplantısında din konusundaki söylemleriyle çatışan eylemleri apaçık ortadadır. Dine siyaseti, siyasete dini katarak iktidar gücüyle şeriat düzenini gerçekleştirme çabaları sürmektedir. Siyasal islâmcı, köktendinci olmaktan başka bir özelliği bulunmayanları göreve getirerek kadrolaşma, YÖK, TÜBİTAK, TRT, sıkmabaş, Belediyeler, orman, vergiler konusundaki direnmeler, hukuka, Anayasa’ya, Cumhurbaşkanlığına, yargıya, Atatürk’e, lâikliğe, cumhuriyetin kurucusu Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne dış destekli, demokrasi kılıflı karşı çıkışlarıyla kendi kendilerini yalanlamaktadırlar. “Dinsel simge” saydıkları sıkmabaşı “türban” göstererek lâik devlete dayatmaları, kravatın da simge sayılabileceği savları, karagüldürünün yeni sayfalarını oluşturmaktadır. Bizim yıllardır söyleye yaza usandığımız gerçekleri şimdi kendileri saptamış gibi öğretmeye kalkışmaları gülünçtür. Lâikliğin değerini, önemini ve ülkemiz için yararını kavramış görünerek başvurdukları söylem, dış ve iç çevreleri kandırmaya yöneliktir. Gerçek olsa, içtenlikli olsalar Ürdün Kraliçesinden sonra Suriye Cumhurbaşkanının eşini de gördükten sonra sıkmabaşlı eşlerini yanlarına alırlar mıydı? Devlet adına AİHM’ne verilen savunmayı kişisel nedenle geri çekerek hem dâvacı hem tanık durumuna düşerler miydi? Önceki bağlantıları, yerleri, konumları, lâik cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı bilinenleri müsteşar, genel müdür, daire başkanı, vali, kaymakam yaparlar mıydı? Kimi vakıf üniversiteleri başta, yükseköğrenim kurumlarında, yargıda, yönetimde aşiret, tarikat mezhep yoğunlaşması tehlikeli açılımları çağrıştırmaktadır. Bir disiplin olan demokrasiyi kötü kullanıp devletin tek’liğini, ülkenin tüm’lüğünü, ulusun bir’liğini yıkmak isteyenler siyasal iktidara özenip öykünmekte, iktidarın sakıncalı hoşgörüsünden ve suçluluk duygusundan yararlanıp saygısızlıklarını biribirine eklemektedir. Çoğunluğun asıl öğesi kürt kökenli yurttaşlarımızı kürtçülük güdüsü ve yeni Sevr’ci yabancıların kışkırtmasıyla azınlık yapmaya uğraşmakta, yeni ayrılıkçı akımları yüreklendirmektedirler. Irak olaylarında savaş isteyen medya tetikçileri, ulusal onurumuza saldırıyı sindiren iktidarla birlikle pısırıklığı seçmiş, AB ve Kıbrıs konusunda “ver kurtulcu” aymazlıktan vazgeçmemiştir. Şimdilerde Türkiye karşıtı bir liderin AB’ye yamanma çabasını, Çankaya zirvesi sonunda yayımlanan bildiriyi değerlendiren gerici basın hiçbir çekinme duymadan, âdeta övercesine yanlış yansıtarak “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti kesin biçimde Annan Plânı’nda belirlenen çözüm iradesine sadakatini ilân etmiş oldu” diye vermekte, bağımsızlığı, güvenliği, anlaşmaları yadsıyıp sevinçle karşılamaktadır.
Muhafazakarlıkla demokratlık
birbiriyle bağdaşmaz
Muhafazakârlıkla demokratlığın, demokratlıkla muhafazakârlığın birbiriyle bağdaşmayacağı, bağdaştırma çabasının bir kandırmaca olduğu açıkken tersini savunup benimsetmeye çalışanlar, siyasal getiriler için dini bir araç kullanmakla inanç sömürüsünü yeğlemekte, dine düşmanlık yapmaktadırlar. Ne acı bir gerçek ki 80 yıl önce yıktıklarımızı, attıklarımızı yeniden edinmeye çalışıyor, gereksiz konuları tartışıyor, batı Mars’a yerleşmeyi tasarlarken tutucuların akıllarını inançla örtüp safsatalarla gündemi doldurmaları yüzünden dışlanıyor, horlanıyoruz. Yurdu kurtarıp devleti kuran, bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü, ulusal egemenliğimizi kazandıran, aydınlanma ile tüm çağdaş gerekleri sağlayan Atatürk’ün Sakarya Savaşı sonunda TBMM’nce verilen “mareşal” rütbesiyle “gazi” ünvanından rahatsızlık açıklayanlarla utanmadan onu destekleyenler çıkmıştır.
İncirlik Üssü’nün kullanımı Anayasa’ya aykırıdır
Anayasa’ya aykırı biçimde, tıpkı Irak’la ilgili “mutabakat tutanağı”nda olduğu gibi İncirlik Üssü’nün yabancı silâhlı güçler için kullanılması olayı yaşanmaktadır. Kendini anayasa yerine koyan, her şeyi koşullandığı yanlış din anlayışıyla ölçüp biçen siyasal iktidar, ABD’nin deneme tahtasına dönmüştür. Hiçbir kurula, hiçbir organa aldırmamakta, aklına estiği ya da ABD’nin ve AB’nin istediği gibi davranmaktadır. ABD’nin Irak’ta kürt devletinin oluşumuna kol-kanat germesi ya da oluşturma çabaları, sözcülerinin “Irak’ta halklarının kendi yönetimlerini kurma çalışmalarını destekliyoruz” açıklamasıyla belirginleşmişken tepkisiz duruş, Bush’un buyruklarının yerine getirilmesini isteyerek Washington’a koşullu gelinebileceği uyarısına boyun eğiş, hepimizi düşündürmelidir.
Köktendinciler için sıkmabaş bağımsızlıktan daha önemli
Öyle anlaşılmaktadır ki “Siyasal İslâm”ın ayırdında olmayanlar “Ilımlı İslâm”ı uydulaştırma aşısı olarak benimsendiğinden onlar için Kur’an kursu, İmam-hatip okulu, sıkmabaş, arsa zenginliği, bağımsızlıktan, özgürlükten, Türkiye’nin güvenliğinden ve geleceğinden, Kıbrıs’tan daha önemlidir. İnsanlık demokrasi, hukuk, onur, başka bir şey bu kesim için hiçbir anlam taşımamaktadır. Lâik Atatürk Cumhuriyeti’ni yabancıların ayağına düşürenlerin düşkünlüğü güç tanımlanır.
Köktendincilerle önyargılı ve koşullanmış sözde aydınların benzer yanları çoktur. Köktendincilerde terbiye yoktur. İnsanlığın en sağlıklı, en gerçekçi göstergesi insana, kişiliğe, onura, ada ve soyadına, göreve saygı yoktur. Kalemleri, dilleri pistir (Yüreği, duygu ve düşüncesi temiz olanın eli ve dili pis olmaz). Saldırır, yalan söyler, görev yapmayı suç sayar. Siz ulusa, ülkeye, bu varlıkları kapsayan devlete hizmet edersiniz, onlar inancı sömürerek her kötülüğe hizmet eder, teröre araç olur, hattâ terörist olur. İnsanları inancıyla değil, tutumlarıyla değerlendirmez, kendilerine hiç bakmazlar. Sözde aydınlar da değişik aşağılık duygularıyla küçülür, alçalır, halkın sevdiği kişileri “allerjik buluyorlar” diye karalarlar. Köktendinciler adlarını duydukları yandaşlarıyla buluşup birbirlerini kollayıp gözetirler, önemli görevlere en olmadık kimseleri getirmekten kaçınmazlar. Kendini aydın sanan ya da öyle sanılanlar da tüm bağları gözardı edip birbirlerini çekiştirir, karalar, engeller, yıpratır ve yıkar.
Köşesinde oturanların çalışan gençleri eleştirmesi acıdır
Toplumumuzda giderek yaygınlaşan bir umutsuzluk ve aldırışsızlık seziliyor. Gelecek için en tehlikeli belirti budur. Ekonomik, siyasal, hukuksal iç ve dış sorunların kaynağında toplumsal karakterimiz yatmaktadır. Bu değerdeki bozulma kaygı verir. Atatürk ve lâik cumhuriyet karşıtlarının dayanışmasıyla oluşan iktidarın karşısında özveriyle çabalayanların, hiçbirşeye karışmak istemeyen, çekici olanaklar ve koruma önlemleriyle yaşamlarını sürdüren kimi emeklilerce eleştirilmesi, ortamın köktendincilere bırakılmasının ilgisizlikle karşılanması acıdır. Siyaseti “öcü” gösterip tribünde oturanlar, binbir güçlükle savaşıp bir şeyler yapmaya çalışan gençleri, sağlıklarını, mutluluklarını, güvenliklerini düşünmeden çalışan, varlıklarını hiçe sayan insanları kınayıp köşelerinde oturdukça aydınlığa çıkılamaz.
Aklın gücü, bilginin yararı, bilimin atılımları, uygarlığın olanakları zamanı durdurup mesafeleri yok ederken, yaratıcılığın ürünleri kapışılırken, inanç bağımlılığı, tutuculuk, yazgıcılık, küf, pas, karanlık, kan ve ölüm getiriyor. Çelişkili sav ve savunmalarla, abartı, yalan ve bahanelerle köktendinciliği “demokratikleşme, bireyselleşme, uygarlaşma” diye dayatıp devletin yapısını ve yönünü değiştirmeye çalışan sabıkalı-sabıkasız medya ve siyaset simsarlarına kanılmamalıdır.
İlke için özveri büyüklüktür
Gericiyi sevindiren, ilerici olamaz. Kavgayı gericiliğe karşı verecek yerde kendi kendisiyle, ilericilerle kavgaya tutuşan, gücünü ilericilere karşı kullanıp gericileri mutlu ve başarılı kılan aymazlar var. Atatürk düşmanlarının medyada, üniversitelerde, yargıda, yönetimde, siyasette, her yerde dayanışmasına karşı Atatürkçülerin dağınıklığı, değişik nedenler yaratarak birbirlerine karşıtlığı, yalan-yanlış yazılarla güç kırıcılığı ve güven yıkıcılığı, selâm vermekten kaçınma, yüze bakmaktan utanma durumu ibretlik görünümlerle sürüyor. Hele kimi çocukların yetişmelerine katkı verenleri karalamaya araç olmaları bozulması. Gerçekdışı savlarla, iftiralarla karalama aşağılıkları, kişiliklerini, düzeylerini gösteriyor. İlkelere verdikleri zarar, öbür yana kazandırdıklarıdır. Siyasal partilerin işlerini, niçin kurulmak zorunluluğu doğduğunu, gerçek sorumluların, bölücülerin kim olduğunu öğrenip saptamadan gelişigüzel suçlamalar duyuluyor. Önerip öncülük yapanların dönüşü kişilik çözülmesidir. Birleşip güç kazanma çabalarını anlamayanlar, işin kolayına kaçanlar, ilkesizler, dâvanın önemini kavrayamayanlar, nefesi tükenenler, birer bahane bulup kaçıyor. Yerel seçimlerde işbirliğini, partisine bakmadan ilerici adayı desteklemeyi yanlış değerlendirip “ittifak” sayanlar da var. Program ve tüzük düzeniyle birleşerek büyüyüp güçlenmek, yasa kurallarına uyum zorunluluğuyla “katılma” yöntemi küçük düşürmez. İlke için özveri, başlıca büyüklüktür. Ülke yararı önceliklidir. Bireysel davranmamalı, ortak sorumluluk, paylaşma, katkı yeğlenmelidir.
Hukukun gücü değil
güçlünün hukuku geçerli
“Değişim”in mumu bırakınız yatsıyı, ikindiye varmadan söndü. İktidardakilerin hangi sözüne güveniliyor? Değişenler, sakıncalıları, lâik cumhuriyet karşıtlarını etkin yerlere getirir, orada tutar, korur, savunur, cumhuriyetçilerin hedef gösterilmesine katlanır, bu yoldaki kalkışmalara olur verir mi? Kimilerinin, beslemelerin, önceki dönemde başlayan önlemleri, sıkıntıları, yoksunlukları, yolsuzlukları unutturup “ekonomik başarı” dan sözetmesi tepkiler almaktadır. Yurttaş, yalnızlık içindedir, yokluk çekmektedir. Alım gücü düşmüş, hattâ bitmiştir. Memur, işçi, emekli perişandır. Hekimler, öğretmenler, teknik adamlar geçinecek ücreti alamamaktadır. İlâçlar pahalıdır. Öncekinden ucuz, fazla bir şey alınmamakta, ekmek ve et zamlanmakta ama siyaset giderek paralanmaktadır. 12 Eylûl’ün Anayasa yargısı dışında bıraktığı siyasal partilere Hazine yardımı olmasa, kaynak için üniversitelerin araştırma giderlerine el konulmasına gerek kalmazdı. 2004 yılında AKP’ne 52.6, CHP’ne 29.6, Genç Parti’ye 11, DYP’ne 7.3, MHP’ne 6.4 trilyon verilmesi büyük bir katkıdır. Devletin verdikleriyle bu partilerden aldığı karşılaştırılırsa katkının gereksiz olduğu daha iyi anlaşılır.
AKP ilk Büyük Kongresi’ni, Siyasal Partiler Yasası’nın 14. maddesinin yedinci fıkrasının öngördüğü iki yıllık sürede yapmadığı için dağılmış durumdadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ile Yüksek Seçim Kurulu’na bunu anlatamamak üzücüdür. Hukukun gücü değil, güçlünün hukuku geçerli olursa yarınlarda daha büyük aykırılıklar yaşanır. Gerçekte AKP kimlik arayışında, dincilik dışında siyasal ilkesizliğin bocalaması içindedir. Suçlu bulunan eski ustalarını kimileri gibi kurtarma hazırlıkları yapmaktadır. Karşıdevrimciler çığ gibi büyürken bizlerin azalması acıdır.
“Uyum” yasaları “uyuşturma, uyutma” düzenlemeleridir
AB’ne girme umudu ve telâşıyla çıkarılan uyum yasaları çoğunlukla bir şey getirmemiştir. Bir tür “uyuşturma, uyutma” düzenlemeleridir. AB yetkili ve sözcülerinin açıklamaları ülke güvenliği ve bütünlüğüne, devlet yapısına kadar uzanan öldürücü ödünleri gündeme getirmektedir. Başta Siyasal Partiler ve Seçim Yasaları olmak üzere birçok antidemokratik kurala, dokunulmazlığa dokunmayan iktidarın, tersine, kötüye doğru değişikliklerle kendini güvenceye alması, kafasındaki düzeni gerçekleştirme çabası gözden kaçmamaktadır. Seçimleri kazanmak, belediyeleri almak için her şey yapılıyor. Özellikle büyük belediyelerin kaynakları çok yarar getiriyor, iktidara oralardan geliniyor. Kimsede, bütçe açıkları, ödenecek faizler, iç ve dış borçlar, kapanan girişimler, özelleştirme donanımları ve elden çıkarılacak varlıkların doğuracağı boşluk, yaratacağı yoksunluklarla ciddi bir ilgilenme görülmüyor. Herşeyi bırakan iktidar militanları Atatürk’e ve Silâhlı Kuvvetler’e karşı güç gösterisine girişip olmadık söz ve eylemlerle gündemi değiştirip yol alıyorlar. Çoğunluk da izliyor, hattâ mutlu olduklarını söyleyenlere rastlanıyor. AB’ni aş ve iş kapısı sanarak aldanan niceleri de ayrı. İktidarın ulusumuza, devletimize yaraşırlığı tartışılmaktadır.
Yeni YÖK Başkanı’nın
olumlu belirtileri
Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nu siyasal iktidarın eline bırakılacak kural değişikliğine karşı çıkmamız yargı kararıyla doğrulandı. Karar yayımlanmadığı için TÜBİTAK atamaları gibi Kızılay yönetimi de değiştirildi. Zamanında duygusal davrananlar şimdi kendilerini özeleştiriye bağlı tutmalı bu nedenle yitirilenler anılmalıdır. Tıpkı yıllar önce “Demokrasinin mezarı demokrasiyle kazılıyor” sözünü unutup bugünkü yinelemelerin yeni sanılması gibi.
İktidarın başı lâiklik konusunda mantığa aykırı görüşler ileri sürmekte, çelişkili sözler etmektedir. Suskunluktan güç alan tehlikeli gidişi ilgili çevreler değerlendirmelidir. Üniversiteler miskinler tekkesi, yeni dergâhlar değildir. Yeni YÖK Başkanı’nın öğrencilerle ilgisi, ilkelerden ödün vermeme sözü geleceğe ilişkin olumlu belirtilerdir. Çağdaş ve özerk üniversite özlemi, anlayıştan uygulamaya değin yanıt bulmalıdır.
Batı’nın Sevr özlemi
Yasamadaki ve yönetimdeki soydaşları ile yandaşlarına güvenen kürtçülerin tutumu, Irak’takilerin “Meclis’te 260 kişi bizden” sözünü anımsatmaktadır. Toplumsal barış, ulusal dayanışma yıkılırsa hiçbirşey tutulamaz. Osmanlı’nın son dönemini hayal eden Batı’nın yeni Sevr özlemini unutanlar sakıncaları göğüsleyemezler. Yayılmacı, sömürgeci, emperyalist batı küreselleşme avutmasıyla her yeri avucuna almaya çalışmaktadır. Magazin medyası bu oyunun ülkemizdeki oyuncağıdır. “Irak’ı böldürtmeyiz” diyenler Türkiye için ne diyorlar? Ses çıkarırlar mı? Yıllarca PKK’yı, Apo’yu silâhlandırıp besleyenler, teröre omuz verenler? Kürt devletinin desteklenmesi için yazılan mektuplar, ABD’nin PKK ile pazarlığa zorlaması, aynı anda ve aynı masada medeni nikâhla dinî nikâh aykırılığı, Atina Başpiskoposu Hristodulos’un sözleri, Türkiye’deki Rum Patriğin istekleri, Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis’in “Kıbrıs’ın elen zaferi”nden söz eden Noel Mesajı ile 1930 Türkiyesi’ni karalama saçmalıkları birbirine eklenince yıkım izlencesi somutlaşıyor.
Eğitime, bilgiye, ahlâka gereken önem veriliyor mu? Öğrencilerini kurtarmak için yaşamlarını yitiren Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesi Ortadirek Köyünün genç öğretmenleri Burçin Uysal ve Aysun Kayalar’ı kaç kişi biliyor? Görev şehidi bu eğitim kahramanlarının anıları önünde saygı ile eğilip benzer olayların önlenmesi için çalışmalar yapılmalıdır. Bu arada PKK’nın Doğu ve Güneydoğu’da yalnız 1980-1990’da 400’e yakın okul yakıp 150’ye yakın öğretmeni öldürdüğü unutulmamalıdır.
Atatürkçülük tam uygulansa
bu durumlara düşmezdik
Nakşibendilerin 1900’ün başından bugünlere değin yaptıkları, kimler ve nerelerde oldukları da unutulmamalıdır. TÜBİTAK’ın “Vizyon 2023” çalışmalarını ABD dayatmasıyla engelleme, Genelkurmay Başkanı’nın konumu gereği doğal tutumunu işlerine gelince özel bulup övme, Denktaş’ı etkisizleştirip dışlama oyunları, yaşam gerçekleriyle alay edercesine, %16’ya ulaşan işsizliği unutup ulusa seslenme, şeyhlerin sakalını, siyasetçilerin elini öpme kuyrukları, kreşlerde şeriat eğitimi, eş-dost için yasa çıkarma, kimi illerde karakollara saldırı ve teröristlere övgüler, Başbakan’ın “Ulusun Anayasa’dan memnun olduğu” söylemi, şirket ortaklığı, sıkmabaş zorlamaları, işçileri azarlaması, asgari ücret oyalaması, Türkçeyi doğru dürüst konuşamayan Bakanlar, seçilmek için parti değiştiren çıkarcılar, oy için dinsel söylemlere ağırlık verilmesi, İBDA-C bombacılarının şehit sayılması önerisi, kimi milletvekillerinin “Şeyh” denilen tarikatçılara bağlılığı (aslında bağımlılığı) ve TÜSİAD’ın Anayasa taslağı birlikte düşünülürse AKP’lilerde kılık, biçim, görünüm, yöntem değişikliği sözkonusu olabilir ama anlayış, amaç, kafa değişikliği asla. Kadrolaşmaya, gidişe bakarak bunlar hakkında yargı, kanı, yeterince oluşur. Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı’nın içeriği “niyet” lerinin göstergesi değilse, bilgisizliğin ve yetersizliğin belgesidir. Gericilik gerilemiyor, ilerliyor. Benim görevdeyken yaptığım tören konuşmalarında değindiklerim doğrulanıyor. 1950 sonrasını yöneticilerin yanlışlık ve kusurlarını bırakıp “Faturayı Kemalizm’e kesmek gerektiğini düşünmeliyiz” hinliğini seslendiren “aklı evvel” ler yetişmiş. Kemalizm-Atatürkçülük tam uygulansaydı bu durumlara düşmezdik. Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşıtlığı beceri sayan aymazlık ve sapkınlık giderilmez sayrılık durumunu aldığından saçmalıklar yaygınlaşıyor. Yine de Atatürk, yeniden Atatürk!.. Bağımsızlığın, özgürlüğün, barışın, bilimselliğin, cumhuriyetin simgesi, Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşan Atatürk!...

http://www.turksolu.com.tr/48/ozden48.htm

..