29 Mayıs 2019 Çarşamba

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 5

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 5



Tabii, bütün bunların içerisinde size bir de bu hikâyenin somut tarafını vermek istiyorum. 2 Ekim günü, bir gün önce Sayın Savcı beni aradı -Mustafa Bilgili, özel yetkili Savcı- dedi ki: “Sayın Başbakan, sizin bize bir gelip ziyaret etmenizi çok isteriz. Bu 28 Şubat darbesinin tek mağduru, baş mağduru sizsiniz.” Doğrusu, 
yaşadıklarımdan bütün bunların darbenin bir ezber bozan tarzını, bütün bunların içinde yaşadıklarımızı biliyordum ama böyle, “tek baş mağduru” vesaireyi Savcıdan duymak farklı bir olay oldu. 

BAŞKAN – Şöyle bir cümle kullandınız Sayın Başbakan… Az önce işin somut tarafına geliyorum… 
Şunu şöyle ayırabiliriz: Biraz da yargıdaki alan… Tabii siz siyasal gözlemlerinizi aktardınız. Şimdi, bunun hukuki boyutuna geliyorsunuz. 

TANSU ÇİLLER – Şimdi, bana aktarılan hukuki boyutunu ifade etmek istiyorum. Yani Sayın Savcı beni davet etti 

BAŞKAN - …siz gözlemlerinizi aktardınız… 

TANSU ÇİLLER – Benim hukuki bir yorum yapma gibi bir yetkim yok, ben sadece bana aktarılanları belirli hassasiyet çerçevesinde çünkü süregelen bir yargı gündemde- sizlerle paylaşmak istiyorum çünkü bu söylediklerimi vurgulayacak nitelikte belgeler bana bizzat sunuldu. 

Sayın Savcı aradığında dedi ki: “Sizin bir gelip bütün bu hazırlıkları görmenizi istiyoruz. Ve görülüyor ki, burada baş mağdur sizsiniz.” Ben dedim ki: “Sayın Savcı, ben mağduriyetimizi biliyorum, siz de tespit ettiyseniz eğer mesele yok, teşekkür ederim, ben oraya kadar gelmeyeyim.” “Yok, bu çok geniş kapsamlı bir araştırma, bunları bizzat görmenizi istiyorum.” dedi, çok ısrar etti. Dolayısıyla, ertesi gün kalkıp savcılığa gittim mağdur ve tanık sıfatıyla. 

Sayın Savcı gerçekten çok geniş bir araştırma içerisinde, bu kadarını söyleyeyim. Oda dolusu bir evrak toparlanmış, masaların üstü yığılmış ama çok somut bir şeyi benim önüme çıkardı koydu, birçok şey çıkardı koydu. Batı Çalışma Grubunun andıç niteliğinde, üstünde en üst rütbelilerin imzası olan ve savcılığın 
Genelkurmaya tekrar sorarak “Bu belge doğru mu?” diye sorup onaylattığı bu belge Batı Çalışma Grubunun çalışma çerçevesini, amacını çiziyor. Birinci ve tek amaç: Tansu Çiller’i siyaseten bitirmek. Ve böylece Tansu Çiller’in olmadığı bir ortamda Doğru Yol Partisi parçalanır ve böylece Hükûmet düşürülür. Tek amaç, 1’inci madde: Tansu Çiller’i siyaseten bitirmek -Sayın Savcı kendisi işaret etti- örtülü ve doğrudan yollarla. Sayın Savcı benimle ilgili çıkarılmış bütün haberleri toparlamış, ben toparlamadım. Her gün bir haberle uyanıyordum, her gün; ailemle ilgili, çeşitli tehditler, “İpim cebimde.” diye çıktığım bir sabah vardı, hiç unutmam. Ama her neyse, meselenin Doğru Yol Partisinin parçalanması üzerinden kurulmuş bir kurgu olduğu açık. Eğer siz azınlığı çoğunluk yapıyorsanız bu bir başka iradeye teslim etmektir Meclisi ve bunun bir planını yapıyorsanız, bu planda birtakım kişileri hedef gösteriyorsanız ve bunu icra ediyorsanız buna artık “demokrasi” demek kolay değildir, mümkün değildir. Tekrar ediyorum: Mesele kişisel bir mesele değildir, ben bunların hepsini aştım. Mesele bir sistem meselesidir ve bedeli de görülüyor ki hep millet ödüyor, en büyük bedeli millet ödüyor. Ve bütün bunun için de tek sorumlu olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmeyi de doğru bulmuyorum. Sorumlu arayacaksak eğer 
hepimizin ilk önce kendine bakıp öz eleştiri yapması lazım, her kesimin yapması lazım, yargı, medya, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, hepimiz. Ben, bütün bunlar olurken ve bütün bunları görürken, doğrusu, zaman zaman şaşırmama rağmen savcılıkta, hiç kimseden şikâyetçi olmadığımı söyledim. 

Neler öyle dedim? 

Çünkü ülkemizin birlik ve beraberliğe çok büyük bir ihtiyaç duyduğu bir dönem de olduğumuzu düşünüyorum, çok parçalanmış durumdayız. 
Bu parçalanmada yeni nifaklar, yeni hesaplaşmalar yerine, sanki daha hoşgörülü bir ortamda kucaklaşarak birbirimizi anlamaya çalışsak ve asgari müştereklerde buluşsak, demokrasinin evrensel değerlerinde buluşsak, herkes yaptığı yanlışı daha rahat kabullense, “Bu yanlıştır, bu bir darbedir; evet.” dese ve buradan bir yeni ruh çıkarabilsek. Bununla yeni anayasanın ruhu olabilse. Yani -bütün bunların hepsi- benim içimde olanları sizinle paylaşıyorum. Bu, ayrışma yerine asgari müştereklerde buluşma, bunu böylece özetleyebilirsiniz. Bu, bence çok 
daha, bugün Türkiye'nin ihtiyacı olan bir platformu sağlar ve bireysel birtakım hesaplaşmalar yerine ortak paydalarda buluşmalar bugünün Türkiye'sine daha fazla hizmet edecektir. 

Şunu da söyleyerek toparlıyorum: Bütün buradan hangi sonuçları çıkarabiliriz, hangi sualleri sorabiliriz? 
Bir kere, demokrasilerin tanımlarını yeniden ele almamız lazım, bu sadece topla, tüfekle, tankla olmuyor, görüyoruz. Bu, tek bir kesit günde olmuyor, bir süreç olabiliyor, bunu da görüyoruz. Her şey kanunla olmaz. 
Meclis çoğunluğu bir başka taraftaysa ve bu tescil ediliyorsa imzalarla, yetkiler nedir azınlığa vermek için, bu hukukiyse bunun demokrasi etiğiyle bağdaşır taraflarını bulup çıkarmalıyız. 

Bunun ötesinde, yeni anayasa yapılırken, bütün bu hassasiyetlere dikkatle bakarken ilave etmek istediğim bir şey daha var: Koalisyonlar. Koalisyonlar ne kadar darbelere karşı daha güçlü olabilecek bir siyasi kadro ve iktidar çıkarabiliyor? Yüzde 10 barajları bu nedenden de incelenmemeli. Yüzde 10 barajı bir istikrar unsuru oluyor; bu sadece istikrar unsuru değil, bir güç unsuru da oluyor zaman zaman. Bunu şimdi söylemiyorum ben, ben hep söyledim bunu. Bütün bunlar, bu tecrübelerin ışığı altında birçok sual sorabiliriz. Her şey de kanunlarla olmaz. Mühim olan, o ruhu, o ortak paydalarda buluşmayı sağlayabilmek. 

Sayın Başkan, kısaca söylemek gerekirse görülüyor ki, yakın tarih yanlış yazılmış. Bu yanlışı yeniden düzeltmek, doğruları bulmak, doğruların müştereklerinde buluşmak, bence bugün milletin de beklentisi, bizim de 
gelecek nesillere olan bir borcumuz. Ben şimdi arkadaşlarımın suallerine vakit bırakabilmek nedeniyle burada toparlıyorum ve diğer sorulabilecek şeyler için ortamı bırakıyorum. 

BAŞKAN – Sayın Başbakan, çok teşekkür ediyoruz. Toplantıdan erken ayrılması gereken bir durum söz konusu olduğu için ilk soruyu sorma konusunda Sırrı Süreyya Önder Bey’in ricası oldu, ona veriyoruz ilk sözü. 

Buyurun lütfen. 

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Efendim, öncelikle selamlıyorum. 
Sürmekte olan açlık grevleri nedeniyle biraz erken ayrılmam… O itibarla arkadaşlar lütfettiler. 

Birincisi: Siz seçim kampanyanızda “Refahla koalisyon kurmayacağım.” sözünü zikrettiniz, daha sonra da Refahla koalisyon kurdunuz. Ben kurulması kısmıyla ilgili değilim ve yadırgatıcı bir şey de görmüyorum. “Refahla koalisyon kurmayacağım.” sözünü niye söylemek zorunda hissettiniz, onu öğrenmek istiyorum. Sonra fikrinizi değiştiren şey de ne oldu? Bu konuya değinirseniz iyi olur dönemin şartlarını anlamak bakımından. 

Elimde birtakım belgeler var Sayın Çiller, bunları sizinle paylaşacağım, size vereceğim, bir kısmında sizin imzalarınız var. 

Özgür Ülke gazetesinin bombalanması ikinci sorum. 3/12/1994 tarihinde bombalandı. Saldırı sonucunda gazete çalışanı Ersin Yıldız hayatını yitirdi, 17 kişi de yaralandı. Bu soru Sayın Eş Genel Başkanımız Gültan Kışanak tarafından size yöneltmem istenen bir soru aynı zamanda çünkü o sırada Özgür Ülke gazetesi  nin bir çalışanıydı kendisi. “Gizli” ibareli, 02438 sayılı, 30 Kasım 1994 tarihli, “Başbakan Tansu Çiller” imzalı, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, MGK Genel Sekreterliği, Başbakan Askerî Danışmanlığı ve Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğüne gönderilen belgede, başta  Özgür Ülke olmak üzere, bölücü ve yıkıcı örgütlere destek verici şekilde yayın yapan yayın organlarının faaliyetlerinin son günlerde devletin bekası ve manevi değerlerine açıkça saldırı şekline dönüştüğünü belirtiyorsunuz, devletin bekasına yönelik açıkça bölücülük yapan ve terör örgütlerine destek veren bu tür yayın 
organlarıyla etkin mücadele edecek yöntemlerin tespit edilmesi maksadıyla derhâl bir çalışma yapılarak belirlenen yöntemlerin kısa sürede yürürlüğe konulması için gereğinin yapılmasını istiyorsunuz. 
Belgesi burada. 

Sizin imzanızla, “gizli” ibaresi olduğu için çok şey edemiyorum. Daha sonra Oktay Ekşi 23 Kasım 1996 tarihinde Hürriyet gazetesindeki köşesinde bu meseleye değiniyor. Bundan sadece iki gün sonra yani 2-3 Aralık 1994 
gece yarısı İstanbul’da yayınlanan bir gazetenin bombalandığını belirtiyor, “Gazete idarehanesini bombalatan hanım mı özgürlüklerden yana olacak, güldürmeyin Allah aşkına!” diye bitiriyor. Oktay Ekşi de böyle bir değinme 
yapmış. Sizin bu etkin mücadele şeyinizin bir devamı mıdır? Bu konuda ne düşündünüz, ne yaptınız; bunu öğrenmek istiyorum, ikincisi. 

Üçüncüsü: 2 Mart 1994 tarihinde partinizin grup toplantısında “Mecliste PKK’nin barındığı bir gölge vardır. Bunu Meclisin üzerinden kaldırmakla yükümlüyüz.” diyerek DEP milletvekillerini hedef gösterdiniz. Aynı gün içerisinde Türk siyasal hayatına “2 Mart darbesi” olarak geçen operasyon sonucunda Orhan Doğan ve Leyla 

Zana Meclis kampüsünde yaka paça gözaltına alındılar, 6 milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırıldı, DEP’li milletvekillerine yönelik başlatılan linç hareketi kapsamında bir kısmı cezaevine atıldı, bir kısmı da ülkeyi ve demokratik siyaset alanını terk etmek zorunda kaldı. Parlamentoya ve halk iradesine müdahale olarak kabul edilecek bu darbenin seyri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu, “Meclisin üzerinden kaldırmakla yükümlüyüz.” şeyinin bir devamı mıydı; bunu öğrenmek istiyorum. 

Yine, DEP Milletvekilimiz Mehmet Sincar 4 Eylül 93 tarihinde Batman’da katledildi. “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’la ilişkilendirildi. O dönemde ismi çok yaygındı. Yeşil hakkında bir şey biliyor musunuz? MİT’ten herhangi bir bilgi istediniz mi? Parlamentonun katledilen bir üyesi olarak bu soruşturmada ne yaptınız, bunları öğrenmek istiyorum. Aynı tarihlerde DEP Genel Sekreteri, şu an Adana Milletvekilimiz Murat Bozlak’a bir suikast girişimi oldu; aynı sorum bu suikast için de geçerli. 

4 Kasım 1993’te İstanbul Holiday Inn otelinde bir konuşma yaptınız ve elinizde PKK’yi destekleyen iş adamlarının ve sanatçıların listesi olduğunu belirterek “Onlardan hesap soracağız.” dediniz. Bu “Onlardan hesap soracağız.” kavramı size ait. Bu da şu an Grup Başkan Vekilimiz Pervin Buldan’ın size yönetmemi istediği bir soru. Öldürülecek -ilk etapta- 67 Kürt iş adamı listesinin ilk sırasında yer aldığı belirtilen Behçet Cantürk şoförüyle birlikte, daha sonra Fevzi Aslan, Şahin Aslan 28 Mart 94’te, Savaş Buldan ve Hacı Karay 3 Haziran 94’te, Medet Serhat 12 Kasım 94’te katledildi. Şimdi, bu listenin var olduğunu bize doğrulayan 2 isim oldu; birisi Nahit Menteşe, diğeri de Yalım Erez. Ben Yalım Erez’e… Burada, Dolmabahçe’de dinledik kendisini. Sayın Tansu Çiller sizin için “Olmayan erkek kardeşimi buldum.” demiş. Yalım Erez’in de bacısı yokmuş, o da “Ben de olmayan bacımı buldum.” diye mukabele etmiş. Bacı-kardeş bir hukukunuz oluşmuş aranız bozulmadan önce. Malum, Yalım Erez çeşitli odaların başkanlığını yapmış, en son sanırım TOBB Başkanlığından siyasete geçmişti. Ben “Siz Kürt’sünüz ve Başbakanınız diyor ki: ‘Elimizde Kürt iş adamlarının böyle, böyle bir listesi var PKK’ye haraç veren ya da destek veren.’ Hayatın olağan akışında insan bunu merak eder çünkü hem Kürt’sünüz hem de iş adamı örgütlenmelerinin başındasınız; bu kadar, kimi rivayete göre 67, kimisine göre 193 kişilik bir liste olunca insan merak eder. Siz bunu Sayın Tansu Çiller’e sordunuz mu?” dedim. “Kimdir bu liste, bu listede kimler var?” “Ben ona dedim ki…” -tutanakları bizde var- “…Devlet böyle işlerle uğraşmaz, uğraşmamalı.” 
dedi. Daha sonra, elimizdeki belge ve bilgilere istinaden Sayın Yalım Erez’e dedim ki: “Ama siz bu listede ismi geçen kimi insanların listeden çıkarılması için aracı olmuşsunuz.” “Evet, oldum.” dedi Sayın Yalım Erez. “Mustafa Bayram için Mehmet Ağar’ı çağırdım.” “Nereye çağırdınız?” dedim. “Hilton oteline çağırdım.” dedi. “Hilton otelinde Mehmet’e dedim ki: ‘Bak, bu adam böyle, böyle diyor, bu işi halledin.’” 

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 4

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 4



Merhum aslında Türk Silahlı Kuvvetlerinin kendisini de sevdiğini düşünüyordu, zaman zaman bunu söylemiştir. Yani hatta Mehmet Barlas gittiği zaman -Mehmet Barlas bana iletmişti o zaman- “Beni seviyorlar aslında ama gerginliği artırmasın Çiller…” Yani çok iyi niyetliydi merhum. Yani bu konuda çok iyi niyetliydi ve netice itibarıyla biz bu çerçevede… 18 Haziranda merhum Erbakan istifa etti, bizi destekleyeceğini ve bu koalisyonun ikinci faslının olacağını ifade etti; çoğunluğumuzun olduğunu bildirdik ve hemen ertesi gün, 19 Haziranda ben 278 imzalı oyla… Hemen ardından bu 282’ye çıktı çünkü Büyük Birlik Partisi, Yazıcıoğlu bize bu desteği verdi hemen arkasından, 282 imza. Sonuç itibarıyla Meclis çoğunluğunu tescil etmiş olduk, tekrar ediyorum, tek tek imzalı olarak ve bunu ben Sayın Cumhurbaşkanına götürdüm. Sayın Cumhurbaşkanı hemen 
ardından, ayın 20’sinde, bu Meclis çoğunluğuna rağmen, görevi azınlığın bir temsilcisi, ANAP’ın Genel Başkanı Sayın Mesut Yılmaz’a verdi. Bir yerde bir çoğunluk, bir yerde bir azınlık; çoğunluk imzalarla tescilli ve bu çerçevede süreç başlatıldı. 

Eğer niye bunun kırılma noktasının burada olduğunu tekrar etmek gerekirse, birçok kırılma noktaları var ama önemli bir kırılma noktasının burada olduğu ifade edilmek istenirse, eğer millî irade Meclis aritmetiğini belirliyorsa ve bu Meclis çoğunluğunun içinden iktidar çıkıyorsa, bu iktidar milletin iktidarı oluyorsa, siz bu çoğunluğa rağmen bir azınlığa görev veriyorsanız ve sonra bu azınlığın çoğunluk olmasını bekliyorsanız… Nasıl bekliyorsunuz? O arada ikna odalarını kuruyorsunuz, otel odalarına çağırıyorsunuz, korku salıyorsunuz, “Her an darbe geliyor.” diyorsunuz, “Geldi gelecek.” diyorsunuz. Erbakan’da gelmemiş, Çiller’de niye geliyor? Ama “Gelecek.” diyorsunuz ve bu çerçevede ikbal vadediyorsunuz. O hâle gelmişti ki “Bir milletvekili gidiyor.” diyorlar -
bilmem hangi otelde, şurada, şöyle oluyor- bir başka arkadaşımızı yolluyoruz oraya, o arkadaşımız da orada kalıyor, onun içinde dosyalar hazırlanmış, onun için de bir şeye gitmiş. 

Ve böylece 47 kişinin bu süreç içinde bizden koparılması…   135 milletvekiliyle giren Doğru Yol Partisi 47 milletvekilini kaybetti ve azınlık çoğunluk yaptırılana kadar; işte söylediğim, içeri salınmış boğa budur, o boğa, o muletanın üzerine bırakılmış olan Doğru Yol Partisini parçalayana kadar ve azınlık çoğunluk yapılana kadar, çoğunluk da azınlık hâline getirilene kadar bu süreç devam etti. Nihayet günler sonra, günler sonra, hatta haftalar sonra güvenoyu aldı ve böylece Refah Partisi ile Doğru Yol Partisinin kurmuş olduğu Hükûmet düşürülmüş oldu ve hemen arkasından kurulan Hükûmet bir anda 28 Şubat kararlarını anında uygulamaya başladı, Güven Erkaya Sayın Başbakan Mesut 
Yılmaz’ın danışmanı oldu ve sekiz yıllık zorunlu eğitim ilk etapta uygulandı ve bununla beraber o süreç içerisinde ekonomik olarak birçok yeni banka kurma izni verildi. 

Ben bu banka kurmalarına çok rezistans göstermiş bir başbakan idim dönemimde çünkü bir banka kurmanın nasıl bir rant aktarması olduğunu bir ekonomi profesörü gözüyle daha iyi görüyorsunuz. Sonra bu süreçte -daha sonra ifade edeceğim rakamlarla- bu bankalar daha sonra Sayın Ecevit’in döneminde, 2001 krizinde batmıştır ve çok büyük bedelleri millet ödemiştir ve o süreç içerisinde, hepimizin bildiği gibi, Türk Ticaret Bankasına ilişkin verilen bir gensoruyla ihale ve mafya ilişkileri vesaire çerçevesinde, zannediyorum cumhuriyet tarihinde ilk kez bir başbakan bir gensoruyla düşürülmüş oldu. 

Hemen arkasından, demokrasinin işlemesini beklerken görev bu defa bir bağımsız milletvekiline, Doğru Yol Partisinden ayrılmış bir bağımsız milletvekiline verildi. Ben hem çoğunluğa rağmen azınlığa hükûmet kurma görevinin verilmesini hem de Doğru Yol Partisinden koparılmış bir bağımsız milletvekiline hükûmet kurma yetkisinin verilmesini bir “Çankaya darbesi” olarak nitelendirdim. O zaman basına bu böyle yansıdı ve sonra da bunun bir parlamenter sisteme ve milletin Meclisine karşı yapılmış bir suikast olduğunu ifade ettim. Terimlerim o günü terimlerdir, şimdiki terimler değil. Kullandığım terimler o günün terimleridir. Dolayısıyla, bu çerçevede baktım ki hakikaten bir ara rejim modeli geliyor, bir bağımsız milletvekili… Hukuken yapılabilir mi? Hukuken yapılabilir belki yani istediğiniz birisine verebilirsiniz ama… 

BAŞKAN – Tutanaklara geçmesi açısından, isim zikreder misiniz Sayın Başbakan? 
TANSU ÇİLLER – Efendim? 
BAŞKAN – İsim zikrederek… 
TANSU ÇİLLER – Yalım Erez’e verildi. 
BAŞKAN – Tutanaklara doğru geçmesi için… 

TANSU ÇİLLER – Yalım Erez’e verildi. Yalım Erez’e verilmesinden sonra ben bunu bir ara rejim modeli olarak nitelendirdim ve bir sabah erkenden arkadaşlarımızla birlikte yürüyerek, Sayın Ecevit’e, seçim şartıyla… “Buyurun, Hükûmeti kurun; hiçbir talebimiz yok, sadece Meclisi seçime götürün. Bu ayıplı bir Meclistir, 
bundan kurtulalım. Tek talebim bir seçimdir.” diye Sayın Ecevit’i Başbakan yaptık bizim oylarımız ve diğer oylarla elbette ama bizim oyumuz olmadığı için bir evvelki görevlendirmede kuramamıştım Hükûmeti. Dolayısıyla, bu desteği vererek Meclisi seçimlere, 99 seçimlerine hazırlamış olduk ve hakikaten 99 yılında da bu seçimler yapıldı. 

Bu seçimlerin yapılmasında ve bu süreçte, seçimlere kadar olan yerde sanki dış dünya da Sayın Ecevit’in devamını istiyormuş gibi algılanan, Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Kenya’da teslim edilmesi meselesi vardır, tam seçim öncesi. Bunun rüzgârıyla da birlikte Ecevit 1’inci parti olarak çıktı, merhum Ecevit ve o dönem 
2’nci parti olan MHP, 3’üncü parti olan ANAP’la birlikte bir Hükûmet kurdular. Doğru Yol Partisi 4’üncü parti olarak Meclise girdi ve bu süreçte tabii, Refah Partisi çok hırpalanmıştı, Fazilet Partisi giremedi. 
Bu arada… Yanılıyor muyum? 

AKIN İSTANBULLUOĞLU – Girdi efendim. 
TANSU ÇİLLER – Fazilet Partisi girdi. 
AKIN İSTANBULLUOĞLU – Fazilet Partisi 3’üncü partiydi efendim. ANAP 4’üncü parti oldu. 
TANSU ÇİLLER – Fazilet Partisi 3’üncü partiydi. Biz o zaman 5’inci partiydik. 

Evet, CHP giremedi bu arada. CHP yüzde 8 oyla giremedi ve sonuç itibarıyla ikinci bir süreç başladı. 
Bu süreçte akıllarda kalan, zihinlerde kalan, 5+5’in getirilmesidir tekrar. Ecevit kendi isteğiyle ve Mecliste 5+5’in getirilmesini ve Demirel’in, Sayın Demirel’in Cumhurbaşkanlık süresinin uzatılmasını talep etti. Meclisin desteği yetmedi buna ve durdu. Bu mesele 28 Şubat sürecinde de gündeme getirilmiştir. Yani Sayın Cumhurbaşkanının 5+5 meselesi o dönemde de, 28 Şubat döneminde de gündeme getirilmiştir. Merhum Erbakan hatta bu konuda anlaşıldığı bilgisini bana vermişti. Ben de “Daha önümüzde bir buçuk sene var, iki sene var; çok şey geçer.” demiştim ama hakikaten bir buçuk, iki sene içinde bu mesele Meclise geldi ve reddoldu. Yani 5+5, Sayın Cumhurbaşkanının süresinin uzatılması meselesi reddoldu. 

Bu arada Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanı oldu, birtakım kitapçıklar uçuştu. Zannedilir ki kitap uçtuğu için ekonomik kriz oldu. Böyle bir şey olmaz yani bir iktisat hocası olarak söylüyorum: Bir kitap uçtuğu için hiçbir şey olmaz. Şimdi de birçok şey oluyor, bir şey olmuyor. Altyapısı varsa ekonomide bu sonuç getirilir. 
Nitekim, bankalar çökmüştür, göçmüştür; bununla beraber bir mali kriz çıkmıştır. Bana göre, devam eden bu sürecin, 28 Şubat sürecinin bütün mali sıkıntısı çok büyük ölçüde millete çıkmıştır; işsizlik olarak dönmüştür, çok 
büyük para transferleri olarak dönmüştür ve bu süreçte Türkiye ekonomisi çok ciddi bir daralmaya girmiştir. 

Bu aşamada bir olaya daha işaret etmek istiyorum. O da hemen bunun ardından, seçimlere gidilmeden, 2002 seçimlerine gidilmeden, Hüsamettin Özkan bir gün demokrasi evine gelerek, bana bizzat Başbakanlık teklif etti. Nasıl etti bu teklifi? Şöyle etti: O dönemde Ecevit Hükûmeti çok sallantıda, çok ciddi 
sağlık sorunları var merhum Ecevit’in ve o çerçevede, Derviş gelmiş, ekonomik bir plan uygulanmış, başarılı gidiyor ama DSP içinde bölünme oluyor; Derviş, İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan bir parti kurmak üzere anlaşıyorlar ama bu arada Derviş bundan kopuyor ve CHP’ye iltihak ediyor ve bu arada boşluk var. Seçimler öncesi bir Avrupa Birliği hükûmeti kurmak gündeme geliyor ve aralarında anlaşıyorlar, bana bir kez daha Ağustos ayında, 2002 seçimlerine gitmeden… 2001 miydi, 2002 miydi? 

AKIN İSTANBULLUOĞLU – 2002 efendim. 
TANSU ÇİLLER – 2002’ de mi Hüsamettin Özkan’ın şeye gelmesi? 
AKIN İSTANBULLUOĞLU – 2002. 
TANSU ÇİLLER – 2002 Ağustos ayında bana Başbakanlığı teklif etmek üzere geliyor fakat ben o zamana kadar hâlen “Bir normalleşme olmadı.” diyorum yani bu Meclisin de tekrar bir seçime girmesi lazım. 

Tabii, bunları söylemek şimdi kolay geliyor ama o dönemde bütün bunları, partinizin de esasen çok sarsılmış olduğu bir dönemde söylemek ve reddetmek kolay işler olmuyor. Ama netice itibarıyla biz Meclisi seçimlere götürdük. 2002 seçimleri yapıldı ve yüzde 34 gibi bir oranla da zannediyorum AK PARTİ Meclise girdi, CHP yüzde 19 gibi idi. İki parti girdi, 3’üncü parti Doğru Yol Partisi oldu, yüzde 9,7’yle dışarıda kaldı. Birçok arkadaşımızın söylediği, “Birçok oy kaybı oldu birçok yerde.” şeklinde söylentiler ortaya çıktı. 

Doğrusu, ben alınan oy oranından sonra siyasetten çekilmeye esasen karar vermiştim; bunu deklare ettim ve her genel başkanın kalma imkânı vardır isterse eğer ama kongreyi iki üç ay içerisinde yaptım. Benim arzum partimin önünü açmaktı çünkü milletin hafızasının morfik alanına Çiller’le ilgili o kadar yanlış bilgi doldurulmuştu ki bunu bir hamleyle parti atsın istedim. Netice itibarıyla o seçimde yüzde 9,7’yle biz ayrıldık ama ayrılırken delegeler ayakta, ağlayarak geçirdiler. O gönül bağı milletimle devam etmektedir. 

Bütün bunlar kişisel olarak yorumlanabilir, mesele kişisel değildir. Her darbenin asıl bedelini millet ödüyor. Bakın, millet -resmî rakamları söylüyorum- 251 milyar TL’yle, bu o günün rakamlarıyla millî gelirin 1,5 katına yakın; 1,4 bir kriz faturası… Bu resmî rakam, bu benim rakamım değil. Biz o zaman, yaptığımız zaman onu 65 milyar dolar olarak düşünüyorduk. Bu bütün bir GAP’ın, GAP’ın yatırım değerinin, bütün o Konya Ovası projelerinin, Doğu Anadolu projelerinin hepsinin birkaç misliydi ve bu çerçevede… 

YAŞAR KARAYEL (Kayseri) – Sayın Başbakanım, bu TL mi, milyar dolar mı? 

TANSU ÇİLLER – Hayır, 251 milyar TL. 2001-2002 gayrisafi millî hasılasının 1,4 katı yani 1,5 katı. 2 milyon işsiz yaratıldı, 2 milyon işsiz. Bu, asıl bedeli kimin ödediğini gösteriyor. Asıl bedeli bunlarda hep millet ödüyor. Her defasında bu böyle olmuş ama bu defa daha çok ölçüp biçme imkânına sahip olmuş. Bu istatistik kurumlarımız, iktisadi kurumlarımız resmî rakamlarını açıklamışlar. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 3

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 3



Dolayısıyla, bunun farklı bir darbe olduğu konusunu tekrar ifade ettikten sonra bir başka konuya da gireyim. Bunun hemen ardından, ikinci bu söylediğim farklı hazırlığı içerisinde bir şey daha görüyoruz: Hemen 97 başında bir parti kuruldu. Bu partinin adı DTP’ydi -arkadaşlar yer yer “derleme toplama partisi” vesaire de 
demişlerdir buna- ama bu, Doğru Yol Partisinden koparacak milletvekillerinin oraya transferi için âdeta görüntü buydu kurulmuş bir parti hâline geldi. Yani ocak başında artık olaylar yavaş yavaş somut adımlara dönüşüyor ve Şubat ayından önce yine ben Albright’la bir görüşmem oldu, Brüksel’deki bir görüşmeydi, bir NATO toplantısıydı, zirvesiydi. Burada tekrar kendisine bunu müzakere ettim ve hiç kuşkum yoktu ki en azından Amerika’nın tutumu eğer algılandığı gibi önemli idiyse böyle bir durum da söz konusu değildi. Bütün bunların ışığında 28 Şubata girdik. 28 Şubat bir Millî Güvenlik Kurulunun olduğu gündür ama darbe ne o gün başlamıştır ne o gün bitmiştir. 

Demokrasilerde Millî Güvenlik Kurulları elbette önemli olmasına rağmen sadece tavsiye kararları verirler. Hiçbir şey, hele hele Meclis iradesi, Bakanlar Kurulunun süzgecinden gelerek geçecek olan bir Meclis iradesi Millî Güvenlik Kurulunun kararlarının altında değildir; tam tersine, üstündedir. O Meclis Millî Güvenlik Kurulunda alınmayan kararları icra edebilir, o Meclis Millî Güvenlik Kurulunda alınan kararları icra etmeyebilir. Dolayısıyla, bunların imzalanmış olması veya imzalanmamış olması demokrasi tanımlaması ve demokrasi standartları 
açısından bir başka şey kadar hiçbir biçimde önemli değildir. Nedir o bir başka şey? O bir başka şey, millî iradenin Meclise hangi aritmetikle yansıtıldığı meselesidir. Demokrasi nasıl işliyor? Çoğunluk iktidar oluyor. O çoğunluk nasıl oluşuyor? Seçmen geliyor, oy veriyor, belirli partilere ayrılıyor, çoğunluk belirleniyor bağımsızlarla beraber ve bundan bir iktidar çıkıyor. 

Şimdi, eğer siz Meclis çoğunluğunu 278 imzayla getirdiyseniz, eğer siz 278 imzayla birlikte Hükûmet kurma görevine talip oluyorsanız… Sayın Erbakan Millî Güvenlik Kurulundan… Bir sonraki aşamayı söylüyorum, muletanın nasıl atıldığını söylüyorum ama 28 Şubata dönecek olursak, 28 Şubat bir tavsiye kararıdır ve bu tavsiye kararlarını iki türlü biz ele alabilirdik imzaladıktan sonra. Bunu Sayın Erbakan’la bizzat konuştum. Ya bunu bir tavsiye kararı olarak nitelendirir Meclise götürürüz veyahut da çok daha radikal bir konumda, bunun içinde olduğunu düşündüğümüz paşaları emekli ederiz. Sayın Erbakan, merhum aslında bir gerginlik istemiyordu. Bu gerginliğin kamuoyuna yansıması ve onun tabiriyle, umutların kırılmasını da istemiyordu. Her defasında Refah Partisi gelmiş, seçimleri kazansa dahi iktidar yapılmamış, uzaklaştırılmış bir görüntünün milletin umuduna da hayırlı bir hizmet vereceğini düşünmüyordu ve kendisinin düşüncesi: “Zaten bunu Demirel de imzalamaz, dolayısıyla bu konuyu kamuoyuna götürmeyelim, bu konuyu sessiz bırakalım, bu konunun üzerinde 
durmayalım.” Nitekim, daha sonra yine gazetelere de yansıdığı biçimiyle anlaşılıyor ki Münif İslamoğlu, bir biçimde, bizim bu hazırlığımızın duyumlarını Güven Erkaya’ya götürmüş ve Güven Erkaya’nın da merhum Erbakan’a “Sizin ortağınız bu tarz şeyler içerisinde. Bu nasıl sonuca varır?” şeklinde bir suali de olmuş. 

Şimdi, netice itibarıyla 28 Şubatta olan Millî Güvenlik Kurulu, bütün Hükûmetin de imzaladığı ve sonra Bakanlar Kuruluna danıştığı ve ondan sonra Meclise götüreceği bir konumda icra etmemiştir. Ancak, hemen arkasından yine bu süreçte bir ikinci önemli mesele geliyor, Batı Çalışma Grubunun ortaya çıkarılması. Batı Çalışma Grubu, Şubat ayındaki 28 Şubat Millî Güvenlik Kurulundan sonra Nisan ayı içerisinde bizim yeni İçişleri Bakanı yaptığımız Meral Akşener tarafından bir gün bana doğrudan getirildi ve belgelerin içeriğinde Batı 
Çalışma Grubunun doğrudan istihbarat yapmak için, hatta camilere kadar yaygın biçimde ve örgütlü biçimde bilgi alıp bunu merkeze bildirmelerini isteyen bir belge. Sarmusak tarafından ortaya çıkarılmış, Bülent Orakoğlu o dönemde bunun yine getirilmesinde rol oynamış ve Meral Akşener bize sordu, bana sordu doğrusu; dedi ki: 

“Ne yapalım bunu? Bunu kamuoyuyla paylaşalım mı?” 

Zannediyorum, hikâyemizin Batı Çalışma Grubunda ve onun ortaya çıkarılışında kaldık. Batı Çalışma Grubunu bana getiren Sayın Akşener oldu, Meral Akşener oldu. Meral Akşener benim yeni Bakan yaptığım bir arkadaşımızdı ve doğrusu biraz da şaşkın ve biraz da dehşet içinde getirdi bana bunları, “Ne yapalım bunu? 
Bunu kamuoyuyla paylaşalım mı, paylaşmayalım mı?” Ben dedim ki: “Bunu paylaşmamak mümkün değil yani bunu saklamak mümkün değil. Ancak bunu doğrudan -merhum- Erbakan’a götürmek, Başbakana götürmek doğrusudur.” ve bu süreçte, anlaşılıyor ki Sarmusak, Bülent Orakoğlu, bu işin içerisinde bu istihbaratı sağlayan noktalarda olmuşlar ve Meral Akşener de doğrudan merhum Erbakan’a götürüyor, merhum Erbakan da bunu Sayın Cumhurbaşkanına iletiyor, Sayın Cumhurbaşkanı da bunu Türk Silahlı Kuvvetlerinin askerî kanadına yönlendiriyor. Güven Erkaya özellikle Deniz Kuvvetlerinin başında. Dolayısıyla bu, bu konudaki infialini çok net biçimde ortaya koymaya başladı, kamuoyuyla paylaşıldı tabii bu ama biz parti olarak, Doğru Yol Partisi olarak 
bunun kamuoyuyla paylaşılmasının zaruri olduğunun altını çizerek, çizdiğimiz yolu bu şekilde çizdik ama bir biçimde Cumhurbaşkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetleri kanalından geçti ve ondan sonra kamuoyuna yansıdı. Oysa 
bizim isteğimiz doğrudan doğruya bunu kamuoyuna yansıtmaktı. Meral Akşener’e ben “Sayın Başbakana götür.” dedim ama Sayın Başbakanın hemen bunu Cumhurbaşkanına götüreceği, doğrusu, benim hesaplarım içinde 
değildi ve bir biçimde Millî Güvenlik Kurulu, pardon Türk Silahlı Kuvvetleri kanadı kanalıyla… Doğru Yol Partisi yine hedef alındı, başta Sayın Akşener olmak üzere ama asıl hedef yine Genel Başkandı yani Doğru Yol Partisinin Genel Başkanı Çiller’di çünkü onu oraya getiren, netice itibarıyla o talimatı veren, bütün bunların hepsinin bu şekilde olduğu da belliydi. 

Gene o sırada bizim bir kez daha merhum Erbakan’la, Sayın Başbakanla, dönemin Başbakanıyla yani “Bu durumda biz ne yapabiliriz?” Burada yine bir emeklilik meselesini gündeme getirdik bir kez daha. Yine baş başa bir konuşmaydı. Merhum Erbakan, tekrar ediyorum, gerginlik istemiyordu ülkede. Askerle bir barışma, bir bütünleşme, devletle millet arasındaki bu kopukluğun aşılmasını istiyordu ve izlediğimiz yol da o doğrultuda oldu. 

Hemen ardından ben 10 Mayısta Sultanahmet mitingi yaptım. Bu 10 Mayısta, Sultanahmet mitinginde… Çünkü bütün gazeteler yine olmadık şekillerde bize saldırı hâlindeydiler. Toplumun her kesiminden de destek vardı; sadece Meclisin içinden değil, toplumun birçok kesiminden, geleneksel sivil toplum 
örgütlerinden destek vardı ve bu çerçevede ben 10 Mayıs Sultanahmet mitinginde kartel medyayı, teşvikleri, fonları ve neden aynı zamanda sadece bir korku refleksi değil… Sadece “Refah Partisi geldi, acaba laiklik elden 
gidiyor mu?” yoksa hançer gibi saplanmış bir resmin, Başbakanın ipe yürüyüşünün resminin etkisi mi sadece? 

Hayır değil. “Bunun içinde ekonomik veriler var, bunun içinde kesilmiş fonlar var, teşvikler var; medyanın bu duruşu budur.” diye, sırf bu temayla millete bunu anlatmak için bir miting yaptık, 10 Mayıs Sultanahmet mitingi. 
Birçok gazeteci bunun benim siyaseten kendi kendimi bitirmem anlamına geldiğini yazdı ama ben bunun yapılması gereğini düşündüm. Yani yapılması gerekli olan bir şey vardı, o da milleti bilgilendirmek. Millet devamlı 
yanlış bilgi alıyordu ve bu bilgiler çerçevesinde de karar oluşturuyordu. Ama istediğimiz sonuç alınmadı. D-8’lerin toplantısından hemen sonra da merhum Sayın Erbakan yaptığımız protokol çerçevesinde görevi bana bıraktı, 
yani Başbakan ben olacaktım, Refah Partisi bizi destekleyecekti ve netice itibarıyla da ikinci dönemini, bu koalisyon protokolünde Refahyol’un ikinci faslını, ikinci dönemini açmış olacaktık. Bu, gerginliği aşağı çekecekti çünkü eğer düşünülüyorsa, merhum Erbakan zamanında olmamış bir darbe niye Çiller zamanında olsun eğer mesele laiklikse, mesele birtakım korku refleksleriyse? Bizim önceki Başbakanımızda bu korkular olmamış, dolayısıyla bu korkunun üstesinden gelmek, bu gerginliğin üstesinden gelmek üzere… 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 2

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 2



Şimdi, 28 Şubat bir süreç ve bu süreçte Doğru Yol Partisinin parçalanması üzerinden Hükûmetin düşürülmesi meselesi amaç edilmiş. Biz bunu yaşadık, yaşarken de gördük ve bu, partimizin birtakım milletvekillerinin ikna 
odalarında, arka sokaklardaki otellerin küçük odalarında kurulan birtakım “ikna odaları” diyelim… Bunun içinde şantaj, bunun içinde menfaat, ikbal vaadi; bunun içinde korku… Unutmayın, tarihimizde, yakın tarihimizde şuurlara ve vicdanlara saplanmış bir eski fotoğraf hançer gibi durur; eski Başbakanın ipe yürürken o son hazin bakışı. Bunun altında o korkuyu yaratmak çok daha kolay oluyor. O korku refleksi içerisinde darbe üstüne darbe yiyen ve Genel Başkanı bir anda bütün bunlarla karşı karşıya iken arkadan da milletvekillerinin kopuşuyla bir 
yerde hançerlenen bir ortamda bu süreç devam etmiştir. 

Şimdi, niye muleta Doğru Yol Partisinin üzerine atıldı. Niye Doğru Yol Partisi hedef seçildi? Niye Refah Partisi değil de Doğru Yol Partisi hedef seçildi? Bu, aslında 28 Şubattan da önce başlayan bir olay. Bence bunun için 95 seçimlerine gitmek lazım. Başta, elbette şu açık: Doğru Yol Partisi hedef seçildi çünkü o günün egemen güçleri, medyası, sivil toplum örgütleri Doğru Yol Partisi tabanında çok daha etkin. Söylediği söz, doğrudan doğruya Doğru Yol Partisini, tabanını daha çabuk etkiliyor geleneksel medyanın, o günkü sivil toplum 
örgütlerinin. Refah Partisi ise daha o zamanlar cılız, biraz daha kendi medyasına yönelik, kendi sivil toplum örgütlerinin oluşma sürecini yaşarken onların verdiği mesajlara daha yüzünü çevirmiş. Bu mesajlara, tam tersi, tam tersine iten ve onu güçlendiren bir altyapı var. Bu açık, neden böyle olduğu. 

Ama bir başka neden daha var. Ben Doğru Yol Partisinin milletvekili olarak Başbakan seçilirken o günün kamuoyu araştırmaları yüzde 70’in üzerinde bir destekle seçildiğimi söylediler. Bunun içerisinde medyanın desteği vardı, bunun içinde o günkü sivil toplum örgütlerinin desteği vardı. Ben onların birçoğunun; 
sanayi odaları, odalar birliği, ticaret odaları, TÜSİAD, bunların hep baş danışmanlarıydım, iktisadi danışmanlarıydım. Ve bunları ben aslında çok yakından tanıyan, dostane ilişkilerinin sürdüğü, ailevi dostlarımın da içinde olduğu bir altyapıdır bu. Ama bu Başbakanlık sürecinde elimizde bir ekonomik kriz bulduk ve bu kriz çerçevesinde bazı tercihleri bir iktisat profesörünün gözü daha farklı görüyor. Bir kaynağı nereden alıp nereye aktardığınız her kararınızda… Bir kaynak bir yerden aktarılıp öbür tarafa geçiriliyor. Gümrük Birliği beni koparan, bu gruplardan koparan önemli bir neden olmuştur çünkü birdenbire gümrüklerin aşağı indirilmesi, çok büyük bir rekabet oranının ortaya çıkması ve bu oranda, bu ortamda ekonomik kriz nedeniyle istenen desteklerin 
verilememesi… Tam tersi, ben o güne kadar tarihî olarak gelmiş olan bütün nakit teşvikleri kestim. Bu kendi kendine bir devrimdir çünkü o güne kadar birçok teşvikler nakit olarak iktidarların gösterdiği sektörlere ve hatta firmalara aktarılabilen bir ortamdan, bu nakit teşviklerin nakit olmaktan çıkarıldığı bir dönemde ikinci bir yük binmiştir yine bu gruplara. 

Üçüncüsü, yine bu çok önemlidir: Rahmetli Özal fonlar yaratmış. O fonları yaratmasının nedeni, katı maliye kurallarıyla birtakım reformları yapamayacağı görmesidir. Ancak bu fonlar -ki bütçenin yüzde 15’iyle 20’si kadar büyüklükte bir kaynak- bu tümüyle bütçe denetiminin dışındadır, dışında idi. Ben bunların hepsini bütçe denetiminin içine aldım. Bu, tabii, bir üçüncü darbe oldu. Benim bütün bu kesimlerle olan ilişkimde ve Doğru Yol Partisinin ilişkisinde önemli bir merhale daha, önemli bir engel daha oluşturdu. 

Ama en önemlisi, zannediyorum ki, benim tabirimle ortaya çıkmış olan “kartel medya” tabiridir. Kartel medya, özellikle özelleştirme sürecinde, özelleştirme sürecinin öne çıktığı dönemlerde işaret edilmesi gereken bir sakıncayı da beraberinde getirdi çünkü o zamana kadar iş adamı olmayan medya sahipleri yavaş yavaş iş dünyasının önderleri hâlinde ortaya çıktılar ve bu yapılırken de Özal’ın açtığı çığırda Doğru Yol Partisinin bütün programlarında özelleştirme öne çıkıyordu. Hatta o kadar ki PTT’nin “T”sini, belki hatırlayacaksınız, özelleştirerek Türkiye’deki bütün borcu silmek mümkündü o dönem. 

Dolayısıyla bu özelleştirmeyle birlikte iştahlar açıldı. Medya patronları gelip bu özelleştirmeden pay almak istediler. Mesela çimento sanayi… Bir tane çimento sanayisini alıyor; giriyor, özelleştirmede kazanıyor bir medya patronu. Bir daha istiyor, ikincisini de kazanıyor ama tümünü istiyor. Tekel olur, tekel olur. Mümkün mü bir iktisat profesörünün bunu görmemesi? 

Durduruyorsunuz. Durduğunuz an ne oluyor? Bir büyük kavga, bir büyük; varan 1, varan 2, varan 3 falan böyle bir sürü şeyler ve bunun yansıması. 

Dolayısıyla “Niye Doğru Yol Partisi?” dediğimiz zaman… Niye Meclis içinde Doğru Yol Partisi parçalanmak üzere seçildi, niye o koalisyonu düşürmek için Refah Partisi değil de Doğru Yol Partisi seçildi? Çünkü bunun bir altyapısı vardı. Bu altyapı 95 seçimlerinde ortaya çıkmıştı ve iki parti yarışırken, merkez sağ ve 
bir de Refah Partisi geliyordu, onun öne çıkması gündemdeydi. Bu iki partinin, merkez sağ… İki partiden istemeyen Doğru Yol Partisi olmuştu açık bir biçimde. Hatta o kadar ki “Hangisi kazanırsa ona yüklenelim, aksi takdirde Refah Partisi geliyor.” meselesinde Doğru Yol Partisi daha fazla milletvekilini tek başına çıkarmış olmasına rağmen, Anavatan Partisi Büyük Birlik Partisiyle birlikte daha az milletvekili çıkarmış olmasına rağmen kamuoyuna lanse ediliş biçiminde “ANAP öndedir, Başbakanlık ona verilmeli.” gibi bir baskıyla da karşı karşıya 
kaldık. Bütün bunları tarihe not düşmek için yazıyorum. 
Niye, neyin olduğunu daha fazla, belki biraz daha zamanınızı alacağım ama bu milletin aydınlanmasında ve arşivlere geçmesinde önemli gördüğüm hususlar. 

Şimdi, bütün bunlar devam ederken Anayol kuruldu, baskı altında kuruldu ve azınlık hükûmeti olarak kuruldu. Doğrusu, benim de tercihim Refah Partisiyle bir koalisyon kurmak değil. dolayısıyla bunun için Başbakanlığı, Meclis Başkanlığını da vererek Anayol kuruldu, bir azınlık hükûmetiydi ve Anayasa Mahkemesinin 
bir kararıyla güven oylaması konusunda geçersiz kılan kararıyla göçtü çöktü. Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi ondan sonra bir iş birliği içerisinde Refahyol’u kurdular. 
Refahyol kurulduğu zaman bunun en önemli işlevlerinden birisi bana göre, bölünmüşlüğü, toplumumuzdaki bölünmüşlüğü ve millet-devlet kavgasında ki artık yadsınamaz hâle gelmişti, çok üst bir düzeye çıkmıştı, onu bir barış projesi olarak ele alabilecek bir altyapı sağlayacaktı ve bu koalisyona mutlaka Avrupa 
Birliği projesini ve Gümrük Birliğini ki bunu reddediyordu o zaman Refah Partisi- bir medeniyet projesi, bir demokrasi projesi olarak anlatabilmek. Herkes Gümrük Birliğini ve Avrupa Birliği ilişkilerini bir iktisadi proje olarak görür. Hayır, bizim aklımızda bir medeniyet projesi, bir demokrasi projesi, demokrasinin standartlarını yükseltme projesiydi. Ve zaman içinde nitekim bu etkileşim, Refah Partisiyle, Doğru Yol Partisinin arasındaki bu etkileşim bir barışma sürecinin de toplumdaki barışma, bu bölünmüşlük sürecinin de bir miktar kapanmasında 
etkili de bir rol olmuştur. Nitekim, daha sonra AK PARTİ “Biz Avrupa Birliği projesini destekliyoruz.” şekliyle onun devamı gibi görünmesine rağmen “Biz Avrupa Birliği projesini destekliyoruz.” diye devam etmişlerdi. 

Şimdi, bütün bunlar olurken ben bu süreç içerisinde bir-iki şeyi gözden geçirmek istiyorum. Birincisi bunlardan: Bu koalisyonun acaba hemen bir silah ve tankla, tüfekle düşürülmesi ihtimali baştan beri var mıydı? 
Bu suali sormak istiyorum. Bana göre, hayır. Bana göre birtakım belki düşünceler oluşmuştur, belki böyle planlar da oluşmuştur ama planın özü hiçbir zaman, bu defa, tankla, tüfekle bunu yapmak değildi. Bu defa bunu sivil 
güçler yapsın, bu defa bunu zinde güçler değil, işte, sizler yapın. Zihniyet buydu. Zaman zaman şunlar söyleniyordu: “Efendim, işte, şu şu kişiler Amerika’ya gittiler, Amerika’dan icazet almak için bir darbe hazırlığı içerisindeler.” Bana bunu soran arkadaşlarım oluyordu. Benim aldığım izlenim, gerek Clinton’la yaptığım görüşmelerde gerek Albright’la yaptığım görüşmelerde ki burada da etkin biçimde demokrasinin devamının neden gerekli olduğunu anlattığımızı, iyi anlattığımızı düşünüyorum- hiçbir zaman bu tehlikeyi gündemde görmedim ama bu farklı yine zihinlerde bir reform yapılması gereken, bir tabu yıkan tarzdaki tanımlamanın, ezber bozan bu “28 Şubat bir darbedir.” tanımlamasının tersine işlediği veya olmadığını göstermiyor. Amerika’da özellikle Clinton’ın çok net biçimde demokrasiden yana tavır koyduğunu, Warren Christopher’ın zaman zaman gelip gittiğini ama Albright’ın ocak ayında başa gelmesiyle birlikte çok daha net biçimde bu konunun bir yerde, benim gözümde en azından netlik kazandığını biliyorum. Bunu arkadaşlarıma da söyledim, birçoklarına söyledim. Bunlardan bir tanesi Yalım Erez’di. Çok endişeliydi, defalarca bu konudaki endişesini ifade ediyordu. 
Ben de… “Hayır, ne oluyorsa bu olacak şimdi. Ne görüyorsan bu olacak. Dik durun ama bunun dışında bir şey beklemeyin.” bunu hep ifade ederek geldik. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 1

28 ŞUBAT TAN BUGÜNE BAKMAK BÖLÜM 1


28 ŞUBAT 1000 DEĞİL, 10 YIL SÜRSEYDİ FETÖ OLUR MUYDU. 

MEHMET BİCAN 
Tansu ÇİLLER
07.11.2012
7 Kasım 2012 Çarşamba 





BİRİNCİ OTURUM 
Açılma Saati: 11.03 
BAŞKAN: Nimet BAŞ (İstanbul) 


BAŞKAN – Sayın Başbakan, öncelikle Komisyonumuzun davetine icabet edip bizi değerlendirmelerinizi almak üzere kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. 

Ben biraz Komisyonumuz hakkında sizleri bilgilendirmek istiyorum. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında grubu bulunan şu andaki tüm siyasi partilerin vermiş oldukları ortak doğrultudaki önergelerin birleştirilmesi suretiyle oluşturulan Komisyonumuz, ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralarla demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişim ve süreçlerin yine tüm boyutlarıyla araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulmuştur. Bütün siyasi partilerin ortak doğrultuda vermiş oldukları önerge, demokrasimiz açısından önemli bir kazançtır. Şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2011 seçimlerinden sonra oluşan Parlamento temsilde adalet ilkesinin 
gerçekleşmesi bağlamında toplumun büyük kesimlerinin iradesinin Parlamentoya yansıdığı, yüzde 85 oranında yansıdığı bir dönem. Aynı zamanda, seçimlere katılım oranının en yüksek olduğu seçim olması hasebiyle aynı doğrultuda iradenin bütün siyasi partiler tarafından sergilenmiş olmasını gelecek adına, gerek demokrasimiz adına umut verici bulduğumuzu ifade etmek isterim. 

Elbette, kısaca ismini okuduğum ama önergelerdeki çerçevesi itibarıyla çok geniş dönemleri içeren Komisyonumuz, meselenin tüm boyutlarıyla ele alınmasından ne anlanması gerektiği konusunda iç toplantılarında şöyle bir karara vardı: Öncelikle, darbe dönemlerinde darbe öncesinde, darbe esnasında ve darbe sonrasında olmak üzere belli dönemleri kapsayacak şekilde olayın siyasi boyutlarını araştırmayı, hukuki boyutlarını araştırmayı, ekonomik boyutlarını, iç ve dış etkileri, sosyal ve psikolojik etkilerini ve en son olarak medya etkileşimini araştırmayı çerçeve olarak çizdik. 

Takdir edersiniz ki bütün bunlar aslında birbirinden bağımsız gibi gözükse de bir darbenin yapıldığı ve demokratik dönemin kesintiye uğratıldığı dönemlerde, başta medya olmak üzere, psikolojik açıdan toplumun hazırlanmasındaki rolleri kadar ekonomik göstergelerin değişmesi veya sermayenin değiştirilmesi gibi birbiriyle çok bağlantılı ve geçişken etkilere sahip. Dolayısıyla, tüm bu boyutların araştırılmasını, belli bir çerçevede, bu kısa dönemde bir fotoğrafı Türkiye'nin önüne koymayı hedefliyoruz. 

Komisyonumuz üç ayrı alt komisyon çerçevesinde çalışıyor. Bunlardan bir tanesi, 1960 darbesi ve 71 muhtırasını içeren, bir diğeri 1980 darbesini içeren dönem, en son 28 Şubat dönemi, “postmodern darbesi” dediğimiz dönem. 
Sizin Komisyonumuza davet edilmenizi isteyen alt komisyon 28 Şubat Alt Komisyonu olmakla birlikte, ülkemizde önemli görevlerde bulunmuş, bakanlıklarınız dışında Başbakanlık yapmış birisi olarak, ülkemizin demokrasi tarihi açısından darbeler döneminin tamamının, eğer yapmak isterseniz, genel bir değerlendirmesini yapmak üzere önce sözü size bırakıyoruz; en son olarak da ilgili bölümde 28 Şubata ilişkin olarak değerlendirmelerinizi alacağız. Siz bu değerlendirmelerinizi tamamladıktan sonra biz milletvekillerimizle somut sorulara geçeceğiz. Çalışma yöntemimiz bu şekilde. 

Ben şimdi burada bulunan milletvekillerimizi size tanıtmak istiyorum. Sağımda Sırrı Süreyya Önder Bey, Barış ve Demokrasi Partisi İstanbul Milletvekili; Yaşar Karayel Bey, AK PARTİ Kayseri Milletvekili, 28 Şubat Alt Komisyonu Başkanı; Mehmet Şeker Bey, Cumhuriyet Halk Partisi Gaziantep Milletvekili, 28 Şubat Alt 
Komisyon Üyesi; İdris Şahin Bey, AK PARTİ Çankırı Milletvekili, 28 Şubat Alt Komisyon Üyesi ve üst Komisyon Sözcümüz; Feyzullah Kıyıklık Bey, AK PARTİ İstanbul Milletvekili ve 28 Şubat Komisyonu Üyesi; Enver Yılmaz Bey, AK PARTİ İstanbul Milletvekili, 1960 Darbesi Alt Komisyonu Başkanı; Cengiz Yavilioğlu Bey, AK PARTİ Erzurum Milletvekili ve 60 Darbesi Alt Komisyon Üyesi; Ahmet Toptaş Bey, Cumhuriyet Halk Partisi Afyonkarahisar Milletvekili ve de 1960 Darbesi Alt Komisyon Üyesi; Atila Kaya Bey, Milliyetçi Hareket Partisi 
İstanbul Milletvekili. Diğer arkadaşlarımız uzmanlardan oluşuyor. 

Genel bir değerlendirme yapmak üzere sözü size bırakıyorum. 

Buyurun Lütfen. 

TANSU ÇİLLER – Tabii, Sayın Başkan. Bir kere sizin şahsınızda bütün arkadaşlarımıza hoş geldiniz diyorum. Görülüyor ki çok zor bir görevi yapıyorsunuz ama başarıyla götürdüğünüzü görüyorum. Baştan hepinizi 
tekrar bir kutlamak istiyorum. 

Ben darbelere ilişkin ve 28 Şubat, aslında yaşanmışlığın içinde olan, benim açımdan değerlendirilmesi gerekli olan 28 Şubat darbesine ilişkin ilk kez konuşuyorum. Şu ana kadar birçok televizyon sekiz dokuz yıldır bunun üzerinde durdular ama ben yanlış yazılmış bir tarihin yine milletin arşivlerine, Meclisin arşivlerine doğrudan geçmesinin daha doğru bir yöntem olacağını hep düşünegeldim. Dolayısıyla, bugün burada paylaşacaklarım çoğunlukla ilk kez bu konuda söyleyeceklerimden oluşacaktır. 

Şöyle bir çerçeve içerisinde bunu ele almak istiyorum bu bakımdan: İlk önce, 28 Şubatın bir değerlendirmesini, tanımlamasını yapacağım. Bunu yaparken hem yaşanmışlığın hem de son, 2 Ekimde Sayın Özel Yetkili Savcı bizi davet etti, ısrarla davet etti ve bu davette ortaya çıkan ve gösterilen çok net belgelerin… Ki 
bunların bir bölümünü daha sonra sizinle paylaşacağım. Bu paylaşma da elbette süregelen bir yargı sürecinin hassasiyeti çerçevesinde olacak ama somut birtakım bulguları benim ve bizim Doğru Yol Partisi olarak yaşadıklarımızın da paralelinde olan ve bizi de aşan birtakım belgeleri de ilk defa yine sizinle burada, o çerçevede, o hassasiyet çerçevesinde paylaşacağım. 

Bütün bunların ışığından geçirildiğinde görülüyor ki 28 Şubat bir darbedir. Bu belki ezber bozan bir darbedir ama bir darbedir. Ezber bozan bir darbe çünkü öncelikli olarak, zihinlerde bir darbenin silahlı, tanklı yapılması, Meclisin önüne gelmesi, Meclise kilit vurulması gibi bir şartlanmışlık var. Siyasi tarihimizin bize 
bıraktığı bir şartlanma bu. 28 Şubat böyle değil, 28 Şubat tankla tüfekle yapılmadı, Meclisin önüne gelmedi tanklar. Eğer gelseydi, hiç kuşkum yok ki siyasetçi onu durdurmak için üstüne çıkardı, o tankların üstüne çıkılırdı 
ama öyle olmadı. Bunun tam tersi… Evet, bir Sincan’da tanklar yürüdü ama gittiği yer bir tatbikat alanıydı, en azından öyle söylendi ve öyle de oldu, Meclise gelmedi. Ama onun yerine, görülüyor ki Meclisin içine bir boğa salındı ve muleta da Doğru Yol Partisinin üstüne atıldı ve o darbelerle o parti parçalanarak o koalisyonun ve o Hükûmetin düşürülmesi meselesi icra edildi ve bir süreç hâlinde de devam etti. 

Şimdi, ikinci ezber bozan, 28 Şubatın ikinci ezber bozan boyutu da budur; bir süreç olması. Yine, tarihimizden gelen bir şartlanmışlık var, o da biz belli bir kesiti görürüz hep. İşte, 27 Mayısta oldu, 12 Eylülde oldu. 28 Şubat böyle değil, 28 Şubat bir süreye yayılmış ve bu yayılırken de aslında tarihi 28 Şubatla 
başlamayan, daha öne gelen neden olduğunu da izah etmeye çalışacağım- ve belki de AK PARTİ’nin 2002 seçimlerini kazanmasından sonra dahi devam eden ve illa bir gün ve tarih belirlenecekse eğer, belki Sayın Cumhurbaşkanının, Abdullah Gül’ün yukarı çıktığı veya tarih belirlemek de mümkün değil; yani böyle gölgeler hâlinde yok olan, gölgeler hâlinde başlayan ama çok somut bir darbe. Tekrar ediyorum: Sayın Savcının gösterdiği belgeler ki bunları sizinle paylaşacağım kısmen, yine o hassasiyet çerçevesinde bunda şüphe 
bırakacak bir nokta bırakmıyor. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 Şubat bir Çankaya Darbesidir.,

28 Şubat bir Çankaya Darbesidir., 


Mehmet Bican yazdığı " 28 ŞUBAT'TA DEVRİLMEK " kitabıyla son dönemin en çok konuşulan ismi oldu. 

Yayın Tarihi : 19 Ekim 2012 Cuma (oluşturma : 11/24/2018) 

Tansu Çiller'in hem basın danışmanı hem de en güvendiği dostu Mehmet Bican yazdığı "28 ŞUBAT'TA DEVRİLMEK" kitabıyla son dönemin en çok konuşulan ismi oldu. 

Gazeteciliğe 1963 yılında Vatan gazetesinde başladı. Ankara ve İstanbul'daki çeşitli gazete ve dergilerde üstlendiği o zorlu haber muhabirliğin ardından 
mücadelesine yılmadan devam ederek TRT, Anadolu Ajansı ve RTÜK gibi devletin en saygın kurumlarında üst düzeyde görev aldı. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1982 yılında yaşanan Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgali sırasında 'Savaş Muhabiri' olarak görev yaptı. 

"28 Şubat Süreci"ni dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Tansu Çiller'in basın müşaviri olarak Başbakanlıkta yaşadı. 

Haberpolitik.net'e konuştan Mehmet Bican, 28 Şubat'ın gerçek yüzünü 2 Temmuz'da Truva Yayınları'ndan çıkacak olan "28 Şubat'ta Devrilmek" adlı kitabında belgeleriyle açıklayacak. Bican ile 28 Şubat'ın perde arkasındaki tüm gizli kalmış gerçekleri, Tansu Çiller'e yapılan şantaj ve haksızlıkları, yalnızlaştırılmaya çalışılan bir kadın liderinin verdiği mücadelesi üzerine konuştuk. Mehmet Bican; "Çiller'in Başbakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı döneminde ne o beni, Ne de ben onu bırakabildim. Onun hep yanındaydım." diyor. 
-Truva yayınevi, "28 Şubat'ta Devrilmek" adlı kitabınızı yayımladı. 28 Şubat'ta yaşananları yazdığınıza göre, o dönemde nerdeydiniz, konumunuz neydi? 

Mehmet Bican: 28 Şubat döneminde, Başbakanlık Halkla İlişkiler Başkanlığı görevindeydim. Devlet memuruydum yani... 

Ayrıca, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller'in basın danışmanlığını yapıyordum. 28 Şubat sürecinde Başbakanlık'ta bulunmam dolayısıyla kendimi, o süreçte yaşananları en yakından izleyen bir bürokrat olarak görüyorum. Çünkü o dönemi, siyasetordu-medya üçgeninde rol alan kahramanlarıyla birlikte yaşadım. Türkiye'ye kapalı kapılar ardında kurulmak istenen tezgâhlara, tuzaklara, komplolara tanık oldum. 

-Önce kahramanlardan söz edelim: O dönemim kahramanları kimlerdi? 

Mehmet Bican: Tabii ki kahramanların en başındaki Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel'di. Sonra Çiller ve Erbakan ikilisi... 
O günün siyaset sahnesindeki rollerden biri de, ANAP lideri Mesut Yılmaz'a verilmişti. Sayın Çiller'le sürekli bir dalaşma içindeydi ve darbe çığırtkanlığı 
yapıyordu. Karşı cenahtaki bir başka politikacı ise, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek'ti. O da hep Özer Çiller rüyasına yatıyor, yalan-yanlış bilgilerle kamuoyu yaratmaya çalışıyordu. Askeri kanadın en başkahramanı Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir'di. Öteki komutanların, Çevik Paşa'dan sonra geldiklerini düşünüyorum. Sonra medyanın anlı şanlı patronları Aydın Doğan ve Dinç Bilgin... Askerle işbirliği içinde çalışan, hatta Sabah'ın patronu Dinç Bilgin'in ifadesiyle, komutanları manşete çekeceği haberi soran gazeteciler... Kahramanlara bazı işadamlarını da katabilirsiniz. 

-Peki, "Kapalı kapılar ardında kurulmak istenen tezgâhlara, tuzaklara, komplolara tanık oldum" dediniz; neydi bu tuzaklar, tezgâhlar, komplolar? 
Mehmet Bican: DYP lideri Tansu Çiller'e yönelik, onu politikadan silmeye, yok etmeye yönelikti tümü... 

Tansu Çiller asılacak veya kafası giyotine uzatılacak veya iğneli kuyuda lime lime edilecek, ortadan kaldırılacaktı. Onu yok etmeye çalışanlar, Sayın Çiller'i 
ortadan kaldırmanın Türkiye'ye yarar yerine zarar getireceğini ne yazık ki bilememiş, sonuçlarını önceden kestirememiş ve onu anlayamamışlardı. 

-Sayın Çiller neden hedef seçilmişti, neden onu yok etmek istediler? 

Mehmet Bican: Tansu Çiller, 25 Haziran 1993 günü Başbakanlık koltuğuna oturduğunda, vizyonunu, "lâik Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Atatürk sevgisinin 
nesilden nesile bir bayrak olarak aktarılması" olarak açıklamıştı. Atatürkçü, cumhuriyetçi ve lâik bir görüntü sergiliyordu. Bir bilim kadını olması, ekonomi konusundaki uzman kişiliği, çağdaş fiziki görünümü, sorunların üzerine cesaretle gitmesi onu çok özel kılıyordu. Zaman zaman sinirlenmesi, masalara-kürsülere yumruğunu indirerek, bağırıpçağırması, onun erkek tarafını sergileyen önemli özellikleriydi. Ama o bir kadındı ve Türkiye, ilk kez bir kadın başbakanla tanışıyordu. 

Bu hem Türkiye, hem de Tansu Çiller için müthiş bir şans, muhteşem bir fırsattı. Ne yazık ki Türkiye bu ayrıcalıklı durumu değerlendiremedi. Çiller'in başbakanlığının ilk günlerinde açıkladığı, "Terörün Bask modeliyle sona erdirilmesi" yolundaki görüşlerinden daha sonra çark ederek, "Bir çakıl taşımızdan bile vazgeçmem" söylemlerine dönmesi, kimi dış mihraklarla yurtiçindeki işbirlikçilerini rahatsız etti. O koltukta oturmasını içine 
sindiremeyen kimi güçlerle kişiler, onu Yüce Divan korkutmacasıyla bilinçli olarak Refah Partisi'nin kucağına ittiler; yaşadıkları hayal kırıklığını bir Tansu Çiller linçine dönüştürdüler. 

"Çiller'e Şantaj Yapıldı" 

-Çiller, sadece cumhuriyetçi ve lâik görüntüsüyle, "Bir çakıl taşından bile vazgeçmem" gibi sözleri için mi hedef seçilmişti? 

Mehmet Bican: Hayır, hayır... Gümrük Birliği uygulamaları, Türk insanına tenekeden otomobil satarak para kazananları rahatsız etti. Karşılıksız teşviklerin 
kaldırılması, devlet desteği musluklarının kesilmesi kimi patronların uykularını kaçırdı. Holdinglerinin yıkılmasından korktular. Üretmeden faiz geliriyle yan gelip yatmak hesabı içindeki büyük sermaye paniğe kapıldı. Banka sahibi olmak için yanıp tutuşan ve bu amaçla kafalarındaki isimleri iktidara taşımak isteyen kartel medyanın patronları da panikteydi. İşçi haklarını savunmak yerine, koltuklarını onlarca yıldır muhafaza eden sendika bezirgânlarıyla çiftçinin, esnafın nefesini faiz uygulamalarıyla kesmek isteyen mesleki kuruluşların yönetiminde görev alanların darbe çığırtkanlığına soyunmaları boşuna değildir. Hele kaybettikleri koltukları içine sindiremeyenlerin iktidar hesabı ise hiç bitmedi... Gerçek olmayan iddialarla karalayarak, çamura bulayarak, hakaret ederek, hiç akla gelmeyen komplolarla o koltuklara yeniden sahip olma hesabını güderek tanklarıyla, toplarıyla saldırdılar Tansu Çiller üzerine. Onu ve eşini 200 kişinin katili olarak tanıttılar. Utanarak ve üzülerek söylüyorum, gazetelerinde, 
televizyonlarında hırsız, hatta orospu tanımlamalarıyla yaftaladılar Sayın Çiller'i. Özer Çiller banka hortumcusu, uluslararası silah ve esrar kaçakçılığı 
şebekelerinin Türkiye temsilcisi oldu. Çocukları da bu kaçakçılık örgütünün elemanlarıydı. Şantaj mekanizmasını çalıştırdılar: Bir doktor muayenehanesinde gizlice çekilen yarı çıplak fotoğraflarını elden ele dolaştırdılar Tansu Hanım'ın. Evinde soyunurken, tül perde arkasından gizlice filme aldılar Sayın Çiller'i. Ayıp şeylerdi bunlar. 

-Peki Tansu Hanım'ın bu tezgâhlar karşısında tavrı ne oldu? 

Mehmet Bican: Şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Çünkü karşısında kellesini almaya gelenleri görüyordu hep. Yüce Divan'da yargılanacak, ceza alacak, 
hapse girecekti. Herkes bunu böyle söylüyordu. Gazeteler yazıyor, televizyonlar bangır bangır bağırıyordu. Yanlış kararlar vermeye başladı. Onu, âlâyı vâlâ ile 
Refah'ın kucağına ittiler önce... "Sonra da, neden Erbakan'la kol kola girdin?" diyerek dövmeye başladılar. 

Aynı Kişilerdi bunlar... 

Şaşırdı dedim ya... Çevresindeki kimi kişilerin telkiniyle neredeyse örtünecekti Tansu Hanım. Başına taktığı başörtüsüyle cami ve türbelerde ellerini havaya 
açarak ettiği dualar, onu, kendisini kurtarıcı gibi gören kadınlardan, aydın kesimden ve de Atatürkçü yakın çevresi ile askerlerden hızla uzaklaştırdı. 
Tansu Çiller, kendisine bu aklı verenlerin; başına örtü takıp türbe, cami ve kabir ziyaretlerine göndererek lâik kesimde tepki almasına yol açanların kimler 
olduğunu çok geç fark edebildi. Siyasi tabanı dururken, başka partilerin oylarına göz dikmesi; üzerine atılan çamurları temizlemek yerine, o görüşlere esir 
olurcasına onlarla ortaklık kurma çabaları Tansu Çiller'in sonunu hazırladı. 

"Bu Bir Çankaya Darbesidir" 

-Sonra ne oldu? 

Mehmet Bican: 28 Şubat yaşandı Türkiye'de... 

-Yani bir darbe mi oldu? 

Mehmet Bican: Herkes darbe çığırtkanlığı yapıyordu. Herkes darbeyi özlemle bekliyordu. "Asker darbe yapsa da..." diyen çoktu. 
Ama asker darbe yapmayacak, " Silahlı kuvvetler " bu işi "silahsız kuvvetler"e bırakacaktı. Yani Erbakan-Çiller iktidarını mezara gömüp, özledikleri bir başka iktidarı Türkiye'nin kaderi olarak alınlarımıza damgalamak isteyenler... 
Yani, silahsız kuvvetler... Yani medyanın patronları, köşelerine kurulup Türkiye'yi yönetmeye çalışan gazeteciler, televizyon yorumcuları-yöneticileri, sivil toplum kuruluşlarının bilinen yöneticileri, kimi politikacılar, bürokratlar, yargı, üniversite... Bunlar idareyi ele aldılar. 

-Komutanları kimdi? 

Mehmet Bican: Tabii ki Çankaya'nın sahibi Demirel'di. Bir yandan DYP'li milletvekillerini Köşk'e çağırarak, "Darbe geliyor, kaçın!" demeye başladı. 
Öte yandan da, Erbakan-Çiller ikilisine, "Görevi bırakın yoksa darbe kapıda!" diyordu. Herkesi korkuttu. Milletvekilleri DYP'den gruplar halinde 
istifaya başladı. Bakanlar hükümetteki görevlerinden ayrıldılar. 

-Sayın Çiller ne yaptı? 

Mehmet Bican: O, "Darbe geliyor" diyenlere, "Darbe yok!" diyordu. Olursa da, darbe yapan askerlerin üzerine gitmeye kararlıydı? "Tanksa tank!" diyordu. 
Tankın üzerine çıkacak, darbecilere meydan okuyacaktı. 

-28 Şubat'a gelirsek... 

Mehmet Bican: Tansu Hanım, 28 Şubat MGK'sındaki kararlardan hiç rahatsızlık duymadı. Bunu bana açıkladı. Kitabımda da yazdım. Uzun bir süre Erbakan'la 
uğraştı. Çünkü o rahatsızdı. Rahatsızlığı MGK kararlarından kaynaklanıyordu. Onu ikna ettiği gün, her şey tepetaklak oldu. Erbakan başbakanlık görevinden 
ayrılacak, yerine Tansu Hanım geçecekti. DYP ve RP'de herkes hazırdı buna. Ancak işte asıl darbeyi o gün yediler. Çankaya Köşkü'nün sahibi "Olmaz!" dedi, 
gitti, yeni Hükümeti kurma görevini önce DYP'den olaylı şekilde ayrılan partisiz Yalım Erez'e, o da olmayınca TBMM'deki üçüncü partinin sahibi olan Mesut Yılmaz'a verdi. İşte, Tansu Çiller'in "Bu Bir Çankaya darbesidir" dediği, 28 Şubat darbesi budur. Silahlı kuvvetler sadece izlemiş, Başkomutan Demirel görevini yerine getirmiştir. İşte 28 Şubat'ta Tansu Çiller olmak böyle bir şeydi... 

-Lâkin dönemin genelkurmay başkanı, "Darbe Köşk'ün kapısından dönmüştür" diye bir söylemi olmuştu... 

Mehmet Bican: Sadece o değil, Cindoruk da aynı şeyi söylemiştir. Ama bir gerçek var: Darbe yoktur. 

Bir iktidarı komployla koltuğundan etme operasyonu vardır. Bu darbeyse, Tansu Çiller'in dediği gibi 

"Bu bir Çankaya darbesi"dir. 

-Bugüne gelirsek? 

Mehmet Bican: Görüyorsunuz, bugün "darbeci" diye başkaları yargılanıyor. Ne diyelim? Bu da demokrasimizin ve yargımızın gerçek yüzünü gösteren olgulardan sadece biri... 
-Görüyorum ki, Tansu Çiller'i çok yakından tanıyorsunuz. Değerlendirmelerinizden bunu anlıyorum. Mehmet Bican: Eee yani, Çiller'in Başbakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı döneminde ne o beni, ne de ben onu bıraktım. Onun hep yanındaydım. 

-Konuşmamız biterken, o görevde başınızdan geçen bir öyküyü bizimle paylaşır mısınız? 

Mehmet Bican: Tabii ki... Moskova'da yaşanan bir olay geldi aklıma. Renkli ve ilginç bir olay... Tansu Hanım Dışişleri Bakanı. Rusya'yla sorunlarımız var. 
Birkaç günlüğüne Moskova'ya uçuyoruz. Resmi görüşmeler, açıklamalar, yemekler felan derken bu gece, Tansu Hanım'la eşini uyuttuktan sonra 
Akın İstanbullu, Resul Kalkan ve Namık Tan'la birlikte Metropol'den karlı Moskova gecelerine kaçıyoruz... 

Akın Bey, Sayın Çiller'in Başbakanlık'taki, Namık Tan da Dışişleri Bakanlığı'ndaki özel kalem müdürleri. Namık Tan şu anda, Türkiye'nin ABD'dek büyükelçisi 
olarak Washington'da görevli. Resul Kalkan Koruma Müdürü... 
Namık Tan, Moskova'yı avucunun içi gibi biliyor. Çünkü Dışişleri'nde ilk yurt dışı görev yeri olarak Moskova'ya gönderiliyor. Moskova'da, bir çevresi oluşuyor 
Tan'ın. O gece, bize, "Büyükelçilikten bir otomobil ayarladım, yemekten sonra biraz dolaşalım Moskova'yı" teklifini getiriyor. Hepimiz seviniyoruz. Namık Tan, 
Resul Bey ve Akın Bey'le sıkışıyoruz Moskova büyükelçiliğimizin CD plâkalı küçük otomobiline... 

Namık Tan önde, şoförün yanında oturuyor. Biz de üçümüz, arka koltuktayız. Koruma Müdürü Resul Bey'in silahı yanında...

Önce bir barda vakit öldürüyoruz... İlginç hiçbir şey yok burada... Sadece, votka içip, Türkiye dedikodusu yapıyoruz. Hepimizin keyfi kaçık... 

Namık Tan, "Hadi kalkalım, başka yere gidiyoruz" deyince, otomobilimiz ara sokaklara dalıyor. 
Moskova karlar altında, yerler buz ve de lâpâ lâpâ kar yağıyor... Harika bir manzara... 
Sokağın ortasında, bir polis otomobilinin yanıp sönen kırmızı-mavi ışıkları dikkatimizi çekiyor. Bizi görünce, otomobilden sivil giyimli üç kişi inerek durmamızı işaret ediyor. Tan, Rusça biliyor ama şoförümüz iniyor Rus polislerle konuşmaya... Şoför, sivil polislerle tartışıyor, anlaşamayınca, Namık Tan'ı yanına çağırıyor. 

Ne olduğunu merak ediyoruz. Uzunca bir süre sonra Tan ve şoförümüz dönüyorlar... 

İkisi de çok sinirli. Olay şu: Polisler, dört kişilik otomobile beş kişinin bindiğini gerekçe göstererek, bizi karakola götürmek istiyorlar. 
Tan, otomobilin Türkiye Büyükelçiliği'ne ait olduğunu, içindekilerin de Rusya'ya resmi bir ziyaret yapmakta olan Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı'nın 
resmi heyetinden olduklarını söylüyor. Polisler dinlemiyorlar Tan'ı... Dertleri şu: Ya şu kadar doları hemen şimdi bize teslim edersiniz ya da sizi karakola 
götürürüz... Resul Bey'in yanında silahı var... Namık Tan, onu bildiği için polislerden kurtulmak istiyor. İstedikleri rüşveti veriyor ve bizim Moskova 
geceleri hayalimiz suya düşmüş bir vaziyette otele dönüyoruz. 

-Teşekkürler Sayın Bican... Sizi fazla yormayalım, sonrasını "28 Şubat'ta Devrilmek" adlı kitabınızdan izleyelim. 

Mehmet Bican: Tabii ki kitapta bu olaylar geniş şekilde yer alıyor. Ona bakmak gerekir. 

Bican: 28 Şubat bir Çankaya darbesidir
Bican: 
On5yirmi5.com 
haberpolitik.net 
Bu dökümanı orjinal adreste göster 

https://docplayer.biz.tr/48432424-Bican-28-subat-bir-cankaya-darbesidir.html



****