8 Mart 2015 Pazar

Özal, Kürtlük ve “Federasyon”




Özal, Kürtlük ve “Federasyon”



Kürtlük vurgusu yapan lider













Barzani e Özal















Celal Talabani

Turgut Özal’ı daha önceki Kürt-İslamcı politikacılardan ayıran en önemli özelliklerden biri kendisinin de Kürt olduğunu bilinçli olarak vurgulamasıydı. Turgut Özal’ın siyaset sahnesinde esas olarak çıktığı tarih 1983’tü. Bu ANAP’ın kuruluşu ve tek başına iktidara geldiği yıldı. Hemen bir yıl sonrasında da PKK’nın silahlı eylemleri başlamıştı. Gerçi PKK 1978’de kurulmuştu ama 1980’e kadar sadece güneydoğuda hâlâ etkisi olan Türk sol örgütleriyle ve Kürt gruplarıyla çatışmıştı. Apo, Türkiye’den 12 Eylül 1980’den önce ayrılmış, militanlarını gerçekte Lübnan’ın parçası olan ama Suriye denetiminde bulunan Bekaa Vadisi’nde eğitmişti. Kendisi de Şam’da kalıyor ve Suriye devleti tarafından korunup kollanıyordu. 1984’te artık şartları olgunlaşmış bulmuş olmalı ki ilk saldırı emrini verdi. Şemdinli ve Eruh PKK’lılar tarafından eş zamanlı olarak basıldı. İlk başta “Birkaç eşkıyanın işi” olarak görülmek ve gösterilmek istense de arkasında neredeyse tüm bölge ülkelerinin ve emperyalist güçlerin bulunduğu bir bölücü terör gerçeği artık Türkiye’nin en önemli gündemi olacaktı.
PKK sadece devlet güçlerine saldırmadı. Bölgede Türk olan her şeye savaş açtı. Türk öğretmenleri, doktorlar, mühendisler, işçiler hedef oldu. Devletten yana olan aşiretler, kendilerine katılmayan köylerin halkı gibi aslında Kürt hedefleri olan kesimler de PKK’nın vahşetinden nasibini bolca aldı. PKK’nın bu yıldırma ve tedhiş stratejisi zamanla sonuç verdi. Sadece ölüm korkusundan PKK’ya yakın davranan Kürtler değil, aynı zamanda solun önemli bir kısmı da PKK’nın peşine takıldı. Artık güneydoğuda siyasî güç olarak sadece PKK ve Kürt-İslamcı RP kalmıştı.
Turgut Özal tam da bu ortamda günümüzde AKP’nin açılım politikalarının ilk örneğini oluşturan bir yola girdi. O güne kadar tüm sağcılar Kürt-İslamcılarla, şeyhlerle, aşiretlerle işbirliği yapmış olsa da devlet politikası olarak ayrı bir Kürt kimliğinin tanınması söz konusu değildi. Özal’ın “Benim anneannem de Kürt’tü” ve “Kürt sorununu muhakkak çözeceğim” çıkışları işin rengini değiştirdi. Tabii ki isteyen herkes kendisini Kürt olarak tanımlayabilirdi ama devletin başındaki bir kişinin bu söylemi, devletin Kürtlüğü ayrı bir kimlik olarak tanımlamasının ilk aşaması oluyordu. Ayrıca o güne kadar “terör” olarak adlandırılan PKK olayının “Kürt sorunu” olarak tanımlanması da işin önemli bir boyutu olmuştu.

1991’de ABD’nin Irak’a saldırısı, fiili Kürt bölgesi ve Türkiye
Aslında hayata geçirilmeye başlanan esas şey ABD’nin Kürt devleti projesiydi. 1991’de Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın Kuveyt’i işgali yeni bir süreci tetikledi. İşgalin hemen ardından ABD ve müttefikleri Irak’a saldırdı. Kuzeyde de Barzani ve Talabani Irak yönetimine karşı ayaklandı. Irak, İran, Suriye ve Türkiye’deki Kürtler en başından beri Ortadoğu politikasının çok taraflı kullanılmaya hazır kartlarıydı. Ama artık ABD kararını vermişti. Ortadoğu’da bir Kürt devleti kurulacaktı. Fakat bu adımları atarken bir taraftan da Özal’ın iştahını kabartmaktan da geri durmadılar. Özal’a önerilen şuydu: Türkiye, ABD’nin saldırısına kuzeyden katılacak bunun karşılığı olarak da Musul ve Kerkük de içinde olmak üzere Kuzey Irak, Türkiye’nin denetimine verilecekti. Özal bunu “Bir koyup üç alacağız” şeklinde açıklıyordu.
Ama ABD açısından mesele daha farklı bir perspektif içeriyordu. Özal tam da bu dönemde Kürt meselesi ile ilgili olarak “federasyon” fikrini ortaya attı. “Federasyon dâhil her şey tartışılmalı” diyordu. Ama Özal’ın nasıl bir “federasyon” tanımı yaptığı hâlâ tartışmalıdır. Bu Türkiye’nin güneydoğusunu federe bir devlet yapmak anlamında mı sarf edilmiş bir sözdü? Yoksa Kuzey Irak Kürtlerinin Türkiye’ye katılarak bir federasyon olmak mı kastedilmişti? Bu ikinci seçenekte Türkiye’nin Kürtlerin yaşadığı bölgeleri de Kürt federe kısmına mı dâhil olacaktı? Özellikle PKK gibi bir etken varken bunun sonucunun buraya varacağını kestirmek de güç değildi.
Bugün Özal’ı savunanlar, Özal’ın Kuzey Irak’ı Türkiye’ye katacak bir “federasyonu” ima ettiğin ileri sürmekteler. Fakat dediğimiz gibi bu gerçekten böyle olsaydı bile sonucu Erbil-Diyarbakır hattında bir federe Kürt devletinin oluşması ve bunun da zamanla bağımsızlığa yol alması demek olacaktı.
Bugün tüm bu tartışmaların ötesinde bir gerçek vardır ki o da o veya bu anlamdaki “federasyon”un Kürt meselesindeki tartışmalara yine Özal tarafından sokulmuş olduğudur. Neticede Özal’ın “Kürtlük” çıkışı da “federasyon” söylemi de sadece ve sadece Kürtçülüğü meşrulaştırılması sonucunu doğurmuştur.

Özal’ın Barzani ve Talabani ile ilişkileri
Özal’ın Kürtlere tanıdığı imkânlar bularla da sınırlı kalmadı. 1991 Irak Savaşı’nın ardından Saddam Hüseyin’den kaçan peşmergelere Özal sınırları açtı. Bununla da kalması Türkiye açısından o güne kadar sadece birer aşiret reisi olan Mesut Barzani ve Celal Talabani devlet nezdinde kabul gören kişiler haline getirildi. Turgut Özal her ikisini de Ankara’ya davet etti, bizzat görüştü. O yıllarda dünya ile ilişki kuramayan hatta Irak’tan çıkamayan bu iki isme Türk pasaportu sağlandı. Bu gerçekte Kuzey Irak’ta ABD desteğiyle oluşturulan fiilî Kürt bölgesinin Türkiye tarafından tanınması anlamına gelecek bir uygulamaydı. Türkiye’ye yerleştirilen ABD Çekiç Gücünün koruması altında, 36. paralelin kuzeyinde rahatlayan Barzani ve Talabani bir de Türkiye’nin daha doğrusu Özal’ın bu tavırlarıyla daha da rahatlamış oluyorlardı.

Peki, Özal bu yaptıklarının semeresini görebildi mi? Gerçekte Özal’ın Kürtleri kendi eksenine sokma çabalarının karşılığı tam bir sıfırdan ibarettir. Birincisi Barzani ve Talabani asla Özal’ın uydusu ya da Türkiye’nin müttefiki olmadılar. Onların kendilerine göre bir yol haritaları vardı ve asıl patronlarının her zaman ABD olduğunun bilincindeydiler. Özal’ın ve Kürt meselesindeki akıl hocalığını yapan eski Aydınlıkçı Cengiz Çandar’ın hayalleri tabii ki çökmüştü.
İşin Türkiye’nin güneydoğusundaki cephesine bakarsak da yine Özal’ın hiçbir şey elde edemediğini görürüz. 1987 seçimlerinde hâlâ oy alabildiği Kürtler bir daha ANAP’ın ya da diğer merkez sağ diyebileceğimiz güçlerin yüzüne bile bakmadılar. Kürtlerin önemli bir kısmı 1984 Yerel Seçimlerinden beri RP’yi tercih etmeye başlamıştı bile. Diğerleri de artık PKK’nın kurdurduğu partilere ve adaylara oy vereceklerdi. Kısacası Özal’ın Kürt-İslamcı politikalar sadece güneydoğuyu daha da Kürtleştirmeye, Şeriatçılığın ve Kürtçülüğün zeminini kuvvetlendirmeye yaramıştı. Fakat bu zemin değişimi sadece burada da kalmayacak tüm Türkiye’de bundan etkilenecekti.

Özallı yılların sonucu: 12 Eylül’ü tamamlayan Kürt-İslamcı tahribat
Özal, 1993’teki ölümüne kadar ama özellikle de 1983-1989 arasında başbakan olduğu altı yıllık dönem içerisinde Türkiye’de birçok değişim yarattı. Ekonomideki liberalleşme ve genişleme gibi birçok alanda yaşanan dönüşümleri olumlayanlar da eleştirenler de çoktur. Biz de eleştirel saflarda olmamıza karşın meselenin bu yönlerine çalışmamızın içeriği açısından değinmeyeceğiz.
Bizim açımızdan tespit edilmesi gereken ilk şey aslında Özal döneminin 12 Eylül’ün gerçek bir tamamlayıcısı olduğudur. Türk-İslamcılık görüntüsü altında 12 Eylül’ün kurmak istediği Kürt-İslamcı ideolojik ve siyasal ortam Özal’ın attığı adımlarla tamama erdirilmişti. Daha önceden de bahsettiğimiz devlet içindeki Nakşibendî yaygınlaşması bu dönemin genel karakteridir. Bu nedenle özellikle eğitim sahasında Türk-İslamcılık olarak belirlenen çizgi milliyetçi insanlar değil dinci eğilimli kişiler yetiştirmiştir.
Bunun yani dincileşmenin yanı sıra Özal’ın Kürt eksenli çıkışları da yine dincilik gibi Kürtçülüğün de güç kazanmasına neden olmuştur. 1980 öncesinde nispeten küçük ve marjinal algılanan dincilik RP ile beraber bu dönemde önemli bir hamle yapmıştır. Yine kayda değer bir gücü olmayan Kürt örgütlerinin yerine geçen PKK, hem silahlı gücüyle hem de öyle ya da böyle aldığı oyla bir güç haline gelmiştir. 12 Eylül solu ezmiş, toplumda siyasal alanda doğan boşluk ise iki akım tarafından doldurulmuştur. Yine daha önceden de tespit ettiğimiz gibi gerçekte Kürtçülük ve İslamcılık olarak ayrı ayrı ele alınan bu iki akım tek bir Kürt-İslamcılığın iki kolu olmuştur.
Özal döneminin en kısa tahlili şudur: 12 Eylül’ün Kürt-İslamcı tahribatı tamamlanmıştır…

Turgut Özal Dönemi ve Nakşîler




Turgut Özal Dönemi ve Nakşîler








Özal kimdi ve nasıl parladı?






Kenan Evren ve Turgut Özal











Korkut Özal, Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu

Peki, tüm bu Nakşî ya da bir şekilde İslamcı bakanlar ne yaptılar? Birincisi ciddi hem de çok yaygın bir Nakşibendî kadrolaşması devlet içinde yerleşti. Bu Türkiye’nin toplumsal ve siyasî zemininin daha da sağa kaymasında neden olacaktı.

12 Eylül 1980 darbesinin ardından Türkiye’de siyasette yeni bir isim parlayacaktı: Turgut Özal. Gerçekten de Turgut Özal 1980’den 1993’teki ölümüne kadar Türkiye’nin bu on üç yılına (hatta belki daha sonrasına da) damgasını vurmuştur. Özal kimdi? Nasıl bir anda bu kadar parlamıştı? Kimlerden destek almıştı? Amaçları nelerdi?
Turgut Özal 1927’de Malatya’da doğmuştu. Anne tarafından Kürt’tü. Bu Kürt kimliği onun sık sık vurguladığı ve hayatı boyunca attığı adımlarda da etkisi olan bir öğedir. İTÜ’de okur. 1950 yılında da mezun olur. Daha öğrencilik yıllarında sağcı çevrelerle ilişkileri vardır. Devlet kurumlarında ve özel sektörde çalışır. 1965’te Süleyman Demirel’in danışmanlığını yapar. Siyasete girişi ise nispeten daha geç, 1977’de olacaktır.

Turgut Özal’ı siyasete çeken kişi kardeşi Korkut Özal olmuştu. Korkut Özal bilindiği gibi MSP’liydi. 1973’te MSP’den Erzurum milletvekili olmuştu. Ayrıca MSP’nin önde gelenlerin birçoğu gibi o da İskenderpaşa Nakşibendî Dergâhı’yla ilişkiliydi. Bu bağlarını da az çok her zaman korumuştur. 1977 Genel Seçimlerinde bu sefer Turgut Özal da MSP’den İzmir milletvekili adayı olur. Fakat seçilemez. Bunun üzerine bürokrasiye geri döner. Birkaç yıl sonra esas siyasî çıkışı gelecektir.

1979’da kurulan 12 Eylül’den önceki son Demirel hükümeti döneminde Başbakanlık Müsteşarı olur. Aynı zamanda DPT’de görevlidir. Fakat bu hükümet çok uzun ömürlü olamayacak, 1980 darbesi siyasî hayatı felç edecektir. 

Fakat bu ortam Turgut Özal için bir şans olur.

12 Eylülcüler, Bülent Ulusu’yu hükümet kurmak için görevlendirirler. 21 Eylül 1980’de de Ulusu’un başbakanlığında Türkiye’nin 44. Hükümeti kurulur. Bu hükümet 1983’ün sonuna kadar görevde kalacaktır. Turgut Özal bu hükümette Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak göreve gelir. 1977 Seçimlerinde kazanamadığı başarıyı, 12 Eylül sayesinde fazlasıyla kazanmıştır. Özal 14 Temmuz 1982’deki istifasına kadar bu görevde kalır. Artık kamuoyunda iyi tanınmaktadır. Ve kafasında başka planlar vardır. Sıra bunları uygulamaktadır.

ANAP kuruluyor ve iktidar oluyor
Turgut Özal 20 Mayıs 1983’te Anavatan Partisi (ANAP) adında bir parti kurdu. ANAP ve Özal “dört eğilimi” birleştirme iddiasındaydı. Yani 1980’den önce siyasette bulunan dört büyük partiyi kastetmişlerdi: CHP, AP, MHP ve MSP. Bu her anlamda çok akıllıca bir hamleydi çünkü hem bu partiler hem de liderleri olan Ecevit, Demirel, Türkeş ve Erbakan siyasî yasaklıydı. Bu yasakların uzun zaman sürme ihtimali vardı. Bunların tümünün orta düzey yöneticileri boştaydı ve kitleleri öyle ya da böyle bir yere oy verecekti. Üstüne üstlük 12 Eylül’ün yarattığı umutsuzluk ve karanlık ortamı insanları yeni bir arayışın peşinden sürükleyebilirdi. Özal tüm bu müessirleri çok iyi değerlendirmişti.
6 Kasım 1983’te yapılan genel seçimlere darbecilerin izin verdiği üç parti katılabilecekti. Bunlardan biri Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi’ydi ki 12 Eylül’ün partisi olarak tanınmıştı. Diğeri ise Necdet Calp’ın iyice törpülenmiş sosyal demokrat görünümlü Halkçı Partisiydi. Darbeciler özellikle MDP lehine ve ANAP aleyhine çalıştılar. Sonuçsa beklentilerinin tam tersi oldu. ANAP seçimden ciddi bir başarıyla çıktı.

ANAP % 41 oy alarak 211 milletvekili çıkartmıştı ve tek başına hükümet kurabilecek duruma ulaşmıştı. Gerçi bu Özal’ın gerçek rakiplerinin sahaya çıkamadığı bir müsabaka olmuştu. CHP’lilerin kurduğu SODEP, MHP’lilerin Mehmet Pamak’a (sonradan Mazlum-Der başkanı Kürt-İslamcı) kurdurdukları Muhafazakâr Parti ve MSP’lilerin Refah Partisi darbecilerin vetosuna uğramıştı. Özal’ın başarısının temelinde tüm bu faktörler fakat en çok da 12 Eylül’ün bizzat kendisi vardı.

Turgut Özal 13 Aralık 1983’te ANAP’ın ilk hükümetini kurdu. Artık Özallı yıllar başlamış oluyordu. Daha bu ilk hükümette Millî Eğitim Bakanlığı yapacak olan Vehbi Dinçerler Nakşibendî bağlarıyla başta eğitim olmak üzere tüm alanlarda yaşanacak gelişmeleri haber verir gibiydi.

ANAP ve Nakşîler
ANAP gerçekten iddia ettiği gibi “Dört Eğilim”i bünyesinde sentezlemiş bir parti miydi? Pek öyle olmadığı anlaşılıyordu. Bunun da ötesinde bu birbirinden çok farklı eğilimlerin sentezlenmesinin mümkünlüğü de çok tartışma götürürdü. Fakat ANAP açısından dikkat çekici bir gerçek vardı: 1980 öncesinde MHP ve MSP içinde mücadele etmiş, sağ kesimin militanlığını yapmış birçok isim önemli yerlere gelebiliyordu. Kimi MTTB’li, kimi Aykut Edibali’nin Mücadele Birliği çevresinden, kimi eski MSP’li çokça isim bakanlık dâhil üst basamaklara tırmanmışlardı. Kaldı ki Turgut Özal’ın bizzat kendisi de eski bir MSP’liydi.
Burada önemli olan bir nokta da Özal ailesinin İskenderpaşa Nakşîleriyle ilişkisiydi. Bilindiği gibi İskenderpaşa Dergâhı ve şeyhi Zahit Kotku, MNP ve MSP’nin kuruluşunda çok etkili olmuşlardı. Fakat bir süre sonra Erbakan’ın kendi bildiği gibi davranması Cemaat açısından önemli bir sukutuhayal olacaktı. 1980 yılında Şeyh Mehmet Zahit Kotku’nun vefatının ardından yerine damadı ve İstanbul Üniversitesi’nde profesör olan Mahmut Esat Coşan geçti. Erbakan’la Coşan’ın ilişkileri ise önceki döneme göre daha da gerginleşecekti. Bu noktada İskenderpaşa Cemaati, Erbakan yerine daha çok gelecek vaat ettiğini düşündükleri Turgut Özal’a destek verdi. Ki Özallar da Cemaat için yabancı bir aile değillerdi. Özellikle Korkut Özal, İskenderpaşa’nın önemli bir mensubuydu.
Aile o kadar Cemaatle iç içeydi ki 1988’de anne Hafize Özal vefat ettiği zaman Süleymaniye’de Zahit Kotku’nun medfun olduğu yerde toprağa verilecekti. Aynı şey Özalların küçük kardeşi Yusuf Bozkurt Özal için de 2001’de tekrarlandı.
Gerçi Turgut Özal’ın ilişkileri tarikatla da her zaman pragmatik kalacaktı. Fakat diğer taraf açısından da aynı faydacı tutum söz konusu olduğu için bu ittifak çok kolay oldu. 1987 Genel Seçimlerine gidilirken ittifak daha belirgindi. Oluşan kabinedeki Kürt-İslamcı ağırlık da ona göre olacaktı.

1987 Seçimleri ve tekrar Özal Hükümeti
29 Kasım 1987’deki seçimlere ANAP yine Özal liderliğinde gitti. Fakat artık siyasî yasaklar kalkmıştı ve Özal’ın karşısında gerçek rakipler vardı. Bu rakipler bölünmüş ya da yıpranmış olsalar da sonuçlara tesir edeceklerdi. ANAP’ın oyları % 8,8 kadar düşerek % 36’da kalmıştı. Ama bu gene de tek başına hükümet kuracak kadar sandalye kazanmasını sağladı. Bu tabloda seçim barajının da etkisinin olduğunu tespit etmek gerekir.

Erdal İnönü liderliğindeki SHP % 27 civarındaki oyuyla ikinci, Süleyman Demirel’in DYP’si ise % 19’la üçüncü parti olmuştu. 1980 öncesinin CHP’sinin lideri Bülent Ecevit DSP adında yeni bir parti kurarak seçime girmişti ama aldığı % 8’lik ciddi oya karşın baraj altında kalmıştı. Artık Erbakan’ın başında olduğu RP % 7 oy aldı. Bu Özal’a ve Nakşî oylarının bölünmesine rağmen gücünü koruduğunun çok önemli bir göstergesidir. Bunun analizine de ayrıca gireceğiz.
Seçimden baraj altında çıkan Alparslan Türkeş liderliğindeki MÇP % 2,9’da kalmıştı. Bu 1980’den önceki oylarının çok altındaydı. 1977’de MHP olarak aldıkları oy oranının yarısı kadardı. ANAP, Millî Görüş’ü eritememişti ama Ülkücülere ciddi anlamda kayıp verdirmişti. Seçimden sonuncu sırada çıkan parti ise Aykut Edibali’nin liderliğindeki Islahatçı Demokrasi Partisi olmuştu. Oy oranı % 0,8 dolaylarındaydı fakat bu oran ve Edibali’nin sağ kesimdeki tanınmışlığı bir sonraki seçimlerde ittifak arayışlarında önemli bir rol oynamasına sebep olacaktı.

Yeni Özal Hükümeti işte bu seçim tablosunun ardından 21 Aralık 1987’de kuruldu. Yeni hükümetin tanıdık isimlerinden biri Kamran İnan’dı. İnan, bilindiği gibi güneydoğunun meşhur Nakşî şeyh ailelerindendi. Diğer bir tanıdık isimse Yusuf Bozkurt Özal olmuştu ki onun da ailesi dolayısıyla Nakşî bağları malumdu. Devlet Bakanı olarak görev alanlardan bir diğeri halen AKP’de bulunan Cemil Çiçek’ti. Çiçek, öğrencilik yıllarından Aykut Edibali’nin yakın çevresindeydi. Onun kurduğu antikomünist, Türk-İslam sentezi olarak tanımlanabilecek bir çizgide olan Yeniden Millî Mücadele grubundan yetişmişti. Bu hükümette Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanı olarak görev yapacak olan Hüsnü Doğan da İskenderpaşa Nakşibendîleriyle ilişkiliydi. Bu kabinde bulunan ve yıllar sonra AKP döneminde de İçişleri Bakanlığı yapacak olan Abdülkadir Aksu ise hem Diyarbakırlı ve Kürt kimliğiyle hem de Nakşibendîliğiyle anılmaktaydı.
Peki, tüm bu Nakşî ya da bir şekilde İslamcı bakanlar ne yaptılar? Birincisi ciddi hem de çok yaygın bir Nakşibendî kadrolaşması devlet içinde yerleşti. Bu Türkiye’nin toplumsal ve siyasî zemininin daha da sağa kaymasında neden olacaktı. Özal, bu kadroların önünü açarak bunların kendi çevresinde kalmalarını da sağlayacağını ummuştu belki ama bu gerçekleşmedi. Bir süre sonra bu kadrolar ama geç ama erken İslamcı siyasete döndüler. Kimi RP, kimi FP dönemlerinde tekrar yer değiştirdi. Kimileriyse daha da sonraları AKP’li oldular.
Neticede Özal 1989’da Cumhurbaşkanı seçildi ve ANAP bundan sonra tekrar eski ANAP olamadı. Daha sonra kurulan Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz Başbakanlığındaki ANAP hükümetleri de Mehmet Keçeciler ve Eyüp Cenap Gülpınar (1925’te Şeyh Sait İsyanıyla ilgili olarak idam edilmiş Nakşî Şeyhi Eyüp’ün torunu, Abdülkadir Aksu’nun dünürü) gibi Nakşîleri içine aldı. Ama 1991 Seçimlerine gelindiğinde artık İslamcılık açısından farklı bir yükseliş başlayacaktı.

http://www.turksolu.com.tr/464/kataberk464.html

..

4 Mart 2015 Çarşamba

Cumhuriyet Gitti... Hilafet Geliyor!!! PEŞİNDEN FELAKET GELİYOR..,




Cumhuriyet Gitti... Hilafet Geliyor!!!
PEŞİNDEN FELAKET GELİYOR..,



17.05.2004/Sayı:56

Cumhuriyet gitti... Hilafet geliyor!!!
Geçtiğimiz yaz, 9 Hazirandan başlayarak üç sayı üst üste bir çağrı yaptık gazetemizden: Ordu Göreve!
9 Haziran tarihli gazetemizin kapağı “Ordu Düşmanları: AB-ABD-AKP”, 23 Haziran tarihli gazetemizin kapağı “Ordu Göreve”, 7 Temmuz tarihli gazetemizin kapağı ise “İndirin Şu Hükümeti” idi.
Hemen ardından da “Türk’ün Ateşle İmtihanı” sayımızı çıkarttık.
İki aylık yayınımızın amacı, Ordu’nun tasfiye edilmeye çalışıldığı bir dönemde ve ortamda, bunun önüne geçmekti. Kritik mesele, AB’ye uyum adı altında MGK’da yapılacak değişikliklerdi. Yine mevcut yasalarda yapılması planlanan tüm değişiklikler, Ordu’yu tasfiyenin planlanmış, tasarlanmış adımlarıydı.
Bu oyunu gördüğümüz andan itibaren, hem Türk milletine Ordu’ya sahip çıkması, hem de Ordu’ya Türkiye’ye sahip çıkması çağrısını yaptık. Eğer bu yapılmazsa, ya da geç kalınırsa olacaklar tam bir felaketti.
Türkiye bugün o felaket tablosunun içindedir.
Felaket açık:
-Kıbrıs gitti...
-MGK gitti...
-YÖK gitti...
-Cumhuriyet gitti...
-ABD geliyor!!!
-AB geliyor!!!
-Kürdistan geliyor!!!
-Ermenistan geliyor!!!
-Büyük Yunanistan geliyor!!!
-Hilafet geliyor!!!
Felaketin sorumlusu Atatürkçü geçinenler
Peki bu Türkiye tablosu kimin eseri?
Bizce bugünkü felaketin asıl sorumlusu, molla iktidarı değil, o iktidarın planlarını göre göre, bunu engelleyecek adımları atmayan, atacaklara engel olan, kendilerini Atatürkçü-Milli olarak adlandıran, köşebaşlarını tutmuş, bir avuç Atatürkçü geçinen zevattır.
Atatürkçüler, Cumhuriyet’in özgün bir rejim olarak, Cumhurbaşkanlığı, Meclis ve Ordu arasında bir “birliktelik” rejimi olduğunu bilirler. Cumhuriyet, içerden ve dışardan gelecek tehlikelere karşı, kendini ayakta tutacak ve koruyacak kurumları yaratmıştır.
Ancak anlaşılan o ki, kendisini koruyacak olan anlayışı yaratmada yeterli başarıyı elde edememiştir.
Molla iktidarı, içerden ve dışardan aldığı güçle, Cumhuriyet’in dinamiklerini dinamitledi. Bunu yaparken çok akıllı taktikler üretti.
Önce demokrasi diyerek, Ordu’yu pasifize etti, bunu yaparken eline AB sopasını alıp Atatürkçüleri susturdu.
Ordu’yu pasifize edip Atatürkçüleri susturunca, Cumhurbaşkanlığını da safdışı etti.
Bu noktada devletin sahipsiz bırakıldığını, koruyup kollayacakların “terhis edildiğini” gören, tüm devlet bürokrasisi esir edildi.
Son noktada, türban ve imam hatip diyerek YÖK Yasasını getirdiler. Böylece Cumhuriyet’in son direnme mevzisi üniversiteler teslim alındı.
Kıbrıs giderken Cumhurbaşkanı’nın son çırpınışlarını dinleyen olmamıştı, şimdi YÖK giderken Ordu’nun son çığlıklarını dinleyen olmuyor.
Ama bu, bizim eserimiz...
Herşey farklı olabilirdi...
Geçtiğimiz yaz yaptığımız uyarılar dikkate alınsaydı durum çok farklı olabilirdi.
Haziran ayında molla iktidarı çok güçsüzdü. Kıbrıs’ta Milli Güçler hâlâ iktidardaydı. En önemlisi, mollanın Ordu korkusu vardı. Bir şey yapacağı zaman, “Ordu ne der?” diye kendi kendine soruyordu.
Bu noktada, Türkiye’yi ve Cumhuriyet’i savunan güçler, Türk Ordusu’nun etrafında kenetlenerek ve “sıklet merkezi”ni buraya kurarak, molla iktidarına karşı bir direniş mevzisi yaratabilirdi.
Henüz Ordu’nun eli kolu bağlanmamıştı...
Bu aşamada Atatürk Gençliği “Ordu Göreve” pankartıyla meydana inince, molla iktidarı sus pus olup kalmıştı. Bu, onlar için önemli bir uyarıydı. Ordu için de bu çok uygun psikolojik bir üstünlük aracıydı.
Eğer o gün o pankarta küfretmek, pankartı açanları provokatörlükle suçlamak yerine, “evet ben de o pankartın arkasındayım” sesini çıkartsaydılar, çok farklı olurdu.
Ne mi olurdu?
Bilindiği gibi pankart konusunda bir tek Ordu konuşmamıştı!
Ama pankartı sahiplenenler bir bir safa girseydi, Ordu’da yaşanan dönüşüm yaşanmaz, yurtsever komutanların eli kolu bağlanmazdı. Ve o utanç verici Kıbrıs açıklamalarını yapacak şahıs, değil molla iktidarını desteklemek, mecburen molla iktidarına karşı tavır almak zorunda kalırdı. Kalırdı, yoksa orada daha fazla kalamazdı!
Ama öyle olmadı.
Çünkü Milli Güçlerin bu büyük çıkışı, bir grup Rus ve Çin ajanı güçler tarafından sabote edildi. Topal ajan, hemen çıkıp mollayı destekleyen açıklamalar yaptı. Bir kısım rektör olmuş, hatta darbe için kulis yapan ama basın höt diyince korkan rektör müsveddesi Atatürkçü gençlere saldırı başlattı.
Büyük basın bunları öne çıkarttı.
Öyle bir hava yaratmaya çalıştılar ki, milyonların Ordu Göreve feryadı sanki marjinal bir istekti. Oysa marjinal olan tek şey, bu talebi sabote eden bu ajanlardı.
Bu ajanlar, Ordu’nun yanına sokulup, onu destekler göründükleri bu zamanda, Ordu düşmanı 40 yıllık tarihlerinde bile veremedikleri zararı vermiş, Ordu’yu pasifize etmişlerdir.
Şimdi, Türkiye bunun bedelini ödüyor...
19 Mayıs’a giderken
Ordu’yu böylece pasifize eden karanlık ajan tayfası, bugün içine sızıp darmadağın ettiği milli güçlere, bu defa da Avrasyacılık adı altında Rus ajanlığı tohumları ekiyor.
Tam da 19 Mayıs’a giderken, Mustafa Kemal’in, “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir. Ya İstiklal Ya ölüm” diyemeyecek bir grup Atatürkçü kılığındaki pısırık ve şahsiyetsiz zevat “Ya AB/ABD, ya da Rusya” diyip Rusya’nın kucağına atlıyor!
Bir ülkeye, bir Ordu’ya ve Atatürkçülere daha fazla ne kadar zarar verilebilirdi bilemiyoruz...
CIA’nın operasyonu başarıya ulaşmıştır...
ABD topal ajanını ne kadar ödüllendirse azdır.
ABD, Irak’ta işkence ve tecavüzlere girişirken, bu sahte ulusal kanaldan da aynı tecavüz haberleri geliyor.
İğrenç...
İsteyen “Ordu göreve” pankartının ardına, isteyen tecavüzcülerin ardına geçebilir.
Oyun bitti, biz bizeyiz...

http://www.turksolu.com.tr/56/basyazi56.htm

.

Yahudi Mezalimi – 3





 Yahudi Mezalimi – 3 


İğneli Fıçı 
Ömer Ekrem Keçeci
31 Temmuz 2014 


   Şam, Peder Toma Vak’ası. 4 sayfa boyunca tafsilatlı anlattığı bu hadisenin hulâsası şudur: 10 gün boyunca kayıp olan ve o muhitte sevilen Peder Toma için Osmanlı idaresi geniş bir tahkikata girişir. Tahkikat neticesi bazı Yahudiler tevkif edilir, falakaya yatırılınca itiraf ederler. Nasıl katledip nereye gömdüklerini anlatırlar ve kanını da Hahambaşıya verdiklerini söylerler. Hahambaşı geldiğinde o da itirafta bulunur. Tarif edilen yerlerde Peder Toma ve uşağının cesedi çıkarılır. 14 Yahudi suçlu bulunur, 12’si idam edilir. Rotschildler dahil bütün dünyanın Yahudi zenginleri 10 binlerce lira harcadı bu hadisenin duyulmaması için.. Hadiseden 30 sene sonra İngilizlerin Şam Büyükelçisi olan Richard Burton da meseleyi araştırıp, Dini Yahudi Cinayetleriyle ilgili kitabında etraflıca yazmıştır. Toma’nın Şam’daki mezarında (bugün ne hâlde bilmiyoruz –ÖEK) Arapça ve İtalyanca, Yahudilerin katlettiği yazılıdır. (s.28-32) – 32 ile 36. Sahifeler arası mahkeme tutanaklarından da iktibaslar mevcut. 1882. Macaristan’da cereyan eden Tisza Eszler Vak’ası.. 4 sayfa tafsilat verdiği bu hadisenin özeti de şudur ki; 14 yaşında olan bu kızın kaçırılmasını annesi, Yahudi’nin 5 yaşındaki oğlunun ifadesiyle haber alır. Derhal polise haber verir. Meseleye Dr. Joseph Bary el koyar. Bu araştırmalarının neticesini 50 sene sonra, Macaristan Ali Mahkeme Reisi olmasının akabinde neşrettiği 600 sahifelik kitabında aktarır. Adı “A Tiszaeszlar Bunper” (Tisza Eszlar Cinayeti Vak’ası). Bu hadise hakkında Macaristan Adalet Nâzırlığı yapmış Theodor Pauler’in hatıratında da malumat vardır ki bu kitap Macar Milli Müzesindedir. 5 yaşındaki mezkur Yahudi oğlanının ifadesiyle başlayan soruşturmada kaçıranların itiraflarına kadar varıldı. Ancak borç içindeki Macarlara yüksek para verilmek suretiyle mahkeme Yahudiler lehinde sonuçlandırılmıştır.. (s.33-37) 1899. Bohemya’da cereyan eden Polna Vak’ası. 19 yaşında, kafası kopmak üzere ancak etrafa tek kan damlası dökülmemiş halde bir kızın cesedi bulundu. Belli ki cinayet başka yerde işlenip ceset oraya atılmıştı. Peschak isminde bir adam aynı koruda cesedin bulunduğu yerde, kızın kaybolduğu gün Hilsner adında bir Yahudi ile 2 diğer Yahudi’yi gördüğünü söyledi. Hilsner tevkif edildi, itiraf etti. Diğer 2 yahudi delil kifayetsizliği denilerek cezalandırılmadı. Hilsner müebbed aldı. Şayan-ı dikkattir ki, bu davada katil Yahudi Hilsner’in avukatı sonraları kurulan Çekoslavakya’nın Cumhurreisi olan Masaryk idi.(s.37-38) 20. yy’dan mühim bir vak’a. 1911-1913 Rusya’nın Kiev şehrinde, Beiliss vak’ası. 4 sayfa tafsilat verilmiş hadisenin hulâsası şudur: 13 yaşında bir çocuğun cesedinin bulunması üzerine tetkikata başlandı. Kafaya darbeler vurmak, şah damarını kesmek, kanını akıtmak ve iç organlarını ezmek suretiyle katliam edildiği anlaşıldı. Şüpheler Beiliss isminde bir Yahudi’de toplandı ve herif tevkif edildi. Katliamın kendisine ait Taş Ocağında yapıldığı anlaşıldı. Ayrıca burada gizli bir Havra açığa çıkarıldı!.. Mahkeme esnasında da kayda değer hadiseler cereyan etti. Beiliss aleyhinde şehadet eden 2 çocuk, satılmış bir polisin verdiği zehirli pastayla öldürüldü. Yahudi doktor otopsi yaptı, difteri dedi. Kiev Rektörü Prof. Skorski dahil birtakım tıp mütehassısları tam bir Yahudi dini cinayetine benzetti. Daha sonra bunlar ve davanın hakimi, savcısı Bolşevikler tarafından katledildi. Ancak Yahudi lehinde konuşan Prof. Pavlov ise Bolşevik Rusya’nın en ünlü alimlerinden biri oldu!.. Çarlık Rusya’nın İmparatorluk Orduları Generali Aleksandr Netveldof, “Le Front Unique” mecmuasında, 1957’de, 59. Sahifede, “Rusya ve Yahudiler” adı altında yazmış olduğu makalede; Lenin’in kendisini ziyaret eden Hahambaşına “Desteğimizden memnun kaldınız mı? Ben cinayeti Hıristiyanların yaptığını düşünüyorum ve daimi Yahudi davasını bu mevzuda desteklerim ve polis kayıtlarını bugün öyle tahsis ettirmiş bulunuyorum” dediğini aktarır. Bu suretle Beiliss yakayı kurtarmış oldu ve sonradan ABD’ye gitti. Lenin’e şükran borcunu ödeyebilmek için orada kızıl faaliyette bulundu ve 1934’te geberdi gitti. (s.38-41) Türkiye’de en yeni vak’a. Rumi Takvim 1317, 21 Mayıs. Malumat Gazetesi’nde 1 Yahudi’nin, çuvala sımsıkı bağlayıp 6 yaşında bir çocuğu götürmekte iken bir zabitin hareketlerini şüpheli bulması neticesinde yakalandı. Civardaki Yahudiler rüşvet teklif edince onları da nezarete aldı. Galeyan olmaması için haberin devamı verilmemiş. (s.52-53) Çarpıcı bir başka malumatı da, 2. Dünya Harbinde İngiliz İstihbarat zabiti Ronald Reeferson’un notlarından aktarmış Atilhan. 10 sayfalık bu meselede hulasaten, Japonlarla işbirliği yapan IRA teşkilatı liderinin, kaçırılan oğlu Saigal’ı getirmeleri halinde itirafçı olacağı ifadesi üzerine başladıkları arama faaliyetini aktarır. Uzun araştırmalar neticesi, 1 Yahudi’nin evinden gelen çok kötü koku, cesedi açığa çıkardı ve bayram için hamursuza konduğunu gösterdi. Çok etkilendiğini anlatan İngiliz zabit, eşine mektup yazarak Yahudiler arasında oturdukları mahalleden çocuğunu alıp hemen uzaklaşmasını istiyor.. Hadise Yeni Delhi’de vukua geliyor.. 10’larca misalden son bir tanesini aktaralım özetle:  Hafız Sami Bey’in eşi Sıdıka Hanım çocuk yaşta sokakta oynuyor. Asil bir sessizlik içerisinde iken bir Yahudi’nin sırtlan gibi yaklaştığının hiç kimse farkına varmıyor.. “Kız, gel sana şeker vereyim” – “İstemem” diyalogundan sonra, Yahudi, bir elinde şekeri gösterirken diğer eliyle ağzını tıkıyor ve kucaklayarak torbaya atmaya çalışıyor. Atik çocuk silkinerek “Yetişin!” diye bağırınca, o sırada sokakta peydah olan erkekler Sıdıka Hanımı Yahudi’nin elinden kurtarıp Yahudi’nin pestilini çıkarıyorlar ve karakola yolluyorlar.. (Atilhan, ‘bundan 45 yıl kadar önce’ diye anlatmaya başladığı ve hulasaten verdiğimiz bu hadiseyi, ‘Merak edenler gerisini Sıdıka Soydanses’ten sorabilirler’ diyerek bitiriyor – s.156-157). İşte, tüm sapıklığı, dehşeti ve insanların nefret ve kinini kendine hedef eden bir Yahudi bayramı ve asırlarca -sapına kadar haklı olarak- maruz kaldığı katliam ve düşmanlığa rağmen Yahudinin, şu bayramın bu vahşet tablosunu meydana getirmede gayreti.. Buna mukabil, biraz kınama, lisan-ı hâlle gelen neşe ortamını dağıtıcı tepki ve çevresinde muhabbet sahibi insan sayısının azalması gibi sebeplerden birçok hakikat-i İslamiyeyi, ameli, emirleri nehiyleri terk ve/veya göz ardı eden, hatta öğren(e)meyen bir  Müslüman cemiyeti.. Yahudi’nin katledebilmek, en sapık ve arızalı bir inanca hayatını uydurabilmek için gösterdiği gayretin yarısını bile göstermemek.. Sonra da İslam aleminde bugünkü tablo.. E müstahak değil miyiz?.. 
kaynak:

 http://www.on5yirmi5.com/yazar/omer-ekrem-kececi/162973/igneli-fici-yahudi-mezalimi-3.html

.

Yahudi Mezalimi – 2





 Yahudi Mezalimi – 2



İğneli Fıçı 
Ömer Ekrem Keçeci
 26 Temmuz 2014 11:24 


Atilhan’ın, muhtevasını öğrendikten sonra en ziyade ulaşmak istediğimiz bir kitabı idi bu.. Sahaflarda bulduğumuz 3 nüshadan birini takibe aldık. Siparişe niyetlendiğimiz vakit satıldığı haberi geldi. Sipariş gününden evvel başka bir tanesini takibe aldık, sipariş günü onun da satıldığı bilgisi geldi. 3. Ve o gün için son bulduğumuz, yıpranmış bir nüshayı (7. Baskı) hızla getirttik. Sarahatle ifade edelim ki, 3’ünün toplamı bir fiyatta bile olsa, şu içeriği bilsek, tereddütsüz yine getirirdik.. Şimdi bu ulaşılması zor, kıymetli eserden, Yahudinin bayram cinayetlerinin fiili misallerine geçelim: İngiltere’de bilinen ilk iğneli fıçı vak’ası, Norviç şehrinde 12 yaşında bir İngiliz çocuğunun çarmıha gerilip vücudunun hançerlendiği 1144 senesinde.. Bu Hamursuz Bayramında cereyan etmiştir. Çocuğun cesedi bir torbanın içinde saklanmış bir halde, bir ağacın içinde bulunuyor. Hıristiyanlığı kabul etmiş bir dönme Yahudi, hadiseyi itiraf ediyor ve Yahudilerin her sene böyle bir Hıristiyan çocuğunu kurban ederek, hürriyetlerine kavuşacaklarına ve Filistin’e tekrar dönebileceklerine inandığını söylüyor.. (s.16) Sene 1181. Bury St. Edmunds’da Hamursuz Bayramında Robert isminde bir Hıristiyan çocuğu kurban ediliyor. Hıristiyan cemaati hazin bir merasimle cesedi mahalle kilisesine gömüp mucizeler getireceğine inanıyor. Bu vak’a Kanterburi’nin Gervase Kronikinde kayıtlı olup yazarı Rohrbacher’dir. (s.17) Sene 1255. Linkoln, İngiltere. Hugh isminde bir erkek çocuğu kaçırılır, işkence edilir, iğneli fıçıya atılır ve sonra çarmıha gerilir. Çocuğun zavallı annesi uzun araştırmalar sonucu, cesedini Joppin adlı bir Yahudinin bahçesinde bulur. O zamanın mahalli hakimi bu Yahudiye, eğer hadiseyi itiraf ederse hayatını bağışlayacağını va’d eder. Yahudi her şeyi itiraf eder ve bu suretle 91 Yahudi tevkif olunur. Yapılan mahkemenin neticesinde bunlardan 18’i idam edilir. O zamanın İngiltere Kralı 3. Henry, bizzat tahkikatı idare etmiş, öldürülen çocuğun annesine tazminat verdirmiş ve hadiseyi itiraf eden Yahudi’nin de hayatını bağışlamamıştır. Maktul Hugh bir “aziz” mertebesine yükseltilmiş ve onun mezarı hâlâ Linkoln katedralinde aynen muhafaza edilmektedir.(..) Bu hadise o zamanın İngiltere Kralı 3. Henry’nin Zabıt raporlarında kayıtlıdır. (s.18-19) Sene 1279. Northampton, İngiltere. Haydn’ın “Tarihler Lügatı”nda kayıtlığı olduğuna göre Yahudiler, bir genci katledip kanını kullandıkları için takibata uğramışlar ve ceza olarak da 50 tanesi asılmıştır. Bu hadise hakkında ayrıca malumat Reiley’in “Londra Hatıraları” adlı eserinde 15. Sahifede ve H.Desportes’in “Le-Mystere du Sang” adlı kitabında bulunur.(s.19) Sene 1247. Fransa’nın Valreas mıntıkasında (..) 2 yaşında bir kız çocuğunun cesedi, şehir sularının dibindeki hendekte bulunur. Yahudiler tazyik edilince bunu kendilerinin yaptıklarını itiraf ederler, çocuğun kanını arzu ettiklerini açıklarlar, fakat bunun merasim için olmadığını söylerler. Papa 4.Innocent, sanık Yahudilerin 3 tanesinin itiraf etmeden idam edildiklerini kaydediyorsa da, 1903’te intişar eden Yahudi Ansiklopedisi’nin 3. Babının 261. Sahifesinde, bütün sanıkların itiraf ettikten sonra idam edildiği yazılıdır.(s.21) Avusturyalılar Tarafından Hiçbir Zaman Unutulmayan Kanlı Yahudi Ayini: Batı Avusturya şehirlerinden Insbruck’un Cenubu Şarkisindeki ‘Sobad Hall’ malikânesinin yanında “JUSENSTEIN” (Yahudi Taşı) isimli büyük bir taş vardır ki şimdi ziyaretgâh olarak kullanılmaktadır. (..)Bu kanlı taşı ziyaret etmeye gelen turistlere(..), orada vuku bulmuş hadise hakkında birer kartpostal ve vak’ayı anlatan bir broşür verilir. Bu broşür, Isnbruck Resmi Ulûmu Diniye Teşkilatı Reisi Dr. Bruna Wechner’in imzasını taşır. (..) Hadise kısaca şöyledir: 1462 senesinde, Yahudiler mutâd ayinlerine başlamak üzereydi(Tarih,Temmuz 12). Ayinlerinin tam istenildiği gibi olması için mutad Yahudi olmayan birisinin kanına ihtiyaç vardı. Kanından istifade edilecek zavallıyı da bulmakta zorluk çekmediler. Bu, bigünah zavallı Anderl Oxner isminde Avusturya’da RINN bölgesinde oturan iki buçuk yaşında,zavallı saparı altın topu gibi bir Alman yavrucağı idi. Bu zavallı çocuk bin bir işkenceye maruz kaldıktan sonra, şimdi Yahudi Taşı(Judenstein) diye bilinen taşın üzerinde damarları açılıyor, kanı toplandıktan sonra, vücutta kalan son kan damlalarından istifade için, Alman yavrusu Yahudi taşının yanındaki bir kayın ağacına baş aşağı asılıyor.. Her sene, bilhassa 12 Temmuz’da her milletten ve her dinden yüzlerce ziyaretçi ve turist bu Yahudi taşını ziyarete gelip, yaşlı gözlerle zavallı Anderl Oxner’in çektiği ıstırapları anarlar. (s.23) Atilhan, verilen kartpostalın resmini 24. Sahifede neşretmiş.. Asırlar önce irtikap ettikleri, kelimelerle tarifi muhal bu şerefsizliği, beraber yaşadıkları milletlerin nefretlerine, sürgünlere, yakılmak suretiyle idamlara ve benzer tehditlere maruz kalmalarına rağmen asırlar sonra halâ yaşatan, aynı vahşeti tekrar eden ve bu sapkın inancına sımsıkı sarılmış bir millet, merasimle olmasa da bugün halâ aynı dehşette cinayetlerine devam ediyor.. İnancından milim sapmamış, zevkle katlediyor, bütün dünyada sevilmemeleri ve maruz kaldıkları muamelelere rağmen.. Buna mukabil, şu sapkın inançla aynı cümlede anmaktan bile içtinap edeceğimiz İslam inancına mensup Müslümanlar, şu güzide inancının, dünya ahiret en müthiş bir surette afiyette olmasını temin eden emir ve nehiylerinin, en yüksek ahlak kaidelerini telkin eden tebliğinin uzağında duruyor, temel birçok konuda malumat yoksunu bulunuyor, Yahudi bu menfur bayramını bile terk etmez ve Yahudi olarak yaşamaya devam ederken, gavurlara özeniyor, Hıristiyan popçusu topçusunun sözlerini, İslam mekârimine tercih ediyor!..  Gel de cinnet geçirmeden şu tabloyu seyret, gel de bu vaziyete düşüren, içimizden çıkmış, yöneticilik yapmış hainlere iliklerine kadar kin duyma!.. Nasıl olur da Müslüman, dinine, Yahudinin inancına bağlandığından daha sıkı bağlanamaz?!!.. İşte biri, tüm azınlıkta ve nefrete muhatap olma durumuna rağmen, inancına göre ailede, cemiyet hayatında, okulunda eğitim/öğretim verirken; diğeri, inancına muhalif bir eğitim verir, inancına muarızlığa itecek bir cemiyette, muhafaza olmasına vesile olacak ilmi-fikri teçhizatla mücehhez etmezse, arada böyle tarif hudutlarını aşan bir fark çıkar.. Hulasaten son bir misal aktaralım, daha yakın tarihtekiler bir dahaki yazıya inşaallah: Drumont’un La France Juive adlı eserinde, 1670’te, Metz’de geçen bir hadise anlatılır. Buna göre Rafael Levi adlı Yahudi, 1 çocuğu kaçırıp parçalara ayırır, ormana atar. Kendisinden şüphelenen halk evinde çocuğun kemiklerini bulur. Levi yine de inkâr eder. Ancak mahzende bir testi içinde sakladığı çocuğun kanı da meydana çıkınca, itiraf eder ve yakılarak idam edilir.. (s.26-27) 
kaynak:


 http://www.on5yirmi5.com/yazar/omer-ekrem-kececi/162827/igneli-fici-yahudi-mezalimi-2.html


..

Yahudi Mezalimi - 1




 Yahudi Mezalimi - 1 


 Cum, 25 Temmuz 2014 

Ömer Ekrem Keçeci


İğneli Fıçı 


Evvela şunu belirtelim ki, Yahudinin İğneli Fıçı katliamları, Yahudilik ve Masonlukla ilgili pek çok kitap yazıldığı halde birçoğunda geçmez.. Ele alanların içinde de Atilhan gibi hususi bir kitap dolduracak kadar delilleriyle yazmış ve işin Türkiye veçhesini, Osmanlı’da yaşanan hadiselerden misallerini vermiş başka birisini bulmak zordur.. Bundan maada Atilhan’ın bu eserine ulaşmak da kolay değildir. Bereket versin ki, diğer birçok eserine nazaran, bu eserinden internete iktibas edilmiş birçok malumat bulma imkânı vardır.. Lakin bu da çok tafsilatlı değildir. Düşman çok ciddi bir dirilik ve gayrette iken, onu layıkıyla tanımadan, kinine karşı gerekli düşmanlıkla hemhal olmadan, lazım olan gayrete sahip olmak ve mukabelede bulunacak bir noktaya gelmek zordur. Az bilinen bu meseleyi tafsilatıyla aktarmaya bu sebeple de ihtiyaç duyduk. Bu yazıda işi tetkik eden araştırmacıların beyanları ve kendi itiraflarına misaller var, fiili örneklerine dair kaynaklar ise inşaallah diğer yazıda öne çıkarılacak. Gayret bizden, Tevfik Allah’tan. Kitabın daha 4. Sayfasında, “Türk Adaletinin Çok Kıymetli Bir Tarihi İlâmı” başlığıyla, H.1127’de, Ahmet adlı bir yavrucağı iğneli fıçıya atılmak üzere kaçırıp katleden Yahudiler ve Hahamlarıyla ilgili kararı neşredip, “başka delil istemez!” diyerek en kuvvetli bir surette giriş yapıyor.. Tabi bunla iktifa etmeyip daha onlarca kaynağı da sıralamış: Mortagn Başrahibi, M.Prevorst’un “Bulandistlere Göre Azizlerin Hayatı” kitabında, “İşte hamursuz(Yahudinin katliamları yaptığı bayramı) yaklaştı. 15,16,21,22 Nisan. Dört seneden beri Rusya’da Hıristiyan çocuklarına kıran geldi” kaydı mevcut(s.6).. Yeni Sabah Gazetesi, 23.05.1954 tarihli nüshada, ‘meşhur pilot’ Mehmet Altınbay, hulasaten, “Odessa’da çok çocuk kaçırıldığını, halkın bunu Yahudilerden bildiğini, bir gün bir ustabaşının evinde yemek yenirken yemeğin içinden insan tırnağı çıktığını, ustabaşının polise haber verdiğini, polisin ciddi araştırmaları neticesi birçok kasapta hayvan eti yerine İNSAN ETİ satıldığını ifşa ettiğini” yazıyor(s.6-7)..   Arkeoloji kazılarında Mr. R.A.S. Macalister, İbrani mabedlerinde, kurban edilmiş çocuk cesetlerinin bulunduğunu gösteren resimler çekmiştir. Muharref Tevrat 5. Bölümde, Yahudi peygamberi İzaiah, “kayaların arasındaki vadilerde çocukları katledenler” diye vasıflandırılıyor. ‘Civilisation’ adlı kitapta, G.A.Dorsey ise, “Onların Kudüs’teki mabedleri, bir Hindu ve Aztek mabedini gölgede bırakacak derecede korkunç ve kanlı kurban cinayetlerinin vuku bulduğu bir merkezdi” demekte.. 1904’te yayınlanan Yahudi Ansiklopedisi’nin VIII kısmında, 653. Sahifesinde şu itiraf var: “Mütefekkirler tarafından kabul edilen bir esas varsa, o da, Yahudi krallığının son devirlerinde, milletin kralı ve ilahı olan Yehova’ya, insanların kurban edildiği hakikatidir ve bu usul peygamberlerin fikirlerine aykırı idi..”(s.9) Yahudi Bernard Lazare, 1934’te yayınladığı “L’Antisemitisme” kitabının 2. Kısmının 215. Sahifesinde, İğneli Fıçı vak’aları hakkında şöyle yazıyor: “İğneli fıçı vak’aları halk arasında yerleşmiş bir fikirdir, bu ise, tamamıyla bir masal değildir, hakikaten ortaçağlarda(..)Yahudiler Kabalistik ve Talmudik ayinlerinde kan kullanmışlardır. (..)Muhtemeldir ki, Yahudi sihirbazlar bu iş için gayri Yahudi çocukları kurban ederek kanlarından istifade etmiş olabilirler”(s.10-11) Alman Prof. Dr. Erich Bischoof, bu kanlı ayinler üzerinde uzun tetkiklerde bulunmuş ve enteresan noktalar keşfetmiştir. Bilhassa Yahudilerin kabbalistik teosopisi hakkında yazılmış olan (Berdiwetsch Yayınevi, 88 b), ‘Thikunne Zohar’ adını taşıyan bir dini kitaptaki şu parça şayan-ı dikkattir: “..Hayvandan bir farkı olmayan yabancıların öldürülmeleri hakkında bir ayet vardır. Bu öldürme kanuni bir metodla yapılmalıdır. Yahudi dinine inanmayanların, Allahımıza kurban edilmeleri icap eder”(s.11). Sir Richard Burton, Talmud’u en ince teferruatına kadar tetkik ettikten sonra bu kitabın nazariyelerine göre Yahudi – gayrı Yahudi münasebetlerini meydana çıkarmıştır. Aşağıdaki parçalar Sir Burton’un “Yahudi ve Çingene” adlı (..) eserinden alınmıştır: Sahife 73 şöyle diyor: “Modern Yahudi inancının en mühim noktası şudur: Yabancı, yani bizim dinimize bağlı olmayan insanların hepsi, kaba hayvanlardır. Onların dağda gezen sırtlanlardan daha fazla bir hakları olamaz”.  Sahife 81’de şöyle diyor: “Talmud der ki, Allahımız Yahova’yı memnun edecek iki kanlı ayinimiz vardır, biri Paschal Holocaust(Hamursuz Bayramı), diğeri de çocuklarımızın sünnet merasimi”(s.12) Hamursuz’da çocuk katliamı ise şöyle irtikap edilir: “Bunun için en mükemmel ve sıhhatli bir çocuk seçilir ve damarında tek damla kan kalmayıncaya kadar kanı akıtılır. Yalnız bununla kalmayıp çocuk tıpkı Hz. İsa gibi çarmıha gerilerek(Bizim inancımızda Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi yoktur, Atilhan da bunu başka bir yerde ifade eder, burada la teşbih vela temsil ifade etmiş) işkenceye tabi tutulur. Vücudunda yaralar açılır,  başına dikenlerden bir çelenk konur, sünnet edilir. Çocuğun kanı ya kurutularak kullanılır ya da hamursuza konur.”(s.14) “Böyle bir şey bu asırda yapılır mı” suali doğal olarak akla gelir.. Kitapta –ve bizim de bildiğimiz- Yeni Sabah’tan yukarıda aktardığımız hadise dışında yarım asırlık bir süreçte buna dair bir delil görmedik.. Lakin, merasimle olmasa da çocuk hatta bebek katliamlarının sevap olduğu yönünde fetva veren, kitaplarına yazan Hahamları, bunu tatbik eden İsrail’i, bombalamaları film seyreder gibi keyifle seyredenleri yakinen müşahede etmekteyiz.. Bunun dışında Atilhan’ın bizzat konuştuğu ve bir Yahudi tarafından kaçırılmak üzereyken son anda kurtarılan Sıdıka Soydanses misali gibi, yakın zamandan hadiseler de var ki, tarih boyunca cinayetlerine sıraladığı 10’larca sayfa tutan örneklerden bir kısmını diğer yazıda aktaracağız inşaallah. 
kaynak:


 http://www.on5yirmi5.com/yazar/omer-ekrem-kececi/162757/igneli-fici-yahudi-mezalimi-1.html


3 Mart 2015 Salı

KDP- PKK- IŞİD Üçgeni




KDP- PKK- IŞİD Üçgeni 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü   
Irak
12 Ağustos 2014 Salı 
Merve Önenli Güven tarafından yazıldı.

21. Yüzyıl Dergisi'nin 68. Sayısı'nda yer alan ve 15.07.2014 tarihinde kaleme alınan yazı... 

Irak’ta IŞİD’in silahlı operasyonları bağlamında yaşanmakta olan gelişmeler çerçevesinde Irak/Kandil Bölgesi’nde önemli bir mevcudiyeti bulunan PKK’nın 
varlığı ve süreç dâhilinde takınacağı tutum, bölgedeki dengelerin nasıl şekilleneceği noktasında önem arz etmektedir. Yaşanmakta olan sürecin ortaya 
çıkartacağı sonuçlar, sadece Irak coğrafyasını değil Ortadoğu coğrafyasını da direkt olarak etkileyecektir. Bu bağlamda bu yazıda, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi 
(IKBY) tarafından bağımsızlık ilanına ilişkin söylemler çerçevesinde, Irak’ın kuzeyinde kurulabilecek olası bağımsız Kürdistan’ın, PKK’nın Irak’taki 
mevcudiyetini nasıl etkileyeceği, ne tür sonuçların ortaya çıkabileceği değerlendirilecektir. Bu amaçla da bölgedeki ana aktörlerin pozisyonları, 
hareket tarzları ve birbirleriyle olan ilişkileri irdelenecektir.       

KDP-PKK

Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve PKK arasında bir güç mücadelesi olduğu bilinmektedir. Bu güç mücadelesi;

-Türkiye-KDP, PKK-KDP ilişkileri bağlamında PKK’nın Kandil’deki mevcudiyetinin KDP’yi arada bırakması,

-Suriye cephesinden bakıldığında, Suriye’de yaşanmakta olan iç savaş bağlamında hem KDP’nin hem PKK’nın bölgede etkin bir güç kazanma çabası içerisinde olması,

-Irak cephesinden bakıldığında da Irak’ta IŞİD’in ortaya çıkardığı yeni dengeler çerçevesinde KDP’nin Irak’ın kuzeyinde bağımsızlık ilan etmesi ihtimali, bağlamında şekillenmektedir.

KDP ve PKK arasında güç mücadelesinin net bir şekilde yaşandığı alanlardan birisi Suriye’dir. Suriye’de 2011 itibarıyla başlayan iç çatışma çerçevesinde 
her iki tarafta, bölgede etkin ve baskın bir aktör olma hedefiyle hareket etmektedir. PKK’nın Suriye’deki mevcut durumuna bakıldığı zaman Demokratik 
Birlik Partisi (PYD) üzerinden Suriye’nin kuzeyinde kendi savunma güçlerini konuşlandırması, özerklik ilan etmesi, kendi meclisini kurması çerçevesinde 
önemli bir hâkimiyet ve hareket alanı kazandığı görülmektedir. Bu bağlamda KDP ve PKK arasında Suriye’de ciddi seviyede bir güç mücadelesi yaşanmaktadır. KDP ise uluslararası arenada kabul gören bir aktör olmasının verdiği avantajla PKK’nın Suriye’de edindiği güce ortak olma arayışındadır.  

İki tarafın güç mücadelesi içerisinde bulunduğu başka bir alan da Irak’tır. IŞİD faktöründen sonra KDP-PKK arasındaki dengeler farklı bir boyut kazanmıştır. IŞİD tehdidi PKK’nın Kandil bölgesindeki varlığını muhafaza etmesi ve Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Irak’taki etkinliğini koruması açısından bu iki unsuru ortak paydada bir araya getirebilir mi?

Temmuz 2014 ilk haftası itibarıyla KDP ve PKK’nın ortak paydada buluşmak yerine karşı karşıya geldikleri görülmektedir. PKK güdümünde yayın yapan Özgür Gündem Gazetesi ve Fırat Haber Ajansı’nda; Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin görevlendirdiği Azad Bervari’nin 01/06/2014 tarihinde Ürdün/Amman’da Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) ve Sünni Araplarla görüşerek, Musul’u ele geçirme planı yaptığı, Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin bunu öğrenmesi üzerine söz konusu planı engellemek için İran’ı devreye soktuğu yönünde bir haber yayınlamıştır.[1] Bu habere karşılık olarak da KDP’nin resmi internet sitesinde; 
“PKK’nın iftira attığı ve istihbarat örgütlerinin yürüttükleri planın bir parçası olduğu, peşmergeleri şehit eden IŞİD terör örgütüyle ne bugün ne de yarın ittifak halinde olmayacakları” [2] şeklinde bir açıklama yapılmıştır.

KCK Eş Başkanlığı imzasıyla 08/07/2014 tarihinde KDP’nin söylemlerine yönelik bir açıklama daha yapılmıştır. Söz konusu açıklamada; “KDP’nin her fırsatta 
PKK’ya yönelik düşmanlığını dışa vurduğu, Kürtlerin birliğinin ve siyasi güçlerinin ortak davranması gerektiği bir dönemde KDP’nin bu düzeyde saldırgan bir dil kullanmasının anlaşılır olmadığı, KCK ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin bütün bileşenleriyle birlikte ulusal birlik için çalıştığı, bu dönemde birlik olmanın ve ortak hareket etmenin derin sorumluluğu ve bilincinde olduğu, KDP tarzı yaklaşımların Kürt ulusal birliğinin önünde engel oluşturduğu, Kerkük’ün 
savunulmasının Kobani’yi, Cezire’nin savunulmasının, Duhok ve Şengal’in güçlendirilmesinin gerektiği, Amed ve Hewler’de izlenen her politikanın ve 
mücadelenin birbirini savunan pozisyonda olmasının önemli olduğu, Kürt Özgürlük Hareketi olarak KDP’ye bağlı yayın organlarında PKK Eş Başkanları’ndan Cemil Bayık’ın hedef gösterilmesinin Kürt örgütleri arasında ilişkiyi bozmaktan başka bir anlam taşımadığı, bu açıdan KCK Eş Başkanlığı’nı hedef göstermek ve bunu bir mücadele tarzı haline getirilmesinden vazgeçilmesi gerektiği, KDP’nin ulusal birliğe ve ortak tutumlara en fazla ihtiyaç duyulduğu bir zamanda daha sorumlu davranması gerektiği”[3] hususları ifade edilmiştir.

Söz konusu açıklamada öne çıkan iki husus bulunmaktadır. Bunlardan birisi ulusal birlik vurgusu, diğeri ise PKK’nın; Türkiye, Irak ve Suriye’de etkin olduğu 
bölgelerdeki hâkimiyetini pekiştirme ve farklı coğrafi bölgeler üzerinden ortak bir hâkimiyet alanı yaratma hedefidir. Farklı coğrafi bölgeler üzerindeki ortak 
hâkimiyetten kasıt da PKK’nın, KDP’nin hâlihazırda sahip olduğu yönetim gücüne eş olabilme, hatta bu gücün üstünde bir pozisyona erişebilme gayesini net bir 
şekilde ortaya çıkmaktadır.            

Aslında PKK, IŞİD’e karşı KDP’de dâhil tüm Kürtçü yapılanmalar/oluşumlarla birlik kurulması taraftarı olduğu yönünde mesaj vermektedir. Ayrıca bu mesaj 
içeriğinde PKK, silahlı gücünün bu tarz ortak bir tehdide karşı diğer grupları da kendi çatısı altında toplamasına yardımcı olacak bir unsur olarak servis 
etmektedir. Bu şekilde ulusal birlik kurulması noktasında kendi silahlı gücünün tetikleyici ve ulusal birliği kendi çatısı altında sağlayıcı bir faktör olarak 
kullanabileceği stratejisini yürütme amacını göstermektedir.   

IŞİD hem PKK hem KDP için bölgede önemli bir tehdittir. IŞİD ortak tehdit olarak algılansa da PKK ve KDP arasındaki liderlik savaşının ortadan kalkmayacağı ve iki tarafı da ortak mücadele noktasında bir araya getiremeyeceği, taraflar arasında süregelen anlaşmazlıktan anlaşılmaktadır. KDP’nin, var olan silahlı gücü ve aldığı uluslar arası destek çerçevesinde IŞİD’e karşı mücadelesini, PKK desteğini sunsa da bu teklifi kabul etmeksizin devam ettireceği değerlendirilmekte dir. Çünkü KDP hâlihazırdaki gücünü ve meşruluğunu PKK ile paylaşmak istememektedir.

Ancak PKK’nın IŞİD’in yarattığı tehdidin PKK’ya ihtiyaç duyulmasını gerektiren bir ortam yaratması beklentisi içerisinde olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir 
durumun ortaya çıkması halinde de PKK’nın liderliğe ortak olma amacı çerçevesin de, KDP’nin kabulü halinde, KDP’nin yanında yer alabileceği 
değerlendirilmektedir. PKK’nın KDP’ye yönelik IŞİD’e destek verdiği yönündeki açıklamalarının kaynağı, KDP’nin PKK ile ortak hareket etmeyi tercih etmemesi ve özellikle son dönem içerisinde KDP’nin bölgede edindiği gücün PKK’yı rahatsız etmesi olarak açıklanabilecektir.

Yukarıdaki hususlar bağlamında KDP ve PKK’nın Irak’taki mevcudiyetlerinin IŞİD tarafından tehdit ediliyor olmasından daha çok, tarafların bir tarafın diğerine 
üstünlük sağlamasının önüne geçme çabası içerisinde oldukları görülmektedir. Bu güç mücadelesinin emareleri, Kürt ulusal birliği kurulması çerçevesinde 
yürütülen faaliyetler bağlamında da net bir şekilde görülmektedir. PKK’nın kendi yönetimi ve çatısı altında diğer Kürt oluşumlarını bir araya getirme gayesi, 
diğer taraftan da KDP’nin diğer Kürt oluşumların üstünde etkin olma amacı nedenleriyle hâlihazırda ulusal birlik kurulması çerçevesinde, Kürt Ulusal 
Kongresi hala gerçekleştirilememiştir. Mevcut konjonktür göz önünde bulundurulduğunda söz konusu kongrenin gerçekleştirilmesi halinde dahi, somut ve pratik kararlar yerine muğlak ve geneli kapsayıcı, ileriye dönük temenni niteliğinde hususların sonuç bildirgesinde yer alması kuvvetle muhtemeldir. 

IŞİD-PKK

PKK ve IŞİD arasında Irak ve Suriye’de bir güç mücadelesi bulunmaktadır. IŞİD’in hâlihazırdaki stratejisi ve silahlı faaliyeti PKK için bir tehdit unsurudur. Bu tehdidin PKK açısından iki türlü boyutu vardır. Birisi Arap milliyetçiliği ve Sünni mezhepçiliği, diğeri de IŞİD’in yarattığı ortamın, IKBY’nin mevcut Kürt oluşumlar arasında uluslar arası arenada meşru, tanınan/kabul gören ve önemli petrol rezervlerine sahip bir aktör haline gelmesidir. 

PKK, IŞİD’in Suriye’deki ve Irak’taki varlığından memnun değildir. PKK internet sitesinde Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi (KCK) adıyla 08/07/2014 tarihinde yaptığı açıklamada; “Rojava devriminin bölgesel, gerici güçlerin bir çete örgütü olan IŞİD’in açık hedefi durumuna geldiği, halklar için gerçek bir demokrasi ve özgürlük modeli olan Rojava devriminin tasfiyesinin hedeflendiği, IŞİD çete örgütünün Musul’a saldırmasıyla birlikte Ortadoğu’daki gelişmelerin merkezinde olan Kürt sorunu ve Rojova devriminin yeni bir boyut kazandığı,

IŞİD’in belli bir strateji temelinde kullanılan bir çete örgütü olduğu, çatışmaların sadece Şii ve Selefi-Sünni savaşı olmasından öte bir tarafta İran, Irak ve Suriye rejimleri, diğer taraftan ise Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi hegemon güçlerin de yer aldığı, bölgesel dinamiklerin ve dengelerin yeniden 
belirlenmeye çalışıldığı bu dönemde, Kürtlerin tutumu büyük önem kazandığı,

Hiçbir Kürt örgütünün bu kirli çıkar stratejisine alet ve ortak olmaması gerektiği, IŞİD çete örgütünün Kobani’ye yönelik geliştirdiği son saldırıların demokrasi, özgürlük, barış, kardeşlik ve kadın düşmanı olan bir strateji doğrultusunda yürütüldüğü, Kobani’nin düşürülmesiyle Rojova devriminin tasfiyesinden sonra Güney Kürdistan’ın hedefleneceği, bu nedenle tüm Kürdistan halkının var gücüyle Rojova ve Kobani halkının yanında omuz omuza direnişte yer alması gerektiği, Kobani’nin şahsında Kürdistan’ın özgürlüğünü, varlığını ve geleceğini katletmek isteyen güçlere karşı birlikte direnmenin zamanı olduğu, Kobani’de, YPG ve YPJ güçleriyle birlikte, Kürt halkının topyekûn bir ulusal onur ve özgürlük direnişi içinde olduğu, Kobani direnişinin, gece-gündüz dört gündür aralıksız biçimde sürdüğü”[4] hususları vurgulanmıştır.

Irak’ta Musul’un IŞİD tarafından ele geçirilmesi PKK tarafından önemli bir tehdit unsuru olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda PKK; “Musul ve çevresindeki Kürtleri de Kerkük’ü de savunmaya hazır olduğu, Kürtlerin bulundukları her yeri yönetmeye ve savunmaya haklarının olduğu, buna Musul ve çevresi, Kerkük ve diğer Kürt bölgelerinin de dâhil olduğu, Kürt gerillasının fedai bir güç olduğu, Kürt düşmanlarının korktuğu öz savunma gücü olması 
gerektiği”[5] hususlarını ifade etmiştir.

PKK, IŞİD’i sadece Irak’ta değil Suriye’deki mevcudiyeti bağlamında da önemli bir tehdit olarak görmektedir. PKK’ın söylemlerinden de anlaşılacağı üzere bu 
dönemde izlediği strateji, IŞİD’e karşı silahlı mücadele sürdürmek ve etkin olunan bölgelerde güç kaybını önlemek, ayrıca da ortak tehdide karşı tüm Kürt 
oluşumlarını kendi çatısı altında toplamak yönündedir. Bu nedenle son dönemde ki söylemlerinde “öz savunma gücü” vurgusunu sıklıkla yinelemektedir. Bu durumun önemli kanıtlarından birisi de PKK’nın elinde bulunan Suriye/Halep-Kobani (Ayn-El Arap) İlçesi’nde, IŞİD ve PKK arasında yaşanan çatışmalar çerçevesinde Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye, Türkiye’den de Suriye’ye, Demokratik Birlik Partisi (PYD)/Halk Savunma Birlikleri (YPG) safında savaşmak amacıyla 800 kişinin geçmesidir.[6]  

IKBY-Merkezi Hükümet: Bağımsızlık Referandumu

IŞİD’in hareket tarzından dolayı Irak askerlerinin boşalttığı yerlerin peşmergeler tarafından kontrol altına alınması akabinde KDP, enerji kaynaklarına hâkimiyeti bağlamında hareket kabiliyetini arttırmıştır. Irak Petrol Bakanlığı’ndan 11/07/2014 tarihinde yapılan açıklamada; “Kürt peşmergelerin petrol sahasında ki Arap işçileri kovduğu ve yerlerine Kürt işçileri bölgeye yerleştirdik leri”[7] açıklanmıştır. Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin petrol sahalarını ele geçirmesi nedeniyle IKBY ve Merkezi Hükümet’in arasındaki gerginliğin tırmandığı görülmektedir. Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin IKBY’nin  IŞİD için güvenli liman haline geldiğini söylemesi ve Kürt yönetimini cihatçılara yardım etmekle suçlaması, karşılık olarak da Kürt yönetimi tarafından Maliki’nin istifaya çağrılması[8], arada yaşanan sorunun nasıl boyutlandığını göstermektedir.

Söz konusu hususlar bağlamında IKBY tarafından bağımsızlık çalışmalarının başlatılması ve Mesut Barzani’nin; “Artık kaderimizi belirlemenin zamanı geldi. 
Artık başkalarının bizim kaderimizi belirlemesine izin vermemeliyiz. ... Kendi kaderimizi tayin etmek üzere referandum hazırlıklarına başlayalım”[9] ifadesi 
önemlidir. Bu ifade üzerinden “bağımsız Kürdistan kurulacaktır” şeklinde bir çıkarım yapmak yerine, bu ifadeyi ve mevcut durumu IKBY’nin aldığı uluslar arası destek ve IŞİD’in hareket tarzından hareketle IKBY’nin kazanımları çerçevesinde değerlendirmek daha faydalı olacaktır.    

-IŞİD’in saldırıları bağlamında Irak askerlerinin Kerkük’te boşalttığı mevzilere peşmergelerin yerleşmesi ve IKBY’nin bu çerçevede Kerkük’ün kontrolünü ele 
geçirmesi,

-İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu tarafından; “Bölgenin (Irak) güvenliği açısından bir Kürt Devleti’nin kurulmasının gerektiği, Kürtlerin mücadeleci bir 
topluluk olarak siyasi şartları yerine getirdiği ve bağımsızlığı hak ettiği”[10] yönündeki açıklaması,

-Amerikan Başkan Yardımcısı Joseph Biden’ın 2006 yılında Dış İlişkiler Komitesi’nde görevliyken; “Irak’ın birliğinin sağlanmasının her etnik-dini gruba 
kendisini temsil etme anlamında hareket alanı yaratmasıyla gerçekleşebileceği, bu nedenle merkezi yönetimin Sünni, Şii ve Kürt olmak üzere üçe bölünmesinin 
sorunun çözümü olabileceği” yönündeki beyanatı,

-Amerika’nın Irak işgali deneyiminden sonra, hâlihazırda bölgede yaşanmakta olan etnik, mezhepsel ve dini güdümlü terör örgütlerinin de mevcudiyeti çerçevesinde, Irak’a yeniden girmeyeceği ve uzaktan yönetim modeliyle bölgedeki etkinliğini muhafaza etmeye çalışacağı,hususlarından hareketle IKBY’nin artan imkan ve kabiliyetleri çerçevesinde, bağımsız Kürdistan’ı ilan etmek açısından, elverişli bir ortam içerisinde olduğu görülmektedir. Ancak bu durumun, Amerika’nın Irak’ın bütünlüğünden yana olduğu yönündeki devlet politikası temelli açıklamaları, İran’ın yaklaşımı ve diğer Arap ülkelerinin sergileyeceği tutumlar çerçevesinde de şekilleneceği aşikârdır. Bu coğrafyada kurulacak dengeler yeni dinamiklerin ortaya çıkışıyla farklı boyutlar kazanabilmektedir.           

Sonuç

Yukarıda bahsi geçen hususlar bağlamında PKK’nın IKBY’nin bağımsızlık ilanına yönelik takınacağı tavır da önem arz etmektedir. İlk olarak PKK, IŞİD’in 
varlığından rahatsızdır; IŞİD’in varlığı ve izlediği strateji PKK için bir tehdit unsurudur. 

Elde edilen bilgiler çerçevesinde IŞİD’in, Irak’ta ele geçirdiği silahları, Suriye’de yürüttüğü silahlı çatışmaya da yönlendirdiği görülmektedir. Bu bağlamda PKK, IŞİD’in Suriye/Halep-Kobani’ye girmesinden dolayı ve bölgede PKK’ya alternatif güç olma imkân kabiliyetini arttırması çerçevesinde IŞİD ile çatışmaktadır.

Diğer taraftan KDP ile PKK ilişkileri çerçevesinde süregelen liderlik savaşı, hâlihazırdaki gelişmeler incelendiği zaman, IŞİD ortak tehdidine karşı KDP’nin 
isteksizliği bağlamında PKK ve KDP’yi ortak hareket etme yönündeki stratejiden alı koymaktadır. PKK’nın KDP’ye yönelik suçlayıcı söylemlerinden de aslında 
PKK’nın IŞİD tehdidini, ulusal birlik ve kendisinin liderlik yolunun açılması bağlamında ortak hareket stratejisini benimsenmesini tercih ettiğini göstermek tedir. KDP tarafından ortak hareket edilmesi yönünde gelecek olan bir adım, KDP’nin mevcut konjonktürel güç kazanımı çerçevesinde, PKK’nın mevcut 
duruma en azından ortak olabilme çabası bağlamında PKK tarafından olumlu karşılanacaktır.     

IKBY tarafından olası bir bağımsızlık ilanı durumunda PKK, Suriye’deki mevcudiyeti ve etkinliği üzerinden güç dengesini muhafaza etmeye çalışacaktır. 
Ayrıca PKK’nın Kandil’deki varlığına bugüne kadar etki edemeyen IKBY’nin, bağımsızlık ilanından sonra da PKK’nın Irak’taki varlığına çok fazla müdahale 
edemeyeceği değerlendirilmektedir. Bu durumun PKK’nın Suriye’de edindiği güç ve artan imkân-kabiliyeti ile birlikte hâlihazırda Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu 
Anadolu Bölgeleri’nde edindiği alan hâkimiyeti çerçevesinde de irdelenmesi gerekmektedir.   

[1]Barzani-PKK Karşı Karşıya, Cumhuriyet, 06/07/2014 

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/91149/Barzani-PKK_karsi_karsiya.html 

07/07/2014


[2]Barzani-PKK Karşı Karşıya, Cumhuriyet, 06/07/2014 

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/91149/Barzani-PKK_karsi_karsiya.html 

07/07/2014


[3]Halklarımıza ve Kamuoyuna, PKKOnline, 08/07/2014, 

http://www.pkkonline.com/tr/index.php?sys=article&artID=2082   09/07/2014


[4] Basına ve Kamuoyuna, PKKOnline, 08/07/2014, 

http://www.pkkonline.com/tr/index.php?sys=article&artID=2083, 09/07/2014


[5] Basına ve Kamuoyuna, PKKOnline, 08/07/2014, 

http://www.pkkonline.com/tr/index.php?sys=article&artID=2083, 09/07/2014


[6] Sınırda Kobani Alarmı, Radikal, 16/07/2014, 

http://www.radikal.com.tr/turkiye/sinirda_kobani_alarmi-1202100, 16/07/2014


[7] Peşmerge İki Petrol Sahasını Ele Geçirdi, Hürriyet, 11/07/2014, 

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26787767.asp, 11/07/2014


[8] Peşmerge İki Petrol Sahasını Ele Geçirdi, Hürriyet, 11/07/2014, 

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26787767.asp, 11/07/2014


9 Peşmerge İki Petrol Sahasını Ele Geçirdi, Hürriyet, 11/07/2014, 

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26787767.asp, 11/07/2014


[10] İsrail’den Şok Kürdistan Açıklaması, 30/06/2014, 

http://www.internethaber.com/israilden-sok-kurdistan-aciklamasi-691295h.htm, 
17/07/2014

..