27 Haziran 2016 Pazartesi

Davudizmin Stratejik Dehlizi


Davudizmin Stratejik Dehlizi

Yazar: Ümit Özdağ
21 EYLÜL 2012
AK Hükümeti hemen hemen hiç sorgulamadan Davutoğlu'nun politikaları arkasında durdu. Davutoğlu'nun stratejik derinlik adlı kitabının yaşama geçirilmesi şeklinde gerçekleşen Türk dış politikası, stratejik bir derinlik ortaya koymaktan ziyade ülkemizi ve bölgemizi stratejik bir dehlize soktu. Ve bu dehliz bölge ülkelerini parçalanma sürecine götürüyor.

Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun öncelikle Irak'ın ve Suriye'nin parçalanması sürecine tarihsel bir katkı yaptığını daha önce gerçekleştirdiğimiz bir değerlendirmemizde ele almıştık. 

Bundan dolayı bu konuyu tekrar burada ele almayacağız. Davutoğlu, özellikle öngörü eksikliğinin iyice ortaya çıktığı Suriye politikası sürecinde kendisine yönelik eleştirilerin gittikçe arttığı bir süreçte, bir yandan halkla ilişkiler kampanyaları düzenleyerek imaj çalışması yaparak hatalarının üstünü örtmeye çalışıyor. Ancak bu kamuoyu çalışmalarının bir parçası olarak 17 Eylül 2012'de Hürriyet gazetesine yaptığı açıklamalar Ahmet Davutoğlu için bölme/şekillendirme sırasında Türkiye Cumhuriyeti olduğunu gösterdi. Davutoğlu, bu konuşmasında Türk milliyetçiliği ile hesaplaşmanın zamanının geldiğini açıkladı. Türk milliyetçiliği ile hesaplaşmak, İstiklal Savaşı ve Türkiey Cumhuriyeti devletinin kuruluş ilkeleri ile hesaplaşmaktır.

Çünkü Türk milliyetçiliği İstiklal Savaşı'nın fikri ve ruhi dinamosu olan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesini oluşturmaktadır. Davutoğlu, söyleşi deşöyle demektedir: "19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa'da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.(…) Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeliortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır."

Davutoğlu'na göre, Türk milliyetçiliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarihten gelen organik yapıları dağıtmıştır. Oysa, Türk milliyetçiliği Osmanlı Devleti sınırları içinde en son doğan ve etkinleşen milliyetçiliktir. Önce Balkan halkları sonra Ortadoğu Rusya-İngiltere ve Fransa'nın teşvik ve destekleri ile milliyetçilik esasında bir tepki geliştirmiş ve 1774 sonrasında Türk devletinden kaderlerini ayırmışlardır. Bazılarına ise Cezayir'de, Tunus'da Libya'da olduğu gibi seçme şansı dahi verilmeden batı orduları tarafından işgal edilerek, Türk devletinden koparılmıştır.

Türk Milliyetçiliğinin devlet yaşamında etkin olması 1911'de Balkan Savaşı'nı kaybetmemizden sonradır. Osmanlı Ordusunun gayri Müslim unsurları bir anda dağılmış veya arkadan vurmuştur orduyu. İşte bu savaştan sonra, artık Türk milliyetçiliğinden başka çıkar yol kalmamıştır. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi'de Türk milliyetçiliği'nin ruhi ateşleyici zemini oluşturduğu savaşlardır. 

Türk Milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğunu dağıtan değil, dağılan imparatorluktan Türkün hukukunu savunan ve kurtaran düşüncedir.

Türkiye Cumhuriyeti Türk milliyetçiliği üzerine kurulmuştur ancak millet anlayışı Avrupa şovenizminin millet anlayışı gibi üstün gören, ırkçı, dışlayıcı değil, Türk kültür dairesi içindeki bütün Müslümanları Türk kabul eden bir anlayışa dayanmıştır. Bundan dolayı, Hıristiyan Türkler Yunanistan'a yollanırken, Balkanlardan gelen Türk olmayan Müslümanlar Türk olarak kabul edilmiştir. Ne yazık ki, "Ne Mutlu Türküm diyene" temeline dayanan, her vatandaşlık bağı ile Türkiye Cumhuriyetine bağlı olan herkesi Türk sayan anayasal zemin Davutoğlu'na göre "geçici ve suni karşıtlıklar" ortaya çıkarmıştır. 

Bu yaklaşım A. Öcalan'a taviz politikasının devamıdır. Davutoğlu'na göre etnik ve mezhepsel kimlikler ön plana çıkmalıdır ancak bu da ortak aidiyet bilincini güçlendirecek bir şekilde olmalıdır.

Davutoğlu'na sorulması gereken soru, Türk milletini ayrıştırıcı olarak gördükten sonra hangi ortak aidiyet zemininde insanlar birleştirilecektir? Bir ülkenin dış işleri bakanının ülkenin milli kimliği ile ilgili sıkıntılı olması milli güvenlik konusunda ağır tehditler yaratabilir. Nitekim Türkiye'nin Ortadoğu'da içine girmiş olduğu süreç, böyle bir zihinsel tutumun neticesidir.

http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6740


..

Çok kültürcülük Kolonyalist mirasın emperyalist kullanımı,




Çok kültürcülük Kolonyalist mirasın emperyalist kullanımı,

Yazar: Ümit Özdağ
06 EKİM 2011 PERŞEMBE

Cok kültürlülük Batı Avrupa kolonyalizminin bir ürünüdür. 16. Yüzyıldan itibaren Avrupa dışındaki ülkeleri kolonileştirmeye başlayan B. Avrupa ulusları 20. Yüzyılda kolonyalizmin tasfiyesi sürecinde eski kolonilerinin bir çok mensubunun da kolonyalist ülkeye kendileri ile birlikte döndüğünü görmüşlerdir. Kolonilerde Avrupalılaşan bu insanlar, Avrupa'daki kolonyalist ülkelerde ise kendi kültürel kimlikleri ile gettolar oluşturmaya başladılar. 20. Yüzyılın son 30 yılında eski kolonilerden B. Avrupa'daki eski kolonici ülkelere ekonomik ve politik nedenler ile göç devam etti. Böylece B. Avrupa'daki Asyalı ve Afrikalı nüfus artışı devam etti.

B. Avrupa'nın bu Asyalı ve Afrikalı nüfus yoğunlaşmasının yarattığı politik ve kültürel sorunlara cevabı " Çok kültürcülük " politikası olmuştur. Özetle, çok kültürcülük post-kolonyalist toplumların, yani eski sömürgelerinden göçmen alan toplumların incelenmesinden ortaya çıkarılmış analiz çerçevesidir. Kymlic-ka'nın izahı ile " Çok kültürcü model " , asimilasyoncu modele alternatif olarak, ABD, Kanada ve Avustralya gibi, yerli halkların soykırıma uğramasının ardından nüfusu esas olarak göçmenlerle oluşmuş ülkelerde biçimlenmiş ve hâlâ yığınsal göçlere sahne olan ülkelerde göçmenlerin kültürel taleplerini çözmek için ortaya konmuştur.

Batıda post-kolonyal toplumların da dokusunu izah için üretilen çok kültürcülüğün kaynakları şu başlıklar altında toplanabilir.

a) Koloni halklarının mensuplarına dekolonizasyon süreci sonrasında yurttaşlık verilmesi ile sömürgeci anavatanda oluşan eski koloni nüfusu,

b) İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bölünmeler neticesinde bazı milliyetlerin bir kısım mensubunun farklı ulus devletlerin yurttaşları olmaları,

c) Dünya ticaretindeki gelişme ile ortaya çıkan nüfus akışı,

d) Batı Avrupa'ya 1960'larda başlayan işgücü akımı sonucunda oluşan etnik gruplaşmalar. 

B. Avrupa'nın ırkçı geçmişi ve zihniyeti kendisinden farklı olanı tanımlamada çok kültürcülüğü üretmiştir. Çok kültürcülük, farklılıkların kutsanması ve kurumsallaştırılması üzerine kurulu bu yaklaşımdır. Çok kültürcülük, bir yanda üstün ve saf Batı kültürünü öte yanda ise bu kültür ile asla ilişkisi olamayacak Asya ve Afrika kültürlerini varsaymıştır. 


Batı çok kısa süre içinde kendi geçmişinin ürünü olan çok kültürcülüğü dünyanın diğer bölgelerindeki etnik nitelikli sorunların çözümü için bir politik araç olarak önermiştir. Böylece çok kültürcülük sadece bir Batı Avrupa ve kısmen Amerikan fenomeni olmaktan çıkarak etnik sorunlar için küresel bir çözüm önerisine dönüşmüştür.

Batı'nın dünyanın geri kalan bölümüne çok kültürcülüğü neden önerdiğini bir batılı entelektüelin bir başka soruya verdiği cevapta bulmak mümkündür. Son yıllarda B. Avrupa'da çok kültürcülüğe karşı alınan sert ve reddedici tavrı eleştiren Manchester Üniversitesi öğretim üyesi Terry Eagleton İngiliz Hükümeti'ni kastederek, "iktidarın çok kültürlülükten rahatsız olmasının nedeni, çeşitliliğin toplumsal düzeni tehdit etmesi değil. Çeşitlilik tehlikeli, çünkü iktidar ve güç farklı yaşam biçimleri üzerinde hâkimiyet kuramaz; iktidar birliğe dayanır, fazla çeşitlilik içermeyen bir kültür iktidarın işlemesini sağlar" demektedir.

Bu tespiti tersinden okursak ve Türkiye dâhil gelişmekte olan ülkelere, Batı tarafından neden "çok kültürcülük kültürü ihraç" edilmeye çalışıldığının cevabını vermiş oluruz. Etnik sorun yaşayan ülkelerde iktidarı zayıflatmak ve ülkenin etnikleşme sürecini güçlendirmek. Böylece kolonyalist bir mirasın emperyalist amaçla kullanıldığı görülmektedir.

Bir Türk akademisyen olan Nuri Bilgin bu konuda "Farkçı yönde iddiaları bulunan Batı dünyası entelektüelleri, çoğu kez sosyal bütünleşme sorunları yaşamayan bir toplumda bireyler arası farklılar konusunda geliştirilen modelleri komünoteler düzeyine aktarmaktadırlar. Bu metodolojik eksiklik bir yana, bunlar başkasının evindeki farkçılığı teşvik etmektedir" demektedir.

Kolonyalist bir mirası emperyalist amaçlarla batı dışındaki toplumların çözümü için öneren Batı dünyası son yıllarda hızla çok kültürcülükten uzaklaşmaya başlamıştır. Hollanda'da bir müslümanın bir hıristiyanı öldürmesi bu ülkenin çok kültürlülük politikalarına son vermesine neden olmuştur. Büyük Britanya çok kültürlülüğü ulusal güvenliği için tehdit olarak görmeye başlamıştır.
Çok kültürcü politikaların karşısına konulması gereken politika ise hakim kültür çevresinde hem hakim kültür ile hem de kendi aralarında etkileşim içinde bir çok kültürün yaşayabildiği bir kültürel ortamın sağlanmasıdır. Bu yaklaşımın çok kültürcü politikalardan farkı ayrılıkları ve farklılıkları kutsamamasıdır. Ayrılıkları ve farklılıkları geliştirmek değil, bir ulus devletin sınırları içinde yan yana yaşıyan yabancı toplumlar üretmek yerine kendi kültürel özgünlüklerini hakim ve ortak bir kültür ile etkileşim içinde muhafaza eden toplulukların oluşturduğu bir toplumu hedeflemektir. Yeni anayasa yapılırken umarım bu husus göz önünde tutulur.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2011/10/06/6326/cok-kulturculuk-kolonyalist-mirasin-emperyalist-kullanimi


.

26 Haziran 2016 Pazar

Büyük İtiraf Geldi, AKP Toprak Verdi ,




Büyük İtiraf Geldi:  AKP Toprak Verdi 


Yazar: Ümit Özdağ 

28 MART 2015



AKP iktidarı Ege Denizi’nde 16 Türk ada ve bir kayalığın Yunan Ordusu tarafından işgal edilmesine 2004­ 2008 arasında izin verdi. AKP Hükümetlerinin Türk adalarının işgal edilmesine karşı çıkmamasının nedeni, Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyeliği konusunda bir sorun çıkmaması idi. Diğer bir ifade ile AKP Hükümeti, AB tam üyeliği karşılığında Türk topraklarının işgal edilmesine izin verdi. Nasıl şimdi PKK’nın ülkemizin güneydoğu Anadolusu’nun işgal edilmesine izin veriyor ise. Adalarımızın işgalini Türk kamuoyuna 2008’de Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan bir albay olan Kurmay Albay Ümit Yalım taşıdı. Ümit Yalım, uzun bir süre adalarımızın işgal edildiği gerçeğini tek başına anlattı. Önce herkes “bu kadar da olamaz” diyerek inanmak istemedi. Ancak MHP milletvekillerinin konuyu gündeme taşıması üzerine Türk Dış İşleri Bakanlığı TBMM’ne yanlış bir cevap vererek, “Yunanlılar ile adaların egemenliği üzerindeki görüşmelerimiz devam ediyor” dedi. Bu açıklamanın yapılmasından birkaç gün sonra Yunan Dış İşleri Bakanlığı sözcüsü, adaların Yunan adası olduğunu ve Türk Dış İşleri Bakanlığı ile bu konuda herhangi bir görüşme yapmadıklarını ifade etti. Dönemin Dış İşleri Bakanı A. Davutoğlu sürekli konunun üstünü kapatmak için uğraştı. ,,,  




AKP Hükümeti konuyu unutturmaya çalışırken, MHP konunun açığa çıkması için mücadeleye devam etti. (MHP’nin elinde konu ile ilgili çok yeni ve detaylara giren, kişilerin tek tek sorumluluklarını ortaya koyan bilgiler olması da muhtemeldir.) Nitekim son günlerde MHP TBMM’de işgal edilen adalar ile ilgili yeni bir atağa başladı. Şimdi 27 Mart 2015 tarihli Yeniçağ gazetesindeki habere bakalım: “Milli Savunma Bakan İsmet Yılmaz, TBMM’de MHP’li vekillerin Ege’deki Yunan işgaline ilişkin sorusunu cevaplandırdı. Yılmaz’ın, “Adalar Lozan’a göre bizim hakimiyetimizde” derken, MHP sıralarından “yuh” ve “yazıklar olsun sana sıvışma bakanı” sesleri yükseldi. Süleyman Şah Türbesi’ni Suriye’den Türkiye’ye kaçırarak buradaki Türk toprağını terk eden AKP iktidarı, Ege’deki adalara Yunanistan’ın el koymasına da göz yumuyor. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, TBMM’de MHP milletvekillerinin Ege adalarında yaşanan Yunan işgaline ilişkin sorusunu cevaplandırdı. 

Yılmaz, “Lozan Barış Antlaşması’nın 12. maddesi ve Paris Barış Antlaşması’nın 14. maddesi hükümlerine göre egemenlikle devredilenler dışında hiçbir adanın egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiştir” dedi. Yılmaz şöyle devam etti: “Bu ada, adacık ve kayalıkların egemenliği Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiştir. Hukuken EGAYDAAK (Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalıklar) Türkiye’nin hakimiyetindedir. EGAYDAAK’ların bir kısmı üzerinde, başından beri Osmanlı’dan bugüne 26.06.2016 Büyük İtiraf Geldi: AKP Toprak Verdi ­ 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü http://www.21yyte.org/kose­yazisi­yazdir/8164 2/2 gelinceye kadar Yunanistan’ın fiili uygulamaları vardır. Ancak fiili devlet uygulamaları onların yasal ve hukuki statülerini değiştirmez. Bu, uluslararası mahkemelerin de vermiş olduğu karardır. 



Dolayısıyla bu durumda EGAYDAAK Türkiye Cumhuriyeti egemenliğindedir. EGAYDAAK üzerindeki mevcut olan fiili Yunan uygulamaları, statüyü değiştirmez. ” MHP sıralırından tepki gelince Bakan Yılmaz, “Siz, ’burayı Yunanistan’a verdi’diye Yunanistan lehine görüş bildiriyorsunuz. Çok şükür ki iktidarda değilsiniz” dedi. Özetle Milli Savunma Bakanı 16 Türk adası ve 1 kayalığın Yunanistan tarafından işgal edildiğini kabul etti, itiraf etti. Bakan, meseleyi bulanıklaştırmak için “Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalıkların bir kısmı üzerinde, başından beri Osmanlı’dan bugüne gelinceye kadar Yunanistan’ın fiili uygulamaları vardır” diyor. Bakan böylece 2004­2008 arasında Yunan ordusunun adalarımızı işgalini gizlemek istiyor. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın açıklaması ile AKP’nin Türk topraklarından çekildiği gün gibi ortaya çıkmıştır. Bu mesele hiçbir şekilde üstü kapatılabilecek bir husus değildir. Bu toprak kaybı Türkiye’nin Balkan Savaşı’ndan bu yana ilk toprak kaybıdır. Bu arada emekli Kurmay Albay Ümit Yalım’ı tebrik ediyorum. Başlangıçta tek başına bir mücadele başlattı ve yılmadan insanları ikna ederek meseleyi bu noktaya taşıdı. http://www.21yyte.org/ sitesinden 26.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/8164

..

BUNDAN SONRA SURİYE MESELESİ,


BUNDAN SONRA SURİYE MESELESİ,



Yazar: Ümit Özdağ
23 HAZİRAN 2012 CUMARTESİ

Doğrusu Şam'ın bu aşamada böyle riskli bir adım atması beklenmedik bir gelişmedir. İçeride devam eden isyan ve dışarıda artan baskı karşısında Suriye'nin savaş amacı olmadığı belli olan silahsız bir Türk savaş uçağınıvurması olayların hızla kontrol dışında çıkmasını ve bir Türkiye-Suriye savaşının çıkmasına neden olabilecek bir saldırıdır.
Esad, bu riski almıştır. Şam'ın yaptığı, "Türk uçağı olduğunu bilmeden vurduk" şeklindeki açıklamanın hiçbir geçerliliği yoktur. Malatya'dan kalktığı andan itibaren Türk hava sahasından çıkışına kadar Suriye radarları tarafından izlenebilecek durumda olan bir savaş uçağının Türk savaş uçağı dışında bir uçak olma ihtimali yoktur. Üstelik bu tür hava sahası ihlallerinde uluslar arası kurallar daha önce uyarı yapmayı, önleme uçağı kaldırmayı gerektirmektedir. Suriye Ordusu bunun yerine doğrudan ateş etmeyi tercih etmiştir. Şam hem Ankara'ya bir ders verdiği ve intikam aldığı inancı içindedir hem de olayın tırmanmaması için bu açıklamayı yapmaktadır.
Olayın ortaya çıkmasından sonra Ankara, Suriye karasularında Suriye savaş ve kurtarma gemileri ile birlikte pilotları kurtarma çalışması yaparak, bu açıklamayı zımnen doğru kabul etmiş ve Şam'dan ikinci bir gol yemiştir. Oysa bu aşamada yapılması gereken, uçağın düşürülmesine tepki olarak, arama yapılacak sahayı Suriye kara suları olmasına rağmen, Ankara tarafından bu bölge Suriye gemilerine kapatılmalı, Suriye savaş gemilerinin girmesini savaş sebebi sayılmalı ve aramaları Türk Deniz Kuvvetlerinin yapmasını sağlanmalıydı. AKP Hükümeti bu fırsatı kaçırmıştır.
Bu noktada sorulması gereken bir başka soru Suriye Öcalan Krizi sırasında değil hava sahasını ihlal eden Türk savaş uçaklarına Suriye'ye giren bir Türk birliklerine ses çıkarmaz, görmemezlikten gelir iken bugün hava sahasını bir kilometre ihlal eden bir Türk savaş uçağını neden düşürmüştür. Hava sahasında bir kilometrelik ihlal bir savaş uçağının birkaç saniyede kat ettiği bir mesafedir. Ve normal olarak sınır üzerinden uçuş sayılır. Şam'ın bunu bilmesine rağmen Türk savaş uçağını düşürülmesi Esad rejiminin Türkiye'yi ve Türk Ordusunu 1998/9'da olduğundan daha farklı değerlendirdiğini göstermektedir.
Bu farklı değerlendirme çerçevesinde Şam için TSK 2012'de 1999'da olduğu kadar caydırıcı değildir. Çünkü Şam'ın 2007'den buyana TSK'ya karşı sürdürülen psikolojik operasyonlar neticesinde TSK'nın moral gücünün kırılmış ve savaşmaya istekli olmadığı analizini yapıyor olması muhtemeldir.
AKP Hükümeti şimdi çok önemli bir karar vermek zorundadır. Ankara, Şam'ın bu adımına savaş çıkarmayacak ancak Şam'ı yaptığına pişman edecek ve Türkiye'nin caydırıcılığını tekrar tesis edecek bir cevap geliştirmek zorundadır. Bundan sonra Şam'ın özür dilemesi ve tazminat ödemesi Ankara için yeterli olmamalıdır.
Bu notada yapılması gereken silahsız bir eğitim uçağını düşürmesinin bedelinin uçağımızı düşüren hava bataryalarının Türk Hava Kuvvetleri tarafından bombalanması ve imha edilmesidir. Bu adım dışında hiçbir şey Türkiye'nin bölgede caydırıcılığını tesis edemez.


..

Bölgesel İç Savaşa Bir Adım Daha




Bölgesel İç Savaşa Bir Adım Daha


Yazar: Ümit Özdağ
20 TEMMUZ 2012

Bu eylemden sonra Suriye iç savaşa bir adım daha yaklaştı. 

Bombalamayı selefi bir örgüt ve Özgür Suriye Ordusu üstlendi. Bu üstlenmelere rağmen Suriye'de son bir ayda yabancı istihbarat servisleri ve askeri kuruluşların olayların tırmanmasının arkasındaki ana dinamik olduğu bir süre sonra ortaya çıkacaktır.

AKP Hükümetinin Esad'ı devirme politikasının Suriye'de bir kapsamlı iç savaşı başlatıyor ve bu iç savaş Irak ile Lübnan'ı da kapsayarak bölgesel bir iç savaşa dönüştürüyor. Üstelik ne Suriye iç savaşı ne de Irak ve Lübnan'ı kapsayacak bölgesel iç savaş anılan ülkelere demokrasi getirecek.

Suriye-Irak ve Lübnan'da çıkacak bölgesel iç savaştan en fazla yararlanacak olan Barzani-Talabani-PKK üçlüsü olacaktır. K. Irak Kuzey Suriye'ye genişleyecek, "Kürdistan" büyüyecektir. PKK'da bunu gördüğü için Oslo'da uzlaşılanlardan daha fazlasını almak umudu ile seçimlerden sonra AKP ile kurulan diplomasi masasını devirmiştir. PKK, K. Suriye'de halk zemininde K. Irak'ta olduğundan etkin çok daha etkin olduğu bilincinde olarak, K. Suriye-K. Irak birleşmesinin ve K. Suriye'deki PKK etkinliğinin Türkiye'ye yoğun bir güç projeksiyonu yansıtacağını hesaplamaktadır.

Bölgesel iç savaş konusu Batı dünyasında da tartışılıyor. 8 Temmuz 2012'de The Washington Times'da Susan Crabtree "İstikrarsız Irak'ta İç Savaştan Korkuluyor" başlıklı yazısında şöyle demektedir: "Amerikan ordusunun Irak'tan çekilmesinden altı ay sonra savaş ile parçalanmış ülke etnik ve mezhepsel parçalar arasındaki güç mücadelesini kullanan isyancıların yaydığı şiddet ile kaplanmış durumda…. Haziran 2012 Amerikan ordusunun çekilmesinden sonra geçen en ölümcül aydı ve her hafta en az iki bomba patladı. Suriye'de sunileri Esad rejimine yönelik saldırıları Irak'ta da sunnileri aynı şeyi Maliki rejimine karşı yapma konusunda teşvik ediyor."

Brookings Enstitüsü Ortadoğu Araştırmalarından Ken Pollack ise Suriye iç savaşının yayılma etkisinden çok Irak iç savaşının yayılma etkisinden bahsediyor ve petrol bölgesinin ortasındaki Irak'ta çıkacak bir iç savaşında İran, Kuveyt ve S. Arabistan'ı etkileyeceğini ileri sürüyor. ABD'nin önde gelen Ortadoğu araştırma kuruluşlarından Washington Enstitüsünden Michael Knights ise " Suriye'nin Doğu Cephesi:Irak Faktörü " yazısında Suriye'deki iş savaşın Irak'a yansımalarından endişe duyarak ABD'nin Irak'ta, Suriye sınırındaki ABD dostu sunni Arap kabilelerini değerlendirerek Suriye iç savaşının Irak'a sıçramasını engellemesi gerektiğini savunuyor.

Gelelim bölgesel iç savaşın Lübnan ayağına. Hizbullah hem İsrail ile hem de selefiler ve El Kaide yakını unsurlar ile savaşa hazırlanıyor. Peki, 2005'den beri Lübnan'da ABD-Suudi ittifakı tarafından desteklenen selefiler ne yapıyorlar. 

6 Temmuz 2012 'de Jerusalem Post'ta Jonathan Spyer, " Lübnan'da Sunni İslam Canlanıyor " başlıklı makalesinde Kuzey Lübnan'daki Triplo kentinin hem Suriye'de muhalefete yardımın hem de Lübnan'da sunni dirilişin merkezi olduğunu kaydediyor.

Spyer'e göre, Triplo aynı zamanda Esad ile savaşmak isteyen yabancı cihat savaşçılarının merkezi haline gelmiş.Lübnan sunnileriEasd'a karşı başlayan ayaklanmayı Lübnan'da Hizbullah'ın etkinliğini sona erdirmek amacı iledeğerlendirmek istiyorlar. Ancak suniler Lübnan'da hala Hizbullah ile baş edebilecek güçlü bir örgütlenmeye sahip değildir. Son aylarda Güney Lübnan'daSidon kentinde selefi lider şeyh Ahmed El Assır Hizbullah'a karşı bir sunni ayaklanmanın önderliğini yapacak şekilde ortaya çıkmış.

Sonuç olarak Ortadoğu bölgesel bir iç savaşa doğru sürükleniyor. Türkiye'nin menfaati ise Ortadoğu'da bölgesel iç savaş değil barış. Oysa Suriye'de iç savaşın temel dinamiklerinden birisi olan Özgür Suriye Ordusu Türkiye'nin politik, askeri ve lojistik desteği olmadan bu savaşı sürdüremez. Eğer Ankara Suriye muhalefetine baskı uygulayarak Şam ile bir uzlaşma ve kontrollü demokratikleşme uygulaması sağlayabilir. Ankara bunu tercih etmiyor.

http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6677

..

Bir Başka Görünmeyen Tehdit Suriye Normu






Bir Başka Görünmeyen Tehdit:Suriye Normu


Yazar: Ümit Özdağ
02 MART 2012 CUMA


Çünkü NATO Libya'ya insani müdahale kavramına dayanan bir askeri müdahale gerçekleştirerek Kaddafi'nin önce devrilmesinin sonra öldürülmesinin önünü açtı.

Buna rağmen insani müdahale kavramı uluslar arası ilişkiler alanına yeni girmiş, tartışmalı ve tehlikeli bir kavram/eylemdir. Çünkü kimin kimi hangi şartlarda ve nasıl koruyacağının bir hukuki çerçevesi olmadığı için rahatlıkla insani görünümlü milli egoist planların aracı olabilmektedir. Uluslar arası ilişkiler pratiğinde olduğu gibi teorisinde de yeni olan bu yaklaşım çok kısa zamanda yoğun bir şekilde "pro-kontra" boyutları ile tartışılmıştır.

Bu konuda önemli iki farklı yaklaşımı savunan makale dünyanın en çok satan dış politik dergisi olan Foreign Affairs'de yayınlanan iki makale konuyu insani müdahalenin faydaları ve zararları zemininde tartışmıştır. Bu makaleler derginin k-Kasım/Aralık 2011 sayısında yayınlanan WESTERN, Jon, GOLDSTEİN, Joshua S., "Humanitarian Intervention Comes of Age: Lessons From Somalia to Libya" yazdığıve insani müdahaleyi savunan makale ile VALENTİNO,Benjamin A., yazdığı "The True Costs of Humanitarian Intervention: The Hard Truth About a Noble Notion" adlı ve insani müdahaleye karşı çıkan makaledir.

Türkiye'de ise 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından çıkarılan 21. Yüzyıl dergisinin Ekim 2011'de çıkan34. Sayısında Prof. Dr.Füsun Arsava'nın kaleme aldığı " Kuvvet Kullanma Yasağı-Egemenlik Prensibi ve İnsani Müdahale " adlı makalesi, Gözde Kılıç Yaşin'in " Araçsallaştırılan İnsani Müdahale ve Siyasallaşan Uluslar arası Hukuk " adlı makalesi ve Dr. Sait Yılmaz'ın "Uluslararası Müdahale ve Meşruiyet, Libya Örneği " adlı makalesi büyük önem taşımaktadır.(Dileyen okurlar bu üç makaleyi  www.21yyte.org'dan okuyabilirler.)

İnsani müdahale ile ilgili tartışmaların Suriye'de Esad rejiminin devrilmesi için bu ülkeye yapılması planlanan/tartışılan " İnsani müdahale " tartışmaları sırasında yeni bir aşamaya taşındığı görülmektedir. Bu yeni aşamada nihayet milli devletlerin varlığını sorgulayan bir boyuta ulaştığı görülmektedir. 

Amerikan Deniz Kuvvetleri Akademisi öğretim üyesi ve National Interest dergisinin eski editörü Nikolas K. Gvasdev, 1933 Montevideo Anlaşması ile egemenlik hakları belirlenen uluslar arası sistemdeki ulus-devlet anlayışının aşıldığını iddia etmektedir.Gvasdevi " Suriye Olayının " " Suriye Normu " diye anılan ve devletlerin otoritesini reddedenlere karşı kuvvet kullanma hakkını sınırlayan bir anlayışı ortaya çıkardığını ileri sürmektedir. (Nikolas K. Gvasdev,The Realist Prism:Syria, Kosovo Highlight Sovereignty's Enclave Problem, World Politics Review, 17 February 2012)

Nikolas K. Gvasdev, Suriye Normunun kısa bir süre içinde Türkiye'de PKK'ya, Kolombiya'da FARC'a, Filipinlerde komünist ve İslamcı asilere karşı uygulanan isyan bastırma uygulamalarının sorgulanmasını beraberinde getireceğini ifade etmektedir. Gvasdev'e göre bunun sonucu, devletlerin topraklarının bir bölümünde egemenliklerinin sınırlanması olacaktır. Üstelik bu konuda Güney Kafkasya'da üç egemen devletin yanında üç uluslar arası sistem tarafından tanınmayan devletçiğin (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya) birlikte yaşaması bunun olabilirliğini göstermektedir.

İnsani müdahale sürecinde çok hevesli görünün AKP Hükümetinin "Suriye Normu" şeklinde ortaya atılan anlayışın ışığında kısa bir süre sonra Türkiye'nin önüne ne türlü sorunlar koyabileceğini tekrar düşünmelidir. Ankara'daki karar alıcıların birde bu açıdan bakmasında Türkiye'nin milli birliği ve menfaatleri açısından büyük fayda vardır. Çünkü çok kısa bir süre sonra Suriye'de iç savaş başlar, Suriye Kürtleri Suriye'den ayrıldıklarını ve K. Irak ile birleştiklerini açıklar ise PKK Hakkari-Şırnak-Diyarbakır ekseninde bir kent merkezlerini de kapsayan bir ayaklanma başlatır ise Türk Ordusu ve Emniyet Genel Müdürlüğü bugün Humus'ta Suriye Ordusu'nun içine düştüğü duruma düşürülebilir.

Bazıları buna " Türkiye'de demokratik seçimler ile gelmiş bir hükümet var. Suriye ile meşruluk açısından karşılaştırılamaz " cevabını verebilir. Sizce Nikolas K. Gvasdev Türkiye'de demokrasi olduğunu bilmiyor mu?

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2012/03/02/6516/bir-baska-gorunmeyen-tehditsuriye-normu

..

Türkiye Musul’a Girecek mi ?



Türkiye Musul’a Girecek mi ?



Yazar: Ümit Özdağ
05 MART 2015 PERŞEMBE

               Son günlerde değişik ve ilgi çekici bilgi kaynakları Türkiye’nin ABD-Irak ve Peşmerge güçleri ile birlikte Musul’u IŞİD’in elinden almak için bir askeri operasyon düzenleyeceği bilgisini veriyorlar. Özellikle Ahmet Takan’ın 5 Mart 2015’de Yeniçağ’da yazmış olduğu yazı çok kapsamlı. Tabii sadece bazı köşe yazarı ve gazete haberleri ile kalmıyor. Türkiye, Erbil’e iki uçak dolusu askeri malzeme yolluyor. 

Bu arada elden 500 milyon Dolarlık bir ödeme yapılıyor Barzani’ye. Türk Savunma Bakanı Bağdat’ı ziyaret ediyor ve Irak Savunma Bakanı ile görüşüyor. Irak’ta Türkiye’den askeri malzeme istiyor. 

Ankara şimdilik kaydı ile “hayır” diyor. Bunun anlamı “reddetmedik, koşulların oluşmasını bekliyoruz” demek. 

Ve Başbakan Davutoğlu,  Türkiye’nin Musul’a yönelik bir askeri operasyona sadece lojistik destek vereceğini söylüyor. Gazetelerden okuduğum bu bilgilerin dışında ve onlardan bağımsız olarak üst düzey asla eskimeyen etkili bir (ne kadar yetkili bilmiyorum) şahıs AKP Hükümeti’nin Musul harekâtına hazırlandığını harita üzerinde anlattı.

            AKP Hükümeti bir tükenmişliği temsil ediyor. İçinde parçalanmış durumda. Erdoğan-Davutoğlu kavgası görünenden çok daha büyük. Erdoğan, başkanlık için mücadele ederken, her zaman Erdoğan’dan daha bilgili ve akıllı olduğunu düşünen Davutoğlu eline geçirdiği başbakanlığı bırakmak niyetinde olmadığı gibi gerçek anlamda başbakanlık yapmaya kararlı. Hatta, Davutoğlu, dört bakanı yüce divana yollayarak, aslında Erdoğan’ı yüce divana yollamayı bile denedi. Ancak Erdoğan’ın son anda müdahalesi böyle bir süreci durdurdu. Şimdi AKP’deki kavga listelerin yapılması sırasında daha da büyüyecek. Erdoğan listelerde kesin belirleyici olmak isteyecek. Davutoğlu’na küçük bir kontenjan verilecek. Peki, Davutoğlu, Erdoğan’ın yaptığı listeyi çöpe atsa ve Yüksek Seçim Kurulu’na kendi listesini götürüp verse ne olur? Olacak şu Erdoğan sadece Hakan Fidan’ın istifasında olduğu gibi etkisiz kalır.

          Cumhurbaşkanlığı’nın yanlış bir tercih olduğunu Erdoğan artık herhalde anlamıştır. Genelkurmay Başkanlığı’nda Davutoğlu’nun Süleyman Şah Türbesi’nden geri çekilişin komutanı olarak fotoğraf vermesi de Erdoğan-Davutoğlu kavgasında önemli aşamalardan birisidir. Erdoğan çok kızmış olmalı ki ertesi gün “Her şey benim kontrolümde oldu” açıklamasını yapmak zorunda kalmıştır.  Anayasa başbakana öyle yetkiler tanıyor ki, başbakanlığın kapısında nöbet tutan polisi beş dakikalığına başbakan yaparsanız başbakanlığı geri almakta zorlanırsınız. Şimdi Davutoğlu, 23 Nisan başbakanı olmadığını ispat ediyor.


          Seçimlere giderken ekonomi iyi değil üstelik ekonomi yönetimi konusunda Erdoğan ile Davutoğlu arasında büyük bir kavga var. Erdoğan şimdilik başka türlü yapamayacağı için saldırılarını Merkez Bankası başkanına yapıyor. Ancak bakalım bu kavga 7 Haziran’a kadar Merkez Bankası başkanı üzerinden sürmeye devam edebilecek mi yoksa açık bir Erdoğan-Davutoğlu kavgasına mı dönecek?

          İşte bu ortamda Davutoğlu ve AKP Hükümeti, Dolmabahçe Sarayı’nda Abdullah Öcalan’a yaptığı “Silahlı mücadeleye son verilmesi” açıklaması üzerine seçim propagandasını kurmaya hazır olduğunu göstermiştir. Ekonomi, büyük projeler ve Erdoğan’ın isteğine rağmen “Başkanlık sistemini” seçim kampanyasının ana merkezine oturtmama kararı veren Davutoğlu, gelecekte “barış” üzerinden toplumsal destek almayı hedeflemektedir.  Dikkat edilir ise Dolmabahçe Sarayı açıklamasına ilk karşı çıkış MHP ile birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmiştir. Erdoğan, hemen ve haklı olarak Demirtaş ile HDP heyeti arasındaki farklılığa dikkat çekmiştir.

           Bütün bu hususlar, Davutoğlu’nu seçimleri kazanmak için yeni bir arayışa itmiş olabilir. Çünkü kamuoyu şirketleri ne derler ise desinler, birkaç gün önce 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nü ziyaret eden bir büyük ülkenin siyasi müsteşarı seçim ile ilgili beklentilerini sorduğumda “AKP % 35-40, MHP %20 civarı, CHP %25, HDP %11 ve üstü” cevabını verdi. Demek ki kamuoyuna açıklanamayan araştırmalarda başka sonuçlar çıkıyor.

         Davutoğlu kısa vadede zaten Erdoğan’a ait olan IŞİD’i destekleme politikasının başarılı olamayacağını ve ABD’nin Musul’a girmekte kararlı olduğunu görerek, Musul’a yapılacak askeri operasyona destek verme kararı almışa benzemektedir. Öcalan’ın açıkladığı ilkeler üzerinden seçim kazanmasının zor olduğunu gören Davutoğlu, Musul’a yapılacak bir askeri harekât üzerinden “benim dış politikam doğru” inancını savunabilecektir. Toplumun önüne Mustafa Kemal Atatürk’ün milli hedef olarak koyduğu Musul-Kerkük konulacak, Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek söylemi istismar edilecektir. 

Oysa, Şırnak ve Hakkari’de asker ve polislerinin sokağa çıkmasını yasaklamış bir Hükümetin Musul’dan bahsetmesi kelimenin en basit ifadesi ile izah edilebilir değildir.

         Musul Harekatı ile birkaç hedefe ulaşmayı hedefleyebilir. 

Bir: Seçimler ertelenir ve AKP zaman kazanır. 

İki: TSK’nın kısa zamanda etkili bir şekilde Musul’a girmesi ile AKP Hükümeti ilkbahar 2015’de yapılacak seçimlerden galibiyetle çıkar. 

Üç: Galibiyetin verdiği rahatlama içinde “ Biz büyük devletiz. Şu PKK meselesini halledelim ” denilerek, Öcalan’a istediği tavizler verilerek devletin yapısı federal devlete dönüştürülür. 

Tabi bütün bu süreç gerçekleşirken, Başbakan Davutoğlu, Başkomutan Erdoğan’ın sembolik olduğunu gerçek gücün Başbakan’da olduğunu gösterecektir.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/03/05/8114/turkiye-musula-girecek-mi


..

Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme



Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme



Yazar: Ümit Özdağ
22 ŞUBAT 2015 PAZAR


AKP Hükümetinin Ortadoğu’da 2003’te Süleymaniye baskını ile başlayan mağlubiyet zinciri, Kerkük’ün KDP-KYB tarafından işgali, Kürdistan’ın kurulması, uçağımızın Akdeniz’de Suriye tarafından düşürülmesi, gümrük binalarımızın ve Reyhanlı bombalamasının hesabının sorulamaması, nihayet Ayn El Arap’ta ABD-PKK ittifakının galip gelmesinden sonra Süleyman Şah’ın Türbesinden Türk Ordusu’nun geri çekiliş ile yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Ege Denizi’nde 2004’de birçok Türk adasının Yunan ordusu tarafından işgal etmesinden sonra ikinci kez vatan toprakları savaşılmadan terk edilmiştir.
  
1921’de İstiklal Harbi devam ederken, Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Fransa ile yaptığı anlaşma çerçevesinde Türk toprağı kabul edilerek oluşturulan Süleyman Şah karakolu, 2015 Türkiyesi tarafından Türkiye sınırının 30 kilometre ötesinde iki terör örgütüne karşı korunamamıştır.  Ortadoğu’ya önderlik yapma, şekil verme iddiasını Osmanlıcılık iddiası ile sık sık dile getiren AKP Hükümetinin Osmanlı Hanedanının kurucusunun babasına veya bir Selçuklu beyine ait ait mezarı bir terör örgütüne karşı koruyamaması, tarihin acı bir cilvesi olarak kayda geçecektir. Türbenin AKP tarafından havaya uçurulması ise türbenin IŞİD tarafından havaya uçurulmasını engellemek için gerçekleştirilmiştir. Böylece AKP Hükümeti bir türbeyi havaya uçuran iktidar olarak tarihe geçecektir. Türk Ordusu’na “ Fatih Camii’ni havaya uçuracaklardı  ” kumpasının kurulmasına izin veren bir iktidarın düştüğü bu durum bir yandan da ilahi adaletin tecellisi olarak görülebilir.

Bütün bunlar kadar vahim olan husus ise Türkiye’nin tükenen caydırıcılık gücüdür. 


Bölgenin en büyük ordusuna sahip olan Türkiye, iki terör örgütünün Türk ordusunun bir birliğine saldırmasından korkarak, Türk toprağı olan bir bölgeden geri çekilmiştir. Yapılması gereken askerlerimizin geri çekilmesi değil, aksine mevcut asker sayısının arttırılması, ateş gücünün yükseltilmesi olmalıydı. Türkiye’den sadece 30 kilometre uzaklıkta olan bir bölgeye Türk Hava Kuvvetleri’nin ulaşma süresi 3 dakika ile sınırlıdır. Topçu ateşi derhal saldıran PKK/ IŞİD güçlerini ağır bir ateş altına alacaktı. Tank birlikleri 30 dakikada savaşarak bölgeye ulaşacaktır. Özel harp birliklerinin 20 dakikada bölgeye ulaşması için gereken önlemler alınmıştır. Saygı karakoluna bir saldırının başlamasından en çok 15 dakika sonra saldırı helikopterleri ve savaş uçakları tarafından saldıran unsurlar imha edilmeye başlanacaktır.  Bu geri çekilme, taktik planda 38 askerin yaşamını kurtarmış bir gösterilebilir ancak Türkiye’nin stratejik geri çekilmesi olarak yorumlanacağı için önümüzdeki dönemde caydırıcılığı tükenmiş bir Türkiye’ye karşı IŞİD ve PKK dışında Ortadoğu’daki değişik istihbarat örgütlerinin saldırı iştahını artırabilecektir. Ayrıca, bu geri çekilme, IŞİD ve PKK’yı bölgede güçlendirirken, Türkiye’nin desteklediği bütün grupları zayıflatmıştır.

Birçok kaynakta bir stratejik geri çekilme bazı kanallarda başarı olarak takdim edilmeye çalışılmaktadır. 

Bu çok alışılmadık bir husus değildir. Bakın İngilizler, Çanakkale savaşı sonrasındaki geri çekilmeleri ile ilgili neler yazmışlar: 

1)" Müttefik kuvvetlerinin çekilmedeki başarısı yadsınamaz; çekilme iyi planlanmış, hava koşulları beklendiği gibi gitmiştir. " 

2)" Büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuzaltı bin asker, dört bin nakliye hayvanı - gemilere alınamayan yüzlerce at öldürülmüştü - 127 top ve iki bin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti. "

3) " Mareşal Kitchener bile tahliyenin en iyimser tahminle 20.000 askerin canına mal olacağını sanmıştı. Oysa bir iki yaralının dışında, müttefikler hiçbir zayiat vermemişlerdi. Bozgun, İngilizlerin gözünde sürpriz bir başarı, umulmadık bir zafer olup çıkmıştı.Tahliye sonunda General Monro ile kurmay heyetine törenle şeref madalyaları verildi. "

Demek ki geri çekilmeleri zafer olarak sunmak mümkündür. Ancak şimdi IŞİD ve PKK, “Türkler ne acayip iyi geri çekildiler. Perişan olduk” mu diyorlardır yoksa zafer duyguları içinde kendi elimiz ile yıktığımız türbe kalıntıları üzerinde dolaşıyorlardır?


.

Bir Başka Açıdan Soruna Bakış




Bir Başka Açıdan Soruna Bakış





Yazar: Ümit Özdağ

 06 NİSAN 2013 CUMARTESİ

Bir başka açıdan soruna bakış

“ Hangi soruna bakış ”  diye kendinize sorabilirsiniz. Yazılarımızın çok büyük bir çoğunluğunun konusu olan Türkiye’nin en büyük meselesi olan PKK-terör sorunu. Ancak bu sorunu bugün gerçekten bir başka boyutu ile ele alacağım. Bir kitabı size tanıtacağım. Kitabın yazarı Beyaz Kent: Siirt, Kürtler ve Türklük, 101 Soruda Kürtler, Zazalar ve Türklük, PKK ve Korucular, Zazalar, Kürtler ve Türkler kitaplarının yazarı Ali Rıza Özdemir. Ali Rıza Özdemir’in son kitabı,  “ Kayıp Türkler-Etnik Coğrafya Bakımından Kürtleşen Türkmen Aşiretleri ”  Kripto Yayınları tarafından çıkarılan bu kitapta Ali Rıza Özdemir, kendilerini Zaza veya Kürt olarak bilen veya öyle bilinen aşiretlerin Osmanlı belgelerinden ve diğer temel ve en önemli kaynaklardan hareket ederek, Türkmen olduklarının kayıtlarını ortaya koyuyor.

Özdemir, Kürt ve Türkmen aşiretleri arasındaki etkileşimi, Türkmen aşiretlerinin neden Kürtleştiğini ve Kürtleşmenin ne anlama geldiğini, Kürtleşmenin neden hâlâ devam ettiğini, hangi Türkmen aşiretlerinin Kürtleştiğini ve tekrar Türkmenleşmelerinin mümkün olup olmadığını, Türkleşen Kürt aşiretlerinin olup olmadığını inceliyor ve ortaya koyuyor. Özdemir, Zazaların ve Kürtlerin Türk Milletinin ayrılmaz bir parçası olduğunu, diğer kitaplarında ortaya koymuş olan bir araştırmacı. Bundan dolayı, Özdemir’e göre, Zazalaşmak veya Kürtleşmek, bir başka milliyete mensup olmak anlamına gelmiyor. Türkmen’in Kazaklaşması veya Özbekleşmesi gibi bir süreç. Ancak Özdemir bu sürecin mekanizmalarını etnik coğrafya açısından inceliyor.


Özdemir Abbasan, Adamanlı, Baban, Baykan, Berazi, Bilikan, Caf, Canikli, Cibran, Didan, Gani, Guran, Harki, Helecan, Karabalı, Kevan, Koçan, Koçgiri, Kureyşan, Lolan, Metinan, Omeran, Rojki, Şabak, Şırnak, Tatar, Torun, Zilan gibi 200’e yakın Zaza ve Kürt aşiretinin Türkmen aşireti olduğunu büyük ölçüde Osmanlı kaynaklarına dayanarak ortaya koyuyor. Kitabın sonuna  “Aşiretinizin hangi kökenden geldiğini nasıl anlarsınız? ”  şeklinde ilginç ve çok faydalı bir bölüm de koymuş Özdemir.


Özdemir’in kitabını okuyunca Türkiye’nin nasıl ehil olmayan eller tarafından yönetildiğini bir kez daha görüyorsunuz. Türk Milletinin parçası olan Kürtlerin bir bölümünü ve kısmen Zazaları, PKK bölücülüğüne kaptıran, heba olmalarına yol açan kötü yönetim, Osmanlı belgelerinde Türkmen olarak kaydedilmiş aşiretlerin bile Türkmen olduğunu bugün bilmiyor. Muhakkak devlet kayıtlarında bir yerde var ancak yaşama geçmediği sürece bunun bir anlamı yok. Bu kitabı okuyunca Kürtçü-bölücü hareketin önde gelenleri arasında bir çok Türkmen aşireti mensubunun olduğunu da görüyorsunuz. Dilerim bu kitaptan hareket ile Kürtçü hareket içindeki Türkmenler konusunda da bir araştırma yapılır.  


Kayıp Türkler-Etnik Coğrafya Bakımından Kürtleşen Türkmen Aşiretleri ”  on binlerce sayfaya dağılmış bilgiyi 300 sayfalık küçük bir kitaba indirerek, sadece uzman araştırmacılar için açık bir alan olmaktan çıkarıp, ilkokul çocuklarının dahi okuyabileceği bir alan haline getiriyor. Umarım sadece ilkokul çocukları değil, cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, bakanlar, generaller, valiler, kaymakamlar başta olmak üzere bir çok sorumlu mevkide bulunan kişi de bu kitabı okur. Ancak onlar okumasa da Türk Milliyetçisi aydınların baş ucu kitabı olması gereken bir kitap yazmış Ali Rıza Özdemir. Özdemir’i tebrik ediyor ve bundan sonraki çalışmalarında başarılar diliyorum. Özdemir, çalışma azmi, ısrarlılığı, sabrı, kararlılığı ile genç Türk Milliyetçisi aydınlar arasında bir öncü ve örnek olma niteliği taşıyor. Türk Milliyetçisi aydın olmak, Türkiye’nin ve Türk dünyasının sorumluluğunu omuzlarında hissetmek, özetle boş laf üretmeden iş ve sonuç üretmek için çalışmaktır. Türk Milliyetçisi aydın olmak bazılarının kaybedildiğini düşündüğü cephelerde bile Sakarya savaşı ruhu ile hiç bitmeden ve tükenmeden,  “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır”  diyerek, mücadele etmektir. Bunu yaparsanız kazanırsınız. Belki bugün değil ancak yarın muhakkak.






..











Başa Dönmenin Adı Yeni Strateji



Başa Dönmenin Adı Yeni Strateji


Yazar: Ümit Özdağ
29 MART 2012 PERŞEMBE

Bu açıklama ile hükümet, Habur'un hazırlanmasının, Oslo görüşmelerinin, Öcalan ile İmralı'da yapılan pazarlıkların tamamen yanlış olduğunu kabul etmiştir. Sadece bunları değil, aynı zamanda PKK ile müzakereler zarar görmesin diye Türk Ordusu'nun planlı operasyonlarının durdurulmasının ve PKK'nın faaliyetlerine karşı mülki idarenin görmemezlikten gelen yaklaşımının da yanlış olduğunu kabul etmiştir.

Şu ana değin, iki müzakere süreci yaşanmıştır. Birinci müzakere süreci, AKP-DTP müzakereleridir. AKP Genel başkanı Erdoğan, DTP eş başkanları Ahmet Türk ve Emine Ayna ile görüşerek, birinci müzakere sürecini başlatmıştır. Birinci müzakere süreci olağanüstü kısa sürmüştür. Çünkü Öcalan, Türk ve Ayna'nın müzakere yetkisini ellerinden almış ve kendisini müzakere için adres olarak göstermiştir. Hükümet bunu referandum öncesine kadar direnmiş, Oslo görüşmelerinin dışında, Öcalan'ı referandum öncesinde terörün tırmanmasını engellemek amacı ile Öcalan'ı muhatap almıştır. Böylece ikinci müzakere dönemi başlamıştır. İkinci müzakere süreci PKK tarafından sona erdirilmiştir.

AKP Hükümeti, terör örgütü ile görüşmeyeceğini ilan ederken, siyasi uzantısı ile görüşme/müzakere edebileceğini ifade etmiştir. Bu açıklama AKP Hükümetinin müzakereci yaklaşımının her şeye rağmen devam ettiğini göstermektedir. 

Üstelik müzakere etmenin de bu yolu tercih eden hükümetler için kendisine göre doğru şartları vardır

AKP Hükümeti, "PKK'nın siyasi uzantısı ile görüşeceğiz" derken, herhangi bir şart öne sürmeden BDP ile müzakere edebileceğini açıklamaktadır. Bunun anlamı, PKK terörü devam ederken AKP Hükümetinin BDP ile müzakere etmeyi kabul etmesidir. Oysa, PKK terörü hatta PKK'nın Türkiye içindeki varlığı sürdüğü sürece müzakerelerin bir sonuç üretmesi mümkün değildir.

AKP açısından müzakerelerin başarılı olabilmesi için, AKP Hükümetinin "PKK ile müzakere etmeyiz, BDP ile müzakere ederiz" açıklaması ile yola çıkması dahi başarısızlığa doğru atılmış ilk adımdır. Oysa olması gereken AKP Hükümetinin kendiliğinden "BDP müzakere ederim" açıklamasını yapması değil, "PKK'nın BDP ile müzakere edilmesi için yalvarmasının şartlarını" yaratmaktır.

Gelelim şimdi AKP Hükümetinin üçüncü müzakere süreci diyebileceğimiz bu süreci başarıya götürme şansının olup olmadığına? İkinci müzakere sürecinin neden sona erdiğinin cevabını vermemiz, bize üçüncü müzakere sürecinin başarıya ulaşıp ulaşamayacağını gösterecektir. Paralel İmralı-Oslo görüşmelerini kapsayan ikinci müzakere sürecinin sonunda PKK'lılar ile AKP Hükümetinin görüşmeler için yetkilendirdiği " Siyasi " bürokratlar ve istihbaratçılarbüyük ölçüde anlaşmış olmalarına rağmen, sonuç alınamamıştır. Bunun bir nedeni Öcalan'ın Erdoğan'dan mutabakat metnini imzalamasını istemesi ve Hükümetin de böyle bir metni toplumsal kabul görebilmesi için zamana ihtiyaç hissetmesidir. PKK'nın bu durumu görerek, AKP Hükümetinin elini güçlendirecek ve varılan mutabakatın yaşama geçmesini sağlayacak uzlaşmayı sağlayacak adımları atması gerekirken, terör örgütü, masayı devirmiş ve terörü tırmandırmıştır.

PKK'nın masayı devirmesinin nedeni, Arap Baharı'nın Suriye'ye ulaşması ile Kürt baharına dönüşmesi ihtimalinin yüksek olduğunu görmesidir. PKK, Oslo Müzakerelerinde aldığından daha fazlasını, Arap Baharının Suriye'nin üzerinden geçmesinden sonra elde edebileceği analizini yapmıştır. PKK'nın masayı bu varsayım ile devirmesinden buyana Türkiye'nin de katkısı ile Suriye'deki gelişmeler, PKK'nın Kürt baharı öngörüsünü güçlendirecek bir istikamette devam etmektedir. 
Bu durum, PKK'nın AKP ve Türkiye karşısında elini zayıflatmamakta, aksine güçlendirmektedir. Diğer bir ifade ile objektif şartlar, Türkiye'nin aleyhine, PKK'nın lehine gelişmektedir. PKK'nın şu aralar hiç müzakereye ihtiyacı yok görünmektedir.

PKK'nın şu aralar müzakereye ihtiyaç duymadığının göstergesi, BDP eş başkanı Gülten Kışanak'ın Erdoğan'a BDP' nin İRA ile Londra arasında aracılık yapan Sinn Fein olmayacağı cevabını vermiş, " BDP, İmralı, Kandil bloğu ile müzakere yapılabileceği " ni söylemiştir. Böylece, daha baştan Kışanak, hükümetin müzakere teklifini geri çevirmiş olmaktadır. Yeni strateji de buraya kadar çalıştı. Bu noktadan sonra yapılması gereken, Suriye'de BM ve Arap Birliği tarafından önerilen barış sürecinin Ankara tarafından desteklenerek, PKK'nın iştahla beklediği Suriye iç savaşının engellenmesi ve demokratikleşmenin barışçıl yollar ile gerçekleşmesinin sağlanmasıdır. Bu PKK'ya ağır bir darbe indirecektir.

Öte yandan Türkiye'de gerçekleştirilecek kent ve kır operasyonları ile PKK'nın 2012 senesinde ağır darbeler ile hareket yeteneğinin tahrip edilmesi sağlanmalıdır. 

Devlet, Hakkari ve Şırnak başta olmak üzere Güneydoğu Anadolu'da otoritesini tekrar inşa etmelidir. 

AKP, müzakere etmek isteyecek midir bundan sonra düşünmelidir. 

Benim önerim, AKP liderlerine arkasına % 5'i şu veya bu şekilde almış bir terör örgütüne % 95'i teslim eden bir politikanın tarih kitaplarında nasıl duracağını düşünerek hareket etmeleridir.



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2012/03/29/6546/basa-donmenin-adi-yeni-strateji

..

Azerbaycan Yalanları,



Azerbaycan Yalanları, 

Yazar: Ümit Özdağ,

25 Ocak 2012 ÇARŞAMBA


Fransız parlamentosunda sözde soykırım yalanına karşı çıkmayı suç haline getiren faşist yasa tasarısının kabul edilmesi sonrasında bu merkezler Bakü'nün Paris'e gereken tepkiyi göstermediği yalanını yaymaya başladılar. Ne yazık ki bu yalanlara inanan ya da yalan olduğunu bilerek yayınlayan AKP Hükümeti yandaşı gazeteler kardeş Azerbaycan hakkında olmadık ve gerçeği ifade etmeyen yalanlar yayınlıyorlar. Oysa, daha yeni Bakü'yü ziyaret eden ve Cumhurbaşkanı İlham Aliyev dahil bir çok yetkili ile görüşen MHP Iğdır Milletvekili Sinan Oğan çok farklı bilgiler veriyor.

Sinan Oğan ile görüştüm ve kendisinden temasları ile ilgili bir bilgi notunu kamuoyu ile paylaşmak amacı ile rica ettim. İşte sayın Oğan'ın bilgi notu: "Geçtiğimiz hafta benim de üyesi olduğum Türkiye Azerbaycan Parlamentolar arası dostluk Grubu yönetimi olarak Azerbaycan'a yaptığımız ziyaret kapsamında, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın İlham Aliyev, Azerbaycan Parlamento Başkanı Sayın Oktay Esedov, Kafkasya Müslümanları Dini İdaresi Başkanı Sayın Allahaşükür Paşazade, Azerbaycan Dışişleri Bakanı sayın Elmar Memmedyarov, Azerbaycan Diaspora Bakanı Sayın Nazım İbrahimov, Azerbaycan Parlamentosu Dış İlişkiler ve Parlamentolar arası İlişkiler Komisyonu Başkanı Sayın Samed Seyidov ve komisyon üyeleri, Türkiye Azerbaycan Parlamentolar arası dostluk Grubu Azerbaycan Başkanı Nizami Caferov ve grup üyeleri, TÜRKPA Genel Sekreteri Ramin Hesenov ve üyeler, Azerbaycan'ın bazı STK yöneticileri ve basını ile geniş görüşmeler yaptık ve hepsinin desteğini bizzat gördük."

Peki Bakü bu konuda somut adımlar atmış mı? 

Sinan Oğan Bakü tarafından atılan somut adımları da şöyle özetliyor:

"1. Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı Fransa'nın bu girişiminin yanlış olduğu ve Azerbaycan-Fransa ilişkilerini olumsuz etkileyeceğini bildiren bir açıklama yapmıştır.

2. Azerbaycan Parlamentosu iki gün süren özel bir oturum yapmış ve 125 milletvekilinin tamamının imzasıyla Fransız senatosuna bir mektup ile müracaat edilmiştir.

3. Azerbaycan Parlamentosu Dış İlişkiler ve Parlamentolararası İlişkiler Komisyonu olarak Fransız Senatosu'na müracaat edilmiştir.

4. Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı bu konuda özel bir açıklama yapmıştır.

5. Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı Fransa'nın Bakü Büyükelçisini Bakanlığa çağırarak bu tasarının Senato'dan geçmesi durumunda Azerbaycan-Fransa ilişkilerinin bundan olumsuz etkileneceği şekilde diplomatik lisanda ağır sayılabilecek bir lisanla Fransız Büyükelçisi uyarılmıştır.

6. Azerbaycan'ın Paris Büyükelçisine Türkiye'nin Paris büyükelçisi ile beraber Senatoya gitmesi ve bu konuda çalışması talimatı verilmiştir,

7. Kafkasya Müslümanları Dini İdaresi Başkanı Allahaşükür Paşazade'nin Sarkozy'e mektup yazmıştır,

8. Azerbaycan'ın Fransız Senatosundaki iyi ilişkiler içerisinde oldukları Senatörler ile ilişkiye geçerek Senato'da hayır oyu kullanmaları yönünde söz almalar,

9. Azerbaycan'daki STK'ların Fransa Büyükelçiliği önünde yapmış oldukları mitingler,

10.Azerbaycan'ın Fransa'daki 5 derneğinin Pariste yapmış olduğu gösteriler ve Türk lobisi ile beraber yürüttükleri çalışmalar,

11.Azerbaycan'ın Kiyev'deki diaspora temsilcilerinin Fransa Büyükelçiliği önündeki gösterisi,

12.Azerbaycan'ın değişik siyasal partisi, STK'ları ve basının bu konudaki duyarlı açıklama ve yayınları,

13.Çeşitli milletvekillerinin açıklamaları ve girişimleri

14.Azerbaycan'ın Avrupa Konseyi'ndeki milletvekillerinin konsey toplantısındaki konuşmaları,

15.Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın İlham Aliyev'in Türk cumhuriyetleri nezdindeki girişimleri,

16.Bazı Fransız şirketlerinin değişik ihalelerden dışlanması ve daha çoğaltılabilecek diğer örnekler gösterilebilir."

Bakü'nün yaptıkları bununla mı sınırlı? Hayır başka adımlar da var. Ancak Sinan Oğan şimdilik bunların gizli kalmasında fayda olduğunu düşünüyor. Zaten Bakü'de Türk Heyetine bu konularda bilgi vermesine rağmen dışarıda çok konuşulmasına izin vermiyor. Anti-Azerbaycan lobinin ve onların yaydığı yanlış bilgilerin tuzağına düşenlerin Türkiye'de gündeme taşıdığı bir hususta Bayan Aliyef'in neden Fransa-Azerbaycan dostluk grubu başkanlığından çekilmediği? Bu soruyu soranların önce cevaplaması gereken soru, Büyükelçimizi önce geri çektiniz sonra temas gerektiği için yolladınız. Demek ki temasta gerekiyor.
Bir laf vardır. Askere düşman olan düşmanın askeri olur. Ne güzel bir laftır. Bakü'ye düşman olan Erivan'ın askeri olur diye de çevirebiliriz. Bu günlerde "Hepimiz Ermeniyiz" sloganı revaçta olduğuna göre demek ki Türkiye'de bazıları için sıkıntı yok bu konularda. Allah'a şükür Bakü'yü hala Türkler yönetiyor.


..

Ayn El Arap’ta Bilmediğimiz Neler Oluyor?


Ayn El Arap’ta Bilmediğimiz Neler Oluyor?

Yazar: Ümit Özdağ
21 ŞUBAT 2015 CUMARTESİ

Bir ara dünya basının manşetlerinden inmeyen Ayn El Arap’da IŞİD ile PKK arasındaki çatışmalar artık Türk basınında da dünya basınında da yeterince ilgi görmüyor. Oysa çatışmalar devam ediyor. IŞİD hala Ayn El Arap’ın % 65’ini kontrolü altında tutuyor. PKK, kent çatışmalarında IŞİD’den ciddi bir şekilde dayak yiyor. Ancak bu arada 2015’te Türkiye içinde gerçekleştirmeyi hedefledikleri kent ayaklanmaları için de önemli bir deneyim kazanıyorlar. Ancak Ayn El Arap PKK dili ile Kobani, dünya medyasında yürütülen psikolojik harekat için işlevini yerine getirdi. Meşhur bir film vardır. Konusu 2. Dünya Savaşı sırasında geçen gerçek bir olaydan alınmıştır. Bir Alman iş adamı fabrikalarında çalıştırılan ve sonra toplama kamplarına öldürülmeye yollanan Yahudi işçilerin hayatlarını kurtarır. İş adamının adı Schindler’dir. PKK’da Ayn El Arap çatışmaları sırasında Yezidileri kurtararak, kafa kesen IŞİD’e karşı zavallı Yezidileri kurtaran Schindler oldu. Böylece, “küresel vicdan” PKK’nın FKÖ’leşmesine hazırlandı.
PKK bu aşamada o kadar önem kazandı ki, Obama ve Erdoğan, PKK’dan dolayı tartıştılar. Erdoğan, Obama’ya “Ayn El Arap’ta sivil kalmadı. Kalanlar sadece PKK ve PYD’li teröristler. Sakın bunlara yardım etmeyin” demesine rağmen, Obama sadece PKK/PYD’ye Amerikan askeri yardımı yollamakla kalmadı, ABD’nin PYD’yi terörist örgüt olarak görmediğini açıkladı. (Bu sanki ABD’nın El Nusra’ya destek verme şeklindeki ısrarlarına El Nusra’yı terörist örgüt olarak görmediğini söyleyen Ankara’ya verilmiş bir cevaptı.) Amerikan Başkanı Erdoğan’ı da peşmergelerin Türkiye üzerinden geçerek Ayn El Arap’taki PKK’lılara yardım götürmesini kabul etmeye zorladı. Amerikan Hava Kuvvetleri, Ayn El Arap’a saldıran IŞİD mevzilerini bombalarken, emekli Amerikan özel kuvvetleri mensupları ve uçaklara yerden hedef gösteren Amerikalı uzmanlar da PKK/PYD’liler ile omuz omuza IŞİD’e karşı savaştılar.  
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayn El Arap’ta PKK’ya atılan yardımların bir kısmının IŞİD’in eline geçtiğini söylerken, Pentagon yetkilileri bu açıklamayı yalanlayarak, bir anlamda Erdoğan ile polemiğe girdiler. Erdoğan, bir üst aklın Ayn El Arap’tan Kürt koridorunu açmaya çalıştığını söyleyerek, ABD’yi dolaylı ancak sert bir şekilde suçladı.
Bütün bunlar olurken, Ayn El Arap’ta ve diğer bölgelerde IŞİD saflarında emekli Türk özel kuvvet ve polis özel harekat mensuplarının tamamen gönüllü olarak PKK’ya karşı savaştığına dair bir bilgi bir gazeteci dostum üzerinden bana ulaştı. Ona da söyleyen çok iyi tanıdığı bir emekli subay dostu idi. Bu emekli subay dostunun devre arkadaşı özel harpçi bir emekli subay Ayn El Arap’tan kısa bir süreliğine Türkiye’ye gelmiş ve buluşmuşlardı. Gazeteci arkadaşım, “Hocam ne dersiniz? Mümkün mü böyle bir şey?” diye sordu. Ayrıca bana bir de IŞİD saflarında çarpıştığını söylediği emekli subay, astsubay ve polis sayısını verdi. Kendisine sayının çok fazla olduğunu, bu kadar çok sayıda emekli Türk gönüllünün Ayn El Arap ve diğer bölgelerde savaşmasının mümkün olmadığını, böyle bir şey olsa dahi sayının çok daha az olabileceğini söyledim. Ve ekledim: “Haber kaynağın senin için ne kadar güvenilir olur ise olsun bence tek kaynağa dayanarak bu haberi yapma.”
Bu konuşmadan çok kısa bir süre sonra çok tanınmış bir dış politika uzmanı akademisyen ile (devletin/belki de Türkiye’de olduğu şekli ile bir kaçının dinleyerek kaydettiği) yaptığım telefon görüşmesinde çok benzer bilgiler edindim. Akademisyen dostum, bu bilgilerin yazılmamasını birilerinin kendisinden rica ettiklerini telefonda söyledi.

Bu bilgiyi Türkçeye tercüme edersek karşı karşıya olduğumuz durum şuydu

Ayn El Arap’ta PKK’nın arkasında (emekli) Amerikan özel kuvvetçiler vardı. IŞİD’in arkasında ise (emekli) Türk özel kuvvetçi ve (emekli) özel harekatçılar vardı. Eğer bu gerçek ise durumun ne kadar vahim ve ağır olduğunu söylemeye gerek yok. Buna rağmen bu hala benim için yetersiz bilgiden dolayı tartışılır/eksik teyitli istihbaratı kamuoyu ile paylaşmanın bir anlamı yoktu.
Ancak birkaç gün önce PKK’nın sitesi olan ANF’de bir haber çıktı. 

Haberde PKK’nın farklı zamanlarda Ayn El Arap ve Musul’da 12 Türk özel harekatçı polis ve MİT görevlisini IŞİD mensubu Zannederek ” Öldürdüğü açıklanıyordu.  PKK, öldürdüğünü iddia ettiği MİT mensupları ve polis özel harekatçıların isimlerini de şu şekilde veriyordu: (İsimleri vermiyorum…) Aydınlık gazetesi bu haberi 
30 Aralık 2014’te küçük bir haber olarak 

“ PKK: Yanlışlıkla 12 MİT’çi öldürdük ” başlığı ile veriyordu. Bu haber Sözcü gazetesinde daha kapsamlı olarak çıktı. Şu ana değin MİT’ten Aydınlık’ta ve Sözcü’de çıkan haberler ile ilgili bir yalanlama gelmedi. PKK’nın doğru söylediğini varsayalım. 12 Türk gönüllüyü öldürdüler. Peki, öldürdüklerini iddia ettikleri MİT mensuplarının isimlerini nereden biliyorlar?  

Cemil Bayık da Ocak 2015 başında Alman Die Zeit gazetesine verdiği demeçte şöyle demektedir: “ IŞİD ve Özgür Suriye Ordusu içerisinde Türk özel kuvvetlerinden unsurlar var. Bunlar hiç bir yerde kaydı olmayan, gayri resmi birlikler. Onlar bize karşı savaşıyor. Türkiye, resmi güçleri ile artık bize karşı savaşamaz, ancak bu tür unsurlarla yapabilir. ” 
(Nakleden Radikal, 5 Ocak 2015)

IŞİD mensuplarının görünümlü kılık kıyafetleri ve silah donanımlarını artık Edirne’nin bir ilçesindeki 16 yaşını geçmiş çocukların bile tanıdığı göz önünde tutulur ise “PKK’lılar nasıl MİT mensuplarını IŞİD’ci zannederek yanlışlıkla öldürmüşlerdir?” sorusu meşru bir sorudur. Acaba yukarıda ismi verilen kişiler IŞİD görünümlü kılık ve kıyafetli oldukları için mi PKK yanlışlıkla öldürmüştür? Yoksa ismi verilenler çatışma içinde mi öldürülmüştür? Acaba gerçekten PKK tarafından öldürülen Türk emekli/görevde yetkili var mıdır? Var ise Ayn El Arap’ta gerçekten neler oluyor? Amerikan emekli özel kuvvetleri ile Türk emekli özel kuvvetleri mi çarpışıyorlar?

Bütün bunlara 19 Şubat 2015’te CHP milletvekili Şafak Pavey’in yapmış olduğu basın toplantısında açıkladığı “ IŞİD, Ayn El Arap’tan sürüldüğünde ağır silah ve mühimmatlarını, Türk istihbaratı ve ordusunun  bilgisi ve yardımı altında topraklarımıza Park etmiştir ” iddiası, yukarıdaki iddialara eklenince ortaya ilginç bir görüntü çıkmaktadır. ( Yeniçağ 20 Şubat 2015 ) Ve neden Başbakan Davutoğlu, “ Kobani’ye selam ” göndermek zorunda hissediyor kendisini? 

Cevaplanması gereken bir çok soru olduğu anlaşılıyor.  


Avrupa Konseyi: PKK Terörist Örgüt Değil,




Avrupa Konseyi: PKK Terörist Örgüt Değil,



Yazar: Ümit Özdağ
23 NİSAN 2013 SALI






















PKK, son dönemin sürekli kazanan tarafı olmaya devam etmektedir. Ahmet Davutoğlu’nun Suriye’de Esad rejimini devirmek için izlediği politikanın bir sonucu olarak, Suriye’nin kuzeyinde Kamışlı başta olmak üzere büyük bir bölgeyi kontrolü altına alarak kentsel alan hakimiyeti kuran PKK 23 Nisan 2013’de AKP Hükümeti ile PKK arasında sürdürülen görüşmelerin bir yansıması olarak Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) tarafından terör örgütü kimliğinden çıkarıldı. Bu kararın ülkeler üzerinde doğrudan bir etkisi olmasa dahi, Avrupa Konseyi gibi saygın bir kurumun Parlamenterler Meclisi’nin almış olduğu bu kararın önemli sonuçları olacağı muhakkaktır.


       AKPM, Türkiye ile ilgili Fransız Senatör Josette Durrieu, tarafından hazırlanan raporu kabul etti. Raporda sunulan ve 11’e karşı 150 oyla kabul edilen bir değişiklik önergesiyle, “ PKK terör örgütü değil ”dir tespiti yapılmıştır. AKPM Türkiye Raportörü Josette Durrieu, AKPM’nin daha yürüttüğü tartışmalarda “terör nedir” tanımı üzerine çoğunluk sağlanamadığını, bundan yola çıkarak “ PKK terör örgütü ”  kavramını kullanmanın tarafsız ve nötr bir yaklaşım olmayacağını iddia etmiştir. AKPM’nin bu kararının Ahmet Türk’ün Avrupa’ya “ PKK’yı terörist örgüt listesinden çıkarın ” çağrısını yapmasından bir hafta sonra alması ortamın ne kadar PKK lehine oluştuğunu göstermektedir.

         Durrieu ayrıca rapordaki karar tasarısında “PKK terör örgütü” yerine “PKK Lideri Sayın Öcalan” ve sınır dışına çekilen PKK’liler için ise “PKK eylemcileri” terimlerinin kullanılmasının daha uygun olduğunu vurguladı.    

Raporda ayrıca " Ülkenin gelecekteki demokratik sistem ve meclis şeklini Türk kurumları ve Türk halkı belirler " ifadesi yerine BDP’li milletvekili Ertuğrul Kürkçü'nün verdiği önerge sonucunda " Türkiye vatandaşları ve kurumları " ifadesi kullanıldı.Bu noktada üzerinde durulması gereken bir yan bilgide Deniz Baykal’ın rapora “ Evet ” oyu verdiği ile ilgili Anadolu Ajansına dayanan bilgidir. Baykal, raporun insan hakları ile ilgili genel yapısına “ evet ” oyu verdiğini ancak PKK ile ilgili ek önerilere ret oyu verdiğini açıklamıştır. Öte yandan Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun " Raporu okursanız, PKK'nın faaliyetlerini terörist faaliyet olarak tanımlayan birçok cümlenin raporda yer aldığını görürsünüz" diyerek raporu önemsememeye çalışması durumun vahametini ortadan kaldırmamaktadır. Dış İşleri Bakanı Ahmet  Davutoğlu, "AKPM'nin bu raporu PKK'nın terörist listesinde olup olmamasını etkileyecek bir rapor değil. Gündemi de gerekçesi de o değil. Dolayısıyla bundan özel bir anlam çıkarmaya çalışmak doğru değil ama biz gerekli tepkiyi uygun usullerle her zaman verdik ve veriyoruz” dese de PKK’nın önemli bir kazanım elde ettiği görülmektedir.


       Bu noktada sorulması gereken soru şudur: PKK ile müzakerelerin herhangi bir nedenle başarısız olması ve kesilmesi durumunda AKP Hükümeti tekrar terörle mücadele sürecini nasıl başlatacaktır. 

Güneydoğu Anadolu’da halkı tekrar devlet yanında yer almaya, binlerce korucuyu tekrar PKK ile savaşmaya nasıl ikna edecektir.  

http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/04/23/6968/avrupa-konseyi-pkk-terorist-orgut-degil


..