İNSAN HAKLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNSAN HAKLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2018 Çarşamba

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 2

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 2

Türkiye – Avrupa İlişkilerinde İnsan Hakları Ve Demokrasi Boyutu,




Caner SANCAKTAR*
Yayın Tarihi : 15.6.2007
*TASAM Balkanlar Uzmanı

Türkiye – Avrupa Birliği ilişkilerini, “insan hakları ve demokrasi” boyutu / konusu / meselesi bağlamında üç döneme ayırarak inceleyebiliriz: 

(1) 1960–1980 dönemi; 
(2) 1980–1990 dönemi; 
(3) 1990 sonrası dönem.

Birinci dönemde insan hakları ve demokrasi konusu, iki taraf arasındaki ilişkilerde gündeme gelmemiştir ve ilişkileri etkilememiştir. Avrupa Topluluğu (AT) – Türkiye ilişkilerinde 1960-1980 yılları arasındaki dönemde insan hakları ve demokrasi bağlamında herhangi bir sorun yaşanmamıştır. Bu dönemde 1960 askeri darbe ve 1971 askeri muhtıra gibi demokrasiyi ve insan haklarını derinden yaralayan olaylar gerçekleşmiş olsa da, bunlar iki taraf arasındaki ilişkileri etkilememiştir. Bunun iki nedeni vardır:

Birinci neden, AT’nin kendi içyapısıyla ilgilidir. Bu dönemde Topluluk’un temel ve tek amacı kapitalist Batı Avrupa içinde iktisadi birlik oluşturmak idi. AT, iktisadi birlik oluşturarak (a) II. Dünya Savaşında yıkıma uğrayan Avrupa kapitalizmini yeniden yapılandırmak ve güçlendirmek, (b) SSCB’nin ve komünist hareketin gelişmesini engellemek ve (c)ABD’nin kıta üzerindeki hegemonyasını sınırlandır mak istemiştir. Bu nedenle Topluluk, insan hakları ve demokrasiden çok piyasa mekanizması ve liberal ekonomi kriterleri ile ilgilenmiştir. Başka bir ifadeyle, AT, başlangıçta insan haklarını ve demokrasiyi korumak, geliştirmek ve yaymak amacıyla kurulmamıştır; kapitalist Batı Avrupa ülkeleri arasında iktisadi birlik kurmak amacıyla yola çıkılmıştır. Bu nedenle Topluluk, diğer aday ülkelerle ilişki kurarken siyasal kriterlere değil, iktisadi kriterlere önem vermiştir. Dolayısıyla, böyle bir bütünleşme anlayışı ve hareketi içinde, Türkiye ile Topluluk arasındaki ilişkilerde insan hakları ve demokrasi konusu gündeme gelmemiştir.

İkinci neden, dönemin uluslararası sistem yapısı ile ilgilidir. II. Dünya Savaşı sonrasında ABD ve kapitalist Batı Avrupa ile SSCB ve sosyalist Doğu Avrupa arasında kutuplaşma gerçekleşmiştir. Böyle bir sistemde asıl sorun insan hakları değildir; asıl sorun kapitalizm – sosyalizm rekabetidir. Dolayısıyla 1960-1980 döneminde AT ülkeleri için insan haklarından daha önemli olan şey sosyalizmin yayılmasını engellemek, sosyalist hareketi zayıflatmak ve nihayet yok etmek olmuştur. Böyle bir uluslararası sistem içinde Türkiye, ABD ile kapitalist AT’nin gözünde sosyalizme karşı bir müttefik idi. Bu nedenle, Türkiye’de yapılan insan hakları ve demokrasi ihlalleri, kapitalizm – sosyalizm rekabetinin/çatışmasının gölgesinde kalıyordu ve AT için pek bir anlam ifade etmiyordu.          

1980-1990 döneminde iki önemli gelişme yaşandı: (1) İktisadi bütünleşme alanında büyük mesafe kaydetmiş olan AT, siyalaşmaya yani siyasal bütünleşme alanında önemli adımlar atamaya başladı. Bu konuda dönüm noktasını 1986’da kabul edilen ve 1 Temmuz 1987’de resmen yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi oldu. Tek Senet, iktisadi, mali ve siyasi bakımdan tekleşmeyi karara bağladı.[1] Topluluk üyeleri ilk defa resmi olarak Tek Senet’te demokrasiyi koruma kararlılıklarını ifade ettiler. Ayrıca, üye devletlerin anayasalarında ve kanunlarında, Avrupa İnsan Hak ve Özgürlükleri Sözleşmesinde ve Avrupa Sosyal Şartında tanınan temel haklara saygı gösterileceği ve özellikle özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet değerlerinin destekleneceği belirtildi.[2] Böylece AT, siyasal bütünleşme sürecini insan hakları ve demokrasi değerleri üzerine kurmaya ve bu nedenle de diğer ülkeler ile geliştirdiği ilişkilerde insan hakları ve demokrasi konusuna önem vermeye başladı. Yani, İktisadi Kriterlerin yanında Siyasi Kriterler de önem kazanmaya başladı. Siyasi Kriterlerin içeriğini insan hakları ve demokrasi konuları/değerleri oluşturdu.

(2) 1980-1990 döneminde yaşanılmış olan ikinci önemli gelişme, kapitalist blok ile sosyalist blok arasındaki gerginliğin azalması ve yumuşaması olmuştur. Her ne kadar henüz sosyalist rejimler yıkılmamış olsalar da, iki kutup arasındaki ilişkiler eskisi gibi gergin ve korkutucu değildi. İki kutuplu düzen yumuşamaya ve çözülmeye başladıkça, Türkiye’nin “komünizme karşı müttefiklik” pozisyonu da, hem ABD hem de AT nezrinde önemini yitirmeye başladı.

İşte bu iki yeni gelişmeden dolayı, 1980-1990 döneminde Türkiye – AT ilişkilerinde insan hakları ve demokrasi boyutu belirmeye başladı. Daha önceden 1960 darbesine ve 1971 muhtırasına ses çıkarmamış olan Topluluk, 12 Eylül 1980 tarihli askeri darbeyi sert biçimde eleştirdi ve tek taraflı olarak ilişkileri askıya aldı.

Türkiye AT’nin sert tutumuna bir takım reformlar ile karşılık verdi: Türkiye’de yaşayan Rumların mal varlıklarını donduran 1964 tarihli karar iptal edildi; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu yargı yetkisi kabul edildi; Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkı tanındı; insan hakları ihlallerini inceleyecek ve izleyecek olan bir Meclis Komisyonu kuruldu; işkenceyi yasaklayan Avrupa ve Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri onaylandı; mahkemelerce kararı alınmış ve TBMM’de onay bekleyen yaklaşık 200 idam kararı onaylanmadı; yayınlarda Kürtçe dilinin kullanılmasına izin verildi; Türk Ceza Kanununun 141., 142. ve 163. maddeleri kaldırıldı; ölüm cezaları 20 yıla ve müebbet hapis cezaları 15 yıla indirildi; çok sayıda siyasi mahkum serbest bırakıldı. 
Bu reformlar sayesinde ilişkiler tekrardan normalleşti. 1987’de Özal hükümeti AT’ye tam üyelik başvurusu yaptı. Başvurunun kabul edilmemesine rağmen, bu tarihten itibaren Türkiye – AT ilişkileri hızlı bir normalleşme ve gelişme seyri yakaladı.[3] Böyle bir ortamda 1990’lara gelindi

1992 yılında Topluluk iktisadi bütünleşmeyi tamamlamış oldu ve Maastricht Antlaşması ile birlikte Topluluk (Avrupa Topluluğu), Birliğe (Avrupa Birliği) dönüştürüldü. Artık AB’nin asıl amacı siyasi bütünleşmeyi sağlamak idi. Siyasal bütünleşme yönünde adımlar atıldıkça insan hakları ve demokrasi konusu AB için gittikçe daha fazla önem taşımaya başladı. 1992 Maastricht Antlaşması’nı takip eden 1993 Kopenhag Kriterleri, 1997 Amsterdam Antlaşması, 2000 AB Temel Haklar Şartı ve 2004 Avrupa Anayasal Antlaşması, insan hakları ve demokrasi konusunu Birliğin kalbine yerleştirdi:

Maastricht Antlaşması’nın F.2 düzenlemesi şu ifadeyi içermiştir: “Avrupa Birliği, 4 Kasım 1950 tarihinde imzalanan İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Avrupa Sözleşmesi tarafından güvencelenen ve topluluk hukukunun genel prensipleri olarak üye ülkeler ortak anayasal geleneklerinden kaynaklanan temel haklara saygı gösterir.”[4] Ayrıca Ortak Dış ve Güvenlik Politikası ile ilgili V. Başlık, Md. J. 1, fıkra 2’de “... demokrasi ve hukuk devleti ve insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilip pekiştirilmesi ...”; Adalet ve İçişlerinde İşbirliği ile ilgili VI. Başlık, Md. K. 2’de “... 4 Kasım 1950 tarihli İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri koruma Avrupa Sözleşmesi ile saygı içinde ...” gibi insan hakları ve demokrasi yönünde düzenlemeler getiren bir takım önemli ifadeler yer almıştır.[5]

Amsterdam Antlaşması’nın 6 (1) düzenlemesi ise AB’yi şu şekilde tanımlamıştır: “Avrupa Birliği, üye ülkelerde ortak prensipler; hürriyet, demokrasi, insan hakları ve temel hürriyetlere saygı ve böylelikle hukuk devleti üzerine kuruludur.”[6] Ayrıca bu antlaşama ile ilk kez, insan hakları ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin hükümlere aykırı davranan üye devletin AB Konseyi’ndeki oy hakkı, diğer üyelerin oybirliği ile askıya alınabileceği kabul edildi.[7]

Maastricht Antlaşması, AB için politik nitelikli hedefler oluşturmuştur. Bu antlaşmanın temel mantığını geliştiren Amsterdam Antlaşması ise, hürriyet, demokrasi, temel haklar ve hukuk devleti prensiplerini Birlik kamu iktidarının tüm faaliyetlerine yön veren en üstün kurucu/yönetici prensipler olarak kabul etmiştir. Böylece Maastricht Antlaşması’nın mirasını daha da zenginleştiren Amsterdam Antlaşması, Birlik’in ekonomik kamu düzenine bitişik politik bir kamu düzeni oluşturmuştur.

Aralık 2000 Nice Zirvesinde kabul edilen “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı”[8] ise insan hakları ve demokrasi konusunun önemini ve ağırlığını Birlik içinde daha da arttırdı.[9] Ve nihayet 2004 Avrupa Anaysa Taslağı (Avrupa Anayasal Antlaşması)’nın I-2 maddesi, AB’nin iktisadi bütünleşme sonucunda oluşmuş olan iktisadi kamu düzenine bitişik bir “politik kamu düzeni” inşa etmiştir. Bu politik kamu düzeni, insan hakları ve demokrasi değerleri üzerine kurulmuştur:

“Birlik, insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukuk devleti ve azınlıklara mensup kişilerin hakları dahil, insan haklarına saygı değerleri üzerine kuruludur. Bu değerler çoğulculuk, ayrımcılık yasağı, hoşgörü, adalet, dayanışma ve kadın erkek eşitliği ile nitelenen bir toplumda, üye devletlerin hepsi için ortaktır.”[10]

Dolayısıyla 1990 sonrası yıllarda artık AB, insan hakları ve demokrasi değerleri bağlamında tanımlanmaya başlandı. Ayrıca, uzun yıllardır kapitalist ülkeleri korkutan “komünizm hayaleti” de 1990’lı yıllarla birlikte ölmüştü. Eski sosyalist, yeni kapitalist ülkeler (Rusya Federasyonu hariç) AB ile bütünleşmek için çaba sarf etmeye başlamışlardı.

İşte böyle bir ortamda Türkiye – AB ilişkilerinde insan hakları ve demokrasi konusu ağırlığını ve etkisini iyice arttırdı. 1990 sonrası dönemde AB, Türkiye ile kurduğu ilişkilerde, iktisadi kriterlerden çok siyasal kriterler başlığı altında insan hakları ve demokrasi konularına önem verdi. Bu dönemde PKK terörü ve Kürt Sorunu, AB-Türkiye ilişkilerinde insan hakları ve demokrasi boyutu çerçevesinde ele alındı ve ilişkilerde gerginliklerin yaşanmasına neden oldu.

AB’nin, PKK terörüne karşı yapılan askeri operasyonları kınaması, sert biçimde eleştirmesi, bazı yaptırımlar uygulaması ve  PKK terörünü insan hakları ve demokrasi bağlamında ele alması Türk kamuoyunu kızdırdı. Terörden büyük zarar görmüş olan Türk kamuoyu, AB’yi “PKK’yı desteklemek”, “Türkiye’yi bölmeye çalışmak”, “Türkiye’yi arkadan vurmak” gibi söylemler ile suçlamaya başladı. Fakat her şeye rağmen Türkiye, 1993 Kopenhag Kriterlerine ulaşabilmek için insan hakları ve demokrasi konularında çok sayıda reformlar gerçekleştirdi.

1999 yılında iki önemli gelişme yaşandı: Birincisi; PKK’nın lideri Abdullah Öcalan yakalandı ve örgüt iyice zayıflatıldı. İkincisi; Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye aday ülke statüsü verildi. Bu iki olay Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi alanındaki reform çalışmalarını iyice hızlandırdı. Ve nihayet, bu reform çalışmalarından memnun kalan AB, 2004 Brüksel Zirvesi’nde tam üyelik müzakerelerinin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılmasına karar verdi. 3 Ekimde başlatılan müzakerelerin başlangıç ayağını “tarama süreci” oluşturdu. Tarama süreci yaklaşık 8 ay sürdü. 8 aylık tarama süreci başarıyla tamamlanınca, 12 Haziran 2006 tarihinde “fiili müzakereler” başlatıldı.

35 müzakere başlığını içeren fiili müzakereler sürecinde, insan hakları ve demokrasi konuları/meseleleri önemli rol oynamaya devam edecektir. Nitekim fiili müzakereleri başlatan Lüksembourg Dışişleri Bakanları toplantısında bir açıklama yapan AB Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn, yeni TCK, din özgürlüğü ve Güneydoğu’daki gelişmelerden endişe duyduklarını belirtti.[11]

AB – Türkiye ilişkilerinde insan hakları ve demokrasi boyutu / meselesi, AB’nin siyasal bütünleşme sürecine girdiği 1990 sonrası dönemde iyice ağırlığını ortaya koymuştur ve iktisadi kriterlerin önüne geçmiştir. AB sık sık Türkiye’yi insan hakları ihlalleri yapmakla ve anti-demokratik olmakla eleştirmiştir. Türkiye bu eleştirilere insan hakları ve demokrasi alanında reformlar yaparak cevap vermiştir. İnsan hakları ve demokratikleşme reformları özellikle PKK terörünün zayıfladığı zamanlarda hızlanmıştır. Yapılan bu reformlara rağmen, 12 Haziranda başlatılan fiili müzakereler süresince “demokrasi ve insan hakları konuları / meseleleri” gündeme gelecektir ve müzakerelere etki edecektir. Dolayısıyla, fiili müzakere sürecine henüz ilk adımını atmış olan Türkiye, demokrasi ve insan hakları konularında gerekli tedbirleri almalı ve AB ile müzakere masasına hazırlıklı bir şekilde oturmalıdır. Aksi durumda AB’nin eleştirilerine zamanında, doğru ve yeterli karşılık verilemez.  

 KAYNAKLAR;

[1] Dedeoğlu, B., “Avrupa Bütünleşme Süreci II: Avrupa Birliği’nin Yakın Geçmişi”, B. Dedeoğlu (ed.), Dünden Bugüne Avrupa Birliği, İstanbul: Boyut Kitapları, 2003, s. 56.

[2] Arsava, F., “Avrupa Toplulukları Adalet Divanı ve Temel Haklar”, A.Ü.  S.B.F. Dergisi, cilt 52, sayı 1, Ankara: A.Ü.  S.B.F. Yayınları, 1997, s. 117.

[3] Bkz. Erhan, Ç. ve Arat, T., “AT’yle İlişkiler (1980-1990)”, B. Oran (ed.), Türk Dış Politikası, cilt. II, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.

[4] Aktaran  Selçuk, E., “Avrupa Anayasal Düzeninde Temel Hakların Serüveni”, İ.Ü. SBF Dergisi, İstanbul: SBF Yayınları, Mart 2005, s. 22.

[5] Arsava, a.g.m., s. 118.

[6] Aktaran Selçuk, “Avrupa Anayasal Düzeninde...” s. 25.

[7] Sönmezoğlu, F., (ed.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, İstanbul: Der Yayınları, 2005, s. 29.

[8] Bildirge’nin Türkçe çevirisi için bkz.  Alnıak, M.O., İnsan Hakları ve Avrupa Birliği (Çelişkiler ve Yorumlar), İstanbul: Turk Yayın, 2006, s. 78-94.

[9] Bkz.  Selçuk, “Avrupa Anayasal Düzeninde . . .”,  a.g.e., s. 37-42.

[10] Aktaran  a.g.e., s. 43.

[11] htt://www.ntvmsnbc.com/news/376548.asp.


****


AB ve ABD'den Türkiye'ye Demokrasi Uyarısı,


AB ve ABD, darbe girişimi sonrası süreçte Türkiye'ye demokrasi ve hukukun üstünlüğü uyarısı yaptı. ABD Dışişleri Bakanı Kerry ise Gülen'in iadesi konusunda iddia değil, kanıtlara ihtiyaç olduğunu açıkladı.


AB Güvenlik ve Dış Politika Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Brüksel'deki AB dışişleri bakanları toplantısı sonrasında yaptıkları ortak açıklamada, Türk hükümetini darbe sonrası süreçte anayasal ve temel haklara saygılı olmaya çağırdı.

Mogherini Türkiye'yi temel haklar ve hukukun üstünlüğünden uzaklaştırmaya hiçbir gerekçe gösterilemeyeceğini belirterek, "Şu saatlerde Türkiye'de olup bitenler konusundaki endişeleri paylaşıyoruz. Demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygıya ihtiyaç var" diye konuştu.

"İdam cezası uygulayan AB üyesi olamaz"

Türkiye'deki idam cezası tartışmalarına da değinen Mogherini, idam cezasını yürürlüğe sokan bir ülkenin AB üyesi olamayacağı uyarısında bulundu. Mogherini, Türkiye'nin Avrupa Konseyi üyesi olduğunu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin Türkiye için de bağlayıcı olduğunu hatırlattı.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de darbe girişiminin ardından Türk hükümetine itidal ve istikrarı koruma çağrısı yaparak, demokratik kurumlara saygı ve hukukun üstünlüğü konusunda en yüksek standartlara uyulması çağrısında bulundu.

Mogherini ve Kerry, 'Türkiye'nin demokratik yollarla göreve gelmiş hükümetine desteklerini' de yineledi.

Kerry: Gülen'le ilgili iddia değil, kanıt lazım"

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Türkiye'den Fethullah Gülen ile ilgili kanıt beklediklerini de bir kez daha tekrarladı.

Türkiye'nin Gülen ile ilgili yapılacak iade talebini destekleyecek kanıt üretmesi gerektiğini kaydeden Kerry, "Türk Dışişleri Bakanı'ndan bize iddia değil kanıt göndermelerini istedim… Sınırdışı sistemiyle ilgili pekçok ülkede geçerli soruşturma standardına uygun gerçek kanıtlara ihtiyacımız var" diye konuştu.

Kerry, darbecilerin adalete teslim edilmesine şüphesiz destek sağlayacaklarını, ancak bunun çok ötesine geçecek eylemlere girişilmemesi gerektiğini söyledi.

Alman hükümetinden idam uyarısı

Diğer yandan Alman hükümeti de Türkiye'de idam cezasının yeniden yürürlüğe sokulması tartışmalarıyla ilgili açıklama yaptı.

Federal hükümet sözcüsü Steffen Seibert, haftasonunda  yapılan bazı açıklamaların 'endişe verici' olduğunu belirterek, "İdam cezasını kesinlikle reddediyoruz. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ek protokolünü imzalamış ve böylece idam cezasının tamamen kaldırılması konusunda yükümlülük altına girmiştir" ifadesini kullandı.

Seibert, 'Türkiye'de idam cezasının yeniden yürürlüğe sokulması AB ile üyelik müzakerelerinin sona erdirilmesi sonucu doğuracaktır" dedi.

© Deutsche Welle Türkçe

AFP,rtr,dpa,epdBK,BÖ

http://www.dw.com/tr/ab-ve-abdden-t%C3%BCrkiyeye-demokrasi-uyar%C4%B1s%C4%B1/a-19407535


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***


AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 1

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 1


ÖNSÖZ




Bu rapor, Amerika Birleşik Devletleri’nin 2006 yılında insan haklarına saygıyı yaygınlaştırmak ve dünya çapında demokrasiyi teşvik etmek için gerçekleştirdiği çeşitli çalışmaları belgelemektedir.

Başkan Bush, özgürlüğe odaklanmış bir dış politika yürütmemizi taahhüt etmiş, ve insan hakları ve demokrasi’nin geliştirilmesini ulusal güvenlik stratejimizin vazgeçilmez unsuru olarak belirlemiştir. Başkan’ın söylemiş olduğu gibi: “Her terörist’te en derin korkuyu yaratan şey özgürlüktür – insanların kendi tercihleri ni yaptığı, kendi vicdanlarına hesap verdiği, ve kinleri ile değil, umutları ile yaşadıkları toplumlardır.”

 2006 yılı boyunca dünyanın her bölgesinde uluslararası insan hakları standartlarını ve demokratik ilkeleri yaygınlaştırmak ve korumak uğruna çaba sarf ettik. 

Demokrasilerde, hukukun üstünlüğü ve hesap verebilen devlet kurumlarının oluşturulmasına ve yaşatılmasına destek olduk. 
Özgür ve adil seçim süreçlerini yaygınlaştırırken, aynı zamanda kadınlar ve azınlıklar dahil olmak üzere tüm vatandaşların ülkelerinin kaderinin belirlemesin de yer almalarını teşvik ettik. Sivil toplumun güçlenmesi ve medya özgürlüğünün geliştirilmesi konularında çalıştık. Bunun yanında, insan hakları ve demokratik ilkelerin ablukaya alındığı yerlerde, barışçıl değişim için baskı yapanların yanında yer aldık.

İnsan onurunu korumak ve dünya çapında etkin demokrasilerin çoğalmasına destek olmak, başka hükümetler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör ile güçlü ortaklıklar gerektiren uzun vadeli bir çabadır. Aksilikler olacaktır, ve ilerleme bazen yavaşça kaydedilecektir, ancak ortaklarımız ile birlikte bu çabamızda sebat edeceğiz – çünkü her kültür ve rengin, her ırk ve inancın kendileri, çocukları ve ülkelerinin geleceği için hürriyetin nimetlerini temin etme arzularına yatırım yapmak, hem doğru, hem de akıllı bir yatırımdır.

Bu düşünceler ile, Dışişleri Bakanlığı’nın “İnsan Hakları ve Demokrasiyi Desteklemek: A.B.D. 2006 Sicili” konulu raporunu A.B.D. Kongresine sunuyorum.


 [imza]
Condoleezza Rice
Dışişleri Bakanı;


 AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ

“İnsan Hakları ve Demokrasiyi Desteklemek: A.B.D. 2006 Sicili”, geçtiğimiz yıl içinde dünya çapında kökten reform çabalarını desteklemek amacı ile uygulamış 
olduğumuz diplomatik araçları anlatmaktadır.
Kişisel ve demokratik özgürlüklerin ilerlemesini sağlamak için tek bir formül yoktur.
Çabalarımız, işleyen bir demokraside insan haklarının etkin bir biçimde uygulanıyor ve korunuyor olmasını sağlamak için var olması gereken üç ana unsur üzerine odaklanmıştır: Bir – özgür ve bağımsız seçim süreci; ve bu süreçte gerçek rekabetin olmasını mümkün kılan eşit zeminin oluşması; İki – iyi yönetim; temsili, şeffaf ve hesap veren kurumların yanı sıra bağımsız yasama ve yargı organlarının bulunduğu, ve hukukun üstünlüğü ilkesini esas alarak işleyen yönetimler ve, Üç: hükümetin dürüst davranmasını mecbur kılan, vatandaşların ilgisini kazanan, ve reformların devamını sağlayan, dinç bir sivil toplum ve bağımsız medya. Demokrasinin bu üç vazgeçilmez unsurunun zayıf olduğu yerlerde, onları güçlendirmek için çalıştık; saldırıya uğradıkları yerlerde onları korumaya çabaladık, ve devlet baskısı sonucunda var olamadıkları yerlerde, korku ile yaşayan ancak özgürlüğü hayal edenler adına sesimizi yükselttik.
Bu raporların da belirttiği gibi, insan hakları ve demokrasiye verdiğimiz desteği, her ülke ve bölgenin ihtiyaçlarına göre uyarladık. 

Örneğin, Batı Yarı küresi’nde aşılması gereken başlıca zorluklar, demokratik gelişim alanındadır–vatandaşlarının daha iyi bir yaşam için talep ve ihtiyaçlarını tatmin etmek amacıyla, demokrasilerin bu doğrultuda kapasitelerini
geliştirmelerine yardımcı olmak. Afrika’nın birçok ülkesi için şiddete son vermek, insan hakları koşullarını ve devlet reformlarının devamını sağlamanın ana meselesidir. Güney, Orta ve Doğu Asya ve Pasifik bölgelerinde insan hakları ve demokrasi konularında karşılaşılan zorluklar, o geniş coğrafya kadar çeşitlidir. Birçok durumda iyi yönetim konusunda kaydedilen gelişimi pekiştirmek için, mevcut olan sorunların yanıtlanmasını destekledik. Öte yandan, liderler vatandaşlarının haklarını ihlal ederek hâkimiyeti ellerinde tutarken, bu ihlalleri vurgulayarak küresel fikir ve bilgi alışverişine halkların erişimini sağlama yönünde çalıştık. Avrupa’da, Avrupalı ortaklarımızla işbirliğimizi devam ettirerek, nihayet bütün, özgür ve barış içinde var olan bir kıta vizyonunu gerçekleştirme yönünde çalışmalarımızı sürdürdük. Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde ise siyasi, ekonomik ve eğitim reformu için gittikçe artan talebe Gelecek Forum’u (Forum for the Future) ve Ortadoğu Ortaklık Girişimi (Middle East Partnership
Initiative) gibi yenilikçi, çok taraflı ve ikili çabalarla yanıt verdik.

Yine 2006’da Dışişleri Bakanı Rice, insan hakları ve demokrasi savunucularını
desteklemek amacı ile tasarlanmış iki önemli girişimi açıkladı. Bunlar: İnsan Hakları Savunucuları Fonu; ve devletler tarafından sivil toplum kuruluşlarına yapılan muameleler konusunda STK’lar Hakkında On Yol Gösterici İlke girişimleri dir.

İnsan Hakları Savunucuları Fonu, devlet baskısı sonucu olağanüstü ihtiyaçlar ile yüz yüze kalan insan hakları savunucularına küçük miktarlarda yardımların 
Dışişleri Bakanlığı tarafından ivedilikle dağıtılma imkânını sağlayacaktır. 1,5 milyon dolar ile başlayacak olan ve ihtiyaçlara göre her yıl yenilenecek olan bu kaynak,  hukuki savunma ve sağlık yardımı maliyetlerini karşılamak, veya savunucuların acil aile ihtiyaçlarını kısa vadede karşılamak için kullanılabilir.

STK’lar Hakkında On Yol Gösterici İlke, 
( http://www.state.gov/g/drl/rls/77771.htm ), hem STKlar ile kendi ilişkilerimizi yönlendirecek, hem de diğer devletlerin davranışlarını
değerlendirmek için kullanılacaktır. Bu ilkeler, BM ve başka uluslararası kuruluşların STK ve diğer insan hakları savunucularını desteklemek amacıyla hazırlanan, daha uzun ve ayrıntılı belgelerini destekleyici niteliktedir. STKlar Hakkında On İlke girişimimizin devletler, uluslararası kuruluşlar, sivil toplum grupları ve gazeteciler için bir kaynak olmasını ve güç durumda olan STKlar için dünya çapında destek yaratmasını ümit ediyoruz.

İnsan hakları ve demokrasi konularında gelişme, öncelikle kendi ülkelerinde reform için çalışmakta olan erkek ve kadınların cesaret ve bağlılıklarına dayanır. 
İlerleme, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri ve dünyanın her bölgesindeki demokrasilerin sürekli ve yoğun çabalarını gerektirecektir. 
İleriye giden yol çok nadiren düz olacaktır. Hassas demokrasiler bocalayabilirler. Liderleri tamamen demokrasiye bağlı olmayan ülkeler geriye doğru düşebilirler. 
Reformlarda ısrar edenlerin, değişime sıcak bakmayanların direnci ile karşılaşmaları kaçınılmazdır. Bunlar ayıltıcı gerçeklerdir. 

Yine de özgürlük uğruna çalışmalarımızın dünyanın tüm insanları için yeni, umut dolu gerçekler yaratabileceğine inanıyoruz. 

Türkiye Türkiye, çok partili, tek meclisli parlamenter sistemi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilen, sınırlı yetkiler ile donatılmış cumhurbaşkanı ile bir anayasal cumhuriyettir. 2002 Parlamento seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) sandalyelerin çoğunluğunu kazanmış ve tek partili bir hükümet kurmuştur. 

Yıl boyunca hükümet, devlet güvenlik güçlerinin hukuken hesap vereme yükümlülüklerini arttırmak, ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamaları azaltma ve kadınlara karşı işlenen “namus cinayetleri” gibi çok eski geleneklere dayanan suçlara karşı çağdaşlaştırmak gibi, aşılması gereken zorluklar ile karşı karşıya kalmıştır. Ceza kanunu’nun yeniden düzenlenmesiyle işkence suçlarında azalma ve davalılar için yargılama sürecinde iyileştirmeye gidilmesine rağmen, hükümet yeni kanunların harfiyen uygulanmasında zorlanmıştır. Yasadışı cinayetler işleyen güvenlik güçlerinin tutuklanma ve yargılanma sayıları, yaşanan olayların sayısına kıyasla düşüktür ve bu kişilerin çok azı hüküm giymiştir. Güvenlik güçleri zaman zaman işkence, dayak ve çeşitli yöntemlerle kişilere karşı kötü muamele uygulamıştır. Cezaevlerinin kalabalıklığı ve cezaevi personelinin
eğitimlerinin yetersiz olması nedeniyle, cezaevi koşulları kötü olmaya devam etmiştir.

Emniyet yetkilileri, kanunların gerektirdiği gibi gözaltında bulunanlara daima ivedilikle avukat sağlamamıştır. Yürütme organı, yargının bağımsızlığını zaman zaman zayıflatırken, hakim ve savcılar arasında gereğinden yakın olan ilişkiler adil yargılama hakkını engellemeye devam etmiştir. Aşırı uzun süren mahkeme ler de sorun olmaya devam etmektedir. Hükümet anayasal sınırlamaları uygulamaya sokarak, devlete, “Türk kimliğine”, cumhuriyetin kurum ve simgelerine hakareti yasaklayan Ceza Kanunu maddeleri ve çeşitli kanunlar aracılığıyla ifade özgürlüğünü kısıtlamıştır. Garyri-Müslim dini grupları ve Alevi’lerin dinlerini açıkça icra etmeleri, mülk sahibi olmaları ve dini lider yetiştirme hususlarında karşılaştıkları kısıtlamalar devam etmiştir. Tecavüz dahil
olmak üzere, kadınlara karşı şiddet yaygın bir sorun olmayı sürdürmüştür. Çocuk
evlilikleri sorun olmaya devam etmiştir. Polisler arasında her seviyede görülen yolsuzluk, ülkeye ve ülke içerisinde cinsel istismar amacı ile kadın ve çocuk ticareti suçuna katkıda bulunmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri, polis ve yargı yöntemleri, dini özgürlük, ifade özgürlüğü, etik yönetim, insan ticareti, çoğunluğu Kürt’lerden oluşan iç göçe mecbur kalmış halkın geri dönüş hakkı gibi, geniş yelpazedeki konuları ele alan programları ile insan hakları ve demokrasiyi geliştirme çabalarını sürdürmüştür. Ülkede bulunan A.B.D. yetkilileri bu stratejik vizyonu uygulamak amacı ile rutin olarak ülkenin siyasi, dini, sosyal, kültürel ve etnik grupları ile görüşerek insan hakları koşullarını ve bu gruplar ile hükümet arasındaki ilişkileri geliştirme konusunu ele almışlardır. Aynı zamanda, A.B.D. yetkilileri yasama, yürütme ve yargı organları temsilcileri ile belli aralıklarla görüşerek, AB katılım kriterlerini yerine getirmek için gereken reformlar dahil olmak üzere, ülkede geniş çaplı
reformların sürdürülmesini teşvik etmek amacı ile görüşmüştür. Büyükelçi ve diğer A.B.D. yetkilileri, bakanlar ve Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile ifade ve inanç özgürlüğü konularını görüşmek için bir araya gelmiştir.

Amerika’nın sponsorluğunu yaptığı uluslararası ziyaretçi programları, çeşitli alanlardaki profesyonellere Amerika Birleşik Devletleri ve Amerikalı meslektaşlarını tanıma fırsatı vererek A.B.D.’nin stratejik amaçlarını gerçekleştirmekte önemli rol oynamıştır. Yıl içersinde, yerel yönetimler, A.B.D. dış politikasında insan hakları, STKlar ve sivil aktivizm, yargı reformu ve insan ticareti gibi konular ile ilgili programlar dahil olmak üzere, insan hakları ve demokrasi ile doğrudan ilişkisi olan projelere 25 Türk katılmıştır.

Yıl içerisindeki projeler arasında Türk ve Amerikan heyetlerinin katıldığı Amerika Genç Siyasi Liderler Konseyi değişim programı gerçekleşti. A.B.D. sponsorluğundaki televizyon işbirliği programında, ülkenin tanınmış ulusal televizyon istasyonlarından biri tarafından, şeffaflık ve idare, çok kültürlülük, sivil toplum kuruluşları ve ulusal hükümet arasındaki etkileşim gibi konuların ele alındığı ve ulusal çapta yayınlanacak olan belgeseller çekilmiştir.

Uluslararası ziyaretçi programları ülkedeki siyasi süreci geliştirme anlamında A.B.D. programlarında önemli bir rol oynamıştır. Şubat ayında ülkenin farklı yörelerinden altı belediye başkanı Amerika Birleşik Devletlerini ziyaret etmiştir. Ziyaretleri sırasında heyet, Amerika’da bulunan küçük ve büyük toplumların yaşamakta olduğu bölgelerdeki yerel idareleri inceleme fırsatı bulmuştur. Döndükten sonra, heyet sıkça Amerikan hükümet sistemlerindeki hesap verme yasaları hakkında yorum yapmıştır. Program sonrasında ise belediye başkanların dan bazıları benzer yasaları kendi belediyelerinde uygulamak üzere benimsemiş tir. Yine Amerika Birleşik Devletleri’nin sponsorluğunu yaptığı bir program kapsamında, Türk lise öğrencileri Ocak ayında üç hafta boyunca Amerika’ya yaptıkları ziyarette, Amerika’da demokratik idare ve insan haklarına saygı
konularını incelemişlerdir.

Medya özgürlüğünü teşvik etmek için, Amerika Birleşik Devletleri genç yazarlar
arasında etik ve gazetecilik sorumluluğunu, ve editörler ve medya denetçileri arasında ifade özgürlüğünü pekiştirmek amacı ile profesyonel programlarını desteklemiştir. Hem laik hem de İslamcı basından geniş yelpazede profesyonel ler bu programlara katılmıştır.
Ülkedeki A.B.D. yetkilileri, ayrıca bir National Public Radio görevlisini “Basında
Şeffaflık” konusunda konuşmacı olarak ağırlamışlardır.

Amerika Birleşik Devletleri ülkedeki hukuk reformlarının ilerlemesine verdiği desteği sürdürmüştür. Hükümet, A.B.D. desteği ile, Amerikan hukuk sistemindeki gelişmeleri ülkedeki hakim ve avukatlara anlatan A.B.D. Baro Başkanına konuşma programında evsahipliği yapmıştır. Bunun yanı sıra, ülkenin batı bölgelerinin büyük bölümünde yer alan cürüm davalarından sorumlu olan savcı, uluslararası ziyaretçiler programı kapsamında ülkedeki hakim ve hukukçular ile görüştü. Savcı, ceza davası duruşmalarını izleyip, hakimler, savcılar ve hukuk ile ilgili olan çeşitli gruplar ile görüştükten sonra, ülkesine mahkûm haklarına ilişkin yeni fikirler ile döndü. Aynı program kapsamında,
Fikri Mülkiyet Hakları Mahkemesi yargıçlarından biri Amerika’yı ziyaret etti, ve
ülkesine fikri mülkiyet haklarının uygulanması konusunda olumlu görüş ve düşünceler ile döndü. Ayrıca, ifade özgürlüğü, polis davranışları ve cezai adalet sisteminde yargılama alternatifleri ile ilgili konuların ele alınmasını teşvik eden hukuk projesi kapsamında, Türk ve Amerikan hukuk uzmanlarından oluşan heyetlerin ikili değişim programlarına katılımları A.B.D. hükümeti tarafından desteklendi. Ülkede görev yapan A.B.D.’li yetkililer, İstanbul’un en saygın hukuk fakültelerinin öğrenci ve öğretim üyelerinin de katıldığı, ve Yüksek Mahkeme Yargıcı Ruth Bader Ginsberg’in hukukun üstünlüğü ve  yargı organı ile yürütme organı arasındaki ilişki konularında konuşma yaptığı bir yemekte evsahipliği yaptılar.

Amerika Birleşik Devletleri, yıl boyunca insan hakları ve demokrasi konularına
odaklanmış konuşmacılara sponsorluk yapmıştır. Mart ayında Georgetown Üniversitesi
Hükümet Bölümü başkanı, demokratik toplumlarda özgürlüğü ve güvenliği dengeleme
sorunu konusunu 400’den fazla dinleyici ile paylaştı. Ocak ayında Virginia
Üniversitesi’nden bir konuk profesör İstanbul’da din özgürlüğü konusuna, Tennessee
Üniversitesi’nden gelen bir profesör ise, Ankara’da yaptığı bir konuşmada dinin
demokrasideki rolüne değindi.

Amerika Birleşik Devletleri, sponsorluğunu yaptığı bir konuşmacı programında yerel dinleyiciler ile insan hakları konularını ele almak üzere resmi sıfatlı konuşmacıların Türkiye’ye gelmelerini sağlamıştır. Ülkenin çeşitli yerlerindeki üniversiteler ve sosyal kulüplerinde, ifade özgürlüğü ve demokrasiden, Küba’daki Guantanamo üssünde terör zanlıları olarak tutuklu bulunanlar bağlamında insan hakları gibi çeşitli konuların konuşulduğu programlar düzenlenmiştir. Örneğin, İstanbul’da Amerikalı konuşmacılar yerel bir üniversite’nin düzenlediği “demokrasi yaz kampı” katılımcıları ile konuşma
yaptı. Bunun yanı sıra İzmir’de resmi bir konuşmacı ülkedeki Örnek BM ekiplerinden birine A.B.D. Hükümet Politikalarını anlattı. Bu programlarda konuşmacılar İnsan Hakları ve Siz: Amerikan Demokrasisinin tarihi ve işleyişi hakkında bir rehber ve yayınlar gibi A.B.D. Hükümet yayınlarından yararlanmışlardır.

Amerika Birleşik Devletleri aynı zamanda Protestan, Yehova Şahitleri ve Bahai’ler gibi ülkelerinde yasal konumu olmayan insanlar dahil olmak üzere, tüm dini inançların ifade özgürlüğünün serbest bırakılması gerekliliğini bir kez daha vurgulamıştır. Amerika Birleşik Devletleri, üst düzey devlet yetkililerini Heybeli Ada’daki Ruhban Okulu’nun yeniden açılması, Patrikhane’nin Ekümenik niteliğinin tanınması, ve Türk olmayan vatandaşların din adamı olarak görev yapma hakları konularında Ekümenik Patrikhane ile uzlaşmaya varılması yönündeki ısrarını yinelemiştir. A.B.D. yetkilileri dini özgürlükler konusunda hükümet yetkilileri ile sürekli bir diyalog içinde bulunmuşlardır.

A.B.D.’den yapılan bağış sayesinde, Uluslararası Göç Örgütü, kapsamlı bir mekanizma ile insan ticareti mağdurlarını korumak ve ülkenin insan ticareti ile mücadele gücünü arttırmak alanlarında, devlet yetkilileri ile çalışmalarını sürdürmüştür. Bağışın üçte biri doğrudan insan ticareti mağdurlarını korumak ve kendilerine yardım olarak aktarılmıştır.

Uluslararası Göç Örgütü, insan ticaretinin yoğun olduğu yerlerde A.B.D. fonları
sayesinde Jandarma ve yargı yetkililerine eğitim, ve tacirlerin yargılanmaları sağlamıştır.

Amerika Birleşik Devletleri aynı zamanda, 24-saat açık olan bir mağdur destek hattını ilan eden televizyon ve yazılı basın reklamları ile, hayata geçirildiği ilk altı ay içerisinde 50’den fazla mağdurun kurtulmasını sağlayan, çok büyük bir toplumsal bilinç kampanyasına kaynak sağlamıştır. 


https://photos.state.gov/libraries/turkey/231771/PDFs/hrdemusr2006tr.pdf


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

3 Ocak 2017 Salı

SURİYE İNSAN HAKLARI SAVUNUCUSU



SURİYE İNSAN HAKLARI SAVUNUCUSU


Suriyeli İnsan Hakları Savunucusu Emel Atasi ile Söyleşi 
29 Haziran 2011 
2011 SURİYE SÖYLEŞİLERİ 
0RTADOGU  ANALİZİ,
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 



Suriye’nin Humus Vilayeti kökenli Atasi ailesi Suriye siyasal yaşamında geçmişten günümüze önemli roller üstlenmiştir. Atasi ailesi içinden 1966-1970 yılları arasında Devlet Başkanlığı yapmış Nurettin Atasi ve Baas Partisi’nin önde gelen isimlerinden ve bakanlık yapmış Cemal Atasi gibi siyasi figürler çıkmıştır. Günümüzde de Atasi ailesi önemli roller üstlenmeye devam ediyor. Suriye muhalefetinin önemli gruplarından biri özellikle insan hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleridir. Örneğin Suhair Atasi tarafından oluşturulan “ Cemal Atasi Forumu ” faaliyetlerinin yasaklanmasının ardından internet üzerinden rejim muhalifi çalışmalarına devam etmektedir. Bir diğer muhalif Atasi ailesi mensubu ise Fransa’da yaşayan insan hakları savunucusu Emel Atasi’dir. Fransa’da etkin konumda bulunan ve Fransız karar alıcıları etkileme potansiyeline sahip Emel Atasi ile Antalya Konferansı sırasında mülakat gerçekleştirdik. Atasi, ORSAM ile liberal kesimin Suriye’deki halk ayaklanmasına bakışını ve Beşar Esad sonrası döneme ilişkin beklentilerini paylaştı. 

ORSAM: Suriye rejimi tamamen gayrı meşru bir yönetim midir yoksa Suriye toplumu içinde belli bir oranda da olsa meşruiyete sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? 



Emel Atasi: Suriye rejimini Arap Alevi rejimi olarak tanımlamak doğru değildir. Suriye’yi yönetenler ve ekonomik kaynaklarını toplayanlar toplamda 200 kişiyi geçmemektedir. Rejimi de Esad ailesi olarak tanımlamak daha doğrudur. Arap Alevi rejimi olarak değil. Esad ve çevresindekiler Arap Alevi kökenlidir ancak Arap Alevi düşüncesi ile hareket edilmemektedir. Esasen bizler Arap Alevi, Hıristiyan şeklinde konuşmaktan da hoşlanmıyoruz. Burada Antalya’da bütün bu gruplardan insanlar bir aradadır. 

ORSAM: Bahsettiğiniz 200 kişilik yönetim kadrosunun pozisyonları nedir? 

Emel Atasi: Bunların büyük çoğunluğu yüksek askeri pozisyonlarda bulunmakta dır. Bunun yanı sıra Beşar Esad’ın kuzeni Rami Maluf ülke ekonomisini kontrol etmektedir. Bütün ülke gelirleri bu aileye gitmektedir. Bu merkezdeki yapının çevresinde para ile çıkar ilişkileri ile kendilerine bağladıkları gruplar bulunmakta dır. Örneğin Şam’da 3 kattan yüksek bina inşa edilememektedir. Şimdi bu insanlara izinler verilerek Şam ve Halep’in zengin insanları bağlanmaya çalışılmaktadır. Şu anda sokaklarda olanlar fakir insanlardır. 
Örneğin benim ailem Humus’ludur. Atasi ailesi bu şehirdendir. Önde gelen bir aile olmakla birlikte sokaktaki göstericilerle birlikte yer almaktadır. Yönetim, Kürtleri de satın almaya çalışmaktadır ancak vatandaşlık vererek de onları kendi tarafına çekemeyecektir. 

ORSAM: Suriyeli Kürtlere daha fazla hak verilmesi durumunda rejim destekçisi cepheye geçmeleri mümkün müdür? 


Emel Atasi: Bu çok zor bir durumdur. Hatta imkansızdır. Çünkü Kürt halkının psikolojisi Şam’da yaşayanlar ya da Arap Bedevilerden 
farklıdır. Kürtleri satın alamazlar. Kürtler geçmişi unutmamaktadır, daha fazla hak istemektedir. Sizin ilk sorunuza yanıt olarak rejimi sadece para ile satın alınmış fakir insanların desteklediğini söyleyebilirim. Dini ayrımlar hakkında konuşmaktan hoşlanmıyorum. 
Çünkü bu bizi bütünleştirmiyor bölüyor. Suriye’de çok fazla sayıda insanın desteğe ve paraya ihtiyacı bulunmaktadır ve rejimin destekçi bulması da kolaydır. Mesela Şam’da düzenlenen rejim yanlısı gösteriler için okullara gidilerek gösteriye katılmaları konusunda baskı yapıldığını biliyoruz. Katılmak dışında başka seçenekleri bulunmayan insanlardan söz ediyoruz. İnsanlar rejimden korkmaktadır. Baskı, işkence uygulanmaktadır. Eğer isteklerine uymazsan hapse gitme olasılığı bulunmaktadır. 

Sonuç olarak Suriye toplumunun en fazla %20 ile %30’u arasında bir kesimin rejimi desteklediğini söyleyebiliriz. Esasen buna çıkar ilişkisi olduğu için tam bir destek olarak nitelemek doğru da olmayacaktır. Suriyelilerin yaklaşık %17’si ülke dışında yaşamaktadır. Bunları da rejim karşıtı olarak saymak gerekmekte dir. 

ORSAM: Rejimin yıkılması durumunda ülkede Irak benzeri bir iç savaş yaşanması olasılığı var mıdır? 

Emel Atasi: Suriye, Irak ve Libya’dan farklı özelliklere sahiptir. Biz burada Antalya’da farklı düşünen gruplar diyalog kurmaya çalışıyoruz. 
İslamcı, komünist veya diğer farklı görüşlere sahip kişilerle görüşüyorum ve ortak bir nokta bulmaya çalışıyoruz. Olumsuz tarafları bir kenara bırakıyoruz. Suriyeli farklı kesimler birbirini tanımadığı için birbirinden korkuyordu. Ancak şimdi birbirimizi tanımaya başladık. Ben Avrupa’da yaşıyorum ve İslamcılardan korkmuyorum. Ama onları da çok yakından tanımıyorum. Burada onlarla  konuştuğumda son derece açık fikirli olduklarını görüyorum. Demokrasiden, güçler ayrılığından bahsediyorlar. 

ORSAM: Ancak Ortadoğu’nun gerçeklerinden biri de etnik ve mezhepsel tanımlamaların siyaset üzerindeki etkisidir. Örneğin Mısır’da Mübarek gittikten sonra Hıristiyanlara yönelik bazı saldırılar oldu. Suriye’de böyle bir ihtimal var mıdır? 

Emel Atasi: Suriye tamamen farklıdır, böyle bir şey Suriye’de yaşanmayacaktır. Suriye’de halk Baas Partisi ve Esad ailesinden nefret etmektedir. Ancak Arap Alevilerden nefret etmemektedir. Arap Aleviler burada bizimle birliktedir. Suriye Devrimi’nin önde gelen kesimlerinden biri Suriyeli gençlerdir. Olgunluk son derece önemlidir ve Suriye’nin olgunluğundan gurur duyuyorum. Suriye’de istikrarsızlık olmaması için burada çalışıyoruz. 

ORSAM: Yani Suriyeli kimliğinin daha güçlü olduğunu ve barışçıl bir geçiş dönemi mi yaşanacağını söylüyorsunuz? 

Emel Atasi: Bence böyle olacaktır. Rejim düşerse bu sürecin diğer ülkeler  dekinden daha hızlı olacağını düşünüyorum, öyle umuyorum. 
Ancak daha yapmamız gereken çok fazla şey var. Bizler Suriye dışında yaşayan %17’lik kesim olarak yüksek eğitimli ve entelektüel bir geçmişe sahibiz. Bizlerin daha fazla çalışması gerekmektedir. 

ORSAM: Peki, Suriye dışında yaşayan bu kesimin ülkede bulunmadığı için rejim değişikliğini nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? 


Emel Atasi: Eğer rejim düşerse Suriye’ye verecek çok şeyimiz olduğuna inanıyoruz. Örneğin Fransa’da yaşayan Tunuslular devrim sonrası geçiş sürecine büyük katkı sağladılar. Ekonomi ve insan hakları alanlarında katkı sundular. Buna benzer olarak bizim bu örgütlenmemiz de yeni bir anayasa konusunda çalışabilir. Çok fazla yapmamız gereken şey olduğunu biliyoruz ve biz buna hazırız. 

ORSAM: Libya benzeri bir uluslararası müdahaleye nasıl bakıyorsunuz? 

Emel Atasi: Bu Suriye için imkansızdır. Biz Suriye ordusunun rejime verdiği desteği keserek bizim yanımızda yer almasını bekliyoruz. 

ORSAM: Böyle bir ihtimal var mı? 

Emel Atasi: Olabilir. Şu an için zor gözüküyor ancak olasılık dahilindedir. 

ORSAM: Eğer uluslararası müdahaleyi imkansız görüyorsanız rejim değişikliği için tek koşul ordunun saf değiştirmesi mi oluyor? 

Emel Atasi: Suriye’de Arap Alevilerin tamamı Esad’ı desteklemiyor. Bazı önde gelen Arap Alevi din adamları da Esad’ı iktidarı bırakması konusunda zorlayabilir. Çünkü onlar rejim dışından tüm Suriye halkının bir ve bütün olduğunu daha iyi görmektedirler. 
Aynı zamanda Arap Alevi aydınların da bu gerçeği gördüğünü düşünüyorum. Bu rejim değişikliği için diğer bir olasılıktır. Diğer bir olasılık, bizler Batı’da çalışan insanlarız. Örneğin ben Fransa’da çalışıyorum. Yurt dışında etkin konumda bulunan Suriyeliler bulundukları ülke yönetimleri, BM üzerinde baskı uygulayarak bir çözüm bulunmasına yardımcı olabilir. Fransa ve diğer bazı Avrupa ülkeleri 
Suriye’ye siyasi olarak baskı uygulamaktadır. Hiçbirimiz Esad rejimi ile beraber yaşamak istememektedir. Ve yönetim masum insanları öldürmeye devam ederse uluslararası müdahale bizim istemediğimiz bir durum olsa da dünyanın kararı olacaktır. Suriye halkı yalnız değildir. İnsan haklarının korunması tüm insanlığın sorumluluğundadır. Dünya genç yaştaki Hamza gibilerin öldürülmesine sesiz kalamaz. 

ORSAM: Antalya Konferansından bulunan grupların Suriye içinde etkili olduklarını söyleyebilir miyiz? 

Emel Atasi: Bazıları Suriye’den gelmektedir ve etkinlikleri vardır. Suriye Devrimi, İslam ya da herhangi bir partiye dayanmamaktadır. 
Zaten Suriye’de siyasal partiler zayıftır çünkü bir siyasal yaşam söz konusu değildir. Dolayısıyla Suriye’de devrimi gerçekleştirenler partiler değil sıradan halktır, gençlerdir. Buradaki toplantıda da birçok sıradan genç yer almaktadır. 

ORSAM: Rejimin yıkılması durumunda hangi siyasi gücün iktidara yakın olduğunu düşünüyorsunuz? Müslüman Kardeşler Hareketinin başa geçmesi olasılığı sizi kaygılandırıyor mu? 

Emel Atasi: Önemli olan demokratik bir siyasi yapının inşa edilecek olmasıdır. Örneğin Tunus’ta devrimin ardından birçok siyasal parti kuruldu. Belki Suriye’de böyle olacaktır. Bu bir seçenektir. 

ORSAM: Rejimin yıkılması durumunda nasıl bir Suriye düşünüyorsunuz? 

Emel Atasi: Biz Türkiye modelinin uygulanmasını istiyoruz. Türkiye modelinin İslami demokrasi olduğunu da düşünmüyorum. Suriye halkının Türkiye’ye güvendiğini ve Başbakan Erdoğan’ı beğendiğini biliyorum. Suriye halkı Batı’ya açılmak istiyor. İnsanlar Türkiye gibi olmanın hayalini kuruyor. 

ORSAM: Türkiye Suriye muhalefetini desteklemek adına neler yapabilir? 

Emel Atasi: Türkiye bize yardım edebilir. Türkiye bizi anlayabilir. Biz her türlü Batı müdahalesini reddediyoruz. Ancak Türkiye ve Fransa’yı tercih ediyoruz. Çünkü bizim Türkiye ile bir geçmişimiz var. Birbirimizi tanıyoruz. Özellikle Türk dizi ve filmlerinin Ortadoğu’da yaygınlaşmasıyla bu tanımayı daha da arttı. Suriye halkı İsrail’e ve Batı’ya güvenmemektedir. Türkiye, Suriye rejimine baskı uygulamak ve Batı üzerindeki etkisini kullanarak muhalif harekete destek verebilir. 

Türkiye’nin Obama yönetimi üzerinde bir etkinliği var, Batı ile yakınlar. Örneğin şu aşamada Türkiye Şam Büyükelçisini geri çekebilir. 
Ben aynı zamanda bir Fransız vatandaşı olarak Fransa’nın Şam Büyükelçisini geri çekmesi yönünde çaba sarf ediyorum. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Halep şehri ile ekonomik ilişkileri vardır. Halep şehri ve işadamları ticari çıkarları nedeniyle protestoları desteklememektedir. 
Rejimin yanında yer almaktalar. Türkiye’nin buradaki ticaret üzerinde etkisi vardır. Bu gücünü kullanarak Halep’in bizim tarafımıza geçmesi sağlanabilir. 

ORSAM: Halep’te bazı azınlık gruplarının da rejimi desteklediğini söyleyebilir miyiz? 

Emel Atasi: Evet, Halep’te örneğin Ermeniler yaşamaktadır. Fransa’da da çok sayıda Ermeniler bulunmaktadır. Onlara bu toplantılara katılmalarını söylediğimde reddettiler. Kürtler de Halep’te sesizdir. Halep Üniversitesi’nde 500 kişilik bir gösteri oldu ancak bu sayı azdır. 

ORSAM: Suriyeli Kürtler, Araplarla aralarında eşitlik olmasını savunmaktadırlar. Araplar eşitlik ilkesini kabul etmekte midir? 

Emel Atasi: Kürtler Araplara güvenmemektedir. Ben bunu anlayabiliyorum. Ancak yeni Suriye’de demokrasi olacaktır. Kendi hayatlarını yaşama haklarına kavuşacaklar. Kürt dilini konuşabileceklerdir. Resmi dil ve eğitim dili Arapça olacaktır ancak okullarda Kürtçe ikinci dil olacaktır. Eğer geleneklerine saygı duyar ve siyasal örgütlenmelerine izin verilir, tüm Suriyelilerle aynı haklar tanınırsa sorun kalmayacağını düşünüyorum. 

ORSAM: Bazı Suriyeli Kürt partiler Irak benzeri bir otonom yapı talep etmektedirler. Siz ve Konferans bu taleplere nasıl yaklaşmaktadır? 

Emel Atasi: Biz Kürtlerin bizimle birlikte yaşamak istediklerine inanıyoruz. Kardeşlerimiz olarak kalacaklarına inanıyoruz. Fransa’da Korsika sorunu var, İspanya’da Bask var, Türkiye’de de benzer sorunlar yaşıyorsunuz. 
Kürtlerle oturup konuşulur. Diyalog olursa birbirimizi daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum. 
Bence bu sorun liberal değerler ve özgürlük ile çözülebilir. İyimser olmalı ve en iyi çözümü bulmalıyız. 

ORSAM: Antalya’daki muhaliflerin rejim değişikliğini sağlayacak potansiyele sahip olduğunu düşünüyor musunuz? 

Emel Atasi: Biz tek başımıza rejimi değiştiremeyiz. Biz burada Suriye Devrimi’ni desteklemek için bulunuyoruz. Sadece Suriye halkı 
devrimi gerçekleştirebilir. Bizim de yapmamız gereken birçok şey vardır. Biz buradayız çünkü Suriye halkı bunu istemektedir. 

ORSAM: Son olarak bu konferanstan beklentilerinizi anlatabilir misiniz? 

Emel Atasi: Muhalefet ve bazı işadamları bu konferansı organize etmektedir. Bu konferans farklı grupların birbirini keşfetmesi için bir 
fırsattır. Ben Suriye Devriminin başarıya ulaşacağına inanıyorum. Birçok grup ve insanın aynı hedefi söz konusudur. Konferans da bu 
sürece katkı sağlayacaktır. 

ORSAM: Sayın Atasi çok teşekkür ediyoruz. 


* Bu Söyleşi 1 Haziran 2011 tarihinde ORSAM Ortadoğu Danışmanı Doç. Dr. Veysel Ayhan ve ORSAM Ortadoğu Uzmanı Oytun Orhan tarafından Antalya’da düzenlenen 
“Suriye’de Değişim Konferansı” sırasında gerçekleştirilmiştir. 




SURİYEDE İNSAN HAKLARI





SURİYEDE İNSAN HAKLARI



İnsan Hakları Avukatı Suriyeli Eylemci Yaser Tabbara ile Söyleşi 

16 Haziran 2011 
2011 SURİYE SÖYLEŞİLERİ 
0RTADOGU  ANALİZİ,
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 





Antalya’da düzenlenen “ Suriye’de Değişim Konferansı ”na Suriye içinden katılanların yanı sıra çoğunluğu Avrupa, ABD ve Arap ülkelerinde yaşamak durumunda kalan muhalifler katılmıştır. ABD’de yaşayan, “ CAIR-Chiago ” isimli insan hakları örgütü üyeliği görevini yürüten ve aynı zamanda ABD’de kendi bürosunda insan hakları avukatlığı yapmakta olan Suriyeli eylemci Yaser Tabbara ile Antalya’da Konferans ve Suriye’nin geleceği üzerine konuştuk. ABD ve Avrupa’da yaşayan eylemcilerin Suriye içindeki etkinlikleri sınırlı olsa da dünya kamuoyunun ilgisini Suriye’ye çekme ve Esad rejimi üzerinde uluslararası baskının sağlanması yönünde önemli noktalarda bulunmaktadırlar. 

ORSAM: Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? 



Yaser Tabbara: İsmim Yaser Tabbara. Suriye kökenli Amerikalı avukatım. Chicago’da on yıldan bu yana hukuk alanında çalışıyorum. 
Suriye kökenliyim, Chicago’da doğdum, Şam’da büyüdüm ve daha sonra tekrar ABD’ye döndüm. Siyaset Bilimi ve Hukuk öğrenimi gördüm. İlgi alanım İnsan Hakları ve Bireysel Haklar konusudur. Chicago’da faaliyet gösteren “CAIR-Chicago” isimli bir örgütün üyesiyim. Bu örgütün amacı ABD’de yaşayan Arap ve Müslüman kökenli halkların haklarının korunmasıdır. Halen Chicago’da bir avukatlık bürom bulunmaktadır. 

ORSAM: Antalya’daki Muhalefet toplantısındaki konumunuz nedir? 

Yaser Tabbara: Ben toplantıyı muhalefet toplantısı olarak nitelendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Toplantı bütün dünyaya bu hareketin ana güç olduğunu, marjinal bir hareket olmadığını göstermiştir. Biliyorsunuz Suriye muhalefeti hep organize olamamakla, parçalı olmakla, zayıf olmakla ve Suriye’de yaşamıyor olmakla suçlanıyordu. Dünya tarafından Suriye muhalefetinin algılanışı bu şekildeydi. Bağımsız olan, herhangi bir siyasi harekete üye olmayan veya siyasi gündemi olmayan birçok özgür düşünen Suriyeli bulunmaktaydı. 
Şimdi burada bütün bu insanlar bir araya gelerek bütün dünyaya çok güçlü bir mesaj gönderiyorlar. Bu mesaj da “ Suriye’de devrimi destekliyoruz ” mesajıdır. Bu konferansın en büyük başarısı bu olmuştur. 

ORSAM: Konferans sonunda bir Komite kurulacak ve burada Müslüman Kardeşler’den Kürt gruplara kadar değişik kesimlere pay verilecek. Bu Komite hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Yaser Tabbara: Bence bu konferans hakkındaki yanlış algılamalardan biri de Libya örneğinde olduğu gibi bir Geçici Konsey oluşturulacağıdır. Bu doğru değil. Bu konferansın düzenlenmesinin tek bir amacı vardır ve o da Suriye Devrimi’ni desteklemektir. Esasen burada kurulacak olan bir Konsey değil Komite olacaktır ve bahsettiğim amaca dönük olarak çalışacaktır. Bu doğrultuda dünyanın dört bir yanındaki Suriyeli eylemcileri bir araya getir-meye çalışacaktır. ABD, Avrupa, Arap ülkeleri ve dünyanın geri kalan bölgelerinde yaşayan Suriyeliler tarafından bu yönde birçok çaba gerçekleşmişti. Ancak bu çabalar çok da koordineli bir şekilde yürümüyordu. Bu konferans, bütün eylemciler arasında bir uyum, işbirliği sağlama çabasının ürünüdür. Böylece yapılan işin etkisini artırmak amacındayız. Bu nedenle konferansın sonucu işbirliğinin sürekliliğinin sağlanması olacaktır. İşbirliğini sağlayacak bir organa ihtiyaç duymaktayız. İşte bu organ kurulacak Komite’dir. Bu Komiteyi oluşturmak için farklı yöntemler söz konusu ancak en fazla kabul gören seçim yapılması. 

Oylama yoluyla Müslüman Kardeşler, Kürtler ve herkesin temsil edilmesini sağlamaya çalışıyoruz. Böylece gerçek temsil gücü olan bir Komite olacaktır. 

ORSAM: Konferansta gruplar arasında herhangi bir sorun yaşanıyor mu? Farklı muhalif gruplar ortak bir zeminde buluşabildiler mi? 

Yaser Tabbara: Konferansa ilk geldiğimde beklentim çok düşük seviyedeydi. Birkaç nedenden ötürü olumlu anlamda şaşırdığımı söyleyebilirim. Ayrımın boyutunu görünce, sorunları görünce, farklı vizyonları görünce açıkçası konferansın başarısız olacağını düşünmüştüm. Sadece sloganlar atılarak, marşlar söylenerek tamamlanacağını düşünmüştüm. Ancak böyle olmadı. Konferans şaşırtıcı derecede medeni bir havada geçti. Şaşırtıcı derecede verimli oldu. Evet, egolar vardı, başkaları ile çalışmayı sevmeyen klasik lider karakterleri 
vardı. Ancak benim görüşüme bu unsurlar burada hiçbir siyasi gündemi olmadan bulunan Suriyeli gençlerin varlığının gölgesinde kaldı. Bu gençlerin aklında tek bir düşünce vardı ki o da çalışmak ve sonuç almak. 

Burada başarılan bir diğer konu çalıştayların, komitelerin oluşturulması oldu. Bunlar işbirliğinin nasıl sağlanacağı, kanıtların korunması gibi konularda uzun tartışmalar gerçekleştirdiler. Kanıtların korunması yasal süreçlerin yürütülmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bunun yanı sıra medya alanında nasıl organize olabileceğimizi konuştuk. Aynı anda dünyanın farklı yerlerinde aynı mesajı verecek ve yüz binlerce Suriyelinin katıldığı Suriye Devrimi’ne destek verme amaçlı toplu protesto gösterilerinin nasıl organize edileceği konusunda tartıştık. Yani çok önemli konularda ilerleme sağlandı. Bu da konferanstan memnun kalmamı sağlayan ikinci unsurdu. 

ORSAM: Ancak buradaki gruplar arasında çok fazla görüş farklılığı olduğunu düşünmüyor musunuz? Bu farklılık devrimin başarını engelleyebilir mi? 

Yaser Tabbara: Şunu fark etmemiz gerekir ki bu konferans modern Suriye tarihinde ilk kez farklı geçmişlere sahip grupların bir araya geldiği bir toplantıdır. Suriye toplumu tam bir mozaiktir. Dini, etnik, siyasi olarak farklı kesimler bulunmaktadır. Beşar Esad rejimi tarafından sürekli olarak mezhepsel korkulara maruz bırakıldık. Yani rejim kendi alternatifi olarak hep istikrarsızlık ve çatışmayı sundu. 

Böylece ne umudumuz ne de geleceğimiz oldu. Ancak bu konferans gösterdi ki aramızdaki bütün farklara rağmen bir araya gelebiliyoruz. Bir araya gelerek ortaya bir şeyler koyuyoruz, çalıştaylar düzenliyoruz ve ortak hareket yönünde adımlar atıyoruz. Bazı çalıştaylara katılmanızı çok isterdim. İzleyiciler daha çok konferansın siyasi sürecine dahil oldu ve takip etti. Siyasi kısımlar hep tartışmalı olur. Bu nedenle sanki tartışmalar, görüş farklılıkları çok fazlaymış gibi görülmüş olabilir. Siyasi kısımlar her zaman tartışmalı olur. Bu süreç pazarlıkların olduğu, her grubun daha fazla temsil hakkı kazanma çabası içinde olduğu süreçlerdir. Bence bu da sağlıklı bir süreçtir. Suriyeliler ilk kez demokratik bir 
süreçte bir araya geliyorlar. Bazı tartışmaların olması çok doğaldır ancak çok olumsuz bir durum oluşmamıştır. Herhangi bir kişi ya da grup konferansı terk etmemiştir. Kimse “ben bunu ummuyordum” dememiştir. Açıkçası ben bu tarz sorunlar bekliyordum gelmeden önce. Dolayısıyla bence çok başarılı bir konferans ve beklentilerimin üzerinde gerçekleştiğini söyleyebilirim. 

ORSAM: Türk halkı ve hükümetine ne mesaj vermek istersiniz? 

Yaser Tabbara: Bu konferanstaki herkes aynı mesajı sürekli olarak veriyor. Herkes Türk halkına bizi misafir ettiği, bizi kabul ettiği, bizim durumumuzu anladığı, davamızı desteklediği, ülkelerini bize açtıkları için minnettar. Bu son derece hassas bir siyasi konu. Bu durumun Türk halkı ve hükümeti açısından çok da kolay ve memnuniyet verici bir durum olmadığını biliyoruz. Bunu takdir ediyoruz. Konferansın ilk gününde Suriye rejiminin siyasi tutuklulara af çıkardığına ilişkin haber geldi. Verdiğimiz ilk tepki hemen bir gösteri 
düzenlemek oldu. Gösterinin sonunda herkes “ Şükran Şükran Türkiye ” (Teşekkürler Teşekkürler Türkiye) şeklinde bağırıyordu. Herkes tek bir ağızdan bunu söylüyordu. Bu slogan buradaki insanların duygularını yansıtmaktadır. Siyasi boyutta ise Türk hükümetinden Beşar Esad yönetimine karşı daha sert tavır almasını bekliyoruz. Türk hükümetinin şu ana kadar yapmış oldukları da inanılmaz. Ancak bir adım ileri gidilmesi gerekmektedir. Bu adım da Beşar Esad rejiminin tartışmasız bir şekilde meşru olmayan bir yönetim olduğunu 
açıklaması ve Beşar Esad’a şiddet kullanmaya son vererek demokratik sürecin önünü açması çağrısında bulunmasıdır. 

ORSAM: Sayın Tabbara, değerli fikirlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. 

* Bu Söyleşi 1 Haziran 2011 tarihinde ORSAM Ortadoğu Danışmanı Doç. Dr. Veysel Ayhan ve ORSAM Ortadoğu Uzmanı Oytun 
Orhan tarafından Antalya’da düzenlenen “Suriye’de Değişim Konferansı” sırasında gerçekleştirilmiştir. 
ORSAM 


***