11 Şubat 2016 Perşembe

SURİYE İÇ SAVAŞI VE TARİHİ GELİŞMELERİ, BÖLÜM 1

SURİYE  İÇ  SAVAŞI VE  TARİHİ GELİŞMELERİ,
BÖLÜM 1 


Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler
SDE Uluslararası İlişkiler Programı  Koordinatörlüğü 
Prof. Dr. Birol AKGÜN 
SDE Uluslararası 
İlişkiler Programı Koordinatörü ,



Özet 

Suriye 1971’den beri aralıksız olarak Baas Partisi ve bu partinin kontrolünü 
elinde bulunduran Esed ailesi tarafından yönetilmektedir. Soğuk Savaş yıllarının 
politik ortamından faydalanarak otoriter rejimine hayat alanı oluşturan Suriye 
yönetimi Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dış politikasında strateji 
değiştirerek Batıya yaklaşmak istemiştir. 

Bu amaçla Suriye, 

I. Körfez Savaşı’nda müttefik kuvvetlere destek vermiştir. Hafız Esed’in ölümü, yerine daha yenilikçi ve reformist gözüken Beşşar Esed’in seçilmesi Suriye’nin uluslararası sistemle ilişkilerinin yeniden düzenlenebileceği yönünde bir umut oluşturmuş; ancak ABD Başkanlığına George W. Bush’un seçilmesi ve ardından yaptığı “ Şer Ekseni ” açıklamasıyla Suriye’yi hedef göstermesi Suriye yönetimi nin kendisini tecrit etmesine sebep olmuştur. Bu süreçte Suriye’nin uluslararası toplumla bağı Türkiye üzerinden kurulmuştur. Ancak Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde bir anda patlak veren ve Suriye’de de hissedilen Arap Baharı süreci, Suriye’nin hem Türkiye ile olan ilişkilerinde hem de uluslararası toplumla olan ilişkilerinde bir kırılma yaratmıştır. 

Mart 2012’de başlayan ve halen devam etmekte olan Suriye muhalefeti ile 
Baas yönetimine bağlı silahlı güçler arasındaki çatışmaları durdurabilmek 
ve Suriye’de barış ve istikrarı yeniden sağlayabilmek amacıyla BM ve Arap 
Birliği tarafından temsilci olarak atanan Kofi Annan tarafından bir plan ortaya 
konulmuştur. Ancak Annan Planı, uygulanması için son tarih olarak verilen 
12 Nisan’ın üzerinden uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen hâlâ tam 
manasıyla uygulanamamakta; Suriye’de kan akmaya devam etmektedir. Bu 
durumda Suriye konusunda daha etkin bir tavır içerisinde olmaları beklenen 
uluslararası toplum da sorunun çözümüne yönelik adım atmakta her geçen 
gün gecikmektedir. Bu analizde Suriye krizinin çözümünde etkin rol üstlenmesi 
beklenen küresel ve bölgesel güçlerin Suriye politikaları değerlendirilmiştir. 

Anahtar Kelimeler: 
Suriye Krizi, Suriye Ulusal Konseyi, Suriye muhalefeti, Türkiye, ABD, AB, Rusya, Çin, Fransa, Suriye politikası ,

Birinci Büyük Savaş sırasında yapılan Sykes-Picot antlaşmasıyla önce İngiltere’nin hâkimiyetine verilmesi tasarlanan Suriye, Savaş’tan sonra İngiltere ve Fransa arasında yapılan anlaşma bağlamında Fransa’ya devredilmiştir. 


Öner BUÇUKÇU 

Suriye’nin Sosyo - Ekonomik Yapısı 

Nüfusu 23,027,000 
Yüzölçümü 185,000 km2 
GSMH 59,147,033,452 $ * 

Etnik yapı% 77-83 Arap 
% 7-8 Kürt 
% 5-6 Türk 
% 2 Ermeni 
% 1 Çerkez 
% 1 Diğer 

(Ayrıca Suriye topraklarında Filistinli mülteciler de bulunmaktadır) 

Başlıca dinî gruplar 

% 74 Sünni 
% 12 Nusayri 
% 10 Hıristiyan 
% 3 Dürzî** 

*Kaynak : Dünya Bankası 

**Kaynak : 
https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/sy.html 

Birinci Büyük Savaş sırasında yapılan Sykes-Picot antlaşmasıyla önce İngiltere’nin hâkimiyetine verilmesi tasarlanan Suriye, Savaş’tan sonra 
İngiltere ve Fransa arasında yapılan anlaşma bağlamında Fransa’ya devredilmiştir. Fransa, Milletler Cemiyeti döneminde Suriye’de bir manda rejimi tesis etmiştir. 
Suriye Mandası, Fransa’nın idaresine girmesiyle çeşitli etnik ve dini gruplara dayalı devletlere bölünmüştür. Şam Devleti, Halep Devleti, Nusayri merkezli Alevi Devleti, Dürzî merkezli Jabal Durize, sonradan Türkiye Cumhuriyeti’ne katılan Hatay Cumhuriyeti ve Lübnan Devleti olmak üzere 6 yapılı yönetim oluşturulmuştur. Ancak Fransa, 1937’de Şam Devleti, Alevi Devleti, Halep Devleti ve Dürzi Devleti’ni tek bir yönetim altında birleştirmiştir. 
Bu duruma özellikle Nusayriler karşı çıkmışlar; 1954’e kadar kendi devletleri için mücadele etmişlerdir. 

İkinci Büyük Savaş yıllarında, 1941 tarihinde Fransa, kendi nüfuzu altında kalmak şartıyla Suriye manda yönetimine kısmî bağımsızlık vermiştir. 1943 
yılında yapılan seçimlerde manda yönetimine karşı olan Şükrü el Kuvvetli, Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Fransa, İkinci Büyük Savaş sürerken 
oluşan uluslararası dinamikler ve iç politikadaki bir takım gelişmeler sebebiyle Savaş sona ererken Suriye’den çekilmiştir. Suriye, 1946’da Birleşmiş 
Milletler’e katılarak Suriye Arap Cumhuriyeti adını almıştır. 

Suriye’de Dinî Grupların Coğrafî Dağılımı 

İkinci Büyük Savaş devam ederken Suriye’de 1943 yılında el-Baas el-Arabî adında bir örgütlenmeye gidilmiştir. Bütün bir Arap dünyasını tek 

Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler 

İkinci Büyük Savaş yıllarında, 1941 tarihinde Fransa, kendi nüfuzu altında kalmak şartıyla Suriye manda yönetimine kısmî bağımsızlık vermiştir. 
1943yılında yapılan seçimlerde manda yönetimine karşı olan Şükrü el Kuvvetli, Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. 

1971-2000 yılları arasında Suriye Devlet Başkanı olan Hafız Esed 
Soğuk Savaş yılları boyunca SSCB doğrultusunda bir dış politika benimsemiş; iç politikada da sıkı bir istihbarat rejimi oluşturarak farklı siyasal hareketlerin 
yaşam alanını yok etmiştir. 

Bir devletin çatısı altında birleştirme ülküsü etrafında hareket eden Baas, Suriyeli Rum Ortodoks bir aileden gelen Mişel Eflak, Hatay’lı bir Nasuri olan 
Zeki Arsuzi ve Sünni Salah Bitar tarafından kurulmuştur. Baas Arap dilinde yeniden diriliş anlamına gelmektedir. Partinin sloganı birlik, özgürlük ve 
sosyalizmdir (İştirakiye). İlk kongresi 1947’de Şam’da yapılan Baas, kısa süre içinde Arap ülkelerinin büyük bölümünde ve diğer ülkelerdeki Arap 
toplulukları arasında da hızla örgütlenmiştir. 

Mişel Eflak’ın kontrolünde olan Baas Partisi 1953’te Ekrem Havrani’nin kontrolünde olan Arap Sosyalist Partisi ile birleşerek Arap Sosyalist Diriliş 
Partisi adını aldı. İç siyasette çekişmelerin olduğu bir dönemde Suriye Komünist Partisi ile ittifak kuran Baas siyasal etkisini genişletti ve 1958’de Suriye ile Mısır’ın birleşmesiyle oluşan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne giden yolu açtı. Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulurken varılan anlaşma dolayısıyla Baas kendisini feshetti, ancak Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’ın Suriye’yi birliğin eş parçalarından birisi değil de Mısır’ın bir vilayeti gibi değerlendirme eğilimi Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılmasına sebep oldu. 1963’te Baas Suriye’de yeniden iktidara geldi, fakat Baas içerisinde de Mısır’la birleşme konusu derin çatlaklar meydana getirmişti. 1966’daki hükümet darbesi denemesinden sonra Baas’ın kurucularından ve teorisyenlerinden Mişel Eflak ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 

Bu süreçte, 1966’da Suriye Savunma Bakanı olan Hafız Esed, özellikle 1969-1970 yılları arasında Baas Partisi’nin sivil ve askeri kanatları arasında baş gösteren iktidar mücadelesinde etkin biçimde yer aldı. Bu çatışmayı doruğa çıkaran Ürdün’deki iç savaşa müdahalenin ardından, 13 Kasım 1970’te kansız bir darbeyle iktidarı ele geçirdi. Mart 1971’de yapılan halkoylamasıyla devlet başkanı seçildi. 

1971-2000 yılları arasında Suriye Devlet Başkanı olan Hafız Esed Soğuk Savaş yılları boyunca SSCB doğrultusunda bir dış politika benimsemiş; iç politikada da sıkı bir istihbarat rejimi oluşturarak farklı siyasal hareketlerin yaşam alanını yok etmiştir. Özellikle 2 Şubat 1982 tarihinde gerçekleştirilen ve 20,000 civarında sivil insanın hayatını kaybettiği tahmin edilen Hama Katliamı, Hafız Esed döneminin en tartışmalı ve kanlı müdahalesi olarak sonraki yıllarda da sıklıkla hatırlanmıştır. 

Hafız Esed’in 2000 yılında akciğer kanserinden ölümü sonrasında görevi geçici olarak, 1971-2000 yılları arasında Devlet Başkan Yardımcılığı görevini 
yürüten Abdülhalim Haddam üstlenmiştir. Bu sırada Suriye anayasasında 

Hafız Esed’in oğlu Beşşar Esed’in seçilmesine engel teşkil eden maddelerde tadilat yapılmış ve Beşşar Esed 2000 yılında yapılan oylama ile Suriye Devlet 
Başkanı olmuştur. 

ABD ile Suriye ilişkileri Beşşar Esed döneminde de gergin olmaya devam etmiş; ABD Suriye yönetimini teröre destek vermekle suçlarken Suriye 
Devlet Başkanı Beşşar Esed de çeşitli uluslararası toplantılarda ABD aleyhine konuşmalar yapmıştır. 2005 yılında Lübnan’da Refik Hariri suikasti 
Beşşar Esed yönetiminin Batılı devletlerle ilişkilerinin iyice gerginleşmesine sebep olmuş ve neticede Suriye BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı 
doğrultusunda Lübnan’daki askerî varlığını sona erdirmiştir. 

Beşşar Esed yönetimindeki Suriye, 2003’teki Irak işgalinden sonra ABD’nin işgal tehdidi karşısında özellikle Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek hem 
Batı ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışmış, hem de bölgesel etki alanını genişletme gayreti içerisinde olmuştur. Ancak Suriye yönetiminin bu süre 
içerisinde İran’la olan ilişkilerini de geliştirmesi, İran etkisinin bölgeye girmesinden endişe eden diğer Arap devletlerinde Suriye’ye yönelik 
çekinceler oluşmasına sebep olmuştur. 

Suriye Siyasî Haritası 

2010 yılı sonu 2011 yılı başında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki otoriter rejimlere yönelik büyük bir öfke patlaması gerçekleşip bu patlama mevcut rejimlerin varlıklarını tehdit eder hale dönüşünce, 2011 yılı Ocak ayında Wall Beşşar Esed yönetimindeki Suriye, 2003’teki Irak işgalinden sonra ABD’nin işgal tehdidi karşısında özellikle Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek hem Batı ile ilişkileri ni normalleştirmeye çalışmış, hem de bölgesel etki alanını genişletme gayreti içerisinde olmuştur. 

Suriye’de gösteriler ve gösterilere sert müdahale devam ederken BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye yönelik karar alabilmek için toplandı ancak Rusya ve Çin’in 
vetosu sebebiyle BM Güvenlik Konseyi’nde bir karar alınamadı. 

Street Journal’a mülakat veren Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed bölgede reform ve değişime yönelik ciddi bir talep olduğunu fark ettiğini ve bu talebi 
karşılamaya yönelik adımlar atacaklarını ifade etti. Mart 2011’de Suriye’de reform talep eden gösteriler başladığında Suriye yönetimi bir yandan çok uzun bir süredir yürürlükte olan reform yasasını yürürlükten kaldırırken, diğer taraftan göstericilere yönelik sert tedbirler almak suretiyle protestoları bastırma yolunu tercih etti. 
  2011 Haziran-Temmuz ayından itibaren kitle gösterilerinin yoğunluğunda yaşanan artış Suriye yönetiminin de tepkisinin sertleşmesine sebep oldu. Suriyeli güvenlik güçleri ağır makineli silahlar ve hatta tanklarla muhalif gösterilerin yoğunlaştığı Hama, İdlib ve Humus gibi kentleri kuşatma altına aldı, katliama varan kasıtlı öldürme olayları yaşandı. 

Suriye’de gösteriler ve gösterilere sert müdahale devam ederken BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye yönelik karar alabilmek için toplandı ancak Rusya ve Çin’in vetosu sebebiyle BM Güvenlik Konseyi’nde bir karar alınamadı. Arap Birliği, Avrupa Birliği ve Türkiye, Suriye’ye yönelik yaptırımlarını sertleştirdi. 2011 yılının son aylarında BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ismi Suriye yönetimiyle görüşme imkânının oluşması için öne çıkmaya başladı. BM ve Arap Birliği Özel Temsilcisi olarak Suriye yönetimi ile görüşen Kofi Annan “Annan’ın 6 Madde Planı” olarak bilinen bir barış ve müzakere planı hazırladı. Annan Planı’nın maddeleri şu şekildeydi: 

1. Suriye halkının istek ve endişelerine cevap verecek Suriye öncülüğünde bir siyasi süreç 

2. Sivillerin korunması için BM gözetiminde her tür silahlı şiddete son 
verilmesi 

a) Hükümet meskûn alanlara asker sevkini ve silah kullanımını durdurup buralarda bulunan askerleri çekecek 
b) Muhalefet çatışmalara son verme taahhüdünde bulunacak 

3. Tüm taraflar çatışma yaşanan bölgelere insani yardım sevkini sağlayacak ve insani amaçlarla her gün iki saatlik sükûnet dönemleri sağlanacak 

4. Suriye yönetimi keyfi şekilde tutuklanmış kişilerin serbest bırakılması sürecinin hızını ve kapsamını artıracak 

5. Suriye yönetimi ülkede gazeteciler için hareket serbestîsi temin edecek 

6. Suriye yönetimi toplanma ve barışçı şekilde gösteri yapma hakkına saygı gösterecek. 

Suriye yönetimi Kofi Annan tarafından ortaya konulan planı kabul ettiğini açıkladı. İstanbul’da 1 Nisan tarihinde gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları 
Toplantısı’ndan sonra ABD, Türkiye gibi ülkeler Kofi Annan’dan planın uygulan ması için Suriye yönetimine yönelik bir son tarih tayin edilmesini talep ettiler. Kofi Annan’ın 10 Nisan olarak açıkladığı ateşkesin sağlanması için son tarih Suriye yönetimi tarafından “10 Nisan’dan itibaren 48 saat içerisinde” olmak üzere kabul edildi. Suriye yönetimi plana şehir merkezi dışında güvenlik güçlerine yönelebilecek saldırılara cevap verme hakkını saklı tutarak onay verdiğini açıkladı. 

Annan Planı çerçevesinde Suriye’ye bir uluslararası gözlemci misyonu ulaştı. Gözlemci misyonunda görevli olanların sayısı BM tarafından daha sonra 
300’e çıkarıldı. Bu arada Suriye’de 1973’ten beri ilk kez çok partili seçim gerçekleştirildi. Yapılan anayasal reformların ardından gerçekleştirilen 
ve muhalifler tarafından boykot edilen ilk seçimden, Suriye sisteminde belirleyiciliğini sürdüren Baas Partisi’nin galip çıktığı açıklandı. Uluslararası 
toplum, seçim sonuçlarını gerçekçi bulmadığını açıkladı. 

BM, Suriye’deki olaylarda bugüne kadar 10000’den fazla sivilin hayatını kaybettiğini açıklarken Şam yönetimi 3000’in üzerinde güvenlik görevlisinin 
olaylarda hayatını yitirdiğini duyurmuştur. 

Suriye’ye Ait Bazı Ekonomik Veriler 

Ekonomik Büyüme Göstergeleri 

2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015 
Reel Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla 
(% değişim) 4.5 6.0 3.2 -3.6 1.5 3.8 4.7 4.5 
Mal ve hizmet ithalatı 
(% değişim) -2.3 -19.0 14.4 -6.1 3.0 9.0 3.4 2.9 
Mal ve hizmet ihracatı 
(% değişim) 2.5 -10.5 9.9 -3.0 2.6 10.0 5.8 3.8 
Nominal Gayri Safi Yurtiçi 
Hâsıla (US $ Bil.) 52.5 53.9 57.7 57.3 60.2 66.6 74.5 84.1 
Nominal Kişi Başı Millî 
Gelir (US $) 2473 2460 2563 2490 2569 2798 3085 3433 

Not: Tarihî veriler ulusal ve uluslararası kaynaklar kullanılarak oluşturulmuş; tahminler IHS Global Insight’tan alınmıştır. 

Annan Planı çerçevesinde Suriye’ye bir uluslararası gözlemci misyonu ulaştı. Gözlemci misyonunda görevli olanların sayısı BM tarafından daha sonra 300’e 
çıkarıldı. Bu arada Suriye’de 1973’ten beri ilk kez çok partili seçim gerçekleştiril di. Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik dengeleri derinden sarsan köklü siyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma yaratmaktadır. 

ABD’nin Suriye Politikası 

Prof. Dr. Birol AKGÜN 

Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik dengeleri derinden sarsan köklü s iyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma yaratmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel sistemdeki her gelişme karşısında aktif pozisyon alan ve oyun kuruculuk rolünü üstlenen ABD, Arap Baharı karşısında aşırı ihtiyatlı, ön plana çıkmayan, düşük profil sergileyen ve gelişmeleri perde arkasından izleyerek, kritik güvenlik sorunlarını bölgesel güçlere havale eden bir tutum takınmaktadır. Başkan Obama’nın bu tavrı iç politikada onun “kararsız ve zayıf bir siyasi lider” olarak suçlanmasına yol açıyor. Uluslararası politikada ise yarım asırdır hep Washington’dan gelecek siyasi sinyallere göre pozisyonunu alan bazı ülkeler ve liderler, Amerika’nın yeni yaklaşımı karşısında ciddi bir ikilemle karşı karşıya görünüyor. Amerika’nın Tunus ve Mısır’da değişimden yana açıktan tavır almasına karşı, Libya’ya askeri müdahale gündeme geldiğinde liderliği Fransa’ya bırakması ve Suriye söz konusu olduğunda ise Türkiye ve Arap Birliği’nin geliştirdiği stratejileri desteklemesi dış politika analistlerinin de kafasını karıştırmış durumda. 

Kafa karışıklığını gidermek için, Amerika’nın genel olarak Arap Baharı özel olarak ise Suriye konusundaki stratejisini doğru anlamak gerekiyor. Temel tespitimiz şudur: ABD’nin hegemonik gücünde ciddi aşınmalar vardır ve Arap Orta doğu’sundaki sürpriz gelişmelere karşı hazırlıksız yakalanan ABD, bir yandan ilkesel olarak bölgedeki değişimi ve demokratikleşmeyi siyaseten desteklerken, diğer yandan bölgede yeni askeri angajmanlara girmekten kaçınmaktadır. Obama yönetimi, ABD’nin küresel liderliğini sürdürebilmesi için Asya-pasifik bölgesini dış politikasının yeni odak noktası olarak belirlemiştir ve Orta doğu’nun dönüşüm sürecinde Avrupa Birliği ve Türkiye gibi demokratik güçleri daha aktif rol almaya teşvik etmekte, onları sorumluluk ve yük paylaşımında ortak olmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda, askeri güce gerek duyulmayan Tunus ve Mısır’daki olaylarda Türkiye yaptığı kritik siyasi açıklamalarla otoriter liderlerin devrilmesin de ve demokratik sürecin başlamasında önderlik rolü üstlenirken; Libya’daki askeri harekât sürecinde ise Fransa öncülük yapmıştır. Şimdi sıra Suriye’dedir ve dış müdahaleye gerek kalmadan dönüşüm için stratejiler geliştirilmeye  çalışılmaktadır. Eğer mutlaka müdahale gerekecekse, burada liderliği Türkiye’nin alması beklenmektedir. 

Buradaki temel soru şudur: Bölgeyi ekonomik ve ticari enstrümanlara dayanarak ve karşılıklı etkileşimle dönüştürmek isteyen Türkiye; askeri kapasitesi Suriye’ye müdahaleye yetmesi mümkün olmayan Arap Birliği; kendi iç ekonomik ve siyasi krizleriyle uğraşan AB ülkeleri Beşşar Esed yönetimini askeri güce başvurarak devirmek için harekete geçmezse, ABD’nin Suriye politikası ne olacaktır? Batının ekonomik yaptırımları altında yıpranan, ancak İran gibi ülkelerin mali ve askeri yardımıyla uzun süre ayakta kalabilecek olan Esed rejimi ile silahlı muhalif gruplar arasındaki çatışmaların sarmalında bölgede yeni bir Lübnan veya yeni bir Yugoslavya mı ortaya çıkacaktır? Suriye’deki uzun çatışma süreci, İran ve ABD (İsrail) arasındaki bölgesel gerginliğin yaratacağı yeni bir istikrarsızlık ve terör saldırıları üzerinden siyasi hesaplaşmaları da beraberinde getirmeyecek 
midir? 

Obama’nın Dış Politika Doktrini 

ABD, Suriye konusunda başından beri diğer Arap Baharı ülkelerinde sergilediği düşük profilli yaklaşımı sergilemektedir. Obama, daha seçilmeden önce bir Arap ülkesi olan Irak’ın sözde demokratikleşmesi için gerçekleştirilen ABD işgaline karşı çıkmıştır ve dış politikasını da Rusya, Çin ve İran dâhil tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi (reset) üzerine oturtmuştur. ABD halkının kendisine yönelik desteğinin de savaşçı değil, barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan Obama, dış politikada zor kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaktadır. Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişen yeni Amerikan yaklaşımı, kendisini en çok Arap Baharı sürecinde hissettirmiştir. Nitekim, Başkan Obama özellikle Libya müdahalesi sırasında ancak BM Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. 

Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne Jefferson gibi 
“özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. 

Güvenlik Konseyi’nden karar çıktıktan sonra Amerikan askerlerine silah 
kullanma izni vermiştir. Başkan Obama’nın 28 Mart 2011 tarihli kritik 
konuşması bu anlamda son derece anlamlıdır. 

“Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz 
müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete 
geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz. 
Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana 
dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin 
dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… Baskıcı 
rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika’nın 
olmamalıdır… Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz 
kaldığı için harekete geçtik.” 

Görüleceği gibi Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının 
korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne 
Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı 
mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici 
bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan 
maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak 
için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer 
ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. Bu 
bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin 
meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir. Böylece Obama yönetimi ile 
birlikte Amerika’nın, klasik çevreleme politikaları yerine “kendi gücünü 
sınırlandırma” (self-restraint) politikasına geçtiği söylenebilir. ABD’nin yeni 
dış politikasını yalnızca Obama’nın liderlik anlayışı ile açıklamak da doğru 
değildir. Değişimi, Amerika’nın küresel sistemi kontrol etmeye imkân veren 
ekonomi-politik gücündeki göreceli yapısal zayıflamanın bir sonucu olarak 
okumak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Obama’yı küresel güç kaymasını 
erken okuyan ve ABD’nin elindeki gücü daha zekice (smart power) 
kullanması gerektiğine inanan; bu bağlamda da çok taraflı (multileteralism) 
dış politika çizgisine geri dönüşü savunan pragmatist bir idealist siyasi lider 
olarak tanımlamak mümkündür. 

ABD’nin Suriye Politikası 

ABD’nin Suriye ile olan ilişkileri son yarım asırda çoğu zaman gergin bir 
seyir izlemiştir. Arap-İsrail çatışmalarında ABD’nin her zaman açıktan İsrail’i 
desteklemesi, Şam’ın ise dış politikasını Tel Aviv karşıtlığına odaklaması 
Suriye’yi ABD’nin de dolaylı düşmanı haline getirmiştir. Öte yandan 
Soğuk Savaş dönemindeki doğu-batı kutuplaşmasında da Suriye, Sovyet 
blokunun Ortadoğu’daki en güçlü müttefiklerinden biri olmuştur. İran 
devrimi sonrasında ise Suriye İran’ın en sadık ve en yakın Arap müttefiki 
haline gelmiştir. Uzun süre Lübnan’ı da kendi denetimi altına alan Suriye, 
ABD tarafından bölgede teröristleri destekleyen bir haydut devlet olarak 
tanımlana gelmiştir. Nitekim 2003 yılındaki Irak işgaline karşı çıkan Suriye’yi 
zamanın ABD Başkanı Bush “şer ekseni” ülkelerinden biri olarak tanımlamış 
ve açıktan askeri müdahale ile tehdit etmiştir. 2005 yılında Lübnan 
başbakanı Hariri’nin öldürülmesinden Şam yönetimi sorumlu tutulmuş ve 
ABD-Suriye diplomatik ilişkileri tamamen kesilmiştir. Bölgede yeni bir Irak 
görmek istemeyen Türkiye’nin karşı çıkması ve Suriye ile İsrail arasında 
arabuluculuk yapması gibi diplomatik girişimler sayesinde Suriye ile ABD 
arasındaki gerginlik yavaş yavaş azalmış ve nihayet 2009 yılında Obama 
Şam’a yeniden bir büyükelçi atamıştır. 

Görüleceği üzere, 2011 Mart ayında Suriye’de başlayan demokrasi yanlısı 
kitlesel gösterilere kadar geçen sürede, Washington ile Şam arasında 
her zaman derin bir güven bunalımı hüküm sürmüştür. 2011’de Dera’da 
başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş 
ve Esed yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog 
başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir 
yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği 
ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. Yeni ABD dış politikasına uygun olarak, 
Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel 
inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini 
desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir 
tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını 
savunmuştur. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama 
artık Esed yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi 
itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir. 

Ancak yine de şunu görmek gerekir ki, Suriye ve İran sorunu ABD için 
birbirinden bağımsız konular da değildir. Obama yönetiminin güvenlik 
elitleri, Ortadoğu’daki temel amaçları olan İran’ın gücünün zayıflatılması 
için Suriye’nin İran’dan kurtarılması gerektiğini iyi bilmektedirler. Şam’ın 
demokrasi cephesine katılması durumunda, İran’ın Lübnan’a kadar uzanan 
bölgedeki gücünde ciddi bir kırılma beklenmelidir. Bu nedenle 2012 
başından beri İran’a yönelik artan ABD, AB ve İsrail desteği İran’ın nükleer 
bomba üretmesini engellemek kadar, İran’ın Suriye’ye yönelik desteğini 
kesmeyi de amaçlamaktadır. Ancak her iki konuda da ABD’nin karşısına en 
büyük engel olarak BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin’in ikili vetosu çıkmaktadır. 

   Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik 
verilmesini desteklemiştir. 
Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını savunmuş tur. Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır. 


Suriye’ye yönelik silah ambargosunu da içeren ve ABD, AB ve Arap Birliği’nce hazırlanan karar tasarılarının iki kez reddedilmesi üzerine, ABD ve AB Arap Birliği ile birlikte alternatif platformlar geliştirme çabasına girişmiştir. 

Bu çerçevede Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır. Burada Suriyeli muhalifler arasında alternatif bir iktidar bloku oluşturmak için Suriye Ulusal Konseyi oluşturulmuştur. Amaç, bir yandan Suriye’deki çatışan muhaliflere dışarıdan destek sağlamak, diğer yandan Esed rejimi üzerindeki baskıyı artırmaktır. Nitekim Suriye’nin dostları grubu ikinci ve en önemli toplantısını 84 ülkenin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirmiştir. ABD’nin de desteklediği İstanbul kararlarında, Suriye Ulusal Konseyi Suriye halkının meşru temsilcisi olarak tanınmış ve Suriyeli muhaliflere silah dışında her türlü insani ve teknik yardımın yapılması kararı alınmıştır. 

Ancak ABD, Suriye’deki çatışmalarda şimdiye kadar 10 bin civarında insan hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, BM’den bir karar çıkmadan Esed yönetimine karşı tek taraflı bir askeri müdahaleye hazır olmadığını söylemekte  dir.  Başkan Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında 
söyledikleri Washington’un bakış açısını anlama bakımından oldukça açıklayıcıdır. Obama Suriye konusunda “bazılarının önerdiği gibi, ABD’nin tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu” ve durumun Libya’dakinden çok farklı olduğunu vurgulamaktadır. “Libya konusunda biz uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır.” 

Görüldüğü üzere, Obama Suriye’deki insan hakları ihlallerinin askeri bir müdahaleyi gerektirdiği konusunda karşı çıkmamakla birlikte, kendi doktrinin ilkelerine sadık kalmaya çalışmaktadır. Öte yandan Obama yönetimi esasen 2012 yılında ülkedeki başkanlık seçimlerine odaklanmış durumdadır. Irak’tan çekilme kararı alan ve Afganistan’dan çekilme takvimi ilan eden Obama yönetimi sonucu önceden kestirilemeyen bir müdahale fikrine oldukça uzak durmaktadır. Obama’nın siyasi kariyeri açısından içerideki ekonomik gelişmeler, Suriye gibi düşük yoğunluklu bir iç çatışmaya bulaşmaktan çok daha önemli görülmekte ve öncelenmekte dir. 

Kofi Annan Planı ve ABD 

27 Aralık’ta ilan edilen ve 1 Nisan’da yürürlüğe giren Kofi Annan’ın hazırladığı 
barış planı bu anlamda Washington, Şam ve Moskova için siyaseten nefes 
aldırıcı bir diplomatik inisiyatif olarak ortaya çıkmıştır. BM ve Arap Birliği’nin 
Suriye temsilcisi olarak atanan eski BM genel sekreteri Annan’ın hazırladığı 
altı maddelik plan özetle; Suriye’nin, “halkın meşru istek ve kaygılarına 
cevap vermek için başlatılacak olan ve Suriyelilerin liderlik edeceği kapsamlı 
siyasi süreç” için Annan’la işbirliği yapmasını, Şam yönetiminin çatışmaları 
durdurmasını ve insanların yaşadığı bölgelerdeki askeri hareketliliğin ve ağır 
silahların kullanılmasının derhal durdurulmasını, Suriye ordusunun, insani 
yardımların ulaştırılması ve yaralıların tahliye edilmesi için günlük iki saatlik 
“insani duraklama”yı kabul etmesini, rastgele tutuklanan kişilerin serbest 
bırakılmasını, Suriye’nin genelinde haberciler için hareket özgürlüğünün 
sağlanmasını, gazetecilere yönelik ayrımcı olmayan bir vize politikasının 
uygulanmasını ve sivil halkın toplanma özgürlüğü ve barışçıl gösteri yapma 
hakkına saygı duyulmasını kapsamaktadır. 

ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı desteklemektedir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemektedir. 
Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da Annan 
Planı damgasını vurmuştur. Şu söylenebilir: Açık bir BM kararı olmadan, 
ABD için seçim sathı mailine girildiği bir ortamda ekonomik maliyeti ile 
askeri ve siyasi riski fazla olan tek taraflı bir müdahale girişimi rasyonel bir 
politik tercih olarak gözükmemektedir. Kaldı ki, önümüzdeki günlerde Rusya 
ve Çin’in veto yetkilerini kullanmaktan vazgeçeceklerini gösteren bir işaret 
de yoktur. Dolayısıyla ABD, Türkiye ve Fransa gibi müttefikleri ile istişare 
içinde bulunacak ve bölge ülkelerinin inisiyatiflerini desteklemeye devam 
edecektir. 

  ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı 
desteklemekte dir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını  istemekte dir. Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da 
Annan Planı damgasını vurmuştur. 

  Dünyanın sadece % 7-8’lik bir nüfusuna ama en müreffeh ve barışçı bölgelerinin başında olan AB’nin ortak bir dış ve güvenlik politikası 
konusunda uzun zamandır ortaya koyduğu çabaların hala son derece 
yetersiz olduğu bizzat AB üyeleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. 

Avrupa Birliği’nin  Suriye Politikası 

Doç. Dr. M. Murat ERDOĞAN 

Uluslararası krizlerde Avrupa Birliği sıklıkla gövdesi ile kafası arasındaki 
dengesizliğin vurgulandığı benzetmelerle ifade edilir. Bu durum özellikle 
Soğuk Savaş sonrasındaki dünyada daha da belirgin bir hal aldı. 1990’ların 
ilk yarısında önce Körfez Krizi, ardından Balkanlardaki savaşlar AB’nin ulus 
devletlerin birliği olduğunu ve ortak bir dış politika geliştirme konusunda son 
derece yetersiz olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. “AB ekonomik 
bir dev, siyasi bir cüce ve askeri anlamda bir elma kurdu” olarak tanımlandı. 
Ancak AB’nin küreselleşmenin önlenemez biçimde her alanda yaygınlaştığı 
ve eş zamanlı olarak da bölgeselleşmenin yaşandığı dünyada yeni bir siyasi kimliğe sahip olması gereği bizzat Avrupalılarca sıkça dile getirildi. 

Bu nedenle ortak dış ve savunma politikasının geliştirilmesi, buna yönelik 
gerekli lojistik ve altyapının NATO ile işbirliği halinde gerçekleştirilmesi 
hususunda önemli adımlar da atılmaya çalışıldı. Ancak başını Fransa Almanya ’nın çektiği AB ile “ABD’siz olmaz” diyen İngiltere ve çevresindeki AB üyeleri için ortak bir dış politika geliştirmenin ne kadar zor olduğu her krizde tekrarlandı. Bunlardan en çarpıcılarından birisi 2003’de ABD’nin Irak operasyonunda da yaşandı. Fransa-Almanya ABD’nin müdahalesine karşı AB içinde cephe oluşturmaya çalışırken, AB içinde başta İngiltere ve İspanya olmak üzere pek çok üye ABD ile işbirliği yönünde karar aldı. Daha çarpıcı olan ise AB ile üyelik müzakeresi içindeki pek çok AB adayı ülkenin ABD’yi AB’ye tercih etmeleri oldu. 

Dünyanın sadece % 7-8’lik bir nüfusuna ama en müreffeh ve barışçı bölgeleri  nin başında olan AB’nin ortak bir dış ve güvenlik politikası konusunda uzun zamandır ortaya koyduğu çabaların hala son derece yetersiz olduğu bizzat AB üyeleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. AB politikalarının “Soft Power” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün olsa da, bunun krizler için etkisinin son derece sınırlı kaldığı da açıktır. 

Lizbon Anlaşması ile çerçevesi oluşturulmaya çalışılan ve dış politikada tek 
sesliliği amaçlayan düzenleme ile AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek 
Temsilciği oluşturuldu. Halen Catherine Ashton’nun üstlendiği bu görev, 
hem kurumsal hem de Ashton’un yetkinliği çerçevesinde sıkça eleştirilere 
uğramaktadır. Bu durum Suriye Krizi’nde de tekrar yoğun olarak gündeme 
geldi. 

Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması ile Ortadoğu’da başlayan 
ve adına “Arap Baharı” / “Arap Uyanışı” denilen süreç sadece bölge ülkeleri için değil, aynı zamanda dünyaya şekil veren güçler bakımından da son derece önemli bir sınava dönüştü. AB bütün bu gelişmelerde hem kendi içinde birlik görüntüsü vermekten uzak oldu hem de özellikle Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya arasındaki ciddi politika farklılıkları çatışmalarla anıldı. Tunus’ta Buazizi’nin kendini yakması ile ilk hareketlenme başladığında, Fransa “isyancıların bastırılması için Tunus yönetimine destek verme” önerisinde bulunmuştu. Ancak olaylar kontrolden çıkıp Ortadoğu rejimleri teker teker bu dalganın karşısında sarsılınca, başta Fransa olmak üzere bütün AB ülkeleri politikalarında radikal değişiklik ihtiyacını hissettiler. 

Bu konuda en şaşırtıcı değişimlerden birisi de Libya krizinde yaşanmış, 
Kaddafi’nin “kazanamayacağını” farkeden Fransa, İngiltere ve İtalya önce 
muhalefeti örgütlemiş, ardından da BM’den çıkan müdahale kararının baş 
aktörleri olmuşlardı. 

Suriye’de yaşanan kriz, Ortadoğu’da yaşanan “uyanış” hareketinin son 
halkalarından birisi olarak aslında önemli bir tecrübe birikimi ile karşılandı. 
Suriye’nin başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarının yeterince çekici 
olmaması, ülkede yaşanan isyan hareketine yönelik Beşşar Esed rejiminin 
aşırı güç kullanımı da belki de ilk kez AB içinde “daha ortak” bir yaklaşımla 
eleştirildi, reddedildi. AB’ye yön veren Fransa, Almanya, İngiltere ve diğer AB üyesi ülkeler Suriye’de yaşananlar konusunda ağız birliği içinde doğrudan Esed rejimini ve özellikle de Beşşar Esed’i eleştirdiler ve hatta suçlu ilan ettiler. 

Bu arada AB üyesi ülkeler, BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan tarafından yapılan çalışmalara da tam destek verdiklerini net bir biçimde ortaya koyarlarken, Rusya ve Çin’i de eleştirdiler. 

AB’nin Dağınıklığı 

AB politikalarına yön verme kabiliyetinde olan İngiltere, Fransa ve Almanya’nın Suriye politikalarına yakından bakıldığında, en azından söylem bazında önemli bir yakınlaşma olduğu dikkati çekmektedir. İngiltere’de 

 Suriye’nin başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarının yeterince çekici olmaması, ülkede yaşanan isyan hareketine yönelik Beşşar Esed 
rejiminin aşırı güç kullanımı da belki de ilk kez AB içinde “daha ortak” 
bir yaklaşımla eleştirildi, reddedildi. 

Her ne kadar AB üyesi ülkelerin Suriye konusunda neredeyse hiç olmadığı kadar aynı görüşte olmalarına rağmen, AB’nin Suriye 
konusunda etkin ve ortak bir politika geliştirebildiği ise kesinlikle 
söylenemez. 

Cameron hükümeti Esed yönetiminin kendi halkına uyguladığı şiddet 
politikasını derhal sonlandırması çağrısında bulunurken, Esed yönetimini 
şiddeti sona erdirmeye mecbur bırakacak yaptırımların bir an önce yürürlüğe 
girmesi konusunda da son derece istekli bir görüntü vermektedir. 

İngiliz Dışişleri Bakanı William Hague, Tunus’ta gerçekleşen Suriye’nin Dostları 
Toplantısı’nda Suriye’deki muhalefete desteklerini açıkça dile getirmiş, 
Güvenlik Konseyi’ne hitaben “Dünyanın büyük bir çoğunluğunun gözünde 
bu konsey Suriyelilere karşı sorumluluklarını yerine getirmekte başarısız 
olmuştur” diyerek, üyeleri birlik olmaya çağırmış, Suriyelilerin öncülük ettiği 
bir siyasi değişimi’ desteklerini ifade etmiştir. İngiliz hükümetinin Suriye’ye 
rejiminin biran önce demokratikleşmesi ve muhaliflerin taleplerinin yerine 
getirilmesine dair beklentisi son dönemde yerini Esed yönetiminin acilen 
tasfiyesi beklentisine bırakmıştır. İngiltere’nin Suriye’ye yönelik bir askeri 
müdahaleye sıcak bakmadığı da anlaşılmaktadır. 

Suriye ile yakın tarihi ve siyasi bağları olan Fransa’nın Esed rejimine 
karşı yaklaşımı da oldukça serttir. N. Sarkozy, açık bir biçimde Suriye 
Devlet Başkanını suçlayarak “Esed, utanmadan yalan söylüyor” demiş ve 
Kaddafi’nin Bingazi’yi yok etmek istediği gibi Esed’in de Humus’u yok etmek 
için çalıştığını şeklinde bir açıklama ile Suriye’ye yönelik askeri müdahale 
ihtimalini de akıllara getirmektedir. 

AB’nin diğer büyük gücü Almanya da benzer tepkileri verirken, bu konuda 
özellikle ABD ile yakın davranmayı önemsediğini de belli ediyor. İstanbul’da 
gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları İkinci Toplantısı’nda Alman Dışişleri 
Bakanı G. Westerwelle Suriye’de çözüm konusunda bir mühlet tanınmasına 
bile karşı olduklarını söyledi. Bir zaman kısıtlamasına gitmenin çözüm 
üretmeyeceğini belirten Westerwelle, «Bir sınırlandırma bu dönemde yanlış 
anlaşılabilir» diyordu. 

Her ne kadar AB üyesi ülkelerin Suriye konusunda neredeyse hiç olmadığı 
kadar aynı görüşte olmalarına rağmen, AB’nin Suriye konusunda etkin ve 
ortak bir politika geliştirebildiği ise kesinlikle söylenemez. AB’nin aldığı 
tedbir ve yaptığı açıklamaların Esed’in politikalarını ve uygulamalarını 
engellemekten son derece uzak, sembolik çıkışlar olduğu da net biçimde 
ortaya çıkmıştır.1 BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın 
çalışmalarını destekleyen AB’nin Suriye’ye silah satışını durdurması 
yönündeki karar belki de bu çerçevede yapılan en önemli girişim olarak 
kabul edilebilir. Ancak Rusya’nın Suriye’nin silah tedarikçisi olması ve 
tedarike devam etmesi, bu kararın etkisini ciddi bir biçimde azaltmaktadır. 

Lizbon Anlaşması ile kısmen güçlendirilen ve ortak politikalar geliştirme 
konusunda umut yaratan Avrupa Birliği Dışİlişkiler Yüksek Temsilciliği 
ve onun başındaki Cathron Ashton sıkça eleştirilerin hedefi olmaktan 
kurtulamıyor. Zira Suriye’de devam eden insanlık dramının engellenebilmesi 
için doğrudan askeri müdahale olmasa da AB’nin öncülüğünde dünya 
kamuoyunun daha etkin hale getirilmesi ve daha etkili caydırıcı yaptırımların 
uygulanması gerekiyor. AB yoğun kamuoyu baskısı ile şu ana kadar Suriye 
Merkez Bankası’nın Avrupa Birliği’ndeki bütün banka hesaplarını dondurdu 
ve banka ile tüm finansal işlemlere son verildi; Suriye uçuşşirketlerine 
ait kargo uçaklarının Avrupa Birliği’ne uçuşları yasaklandı. Suriye ile 
değerli maden ticaretine de yasak getirildi. 27 ülkenin dışişleri bakanları 
Polonya’daki toplantıda Suriye petrolünü boykot kararı adlı. Ancak İtalya 
boykota yürürlükteki bir sözleşme yüzünden 15 Kasım’da başlayabileceğini 
duyurdu. Bu arada, Devlet Başkanı Esed’in kabinesindeki dokuz bakana 
daha Avrupa Birliği’ne seyahat yasağı getirildi ve Avrupa’daki banka 
hesapları donduruldu. AB ilki Tunus’ta ikincisi ise İstanbul’da gerçekleşen 
“Suriye Halkının Dostları Grubu” toplantılarında da aktif yer aldı. Bu arada 

C. Ashton AB adına Suriye muhalefeti olarak “Suriye Ulusal Konseyi”nin 
muhatap alınacağını açıkladı. Ancak Ashton’a göre “Avrupa Birliği askeri 
müdahaleyi düşünmeyerek Suriye krizine çözüm bulmaya çalışıyor.” 
Eleştirilerin hedefinde olan Ashton’a Euronews muhabirinin “Suriye 
konusunda çok açıktınız ve net konuşuyordunuz. Ancak öyle görünüyor 
ki, geçtiğimiz birkaç hafta içinde hararetinizi kaybettiniz” sorusuna Yüksek 
Temsilci “Tam olarak değil. Ancak şu anda yapmamız gereken sistematik 
bir şekilde Suriye’ye baskı uygulamak” dedikten sonra Libya türü bir 
müdahaleye çok da sıcak bakmadığını ortaya koyuyordu. 

AB’nin Dış Politikasızlığı 

AB’nin yeteneksizliği ve politika üretememesi kuşku yok ki sadece Yüksek 
Temsilci ile açıklanamaz. Ancak son dönemde Ashton’un hem AB hükümetleri 
(özellikle de Fransa ve İngiltere) hem de bizzat Avrupa Parlamentosu 
tarafından çok ciddi bir şekilde eleştirildiği, “görevinde yeterince etkili 
olmadığı” düşüncesinin sıkça tekrarlandığı görülmektedir. Ashton’u daha 
aktif olmaya çağıran AB Parlamentosu milletvekilleri, Ortadoğu’da yaşanan 
olaylara ilişkin AB’nin uluslararası alanda tavrını belli etme konusunda geç 
kaldığını ifade ederken C. Ashton’un verdiği cevap son derece çarpıcıdır: 
“En önemli şeylerden biri insanları dinlemek. Biz, Mısır ve Tunus halkını 
desteklemek için neler yapabileceğimizi düşünürken onlar geleceklerini 
güvence altına almak istiyor. Onların ihtiyaçlarına kulak vermek bir bakıma tepki göstermektir.
” Bu açıklama AB’nin kapasite ve politik gücünü görmek bakımından oldukça önemli bir açıklama olarak kabul edilebilir. 

  AB’nin politika üretememesi kuşku yok ki sadece Yüksek Temsilci 
ile açıklanamaz. 
Ancak son dönemde Ashton’un hem AB hükümetleri hem de bizzat Avrupa Parlamentosu tarafından çok ciddi bir şekilde eleştirildiği 
görülmektedir. 

Soğuk Savaş sonrasından günümüze, AB’nin neredeyse hiçbir dış krizde 
birlik politikaları geliştiremediği net olarak ortaya çıkmıştır. Hiç kuşku yok ki, derin olmayan ve AB üyeleri arasında ciddi politika farklılıklarının yaşanmadığı krizlerde AB bir “ Yumuşak Güç ” olarak devreye girmiştir. 

Ancak sorunun sadece Ashton değil, üye ülkeler arasındaki çıkar farklılığı olduğu 
görüşü de yine sıkça dile getirilmektedir. Örneğin Avrupa Parlamentosu 
Sosyalist Grup Başkanı M. Schulz, bazı üye ülkelerin kendi çıkarları için 
çalışmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylüyor ve “Onun için en büyük 
engel, Almanya’nın Dışişleri Bakanı G. Westerwelle, Londra’da W.Hague, 
Paris’te A. Juppe veya herhangi bir diploması şefi. Çünkü onlar önce ülkem 
daha sonra Avrupa Birliği diyor. Bu düşünce tarzı değişmeli” eleştirisini 
getirmektedir. 

Bilindiği üzere karar alma mekanizmasını hızlandırmayı hedefleyen Lizbon 
Antlaşması, Avrupa Birliği’nin tek bir ağızdan konuşmasını hedefliyor. 
Ancak pek çok AB milletvekiline göre o günden bu yana hiç bir değişiklik 
olmadı. Alman Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Üyesi Daniel Cohn-
Bendit, “Bence en büyük sorun Sayın Ashton’un kendini koordinatör olarak 
görmesi oysa o tavrını belli etmeli. Gerekirse üye ülkeleri eleştirmeli çünkü 
dış politika sorunu “tek bir ağızdan konuşmak”. Bu sorun aşılmadıkça 
ilerleme kaydedemeyeceğiz” demektedir. Avrupa Parlamentosu’ndaki (AP) 
Liberal Grup Başkanı G. Verhofstadt ise hem AB hem de BM’yi sert şekilde 
eleştirilerek «AB ve uluslararası ortakları sadece oturup Esed’in sıradan 
işiymiş gibi katliamı sürdürüp kendileriyle alay etmesini seyredemezler. 
Diplomasi politikanın ikamesi değildir. AB ve BM’nin Suriye krizini yönetme 
başarısızlığı Esed sayesinde ortaya çıkmıştır. AB’nin dış ilişkilerle ilgilenen 
değil dış politika yapan bir Yüksek Temsilciye ihtiyacı var» demiştir. 

Yumuşak Güç Suriye’yi Korumada Yetersiz Kalıyor 

Soğuk Savaş sonrasından günümüze, AB’nin neredeyse hiçbir dış krizde 
birlik politikaları geliştiremediği net olarak ortaya çıkmıştır. Hiç kuşku 
yok ki, derin olmayan ve AB üyeleri arasında ciddi politika farklılıklarının 
yaşanmadığı krizlerde AB bir “yumuşak güç” olarak devreye girmiştir. 
Ancak bunun dışında AB’den operasyonel bir tavır beklemek ve krizleri 
engelleyecek, durduracak ya da çözüme ulaştıracak bir güç olarak söz 
etmek son derece zordur. Suriye konusunda da AB’nin etkin ve çözüm 
üretecek bir politika izlemesini beklemek çok gerçekçi olmayacaktır. Ancak 
AB’nin demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, sivil toplum vb. konularda 
ortaya koyduğu söylemin uzun vadede bölgede toplum nezdinde katkısı 
olacağı söylenebilir. AB’nin bu tür krizlerde etkili olabilmesinin iki önemli 
zemini olması gerektiği açıktır. Bunlardan birincisi AB’nin çıkar uyuşmasını 
sağlaması, yani AB çıkarları ile üye devletlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin 
en az düzeye indirilmesidir. Bu AB’nin gerçek bir birlik olmasının da 
önkoşuludur. İkinci önemli zemin ise AB’nin ortak dış politika ile savunma 
politikasını daha yüksek bir kapasite ve öncelikle ele almasıdır. Savunma 
harcamalarından kaçan ve sorunları ABD ve NATO eliyle çözmeye çalışan 
yaklaşım, AB’nin edilgen bir pozisyonda kalmasına neden olmaktadır. 
Bunun için Amerikalılar “pay, but not play” diyebilmektedirler. Aslında 
ortak dış ve güvenlik politikalarının, ortak bir AB’yi de birlik olma konusunda 
geliştireceği ve küresel-bölgesel düzeyde ciddiye alınır bir güç olmasına 
büyük katkı sağlayacağı söylenebilir. Kendi insanına savaş ilan edip ateş 
edebilen zulümde sınır tanımayan bir rejimin AB’yi ciddiye almasını ve 
yaptırımlarından ürkmesini gerektirecek çok az unsur bulunduğu üzücü bir 
gerçektir. 

  Savunma harcamalarından kaçan ve sorunları ABD ve NATO eliyle çözmeye çalışan yaklaşım, AB’nin edilgen bir pozisyonda kalmasına neden olmaktadır. Bunun için Amerikalılar “ Pay, but not Play ” 
diyebilmektedirler. 


Fransızlar her ne kadar özerklik taleplerini destekleseler ve bu 
itibarla zayıf federal birimler inşa etseler de 1925-1927 yılları arasında 
Fransa’ya karşı direnişte önemli rolü olan isyanlar yoğunlaşmıştır. 

2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM  EDECEKTİR..


**

5 Şubat 2016 Cuma

YUNAN MEZALİMİ




YUNAN MEZALİMİ


Tarihçi  George Finlay,  1864’te yayınlanan  Yunan  Ayaklanmasının  Tarihi (History  of Grek  Revolution)   adlı  kitabında   şöyle  yazıyor: ”1821  Nisanında  20.000  kişi   toplamına  yakın   bir  Müslüman  nüfus   Yunanistan’da  dağınık   olarak  yaşıyor  ve  tarımda  çalışıyordu. Daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler;  adamlar,  kadınlar,  çocukları hiç acımadan ve sonra pişmanlık duymadan öldürdüler ”.

Yunanlı Başpiskopos Germenos’un ağzından çıkan ayaklanmanın milliyetçi sloganı “Hıristiyanlara huzur,  konsoloslara saygı,  Türkler’e ölümdü”

Balkan Harbi’nde Yunan mezalimi akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Bu konuda Yanya’da bulunan bir Rum eczacının yaptıkları dehşet vericidir:

“ Her gece sekiz-on Türk Osmanlı kızını ağlata ağlata soymak,  oynatmak,  tehditle,  işkencelerle onları meyus etmek. Helen oğullarına ne kadar neşeli bir zafer gururu bahşediyor. Yanya düştüğü zaman müşterilerimin kapılarını çalıp onları himaye etmek istediğimi belirtince,  beni Osmanlı dostu bildikleri için mücevher,  para ve aileleriyle evime geldiler. Bunlardan erkek olan yedi kişiyi su kuyusuna yuvarladım. Üç ihtiyar kadını boğazladım. Şimdi en müstesna dokuz metrese sahibim. Biri Yüzbaşı hanımıydı ve hamileydi. Çırılçıplak soyunmak ve oynamak istemediği için tekmeledim,  çocuğu düşürdü. Bu uğursuz Türk yavrusunu yumurta kırar gibi ezdim. Diğer Türk kadınlarıyla mücevherlerinin yerini göstermek şartıyla ırzlarına tecavüz etmemek üzere bir anlaşma yaptım. Bütün mücevherler geldikten sonra anlaşmayı bozdum ”.

Bir Selanikli dükkân sahibi olan ve daha sonra Yunan Ordusunda Yedek subaylık yapan Yunanlının hatıra defterinde anlattıkları da etnik soykırımın boyutlarını akıl almaz derecelere çıkarmaktadır. Günümüzdeki en tehlikeli savaş çeşitlerinden biri olarak görülen biyolojik savaş taktikleri daha o zaman Türkler’e uygulanmıştı.

“ Çocuklar,  Kadınlar Süngülerimizin parıltısını görünce derhal haçı öperek Hıristiyan oluyorlar. Mutaassıp Türkler’in kafalarını kasaturalarımızla vücutlarından ayırıyoruz,  uğursuz birer numune olan minare ve camiler derhal dinamitlerle havaya uçuruluyorlar. Alman gazeteciler yüzünden Türk esirleri aşikâre boğazlayamıyoruz. Ama bir doktor ile yeni bir usul bulduk. Şişelerle dizanteri,  tifo mikrop kültürlerini bakkallara dağıttık. Müslüman müşterilerinin aldığı şeylere hemen bir iki damla katıyor,  hastalık alametleri başladığında o havaliyi kordon altına alıyoruz,  ne konsolos ne de gazeteci giremiyor. Bundan sonra kuvvetli zehirleri ilaç diye veriyoruz. Kıvrana kıvrana telef oluyorlar. Türk çocuklarına şeker satarken kolera mikrobu bulaştırıyoruz,  hemen ölüyorlar. Türkleri katlederken kurtulanlar bir camiye sığındılar ve sürgüleri kapadılar.  Caminin dört tarafına gazyağı dökerek ateşleyince ikinci bir eğlenceye tesadüf ettik. Kapıdan çıkanlar derhal süngüleniyordu. Kadınların saçlarından tutuşunca pervane gibi nasıl dans ettiğini görmeli. Hele Türklerin vücudu tutuştuktan sonra mısır kızartırken hasıl olan çatırtılardan daha müthiş sadalar çıkıyor.”

KAYNAK: Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makûs Talihi: Göç

H.Yıldırım AĞANOĞLU Kum Saati Yayınları,  İstanbul 2001 S:64–67


http://www.akintarih.com/turktarihi/soykirim/yunan.htm

*****

KIRIM TATARLARININ GÖÇÜ



KIRIM TATARLARININ GÖÇÜ

Kırım Tatarları,  bölgeye 1000 ile 1300 yılları arasında çeşitli fetih dalgalarıyla gelmiş Türk kökenli budunların soyundan inme sayılır.

Kırımlılar, aslında geniş ölçüde kendi öz Hanlarına bağımlı olmakla birlikte, 15. yüzyıl sonlarından başlayarak, Osmanlı Sultanının sözde egemenliği altındaydı lar. Kırım Hanları, gerek kendi başlarına, gerek Osmanlıların bağlaşıkları ya da bağımlıları olarak, Rus Çarlarına karşı savaştılar. Rusların gücü arttıkça, Tatarların gücü buna koşut olarak azaldı. Asıl Kırım Yarımadasının kuzeybatı yanındaki Yedisan bölgesinin Nogay Tatarlarını Kırım Hanının bağımlısı olmaktan caydırmayı 1770 yılında becerdikten sonra, Ruslar, 1771 yılında Kırımı istilâ ettiler ve Kırımlıları Rus bağımlılığına girmek zorunda bıraktılar; 1774 yılındaki Küçük Kaynarca antlaşmasıyla, Osmanlılar, Kırım üzerinde egemenliği yitirdikleri gerçeğini kabul ettiler ve orada, ülkesi küçültülmüş, Rusların onaylayacağı bir Han'ın yönetimi altında bağımsız bir devletin varlığını tanıdılar. Ruslar, Osmanlı imparatorluğu ülkelerinden gelme Hıristiyanları, kendilerinin vaktiyle Kırım Hanlığı ülkesi iken zapt etmiş bulundukları arazilere yerleştirmeye başladılar. Bu yeni yerleşimciler aslında Ruslarca örgütlenmiş askerî birlikler idi [Bizans’ın ve Osmanlının tımarlı sipahi düzenine benzer bir düzen kurulmuştu]. 

Tatarlar Rusların başa geçirdiği yeni Han'a karşı ayaklandıklarında, bu yeni Rus güçleri Tatarlara saldırdılar, Kefe'yi ve diğer Kırım kentlerini yaktılar, 
bu kentlerdeki yüzlerce ayaklanmış Tatarı, eşleriyle ve çocuklarıyla birlikte, kıyımdan geçirdiler. Kaçabilenler dağlarda sürek avı yürütülürcesine izlendi ve oralarda öldürüldü. Kırım'ın bağımsızlığı ancak 1783'e kadar sürebildi; o yıl, daha ilerilere uzanan Rus istilâlarının ardından, Çariçe Büyük Katerina, Kırım’ın Ruslarca kendi ülkelerine katıldığını ilân etti.



Rus egemenliğinden kaçmak arzusuyla, Kırım'dan ve bitişik bölgelerden Osmanlı imparatorluğu ülkesine doğru Tatar göçü, 1772'de başladı. Sayıları belki 100.000'i bulan bu ilk göçmenler hakkında pek az şey biliniyor. Keza, onları kaçmak zorunda bırakan Rus baskılarının niteliği hakkında pek az şey biliniyor. Ancak, gidenlerden çok daha fazlasının yerli yerinde kaldığı bilinmektedir. 19. yüzyılın başlarında, Kırım ve Nogay Tatarları, kendi ata ocaklarında baskın sayıdaki nüfus öğesi olarak kalmışlardı. 

Daha sonra, geride kalmış Tatarlar da yurtlarından göç etmeğe zorlandılar. Mark Pinson, saptadığı bir olaydan yola çıkarak, Tatarları göçe zorlayan baskının ağırlıklı kaynağının yönetimden gelen baskı olduğunu, inandırıcı biçimde, savunmaktadır. Gerek "yasal" olan gerek olmayan yollardan, Rus arazi sahipleri ve yönetim görevlileri Tatarlara ait pek geniş mülkleri zapt ettiler. Tatar köylüler, sürekli olarak, atadan kalma arazilerinden atıldılar. Dahası; yeni efendilerinin arazilerinde çalışmak üzere geride kalan Tatarlara, ek vergiler, mallarının elinden alınması ve ücretsiz çalışmaya zorlanma gibi uygulamalar musallat edildi. Rus hükümeti, sürekli olarak Tatarlardan alınan vergileri arttırdı durdu; yöneticiler, kendi ceplerine atmak üzere, yasa dışı ek vergiler de topladılar. Rus yönetiminin tırtıklamalarına ek olarak, ordu dahi onların 
sırtından geçinme uygulamalarını âdet edinmişti. Örneğin, 1828–29 Rus-Türk savaşından sonra tam mevcutlu bir Kazak ordusu Kırım kıyısına yerleştirildi ve yöredeki Tatar köylerini talan etmeğe koyuldu.

1854-56'daki Kırım Savaşı, Tatarların durumunu, çıbanın patlama olgunluğu aşamasına getirdi. Rus hükümeti, güçlü olasılıkla doğru bir yargıyla, Tatarların eğiliminin Rusya'dan yana olmaktan çok daha fazla, Osmanlılardan ve onların İngiliz, Fransız bağlaşıklarından yana olduğunu varsaydı. Bir ayaklanmaya karşı önlem olmak üzere, Ruslar, Tatarların arasına ordu birlikleri gönderdiler. Kazaklar ve diğer askerler, Tatar köylerini talan ettiler, bunları yakma yıkma tehditleri savurdular. Çok insan öldürüldü ya da kaçmak zorunda bırakıldı. Bilinmeyen sayıda insan, Rusya’nın iç bölgelerine sürgün edildi. 

Olaylara tanık olmuş bir Rus Generali şunları yazmıştı:

“Savaşın başlangıcından sonuna kadar, Kazaklar, Kırımlıların köyleri arasında devriye gezdiler, hep Kırımlıları düşmana yardımcı olmakla suçladılar, onları tutukladılar ve kendilerine haraç ödenmesi üzerine serbest bıraktılar, kimini de öldürdüler yahut yerinden yurdundan kaçırdılar.”

Aslında, Kırım Tatarlarının, Kırım Savaşı sırasında bağlaşıklara ettiği yardım, olabilecek en düşük düzeyde idi. Tatarlar tümüyle silâhsızlandırılmış bir halk idiler ve etkin bir ayaklanmaya girişmek umutlan yoktu. Böyle iken, savaştan hemen sonra, Rus hükümeti orada Tatar varlığını istemediğini açığa vurdu. 1856'da Çar Alexandr, " Tatarların göç etmesinin kolaylaştırılmasını " buyurdu. Günümüzde psikolojik baskı olarak adlandırılacak türden pek çok baskı, Tatarlara uygulandı: Hıristiyanlığı yayma derneklerinin oluşturulması, kuzey illerine yığınsal sürgün uygulamalarına girişileceği dedikodularının yayılması, eğitimde ve yönetim işlerinde kullanılan dilde " Ruslaştırma" ve benzerleri. Daha da somut eylemler olarak, Tatar topraklarına yeni vergiler yüklendi, daha çok arazi sahiplerinin elinden alındı ve daha çok Tatar ülkeden ayrılmak zorunda bırakıldı. Kırım Tatarları için en uğursuz gelecek göstergesi, Kırım kuzeyindeki ve batısındaki ülkelerinden ayrılmak zorunda bırakılmış olan ve Osmanlı imparatorluğunun liman kentlerine [yürüyerek] giderken Kırım ülkesini bir uçtan öteki uca geçen onbinlerce Nogay Tatarının Kırım'da görülmesi oldu. Nogaylara, 
ya Rusya’nın başka bölümlerinde daha az istenebilir nitelikte bölgelere göçmek için kendi yurtlarını terk etmek, ya da Osmanlı imparatorluğuna göçmek seçeneği verilmişti. Böyle olunca, onların kardeş halkı Kırım Tatarları, ancak, kendilerine de az sonra sıranın gelmesini bekleyebilirlerdi.


Nogay Tatarlarının göçü 1860'lı yıllar boyunca sürdü. Kırım Tatarlarından da bu göçe katılanlar oldu. Göçmenler, onları karşılamak için hiç de hazırlıklı olmayan bir Osmanlı imparatorluğuna geldiler. Kırımlıların yığınsal göçünü gözlemlemiş kişiler, [Osmanlıda, bu kişileri ülke içinde uygun yerlere aktarıp yerleştirmek için] yeterince para, yeterince çadır, yeterince yiyecek ve yeterince ulaşım aracı bulunmadığını belirtiyorlar. Çok sıkışık yaşam düzeninin bulunduğu göçmen kamplarında, sağlık koşulları, ağlanacak durumdaydı. Sürgün edilmiş Tatarların toplanma ve geçici olarak yerleştirilme merkezlerinden biri olan [Dobruca bölgesindeki, şimdi Medgidia denen] Mecidiye'de, belki günde 50–60 arasında insan ölüp gidiyordu, göçmenlerin geldiği diğer bölgelerdeki durum da aynı idi. Kırım, artık bir Müslüman ülkesi değildi. En azından 300.000 Tatar, topraklarını Slav'lar ve diğer Hıristiyanlar tarafından işgal edilmek üzere bırakarak, göç etmişlerdi. Oradan ayrılmayan az sayıdaki Tatar kalıntısı, 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar, yani Stalin'in geri kalmış olanların tümünü sürme yoluyla Kırım’da Tatar varlığına son verişine kadar, ata yurdunda kaldı.

İnanılmaz şey; çok ağır çileler çekmiş olmalarına rağmen, Tatarlar, Ruslar tarafından yurtlarından göç etmek zorunda bırakılmış Müslüman halklar arasında [Gurbette] en çok başarı göstereni oldular. Ruslar ise, Tatarlara karşı başlattıkları nı, çok daha azgın bir zulümle, Kafkasya’da ve Balkanlarda uygulamayı sürdürdüler. 

Tatarları yurtlarından kaçmak zorunda bırakmak amacıyla, yönetimsel baskı, haksızlık etme yöntemleri ve zaman zaman kaba güç kullanılmıştı. Silâhsız, savunmasız olan ve dinleri, kültürleri, yaşamları yok edilecek diye korkmak için haklı nedenleri bulunan Tatarlar, kaçıp gittiler. Rusların bu insanların sırtına süngü dayayıp onları ittirmesi pek görülmedi; buna gereklilik yoktu. Ancak, sonra Kafkasya'da gerçekleşen olayların kanıtladığı üzere, Tatarların, süngüler hazırdır ve [Ruslarca] gereklilik görülürse kullanılacaktır hesabını yapmış olmaları, pek haklı idi.

BUNLARI İZLEYEN SAVAŞLAR VE SÜRÜLMELER

Rus yöneticiler, sürgüne gönderme politikasına, Kırım uygulaması ile başladılar. 19. yüzyıl ortasında, kimi, bu politikaya, Rus egemenliği altında yaşayan Müslümanların varlığı sorununa kesin çözüm getirecek bir çare olarak ve ayrıca, pek açık olan ekonomik ve stratejik nedenlerle, sarıldı. Diğerleri [başka bazı yöneticiler] ise, özellikle Kırım yöresinin asıl tarımsal üretim öğesinin [tarım emekçileri kitlesinin] ayrılıp gidişini izleyen, kısa vadede gerçekleşmiş ekonomik kayıp yüzünden, bu uygulamayı yerinde bulmak konusunda duraksamada idiler. Bununla birlikte, Tatar göçünden sonra, bu eksilmenin çaresine bakıldı ve Kırım toprakları, Slav ülkesi Rusya'nın, [ Gerçekleştirdiği tarımsal üretim açısından] değerli bir parçası oldu, çünkü çok geniş arazi parçaları Rus soylularınca alınmıştı [ve işletilmesine girişilmişti]. 

Rus politikasını belirleyenler, bundan, gelecekte izleyecekleri tutum konusunda ders çıkardılar. Sonraki yıllarda Kafkasya’da gerçekleştirilen fetihlerde, yerli halkın zorla yurdundan sürülmesi, Rus politikasının etkili bir aracı oldu. Kırım Tatarlarının tersine, bu Müslümanlar, ağırlıklı olarak yönetim örgütünce uygulanan baskıdan ibaret kalacak bir nedenle yurtlarından ayrılmağa niyetli değillerdi; onlara karşı uygulanan baskı araçları çok daha zorbaca oldu: kıyımdan geçirme, talan etme, evlerin ve köylerin yakılıp yıkılması.

Ulusçuluğun ve emperyalizmin Balkanlar’da, Anadolu’da ve Kafkasya’da Müslümanların yok olup gitmesine yol açmış aracı, savaş idi. Bunların bir tek istisna ile tümü, Rus imparatorluğuyla girişilmiş savaşlardı ve sonuncusu dışında tüm savaşlarda Müslümanlar yenilmişlerdi. 

Batıdaki savaşlar, 1821 Yunan ayaklanması ve 1828–29 Rus-Türk savaşı ile başladı. 1853–56 Kırım Savaşı ile 1877–78 Rus-Türk Savaşı ile arkasından 1912–13 Balkan Savaşları ile süregitti. Doğudaki savaşlar, 1827-29'daki Rus-İran ve Rus-Türk Savaşları ile başladı; sonra Kırım Savaşı, 1877–78 Savaşı ve I.Dünya Savaşı yapıldı. 

Bu savaşların sonucunda gerçekleşen, Müslümanların kitle hâlinde sürülmelerine ek olarak, Ruslar, 1860'larda Kafkasyalı Müslümanlarla çarpıştılar ve onları yurtlarından sürdüler. Savaşların sonuncusu, 1919-23'de yapılan Türk Kurtuluş Savaşı, Müslümanların kazandığı tek savaş oldu.

19. ve 20. yüzyıl savaşlarının tümünde Müslümanlar kıyımdan geçirildiler ve yerlerini yurtlarını bırakıp gitmeğe zorlandılar. Müslümanlardan milyonlarcası öldü ve milyonlarcası yurdundan sürüldü. Savaşların her biri diğerlerine göre bir hayli farklı idi, ama bunların Müslümanlar üzerindeki etkisi hep aynı kaldı: onlar, pek büyük sayılarla, öldürüldüler ya da yurtlarından uzağa sürüldüler. Osmanlı yenilgileri yalnız askerî ve siyasal birer olgu niteliğiyle kalmıyordu; bunlar, kitlesel nüfus hareketlerinin ve çok yüksek sayıda ölümlerin nedeni idi. Gerçekleşen süreçte ölümler sadece Müslümanların ölümlerinden ibaret olmamıştı ama ölmüş Yunanlıların, Bulgarların ya da Ermenilerin sayısı, ölen Türklerin sayısı karşısında pek küçük oranda kalıyordu. Balkanlar’ın, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın tüm halkları için 19. ve 20. yüzyıllar, bir dehşet dönemi olmuştur. Bütün topluluklar savaşın, açlığın ve savaş zamanında patlak veren [dizanteri, tifüs gibi] hastalıkların, ayrıca, yenilen yan için kendini gösteren, yurdunu bırakıp gurbete göçme zorunluluğunun dehşetlerinden nasibini aldı.  

Justin McCharty : Ölüm  ve  Sürgün 

Çeviren: Bilge UMAR Sayfa:14-20   İnkılap  Yayınları  İstanbul 1998

http://www.akintarih.com/turktarihi/soykirim/kirim/kirimtatarlariningocu.htm

..


3 Şubat 2016 Çarşamba

303 MADDELİ EYLEM PLANI NE DİYOR?



303 MADDELİ EYLEM PLANI NE DİYOR?



 30 OCAK 2016
Hükümet sözcüsü Kurtulmuş açıklıyor; Terörü bitirmek için 303 maddeden oluşan bir eylem planı hazırlanmış. Terörle mücadele “arızi” imiş, terörün bitirilmesi için, “milli birlik ve kardeşlik” içerisinde hareket edilecekmiş…
303 maddelik eylem planı “terörü önlemek” içinmiş. Açıklamada, terörün sebebi olan, vatanımızın ve milletimizin bölünmesinden bahis yok. Bu 303 maddede, başka neler var, belli değil.
Geçmişte hep gördük, “Millî birlik ve kardeşlik”ten söz edilir, tam tersi yapılırdı. Kafalar karıştırılmaya devam ettiği için hala, terörle mücadele ve bölücülük konusu birlikte ele alınamıyor; esas olanın ülkemizin birlik be bütünlüğü olduğu düşünülemiyor.
Bölücülüğün kabul gördüğü, 5’inci Oslo mutabakatında iki paragraf, 9 madde vardı…
2013, İmralı mutabakatında ise, teröristbaşıyla dört basamaklı bir yol haritasında anlaşılmıştı. Adına “çözüm süreci” [ne güzel değil mi?] de denilen bu mutabakatı hatırlayarak, 303 maddenin şifrelerini çözmeye çalışalım:
Mutabakatın 4 basamaklı yol haritası şöyleydi:
Birinci basamakta: 
“ Çatışmasızlık ” ilan edilecek. Bölücü örgüt terör yapmayacak, devlet de bütün unsurlarıyla, yasaya aykırı gibi gerekçelerle de olsa, PKK’nın bölgedeki “özerkleşme” faaliyetlerine müdahale etmeyecek.
Bu konuda Öcalan; BDP, Kandil, Avrupa ayağı ve Türkiye kamuoyuna 4 mektup yazarak; “demokratik özerklik yerine yerel yönetimlerin güçlendirildiği, gerçek anlamda bir demokratikleşmeye ihtiyaç olduğunu [demokratik özerkliğin, dolaylı ifadesi]” ve devletle mutabakata vardığını bildirecek; [Mektupların dağıtımı yapıldı. Çatışmasızlığa AKP iktidarı uydu, ama, azgınlaşan PKK/KCK uymadı… HDP Eş başkanının kışkırtması ile 6-10 Ekim 2014”de 54 kişi öldürüldü.]
İkinci basamakta: 
Demokratikleşme adımları hızla atılarak, “ Yeni Anayasada ” uzlaşılan maddeler değiştirilecek,  4. Yargı paketi ile terör suçlarına “şiddet kriteri” getirilip binlerce KCK’lı serbest kalacak [tamamı serbest kaldı], PKK Türkiye’deki 4 bin civarındaki silahlı militanını sınır dışına çekeceğini açıklayacak [sadece açıklayacaktı, bunu bile yapmadı.]
Üçüncü basamakta: 
PKK ile silahları bırakma görüşmeleri başlayacak; “Kürt sorununun demokratikleşme çerçevesinde çözümünde en kritik 3 konu; 1. “Nötr vatandaş, Türk ve Kürt adının olmadığı, Türkiye vatandaşı tanımı”, 2. Ana dilin önündeki engellerin kaldırılması, 3. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi [Özerk yönetim], Türkiye, Yerel Yönetimler Özerklik Şartına koyduğu çekinceleri kaldıracak,”
Dördüncü basamakta: 
“ Silahların bırakılması, öyle kolay bir süreç değil30 yıldır silahla yaşamaya alışmış, bölgesel bir örgüt PKK. ” Bu konuda, günü geldiğinde Öcalan ağırlığını koyacak.
Bu bilgilerin ışığında 303 maddelik eylem planına dönelim:
Söylendiğine göre, “ Milli birlik ve Kardeşlik! ” için iki temel düzenleme yapılacakmış; bunlar: “ Yeni bir Anayasa ” ile “Ana dilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması ve etnik unsurlara statü kazandırarak kendilerini ifade etmelerini sağlamakmış.”
Düz okunduğunda ne kadar masum ifadeler değil mi?
Buradaki “Statü” ve “Kendini ifade etme”, egemenlik alanıyla ilgilidir; sosyal ve kültürel alanla ilgili değildir.
Egemenlik alanı, bölünmeyi ve ortağı kabul etmez. Türkiye Cumhuriyeti, Fransa, Almanya, ABD ve Yunanistan gibi, bir millete ait millî/ulusal bir devlettir. Ama siz, bu bir ve bütün olan milleti, içinde var olan sosyal gruplara (dil, etnisite, inanç, vs.) göre ayrıştırır da, bunların her birini ayrı milletlermiş gibi, devletin inşasını düzenleyen anayasaya yazıp statü sahibi yaparsanız kıyamet kopar. Buna egemenliğin paylaşılması denir ki; tarih boyunca olduğu, günümüzde görüldüğü gibi; Afganistan, Libya, Irak ve Suriye’de yaşanan kanlı iç çatışmalar kaçınılmaz hale gelir. Devletin dili de egemenliği belirleyen kurum olduğundan, değiştirilemez.
Anayasalarımıza bakalım:
1876 Kanunu Esasi
Md.1: Osmanlı devleti ülkesiyle bir bütündür, hiçbir gerekçeyle bölünemez.
Md.8. Osmanlı Devleti’nin uyruğunda bulunanlara “Osmanlı” denir.
Md.17. Yasa önünde bütün Osmanlılar eşittir.
Md.18. Devlet memuru olabilmek için “devletin resmi dili” Türkçeyi bilmek şarttır.
1921 Anayasası
Md.1. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
1924 Teşkilatı Esasi
Md.2. Devletin resmi dili Türkçedir.
Md.3. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
1982 Anayasası
Md. 42/9. Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez, demektedir.
AİHM içtihatlarına bakalım:
  • Resmi dil, egemenlik haklarındandır,
  • Kamu kurumlarında devlet dili esastır,
  • Bir dilin siyasi, kamusal ve resmi kullanım alanı ile özel, kültürel ve günlük kullanım alanları farklıdır,
  • İdari konularda isteyen istediği dili kullanma özgürlüğüne sahip değildir,
  • AİHS, hiçbir maddesinde azınlıkların dil hürriyetinden söz etmemekte ve dil hürriyetini güvence kapsamına almamaktadır,
  • AİHS, milletvekillerinin mecliste istediği dilde konuşma yapmasını teminat altına almaz ,
  • Düşünceyi açıklama hürriyeti, dil hürriyetini içerir şekilde yorumlanamaz,
  • Devletin bir dil birliği politikası olması, haklı ve mantıklıdır.
Tarihimiz ve dünya hukuku böyle diyor. Buna rağmen, “teröre hayır, bölünmeye evet!” diyemeyiz. PKK/KCK’yı muhatap almayacağız, ama bölünmeye devam mı edeceğiz?
ASLA…!
..

31 Ocak 2016 Pazar

Sarıkamış Üstünde Kar...




                           Sarıkamış Üstünde Kar...




Yetkin İŞCEN, 


Aralık 2004


Bu bir gazete haberi:

 Irak savaşı, ABD için her yönüyle Vietnam’a benzemeye başlamış… Ölen asker sayısı nispeten düşük kalırken, yaralı sayısında büyük bir patlama yaşanmış; her ölen askere karşılık 9 yaralı varmış ve bu oran ABD savaş tarihinin en yüksek oranıymış… Irak’tan dönen yaralı ABD askerlerinin önemli bir bölümü bunalıma girip ya sokaklarda yaşamaya başlıyor ya da “gaziler yurtları”na yerleşiyorlarmış…

ABD’de toplam 300 bin kadar gazi evsizmiş. Irak’tan evine dönen 30 bin asker de tedavi talebinde bulunmuş. Çünkü, her 5 kişiden biri ruhsal dengesizlik ve travma sonrası stres belirtileri gösteriyormuş. Artık ABD’de sokakta, parklarda, kaldırımlarda yaşayanların dörtte birini gaziler oluşturuyormuş… Hepsinin de ruhsal dengesizlik veya uyuşturucu bağımlılığı sorunu varmış…




 90 yıl önce, Balkan hezimetinden sonra köyüne dönebilen Osmanlı askeri, daha çoluğuna çocuğuna hasret gideremeden önce Doğu Anadolu’ya, Filistin çöllerine ve Çanakkale cephesine gitmek zorunda kalmıştı. Tam 90 yıl evvel bu günlerde, Erzurum’un, Sarıkamış’ın kar ve buz tutmuş dağlarında, niye yapıldığını asla anlamadığı bir savaşı sürdürüyordu. O askerlerin çoğu dönemedi köyüne… Dönebilenler ise başka savaşlar verdiler. Ne kimse yaralarını sardı, ne de birileri ruhlarını okşadı… Ne “gaziler evi” vardı onlar için, ne de “ruhsal tedavi”…


 Bundan 90 sene önce, bir oldu-bittiyle girdiği Büyük Savaş’ta ilk karşılaştığı düşman, en eski düşmanıydı Osmanlı askerinin: Rus ordusu…
 Rus orduları, 93 Harbi’nde (1876-77) Osmanlı’yı hem Tuna boylarında hem de Kafkasya dağlarında yenmiş; hızını alamayıp Çatalca istihkamlarımıza kadar dayanmıştı… Amacı herhalde Osmanlı’yı yeryüzünden temelli kaldırmaktı, bunu beceremedi. Ama Osmanlı toprakları üzerinde Sırbistan’ı, Romanya’yı, Yunanistan’ı birer krallık biçiminde yaratmayı başardı. Aynı zamanda Gümrü’yü, Kars’ı, Batum’u, Ardahan’ı alan, Osmanlı’yı  Balkanlar’dan kovan; Karadağ ve Bulgar prensliklerini de onun başına bela eden yine Ruslar oldu..
 İşte bu ezeli düşman, şimdi girdiği Büyük Harp’te Doğu Prusya ve Polonya bataklıklarında her gün tümen tümen kurban verirken Kafkasya’daki savunmasını da zayıflatmıştı… Osmanlı devletiyle işbirliği içinde olan Alman genelkurmayının bir planı, Osmanlı Devleti’nin Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın da ağzını sulandırdı: Kafkaslar’daki Rus ordusunun üzerine yürünecek; Ruslar’ın elindeki Doğu vilayetleri geri alınacak; böylece henüz bir yıl önceki Balkan hezimetinin de yaraları sarılacaktı… Enver’e getireceği kişisel şan-şöhret de cabasıydı…


Şevket Süreyya Aydemir anlatıyor:

“…. Bizim cepheye vardığımız günlerde ordu, Karadeniz’den İran sınırına kadar, her taraftan geri çekilme halindeydi. Zaten adına Kafkas Cephesi denilen bu cephede ordunun, bütün insanüstü gayret ve mukavemetine rağmen geri çekilişi, hemen hemen harbin başından beri başlamıştı. Harbin başında bu cephede elde bulunan kuvvetli, canlı bir ordu, o zaman henüz 35 yaşını süren Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın; adına Sarıkamış Harekatı denilen delice macerasıyla, birkaç gün içinde tamamen mahvolunca, Doğu Anadolu, düşman istilasına zaten açık kalmıştı.
Bu Sarıkamış dramı oynanırken ben henüz asker değildim. Fakat, sonra asker olup da cepheye vardığımda bu muharebenin hikayeleri henüz canlı olarak yaşıyordu. Çünkü bu katıldığım birlikler, o harekata katılan alaylar ve tümenlerdi. Sarıkamış faciası, 90.000 kişilik bütün bir orduyu hemen tamamen yutmuş olmakla beraber, bu alaylarda hala, bu savaşın döküntülerinden birkaç kişi bulunuyordu. ‘Cihan Harbini Nasıl İdare Ettik’ isimli eserin ifadesine göre, 10. Kolordu Sarıkamış harbine 40.000 mevcutla girmiş, 1800 mevcutla çıkmış; benim şimdi katıldığım 9. Kolordu da 20.000 mevcutla girmiş 1000 mevcutla çıkmıştı. Diğer birlikler de böyle erimişlerdi. Facianın sonunda, düşman kuvvetlerinin 9. Kolordu’dan teslim alabildiği kalıntı şuydu: 106 zabit, 80 er, 1 kırık top kundağı, 8 at…
Sarıkamış öyküleri, bizim cephe sohbetlerimizin, daima kanlı ve karanlık bir konusu olarak kaldı. Bir Allah-u Ekber dağından, bir Allah-u Ekber gecesinden bahsederlerdi. Sarıkamış çukurunun kuzeybatısına düşen bu yolsuz izsiz dağlarda, bir adım ilerisinin görülmediği kar tipileri ve fırtınalar arasında bir türlü sabahı gelmeyen zifiri bir gecede, hatta bir tek düşman görmeden, bir tek düşman öldürmeden olduğu yerde donan, eriyen binlerce yaralı veya yarasız askerin hikayesini anlatırlardı. Çöken imparatorluğun Türk milletine bu en son zulmü anlatılırken, hala hatırlıyorum ki onu anlatanlar bir an gelir, etraflarındaki sessizlikten ürkerek, hikayelerini yavaşça ve yarı yerde keserlerdi. O zaman hepimiz bir vesile bulur, zeminlikleri terk ederdik. Siperlere, askerlerin nöbetçilerin başlarına giderdik. Şark yaylasında rüzgarlar yine uğuldardı. Ardı ardına dağ gibi dalgalar şeklinde kar tipileri yine savururdu. Gece inim inim inlerdi. Yine ağabeyimi düşünürdüm. O Allah-u Ekber günlerinde ve gecesindeki şehitliğinden sonra ve üsteğmenliğe çıkalı çok olmadığı halde yüzbaşılık da vermişlerdi. Şehit haberiyle yüzbaşılık bildirisi beraber gelmişti…”



 Osmanlı Devleti’nin Harbiye Nezareti, 1914’ün sonbaharında, henüz barış kadrosu eksiklerini gereğince tamamlayamadığı ordusunun genel seferberliğini ilan etmişti. Harbiye Nazırı, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ydı…

Osmanlı ordusu, Balkan Savaşı’nın açtığı derin yaraları tedavi ile uğraşıyordu. Devletin mali güçsüzlüğü Balkan Savaşı’nda mahvolan savaş araçlarını bir-iki ay içinde yerine koymaya uygun değildi. Ordunun gençleştirilmesi gibi önemli bir karar da, birçok subay ve komutanı saf dışı bırakmıştı. Birliklerdeki subay boşluğunu doldurmak için, yeniden henüz dün emekli edilmiş birçok umutsuz ve üzgün subaya başvurma zorunluluğu doğmuştu. Bu nedenlerle, Osmanlı Hükümeti 1914 seferberliğinin kararını açıklamakla birlikte, ordu birliklerinden Ruslar’la bir savaşa neden olmaması için sağduyulu önlemler almasını istiyordu.

 Ordunun en büyük endişesi, seferberliğini tamamlayamadan önce Rusya’nın savaş ilan etme olasılığıydı. Fakat günler geçtikçe, Türkler neden olmadıkça Ruslar’ın savaş ilan etmeyecekleri de anlaşılmıştı. Çünkü Ruslar için, Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşırken bir de Anadolu’da savaş açmanın bir mantığı yoktu. Zaten Osmanlı devleti de genel seferberlik ilan etmekle birlikte tarafsızlığını henüz korumaktaydı.

 İttihatçılar, 1914 yazında Avrupa’da esmeye başlayan savaş rüzgarlarında Almanlar’ın yanında yer almışlardı. Almanlar, Fransız ve İngilizler’in yanında yer alan Ruslar’a karşı Osmanlı askerini kullanarak batı cephesinde rahatlamanın plânlarını yapmaktaydılar. Bunun için Kayser’in “Alman ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettiği Osmanlı askeri kullanılacaktı. Sömürgecilik yarışında hiçbir çıkar hesabı yapmayı beceremeyen Osmanlı, adım adım, felaketlerle sonuçlanacak olan bir maceraya sürüklenmekteydi. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasım 1914’te Kafkas Cephesi açıldı.

 Doğudaki 3. Osmanlı ordusu savaş hazırlığına girerken mevcudu 190.000 insan ve 60.000 hayvandı. Kurmaylar, bu mevcudun 6 aylık iaşesi için yaklaşık 88 milyon kg. buğday, çavdar ve arpaya gerek olduğunu söylüyorlardı.. Ama, 3. Ordu’nun ambarlarında sadece 1.250.000 kg. yiyecek ve tahıl vardı o sırada… Ayrıca; sahra ve dağ toplarından başka top yoktu. Kolordularının ulaşım araçlarının sayısı, cinsi ve toplanma bölgelerinde iaşe güçlükleri, er ve subayların bedensel donanımları incelenince, bu ordunun bir saldırı ordusu değil, ancak bir savunma ordusu olabileceği açık olarak görülüyordu. Nitekim "Menzil Müfettiş-i Umumiliği", yani Osmanlı ordusunun lojistik hizmetlerini düzeleyen birimi, 26 Ekim 1914 tarihli raporunda durumu; "3. Ordu'nun bulunduğu yerde beslenmesi için bile mevcut ulaştırma kolları yetersizdir. Harekat halinde açlık muhakkaktır. Doğu'da demiryolları olmadığı için menzil kolları ne kadar arttırılırsa yine kafi gelmez. On günlük erzak taşıyan menzil kolları olsa dahi, 11. gün yine açlık başgösterir" diye değerlendirmişti.

 Oysa, günün ideolojisi icabı “Turan Fatihi” olmanın hayallerini kuran Başkumandan Vekili Enver Paşa, verdiği harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Aşkabat’i gösteriyordu.  Tahran harekât merkezine 1350 km., Aşkabat ise 2000 km. uzaklıktaydı. Ama Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine, alay edercesine, “Enverland’a gider” yazmaktan çekinmemekteydiler….

 O sırada Kaiser yararına Osmanlı topraklarında incelemeler yapan ünlü Alman generali von der Goltz Paşa şöyle diyordu:
“Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart olduğunu iddia eden ve cahil yetişen birçok adam vardır. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişlerdir ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır…”

 Yine aynı sıralarda Osmanlı ordusunu modernize etmek amacıyla Türkiye’ye çağrılan Alman Askeri Yardım Heyeti Başkanı, bir başka Alman subayı olan Liman von Sanders ise, Enver’in böyle bir maceraya atılmasını önlemek için cansiperane kavga veriyordu. Enver, 3. Ordu’nun komutasını kendisine teklif edip harekat planlarını açıkladığında reddetmiş ve “bu harekatın gerçekleşme imkanı bulunmadığını” belirtmişti.

 Ancak, çok genç yaşta paşa olmuş Başkomutan Vekili’nin etrafındaki kifayetsiz muhteris sayısı, aklı başındakilerden fazlaydı. En başta Enver, kurmayları olan Alman generali Bronzart Paşa (Bronsart von Schellendorf) ve Harekat Şubesi Başkanı Yarbay Feldman ile Albay Guse’nin yaptıkları planlara güveniyordu. Ama bilmediği (ya da göz yumduğu) şey, bu harekatın Almanlar’ın ekmeğine yağ süreceğiydi… Oysa von Sanders, vatandaşı ve meslektaşı Bronsart’la bu seferle ilgili olarak kavga etmekten çekinmeyecek; harbin sonuna kadar da onun görevinden alınması için Alman genelkurmayı nezdinde uğraşacaktı. Ne var ki, o günlerde Enver çabuk ikna oluvermişti; eğer 3. Ordu ile ani ve hızlı bir saldırı yaparsa, Doğu Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Rus ordusunu yok eder ve ününe ün katabilirdi…

 Enver ve kurmaylarının planına göre, 3. Ordu Sarıkamış'a saldıracaktı. 11. Kolordu Ruslar’ı oyalamak için sağ kanatta yer alacak; 9. Kolordu merkezde, yani Sarıkamış'a geçiş yönünde olacak; önce Bardız'a ardından da Sarıkamış'a geçecekti. 10. Kolordu da İslamköy-Oltu-Penek yönünden, Bardız Yaylası’ndan Allah-u Ekber dağlarına ulaşacaktı. Hedef, Ruslar’ın arkasına sarkmaktı. İstanbul’da, her birliğin günlük yürüme hızları hesaplanmış; hangi gün nerede olacağı, nerede buluşulacağı ve saldırma noktaları tek tek belirlenmişti. Ancak; normal yürüyüşle 45 km’lik yolun dağlara tırmanırken 65 km. gibi hesap edilmesi gerektiği ve daha da önemlisi, bu yürüyüşlerin -35/-40 derecelerde yapılacağı önemsenmemişti…

 Bu plana; “Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz” diye itiraz eden 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, eskiden öğrencisi olan Başkumandan Vekili Enver’den “Hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim…” sözünü duyunca istifa etmek zorunda kalmıştı… Komutayı Enver üstlendi…
 Osmanlı ordusu, 22 Aralık 1914 sabahı, 75 bin 660 savaşçısıyla toplam 118 bin 660 kişilik, 94 piyade taburu, 20 süvari bölüğü ve 228 topuyla "Sarıkamış Kuşatması" adıyla tarihe geçen harekata başladı. Oysa o sabah, dehşetli bir kar fırtınası ve tipiyle açılmıştı. Hava çok kötü olmasına rağmen ilk gün, harekat planı aynen uygulandı. İkinci gün kar ve tipi bir türlü aman vermiyordu, erzak ve teçhizat ileri hatlara taşınamıyordu. Askerler aç, çıplak, donanımsız, yalınayak başı açık durumdaydı. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi ama, onbinlerce asker dinmek bilmez bir tipi altında dağlara sürüldü.

 Bir asker, anılarında şöyle anlatmıştı yaşadıklarını:

“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”

 Oysa, Enver’in gelip taarruzu başlatması, felaketin de başlangıcı olacaktı… Ne yazık ki, geleceği söylenen kışlık kıyafetleri taşıyan gemiler Karadeniz’de Ruslar tarafından batırılmıştı. Bunu bilen, ama hiç açıklamayan Başkumandan Vekili, şu sözlerle soğuktan tir tir titreyen askerin maneviyatını okşamayı düşünmüştü:

“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm aleminin bütün ümidi sizsiniz...”
 Türk askeri, sayıca az ama kış şartlarına hazırlıklı Rusların üzerine imkansızlıklar içinde yürümeye başladı. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donuyor, bir mengene gibi ayakları sıkıyordu. Adım atmak imkansız hale gelmişti. Ayaktan başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücuda yayılıyordu. Askerler olduğu yerde zıplıyor, atlar, kendini karların içine atıyordu. Ruslar ise Sarıkamış'taki sıcak karargahlarında bekliyorlardı. Mehmetçikler durmaksızın yürüdüler, Bardız yaylasına, Çerkezköy'e, Oltu’ya, Allah-u Ekber dağlarına, Sarıkamış'a giden mevzilere yürüdüler. Açlık, soğuk, yorgunluk aman vermiyordu. Artık savaşmak için değil, hayatta kalabilmek için yürüyorlardı ama, ölüm birer birer değil onar onar vurmaya başladı birlikleri… Arada sırada Rus askerleriyle çatışmaya giriyorlardı. Ama en büyük savaş doğaya karşı veriliyordu. Şiddetli tipi yüzünden 2 Türk tümeni birbirine saldırmış ve bu olay 2000 askere mal olmuştu. Donup kalan neferler, ordunun geçtiği yola bırakılan işaret taşları gibi diziliyordu. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi de bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşmüşlerdi.

9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülülü Şerif İlden, şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyordu:

''…En nihayet dağa çıktık. Bizi çok geniş ve uçsuz bucaksız sanılan bir kar yaylası karşıladı. Pek yorulmuş ve takatsiz düşmüştük. Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr ve şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etmesi ve hatta söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı. Uzun, sonsuz denecek kadar uzamış olan yol kolu dağıldı. Herkes kendi canının derdine düştü. Asker enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında, nerede bir kara nokta, dumanı çıkan bir ocak gördüyse oraya saldırdı ve kolordu çözülüp eridi... Subaylar çok uğraştılar, fakat kimseye söz işittirmek gücü kalmamıştı. Hala gözümün önündedir; yol kıyısında karların içine çömelmiş bir er, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu... Kaldırıp yola götürmek istedim. Er önceki hareketlerini hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı cinnet geçiriyordu... Böylece şu uğursuz buzullar içinde biz belki 10.000'den çok insanı bir günde karların altında bıraktık ve geçtik...''

23 Aralık 1914’te, harekatın acı sonucunu, Hafız Hakkı Paşa şu cümleyle açıkladı Enver’e:

“Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi mahvoldu. Toust est Perdu, Sauf L'Honneur!!!” (Şeref hariç, herşey bitti...)
Bu haber üzerine Başkumandan Vekili atının yönünü geriye çevirdi; önce Bardız, ardından Pasinler üzerinden Erzurum’a ulaştı. Orada kimseye görünmeden bir araç temin ederek İstanbul’a kaçtı. Kimseye bir açıklama yapmadı ve Sarıkamış hakkında konuşulmasına da engel oldu. Dönüşünün hemen ertesinde, Çanakkale’deki 19. Tümen’in komutanlığına yeni tayin edilmiş olan Yarbay Mustafa Kemal’le Harbiye Nezareti koridorlarında karşılaştı. M. Kemal’in savaş hakkında sorduğu “Nasıl geçti?” sorusuna kısaca “İyi geçti, vuruştuk işte…” diyecekti…

Bu facia hakkındaki düşüncesini o günlerde bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e, “Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi?”  diyerek açıklayan Enver Paşa, Kuvayı Milliye döneminde Moskova'da karşılaştığı ataşemiliter Saffet Arıkan'ın sorularına, "Askerimiz zaten açlıktan ölecekti. Hiç değilse cephede düşmanla çarpışarak öldüler"yanıtını vererek, yıllar sonra bile olaydan ders almadığını, pişmanlık duymadığını kanıtlayacaktı...


Köprülülü Kurmay Yarbay Şerif İlden, sonunda esir düştüğü Sarıkamış Harekatını anlattığı anılarını şöyle bitiriyor:
“…Enver, devlet işleriyle ilgili her girişime atılırken belki can atarak ‘Aman batıyor, kurtarayım’ demiştir. Fakat girişimi başarısızlığa uğrayınca sadece basit bir dudak büküşüyle ‘Zaten batacaktı, battı’ deyip geçtiği ise kesindir…
… Tarihlere ant olsun ki, büyük bir Türk ordusu bilgisiz ve deli komutanının hırsıyla yüksek dağlar üstünde kara kışın tipisiyle yüzyılların düşmanının güllesi ve kurşunuyla uğraşa cenkleşe ulusal bağımsızlık uğruna tümüyle mahvoldu da, bir eri bile sırt çevirmedi…
Sarıkamış’ta hiç panik olmamıştır…”
Görünüşe bakılırsa; Sarıkamış’a ulaşmayı başaran, ama kentin hemen dışında soğuğa teslim olan bir Türk birliğinin askerleri, Rus kurmay başkanı Pietroroviç’i Enver’den daha fazla etkilemişti. Şöyle not aldı anı defterine Rus subayı:
“….Allah-u Ekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel tanrılarına teslim olmuşlardı. 24.12.1914  Perşembe...”
Enver bu kadar kanla da doymayacak, dört ay sonra Filistin ve Çanakkale’de, bir yıl sonra da Galiçya’da harcayacaktı binlerce Türk askerini…

Ertesi ilkbaharda, karlar eriyince felaketin boyutu daha bir belli oldu, ortaya çıktı. Türk askerlerinin cansız bedenleri, bütün kış boyu kurdu kuşu beslemişti… Yöre köylüsü, ağaçların üstünde at, katır ya da insan iskeletleri görüp dehşete düşüyordu; “O iskeletler nasıl çıktı oraya?” diye…
Oysa, ağacın üstüne çıkan iskeletler değildi; ağacı tümüyle örten karların üzerinde yol almaya ve dağı geçmeye uğraşan 3. Ordu erleri donup kalmışlardı kıvrıldıkları yerde… Cesetlerini önce vahşi hayvanlar parçalamış, sonra da kuşlar, kargalar didiklemişti. Etlerinden sıyrılan iskeletler de karların erimesiyle ağaçların tepesinde kalmışlardı.
Sarıkamışlı bir ihtiyar şöyle anlatıyordu gözlemini:
“Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu yanlarına gidince anladık…”


90 yıl önce sayısız yokluk ve perişanlık içinde dört bir cephede vuruşan Türk askeri, ne yazık ki, Çanakkale dışında doğru dürüst tek bir başarı kazanamadı… Anavatanından kilometrelerce uzakta, maceraperest birkaç başıbozuğun hezeyanları uğruna kahramanca canını veren bu insanları ne yazık ki artık hatırlayan da yok…
Mehmet Akif’in dediği gibi, “…karşımızda vatan namına bir kabristan yatıyor…”
Ne tam sayılarını, ne de hepsinin isimlerini biliyoruz… Geri dönmeyi başarabilenlere kimse “gaziler evi” hazırlamadı; bir “ruhsal tedavi”ye ihtiyaç duyup duymayacaklarını düşünmedi… Esir düşenlerin mübadelesinde hiçbir resmi görevli bulunmadı. Aynı savaşa katılan diğer devletlerin yetkilileri cepheye gönderilen katır ve eşeklerinin kaydını “isim”leriyle tutmuşken, dünyanın Kızılhaç'tan sonraki en büyük sağlık örgütü Kızılay, kaç Türk esirinin geri döndüğünü bile bilmiyor.
Ama, toplum hafızası bu kayıpları unutmaya istekli değil; tam tersine, günümüzdeki duyarsızlık örneklerini gördükçe 90 yıl öncesinden daha fazla etkileniyor. Genelkurmay Başkanı’na “Bana gözlerimi geri verin komutanım…” diyen Güneydoğu kahramanını göğsüne basıyor; askeri hastaneye alınmayan Kore ya da Kıbrıs gazisinin dramını dikkatle izliyor… Gün gelecek, ülkesi, vatanı ve geleceği için canını ortaya koyan bu insanlara “gazi evi” yapıp “ruhsal tedavi” de uygulayacaktır kuşkusuz…
Çünkü uluslar, kahramanlarını önemsedikleri oranda güçlü oluyorlar… Palavradan kahramanlık menkıbeleriyle değil…

Yetkin İŞCEN bu metni "Sarıkamış-Sibirya Belgeliği"nde yayınlamak için göndermiştir, teşekkür ederiz...

2010 Ocak


http://mimoza.marmara.edu.tr/~avni/esaret/yazilar/yetkin.htm

.. 

ÖZEL  NOT;
BU YAZI  İÇERİSİNDE  ENVER PAŞAYI AGIR  SUÇLAYAN  İFADELERE KATILMAMAKTAYIM BİLĞİNİZE,
TANER ÇELİK..