10 Ağustos 2019 Cumartesi

ABD’nin Suriye’den Çekilmesi, İsrail’in Etkisi ve Türkiye’nin Sınır Güvenliği.,

ABD’nin Suriye’den Çekilmesi, İsrail’in Etkisi ve Türkiye’nin Sınır Güvenliği.,





Ali SEMİN
www.bilgesam.org

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Fırat’ın doğusuna askeri operasyon yapılmasına dair verdiği mesajlar Suriye’de Türkiye’nin terörle mücadele etmek konusunda kararlılığını bir kez daha gözler göstermiş oldu. 

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasının ardından Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Savunma Bakanlığı Sözcüsü Robertson yaptığı açıklamada, 
“Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna düzenleyeceği operasyon endişe vericidir. Askerlerimizi de tehlikeye atar” dedi. 14 Aralık tarihinde ise Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasında önemli bir telefon görüşmesi yapıldı. Görüşmeden yalnızca 5 gün sonra, 19 Aralık’ta da Trump, “Terör örgütü DAEŞ’i yendik. Suriye’de bulunan askerlerimizi geri çekeceğiz.” açıklamasında bulundu. Trump’ın duyurduğu çekilme takvimine bakıldığında, diplomasi personellerini 24 saatte ve Suriye’de bulunan askerlerini ise 60-100 günde çekeceklerini 
açıkladığı görülüyor. 

Bu kapsamda iki soruya dikkat çekmek gerekir. Bunlar “ABD’nin Suriye’den çekilmesi belirtilen zaman diliminde gerçekleşecek mi?” ve “DAEŞ eylemlerine 
yeniden başlarsa Trump, ABD askerlerini çekebilecek mi?” sorularıdır. Bu iki önemli sorunun akıllarda karışıklık oluşturduğunu hissetmemek mümkün değildir. Her iki sorunun da cevabını vermek gerekirse, Trump gerek başkanlık seçimi kampanyasında gerekse de seçimi kazandıktan sonra, önceliğinin Amerika olduğunu belirterek aşağı yukarı nasıl bir dış politika izleyeceğini gözler önüne sermiştir. 

Bu nedenle Trump’ın önce Amerika ve sonra da küresel kartlar, stratejiler ve müttefikler üzerinde kurduğu hesapları incelediğimizde, artık Trumplı Washington’ın ne ağır maliyetli bir savaşa girmek ne de müttefiklerini korumak istediğini ifade edebiliriz. Trump, Amerika’nın çıkarlarını korumak amacıyla adete güvenlik şirketine dönüşen bir ABD vizyonunu çizmeye çalışmaktadır. 

Bir diğer ifadeyle Trump, Süper güç Amerika vizyonundan kaybetme lüksü olmayan Amerikan stratejisi oluşturmaya çalışmaktadır. 

Önemli bir iş adamı olması hasebiyle 45. Amerikan Başkanı’nın attığı adamlarında hem kendi çevresindeki siyasetçileri hem de müttefiklerini 
şaşırtması doğal karşılanmalıdır. Dolayısıyla Trump’ın verdiği kararların ilk önce zamanlamasına, maliyetine ve Amerikan çıkarlarına yansımasına bakmak gerekmektedir. Neticede ABD, özellikle George W. Bush döneminde uyguladığı süper güç-sert güç stratejisinden vazgeçmiş gibi yapmaktadır. 

Nitekim 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana ABD’nin Orta Doğu’da attığı adımlar, Washington’ın karşısına farklı güçlerin çıkmasına yol açmıştır. Örneğin Irak’ın işgali İran’ı güçlendirmiştir. Aralık 2010’da Arap ülkelerinde meydana gelen halk isyanları ve değişimlere destek veren Amerika ise Rusya’nın Orta Doğu’ya güçlü ve güvenilir bir aktör olarak geri dönüşüyle yüzleşmiştir. Trump, söz konusu gelişmelerin sandığa yansıması sonucunda seçilen bir Amerikan Başkanı olarak eski hesaplaşmalardan ve ağır faturalardan kurtulmayı hedeflemektedir. 

Bu sebeple de Trump, DAEŞ terör örgütüyle mücadelenin yalnızca ABD’nin olmadığını düşünmekle birlikte mücadeleyi küresel ve bölgesel aktörlere bırakmaya çalışmaktadır. 

Çünkü aslında ABD, uluslararası arenada ciddi düzeyde güven ve prestij kaybetmiştir. Bu bağlamda Trump’ın temel felsefesine baktığımızda, “Amerika kaybetmesin dünyayı ortak yönetelim” şeklinde bir doktrini hayata geçirmeye çalıştığını öne sürebiliriz. Trump’ın Suriye’den çekilmesi, bahse konu olan vizyonun bir emaresi olarak da okunabilir. Gelinen noktada dikkat çekmek gerekir ki; Trump, Suriye’den 100 günde geri çekilmek istese de etrafındaki karar alıcılar tarafından yalnız bırakılabilir. Böyle bir durumda Trump’ın kararlarının arkasında durup duramayacağını ise zaman gösterecektir. 

 ABD’nin Suriye’deki Temel Hedefleri

ABD’nin Orta Doğu’da üç temel stratejisi vardır. 

Bunlar enerji hatlarına hâkim olmak, İran-İsrail ve Arap camiasını dengelemek ve Körfez ülkelerinin güvenliğini korumak şeklinde sıralanabilir. 
ABD’nin Orta Doğu’daki genel politikasını özele indirgeyerek Suriye stratejisini incelediğimizdeyse, Washington’un şu hedeflerinin bulunduğunu öne sürebiliriz:

1. Terör örgütü DAEŞ’le mücadele etmek ve hem Suriye’de hem de Irak’ta örgütün varlığını sonlandırmak,
2. DAEŞ’le savaştırdığı PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD/YPG’ye ülkenin kuzeyinde ve kuzey doğusunda alan açarak özerk bir tampon 
bölge oluşturmak,
3. İran’ın Suriye’de Esed rejimine destek veren Şii milis güçlerine ve Lübnan’da bulunan Hizbullah’a askeri yardım gönderdiği koridoru kesmek,
4. Rusya’yı Suriye üzerinden Orta Doğu’da dengelemek,
5. Suriye’nin önümüzdeki dönemlerde federatif bir siyasi sisteme geçişini sağlamak. 

Yukarıda belirtilen gelişmeler değerlendirildiğinde ABD, Fırat’ın doğusunda yalnızca PKK/YPG’ye alan açmamıştır. Aynı zamanda ABD’yle birlikte, terör örgütü YPG’nin kontrol ettiği Fırat’ın doğusunun petrol yataklarına da hegemonyasını kurmuştur. Deyrizor’da bulunan en büyük el Omeer petrol yatağıyla beraber el Tank, el Verd, el Tim, el Cafre ve Konko petrol yatakları ABD ve YPG’nin kontrolündedir. 

“ ABD’nin Orta Doğu’da üç temel stratejisi vardır. Bunlar enerji hatlarına hâkim olmak, İran-İsrail ve Arap camiasını dengelemek ve Körfez ülkelerinin güvenliğini korumak şeklinde sıralanabilir.”

   Fırat’ın Doğusunun diğer bir önemli etkisi ise, Irak ile Suriye’nin 600 km’lik sınır hattına yakın olması ve İran’ın bu bölgeden Hizbullah’a yardım ulaştırmasının önlenmesidir. Fırat’ın doğusunda bulunan Deyrizor’un Irak sınırına 30 km’lik uzaklıkta olması da jeopolitik olarak ABD ve YPG terör örgütü açısından oldukça stratejik ve hassas bir bölge olduğunu göstermektedir. 

Dolayısıyla Fırat’ın doğusunda Deyrizor iline bağlı olan Hecin, Şiife, Alt ve Üst Bağoz, Süse, Buhasan ve Albuhatır beldeleri ile çevrelerindeki bazı köylerin DAEŞ terör örgütünden tam olarak kurtarılmamıştır. 

Fırat’ın Doğusu Neden Tehdit Altındadır?

Suriye İç Savaşı’nda ve bölgesel-küresel aktörler arasında yaşanan vekâlet savaşının yaklaşık sekiz yıldır süren bir sürecin ülkesel bağlamda kritik bölgeleri de ortaya çıkmıştır. Suriye’de Doğu Guta, İdlib ve Fırat’ın doğusu gibi stratejik bölgelerin jeopolitik ehemmiyeti anlaşıldıkça, ülkede vekâlet savaşında olan aktörler de doğrudan veya dolaylı olarak karşı karşıya gelmektedir. 

Bu nedenle Doğu Guta, Halep-İdlib (Türkiye, Rusya ve İran arasında müzakerelerle çözüm arayışında oldu) ve Menbiç ile Fırat’ın doğusu 
(Ankara-Washington ilişkilerinde) önemli kriz bölgeleri haline gelmiştir. 

Türkiye; Doğu Guta, Halep ve İdlib’i Astana, Soçi, Ankara ve Tahran’da düzenlenen ikili ve üçlü zirveler aracılığıyla İran ve Rusya’yla görüşerek 
çözmüş veya ateşkes ilan edilmesini sağlamıştır. Hatta Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Temsilcisi De Mistora da söz konusu zirvelerin sonucunda Suriye’de üç garantör aktör olan Moskova, Ankara ve Tahran ile görüşerek Anayasa Komitesi için çalışmalarda bulunmuştur. 

Öte yandan Fırat’ın doğusu sadece Türkiye’nin sınır güvenliği açısından değil; Suriye’nin toprak bütünlüğü bakımından da kritik öneme sahiptir. 

Zira Suriye ekonomisinin neredeyse yüzde 70’inin YPG terör örgütünün kontrolünde olduğu görülmektedir. Söz konusu bölge, petrol ve doğalgaz yataklarının, tarıma elverişli toprakların ve su barajlarının bulunmasından dolayı en verimli Suriye toprakları olarak nitelendirilmektedir. 

Ayrıca ABD’nin Fırat’ın doğusunda PKK/YPG terör örgütüne askeri alan açmasına ek olarak bu bölgedeki hamlelerini diplomatik ve siyasi bir manevraya da dönüştürmesi mümkündür. Washington’un böyle bir adım atması halinde, orta vadede Suriye’nin kuzeyinde federatif bir yapının oluşma ihtimali yüksektir. Diğer bir ifadeyle Fırat’ın doğusu, Suriye’nin toprak bütünlüğünün geleceği açısından kilit rol oynayacaktır. 

ABD, Suriye’de bulunan PKK/YPG terör örgütüne silah, askeri mühimmat, askeri eğitim ve danışmanlık sağlayarak âdete butik bir Amerikan kara gücü kurmuştur. 

ABD’nin YPG terör örgütüne ilk önce askeri daha sonra da diplomatik destek verdiği aşikârdır. Bilhassa Fırat’ın doğusundaki Tanef Üssü’ndeki Amerikan 
askerleri, çoğunluğunu YPG’lilerin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) askeri eğitim vermektedir. 

“ ABD’nin Fırat’ın doğusunda PKK/YPG terör örgütüne askeri alan açmasına ek olarak bu bölgedeki hamlelerini diplomatik ve siyasi bir manevraya da 
dönüştürmesi mümkündür. Washington’un böyle bir adım atması halinde, orta vadede Suriye’nin kuzeyinde federatif bir yapının oluşma ihtimali yüksektir. ”


ABD’nin Fırat’ın doğusunda beş askeri üssü bulunmakta ve 2.000 Amerikan askeri görev yapmaktadır. Diğer yandan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın eski Ankara ve Bağdat Büyükelçiliği görevinde bulunan James Jeffrey’i Suriye’ye Özel Temsilci olarak atamasının ardından ABD’nin PKK/YPG’ye açık bir diplomatik destek sağladığını da göz önünde bulundurmak gerekir. ABD Jefrey’i Suriye Özel Temsilciliği görevine atadıktan sonra, PKK/YPG terör örgütünün SDG çatısı altında Cenevre görüşmelerine katılması için ciddi düzeyde çaba harcamıştır.

Suriye’de Değişen Dengeler ve İsrail

Trump’ın askerlerini geri çekeceğini açıklamasıyla birlikte, Suriye’de ABD’den boşalan bölgelerin kimin kontrolüne geçeceği tartışmalara yol açarken; aslında Amerikan askerlerinin çekilip çekilmeyeceği hususunun gündemde tutulması gerekmektedir. Trump’ın Suriye’den askerlerini geri çekeceği konusunda verdiği 60 ile 100 gün arasındaki sürenin Orta Doğu gibi karmaşık ve dengelerin an be an değişebildiği bir bölge için oldukça uzun bir zaman olduğu vurgulanmalıdır. 

Bu nedenle Trump’ın askerlerini geri çekme kararından sonra, bölgede oluşacak güç boşluğunu da kendisinin kontrol edebileceği aktörlere teslim edeceğini öngörmek gerekir. ABD, 2003 yılında Irak’ı işgal ettikten sonra, İsrail’in güvenliğini 1948-1967-1973 yıllarında üç büyük Arap-İsrail savaşına neden olan Pan-Arabizm veya Arap milliyetçiliğini zayıflatmak amacıyla Şii-Sünni mezhep çatışmasını körükleyen adımlar atarak yeni bir ayrışma unsurunu ortaya çıkarmıştır. 

Ancak Washington Şii-Sünni gerilimi üzerinden Arapları bölerken; İsrail’in güvenliğini tehdit eden İran’ın Orta Doğu’da güçlenmesine yol açmış ve Tahran rejiminin desteklediği Lübnan’daki Hizbullah, Beyrut Hükümeti’nde etkili konuma gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında, ABD’nin hem Orta Doğu’da hem de Suriye’de Rusya’yı, İran’ı ve başta Hizbullah olmak üzere Şii milis güçleri dengelemesinin tek yolunun Arap milliyetçiliğini yeniden canlandırmak olduğunu söylemek mümkündür. Şu önemli noktaya dikkat çekmek gerekir ki ABD, İsrail’i 
hedef almayacak ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği daha kontrollü bir Arap milliyetçiliğini inşa etmeye hedeflemektedir. 

Yukarıda sözü edilen değerlendirmeler ışığında Trump’ın askerlerini geri çekip çekmeyeceği henüz netleşmemiştir. Böyle bir ortamda, Amerika Suriye’den gidiyor demek doğru bir yaklaşım değildir. Trump’ın yeni stratejisi, başta DAEŞ terör örgütü olmak üzere Orta Doğu’daki sorunların maliyetlerini bölgedeki aktörlerle paylaşmak üzerine kuruludur. Trump’ın temel doktrini, ABD hazinesinden para çıkmadan; tıpkı bölgesel ve küresel partnerleri gibi, az maliyetli süper güç olmanın yolunu aramaktır. 

“ ABD’nin Suriye’de PKK/YPG kartını İsrail’e bırakarak kendisinin de Türkiye dâhil herkes tarafından kabul gören siyasallaşmış bir Kürt kartı ile Suriye’nin 
kuzeyinde ve Fırat’ın doğusunda özerk bir yapılanmayı inşa etmeye yönelik bir plan izleyeceği ifade edilebilir. Nitekim Trump’ın geri çekilme kararıyla Suriye’yi 
bırakmadığı; ancak taktik ve strateji değiştirdiği gözlemlenmektedir. ”

ABD’nin PKK/YPG Kartı, İsrail ve Türkiye’nin Terörle Mücadelesi

Trump’ın Suriye’den askerlerini geri çekeceği kararının ardından İsrail’in Washington’a tepki vermesi beklenirken; İsrail Başbakan Binyamin Netanyahu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Kürtlere yönelik katliam düzenlemekle suçlamıştır. Aslında İsrail’in 2011 yılından bu yana uyguladığı Suriye politikasına bakıldığında, Esed rejiminin devam etmesini ve Suriye’nin iç savaşta olmasını istediği ifade edilebilir. Suriye İç Savaşı bağlamında İsrail’i tedirgin eden en mühim husus İran’ın ve Şii milis güçlerinin Suriye topraklarında etkin bir hale gelmesidir. Bu bağlamda İsrail’in Trump’ın çekilme kararından çok da rahatsız olmadığını söylemek mümkündür. Çünkü İsrail, PKK/YPG kartını ABD’den devralıp; bahsi geçen örgütü İran’a yakın milis güçler ve Hizbullah ile çatışmaya sevk etmeye çalışabilir. Bir Başka ifadeyle Amerikan askerlerinin çekilmesinin 
ardından PKK/YPG’nin MOSSAD tarafından eğitilerek vur-kaç stratejisine geçmesi şaşırtıcı olmayacaktır. 

ABD’nin Suriye’de PKK/YPG kartını İsrail’e bırakarak kendisinin de Türkiye dâhil herkes tarafından kabul gören siyasallaşmış bir Kürt kartı ile Suriye’nin kuzeyinde ve Fırat’ın doğusunda özerk bir yapılanmayı inşa etmeye yönelik bir plan izleyeceği ifade edilebilir. Nitekim Trump’ın geri çekilme kararıyla Suriye’yi bırakmadığı; ancak taktik ve strateji değiştirdiği gözlemlenmektedir. 

ABD’nin Suriye’de strateji değiştirdiğinin emarelerini Trump’ın 27 Aralık tarihinde sürpriz bir ziyarette bulunduğu Irak’ın Enbar ilindeki Aynul Esed Amerikan üssünde yaptığı konuşmasında ortaya koymuştur. Zira Trump, Irak’tan üç önemli mesaj vermiştir. Söz konusu mesajlar şu şekilde sıralanabilir:

a) Trump, Irak’taki askerlerini geri çekmek gibi bir planının olmadığını belirti. Bu mesaj, Trump’ın Irak’tan İran’ı dengeleyene kadar çekilmeyeceğini ve Tahran’ın Irak üzerinden Suriye’ye ve Hizbullah’a gönderdiği tüm askeri veya lojistik desteklerini engelleneceği anlamını taşımaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere ABD, Irak’ta İran’ın gücünü zayıflatmak için çaba harcamaya devam edecektir. İsrail ise Suriye topraklarında YPG/SDG üzerinden İran’ı dizginlemeye çalışacaktır. 

b) Trump, “İhtiyaç duyulduğunda, Suriye’de bir şeyler yapabilmek için Irak’ı üs olarak kullanabiliriz.” dedi. Bu nedenle Trump’ın askerlerini Suriye’den çekmesi hem Irak’taki Amerikan askerlerinin hem de Amerikan üslerinin sayısını artıracaktır. ABD’nin Irak’ta kuracağı askeri üslerin, İran’ın Irak topraklarını kullanarak Suriye’ye ve Hizbullah’a gönderdiği yardım koridorunu kontrol edebilecek stratejik bölgelere kuracağı öngörülebilir. Coğrafi ve stratejik olarak Irak’ın İran ve Suriye sınırlarına yakın olan Enbar, Sincar ve Erbil’in Harir bölgesinde yeni Amerikan üsleri kurabilir. 

c) Trump’ın “DAEŞ’i Suriye’de yendik, Cumhurbaşkanı Erdoğan da DAEŞ’i yenmek istiyor ve yapacak.” açıklaması oldukça dikkat çekicidir. 
Aslında Trump’ın buradaki en kafa karıştırıcı mesajı “DAEŞ’i yendik.” cümlesidir. Trump’ın “yendik” mesajının tamamen Amerikan iç kamuoyuna yönelik olduğu açıktır. Burada “Eğer Amerika, DAEŞ terör örgütünü yenmişse; Trump neden Türkiye’nin DAEŞ ile mücadele etmesini istiyor?” sorusu akıllara gelmektedir. Bu husustaki sorular “ABD öncülüğünde DAEŞ ile mücadele etmek amacıyla 2014 yılının Eylül ayında kurulan Uluslararası Koalisyon Güçleri varken; Türkiye neden sözü edilen terör örgütüyle savaşsın?” ve “Türkiye’nin ulusal güvenliği için DAEŞ mi; yoksa 35 yıldır mücadele ettiği PKK/YPG terör örgütü mü öncelikli tehdittir?” şeklindeki sorularla da çoğaltılabilir. Bütün bu soruların ise tek bir cevabı var: ABD’nin istediği, Türkiye’nin Suriye’de terörle mücadele konusunda tek odak noktasının terör örgütü PKK/YPG üzerinde olmaması ve DAEŞ ile de mücadele ederek gücünün bölünmesidir. 

Oysa Türkiye’nin DAEŞ terör örgütünü temizlemek gibi bir yükümlülüğü yoktur. Türkiye DAEŞ ile kendi sınırına yakın bölgelerde mücadele edebilir; ancak sınırını aşan bölgelerde DAEŞ ile savaşmanın uluslararası koalisyon güçleri tarafından yapması gerekmektedir. Suriye’de DAEŞ ile Şam rejiminin, Rusya’nın, İran’ın, Fransa’nın, Almanya’nın ve koalisyon güçlerinde bulunan tüm ülkelerin mücadele etmesi gerekirken; sorumluluğun Türkiye’nin üzerine atılması doğru değildir. Türkiye’nin böylesi bir maliyetin altına girmemesi gerekmektedir. Ancak Türkiye’nin DAEŞ ile de mücadele ettiği yönünde açıklamalar yaparak Suriye’de PKK/YPG terör örgütünü Fırat’ın doğusundan ve Menbiç’ten çıkarması önemli bir taktiksel strateji olacağı da kabul edilebilir. 


Yukarıda değerlendirilen gelişmeler ışığında vurgulanması gerekir ki; Türkiye’nin PKK/PYD terör örgütüyle mücadeledeki kararlılığı Amerikan askerlerinin Suriye’den çekilmesine bağlı olan bir durum değildir. Dolayısıyla Trump’ın askerlerini geri çekme kararının Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki YPG yapılanmasını göz ardı edeceği anlamını taşımamaktadır. Çünkü ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde ve kuzeydoğusunda PKK/YPG için fiili bir yapı kurduğu ve kantonlar oluşturduğu göz önünde bulundurulduğunda, Trump’ın asker çekme kararının Türkiye’nin sınır tehdidi algısı bakımından herhangi bir durumu değiştirdiği söylenemez. Yani PYD/YPG terör unsurları, Fırat’ın doğusundan 
çekilmediği sürece, Türkiye’nin terörle mücadele kapsamında oluşan tehdidin ortadan kaldırılması için sınırının ötesinde gerçekleştirdiği operasyonlara 
devam etmesi elzemdir. 

Sonuç 

Suriye’de 2018 yılında değişen dengelere dikkat edildiğinde, artık Esed rejimi ile Suriyeli muhalifler arasında bazı temasların başladığı ve Cenevre, Astana, Soçi gibi toplantılar düzenleme devrinin geçtiği söylenebilir. Hatta Esed’li Esed’siz geçiş süreci tartışmalarının de ortadan kalkarak yeni bir Suriye inşasına doğru gidildiği belirtilebilir. Yeni Suriye denkleminde, iki ya da ikiden fazla bloklardan oluşan güçler dengesi ortaya çıkmıştır. Astana Süreci’nden sonra gelişen Türkiye, Rusya ve İran üçlü ittifakının Suriye sahasında belli bölgelerde işbirliği yaparak başta ABD olmak üzere, ülkede bulunan batılı aktörleri dengelediği ortadadır. Ancak Trump, askerlerini geri çekme kararıyla birlikte Suriye’yi 
Rusya ve İran’dan kurtarma çabalarına girerek ülkenin yeniden Arap Dünyası’na geri dönmesini sağlamayı amaçlamaktadır. 

Bu bağlamda Birleşik Arap Emirlikleri’nin Şam’daki büyükelçiliğini yedi yıl sonra tekrar açması, Bahreyn, Ürdün ve Mısır’ın Esed rejimiyle ilişkilerinin  normalleşmesi için çabalar göstermesi oldukça anlamlıdır. 
Bahse konu gelişmeler, Suriye’de Arap milliyetçiliği eksenli yeni bir döneme  girildiğinin habercisi olabilir. 

Özellikle Mart 2019’da Tunus’ta düzenlenecek olan Arap Ligi zirvesine Esed rejiminin davet edilmesi, Arap ülkelerinin Suriye’de izleyecekleri yol haritasını ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte Esed rejiminin yeniden Arap camiasına dönmesi durumunda bile, Rusya ve İran’ın Suriye’deki pozisyonunda değişiklik yaşanmayacaktır. 

   Ancak Washington ve Moskova, bundan sonraki süreçte dolaylı olarak Arap ülkeleri üzerinden Türkiye’nin Suriye’de aldığı pozisyona karşı, yeni tepkilerin geliştirilmesine yönelik adımlar atabilir. Çünkü uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk çerçevesinden bakıldığında Suriye’deki aktörlerin hiçbiri, birbiriyle tam anlamıyla müttefik değildir. Suriye haritasında konjonktürel bir düzen ortaya çıkmasından dolayı aktörlerin yalnızca işbirliğine gittiğini söylemek mümkündür. 

Öte yandan Suriye’de oluşan konjonktürel yapıdan ötürü Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Mısır ve İsrail arasında gizli tutulan adı konmamış bir işbirliğinin oluştuğu görülmektedir. Söz konusu ülkelerin ortak tehdit algılarının İran’ın olduğunu da unutmamak gerekir. 

Fırat’ın doğusunda PKK/YPG ABD dışında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de finanse edebileceği unutulmamalıdır
Dahası Birleşik Arap Emirlikleri’nin Trump’ın geri çekilme kararından sonra, alelacele Şam’daki büyükelçiliğini aktifleştirmesinin bir diğer amacının 
da artık Suriye sahasında bulunan YPG’yle doğrudan temas halinde olmayı kolaylaştırmak olduğu ifade edilebilir. 

Bu çerçeveden değerlendirildiğinde Türkiye’nin Suriye’de oluşmakta olan yeni denklem ve hesaplaşmalar netlik kazanmadan, Fırat’ın doğusuna düzenleyeceği sınır ötesi operasyonunu fazla zamana yaymadan başlatması elzemdir. Çünkü Trump, askerlerini geri çekeceğini açıklarken; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail gibi yeni aktörlerin Suriye’de etkinleşeceği zeminini de hazırlamıştır. Suriye’deki dengelerden tedirgin olan İran, Türkiye’yle işbirliğini sıkılaştırmaya yönelirken; Rusya ise yerel, bölgesel ve küresel güçleri dengelemeye yönelik stratejilerini titizlikle uygulamaya koyacağı ifade edilebilir. Bu bağlamda Türkiye’nin Suriye’de oldukça dikkatli davranması gerektiği 
vurgulanmalıdır. Eğer Türkiye, Fırat’ın doğusuna düzenleyeceği askeri operasyonu fazla bekletirse, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) bölgeye 
girmesini engellemek amacıyla söz konusu bölgenin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararıyla güvenli ve uçuşa yasak bölge ilan edilebilir. 

Zira ABD, bir yandan Suriye’den askerlerimi geri çekeceğini açıklayıp diğer yandan da Suriye’de işbirliği yaptığı aktörlerle ülkenin kuzeyi ve kuzey doğundaki fiili bir durum için B planını uygulamaya çalışmaktadır. Aslında Türkiye için Trump’ın Suriye’deki askerlerini geri çekmesinden ziyade PKK/YPG/SDG’ye verdiği ağır silahların akıbeti oldukça mühimdir. ABD’nin PKK/YPG/SDG’ye verdiği 23 bin tır askeri silah, mühimmat ve lojistik desteğiyle birlikte üç yıldır sahadaki sayıları 30 bin civarında olduğu tahmin edilen teröristlere askeri eğitim verdiği de bilinmektedir. Bu nedenle Washington’dan 
Suriye’deki Amerikan askerlerinin çekilmesine dair yaptığı açıklamalar, Türkiye nezdinde tatmin edici bulunmamaktadır. 

“ Birleşik Arap Emirlikleri’nin Trump’ın geri çekilme kararından sonra, alelacele Şam’daki büyükelçiliğini aktifleştirmesinin bir diğer amacının da artık Suriye sahasında bulunan YPG’yle doğrudan temas halinde olmayı kolaylaştırmak olduğu ifade edilebilir.”

   Yakarıda belirtilen tüm gelişmelere dikkat edildiğinde; Trump’ın askerlerini Suriye’den geri çekme kararıyla ilgili yaptığı açıklamada, “DAEŞ’i Suriye’de yendik.” demesi ve bu sözü söylerken “bitti” dememesi dikkat çekicidir. Aslında DAEŞ hem Irak’ta hem de Suriye’de yalnızca kontrol ettikleri kentleri kaybetmiş; ancak tamamen bitmemiştir. Hatta tahminlere göre, Irak’ta 15-17 bin ve Suriye’de de 14 bin kadar terörist gizli hücrelere çekilmiştir. Bu noktada DAEŞ’in yerli ve yabancı savaşçılardan oluşan bir örgüt olduğunun altı çizilmelidir. Dolayısıyla yabancı DAEŞ’çiler bitirilse de yereli DAEŞ’çilerin tamamen ortadan kaldırılması oldukça zordur. 

    Örneğin günümüzde hala Irak’ın Kerkük iline bağlı Havice’nin merkezi gündüzleri Irak güvenlik güçlerinin geceleri ise DAEŞ’li terörstlerin 
kontrolünde olduğu bilinmektedir. Özetlemek gerekirse; ne Irak’ta ne de Suriye’de DAEŞ terörü bitirilebilmiş değildir. Üstelik ABD’nin Suriye’den tamamen çekilmesi ve bu bölgeyi İran-Rusya ikilisine bırakması Washington’ın Orta Doğu politikasıyla ters düşecek bir gelişmedir. 

Dolayısıyla Trump’ın Suriye ve DAEŞ kararı oldukça çelişkili ve belirsizdir. Nitekim Orta Doğu’da jeopolitik, jeostratejik ve jeo-ekonomik bağlamda 
önemli değişimlerin yaşanacağı hususunda ciddi emareler vardır. Bu bakımdan Türkiye’nin önceliği, sınır güvenliği ve PKK/YPG terör örgütüyle mücadele olmalıdır. Dahası Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ve sınır güvenliğini koruyacak güçlerle işbirliğine gitmesinde fayda vardır. Çünkü Suriye, artık bir yıl önceki Suriye bile değildir. 

“ Orta Doğu’da jeopolitik, jeostratejik ve jeo-ekonomik bağlamda önemli değişimlerin yaşanacağı hususunda ciddi emareler vardır. 
Bu bakımdan Türkiye’nin önceliği, sınır güvenliği ve PKK/YPG terör örgütüyle mücadele olmalıdır. Dahası Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ve sınır güvenliğini 
koruyacak güçlerle işbirliğine gitmesinde fayda vardır.”


BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine 
yoğunlaştırmakta dır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında;

Ali SEMİN.,

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.


***

Reform ve Dışa Açılım’ın 40. Yılında, Çin


Reform ve Dışa Açılım’ın 40. Yılında, Çin Devlet Başkanı’ndan Dünyaya Mesajlar.,



Nurettin AKÇAY
18 Aralık 2018 

   Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Çin'in reform ve dışa açılımının 40. yılı dolayısıyla Pekin’de bir konuşma gerçekleştirdi. Ticaret savaşları, Huawei hadisesi gibi nedenlerle yabancı başkentlerde de merakla beklenen konuşma meydan okuyucu bir tonda yapıldı. Xi Jinping dünyaya önemli mesajlar verirken, birçok yabancı temsilcinin de katıldığı törende, Çin Devlet Başkanı ideolojik tonu yüksek bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmasının pek çok yerinde Çin karakteristiğinde Sosyalizm ve Çin Komünist Partisi (ÇKP) vurgusu yapan Xi, hegemonya arayışında olmadıklarını ve Çin’in dünya barışı için çabaladıklarını özellikle vurguladı.

Parti Tüm Kararların Merkezinde Olacak.

19. Ulusal Halk Kongresi sonrasında yapılan değişiklikler ile birlikte Çin Devlet Başkanı ve Başkan Yardımcılığı için geçerli olan iki dönem zorunluluğu kalkmış ve Xi Jinping’in fikirleri ilk kez Anayasa’ya girmişti. Yeni düzenlemeler ile birlikte daha uzun yıllar yönetimde kalacağı işaretini veren Çin Devlet Başkanı, Çin’de yeni dönemin nasıl bir yapıda olacağını 19. Parti kongresinin açılış konuşmasında açık bir şekilde ifade etmiştir. 

Çin Komünist Partisi’nin Çin’de nasıl merkezi bir yapıda olduğunu ve tüm karar alma mekanizmasına nasıl hâkim olduğunu anlamamız açısından da bu 
konuşma son derece önemlidir. Xi konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştır. “Parti; hükümete, orduya, topluma ve eğitime; doğu, batı, güney, kuzey ve merkeze, parti her şeye önderlik eder" Xi Jinping’in bu konuşmasından da anlaşıldığı gibi parti Çin’de hayatın merkezinde yer almaktadır. 

Parti’nin merkezliliğini her konuşmasında ifade eden Xi, reform döneminin 40. yılı dolayısıyla yaptığı konuşmada da bu vurguyu devam ettirerek, 

“Parti yapılacak tüm reformların, alınacak tüm kararların merkezinde olacak.” Dedi. “Kimse bize ne yapıp ne yapmayacağımızı dikte edecek bir pozisyonda değil.” diyerek sözlerine devam eden Xi, parti liderliğine de vurgu yaparak, “Reform ve Dışa Açılma'nın 40 yılı gösterdi ki, Çin Komünist Partisi liderliği, Çin karakteristiğinde Sosyalizmin en önemli özelliği ve bu sistemin en büyük gücüdür.” ifadelerini kullandı. Xi’nin konuşmalarından da anlaşılacağı üzere, Çin’de hayatın her alanına hakim olan ÇKP, yasa yapım sürecinden yürütmeye, dış ve iç politikanın belirlenmesinden ekonomik kararların uygulanmasına kadar her aşamada en aktif karar verici konumunda bulunuyor.

Ortak Gelecek Vurgusu

    Son zamanlarda birçok batılı medya organında Çin’in “Borç Diplomasisi” ve “Çin Tehdidi” konusu en fazla işlenen konular arasında bulunuyor. 

Pek çok analist “Kuşak ve Yol” girişimini Marshall Planı’na benzeten yazılar yazıp Çin’in ekonomi temelli proje vurgusuna rağmen, projenin siyasi hedefler de barındırdığını ve hat üzerinde bulunan ülkelerin Çin tarafından kuşatılmaya çalışıldığını yazıyor. Mike Pence’in de yaptığı açıklamalarla “Borç Diplomasisi” konusunda Çin’i suçlayıcı açıklamalar yapması sonrasında bu konu daha çok yazılıp çizilmeye başlandı.

   Kısaca değinmek gerekirse, Çin elbette ki başka ülkelere borç verebilir ve borcunu da bir şekilde temin etmek zorunda. Fakat bu konu Batılılar tarafından işleniyor diye de görmezden gelinmemeli. Öncelikle eleştirilerin çoğu haklı.  Zira Çin o kadar büyük ve hesapsız paralar dağıtıyor ki ne yazık ki bunların geri ödenmesi imkânsız hale geliyor. Ve birçok ülke Çin ile kredilerin ödenmesi için hiç de istemedikleri anlaşmalar yapmak zorunda kalıyor. 

Çin çok rahat ve çok yüklü miktarlarda krediler veriyor. Bilerek aşırı borçlandırıyor, borç karşılığında ise ülkenin en stratejik yerlerini alıyor. 
Krediler şeffaf değil, borç seviyeleri sürdürülebilir değil. Öte yandan Çin projelerinin yerel ekonomiyi desteklemediği ve yerelde çok kısıtlı istihdam 
oluşturduğu sürekli gündemde olan bir konu. Şu bir gerçek ki Çin projelerde çalıştıracağı inşaat işçilerini bile ülkesinden getiriyor. 

Malezya'dan Karadağ'a kadar var olan borçlar ve yükselen ticaret açıkları, Çinliler ile ilgili korkulara neden oluyor. Çin borçlandırdığı birçok ülkenin iç siyaseti üzerinde de söz sahibi oluyor. En son Malezya Başbakanı rahatsızlıklarını yüksek sesle dile getirmiş, 17 Kasım 2018 tarihinde ise Maldivler'de yeni devlet başkanı olan İbrahim Muhammed Salih şu sözlerle Çin’i suçlamıştı: "Çin'in Maldivlere yaptığı yatırım ülkenin borcunu önemli ölçüde arttırdı. Devlet hazinesi Çin tarafından "altüst" edildi. Maldivler büyük bir borç kriziyle karşı karşıya".

   Çinli devlet adamları, akademisyenler ve yazarlar da her seferinde bu iddiaların asılsız olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ve bu amaçla Çin’de neredeyse her gün onlarca sempozyum ve konferans düzenleniyor. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de bu söylemlerin önüne geçmek için geliştirdiği “Ortak geleceğe sahip bir insanlık” vurgusunu neredeyse her uluslararası konuşmada dile getiriyor. Reform ve dışa açılmanın 40. yılı dolayısıyla yaptığı konuşmada da bu konuyu es geçmeyen Xi, "community with a shared future for humanity." sözlerini özellikle vurguladı. “Çin kendisini dünyadan izole edemez ve küresel refah için dünyanın Çin’e ihtiyacı var.” diyen Xi, “Çin’in yükselişi diğer gelişmekte olan ülkeler için iyi bir örnek oldu. 

   Çin medeniyetin ilerlemesine büyük bir katkı sağladı.” sözleriyle de ortak gelecek ve medeniyetin ilerlemesine katkı sağlamak gibi ulvi amaçları olduğunu 
anlatmaya çalıştı.

Xi Jinping : Hiçbir Zaman Hegemonya Arayışında Olmadık

Çin'in dış politikadaki geleneksel anlayışı korkutmamak ve dikkat çekmemek üzerine kuruludur. Çinli devlet adamları dünyaya süper güç olma gibi bir 
amacımız yok, biz ülkemizin kalkınmasını hedefliyoruz mesajları veriyor. Yine ABD’yi ürkütmemek adına rekabete girip hegemon güç olma hedefimiz 
bulunmuyor söylemlerini pek çok Çinli siyasetçiden duymanız gayet mümkün. Xi Jinping de konuşmasında tekrardan buna vurgu yapıp bu minvalde sözler söyledi. Xi konuşmasında, “Çin’in reform ve dışa açılımı 40 yıl önce başladı. Ortaya çıkan büyüme sonucunda Çin dünyanın en büyük ikinci ekonomisi oldu. Bu büyümeye rağmen hiçbir zaman hegemonya arayışında olmadık” ifadelerini kullandı. Xi Jinping, ABD ile olan mevcut ticaret anlaşmazlığından ise doğrudan bahsetmezken, ülkesinin ekonomik küreselleşme ve uluslararası düzene olan katkısını vurgulamakla yetindi.

   “Çin’in en büyük önceliği kalkınmanın devamını sağlamaktır.” İfadeleriyle ülkenin kalkınmasına yönelik çabalarını da dile getiren Xi Jinping, 
“40 yıl içinde 740 milyon insan yoksulluktan kurtuldu. Dünyanın en büyük sosyal güvenlik sistemini kurduk. Şehirli nüfusu %40.6’dan %58.52’ye çıktı.” 
diyerek son dönemde ülkenin nasıl büyük bir kalkınma hamlesine giriştiğini rakamlarla anlatmaya çalıştı.   

Sonuç olarak beklenilenin dışına çıkmayan Xi Jinping; ideolojik tonu yüksek, gerektiğinde sesini yükseltebilen fakat fevri açıklamalar barındırmayan 
bir konuşma gerçekleştirdi.

http://www.bilgesam.org/incele/8879/-reform-ve-disa-acilim-in-40--yilinda-cin-devlet-baskani-ndan-dunyaya-mesajlar/#.XU8JzVKP7IU



***

16 Temmuz 2019 Salı

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma.,

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma., 



Ali SEMİN
BİLGESAM Orta Doğu ve Güvenlik Uzmanı
15.05.2018

Orta Doğu bölgesinin tarihsel arka planına bakıldığında pek çok iç savaşa ve bölgesel-küresel güç mücadeleye sahne olduğu görülmektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’dan sonra 1948 yılında başlayan Filistin-İsrail veya Arap-İsrail savaşının ardından 1980-1988 Irak-İran savaşı, Irak’ın 1990 yılının Ağustos ayında Kuveyt’i işgali ve 11 Eylül hadisesiyle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin önce Afganistan’ı işgal etmesi, Orta Doğu’nun güç dengelerini değiştirerek bölgemizde yeniden harita ve sınır tartışmalarına yol açmıştır. Bütün bu gelişmelere ilave olarak Orta Doğu’da Aralık 2010’da meydana gelen Arap ülkelerindeki halk gösterileri veya Arap uyanışının bölgede güç boşluğunu ve bölgesel-küresel rekabetlerin de dengesini değiştirmiştir. Arap ülkelerindeki halk gösterileri Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki otoriter yönetimlerin değişmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu’da baş gösteren devlet dışı silahlı milis güçleri bölgesel istikrarsızlığı ve kaosu ortamına ciddi zemin hazırlamaktadır. Söz konusu kaos ortamının ve iç savaşın en tepesindeki ülke olan Suriye’de yaşanan olaylar, ülkeyi bölgesel istikrarsızlığın ve terör örgütlerinin alan bulmasında önemli bir konum haline getirmiştir.

Bu bağlamda Orta Doğu’da Arap uyanışının yol açtığı kaotik süreçte Suriye iç savaşı günümüz itibarıyla artık uluslararası çapta önemli bir güvenlik sorunudur. 2011 yılının Mart ayından bu yana halk gösterileriyle başlayarak iç savaşa dönüşen Suriye krizinin çözümü konusunda gerek Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Arap Birliği gerek uluslararası örgütlerin ve küresel güçlerin girişimlerinde atılan adımların çoğundan herhangi bir somut sonuç alınmamıştır. Suriye krizinin iç savaşa evirilmesi bölgesel ve küresel güçlerin dış politikasındaki Orta Doğu stratejileri üzerinde ciddi kırılmalara ve dengesizliklere neden olduğu da ifade edilebilir.

MAKALENİN DEVAMINI DERGİMİZE ABONE OLARAK OKUYA BİLİRSİNİZ...

Ali SEMİN
BİLGESAM Orta Doğu ve Güvenlik Uzmanı



http://stratejistdergisi.com/entries/d%C4%B1%C5%9F-politika/suriye-de-b%C3%B6lgesel-ve-k%C3%BCresel-stratejik-hesapla%C5%9Fma

ÇİN ABD VE AB YE ALTERNATİF OLABİLİR Mİ,?

ÇİN ABD VE AB YE ALTERNATİF OLABİLİR Mİ., ?



Nurettin AKÇAY


15 Temmuz darbe girişimi, ABD’nin PYD’ye desteği, Türkiye’nin Rusya ile artan ilişkileri, son olarak da S-400 ve F-35 tartışmaları ile Türkiye ve ABD arasındaki gerginlik iyice tavan yapmış vaziyette. 

  Daha ilk günden yeni bir dünyanın içinde yer almaktan söz eden Türkiye, yaşananlar sonrası Avrasya cephesini Atlantik’e karşı ciddi bir alternatif olarak görmeye başladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kasım 2016’da, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yerine Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olabileceğine dair bir açıklama yaparak bu eğilimi en yüksek perdeden dile getirmişti. ABD’nin tüm çabalarına rağmen Rusya ile yapılan S-400 anlaşmasından geri adım atmayan Türkiye, son olarak F-35 pilot eğitim programından çıkarılmıştı. Türkiye ve Atlantik arasındaki gerilim her geçen gün artarken, işin sonunun nereye varacağı tam olarak kestirilemiyor. Türkiye ile ABD arasında keskin çizgiler çizilir mi, Türkiye tam bir eksen kayması yaşayıp Rusya-Çin cephesine yaklaşır mı ve ya ABD ile orta yol bulunup gerginlik kademeli olarak düşürülür ve Türkiye eski eksenine geri döner mi? Bu sorular şimdilik cevap bekleyen ve kısa vadede çözülmesi düşünülen konular. 
Bu yazıda yeni müttefik arayışlarının Türkiye için alternatif olup olamayacağını Çin özelinden değerlendirmeye çalışacağım.

MAKALENİN DEVAMINI DERGİMİZE ABONE OLARAK OKUYA BİLİRSİNİZ...

Nurettin AKÇAY
Araştırmacı, Shanghai Üniversitesi

http://stratejistdergisi.com/entries/d%C4%B1%C5%9F-politika/abd-kar%C5%9F%C4%B1t%C4%B1-s%C3%B6ylemler-artm%C4%B1%C5%9Fken-%C3%A7in-t%C3%BCrkiye-i%C3%A7in-alternatif-olabilir-mi-

***

HAVA SAVUNMA SİSTEMİ TÜRKİYE İÇİN ACİL İHTİYAÇ.,

HAVA SAVUNMA SİSTEMİ TÜRKİYE İÇİN ACİL İHTİYAÇ.,


Hava Savunma Sistemi Türkiye İçin Acil İhtiyaç 

Mustafa KİBAROĞLU 
09 Nisan 2019 


   Türkiye epeydir yerli-milli bir savunma sanayii oluşturmaya, bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyor. Bu konuda bu kadar gecikmiş olmamızın sebeplerini eksik 
demokrasi tarihimizde aramak gerekir. Her on yılda bir askere darbe yaptırılan, bütçeden en büyük payı aldığı halde hiçbir silahını üretemeyen güdümlü bir 
NATO ülkesi iken şimdi tankını tüfeğini kendisi yapıyor. 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koyduğu hedef “2023’e savunma sanayiinde tam bağımsız girebilmek”.

 Zaruretin aciliyeti hava savunma sistemleri mevzuunda görüldü son olarak. Batılı müttefiklerimiz hava savunma sistemlerini Türkiye’ye hem satmadı hem de ülkenin belli bölgeleri hava saldırılarına açık iken Çin ya da Rusya’dan alınması fikrine itiraz etti.

Tehdit artarken Türkiye de kararını verdi. PKK’yı ağır silahlarla donatan ABD, Rus yapımı S400 füzelerinin alımıyla ilgili “endişeliyiz” derken Cumhurbaşkanı 
Erdoğan imzaların atıldığını ifade etti bile.

Peki, tüm bu süreçler nasıl yaşandı, S400’lere ihtiyacımız mı, NATO sistemine entegrasyonu mümkün mü, MEF Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası 
İlişkiler Bölüm BaşkanıProf. Dr. Mustafa Kibaroğlu ile konuştum.

Kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi ve uluslararası güvenlik konularında çalışan Kibaroğlu Ocak 2006 - Ocak 2013 tarihleri arasında Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulan NATO Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde danışmanlık yaptı. 2016’dan bu yana da ROKETSAN’da bilim grubu üyesi.

Türkiye’nin gerçek anlamda bir “hava savunma sistemine” ihtiyacı var mı? 

Tüm canlılarda savunma en temel içgüdülerden biridir. 
Dolayısıyla, tarih boyunca insanların topluca yaşadıkları ortamları savunmak için önlem almaları en doğal davranışlardan biri olmuştur. Günümüzde, modern ulus devlet yapılarında da savunma en öncelikli konulardan biri olmaya devam etmektedir. 
İçinde bulunduğumuz uluslararası sisteme, yani devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerine baktığımızda, birçoğunun bir ya da daha çok ülke ile sorunları  olduğunu görebiliyoruz. Uluslararası ilişkilerde yaşanan sorunların çözümü için devletlerin temel olarak iki yönteme başvurdukları gözlemlenmektedir. 

Bunlardan bir tanesi siyasi çözüm yöntemidir. Bir diğer deyişle diplomasinin ve uluslararası hukukun araç ve yöntemlerini kullanarak belli noktalarda anlaşmak suretiyle tarafların sorunun çözümü konusunda mutabık kalmasıdır. Bir diğer yöntem ise, diplomatik girişimlerden sonuç alınamaması sonrasında, ya da diplomasiye hiç başvurulmadan doğrudan, askeri güç kullanılması yoluyla tarafların amaçlarına varmak istemesidir. Dolayısıyla, her devlet, tarihin 
herhangi bir döneminde, diğer devletlerle olan ilişkilerinin herhangi bir safhasında kendisine karşı askeri güç kullanılması yoluna gidilebileceğini hesaba 
katarak önlemler alır. Bu önlemlerin bir kısmı sahip olunan değerlerin korunmasına yönelik savunma sistemlerinin kurulmasını gerektirir. 

Ülkelerin, bu sistemlerin neler olması gerektiğini doğru bir şekilde belirleyebilmeleri için de tehdit değerlendirmesi yapmaları gerekir. Tehdit değerlendirmesini yaparken dikkat edilmesi gereken en önemli husus diğer ülkelerin sahip oldukları askeri imkan ve kabiliyetler ile niyetleridir. Hangi ülkenin sizin devletinize karşı ne gibi niyetleri olabilir ve hangi imkan ve kabiliyetlere sahiptirler, bunları çeşitli istihbarat yöntemlerini kullanarak bilmek zorundasınız.

HAVA SAHAMIZI 360 DERECE SAVUNMAK ZORUNDAYIZ

Türkiye'nin savunması bakımından durum nedir? 

Türkiye’nin savunması konusunda da, yakın çevremizden başlayarak uluslararası sistemde şu ya da bu düzeyde ilişkide olduğumuz ülkelerin bizimle ilgili ne 
gibi niyetleri söz konusudur ve hangi imkan ve kabiliyetlere sahiptirler bunlara bakmak lazım. Bu tespitleri yaptığımızda, fazla uzağa gitmeye gerek yok, 
daha sınırlarımızın hemen ötesinden başlayan coğrafyada bir çok ülkenin oldukça donanımlı hava gücüne, yani uçaklara, balistik füzelere ve seyir füzelerine sahip olduklarını görebiliyoruz. Bu durum Türkiye’nin sadece doğu ve güneydoğu komşuları için değil, adeta 360 derece tüm komşularımız için geçerli dir. 

Yakın komşularımızın Türkiye ile ilgili niyetlerini de aklımıza getirdiğimizde, sahip oldukları imkan ve kabiliyetleri hesaba kattığımızda, ortada dikkate alınması gereken bir tehdit olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.Devleti yönetenler, tehditler karşısında “bir şey olmaz” mantığı ile değil, “ya olursa” prensibi ile hareket etmek zorundadırlar. Dolayısıyla, karşı karşıya bulunulan tehdidin bir boyutu diğer ülkelerin sahip oldukları hava gücünden kaynaklanıyorsa, 
bu durum karşısında muhakkak önlem alınması gerekir.

Türkiye’nin hali hazırda sahip olduğu kısıtlı sayıda ve kısıtlı kapasitede hava savunma sistemleri bulunmaktadır. Ancak, sahip olunan sistemler, güncel ve 
gelecekteki tehdidin boyutları dikkate alındığında kesinlikle yeterli olamayacağı açıktır. İşte tam da bu sebepledir ki, Türkiye aslında oldukça uzun bir süredir 
kapsamlı hava savunma sistemi kurmak çabası içindedir.

 HAVA SAVUNMA İHTİYACIMIZ ACİL 

Acil bir ihtiyaç mı bu? 

Aciliyet de sonuç itibarıyla göreceli bir kavramdır. Esas bakılması gereken, potansiyel tehdit aktüel hale geldiğinde, yani bir saldırıya uğradığınızda, 
o saldırıya karşı koyabileceğiniz savunma sistemleri yerli yerinde midir, yoksa, değil midir? Biraz önce bahsettiğim, tehdidi oluşturan iki temel unsurdan 
biri olan niyetlerin tespit edilmesi ve buna dayalı olarak bir öngörüde bulunulması son derece zordur. En gelişmiş istihbarat toplama imkanlarına sahip ülkeler dahi, kendilerine tehdit oluşturduğunu bildikleri aktörlerin ne zaman, nerede ve ne kapsamda bir saldırıda bulunacaklarını tespit etmeleri her 
zaman mümkün olmamıştır. Bu sebepledir ki, uluslararası güvenlik ve askeri tarih literatüründe “sürpriz saldırı” en önemli konu başlıklarından biri olmuştur. 

Türkiye’nin hemen güneyinde uzun yıllardır yoğun çatışmalar devam etmektedir. Bu süreçte topraklarımıza yönelik bir kısmı hava unsurlarının kullanıldığı 
saldırılar ya da tacizler olmuştur. Bundan sonra da olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu düşünmek abartılı olmayacağına göre, Türkiye’nin hava savunma 
ihtiyacının acil bir ihtiyaç olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.

1991'DEN BERİ ARAYIŞ İÇİNDEYİZ

Türkiye ilk ihaleye 2013’te çıktı. Jeopolitik açıdan, çalkalanıp duran bir coğrafyanın tam ortasında ve 90 sonrası güney sınırımız fiilen tehdit üretiyor 
olsa da vaktiyle Rusya, Yunanistan daha öncelikli olarak tehdit algısı üreten komşularımızdı. Sorum şu; güvenlik ihtiyacı bu kadar yüksek bir ülke iken
“hava savunma sistemi sahibi olmayı istemek” için neden 2013’ü bekledik? 

Az önce söylediğim gibi, Türkiye çok uzun yıllardır hava savunma sistemlerine sahip olmak için girişimlerde bulunmuştur. En azından 1991 Körfez Savaşı’na 
kadar geri gidebiliriz. O savaş sırasında Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın işgal ettiği Kuveyt’i kurtarmak için bölgeye gelen ve büyük çoğunluğunu 
Amerikan askerlerinin oluşturduğu Koalisyon Kuvvetleri’nin konuşlandırıldığı Ürdün’e, Suudi Arabistan’a ve hatta İsrail’e Irak’ın attığı SCUD füzelerine karşı 
Amerikan Patriot hava savunma sistemlerinin kullanılması tüm dünyanın dikkatini çekmişti. Bu tarihten itibaren, Türkiye olarak, hem NATO içinde, hem ikili düzeyde askeri stratejik ilişkilerimizin olduğu Amerika’dan Patriot hava savunma bataryalarını almak için girişimlerde bulunduk. Türkiye ile ABD arasında süren görüşmelere, 1990’lı yılların ortalarında Türk-İsrail ilişkilerinde hızlı gelişmeler kaydedilmesi ve askeri boyutun bu ilişkilerde ön plana çıkmasıyla, İsrail de dahil oldu ve İsrail-ABD ortaklığında geliştirilen “Arrow-II” adlı hava savunma sistemi geliştirme projesine Türkiye’nin de dahil edilmesi olasılığı gündeme geldi. Ancak, bu konuda uzun yıllar süren görüşmelerden bir sonuç alınamadı.

BATI, TÜRKİYE'YE NEDEN SİLAH SATMIYOR? 

Başta ABD olmak üzere müttefikimiz olan Batılı ülkeler Türkiye’nin temel bir güvenlik ihtiyacını, -üstelik “neyse parası verilecek” olmasına ve silah sektöründeki rekabetin şiddeti ortada iken- karşılamak konusunda neden bu kadar isteksiz? ABD ve diğer müttefik Batı ülkelerinin hava savunma sistemi satmamasının, tabiri caizse ayak sürümesinin sebebi nedir? Türkiye teknoloji transferi de istediği için bir tür teknolojik kıskançlık mı? Bir süre sonra kendi hava savunma sistemini kurarak kendilerine bağımlılıktan çıkacak olmasından kaynaklı bir kar-zarar hesabı mı?

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Türkiye’nin hava savunma ihtiyacını karşılamak yönünde girişimlerinde belirleyici unsur, satın alınması düşünülen 
sistemlerin fiyatından ziyade, ülkemize sağlayacağı hava savunma yeteneği ve en az onun kadar önemli olan, alınacak sistemlerin zaman içinde teknoloji 
paylaşımı ve ortak üretim yoluyla Türkiye’de de üretilmesi idi. Sanırım, girişimlerimizden sonuç alınamamasının bana göre belirleyici sebebi bu yöndeki 
ısrarlı ancak haklı talebimizdi.

TEKNOLOJİK SIR PAYLAŞMAK İSTEMİYORLAR

Nasıl? 

 Örnek vermek gerekirse, önceki sorunuza cevap verirken bahsettiğim “Arrow-II” projesinde Türkiye’nin, beklenenin aksine, yer alamamasının ardında, 
gerek İsrail’in, gerek ABD’nin Türkiye ile en ileri seviyedeki bilim ve teknolojinin kullanıldığı silah sistemine ait sırları paylaşmak istememesi olduğu söylenebilir. Bu konuda Amerikalı yetkililer, ABD’nin değil asıl İsrail’in Türkiye ile teknoloji paylaşımı konusunda çekinceleri olduğunu ifade ederken, İsrailli yetkililer de asıl ABD’nin böyle bir paylaşım konusunda çekinceleri olduğunu vurgulamaktadırlar. 

Türkiye, müttefiklerinin benzer tutumuna, 1960’lardan itibaren nükleer güç santralleri kurmak istediğinde da maruz kaldı. Türkiye’nin sivil nükleer alanda bilimsel ve teknolojik kazanımlarını, zaman içinde özellikle Pakistan ile işbirliği yaparak askeri kullanıma çevireceği endişesini Batılı dostlarımız her dönemde yaşamışlardır ve ne yapıp edip Türkiye’nin bu yöndeki girişimlerinin sonuçsuz kalmasını sağlamışlardır. Nitekim, Türkiye nükleer alanda da, Batı’dan umudunu kesince Rusya ile işbirliği yapma yoluna gitti. Bu konu muhakkak ayrıca tartışılmalı.

YUNANİSTAN'IN S300'LERİ 


Yunanistan’ın yine Rusya'dan satın aldığı S300 kullanımına izin varken Türkiye’nin S400 alımı neden sorun oluyor? 

Öncelikle bir konuyu netleştirmekte yarar var. S-300 bataryasının Yunanistan’ın askeri envanterine girmesi, 1997-98 yıllarında, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Rusya’dan bu silah sistemini almakta ısrar etmesinin karşısında Türkiye’nin kararlı bir duruş sergilemesi sebebiyle, çözüm olarak bataryanın Yunanistan’ın Girit Adası’na yerleştirilmesi sonucu olmuştur. Türkiye bu konuda müttefiklerini olası bir çatışmaya tırmanabilecek bu girişim hakkında birçok kez uyardı ancak pek de sonuç alınabildiğini söylemek mümkün değil.

SİLAH SİSTEMLERİ VE ASKERİ DOKTRİNLER

Bu konuda Türkiye'de de farklı ve tartışmalı görüşler var? 

Geçenlerde, Anadolu Ajansı için yazdığım bir analizde değindiğim bu konuyla ilgili olarak bazı uzmanların eleştirilerini okudum. Şöyle deniliyor: “... 

Kıbrıs Rum Kesimi NATO’ya üye değildir, dolayısıyla, NATO’nun ittifaka üye olmayan üçüncü bir ülkenin silah alımına itiraz etmesi ... söz konusu olamazdı.” 
Burada bir konu unutulmuş. Yunanistan bir NATO üyesi ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ilişki düzeyi ve aralarındaki sıkı bağlar herkesin malumu. 

Hepsinin ötesinde Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında Kıbrıs Barış Harekatı’nı takip eden dönemlerden itibaren ortak askeri doktrin 
geliştirildi ve buna bağlı olarak her yıl düzenli bir şekilde askeri manevralar gerçekleştiriliyor. Eğer S-300 bataryası Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne 
konuşlandırılmış olsaydı, Türkiye’nin Ada’ya olası askeri müdahalesi söz konusu olduğunda Yunanistan, ortak askeri doktrin çerçevesinde, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ortak askeri doktrin çerçevesinde birlikte hareket etmeyecek miydi ve S-300leri kullanmayacaklar mıydı?

Aynı konuyla ilgili olarak daha vahim bazı değerlendirmeler yapılıyor ve şöyle deniliyor: “... 1990’lı yılların Rusya’sıyla günümüz Rusya’sı arasında dağlar 
kadar fark vardır ... Komünizmin ve SSCB’in çökmesi sonrasındaki dönemde kolu kanadı kırılmış, askerlerini beslemekten bile aciz o günün Rusya’sıysa, 
bırakın NATO tarafından tehdit olarak görülmeyi ... sattığı silahlar kimseyi kaygılandırmamaktadır.” Bu mantığı anlamak gerçekten güç. Rusya’nın 1990lı 
yıllar boyunca içinde bulunduğu zor şartlar herkesin malumudur. Ama yine unutulan önemli bir husus var. O da, Rusya, SSCB’nin onbinlerce nükleer 
silahını devraldı ve bunların önemli bir kısmı o “aciz” olduğu şartlarda bile operasyonel durumdaydı. Bu sebepledir ki, Rusya SSCB’nin dağılmasından 
hemen sonra “Yakın Çevre Doktrini” ile ulusal çıkarlarına karşı olabilecek en ufak girişimde dahi nükleer silahlarını kullanabileceğini tüm dünyaya duyurdu. 
Silah sistemleri hakkında teknik bilgiye sahip olmak, o sistemlerin uluslararası ilişkiler açısından etkisini değerlendirmek için yeterli olmaz!

NATO S300'Ü İNCELEYEBİLMEK İÇİN SES ÇIKARMAMIŞ OLABİLİR 

Peki. Sorumu hatırlatayım: S-300 bataryasının Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ya da Yunanistan’a konuşlandırılmasına NATO müttefiklerimiz neden karşı çıkmadı da Türkiye'nin alımı için "endişeliyiz" diyorlar? 

Bunun birçok sebebi var. Unutmayalım, Yunanistan’ın gerek ABD, gerek AB nezdindeki lobi yeteneği ve bağlantıları, hemen her konuda Türkiye ile olan 
ilişkilerinde kendisine avantaj sağlamıştır. Ancak, S-300 krizi özelinde bakarsak farklı bir sebep daha sayabiliriz. 
O da, başta ABD olmak üzere NATO   müttefiklerimiz S-300 sistemini her yönüyle rahatça inceleyebilmek, teknolojik özelliklerini detaylı bir şekilde anlamak istemiş olabilirler. Bu sebeple de müttefik ülke Yunanistan’a gelmesine ses çıkartmak istememiş olabilirler. Bu olasılığı da hesaba katmak gerekir.

S400 YENİ NESİL TEKNOLOJİ 

S300 ile S400 arasında nasıl bir fark var? Türkiye’nin tercihi neden S400? 

S-400’ler, S-300’lerin çok daha gelişmiş ve operasyonel etki alanı daha geniş olan bir versiyonu. Yani, bir sonraki nesil teknoloji kullanılıyor. 

Evet, S-300’lere nazaran daha az test edildiği söyleniyor ancak konunun yerli ve yabancı uzmanlarının görüşü bu yönde.

LOBİLER ÇALIŞIR, TESLİMATLAR PÜRÜZSÜZ OLMAZ

Diyelim ki süreç neticelendi, füzelerin yerleştirilmesi, entegrasyonu vesaire ne kadar zaman alır?

İran, on yıldan fazla bir süre önce, henüz S-400’lerin geliştirilmediği dönemde Rusya’dan S-300’ler almak için sipariş vermişti. İran’ın kısa sürede almayı umut ettiği bataryalar, diğer faktörlerin yanı sıra özellikle İsrail’in bu gelişmeden endişe duyarak Rusya nezdinde yaptığı lobi girişimleri sebebiyle yıllarca geciktirilerek daha geçen sene teslim edildi. Türkiye’nin bu kadar beklemesi umulmuyor tabiki. Ancak, unutmamak gerekir ki, stratejik silah sistemlerinin teslimatları pek de pürüzsüz olmaz. Bunun birçok örneği mevcuttur. Siyasi gelişmeler, silah sistemi satışından kaygı duyan çevrelerin lobisi ya da baskısı sonuç verebilir. Türk tarafında en üst düzeyde yapılan açıklamalardan Rusya’dan S-400 alımı sürecinin sonuna gelindiği anlaşılıyor. 

Bu konuda Rusya’dan benzer bir açıklamayı ben henüz görmedim. Ancak, Türk tarafının açıklamasının muhakkak bir zemini vardır diye düşünüyorum. 
Alınacak sistem sayısı, toplam maliyeti ve teslim süresi konusunda basına yansıyan resmi bir bilgi yok. Bazı tahminler mevcut ama ben bir tahminde 
bulunmak istemem. Bekleyip göreceğiz.

ENTEGRASYON İÇİN ARAYÜZ GELİŞTİRİLECEK

2013’te açılan ilk ihaleyi en düşük ücreti veren ve Türkiye’nin şartlarını kabul eden Çin kazandı ama iki-üç yıl süren tartışmalar sonrasında ihale iptal edildi. 
Şimdi malum, Rusya ile sona yaklaşılıyor. Yine Batıdan sitemler, olmazlar, hatta tehditler geliyor. Önce şunu sorayım. Bu itirazların teknik açıdan bir değeri 
var mıdır? NATO sistemiyle entegrasyon sorunu olur mu? 

 Gerek Çin, gerek Rus hava savunma sistemlerinin Türkiye’de konuşlandırılması NATO açısından elbette sorun yaratır. Çünkü her iki ülke de NATO’nun müttefiki değil ve ortak operasyonel kapasite geliştirmiş değiller. O sebeple, Türkiye’nin Çin firmasından hava savunma sistemi almak girişimi sırasında bu konu yoğun biçimde dile getirildi. Türk uzmanlar, teknik açıdan çözüm yöntemleri olduğunu ve geliştirilebilecek “arayüz” denilen bir mekanizma ile satın alınacak sistemin NATO sistemi ile entegrasyonunu sağlayabileceklerini ortaya koydular. Ancak, o dönemde benim de konu hakkında görüşlerini aldığım çok üst düzey bir NATO yetkilisi, “evet teknik açıdan bu mümkün olabilir ama biz bu fikirden hoşlanmıyoruz” şeklinde ifade kullanmıştı. 

Benzer yaklaşım bugün Rus sistemi ile bağlantılı olarak sergileniyor. Bu durumu anlamak mümkün. Tabii ki ideal olanı, Türkiye’nin önemli bir üyesi olduğu 
NATO ittifakı içindeki ülkelerden bu sistemleri makul fiyatlara satın almak, zaman içinde teknoloji paylaşımı ve ortak üretim de yaparak tüm Türkiye 
topraklarının hava savunma sistemleri ile donatılmasını sağlamak olmalı.

FÜZE KALKANI YETERSİZ 

Ancak, burada unutulmaması gereken birbiriyle bağlantılı iki husus var: Bunlardan birincisi, Batılı müttefiklerimizin bize bu sistemleri bizim arzu ettiğimiz şartlarda satmaya yanaşmamaları ve biz Çin’den ya da Rusya’dan almak gibi bir girişimde bulunduğumuzda bunu engellemek ya da süreci uzatmak için “gelin görüşelim” diye tekrar masaya dönmek istemeleri. Bu konuda Türkiye sanırım epey tecrübe kazandı.

İkinci husus ise, Türkiye, NATO’nun “Füze Kalkanı” olarak bilinen ortak hava savunma sisteminin içinde olsa dahi tamamen coğrafi ve teknik sebeplerle 
hava sahasının tümünün İttifak tarafından korunması mümkün olmayacaktır. 

Bu sebeple, bir şekilde, ek hava savunma sistemine sahip olması gerekecektir. 
Bunu da ya satın alma yoluyla, ya da kendisi geliştirmek yoluyla yapabilir. Üçüncü bir ihtimal yok. Satın almak konusundaki sıkıntıları anlattım. 

Kendi savunma sanayimiz ile geliştirmesi hedefi konulmuştur ama bu zaman alacaktır.

PATRİOTLARI EN KÜÇÜK KRİZDE GERİ ÇEKTİLER 

Tüm bunları dile getirdiğiniz zaman, “Füze Kalkanı’nın kapsama alanı dışında kalan bölgelere müttefikler tarafından Patriot veya benzeri sistemler 
yerleştirilebileceği” söyleniyor. 
Evet, bu mümkün ve örnekleri de var. Ama yine unutulmaması gereken iki husus bulunmakta. Birincisi, Haziran 2012’de Suriye tarafından askeri uçağımız düşürüldüğünde, konuyu NATO’ya taşıdığımızda, talep ettiğimiz hava savunma sistemleri Aralık 2012’de yani 6 ay sonra ancak konuşlandırılabildi. Bu, özellikle bir kriz yaşanması durumunda, oldukça uzun bir süre ve sebebi önemli ölçüde siyasidir.

Bununla bağlantılı ikinci husus ise, Suriye sınırına yakın bölgelere Patriot bataryalarını konuşlandıran Hollanda ve Almanya, Türkiye ile yaşadıkları siyasi sorunlar sebebiyle, daha iki yıl geçmeden sistemlerini geri çekme kararı aldılar. 
Dolayısıyla, ülke güvenliği açısından stratejik önem arz eden askeri sistemlerin siyasi polemikler yaşanması sonucunda kolayca geri çekilebilecek olmasını da hesaba katmak gerekir.

TÜRKİYE'NİN HAVA GÜCÜ CAYDIRICI GÜCE SAHİP 

Türkiye'nin daha fazla gecikmeden hava savunma sistemine sahip olması gerektiği açık. Ama şu da mühim: S400 ile birlikte Türkiye hava savunması 
bakımından tam bir caydırıcılığa sahip olabilecek mi? 

Hava savunma sistemlerinin caydırıcılığı her zaman için kısıtlıdır. Bu yöndeki etkisi, daha ziyade, elinde kısıtlı sayıda hava gücü olan ülkelerin etkili sonuç 
alamayabileceğini düşündürtmektir. Yani, düşmanın “uçaklarımı ya da füzelerimi kullanırsam ve bunlar hedeflerine varmadan yok edilirlerse o zaman askeri 
gücüm zayıflar” diye bir düşünceye kapılmasını sağlayabilir. Esas caydırıcı olan derin vuruş yeteneği içeren hava gücüdür. Bir başka deyişle, saldırı yapılan 
ülkenin iç bölgelerine, korunaklı olduğu düşünülen bölgelerine, yani stratejik derinliğinin ötesine erişebilecek menzile sahip uçaklar ve balistik ya da seyir 
füzeleri caydırıcılık sağlar. Bu kapasiteyi geliştirmek önemlidir. Türkiye’nin uçak kategorisinde kayda değer hava gücü mevcuttur. Bu çerçevede, F-16’ların 
uçuş sürelerini ve dolayısıyla menzillerini fazlasıyla uzatan havada yakıt ikmali yapabilen tanker uçaklar ile operasyonel alanda koordinasyonu sağlayan 
erken ihbar AWACS uçakları TSK’nın envanterinde bulunmaktadır. Bu yönüyle Türk Hava Kuvvetleri’nin caydırıcı güce sahip olduğunu düşünebiliriz.

S400 ALIMI STRATEJİK SONUÇ DOĞURMAZ

Türkiye’nin ilk nükleer santralini Ruslar yapıyor. Cenevre görüşmelerinin “dostlar çözüm arayışında görsün”den ibaret olduğunun anlaşıldığı noktada Türkiye ve Rusya Astana sürecinde garantör olup yol aldı, Suriye’de güvenli bölgeler oluşturuyor. Yani artan işbirlikleri stratejik bir sonucun kilometre taşları sayılmalı mı? 
Önce müsaadenizle bir ufak düzeltme yapayım. Akkuyu’da Ruslar tarafından kurulan nükleer santral Türkiye’ye ait değil, Rusya’ya ait. 
Türkiye topraklarında Rusların kurdukları, sahip olup işletecekleri bir santral. Türkiye üretilecek elektriği alma garantisi veriyor. Zaman içinde de belli oranda hisseye sahip olacak. 

Rusya ile, sizin de bahsettiğiniz önemli konularda stratejik seviyede işbirliği yapılıyor. Şimdi de S-400 alımı söz konusu. Ancak, bütün bunlar Türkiye ile 
Rusya’nın bir ittifak ya da benzeri bir yapı içinde, her konuda birlikte hareket edecekleri anlamına gelmez. Bunun sebebi, hem uzun tarihsel ilişkilerin halen 
daha zihinlerde yarattığı karşılıklı güven eksikliği, hem de, günümüzde, her ülkenin diğer her ülke ile belli sürelerle sorunlar yaşaması ama yine belli 
sürelerle ortaklıklar geliştirmesine imkan verecek, hatta bunu zorunlu kılabilecek, bir konjonktürden geçiyor olmamız şeklinde özetlenebilir.
Kaldı ki, bazı ülkelerle işbirliği yapmaktan dolayı diğer bazı ülkelerle işbirliği yapılmayacağı anlamına da gelmez. Bunun somut bir örneğini verebilirim. 

Hindistan sivil nükleer enerji alanında 2003 yılından itibaren ABD ile çok yoğun ilişki içinde ve bu alandaki kazanımlarının askeri alana yansıtılmayacağının 
garantisi yok. Pakistan da bu durumdan son derece rahatsız. Hindistan, ayrıca, askeri alanda İsrail ile nükleer başlıklı füze fırlatabilen denizaltı ve uzay 
sistemleri geliştirilmesi ve benzeri ileri teknoloji gerektiren konularda işbirliği yapıyor. Aynı Hindistan, Rusya ile üstün yeteneklere sahip savaş uçağı da 
geliştiriyor. Ama, ABD ya da İsrail Hindistan’ın bu girişiminden endişe duyduğunu dile getirmiyor. Türkiye’nin girişimlerini, içinde bulunduğumuz konjonktürü de dikkate alarak, “şu sistemi savunuyor o zaman bu Transatlantik çidir”, ya da “bu sistemi savunuyor o zaman bu Avrasyacıdır” gibi klişe ve anlamsız yaftalamalar kullanmadan analiz etmek gerekir.

2023 HEDEFİ: TAM BAĞIMSIZ SAVUNMA SANAYİ 

 Türkiye epeydir yerli-milli bir savunma sanayii oluşturmaya, bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koyduğu hedef “2023’e savunma sanayiinde tam bağımsız olarak girebilmek”. Sivil alandan bir uzman isim olarak değerlendirir misiniz; şu an nitelik ve nicelik açısından ne durumdayız?  

Savunma sanayii, bilim ve teknolojinin sınırlarının zorlandığı oldukça gelişmiş altyapı, insan gücü ve tabii ki mali kaynak gerektiren bir alan. Dolayısıyla 
bu alanda tam bağımsızlık hedefine varmak için devletin, özel sektörün ve üniversitelerin tam bir koordinasyon içinde uzun vadeli projelerle çok sıkı 
çalışmasının sağlanması gerekir. Bu yönde atılacak bütün adımların muhakkak her bakımdan fazlasıyla geri dönüşleri ve kazanımları olacaktır. 

Ne kadar erken bu yönde koordineli çabalar arttırılırsa o kadar fazla yol alınır ve daha kısa sürede hedefe yaklaşılır. Şu an, eskiye nazaran çok daha 
ileri safhalarda olduğumuzu söylememiz mümkün. Ancak, ülkemizin karşı karşıya olduğu tehditler değerlendirildiğinde daha yapılacak çok iş olduğunu 
söylemek yanlış olmaz. Unutmayalım, başlamak bitirmenin yarısıdır.

FETÖ'NÜN TEMİZLENMESİYLE TSK DAHA GÜÇLÜ

Türkiye karşı karşıya olduğu tehditler; FETÖ’nün devletimize-TSK’ya verdiği zarar ve PKK’nın güney sınırımızda ABD eliyle devletleştiriliyor olması 
bakımından değerlendirirsek; Türkiye askeri açıdan yeterli donanım ve operasyon gücüne sahip mi gerçekten? 

Geçen yıl yaşadığımız darbe girişiminin yarattığı travmanın toplumumuzun hemen her kesiminde halen hissedilmekte olduğunu düşünüyorum. 

İnsan ister istemez kendine hep şu soruyu soruyor: darbe girişimi başarılı olsaydı ülkemiz bugün nasıl bir durumda olacaktı? Türk Silahlı Kuvvetleri yaşanan darbe girişiminden muhakkak ki sayısal anlamda en fazla etkilenen kurumumuz olarak öne çıkıyor. Ancak, askeri kurumlar açısından asker sayısı, silah kapasitesi ve teknik donanım ne kadar önemli ise, disiplin, inanç ve moral de en az o kadar önemlidir. Ben, Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi iken, 
Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulan NATO Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde Ocak 2006 ile Ocak 2013 yılları arasında Akademik Danışman statüsünde yarı zamanlı olarak 7 yıl görev yaptım. Çok sayıda değerli TSK mensubu ile birlikte çalışma fırsatım oldu. 

Haklarında kumpas kurularak yıllarca hapis yatmalarına sebep olan suçlamalarla karşılaştıklarında dahi “bunu da bir görev olarak görürüz, vatan ve millet için ne gerekiyorsa yaparız” dediklerini hep hatırlıyorum. Gerçek bir Türk askeri, başka orduların 5 hatta 10 askerine bedeldir demek fazla abartılı olmaz. 

Bunu sağlayan, disiplin, inanç ve vatan sevgisidir. İçlerinde yuvalanmış yapının bertaraf edilmesinden sonra silahlı kuvvetlerimizin çok daha güçlü bir konuma geldiğine inanıyorum. 

Bu sebeple, hiç bir ülkenin ülkemizin şu an içinden geçmekte olduğu zorluklar dan istifade etmek gibi büyük bir hataya düşmeyeceğini umarım. 
Ağır bedel öderler!

Bu Yazı 7 Ağustos 2017 Tarihinde Star Gazetesi'nde Yayımlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/8918/-hava-savunma-sistemi-turkiye-icin-acil-ihtiyac/#.XS2q9FKP7IU

***