7 Kasım 2018 Çarşamba

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 1

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 1


Aydoğan VATANDAŞ 
İÇİNDEKİLER 
DÖRDÜNCÜ BASKI İÇİN TAKDİM 



ÖNSÖZ YERİNE 

Birinci Bölüm 

TÜRK-İSRAİL YAKINLAŞMASI YA DA SONUN BAŞLANGICI 

Askerler Refah'ı Destekledi mi? 
PKK Anlaşmanın Merkezinde 
Tarih ya da Düşünce Kimyaasının Yarattığı En Tehlikeli Ürün 

İkinci Bölüm 

ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE İSRAİL 

Ortadoğu: Egemenliğin Rolü 
İsrail PKK'yı Destekliyordu 
İsrail, Genelkurmay Belgelerinde 
Suriye İllüzyonu 

Üçüncü Bölüm 

YENİ ORTADOĞU RESMİ, MİTLER VE TÜRKlYE 


Kurmay Albay'ın Lobi Yorumu 
Emekli Korgeneral İhsan Gürkan: "Israil Bir Din Devletidir" 
İsrail Nasıl Kuruldu? 
Efsane'nin Kudreti 


Dördüncü Bölüm 

VE HERZOG TÜRKİYE'YE GELİYOR 


Abdullah Öcalan: "ABD'ye Karşı Değiliz" 
Özal Amerikancı mıydı? 
Çekiç Güç'ü Türkiye'ye Kim Getirdi? 
ABD Tehdit Ediyor: "Sakın Engellemeye Çalışmayın!" 
Körfez Savaşı'nı Yeniden Okumak 
Tevrat ve Körfezz Savaşı 
Özal Oyunu Görüyor 
Çekiç Güç'ün Gerçek Misyonu 
Çekiç Güç'te İsrailli Subaylar 
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html
Demirel: "İran ile İşbirliği İçindeyiz!" 
Demirel: "Apo'nun Telefon Numarasını Hafız Esad'a Verdim!" 
Oramiral Erkaya: "Savaşın Eşiğindeyiz" 
Çekiç Güç'ün Ettikleri 
Türkiye'ye Biçilen Rol 

Beşinci Bölüm 

ABD VE İSRAİL UYARIYOR 

1. MUAVENET OLAYI 

Kaza İhtimali Sıfır Türkiye, ABD'nin Restini Görüyor 

2. EŞREF BİTLIS OLAYI 

Rapor Değiştiriliyor 
17 Şubat l993 
Tarık Bitlis: "Babamla, Uğur Mumcu'nun Ölümü Arasında Bağlantı Var!" 

3. UĞUR MUMCU OLAYI 

ABD İtraf Ediyor 
Türkiye Cevap Verdi mi? 

4. SUSURLUK ve KÜRT DEVLETİNE GİDEN YOL 

Tasfiyeci Güç Kim? 
Refah-Yol'un Çekiç Güç Direnişi 
"Fabrikatör" 
Meral Akşener: "l980 Öncesinin Rövanşı Alınıyor!" 
Hedef Hüseyin Kıvrıkoğlu muydu! 
Solcu Cunta, İsrail'le Elele 
Hanefi Avcı: "Amaç, İran'la Savaş" 
"Turkiye Suriyeleşiyor mu?" 
Hasan Celal Güzel Neyi Açıkladı? 

SON SÖZ YERİNE / 

Üst Düzey Bir Askeri Yetkilinin Konuşması 

BELGELER 

(Ek Bölüm KİTABIN MAHKEME SERÜVENi) 

Dördüncú Baskı için Takdim 

AYDOĞAN Vatandaş, küçük sayılabilecek yaşında Deniz Askeri Lisesi'ne girerek orta öğretim hayatına başlamış ve yüksek tahsil dönemini de Deniz Harp Okulu'nda devam ettirmiş; ancak muhtelif ve özel sayılabilecek sebeplerle kendi istek ve iradesi ile çok sevdiği Askerlik mesleğine ve askeri okul hayatına 
-bir bakıma- son vermiştir. Bu ocakta edindiği güzel hasletler, özellikle mertlik, dürüstlük ve topluma faydalılık noktasında onu bir takım teşebbüslerde bulunmaya sevk etmiştir. Bu cümleden olmak üzere basın hayatına atılmış ve ülkemizin hatırı sayılır yayın organlarından Aksiyon dergisinde araştırmacı 
gazeteci olarak çalışmaya başlamıştır. 

Genç yaşına ve basın hayatındaki kıdem durumuna rağmen üstün bir performans göstermiş yerli ve yabancı görsel ve yazılı basından, her biri ayrı bir araştırma mahsulü olan bilgi ve belgelerden derlediği "ARMAGEDON / Türkiye-İsrail Gizli Savaşı" adlı kitabı yazmıştır. Bu muhtevada bir kitap da kaliteli yayını şiar edinmiş olan Timaş Yayınları tarafından neşredilmiştir. Genç yazar tarafından hazırlanan bu eser, hacmi küçük olmasına rağmen tabiri caiz ise çok büyük bir gürültü çıkarmış ve büyük tepki vermiştir. Genç yaşında piyasanın "yapamazsın, bu işlerin adamı değilsin" 'lerine aldırmadan araştırarak; 
aklı, mantığı ve hakikatleri ön planda tutarak _derin devlete_ dair araştırma cesaretini gostermiş ve karanlık noktalara gözüpeklikle atılması ile delikanlılığını bu yönde kullanmıştır. Yayınlanması ile, adeta bir koyundan birden ziyade post çıkarılmak istenircesine adli ve askeri yargıda olmak üzere hakkında muhtelif vasıflı beş ayrı dava açılmıştır. Bu kitapla sunulan bilgilerle, kamuoyunu  yakından alakadar eden ve hep merak edilen, belki de gerçek yönleri tam bilinemeyen ve birileri tarafından bilinmesi de istenmeyen olaylar adeta mercek altına alınarak değerlendirilmiş ve tahlil edilmiştir. 

Yazarı hakkında başlatılan soruşturma ve gerçekleri yansıtmaktan ve kamu oyunu bilgilendirmekten başka gayesi olmayan kitabın toplatılması ile ilgili ve müteakip adli işlemler, gerek Askeri gerekse Adli yargının bagımsızlığına dair bir takım düşünceleri celbetmiş tir. 

Yazar kitabında bilhassa 1991 yılındaki _Körfez Savaşı_ sonrasındaki gelişmeleri ve bunun Türkiye üzerindeki etkilerini ayrıntılı olarak ele alıp değerlendirmiştir. Kitap bir bütün olarak ele alınmalı, tahlil ve değerlendirme de bu zaviyeden yapılmalıdır. Kitabın yazarının maksadı ancak bu şekilde anlaşılır ve yanlış yoruma sebebiyet verilmemiş olur. 

Önemli olan karanlığa küfretmek değil, eline feneri alıp aydınlatmaktır. Aydoğan Vatandaş, karanlığa küfretmedi... Bütün zorluklara, esen ve estirilen rüzgara rağmen elindeki fenerle aydınlattı. Bedelinin ağırlığına rağmen... 

Ahmet Cengiz TANGÖREN 
(Dava Avukatı) 

Önsöz Yerine 

BEAUJEU'DAN sonra, Tarikat, varlığını bir an bile ara vermeksizin sûrdürdû. Aumont'dan günümüze dek. Tarikat'ın kesintisiz bir dizi Büyük Üstad'ını biliyoruz. Bugün Tarikat'ı yöneten, onun yüce görevlerini yürüten gerçek Büyük Üstad'ın ve gerçek Üstler'in adları ve oturdukları yer bir giz, yalnızca gerçek 
aydınlanmışlarca bilinen erişilmez bir giz olarak kalmışsa, bunun nedeni, Tarikat'ın saatinin henüz gelmemesi, vaktin henüz dolmaması dır... 

(1760 tarihli i el yazması. G.A. Schiffmann, Die Entstehung der Rittergrade in der Freimauerei um die Mitte des XVIII Jahrhunderts, Leipzig, Zechel. 1882, s. 178-190) 

Plan'la ilk uzaktan tanışmamız böyle olmuştu. O gün başka bir yerde olabilirdim. O gun Belbo'nun bürosunda olmasaydım, şimdi... kimbilir, belki de Semerkant'ta susam satıyor. Braille alfabesiyle yayımlanan bir dizinin editörlüğünü yapıyor, Frans Joseph'in ülkesinde ilk Ulusal Banka'yı yönetiyor olurdum. Öncül yanlışsa, koşullu önerme her zaman doğrudur. Ama o gün oradaydım. Bu yüzden de 
şimdi neredeysem oradayım. 

Birinci Bölüm 

TÜRK-İSRAİL YAKINLAŞMASI YA DA SONUN BAŞLANGICI

23 ŞUBAT 1996 tarihinde, Türkiye, (kimilerine göre stratejik bir kayma olarak değerlendirilen, kimilerine göre son derece rasyonel bir politik sürecin gereği olarak) Ortadoğu'nun sorunlu bölgesindeki en güçlü ama aynı zamanda en suçlu ülkesi İsrail ile tarihî bir anlaşmaya imza atıyordu. Anlaşma Ortadoğu 
ve Türkiye'de geniş çalkalanmalara yol açarken, anlaşmanın askerî niteliği ilgililerin merakını daha da artırıyordu. Her iki ülkenin demokrasi ile yönetilmesi ve aynı zamanda Batı'ya yönelmiş olmasından bu yakınlaşmanın son derece doğal olduğunu söyleyenler, bir türlü inandırıcı bulunmuyordu. 

Anlaşmanın kamuoyuna sızış tarihi ile İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah üslerine yönelik başlattığı operasyonun aynı döneme rastlaması, Meclis'te konuyla ilgili önergeler verilmesine kadar varan gelişmelere sebep oluyor, milletvekilleri Türkiye'nin yeni Ortadoğu politikalarını belirleyen böylesine önemli bir anlaşmadan habersiz olduklarından, rahatsızlıklarını kamuoyundan gizlemiyorlar dı. Nitekim Harp Akademileri'nde öğretim üyeliği yapan bir kurmay albay tarafından hazırlanan "Türk-İsrail Yakınlaşması" konulu bir raporda konu ile ilgili olarak şöyle deniyordu: "Taraflar arasında gizli kalması gereken anlaşma İsrail Yediot Aharonot Gazetesi tarafından kamuoyuna duyurulmuş ve bundan sonra da anlaşma üzerinde büyük tartışmalar başlatılmıştır. Ortadoğu ve Türkiye'de yoğun eleştirilere, aynı zamanda tepkilere de sebep olan anlaşmayla ilgili tartışmalar hâlâ sona ermiş değildir. Askerî niteliği ve taraflar arasında 31 Mart 1994'te imzalanan 'Güvenlik/Gizlilik Anlaşması' hükümlerine tâbi olması nedeniyle ancak kısmen kamuoyuna yansıyan anlaşmanın tam olarak bilinememesi "spekülasyonları" beraberinde getirmiştir." 

Sözkonusu anlaşma sadece bir eğitim anlaşması idiyse neden gizli kalması gerekiyordu? Ve neden ilk önce bir İsrail gazetesinde açıklanmıştı? 
5 yıllık bir süre için imzalanan bu Askerî ve Eğitim İşbirliği Anlaşması, savaş uçak ve gemilerinin karşılıklı ziyaretleri, tatbikatların izlenmesi, askerî tarih, askerî müze gibi sosyal ve kültürel alanlarda işbirliği gibi gözükse de, 1990 yılında başlayan görüşmeler göz önüne alındığında, Türkiye'nin bilinçli (ya da zorunlu) bir tercihinin sözkonusu olduğu daha net bir şekilde anlaşılabiliyordu. 
Başkanlığını Çevik Bir Paşa'nın yaptığı Türk heyeti anlaşmadan üç gün önce İsrail'e gidiyor, İsrail Genelkurmay Başkan Yardımcısı Tümgeneral Matan Vilnai, Genelkurmay Başkanı Korgeneral Ammon Lipkin Shakak ve Savunma Bakanlığı Genel Direktörü David İvry ile bir dizi görüşmeler yapıyordu. Türk tarafını temsil eden Orgeneral Çevik Bir 1993-1994 yıllarında Somali'de Birleşmiş Milletler gücünü yönetmiş olmasından, özellikle Batı kamuoyunda da oldukça tanınan ve takdir edilen bir komutandı. 

Çevik Bir gerçekleştirdiği bu görüşmelerde, Türkiye-İsrail ve Ürdün arasında stratejik bir istişare mekanizmasının kurulmasını, her iki ülkenin terörle ilgili sorunlarının varlığını ve bir İstihbarat Protokolü imzalanmasının gerekli olduğunu belirtiyordu. Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu sınırlarını korumak için elektronik bir koruma sistemine ihtiyaç duyduğunu, İsrail'in bu konudaki tecrübesinden yararlanmak istediklerini, F-16 Üretilen TAI uçak tesisleri yakınında helikopter üretmeyi düşündüklerini, bu noktada işbirliği yapabileceklerini ifade ediyordu. 

İsrail ise bu taleplere karşılık, Türkiye-İsrail-Ürdün istişare mekanizması için öncelikli sürecin Türkiye-İsrail arasında başlatılmasını, sonra Ürdün'ün buna dahil edilmesini, istihbarat işbirliğinin kendilerine de yarayacağını, sınırlarda elektronik koruma sistemiyle ilgili olarak da Türkiye'ye yardımda 
bulunabileceklerini belirtiyordu. 

İsrailli yetkililerin, görüşmeler sırasında Türk yetkililere sorduğu sorular ise son derece ilginçti ve nitelik olarak da farklılık arz ediyorlardı. Birinci soru, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin nasıl olduğuydu. İkinci soru ise, Türk ordusu seçimlerle birlikte ortaya çıkacak yeni tablo karşısında, -örneğin muhtemel bir 
Refah Partisi iktidarı söz konusu olduğunda- nasıl bir tutum izleyecekti? 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak (Armageddon, Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail)

Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak (Armageddon, Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail) 


Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 



Grace Hallsell 
Çev.: Mustafa Acar, Hüsnü Özmen 
İstanbul, Kim Yayınları, 2003 / 159 Sayfa 
Tanıtan: Tamer YILDIRIM18* 
* Yrd. Doç. Dr. Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

     Genel olarak Evanjelist öğretinin anlatıldığı bu eserde Evanjelistlerin 
Amerikan Yahudileri ve İsrail sağı ile aralarında ne tür ittifakların kurulduğu 
ve bunların gerçekleşmesi için yapılan faaliyetler, bu örgütün sahip olduğu 
güç, Kudüs’ün ve İsrail’in önemi ile bu bağlamda Hz. İsa’nın (Mesih) 
yeryüzüne dönmesi, Kudüs’ü merkez edinmesi ve Süleyman Mabedi’nin 
yeniden inşa edilmesi, A.B.D’nin başına geçen veya önemli devlet kademelerinde bulunmuş olanların konuyla ilgili açıklamaları anlatılmaktadır. 
Kitabın tanıtımına geçmeden önce eserde bolca geçen bizim de metin 
içinde kullandığımız iki kavramın anlamını vermemiz anlatılanların daha 
iyi anlaşılması için faydalı olacaktır. İlki yukarda da zikrettiğimiz Evanjelizm. 
Sözlük anlamı olarak, Kutsal Kitaba yönelmek, dönmek anlamına gelen Evanjelizm, bugün için Amerika’daki Hıristiyan toplumunun tutucu 
kanadını temsil etmektedir. Amerika’da son yıllarda büyük bir sayıya ulaşan 
Evanjelistler inanç açısından Yahudiliğe en çok benzeyen cemaatlerden 
biridir. Cemaat üyelerinin sayısı hakkında farklı bilgiler verilmektedir. 
Gallup 2002 yılı araştırmalarına göre Evanjelistler’in Amerikan nüfusuna 
oranı %35, yani yaklaşık olarak 100 milyon, cemaatin kurucusu olan Jerry 
Farwell’e göre ise 70 milyon, kitabın yazarı Grace Hallsell’e göre 1986 yılı 
itibariyle 40 milyon civarındadır. Bir diğer kavram ise Armagedon. Kelime 
anlamı Megido Tepesi demek olan Armagedon, Müslümanlar ile Yahudiler 
arasında yaşanacağı ifade edilen söz konusu büyük savaşın Yahudi ve 
Hıristiyan Kaynaklarındaki adıdır. 

İslami kaynaklarda ise bu kavram Melheme-i Kübra (büyük ve kanlı savaş) olarak geçmektedir. 

Eser akademik olmaktan ziyade popüler bir tarzda yazılmış olup basit 
ve anlaşılır bir anlatıma sahiptir. Bundan dolayı bizim burada değineceğimiz 
nokta da eserde genel olarak ifade edilen görüşlerin tutarlılığı üzerine 
olacaktır. Her şeyden önce çevirmenlerin de haklı olarak ifade ettikleri 
gibi eser eğer bütünüyle kabullenici mantıkla okunursa insana her taşın 
altında bir Yahudi parmağı arama zafiyeti verecektir. Zira her olayı Yahudi 
oyunuyla açıklamak, aşırı indirgemeci ve komplocu bir yaklaşım olduğu 
gibi aynı zamanda bu düşünüş biçimi en başta böyle düşünenlerin zararına 
olacak ve sorunları çözmekten öte; kolay izah, sorumluluktan kaçma ve ruh sağlığını olumsuz etkileyecektir (s. 9). Fakat bu uyarı kitabın böyle bir etki yapmasını engelleyebilmiş midir? Konu ile ilgili yayınlanan gerek akademik 
gerek popüler eserlere bakarsak; bunu olumlu olarak cevaplandırmak mümkün değil. Şöyle ki, eser yayınlandıktan sonra bu konuda yazılan pek çok esere kaynaklık etmiş ve komplo teorisi olarak değerlendirebileceğimiz pek çok yeni düşüncelerle olayın kurgusu daha da genişletilmiştir. 

Millet olarak komplo teorisine düşkün bir yapıya sahip olmamız da bu tür 
yaklaşımların revaç bulmasına imkân vermiştir. 
Dolayısıyla kitabı okurken verilen bazı bilgileri ihtiyatla karşılamamız 
gerekir. Örneğin s.17’ de belirtilen ve ilk okunduğunda insana Ortaçağ’da 
Papa’nın cenneti satmasını hatırlatan şu bilgiler: 

“Oral Roberts. Tulsa papazı dinleyicilerine bir keresinde 8 milyon dolara ihtiyacı olduğunu söylemiş “ ''Aksi takdirde Tanrı beni yanına çağıracak”  demişti. Takipçileri de bu parayı göndermişti. 

26.000 üyeli Dallas İlk Baptist Kilisesi papazı W. A. Criswell vaazında 
kilisenin “ Ödenecek Elektrik Faturası ” için 1 Milyon Dolara ihtiyacı olduğunu söyledi. Söz konusu parayı da tek bir günkü bağış toplama seansında 
elde etti.” 

Bunlar kısmen doğru olabilir fakat verilen miktarın abartılı olduğu açıktır.

Eserde dikkat çekilen bir diğer husus Armageddon ile ilgili eserlerin 
son yıllarda İncil’den sonra en çok satan eserler listesinde yer almasının 
belirtilmesidir. Burada şu hususun gözden kaçırılmaması gerekir, bu kitabın 
yazıldığı yıl 1999 yani millenyum arefesi. O dönem hatırlanırsa çevrilen 
filmlerin de pek çoğu dünyanın sonunun geldiğini anlatan senaryolar 
içeriyordu. Kıyamet senaryolarını ve buna ilginin artmasını biraz da içinde 
bulunulan dönemle bağlantılı olarak düşünmek gerek. 

Değinmemiz gereken bir diğer konu da; bilindiği gibi Hıristiyanlığın 
bir sevgi dini olduğu belirtilir. Fakat dispensasyonalistlerin ifadelerinde 
sevgiden eser olmadığı gibi şiddetin en dehşet verici hali vardır. Hallsell, 
kitabın ‘Sonsöz’ kısmında bu konuya değinerek şöyle demektedir. “Jerry 
Farwell ve diğer dispensasyonalistlerin vaazlarında Hz. İsa’nın evrensel 
sevgisinden veya Hz. İsa’nın dağdaki vaazından bahsettiklerini hiç işitmemişimdir.” (s.140). 

Fakat belki de en çok değinilmesi gereken ve içinde önemli bir sorunsalı barındıran bu konu bir iki cümleyle geçiştirilmektedir. Hallsell, konuştuğu dispensasyonalistlere bu konu hakkında sorular sorsaydı sanıyorum olayın mahiyeti daha açık bir şekilde ortaya çıkardı. Bunun yanında eserde şöyle bir çelişki de görülmektedir: Kitabın 98– 99. sayfalarında yer alan ve Hall Lindsey’e ait olduğu belirtilen bir alıntı var. Bu alıntıdaki üslup, kitabın ilk kısımlarında Hallsell’in kendisiyle konuştuğunu belirttiği ve Megiddo’yla ilgili görüşlerini konuyu açıklamak için verdiği İsrail’e yapılan ziyaretteki yol arkadaşıydı. 

Alıntının Lindsey’e ait olduğunu kabul edecek olursak T.V. Evanjelistleri’nin önde gelenlerinden birinin kıyamet senaryosuyla ilgili olarak endişeye kapıldığını kabul edeceğiz ki bu kitabın bütününde anlatılanlarla çelişen bir durumdur. Dolayısıyla bu alıntı -büyük bir ihtimalle- yanlışlıkla Hall Lindsye’e atfedilmiştir. 
Eseri yayımlayanların bu hatayı düzeltmeleri gerekir. 

Teknik ve kullanılan kelimeler açısından da bazı hususlara işaret etmemiz 
gerekiyor. Bunlardan biri; Türkçe’de de kullandığımız Beytüllahim şehrinin adının İngilizce’deki haliyle Betlehem şeklinde verilmesidir. Bir diğeri ise metin içinde dağınık bir şekilde yerleştirilen alıntılar konunun bütünlüğünü bozmaktadır. Bunların bölümlerin başında veya sonunda verilmesi böyle bir bölünmeyi önleyecektir.

Fakat kitabın akıcı ve sade bir üslupla Türkçe’ye çevrilmesi, kitabın adının içerik göz önünde bulundurularak Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak şeklinde ifade edilmesi, kitabın sonuna literatüre alışkın olmayanların metni daha iyi anlaması için bir lügatçe eklenmesinden dolayı çevirmenleri kutlamak gerekir. 

Sonuç olarak eser Amerika’daki muhafazakâr Hıristiyan grupların en güçlülerin den biri olan ve İsa’nın geliş sürecini hızlandırarak deyim yerindeyse 
bu süreçte bizim de tuzumuz bulunsun diyen T.V. Evanjelistleri’nin A.B.D yönetimiyle ve İsrail’le olan siyasi, mali ve dini ilişkilerini anlatmakta 
olup, Amerika-İsrail ilişkilerinin arkasındaki farklı bir boyuta ışık tutması 
açısından önem taşımaktadır. Eserde belirtilen bir takım varsayımların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ise zaman gösterecek. Fakat içinde bulunduğumuz dönemi de göz önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz ki, Amerikan halkı içlerinde şiddet taraftarı olanlar bulunsa da eserde belirtildiği 
kadar kanlı bir olayın içinde bütünüyle yer almayacaklardır. 

***

5 Kasım 2018 Pazartesi

İSRAİL İRAN A SALDIRIRSA TÜRKİYE NE YAPAR.,

İSRAİL İRAN A SALDIRIRSA TÜRKİYE NE YAPAR.,


 Mehmet Ali Güller
15/10/2011


Soru bize ait değil. BİLGESAM’ı ziyaret eden ABD’li düşünce kuruluşu yetkilileri soruyor. Gelin hikâyeye en baştan başlayalım:

10 Ekim 2011 tarihinde ABD’li düşünce kuruluşları Amerikan İlerleme Merkezi, Hudson Enstitüsü ve Brookings Enstitüsü’nden uzmanlar Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi BİLGESAM’ı ziyaret ediyor.

Amerikan İlerleme Merkezi’den Faiz Shakir, Hudson Enstitüsü’nden Richard Weltz ve Brookings Enstitüsü’nden Ted Piccone; son dönem Türk dış politikası, Türkiye-ABD ilişkileri, ABD sonrası Irak’ın geleceği ve Arap Baharı sürecinde İran’ın bölgedeki politikaları hakkında Bilge Adamlar Kurulu üyesi Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu ve BİLGESAM Başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı’dan görüş istiyorlar.

NEDEN BİLGESAM?

Üç ABD’li düşünce kuruluşunun neden BİLGESAM’dan görüş istediğini eminim sizler de benim gibi merak etmişsinizdir. Gelin o zaman BİLGESAM’ı kısaca tanıyalım:

2007 yılında kurulan BİLGESAM’ın başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı. BİLGESAM’a bağlı Bilge Adamlar Kurulu’nun başkanlığını Em. Oramiral Salim Dervişoğlu yapıyor, yardımcıları ise Sami Selçuk ve İlter Türkmen. Emekli askerler, bürokratlar ve büyükelçilerden oluşan kurulun üyeleri arasında eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal da var, Em. Büyükelçi Özdem Samberk de…

Özdem Samberk, AKP Hükümeti’nin Mavi Marmara raporu için BM komisyonuna gönderdiği isimdi. İlter Türkmen’i de Murat Karayılan, AKP – PKK görüşmelerine arabuluculuk yapacak “Akil adamlar” için önermişti…

Bu kısa bilgilerden sonra ABD’li düşünce kuruluşlarının BİLGESAM ziyareti daha iyi anlaşılmıştır herhalde…

TSK’NİN ÇİN VE RUSYA İLİŞKİLERİ

Başlıktaki soruya geçmeden önce ABD’lilerin diğer sorularına ve BİLGESAM’ın yanıtlarına göz atalım kısaca.

ABD’liler Türkiye’nin Rusya ve Çin ile geliştirdiği askeri ilişkilere odaklanıyorlar önce. BİLGESAM yetkilileri, Türkiye’nin NATO üyesi bir ülke olarak Batılı güvenlik sisteminin içinde kalmak yönünde irade gösterdiğini belirtip, Batı’dan silah teknolojisi transferi sıkıntısı yaşandığına dikkat çekiyor. BİLGESAM yetkilileri, Türkiye’nin Batı’dan kaynaklanan bu açığı İsrail’le savunma teknolojileri transferi yaparak giderdiği anlatıyor.

ABD’lilerin odaklandığı ikinci konu ise ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesiyle meydana gelebilecek gelişmeler ve Kuzey Irak kaynaklı muhtemel problemler…

BİLGESAM Başkanı Atilla Sandıklı Kerkük petrollerinin paylaşımı nedeniyle Bağdat ve Erbil arasında sorun çıkabileceğini ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Irak’tan ayrılma yönünde hareket etmesi durumunda yalnız kalacağını belirtiyor. Sandıklı ABD’nin çekilmesi halinde, Irak ordusunun dışarıdan gelebilecek tehditleri karşılayabilecek yeterliliğe ulaşmadığını savunuyor(!)

ABD’NİN İRAN ÇEKİNCESİ

ABD’liler daha sonra İran’ın Irak’taki nüfuzu konusuna yöneliyorlar. Atilla Sandıklı İran’ın son dönemde Ortadoğu’daki Şii nüfus üzerindeki etkisini arttırdığını, Tahran’ın Arap Baharı sürecinde bölgedeki Şii toplulukları etki altına almaya çalıştığını belirtiyor.

Ve ABD’liler BİLGESAM’dan İran’ın nükleer enerji programıyla ilgili görüşlerini de dinledikten sonra esas soruya geliyorlar: “İsrail’in İran’a saldırması durumunda Türkiye’nin tepkisi ne olacak?”

BİLGESAM Başkanı Atilla Sandıklı, İsrail’in saldırısının Ortadoğu’daki mevcut istikrarsız yapıyı daha da kötüleştireceğini, bölgede kalıcı barış ve istikrarı tesis etmenin imkânsız hale geleceğini belirtiyor.

ABD’lilerin yanıtını merak ettikleri soru önemli. İsrail’in İran’a saldırısı olası mıdır, ayrı konu… Ancak görüş alışverişinin bütününden çıkardığımız sonuç şu: ABD İran’ın bölgede inisiyatifi ele geçirmesinden rahatsız ve bunu dengeleyecek tek kuvvetin Türkiye olduğunu düşünüyorlar. İşte bu noktada AKP Hükümeti ile Türk Ordusu’nun pozisyonları, Washington için belirleyici önem kazanıyor!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
15 Ekim 2011


https://mehmetaliguller.com/tag/atilla-sandikli/


***

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER 





İnceleme  Ortadoğu Analiz 
Aralık’2009 Cilt 1 - Sayı 12 
E. Tümg. Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı





Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. 

   Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür.  

Giriş 

Ortadoğu, özellikle 100 yılı aşkın bir süreyi kapsayan yakın tarihteki her dönemde önemini gittikçe arttırmış ve dünya politikalarının belirleyicisi durumuna gelmiştir. 

Sovyetlerin dağılmasını müteakip Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmeler sonucunda bu bölgelerin de öneminin ortaya çıkması ile kritik ve  belirleyici sahaların kapsamı genişlemiştir. Ancak Ortadoğu’nun daha eski belirleyici faktör olmasından dolayı zaman içinde bölge üzerinde yaşanan çıkar çatışmalarının yarattığı gerginlik, çatışma ve istikrarsızlıklar Türkiye’yi derinden etkilemiştir. 

Bu yazıda, fazla geçmişe uzanmadan özellikle son 20 yıldır Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki komşu bölgelerde süregelen gelişim ve değişimin sebep ve sonuçları ile Türkiye’nin geleceğine olan etkileri ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu noktadan hareketle, ulusal çıkarları gözeterek oluşturulması, planlanması ve uygulanması gereken politika ve stratejilerin tespiti üzerinde durulacaktır. Politika ve stratejileri tespit edebilmek için de, yazının konusu olan dört ülkenin durumları çok özet olarak belirtilecek, Türkiye ile olan ilişkileri analiz edilecek, başta ABD ve İsrail ile iç politikanın ve diğer aktörlerin bölge ve ilişkilerimize olan etkileri değerlendirilecektir. 

Türkiye-Suriye Ekseni 

Anılan ülkeler içinde Suriye ile olan ilişkilere baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. Hatay ve sınır aşan sular konusunda sürekli gerginlik yaratan bir ülke konumundaki Suriye’nin, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için PKK terörüne destek verdiği bilinmektedir. Hatta doksanlı yıllarda Ege sorunlarından kaynaklanan gerginlikte Yunanistan’ın da Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için kısmen PKK terörüne destek vermesinin yanında Türkiye’ye karşı Suriye ile birlikte işbirliği içinde hareket ettikleri, bu nedenle o tarihlerde TSK’nın savaş planlarını “iki buçuk savaş doktrini”ne göre yaptığı bilinmektedir. Bu doktrindeki iki tam tehditten biri Suriye, diğeri Yunanistan, yarım tehdit de PKK terörüdür. 

1998 yılının sonlarına doğru Suriye’ye karşı uygulanan güç gösterisi ve gösterilen kararlılık sonucunda Suriye, tutumunu yumuşatmaya başlamış, terörist başını topraklarından çıkartmış ve bunu takiben “Adana Mutabakatı” olarak anılan bir toplantı sonucunda da PKK terörüne verdiği desteği kestiğini resmen açıklamıştır. 

Bu tarihlerden itibaren Suriye ile gittikçe gelişen olumlu bir dönem başlamıştır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali döneminde, ABD tarafından ilan edilen şer ekseninin bir parçası olmaktan ötürü kendisini büyük bir baskı altında hissetmiş, bu nedenle Türkiye’ye olan yakınlaşmasını daha da arttırmıştır. Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür. Hatta ilişkilerde müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılan ve vizenin kaldırılmasına kadar varan ilerleme kaydedilmiştir. Mevcut durum itibariyle bu gelişmeler, Türkiye’nin çıkarları yönünde olup, olumludur. Ancak bu durumun, Türkiye’nin güçlü, Suriye’nin de sorunlarından dolayı zor durumda olmasına bağlı olduğu dikkate alınmalı, ihtiyat elden bırakılmamalı, ilişkilerin kalıcı olması için gerekli önlemlerin geliştirilmesi üzerinde durulmalıdır. 



Türkiye-Irak Ekseni 

Irak ile olan ilişkiler ise son 20 yıldır, PKK, ABD ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim ekseninde ağırlıklı kazanmıştır. 1991 yılında Irak’a yapılan müdahale sonucunda kuzeyde oluşturulan korumalı bölge, Türkiye açısından hem bağımsız bir Kürt yönetiminin kurulması, hem de PKK terörünün hayat bulması açısından tehdit algılaması kapsamında bir durum arz etmiştir. 1999 yılında PKK terörünün gündemden düşmesinden sonra, gerek Avrupa Birliği adaylığının başlaması ve müzakere sürecinin açılmasından, gerekse ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalinden kaynaklanan gelişmeler, PKK terörünün yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Irak’ın kuzeyindeki yönetim, 2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine izin verilmemesinden dolayı ABD açısından bir nevi müttefik olarak görülmüş ve özellikle Türkiye’ye karşı koruma altına alınmıştır. PKK bölgede bir noktada ABD’nin dolaylı himayesi altında kalmıştır. PKK terörü Türkiye’ye karşı eylemlerini arttırmış ve Türkiye’nin bu terör ile Irak’ın kuzeyinde mücadele etmesine ABD tarafından engel olunmuştur. 

 Türkiye’nin, hem İran hem de Batı ile iyi ilişkiler geliştirirken denge noktasını iyi ayarlaması gerekmektedir. 

2007 yılı Kasım ayına kadar devam eden bu süreç, sınır ötesi harekât yapamamaktan dolayı Türkiye’deki tepkilerin yükselmesi sonucunda 
ABD’nin şartlı geri adım atmasıyla son bulmuş ve PKK terörü ile mücadelenin ABD, Türkiye, Irak arasında oluşturulan bir mekanizma ile mutabakat 
içinde ortak yapılması kararlaştırılmıştır. 

ABD Türkiye’ye, Irak’ın kuzeyindeki yönetime zarar vermemek, onu tehdit olarak görmemek ve iyi iletişim içinde olmak kaydı ile özellikle istihbarat temini konusunda yardımcı olmuş, sınır ötesi harekât için hava sahasını ve çok kısıtlı olarak da kara sahasını açmıştır. 2009 yılından itibaren ABD’nin askeri gücünü kademeli olarak Irak’tan çekme kararı alması ve bu konuda Irak yönetimi ile anlaşma yapmasını müteakip, durum yeni bir veçhe kazanmıştır. 

ABD askerinin Irak’tan çekilmesini takiben, Türkiye’nin PKK ile mücadele adına Irak’ın kuzeyine yapacağı sınır ötesi harekâtların, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi tedirgin ve tehdit edeceği düşüncesi ile ABD, yeni bir süreç başlatmıştır. Bu süreçte ABD, PKK’nın misyonunu artık tamamlamış olduğu ve Türkiye’nin bir müdahalesine sebep teşkil etmemesi düşüncesinden hareketle, terör örgütünün tasfiyesinin gerektiğini değerlendirmiştir. ABD’den gelen talep ve Türk iç politikasının da yönlendirmesi ile bu tasfiyenin gerçekleşebilmesi için Irak, Irak’ın kuzeyi ve PKK yönünden alınacak tedbirlere paralel olarak Türkiye’nin de bunu kolaylaştırıcı adımlar atması gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır. PKK terörünün tasfiyesi çıkarlarımız açısından arzu edilen bir gelişmedir. Ancak “açılım” adı altında bilinmediği için tahmin edilen ve algılanan yöntemlerin ve uygulamaların, Türkiye içinde kutuplaşmalara ve gerginliklere sebep olduğu da bir gerçektir. ABD’nin PKK terör örgütünün tamamen ortadan kaldırılmasını da benimsediğini düşünmek yanıltıcı olabilir. PKK, Irak’ın kuzeyinde bir bağımsızlık durumu, Kerkük meselesi ve benzer sebeplerle yeniden kullanılmak istenebilir. Bu nedenle ABD’nin PKK’yı kontrol edebildiği gerçeğini daima göz önünde tutmakta yarar bulunmaktadır. Diğer taraftan Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmektedir. 

Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

Türkiye-İran Ekseni 

İran ise, yakın zaman dahil büyük düşmanlıklar içinde olmadığımız, ancak ayrı bir kültür ve köklü devlet geleneğinden kaynaklanan bir rekabet içinde olduğumuz bir ülkedir. İslam devriminden sonra, komşusu Türkiye’yi, laik, demokratik ve modern yapısından dolayı hem rakip, hem de rejimine tehdit olarak görmüştür. Bu nedenle rejim ihraç politikası izlemiş ve Türkiye’yi zayıf düşürebilmek için PKK terör örgütünü desteklemiştir. 

Ancak son 5-6 yıllık dönem içinde PKK terörünün İran versiyonu olan, İran’ı istikrarsızlaştırmaya kurgulanmış PJAK ile mücadele zorunda kalması, ayrıca ABD’nin baskısı altında bulunması, İran’ı Türkiye politikasında değişiklik yapmaya yönlendirmiştir. PKK terör örgütü ve onun kolu ile mücadele etmesine, hatta zaman zaman bu konuda Türkiye ile işbirliği yapmasına rağmen, yine de PKK’ya düşük seviyede de olsa İran üzerinden lojistik destek verilmesine müsamaha etmektedir. 

İran’da önemli olan konu rejimin muhafaza edilmesidir. Bu nedenle uluslararası gerginlik yaratmak ve bu gerginlikten dolayı iç politikada gücü muhafaza ederek rejimi korumak, genel bir politik yaklaşım olarak benimsenmiştir. İran’ın nükleer teknolojiyi geliştirme ve uranyum zenginleştirme faaliyetleri devam etmektedir. Anlaşmalardan dolayı Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonunun denetimine tabidir. 

   Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmekte dir. Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

İran her ne kadar nükleer teknolojiyi barışçıl amaçlarla geliştirdiğini ifade etse de, denetimden bazı tesisleri ve faaliyetleri gizlemesi, onun nükleer silah geliştirmek istediğine ilişkin tereddütler uyandırmasına sebep olmaktadır. Güven telkin etmeyen davranışlarından ötürü, kısmen zenginleştirdiği uranyumun bir başka ülkede depolanması, barışçıl amaçla kullanacağı çubuklar haline dönüştürülmesinden sonra tekrar kendisine verilmesi hususuna önceleri tereddütlü yaklaşmış, sonra da kabul etmemiştir. Depolanacak ülke olarak Türkiye’nin adının ön plana çıkmasına da aynı şekilde yaklaşmıştır. Türkiye hem batı ile yakın ilişki içinde, hem de İran ile iyi ilişki içinde olmasından ve İran nezdinde güven telkin etmesinden istifade ile bu konuda bir noktada arabulucu olarak rol almak istemiştir. Hatta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) geçici üyesi olmasından dolayı, İran’a uygulanması düşünülmeye başlayan yaptırımlarda, BM tarafında yer alması baskısından dolayı karar verme konusunda zor duruma düşmemek için bu kolaylaştırıcı öneri üzerinde önemle durmuştur. Ancak İran, açık olarak ifade etmese de nükleer silaha sahip olarak tehditlere karşı koyma, rejimini koruma ve bölgesel olarak etki alanını genişletme ve etkinliğini arttırmayı politika olarak benimsediğinden bu tekliflere sıcak 

bakmamıştır. İran’ın bu konudaki stratejisi, çeşitli şekillerde uluslararası kuruluşları ve Batı’yı oyalayarak nükleer teknoloji ve uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam ederek nükleer silaha ulaşmak olduğu değerlendirilmekte dir. Uranyum’un Türkiye’de depolanması, en güvendiği ülke olarak kendisine  avantaj sağlayacakmış gibi gözükse de, bu durumun Türkiye’nin Batı nezdinde prestijini arttıracağı, bölgesel rekabette Türkiye’den geride kalacağı 
ve özellikle nükleer silaha sahip olmanın avantajlarını kaybedeceği için bu konudan uzak durmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin hem Batı ile hem de İran ile iyi ilişkiler içinde olması olumlu bir gelişmedir. Ancak bunun da denge noktasının iyi tayin edilmesi gerekmektedir. BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye, komşu ülkelerle sıfır sorun politikası çerçevesinde diplomasi uygulamaya devam etmektedir. Bu konuda başarılı olduğu ölçüde, başarılı olamadığı sahalarda gücünü toplayarak sıklet merkezi uygulaması ile çıkarlarını sağlayabilme imkânına sahip olabilecektir. Ancak sorunlar çözülmeye çalışılırken tavizler vererek, geri dönülemeyecek yollara girilmemesine özen gösterilmesi gerekmektedir. Her sorunun bir geçmişi, sebep veya sebepleri vardır. Genelde de bunlar Türkiye’den kaynaklanan değil, Türkiye’nin hak ve hukukunu korumak için aldığı tavırlardır. Konulara yaklaşımlarda bunların dikkate alınmasında zaruret bulunmaktadır. Bu konuda Türk Milletinin devlete olan güveninin zedelenmemesi son derece önemlidir. 

Özellikle güneydoğu komşularımızla geliştirilen olumlu ilişkiler, Türkiye’nin menfaatinedir. Suriye halkının, ilişkilerimizin iyi olmadığı dönemde dahi Türk halkına karşı bir sempatisi olmuştur. Irak halkından önemli bir kesiminin de aynı şekilde olduğu söylenebilir. İran halkı da keza aynı şekilde olup, nüfusunun yarıya yakın bir kısmının Azeri Türkü olması da bunu güçlendirici bir etkendir. Yaşanan sorunlar devlet politikalarından kaynaklanmıştır. Halen gelinen durumda devlet politikaları da olumlu yönde geliştiğine göre, ilişkileri sürekli olumlu kılacak tedbirlerin alınmasında yarar görülmektedir. Bunun sağlanması da ilişkilerin, ekonomi, ticaret, eğitim, sosyal kurumlar ve üniversiteler arasındaki temasların arttırılmasından, halklar arasında iletişim kurarak devam ettirilmesinden, geliştirilmesinden, süreklileştirilmesinden ve kalıcı bir platforma oturtulmasından geçmektedir. 

   BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Türkiye’nin tek yönlü politika uygulamalarını çok yönlüye kaydırması ve Türkiye’nin merkeze alınarak yeni bir görüşle hareket edilmesi, Türkiye’nin mevcut jeopolitik gücünün çıkarları yönünde kullanılmasına imkân yaratacaktır. 

Türkiye’nin bu şekildeki hareketi bir eksen değişikliği olarak algılanmamalıdır. Bu yeni anlayış, Türkiye’nin mevcut gücünü ve kabiliyetini çıkarları yönünde kullanmaya başlamasının bir sonucudur. Hatta Suriye, Irak ve İran ile ilişkilerini geliştirirken, bu ülkelerin ve bölgenin sempatisini kazanmak için İsrail ile gerginlik yaratmasının da kontrollü bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Konunun içinde iç politikanın bir yansıması olan İslam ve Arap âlemine olan sempatinin olduğu ve yeni politikada bu durumun da rol oynadığı inkâr edilemez. Ancak bu ideolojik yaklaşıma rağmen, Doğu ile geliştirilen ilişki, Batı’yı terk ettiği anlamında anlaşılmamalıdır. 

Ancak sempati kazanma çabası sırasında İsrail, Hamas ve El Beşir ile olan ilişkilerin dozunun da iyi ayarlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. ABD de Türkiye’nin yaklaşımlarını, bir eksen değişikliği olup olmadığı konusunda şüpheyle karşılamaktadır. Ancak kendi menfaatleri ile uyuşan, Kıbrıs açılımı, Ermenistan açılımı, Irak’ın kuzeyine olan açılım ve demokratik açılımdan dolayı fazla bir tepki göstermemekte, hatta desteklemektedir. Türkiye’nin Suriye, Irak ve İran ile olan iyi ilişkilerden de fayda sağlayacağını düşünmektedir. 

Bu açılımlar konusunda ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye yapmış olduğu baskı niteliğindeki telkinler, özellikle doğudan batıya giden enerji yollarının güvenliği düşüncesinden kaynaklandığı da bir gerçektir. 
Irak’taki seçimlerin ertelenebileceği ihtimaline karşılık askeri gücünü Irak’tan planladığı şekilde çekemeyeceğini, dolayısı ile Afganistan üzerindeki etkisinde gecikmeler olabileceğini hesaplamaktadır. Türkiye’nin Afganistan’a doğrudan veya dolaylı desteğini arttıracağını beklemektedir. Açılımlar konusu gittikçe genişletilmeye çalışılmaktadır. 

Açılım konularının ve açılımların fazla genişletilmesi, kontrolün elden çıkması tehlikesini de beraberinde getirebilir. Bu konuda dikkatli olunması, kontrolün elde tutulması, çeşitli nedenlerle atılacak adımlarda Türkiye’nin, ulus-devlet, üniter yapı, bölünmez bütünlük, güvenlik, laik devlet anlayışından ve kuruluş felsefesindeki esaslardan taviz vermemesi son derece önemlidir. 
Türkiye’nin arabuluculuk rolü konusunda bölgede soru işaretleri bulunmaktadır. Bu nedenle temasların daha çok kolaylaştırıcı rolde yürütülmesi gerekmektedir. Batı’nın Türkiye’ye, menfaatleri olduğu için bu ilişkilere destek verdiği veya ses çıkarmadığı dikkate alınmalıdır. 

Bu nedenle Türkiye, Doğu ile olan ilişkilerini, Batı’nın nispeten sınırladığı ölçülerde gerçekleştirebileceğini de hesaba katmalıdır. Bütün ülkeler, dış politikanın değişmez bir usulü olan menfaat faktörü yönünde hareket eder. Bu nedenle Batının talepleri ile Türkiye’nin çıkarlarının örtüştüğü zamanlarda müşterek hareket etmekte bir sakınca yoktur. 

Diğer taraftan Doğu ile olan ilişkilerde de aynı kaide geçerlidir. Ancak bütün temas ve uygulamalarda, Türkiye’nin çıkarlarının her türlü düşüncenin üstünde tutulması hususu tartışılamaz. 

***

Suriye Politikasında Yanlış Hesap

Suriye Politikasında Yanlış Hesap 




 Armağan Kuloğlu
 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
 Suriye
 18 Ocak 2014 Cumartesi
 Suriye Politikasında Yanlış Hesap


   Arap Baharı, Suriye dışında yaşanan ülkelerde beklenen sonuçlara ulaşamamış, Suriye’de ise üç yıldır devam eden iç savaşa neden olmuştur. 
Bu iç savaşta Esad rejimine karşı savaşan muhalefet parçalara bölünmeye devam ederken, cihatçı grupların yarattığı kargaşa gittikçe artmaktadır. 

  Esad güçlerine karşı mücadele için kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), şimdilerde El Kaide bağlantılı Irak-Şam İslam Devleti’yle (IŞİD)çatışmaktadır. 
Diğer bir silahlı muhalefet olan İslami Cephe de, IŞİD ile ters düşmüş ve bu örgüt de IŞİD’e karşı savaşmaya başlamıştır. Aralarında yabancı ülkelerden gelen radikal İslamcıların da bulunduğu grupların, daha önce beraber oldukları ÖSO’ya karşı savaşması, mücadelenin hangi boyuta geldiğini göstermektedir.  Gelinen aşamada IŞİD gittikçe başarı sağlamış ve birçok bölgede kontrolü ele geçirmiştir. İŞİD sadece Suriye’de değil aynı zamanda Irak’ta da mücadele etmekte ve başarı da sağlamaktadır. İŞİD, Irak ve Suriye’yi ortak bir savaş alanı olarak nitelendirmekte ve her iki cephede de eşgüdümlü olarak çarpışmaktadır. 

***

Görüldüğü üzere El Kaide, ortaya çıkan her boşluğu değerlendirmektedir. Önce Afganistan ve Pakistan, ABD işgalinin sona ermesinden sonra Irak ve son olarak 
da Suriye’de otorite boşluğundan yararlanmaktadır. Amaç, bölgede katı şeriat kurallarına uygun bir devlet yaratmaktır. Artık bölgedeki bütün iç ve dış güçler 
bu tehdidi bertaraf edebilmek için uğraş vermektedir.

 Irak merkezi yönetimi, bir taraftan Irak’ın kuzeyindeki yönetimin davranışlarını denetim altına almaya, diğer taraftan da IŞİD’le savaşarak onların kontrolüne 
geçen bölgeleri geri almaya çalışmaktadır. Bu durumdan istifade etmeye çalışan Irak’ın güneyindeki Basra, Misan ve Zigar illeri ise federal yapıya geçiş için 
ortak protokol imzalamışlardır. Musul’u da içine alan Sünni çoğunluğun yaşadığı Ninnova bölgesi de merkezi hükümete bağımsızlık resti çekmiş durumdadır.

 Suriye’de Esad’ı devirme mücadelesi başarıya ulaşamamış, uzayan iç savaş El Kaide’ye fırsat yaratmış, iç ve dış güçler El Kaide’yle mücadeleye odaklanmışken ortaya çıkan boşluk, Suriye’nin yanında Irak’ta da parçalanma tehlikesi oluşturmuştur. ABD ve Batı, Esad’ı devirme mücadelesinden oldukça geriye çekilmiştir. El Kaide destekli IŞİD’in bazı bölgelerde sağlamış olduğu kontrol ve İslami terörist grupların iktidara gelme olasılığı, yalnız Batı’nın değil, 
aynı zamanda Rusya’nın da endişesi haline gelmiştir. Kimyasal silahların denetimi yaklaşımı, Batı ve Rusya’nın ortak tutum göstermesine vesile teşkil 
etmiştir. Hatta radikal İslami terör örgütleriyle mücadelede Batı istihbaratının, Esad’la işbirliği yaptığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır.

***

Türkiye’nin başlangıçta Esad rejiminin çabuk gideceği yönündeki değerlendirme si, ÖSO’ya aşırı destek vermesine, hatta Suriye’ye doğrudan müdahalenin öncüsü olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Türkiye’nin bu şekilde hareket etmesini, insani olmanın yanında Sünni bir politika izlemesine ve gelecek yönetimle ekonomik ve politik ilişki kurmada ön alma arzusuna bağlamak mümkündür. Ancak bu yanlış politikanın sonucu takındığı tutum ve sergilediği davranışların, 1.000.000 mülteciyle karşı karşıya kalmamızda ve çatışmaların uzamasında rol oynadığı kıymetlendirilmektedir. 

 Suriye’ye gidiş gelişlerin kontrolden çıktığı, gelenlerin sınır şehirlerimizde huzursuzluk yarattığı, mültecilerin artık yurt sathına yayıldığı ve polisiye 
hadiselerin arttığı, uluslararası kamuoyunda devletimize ilişkin teröristlere destek verdiği algısının oluştuğu, neticede yanlış olduğu değerlendirilen 
uygulamaların ülkemize zarar verdiği düşünülmektedir. Şimdi durumun farkına varıldığı, El Kaide terörünün yurt içinde tehdit olabileceği düşüncesiyle bazı 
yerlere baskınlar düzenlendiği görülmektedir. Yanlış hesap Bağdat’tan da Şam’dan da dönmüş durumdadır. 22 Ocak 2014 “Cenevre II” bir ümit olabilir. İyi değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Ancak, artık Batı’nı çoktan vazgeçtiği Esad inadından bizim de vazgeçmemiz gerekir.


Uzman Hakkında

Armağan Kuloğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun 
  Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik 
  Suriye Politikasında Yanlış Hesap 
  ABD Dış Politikasındaki Değişim 


***