ÜMİT ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÜMİT ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haziran 2016 Pazartesi

Davutoğlu’nun Radikal Sunni Merkezli Ortadoğu



Davutoğlu’nun Radikal Sunni Merkezli Ortadoğu Politikası



YAZAR; ÜMİT ÖZDAĞ
16 MART 2012



Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Arap Baharı sürecinde Türk dış politikasının eksenini radikal sunni merkezli bir eksene oturtmuştur.


Bu politika sonucunda Ortadoğu'da Türkiye'nin müttefikleri değil, AKP'nin politik müttefikleri zemininde bir dış politika izlenmektedir. 

Örneğin Türkiye'nin Suriye'de izlediği, bu ülke ile yüksek gerilim yaratan politika Şam'da Suriye Ulusal Konseyi'nin üyelerinden olan Müslüman Kardeşlerin iktidara getirilmesini hedeflemektedir.

Suriye'de Müslüman Kardeşler Mısır'da olduğu gibi demokratik bir seçimleri kazanarak iktidara gelebilecek güçte olsalar bu noktada önemli bir sorun olmaz. Ankara'nın Suriye'de demokrasiyi desteklemesi yeter. Ancak Suriye'de Müslüman Kardeşler, baba Esad'ın aldığı önlemler sonucunda ağır darbeler almışlardır. Bundan dolayı Müslüman Kardeşler Suriye siyasetinde güçlü değildirler. Yarın yapılacak demokratik bir seçimden en büyük parti çıkma ihtimali de zayıftır.

Suriye'de Müslüman Kardeşlerin İslami alanda boşalttığı yeri özellikle ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra güçlenen ve Amerikan güçleri ve Şiilere karşı savaşan Irak Selefi hareketlerinden 2003-2012 arasında etkilenen selefi hareketler büyük ölçüde doldurmuştur. Bir seneden buyana bu hareketlerin açık bir şekilde katar üzerinden Suudi Arabistan aracılığı ile desteklendiğini görmekteyiz.

Davutoğlu'nun Suriye'de Müslüman Kardeşleri destekleme politikası bir yandan Suriye'de zayıf ata oynamayı beraberinde getirirken Türkiye'nin Suriye'de hiçte küçümsenmeyecek oranda olan laik rejimi destekleyen sunni Araplardan, Hıristiyanlardan ve kısmen Esad'a kızgın olan Nasurilerden koparmaktadır. Oysa Türkiye'nin Suriye'deki etki alanı AKP'nin etki alanından çok daha geniştir. Bir sene öncesine kadar Ankara'nın izlediği ve doğru olan kapsayıcı ve içten dönüştürücü siyasette bunu çok açık bir şekilde göstermiştir.

Ankara'nın ulaşılan noktada yapması gereken hızla Annan'a BM ve Arap Birliği tarafından verilen misyonu gerçekleştirici bir politika izlemektir. Bu ise Esad rejimi ve muhalifler arasında önce ateşkesin sağlanmasını gerçekleştirmek sonra Esad'ı dışlamayan bir demokratikleşmenin çerçevesinin sağlanması için Suriye'deki bütün kanatları kapsayıcı bir söylem ile bu ülkeye yaklaşmaktır.

Davutoğlu'nun sunni merkezli siyasetinin ikinci ayağı kendisini Irak politikasında göstermiştir. Davutoğlu, bir süreden buyana Irak'ta sunni Arapların federasyoncu tezlerini desteklemektedir. Şii Araplar ise 2000'li yıllarda federasyoncu bir çizgiyi izledikten sonra federasyonun Irak'ı parçalayacağını görerek, şiddetle federasyona muhalefet etmektedir. Şii Arap erkekler yakalarından büyük bütün Irak rozetleri, şii kadınlar bütün Irak kolyeleri ile ülkelerinin bütünlüğü için çalışmaktadırlar.

Davutoğlu ve Türkiye 2003 sonrasında Türkmenleri Ankara politikalarından tasfiye eder, hatta onlara Irak'ta sunni Arapların içinde erimeyi önerirken, Ankara'nın Irak politikasını sunni Arap partiler üzerine kurmuştur. İran'ın şii Araplar üzerinde büyük bir etkisinin olduğu bir dönemde bu geçici bir zorunluluk olarak ta görülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, şii Araplar Türkiye'ye de tarihsel olarak çok uzak değildirler.

2. Abdülhamit han'ın akıllı şii Arap politikası sonucunda, şii Arap aşiretleri Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu'nun yanında sonuna kadar savaşmışlardır. Sunniler ise İngilizlerin yanında yer almıştır. Bundan dolayı İngiliz manda yönetimi Irak devletini kurarken azınlıktaki sunni Araplara dayanmış, şii Arapları ise cezalandırmıştır.

Ankara'nın sunni Arap partileri desteklemesi, şii Araplar ve Irak'ın bütünlüğü en önemli siyasi hedefi olan Maliki'yi dışlaması, karşısına alması anlamına gelmemelidir. Amerikan Ordusu'nun çekilmesinden sonra Irak Şiiliği zaman içinde üzerindeki İran etkisini azaltacaktır. Ancak bunun için Türkiye'nin Bağdat'a ve Maliki'ye yönelik siyasetinin dışlayıcı bir siyaset olmaması gerekmektedir. Oysa Ankara'nın bugün gerek Irak'ta gerek Suriye'de izlediği siyaset, Maliki'yi Tahran'a doğru yaklaştırmakta, Ankara'dan uzaklaştırmaktadır.

Türk dış politikasını sadece iktidar partisinin ideolojik çizgisi üzerine oturtmak Türkiye'nin iktidar partisinden çok daha büyük olan potansiyelini inkar etmek, kullanamamak anlamına gelmektedir.

Bugün Davutoğlu bunu yapıyor.








26 Haziran 2016 Pazar

Bir Başka Görünmeyen Tehdit Suriye Normu






Bir Başka Görünmeyen Tehdit:Suriye Normu


Yazar: Ümit Özdağ
02 MART 2012 CUMA


Çünkü NATO Libya'ya insani müdahale kavramına dayanan bir askeri müdahale gerçekleştirerek Kaddafi'nin önce devrilmesinin sonra öldürülmesinin önünü açtı.

Buna rağmen insani müdahale kavramı uluslar arası ilişkiler alanına yeni girmiş, tartışmalı ve tehlikeli bir kavram/eylemdir. Çünkü kimin kimi hangi şartlarda ve nasıl koruyacağının bir hukuki çerçevesi olmadığı için rahatlıkla insani görünümlü milli egoist planların aracı olabilmektedir. Uluslar arası ilişkiler pratiğinde olduğu gibi teorisinde de yeni olan bu yaklaşım çok kısa zamanda yoğun bir şekilde "pro-kontra" boyutları ile tartışılmıştır.

Bu konuda önemli iki farklı yaklaşımı savunan makale dünyanın en çok satan dış politik dergisi olan Foreign Affairs'de yayınlanan iki makale konuyu insani müdahalenin faydaları ve zararları zemininde tartışmıştır. Bu makaleler derginin k-Kasım/Aralık 2011 sayısında yayınlanan WESTERN, Jon, GOLDSTEİN, Joshua S., "Humanitarian Intervention Comes of Age: Lessons From Somalia to Libya" yazdığıve insani müdahaleyi savunan makale ile VALENTİNO,Benjamin A., yazdığı "The True Costs of Humanitarian Intervention: The Hard Truth About a Noble Notion" adlı ve insani müdahaleye karşı çıkan makaledir.

Türkiye'de ise 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından çıkarılan 21. Yüzyıl dergisinin Ekim 2011'de çıkan34. Sayısında Prof. Dr.Füsun Arsava'nın kaleme aldığı " Kuvvet Kullanma Yasağı-Egemenlik Prensibi ve İnsani Müdahale " adlı makalesi, Gözde Kılıç Yaşin'in " Araçsallaştırılan İnsani Müdahale ve Siyasallaşan Uluslar arası Hukuk " adlı makalesi ve Dr. Sait Yılmaz'ın "Uluslararası Müdahale ve Meşruiyet, Libya Örneği " adlı makalesi büyük önem taşımaktadır.(Dileyen okurlar bu üç makaleyi  www.21yyte.org'dan okuyabilirler.)

İnsani müdahale ile ilgili tartışmaların Suriye'de Esad rejiminin devrilmesi için bu ülkeye yapılması planlanan/tartışılan " İnsani müdahale " tartışmaları sırasında yeni bir aşamaya taşındığı görülmektedir. Bu yeni aşamada nihayet milli devletlerin varlığını sorgulayan bir boyuta ulaştığı görülmektedir. 

Amerikan Deniz Kuvvetleri Akademisi öğretim üyesi ve National Interest dergisinin eski editörü Nikolas K. Gvasdev, 1933 Montevideo Anlaşması ile egemenlik hakları belirlenen uluslar arası sistemdeki ulus-devlet anlayışının aşıldığını iddia etmektedir.Gvasdevi " Suriye Olayının " " Suriye Normu " diye anılan ve devletlerin otoritesini reddedenlere karşı kuvvet kullanma hakkını sınırlayan bir anlayışı ortaya çıkardığını ileri sürmektedir. (Nikolas K. Gvasdev,The Realist Prism:Syria, Kosovo Highlight Sovereignty's Enclave Problem, World Politics Review, 17 February 2012)

Nikolas K. Gvasdev, Suriye Normunun kısa bir süre içinde Türkiye'de PKK'ya, Kolombiya'da FARC'a, Filipinlerde komünist ve İslamcı asilere karşı uygulanan isyan bastırma uygulamalarının sorgulanmasını beraberinde getireceğini ifade etmektedir. Gvasdev'e göre bunun sonucu, devletlerin topraklarının bir bölümünde egemenliklerinin sınırlanması olacaktır. Üstelik bu konuda Güney Kafkasya'da üç egemen devletin yanında üç uluslar arası sistem tarafından tanınmayan devletçiğin (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya) birlikte yaşaması bunun olabilirliğini göstermektedir.

İnsani müdahale sürecinde çok hevesli görünün AKP Hükümetinin "Suriye Normu" şeklinde ortaya atılan anlayışın ışığında kısa bir süre sonra Türkiye'nin önüne ne türlü sorunlar koyabileceğini tekrar düşünmelidir. Ankara'daki karar alıcıların birde bu açıdan bakmasında Türkiye'nin milli birliği ve menfaatleri açısından büyük fayda vardır. Çünkü çok kısa bir süre sonra Suriye'de iç savaş başlar, Suriye Kürtleri Suriye'den ayrıldıklarını ve K. Irak ile birleştiklerini açıklar ise PKK Hakkari-Şırnak-Diyarbakır ekseninde bir kent merkezlerini de kapsayan bir ayaklanma başlatır ise Türk Ordusu ve Emniyet Genel Müdürlüğü bugün Humus'ta Suriye Ordusu'nun içine düştüğü duruma düşürülebilir.

Bazıları buna " Türkiye'de demokratik seçimler ile gelmiş bir hükümet var. Suriye ile meşruluk açısından karşılaştırılamaz " cevabını verebilir. Sizce Nikolas K. Gvasdev Türkiye'de demokrasi olduğunu bilmiyor mu?

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2012/03/02/6516/bir-baska-gorunmeyen-tehditsuriye-normu

..

Ayn El Arap’ta Bilmediğimiz Neler Oluyor?


Ayn El Arap’ta Bilmediğimiz Neler Oluyor?

Yazar: Ümit Özdağ
21 ŞUBAT 2015 CUMARTESİ

Bir ara dünya basının manşetlerinden inmeyen Ayn El Arap’da IŞİD ile PKK arasındaki çatışmalar artık Türk basınında da dünya basınında da yeterince ilgi görmüyor. Oysa çatışmalar devam ediyor. IŞİD hala Ayn El Arap’ın % 65’ini kontrolü altında tutuyor. PKK, kent çatışmalarında IŞİD’den ciddi bir şekilde dayak yiyor. Ancak bu arada 2015’te Türkiye içinde gerçekleştirmeyi hedefledikleri kent ayaklanmaları için de önemli bir deneyim kazanıyorlar. Ancak Ayn El Arap PKK dili ile Kobani, dünya medyasında yürütülen psikolojik harekat için işlevini yerine getirdi. Meşhur bir film vardır. Konusu 2. Dünya Savaşı sırasında geçen gerçek bir olaydan alınmıştır. Bir Alman iş adamı fabrikalarında çalıştırılan ve sonra toplama kamplarına öldürülmeye yollanan Yahudi işçilerin hayatlarını kurtarır. İş adamının adı Schindler’dir. PKK’da Ayn El Arap çatışmaları sırasında Yezidileri kurtararak, kafa kesen IŞİD’e karşı zavallı Yezidileri kurtaran Schindler oldu. Böylece, “küresel vicdan” PKK’nın FKÖ’leşmesine hazırlandı.
PKK bu aşamada o kadar önem kazandı ki, Obama ve Erdoğan, PKK’dan dolayı tartıştılar. Erdoğan, Obama’ya “Ayn El Arap’ta sivil kalmadı. Kalanlar sadece PKK ve PYD’li teröristler. Sakın bunlara yardım etmeyin” demesine rağmen, Obama sadece PKK/PYD’ye Amerikan askeri yardımı yollamakla kalmadı, ABD’nin PYD’yi terörist örgüt olarak görmediğini açıkladı. (Bu sanki ABD’nın El Nusra’ya destek verme şeklindeki ısrarlarına El Nusra’yı terörist örgüt olarak görmediğini söyleyen Ankara’ya verilmiş bir cevaptı.) Amerikan Başkanı Erdoğan’ı da peşmergelerin Türkiye üzerinden geçerek Ayn El Arap’taki PKK’lılara yardım götürmesini kabul etmeye zorladı. Amerikan Hava Kuvvetleri, Ayn El Arap’a saldıran IŞİD mevzilerini bombalarken, emekli Amerikan özel kuvvetleri mensupları ve uçaklara yerden hedef gösteren Amerikalı uzmanlar da PKK/PYD’liler ile omuz omuza IŞİD’e karşı savaştılar.  
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayn El Arap’ta PKK’ya atılan yardımların bir kısmının IŞİD’in eline geçtiğini söylerken, Pentagon yetkilileri bu açıklamayı yalanlayarak, bir anlamda Erdoğan ile polemiğe girdiler. Erdoğan, bir üst aklın Ayn El Arap’tan Kürt koridorunu açmaya çalıştığını söyleyerek, ABD’yi dolaylı ancak sert bir şekilde suçladı.
Bütün bunlar olurken, Ayn El Arap’ta ve diğer bölgelerde IŞİD saflarında emekli Türk özel kuvvet ve polis özel harekat mensuplarının tamamen gönüllü olarak PKK’ya karşı savaştığına dair bir bilgi bir gazeteci dostum üzerinden bana ulaştı. Ona da söyleyen çok iyi tanıdığı bir emekli subay dostu idi. Bu emekli subay dostunun devre arkadaşı özel harpçi bir emekli subay Ayn El Arap’tan kısa bir süreliğine Türkiye’ye gelmiş ve buluşmuşlardı. Gazeteci arkadaşım, “Hocam ne dersiniz? Mümkün mü böyle bir şey?” diye sordu. Ayrıca bana bir de IŞİD saflarında çarpıştığını söylediği emekli subay, astsubay ve polis sayısını verdi. Kendisine sayının çok fazla olduğunu, bu kadar çok sayıda emekli Türk gönüllünün Ayn El Arap ve diğer bölgelerde savaşmasının mümkün olmadığını, böyle bir şey olsa dahi sayının çok daha az olabileceğini söyledim. Ve ekledim: “Haber kaynağın senin için ne kadar güvenilir olur ise olsun bence tek kaynağa dayanarak bu haberi yapma.”
Bu konuşmadan çok kısa bir süre sonra çok tanınmış bir dış politika uzmanı akademisyen ile (devletin/belki de Türkiye’de olduğu şekli ile bir kaçının dinleyerek kaydettiği) yaptığım telefon görüşmesinde çok benzer bilgiler edindim. Akademisyen dostum, bu bilgilerin yazılmamasını birilerinin kendisinden rica ettiklerini telefonda söyledi.

Bu bilgiyi Türkçeye tercüme edersek karşı karşıya olduğumuz durum şuydu

Ayn El Arap’ta PKK’nın arkasında (emekli) Amerikan özel kuvvetçiler vardı. IŞİD’in arkasında ise (emekli) Türk özel kuvvetçi ve (emekli) özel harekatçılar vardı. Eğer bu gerçek ise durumun ne kadar vahim ve ağır olduğunu söylemeye gerek yok. Buna rağmen bu hala benim için yetersiz bilgiden dolayı tartışılır/eksik teyitli istihbaratı kamuoyu ile paylaşmanın bir anlamı yoktu.
Ancak birkaç gün önce PKK’nın sitesi olan ANF’de bir haber çıktı. 

Haberde PKK’nın farklı zamanlarda Ayn El Arap ve Musul’da 12 Türk özel harekatçı polis ve MİT görevlisini IŞİD mensubu Zannederek ” Öldürdüğü açıklanıyordu.  PKK, öldürdüğünü iddia ettiği MİT mensupları ve polis özel harekatçıların isimlerini de şu şekilde veriyordu: (İsimleri vermiyorum…) Aydınlık gazetesi bu haberi 
30 Aralık 2014’te küçük bir haber olarak 

“ PKK: Yanlışlıkla 12 MİT’çi öldürdük ” başlığı ile veriyordu. Bu haber Sözcü gazetesinde daha kapsamlı olarak çıktı. Şu ana değin MİT’ten Aydınlık’ta ve Sözcü’de çıkan haberler ile ilgili bir yalanlama gelmedi. PKK’nın doğru söylediğini varsayalım. 12 Türk gönüllüyü öldürdüler. Peki, öldürdüklerini iddia ettikleri MİT mensuplarının isimlerini nereden biliyorlar?  

Cemil Bayık da Ocak 2015 başında Alman Die Zeit gazetesine verdiği demeçte şöyle demektedir: “ IŞİD ve Özgür Suriye Ordusu içerisinde Türk özel kuvvetlerinden unsurlar var. Bunlar hiç bir yerde kaydı olmayan, gayri resmi birlikler. Onlar bize karşı savaşıyor. Türkiye, resmi güçleri ile artık bize karşı savaşamaz, ancak bu tür unsurlarla yapabilir. ” 
(Nakleden Radikal, 5 Ocak 2015)

IŞİD mensuplarının görünümlü kılık kıyafetleri ve silah donanımlarını artık Edirne’nin bir ilçesindeki 16 yaşını geçmiş çocukların bile tanıdığı göz önünde tutulur ise “PKK’lılar nasıl MİT mensuplarını IŞİD’ci zannederek yanlışlıkla öldürmüşlerdir?” sorusu meşru bir sorudur. Acaba yukarıda ismi verilen kişiler IŞİD görünümlü kılık ve kıyafetli oldukları için mi PKK yanlışlıkla öldürmüştür? Yoksa ismi verilenler çatışma içinde mi öldürülmüştür? Acaba gerçekten PKK tarafından öldürülen Türk emekli/görevde yetkili var mıdır? Var ise Ayn El Arap’ta gerçekten neler oluyor? Amerikan emekli özel kuvvetleri ile Türk emekli özel kuvvetleri mi çarpışıyorlar?

Bütün bunlara 19 Şubat 2015’te CHP milletvekili Şafak Pavey’in yapmış olduğu basın toplantısında açıkladığı “ IŞİD, Ayn El Arap’tan sürüldüğünde ağır silah ve mühimmatlarını, Türk istihbaratı ve ordusunun  bilgisi ve yardımı altında topraklarımıza Park etmiştir ” iddiası, yukarıdaki iddialara eklenince ortaya ilginç bir görüntü çıkmaktadır. ( Yeniçağ 20 Şubat 2015 ) Ve neden Başbakan Davutoğlu, “ Kobani’ye selam ” göndermek zorunda hissediyor kendisini? 

Cevaplanması gereken bir çok soru olduğu anlaşılıyor.  


Avrupa Konseyi: PKK Terörist Örgüt Değil,




Avrupa Konseyi: PKK Terörist Örgüt Değil,



Yazar: Ümit Özdağ
23 NİSAN 2013 SALI






















PKK, son dönemin sürekli kazanan tarafı olmaya devam etmektedir. Ahmet Davutoğlu’nun Suriye’de Esad rejimini devirmek için izlediği politikanın bir sonucu olarak, Suriye’nin kuzeyinde Kamışlı başta olmak üzere büyük bir bölgeyi kontrolü altına alarak kentsel alan hakimiyeti kuran PKK 23 Nisan 2013’de AKP Hükümeti ile PKK arasında sürdürülen görüşmelerin bir yansıması olarak Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) tarafından terör örgütü kimliğinden çıkarıldı. Bu kararın ülkeler üzerinde doğrudan bir etkisi olmasa dahi, Avrupa Konseyi gibi saygın bir kurumun Parlamenterler Meclisi’nin almış olduğu bu kararın önemli sonuçları olacağı muhakkaktır.


       AKPM, Türkiye ile ilgili Fransız Senatör Josette Durrieu, tarafından hazırlanan raporu kabul etti. Raporda sunulan ve 11’e karşı 150 oyla kabul edilen bir değişiklik önergesiyle, “ PKK terör örgütü değil ”dir tespiti yapılmıştır. AKPM Türkiye Raportörü Josette Durrieu, AKPM’nin daha yürüttüğü tartışmalarda “terör nedir” tanımı üzerine çoğunluk sağlanamadığını, bundan yola çıkarak “ PKK terör örgütü ”  kavramını kullanmanın tarafsız ve nötr bir yaklaşım olmayacağını iddia etmiştir. AKPM’nin bu kararının Ahmet Türk’ün Avrupa’ya “ PKK’yı terörist örgüt listesinden çıkarın ” çağrısını yapmasından bir hafta sonra alması ortamın ne kadar PKK lehine oluştuğunu göstermektedir.

         Durrieu ayrıca rapordaki karar tasarısında “PKK terör örgütü” yerine “PKK Lideri Sayın Öcalan” ve sınır dışına çekilen PKK’liler için ise “PKK eylemcileri” terimlerinin kullanılmasının daha uygun olduğunu vurguladı.    

Raporda ayrıca " Ülkenin gelecekteki demokratik sistem ve meclis şeklini Türk kurumları ve Türk halkı belirler " ifadesi yerine BDP’li milletvekili Ertuğrul Kürkçü'nün verdiği önerge sonucunda " Türkiye vatandaşları ve kurumları " ifadesi kullanıldı.Bu noktada üzerinde durulması gereken bir yan bilgide Deniz Baykal’ın rapora “ Evet ” oyu verdiği ile ilgili Anadolu Ajansına dayanan bilgidir. Baykal, raporun insan hakları ile ilgili genel yapısına “ evet ” oyu verdiğini ancak PKK ile ilgili ek önerilere ret oyu verdiğini açıklamıştır. Öte yandan Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun " Raporu okursanız, PKK'nın faaliyetlerini terörist faaliyet olarak tanımlayan birçok cümlenin raporda yer aldığını görürsünüz" diyerek raporu önemsememeye çalışması durumun vahametini ortadan kaldırmamaktadır. Dış İşleri Bakanı Ahmet  Davutoğlu, "AKPM'nin bu raporu PKK'nın terörist listesinde olup olmamasını etkileyecek bir rapor değil. Gündemi de gerekçesi de o değil. Dolayısıyla bundan özel bir anlam çıkarmaya çalışmak doğru değil ama biz gerekli tepkiyi uygun usullerle her zaman verdik ve veriyoruz” dese de PKK’nın önemli bir kazanım elde ettiği görülmektedir.


       Bu noktada sorulması gereken soru şudur: PKK ile müzakerelerin herhangi bir nedenle başarısız olması ve kesilmesi durumunda AKP Hükümeti tekrar terörle mücadele sürecini nasıl başlatacaktır. 

Güneydoğu Anadolu’da halkı tekrar devlet yanında yer almaya, binlerce korucuyu tekrar PKK ile savaşmaya nasıl ikna edecektir.  

http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/04/23/6968/avrupa-konseyi-pkk-terorist-orgut-degil


..

Artık Kimse Kahraman Olmak İstemiyor mu..?



Artık Kimse Kahraman Olmak İstemiyor mu?

Yazar: Ümit Özdağ
02 AĞUSTOS 2012 PERŞEMBE

Bölgedeki PKK'lı sayısı konusunda bir belirsizlik var. Verilen sayılar 300 ile 600 arasında değişiyor. Çatışmalarda PKK'nın doğru ise 100 kayıp vermiş. Bu sayının yüksek olduğunu düşünenlerin aklında tutması gereken husus çatışmaların 10 günden buyana devam ettiği. Savaş uçakları ve helikopterleri tarafından desteklenen 2000 seçkin asker 10 günde cephe savaşı veren, belirli bir bölgede direniş gösteren 100 PKK'lıyı öldürüyor ise yüksek bir sayı kabul edilemez. Üstelik Şemdinli'deki PKK'lılara K. Irak'tan 500 terörist yardım amacı ile gelerek Türkiye'ye girmeye çalışıyorlar. Sanki konvansiyonel ordu çatışması yaşanıyor.
28-29 Eylül 1992'de 500 PKK'lı terörist, Şemdinli-Derecik sınır bölgesindeki bir jandarma karakoluna büyük bir saldırıda bulundu. Süper kobra helikopterlerince desteklenen karakol güçleri saldırıya direndi ve 174 militan öldürüldü. Bu yenilgiyle hayal kırıklığına uğrayan ve gözü açılan PKK ortadan kaldırma amaçlı olarak iki karakola daha saldırmaya kalkıştı; ancak bir kez daha ağır kayıplar verdikten sonra geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Keza 12-27 Ekim 1992 tarihleri arasında K. Irak'ta operasyon yapan TSK'nın çok daha geniş bir alanda cephe savaşı vermeyi deneyen 1452 PKK'lıyı öldürdüğü düşünülür ise 2012 Temmuz sonu-Ağustos başı itibarı ile Şemdinli'de ortaya çıkan sonucu anlamak zorlaşmaktadır.

Şu anda Şemdinli'de dağlarda çarpışan askerilerimizin özverilerini saygı ile karşılamakla birlikte 1990'lar ile 2010'lar arasındaki farkı anlamak açısından genel bir fotoğraf çekmenin önemli olduğuna inanıyorum. 1990'lı yıllarda teröre karşı mücadele eden kadrolar erinden kolordu komutanına kadar büyük bir moral ve motivasyon ile milli bir mücadele verdiklerinin bilinci içinde kenetlenmiş bir şekilde savaşıyorlardı. Terörle mücadelede asker-polis canlarını hiçe sayarak risk alıyorlar, kahramanlık milli sevgi ve saygı ile ödüllendiriliyordu.
Üstelik PKK bugün olduğundan çok daha etkili ve güçlü idi. Bugün Türkiye içinde 1500 civarında PKK'lı var. Oysa Korg. Hasan Kundakçı'nın ifadesi ile 1993'de PKK'nın 12.000 dağ kadrosu, 18.000'i yerleşim yerlerindeki unsurları ile toplam 30.000 civarında militanı bulunmaktaydı.

Bugün PKK ile o mücadele en öne çıkan subaylar hapishanelerde yatıyorlar. Devlet şeref madalyası alan, gözünü, bacağını, kaybetmiş subaylar ya intihar ediyor ya da madalyalarını iade edip hapishanede yatmaya devam ediyorlar. TSK tarihinin en çok madalya alan subayı terörist olmakla suçlanıyor. Bu sırada PKK yöneticileri ile devletin yaptığı müzakerelerde kurulacak Hakikatler Komisyonu çerçevesinde PKK ile savaşan, terörün canını okuyan subayların yargılanması konusunda anlaşıldığı ileri sürülüyor. Peki, PKK yöneticileri bu Hakikatler Komisyonunda yargılanacaklar mı? Yaptıkları katliamların hesabını verecekler mi? Tabii ki hayır.

Böyle bir ortamda terörle mücadele eden kadrolarda bir isteksizlik, moral çöküntüsü olmaması beklenebilir mi? Teröristlerin haber yollayıp, "birkaç sene sonra biz köylerde oturacağız ve sizler dağlarda bizden kaçacaksınız" diye psikolojik harekat yaptığı köy korucusu nasıl savaşır? 

Subayların zorunlu görevlerinin 15 seneden 10 seneye indirilmesi ile birlikte ayrılmalar örneğin hava kuvvetlerini sıkıntıda bırakacak kadar artmamış mıdır? Hatta emekliliği gelmeden birkaç yıl önce istifa edenlerin sayısı nedir? Özetle dönem risk almak ve kahraman olmak dönemi değil gibi görünüyor.

Öte yandan PKK'ya katılımlar artıyor. PKK, fitre ve zekat parası toplamak için zarf bastırmış durumda. Hakkari'de artık Türk devletinin olduğu tartışmalı hale gelmiştir. Hakkari'nin kurtarılmış şehir olmasına bir adım kalmıştır.

2012 Yazında yapılan bir ankete göre PKK'nın zemini de güçleniyor. Ankete göre Kürtlerin %47'si kendilerine farklı davranıldığına inanıyor. % 28'i kamu hizmetlerinde ayrımcılığa uğradığını düşünüyor. % 46'sı BDP'ye destek veriyorlar. % 72'si kendilerine daha fazla hak verilmesini istiyorlar. % 48'i PKK'nın terör örgütü olmadığını düşünüyor. Üç sene önce % 6'sı bağımsız Kürt devleti isterken bugün % 23'ü bağımsız devleti talebinde bulunuyor.
Türk Ordusu ancak Balkan Savaşı öncesinde bu kadar moralsizdi.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2012/08/02/6697/artik-kimse-kahraman-olmak-istemiyor-mu

..

17 Haziran 2016 Cuma

Türkiye Ve Yeniden Yapılanan Orta Doğu


Türkiye Ve Yeniden Yapılanan Orta Doğu.,







23 MAYIS 2003 CUMA


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Raporlar ve Araştırmalar ..,



Bu yazı dizisini ise Türkiye'nin Orta Doğu ile ilgili politikaları konusunda bir değerlendirme izleyecek.


Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne en sorunlu ve kendisi için en büyük tehditleri içeren döneme girmiş bulunuyor. Türkiye'ye yönelik tehditlerin dinamiklerini iç, bölgesel veküresel olmak üzere üç boyutta toplayabiliriz. Bu üç boyut birbirleri ile doğrudan bağlantılı içiçe geçmiş süreçleri ifade ediyorlar. Bir arada değerlendirilmedikleri sürece doğru anlamlandırılmaları mümkün değil. Türkiye için küresel boyutta tehditi, ABD'nin 21. yüzyılda tek süper güç olduğu bir dünya düzeninde küreselleşmenin ekonomik, politik ve teknolojik meydan okumalarına cevap verememiş olmasından kaynaklanıyor.
Bölgesel düzlemde Türkiye için tehdit, ABD'nin küreseltek süper güç olma stratejisinde çok önemli yertutan Avrasya ve Orta Doğu'da sınırların yeniden çizilmesi politikasından kaynaklanıyor. İç düzlemde ise tehdit, küreselleşmenin ürünü olan mikro milliyetçiliğin Türkiye Cumhuriyetini bir ulus-devlet olarak sonlandırmaya yönelik politik hedefinden kaynaklanıyor. Özetle, bu üç tehdit düzleminin kesiştiği noktada Türkiye Cumhuriyeti'nin 20. yüzyılın başında şekillenen devlet sistematiği ve sistemin üzerinde kurulduğu toprakların muhafaza edilerek 21. yüzyılın içlerine taşıması oldukça zor bir hal alıyor.
Öte yandan, iç, bölgesel ve küresel boyutta karşımıza tehdit olarak çıkan hususlar, farklı bir açıdan bakıldığında da ortaya Türkiye için fırsatlar koyuyor. Küreselleşme, Avrasya ve Orta Doğu'da sınırların yeniden çizilmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin yumuşak karnı olarak nitelenen ve mikro milliyetçilik mikrobu, Ankara'nın belirgin ve aktif bir politik hedefin olmasıdurumunda, Türkiye için ortaya büyük fırsatlar koyabilecek bir niteliğe de sahipler.
Önümüzdeki birkaç gün sürecek olan bu kısa yazı dizisinin amacı, Türkiye'ye yönelik tehditleri üç boyut çerçevesinde de incelerken, ağırlığı özellikle ikinci boyutu oluşturan Avrasya ve Orta Doğu'da gerçekleşmekte olan bölgesel yeniden yapılanmanın üzerine oturtarak, bölgesel yapılanmanın küresel sonuçları ile Türkiye için ortaya koyacağı tehdit ve fırsatların çok yönlü bir analizini yapmaktır.

I. 11 Eylül Sonrası Yapılanmanın Temelleri

Soğuk Savaş'ın ABD'nin galibiyeti ile sona ermesinden sonra Washington için temel hedef, ortaya SSCB'nin yerine geçebilecek küresel veya bir jeopolitik altsistem boyutunda meydan okumayı temsil eden bir devletin ortaya çıkmasını engelleyerek, ABD'nin tek kutupluluğunun devamını sağlama olmuştur. ABD, Soğuk Savaş'ın hemen sonrasında hazırlanan ilk beş yıllık Amerikan savunma bütçe kanununun içine bu politik hedefi açık bir anlatımlayerleştirmekten hiç çekinmiştir.[1]ABD'ye meydan okuyabilecek devletlerin hepsi Avrupa-Asya kıta bloğunda konumlanmışlardır.
Tek kutuplu dünya hedefini gerçekleştirmek için izlenen strateji Soğuk Savaş'ı izleyen ilk on yılda ağırlı olarak ekonomik içerikli bir strateji olmuştur. 1990'lı yıllar boyunca izlenen ABD stratejisi,küreselleşmedir ve küreselleşme Amerikan ekonomisinin dirilmesine izin vermiştir. Soğuk Savaş'ın hemen başında kurulan ve Batı Dünyasında ve ABD yanlısı jeopolitik sistemde Amerikan hegemonyasının temelini oluşturan Amerikan ekonomik üstünlüğünün simgesi olan Bretton Woods sisteminin 1974'de Vietnam Savaşının etkileri ile de çökmesinden sonra ABD'nin Batı Avrupa, Japonya ve Amerikan-yanlısı ülkeler üzerindeki hegemonyası ekonomik gücüne değil, SSCB'nin kapitalist ülkeler için oluşturduğu askeri tehdite dayanarak varlığını sürdürmüştür. Washington D.C., SSCB'nin çökmesinden sonra, kapitalist ülkeler ve dünyanın geri kalanı üzerinde ABD hegemonyasının kendisini yeniden üretebilemesinin ancak ekonomik bir yenilenme ile gerçekleştirilebileceğini düşünmüştür.Öte yandan, küreselleşmenin sadece Amerikan ekonomisinin yararına olduğu söylemek de mümkün değildir. Nitekim başta Çin ve Avrupa Birliği olmak üzere bir çok devlet/devletler birliği küreselleşmenin sağladı faydalardan istifade etmiştir.
Böylelikle küreselleşmenin ABD hegemonyasının alt yapısını tam anlamı ile hazırlayamayacağının meydana çıkması bir yandan Amerikan tek kutupluluğuna ve küreselleşmeye meydan okuyan güçlerin merkez-kaç eğilimleri öte yandan, W.Bush Ocak 2001'de iktidara gelir gelmez, Clinton yönetiminin dış ekonomik politikasında hep ayrıcalıklı bir yeri olan Çin'i Amerikan menfaatlerini tehdit eden yükselen bir güç olarak görmüş ve Çin'e yönelik bir strateji arayışına girmiştir.[2] W.Bush Yönetimi, Rusya'ya karşıda Clinton Yönetiminin izlediği ılımlı sayılabilecek politikanın terk edilerek daha sert bir çizgi izlenmesi gerektiği konusunda bir tavır içine girmiştir.[3]
Ancak, 11 Eylül saldırısı, Bush'un Çin'e politikasının tamamenfarklı bir eksene daha küresel bir boyuta oturmasının yolunu açmıştır. Amerikan dış poltikasında büyük ve radikal adımların atılabilmesi için Amerikan kamuoyunun desteğinin alınması hep şart olmuştur. 11 Eylül saldırıları da hem Amerikan kamuoyunun hem de onun ötesinde dünya kamuoyunun özellikle 11 Eylül'ü izleyen ilk aylarda Bush Yönetiminin politikalarına destek vermesine yol açmıştır.
11 Eylül'de El Kaide'nin gerçekleştirdiği operasyonun arkasındaki istihbarat/lojistikdesteğinin niteliği belki hiçbir zaman ortaya çıkmayacaktır ama böyle bir destek olsa da olmasa da El Kaide saldırıları, Bush Yönetimine ABD'nin Amerikan tek kutupluluğunu Amerikan ekonomisine değil de Amerikan silahlıu kuvvetlerine dayandırarak sürdürmek için büyük bir stratejik atağa geçmesi fırsatını vermiştir. Tek kutupluluğu ağırlıklı olarak Amerikan ekonomik üstünlüğüne dayandıramayacağını bilen ABD üstünlüğünün tartışmasız olduğu silahlı kuvvetleri kullanabileceği bir alanda, jeopolitik alanda oluşturmayı hedeflemiştir.
11 Eylül sonrasında ABD, terörü ve terörün arkasındaki güçleri göstererek kürenin her yerine askeri gücünü kullanarak girmektedir. Bu teorik olarak ABD'ye dünyanın bütün coğrafyalarına değişen boyutta askeri müdahale imkanı sağlarken, Bush'un imzasını taşıyan yeni Amerikan Güvenlik Doktrini'de ABD'nin askeri müdahale yapabilmesinin hemen hemen sınırsız olan şartlarını ortaya koymuştur. Amerikan Güvenlik Doktrini hedef olarak terörü ve terörün arkasındaki odaklar ile devletleri göstermekle birlikte, özü itibarı ile ABD'nin tek kutupluluğuna meydan okuyabilecek büyük güçleri hedef almaktadır. Amerikan Güvenlik Doktrininde hedef alınan terörün arkasındaki devletler, dünya enerji kaynaklarının üzerinde veya yakınında olup jeopolitik önem arz eden ve hem bölgesel planda ABD'ye meydan okuyup hem de ABD'ye küresel planda meydan okuyabilecek büyük güçler ile ittifak içine girebilecek devletlerdir.
11 Eylül sonrasında gittikçe netleşen Amerikan tutumu 21. yüzyılda aktuel ve potansiyel olarak ABD'ye meydan okuyabilecek büyük güçlerin enerji kaynaklarının bulunduğu alanların ya mevcut jeopolitik yapıları ile ya da jeopolitik yapıları değiştirilip Amerikan menfaatlerine uygun hale getirildikten sonra Amerikan denetimine alınmasıdır. Washington'un bu yaklaşımı, 1648'de ortaya çıkmış olan ve ulus-devletlerin egemenliği esasına dayanarak gelişen devletler arası ilişkileri ve devletler hukukunutamamen farklı bir eksene oturtmakta hem de yerine yeni bir hukuk sistemi değil de Amerikan askeri valileri/Amerikan korumaların kontrolundaki başbakanları koymaktadır.
ABD, Irak savaşı ile bir Soğuk Savaş dönemi kurumu olan BM'nin de Westphalia düzeninin tükenmesi için çalışıldığı dönemde işlevini yitirdiği ve 1930'lardaki Milletler Cemiyeti gibi işlevsiz/etkisiz bir konuma kaydığı veya işlevinin ABD'nin küresel politikalarını tastik eden bir noter haline geldiğini ortaya koymuştur.[4] Gerçi, savaş sonrasında BM ABD tarafından bir ölçüde de olsa onere edilecektir ama BM için hiç bir şey Irak savaşından once olduğu gibi olmayacaktır.ABD'nin başka hiçbir ulusun sahip olmadığı askeri güç kapasitesine dayanarak yaptığı/yapmaya çalıştığı bu jeopolitik düzenlemelerin ve dünyayı askeri karakollar sistemi ile kontrol altına almayı hedefleyen politikalarının eğer yeni ittifaklar oluşturmaz ise yerel, bölgesel ve küresel boyutta anti-Amerikan ittifakları ortaya çıkarmasıkaçınılmazdır.
Amerikan askeri güçleri, 11 Eylül sonrasında El Kaide veTaliban yönetimini ortadan kaldırmak amacı ile Afganistan'ı kuşatan alana, Pakistan, Özbekistan ve Kazakistan ve Kırgısiztan eksenli olarak yerleşmiştir. Sadece Afganistan boyutunda ve sadece günümüz açısından bakıldığında bile çok öneli olan bu gelişmenin gerçek niteliği daha geniş bir tarihsel perspektifden ve daha geniş bir coğrafi açı ile bakıldığında anlaşılmaktadır. Tarih boyunca anlılan coğrafyaya, bu derinlikte, Büyük İskender dışında girebilen hiçbir Asya dışı güç yoktur.
ABD'nin Afganistan'ın çevre kuşağına yerleşmesi, Amerikan askeri-politik gücüne Avrasya ekseninde yeni açılım alanları sağlamıştır.Bir Avrasya gücü haline gelen ABD, Batı Türkistan'ın başta enerji kaynakları olam üzere zengin yeraltı kaynakları üzerinde hakimiyet tesis etmenin ötesinde Çin, Rusya,Hindistan,Pakistan ve İran'a karşı hemen sınır ötesinden güç projeksiyonu gerçekleştirme şansı elde etmiştir. Batı Türkistan'ı tamamlayan alan ayni eksen üzerindeki Güney Kafkasya olmuştur. ABD, bu alanda Gürcistan'a yönelik Moskova baskısını karşı Tiflis'in arkasında askeri varlığı ile yeralmıştır. Bu iki stratejik alandaki mücadeleler, düşük yoğunluklu çatışma mantığı çerçevesinde devam etmektedir.
Batı Türkistan-Güney Kafkasya alanında gerçekleşen Amerikan askeri müdahelesien azından şimdilik mevcut jeopolitik yapıyı değiştirmeyi, ulus-devletlerin sınırlarını yeniden çizmeyi hedeflememektedir. Amaç bu coğrafyadaki mevcut ülkeleri Moskova ve Pekin'in etki alanı dışına çıkararak, Avrasya'nın enerji yataklarının bulunduğu Hazar havzasının doğusunda ve batısında bir Amerikan denetim bölgesi oluşturmak, bu bölgenin enerji kaynaklarının açık denizlere Amerikan denetiminde inmesini sağlamaktır.

2. Irak Politikası ya da Orta Doğu'nun Yeniden Şekillendirilmesi

ABD'nin Avrasya'da düşük yoğunluklu çatışma devam ederken Orta Doğu'da Irak cephesini açtığı görülmüştür. ABD'nin Orta Doğu'da yapacağı jeopolitik düzenleme, Irak merkezli gibi görünse de Orta Doğu gibi bir alt sistemde yerinden çekilecek bir taşın domino etkisi yapacağını Orta Doğu tarihine giriş ile ilgili bir kitap okumayanlar dahi görmektedirler. ABD'nin Irak'da Saddam Hüseyin rejimini kitle imha silahlarına sahip olduğu için devirmek için milyarlarca doları ve Amerikan yaşamlarını harcamayacağı, ABD'nin bu kadar kapsamlı bir harekatı ancak daha derin bir stratejik hedefe ulaşmak için gerçekleştireceği açıktır.
ABD'nin Orta Doğu'da Irak merkezli harekatının iki temel hedefi ve bu hedeflere ulaşma için kullanacağı araçları şöyle sıralayabiliriz:Birinci temel hedef, ABD'nin Orta Doğu ve Orta Doğu'daki enerji kaynakları üzerinde bölge dışı rakip bir gücün bölgeye girişini engelleyecek ve bölge içinden ABD'ye ve ABD'nin bölgedeki müttefiki İsrail'emeydan okuyacak bir devletin varlığını engellemek olarak tanımlanabilir.
ABD'nin Orta Doğu'ya gelmesinin ikinci temel nedeni ikinci bir 11 Eylül'ün olmasını engellemekdir. Amerikalı analizcilere göre, 11 Eylül'ün arkasında radikal İslam temelli anti-Amerikanizm vardır. Anti-Amerikanizmin ise üç önemli nedeni tespit edilmiştir.
1)ABD'nin Soğuk Savaş sonrasında güvenlik ve petrol merkezli politikalar izleyerek, Orta Doğu'da anti-demokratik feodal monarşileri desteklemesi, bu monarşilerinden memnun olmayan kitleleri, ABD'yi suçlamaya sürüklemiştir. Bundan dolayı, bazı Amerikan çevrelerine göre, ABD'nin Orta Doğu'da demokratik süreçleri desteklemesi, hatta demokrasiyi dayatması gerekmektedir. Bu noktada iki farklı görüş belirmektedir. "Demokratik emperyalistler" diye anılan grup, ABD'nin Orta Doğu'ya demokrasiyi Almanya ve Japonya'ya yaptığı gibi "dayatması" gerektiğini ve bunun hızla yapılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bu grup, hızlı demokratikleşmenin gerçi kısa vade de ortaya istikrarsızlık çıkaracağını ancak bu sürecin uzun vade de Amerikan menfaatleri ile uyumlu olduğunu ileri ssürmektedirler. "Demokratik emperyalistler" adlı grubun daha çok Amerikan Savunma Bakanlığı içinde konumlandığı görülmektedir. Öte yandan Dış İşleri Bakanlığı içinde bir grup ise Orta Doğu'da demokratikleşmenin tedrici olması gerektiğini, jeopolitik sarsıntılara ve kontrolun elden çıkmasına izin verilmemesi gerektiğini belirtmektedir.
2)Anti-Amerikanizmin ikinci önemli nedeni, Orta Doğu'da bulunan ve 1990 sonrasında komnuşlanmış olan Amerikan askeri varlığıdır. Arap kitleleri Amerikan askeri varlığından nefret etmektedirler. El Kaide'nin ağırlıklı olarak Suudi Arap militan devşirmesinin bir tesadür olmadığı ileri sürülmektedir. ABD askeri varlığının nedeni ise Saddam Hüseyin rejiminin varlığıdır. Saddam rejimi devrildikten sonra ABD, Orta Doğu'daki askeri varlığını yeniden yapılandıracak ve azaltacaktır.
3) Anti-Amerikanizmin üçüncü ve belki de en önemli kaynağını Arap-İsrail çatışmasında ABD'nin İsrail'in yanında yer alması oluşturmaktadır. ABD'nin İsrail'i terk etmeyeceği düşünülür ise yapılacak tek iş Arap-İsrail çatışmasının ortadan kaldırılması olacaktır. Çatışma kalmayınca veya en alt seviyeye inince anti-Amerikanizmde kalmayacaktır.

ABD'nin Orta Doğu politikasının ikitemel belirleyicisi petrolün Amerikan ve dünya pazarlarına güven içinde ulaşması ve İsrail'in varlığının korunmasıdır. Bu iki hedefi veya birisini gözardı eden bir Amerikan politkasının şekillenmesi mümkün görünmemektedir. ABD'nin Irak'a yönelik politikaları ile Orta Doğu'yu şekillendirecek olan politikalarda da bu iki ölçüt belirleyici olacaktır.

Birinci Boyut: Orta Doğu'da Demokratikleşme
ABD'nin Orta Doğu'da demokratikleşmeyi Amerikan menfaatlerini tehdit etmeyen bir sürece yayacağı ve "Demokratik Emperyalistler"in önerdikleri hızlı demokrasi dayatmasının yaşama geçmeyeceği anlaşılmaktadır. Irak'da ortaya konulacak performansın ABD'nin Orta Doğu'nun demokratikleştirilmesi hedefi için çok önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Saddam sonrasında kurulabilecek yönetimler konusunda önündeki seçenekleri öncelikle üçe ayırmak mümkündür. Bunlar sırası ile üniter Irak, gevşek federasyon veya konfederasyon ve Irak'ın bölünerek Orta Doğu'da yeni bir yapılanmaya gidilmesi seçenekleridir. Aşağıda bu modeller tartışılmaktadır.

2.1.1. Üniter Model
Üniter devlet modelinin kabul edildiği bir Irak içinde değişik seçenekler mevcuttur.

a)Anti-baas özellikleri ağır basan, Arap ruhunu okşayabilecek ve sunni Arap seçkinlerin desteğini alan bir general/güçlü adam yönetimi çerçevesinde tedrici çok parti/demokrasi yönetimi ki bu model, Kürt ve Türkmen azınlıklar (ve Şia çoğunluk) için otonom bölge modeli ile desteklenebilir. Bu model 1970 Anayasasında var olduğu için Irak seçkinleri tarafından kabulü kolay olduğu gibi, bölgesel jeopolitik istikrar için en uygun modeldir. Ancak bu model bugün hiç yakın bir çözüm görünmemektedir. Türkiye için en olumlu çözüm yolu olan bu modeli Türkiye gündeme getirmediği ve sadece federalizme karşı çıkmakla yetindiği için bu model üzerinde ciddi bir tartışma gerçekleşmemiştir.

b) Amerikan işgal yönetimi altında kurulacak bir parlamento ile demokratik bir rejime doğru hızlı geçiş modeli. Bu modelde Washington'da bazı kulaklara hoş gelmekle birlikte, Irak coğrafyasında ve toplumsal dinamikler açısından gerçekçi görünmemektedir. Böyle bir demokratik modelin kısa bir süre içinde sosyal huzursuzluklara ve etnik fay hatları boyuncayeniden bölünmelere yol açması büyük bir ihtimaldir. Ayrıca, Irak'da demokratik modelin başarıya ulaşması da başta Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri olmak üzere bütün Arap dünyasında ABD'nin lehine olmayacak bir demokratikleşme sürecini başlatacaktır. Bazı ABD çevrelerinde savunulan üniter, demokratik Irak modeli hiçte Washington'un menfaatlerini gerçekleştirmeyebilir.

2.1.2. Gevşek federasyon veya Konfederasyon Modeli

Gevşek federasyon veya konfederasyon modeli ise bugün ki gelişmelerle veya ABD'nin yaklaşımları ile en uyum içinde olan model gibi görünmektedir. Gevşek federasyon veya konfederasyon, büyük bir olasılıkla, ABD işgalrejimi sırasında karşı görüşler olsa da etnik ve dinsel hatlar boyunca oluşturulacaktır. Gevşek federasyon veya konfederasyon modelinde, bütünün parçalarını, Sunni Araplar, Şii Araplar, Kürtler oluşturacaklardır. Türkmenler tamamen dışlanmış görünmektedirler. Ankara'nın Türkmenleri sistemin içine sokmak için çok ciddi ve başarı şansı yüksek bir politika izledikleri söylenemez. Federal devletlerin sınırların çizilmesi konusunda büyük ve iç/dış dinamiklerin ortaklaşa belirlediği bir çatışma yaşanacaktır. Dünya petrollerinin % 10.7'sini bulunduran bu ülkede petrol rezervlerinin büyük bölümünün bulunduğuKerkük üzerinde Araplar, Türkmenler ve Kürtler arasında ABD'nin, Türkiye'nin, Arap ülkelerinin ve dünya petrol şirketlerinin müdahil olduğu bir çatışma yaşanacak ve büyük bir ihtimal ile bölge için özel bir statü bulunacaktır.
Bu durumda Irak devleti, her an bir dış müdahaleye açık sahip olduğu kaynakları sunni Arap seçkinlerin pragmatik amaçlarla da olsa panarabist politikalar için kullanamayacakları bir devlet haline gelecektir. Böylece, Irak'ın İsrail için bir tehdit olam özelliği ortadan kalkacak, dengeler üzerinde yaşayan bir devlet haline gelecektir. Federasyon modelinde federasyonu bir arada tutacak sembolik bir müessese olarak meşruti monarşinin tesis edilmesi bir ihtimaldir.Ancak, bu çözüm bölgeye istikrar getirmeyecek, Irak'da merkez-kaç eğilimler çok güçlü bir şekilde varlığını sürdürmeye devam edecektir. Özellikle Kürt federal bölgesi, bağımsızlık ve irredentist taleplerle bölge için bir istikrarsızlık kaynağı olamaya devam edecektir. Ayrıca, etnik hatlar boyunca kurulan federal devletlerin istikrarsız süreçlere dayanamadığını 1990'lı yıllarda parçalanan SSCB, Yugoslavya ve Çekoslavakya'nın etnik federasyonlar olduğu gerçeği bir kez daha ortaya koymuştur.
Bir üçüncü çözüm modeli ise en radikal olan ve Westphalia sistemini tamamen gömerek, dünyayı tam bir hukuk kaosu içine sürükleyecek olan bölünme modelidir. Bu model, Irak'ın iki, üç veya dörte bölünerek, yeni devlet oluşumlarının gerçekleştirilmesini öngörmektedir. Bu konuda önerilen modellerden birisinin, kuzeyde bir Kürt devleti, orta Irak'ın Ürdün Haşimi Krallığı ile birleştirilmesi ve şii Arapların çoğunlukta olduğu güneyin iseKuveyt ile birleştirilmesidir.
Ortaya Kerkük'ü de kapsayacak bir Kürt devletinin çıkması durumun da bölgede varlığını tamamenAmerikan desteğine bağlamış ikinci bir İsrail yaratılmış olacaktır. Bağımsız Kürt devletinin bugün ki sınırlar içinde ortaya çıkması durumunda yaşama kabiliyetinin olacağı ise büyük ölçüde şüphelidir. Bölgede kurulacak bağımsız bir Kürdistan Arapları iki cephede böleceği ve dikkatlerin İsrail üzerinde teksif edilmesini engelleyecektir. Aynı zamanda Arapların elinden dünya petrol rezervlerinin hiçte küçümsenmeyecek bir bölümünü alacaktır.
Bölünme modelin uygulanması durumunda, Türkiye'nin silah kullanarak kuracağı bir bağımsız birTürkmen devleti de çıkmalıdır. Ancak, Türkiye'deki mevcut siyasal yapılanmaile Türkiye'nin bir Kürt devleti oluşumunu seyretme ihtimali de hiç küçük değildir.
Bugün Washington açısından en gerçekçi görünen model, Irak'da federal model olarak belirmektedir. Ancak, bu çözüm kısa vade de olmasa da uzun vade de bölgeye istikrarsızlık getirecektir. Federal bir Irak eğer federe bir Türkmen bölgesi içermez ise sunni Arap, şii Arap ve Kürt federe bölgelerinden oluşacak olan bir federal Irak Türkiye, Suriye veİran için tehdit oluşturacaktır. ABD'nin Irak'da meşruluk zeminini oluşturacak olan Irak'ın hızlı zenginleşmesinin gerçekleşemesi için bu ülkenin OPEC'den çıkarılması ve OPEC kotaların üzerinde petrol üretimi yapılarak bir yandan petrol fiyatının varilde 16 Dolar civarına çekilmesi küresel ekonomik durgunluğun aşılması yanında Irak'da ekonomik yaşamı canlandıracak, Saddam sonrası düşen milli gelir hızla artacaktır. Esasen ABD'nin uzun süre Irak'da kalmasının alt yapısını sağlayabilecek bir başka yolda yoktur.
Federal, demokratik, laik, piyasa ekonomisini benimsemiş, ABD'nin Orta Doğu için tasarladığı serbest ticaret bölgesinin küçük bir örneğini oluşturan ve zengin bir Irak, bütün için Orta Doğu için bir Arap modeliteşkil edecektir. Esasen, Orta Doğu için Türk modelinin bir gerçekçiliği yoktur çünkü Araplara hep Türk olduğu için itici gelen bir modeli benimsetme imkanı yoktur.
Ancak, zenginleşen bir Irak'daki federe Kürt bölgesinin gerek Türkiye gerek İran üzerinde etkilerinin olması kaçınılmazdır. Zaho'da kişi başına gelirin 4000 Dolara çıkması durumunda 2000 Dolarda kalan Nüsaybin Zaho tarafından emilecektir. Bu emilmeyi, Irak'ın inşası sırasında Güney Doğu Anadolu'dan Kuzey Irak'a gidecek olan büyük iş gücünün daha da kolaylaştırması, önümüzdeki 10 yıl içinde Orta Doğu'da sosyal bir pankürdizmin ortaya çıkması büyük bir ihtimaldir. Ankara, geçen aylarda KKTC'de yaşananlardan ders çıkarmaz ise çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalması muhtemeldir. Öte yandan oluşturlması hedeflenen federe Kürt devletinin nüfusunun % 12'si Arap, % 30-35'i Türkmen ve % 45-50'si Kürt olacaktır. KDP ve KYB şimdi gösterdikleri şovenist pratikte israr ederler ise bölgede ister istemez ciddi etnik çatışmalar çıkacaktır. Irak'daki bu tür etnik çatışmaların Türkiye'de huzuru bozması da bir başka sonuç olacaktır. Keza şii Arapların yeterince dikkate alınmaması da hep İran'ın Irak politikasına karışmasının zeminini hazırlayacaktır hem şii Arapların kurulacak yeni rejime yabancılaşmasının alt yapısını oluşturacaktır.

Özetle,

Irak'da siyasal sistem yapılanmasının gerçekleştirilmesi sırasında adil davranılması çok önemlidir. Bunun için herhangi bir siyasal yapılanmadan önce BM gözetiminde yapılacak bir nüfus sayımı ile etnik ve dini yapıların toplumsal güçleri tespit edilmelidir. Bu güçleri dikkate almayan bir yapılanmanın Irak'a dolayısıyla Orta Doğu'ya barış getirmesi mümkün değildir.

Öte yandan Irak'da Amerikan yanlısı bir federal rejimin kurulmasından sonra, İran etrafından zayıfda olsa bir Amerikan kuşatması tamamlanmış olacaktır. Bu kuşatma zayıftır. Çünkü, Afganistan ve Türkmenistan'ın bu kuşatmanın parçası olmaya ya mecali yoktur ya da isteği. Türkiye'de İran'ı yıkabilecek bir rejim değişikliğinden uzak durmak isteyecektir. Suudi Arabistan'da İran ile açık bir çatışma içinde olmak istemeyecektir. Ancak, bütün bunlar, Irak'a yerleşen bir ABD'nin İran'da zayıflayan ve toplumsal meşrulğunu yitiren İslami rejime ağır bir darbe vuracağı gerçeğini ortadan kaldırmayacaktır.

ABD'nin İran'a yönelik baskısının bu ülkedeki iki merkez-kaç dinamik olan Kürtler ve Azeri Türklerine yönelmesi ve ortaya İran'ın parçalanması tehlikesini çıkartması kaçınılmazdır. Kuzeyinde bağımsız bir Azerbaycan güneyinde ise bağımsız veya federal bir Kürdistan olan İran'ın toprak bütünlüğünü Amerikan baskısı altında korumasının çok zor olduğu ortadadır.

ABD açısından İran'ı nasıl bir geleceğin beklediğini söylemek için ise henüz erkendir. ABD entelijensiyası, Irak'ın aksine İran'a sahip olduğu derin tarihsel ve kültürel birikimden dolayı her zaman saygı duymuştur. Amerikan literatüründe iki ülke arasındaki ilişkilerin en kötü olduğu zamanlarda dahi İran'ın bölünmesi ile ilgili bir fikir jimlastiğine ya raslanmaz ya da çok marjinaldir. Ancak, ABD'nin bu ülkeye yönelteceği baskı ister istemez merkez-kaç eğilimlerin tarihinde en büyük potansiyel noktaya çıktığı İran'ı parçalanma tehdidi ile karşı karşıya bırakacaktır.

İran İslam Devrimi geride bıraktığı 23 yıl içinde İran'ın sosyal dokusunda büyük zayıflamalara yol açtığı gibi gerek küresel gerek bölgesel gelişmeler ortak İran kimliğini büyük bir erozyona uğratmıştır. Devrim öncesinde ve devrimin ilk yıllarında özellikle Azeri Türkleri ile Farsları bir arada tutan İslamın şii yorumu, İslam rejiminin tutarsızlıkları sonucu büyük bir hızla yıpranmıştır. Şianın birleştiriciliği zayıflarken, kuzey Azerbaycan'da bağımsız bir Azerbaycan'ın kurulması, laik Türkiye ile girişilen ideolojik mücadeleden Türkiye'nin temsil ettiği modernizmin galip çıkması ve 16. yüzyıldan bu yana tarihte hiç olmadığı kadar Türk-İran sınırının özellikle İran'dan Türkiye'ye geçiş ve sosyal entegrasyona açık olması, İran'ı bir Amerikan baskısı karşısında zayıf durumda bırakmaktadır. Bundan dolayı, Washington istemesi dahi, İslami rejime yönelecek baskı İran'da jeopolitik kaymalara ve kopmalara yol açabilecektir.

İkinci Boyut:Askeri Yeniden Yapılanma

ABD'nin Orta Doğu'da yeniden askeri yapılanması Irak savaşının bitmesinden hemen sonra başlamış ve Suudi Arabistan'daki Amerikan askeri varlığı Katar ve Kuveyt eksenli bir konuşlanma sürecine girmiştir. Böylece, Suudi Arabistan'da gelişen anti-Amerikanizmin ortadan kalkacağı umulmaktadır.

Üçüncü Boyut:Arap-İsrail BArışı

Washington'un Orta Doğu sistemi ile ilgili politika geliştirirken gözönüne alması gereken bir diğer ölçüt, İsrail varlığı ve bununla bağlantılı olan Arap-İsrail çatışması ile bu çatışmadan ve anti-Batı duygu/düşüncelerden beslenen radikal İslam gerçeğidir. Orta Doğu'da yapılacak her türlü düzenlemede bu içiçe geçmiş üç olgu, en az petrol kadar önem taşıyacaktır. Washington'un radikal İslam ile sonsuza değin süren bir savaşı besleyecek adımlar atması ve bazı analizcilerin radikal İslam'ın sahip oldukları dinamikleriküçümseyerek İslam politikasını anti-terörizm önlemlerine indirgemesinin Washington için çıkar yol olan bir Orta Doğu politikası olmayacaktır. Üstelik bugün Şaron'u destekleyen Washington stratejik hafızasında Arap-İsrail barışı için ne kadar mesafe alınabildiğinin bilinci içinde, Irak'da rejim sorununu çözdükten sonra Telaviv'in karşısına daha güçlü bir konumda oturmuştur. Amerikalı karar alıcılar bütün Arapları anti-Amerikan yapan ve radikal İslamcı süreçleri besleyen, savaş odaklı İsrailci bir çözümde ise radikal İslamcı Araplarla laik Arapları bölüp, Amerikan karşıtı cepheyi küçülten ve küçülen cephenin dinamiklerini Arap içi çatışmalarda tüketen bir çözümü tercih edecektir. Bu ise bir Arap-İsrail barış girişiminin Saddam sonrası bir Irak ile birlikte tekrar gündeme geleceğini göstermiştir.

Netice

Bu yazı dizisinde anlatmaya çalışılanlar ABD bakış açısı ile Orta Doğu'nun yeniden yapılandırılma çalışmalarını tasvir etmiştir. Ancak, Orta Doğu binlerce bilinmeyenin bulunduğu bir coğrafyadır. ABD'nin Suriye'ye baskı yaparak barış sürecinin içine çekmesi mümkündür. İran'ın geri çekilmeye zorlanması, böylece Hizbullah'ın barış sürecinde tarafsız bir tavır takınması mümkündür. Ancak, kimse Filistinli intahar saldırıcılarının ortadan tamamen kaldırılması, El Kaide'nin derhal etkisizleştirilmesi mümkün değildir. Irak'da şiilerin nasıl bir politik serüven izleyecekleri de bilinmemektedir. Örneğin, ABD Irak!da bugün gidilecek bir serbest seçimden bir şii iktidarı çıkacağını gördüğü için bir yandan demokrasi demekte öte yandan seçimler ertelemektedir. Özetle, Washington'da savaş öncesinde hazırlanan planlar şimdi Orta Doğu gerçeğinde tutarlılık açısından denenmektedir. Şu ana değin, El Kaide'nin yaptığı saldırılar sonucunda İngiltere ve ABD'nin Suudi Arabistan'daki diplomatik temsilciliklerini kapatması, İngiiltere'nin Kenya'ya uçak seferlerini durdurması, Irak'da içine girilen çıkmaz Washington'un ciddi bir şekilde canını sıkacağa benzemektedir.

[1] Yasa tasarısında daha açık bir anlatımla yer alan bu politik hedef New York Times gazetesinin……1992 tarihli sayısında yer alınca geniş bir politik tartışma çıkmış, aynı ifadeler tasarı yasalaşmadan önce yumuşatılarak ancak ozone dokunmadan konulmuştur.

[2] 1990'ların sonu 2000'lerin başında Amerikan dış politika yazınında özellikle de popular dış politika çalışmalarında Çin karşıtı kitaplar dalgası görülür.Örneğin Bill Gertz, The China Threat, How the People's Republic Targets America, Washington D.C., 2001

[3] Joe Barnes, Terror, Oil and Geopolitics:The Evolving U.S.-Russian-Iranian Triangle, Rice University-September 2002