AB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Nisan 2020 Perşembe

AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKASI KISKACINDA TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 1

AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKASI KISKACINDA TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 1




Yazan: Yrd. Doç. Dr. Siret Hürsoy* 
* Yrd. Doç. Dr. Siret Hürsoy, Ege Üniversitesi, İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslar Arası İlişkiler Bölümü, 35040 Bornova, İzmir, e-mail: sireth@bornova.ege.edu.tr. 

** Bu makale, yazarın T.C. Dısisleri Bakanlığının Stratejik Arastırmalar Merkezi (SAM) yetkilileri ile birlikte, SAM ve Stockholm Uluslar Arası Barı Arastırmaları Enstitüsü (Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI)) davetlisi olarak 22 Eylül 2004 tarihinde Dsveç’in baskenti Stockholm’da katıldığı, “One Day Analytical Seminar on Turkey and ESDP” baslıklı seminerde sunduğu sözlü ve yazılı tebliğden esinlenerek yazılmıstır. 
Bkz. http://web.sipri.org/contents/director/TURKEYESDPSUMMARY.html (02.02.2005). 



Özet 

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terör saldırılarından sonra medeniyetler için terörizm, Soğuk Savaş 
döneminin ardından hâlen daha tam olarak bir düzenin sağlanamadığı “yeni” dünya sistemi içerisinde, önemli bir asimetrik tehdit olarak uluslar arası 
toplumun karsısında durmaktadır. New York, Washington, Bali, Madrid, Dstanbul ve Beslan/Kuzey Osteya’daki terör eylemleri doğrudan Türkiye’nin Avrupa 
Birliği’ne (AB) alınması tartısmalarıyla bağlantılı olmasa da, gecikmi ama çok gerekli bu tartısmanın Avrupa’da yaygın bir sekilde baslatılmasına neden olmustur. 
Eğer AB, 21’inci yüzyılda küresel bir güce sahip olmak istiyorsa, ekonomik gücünün yanında etkin bir Avrupa güvenlik ve savunma kanadını da olusturmak zorundadır. 
Bunun için de Türkiye’nin sadece bölgesel ekonomik etkinliği değil, güvenlik ve savunma alanlarındaki avantajlarının da AGSP içerisinde etkin bir sekilde 
kullanılması durumunda, AB’nin küresel bir güç olma yolunda isi kolaylasabilir. 


Giriş: Bölgesel ve Uluslar Arası Tehdit Algılamaları 

İki kutuplu dünya düzeninin basat güçleri olan Amerika Birlesik Devletleri (ABD) ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savas’ın sona ermesinden sonra, bölgeler 
arası “riskler” 1990’ın basından itibaren önemli küresel tehditler olarak yayılmaya baslamıstır.1 Bu risklerin bir parçası olan terör tipi saldırılar sonucu, klâsik tehdit anlayısı, güvenlik ve istikrar algılamaları ciddî bir sekilde yeniden sorgulanmaya baslanmıstır. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terör saldırılarından sonra medeniyetler için terörizm, Soğuk Savaş döneminin ardından hâlen daha tam olarak bir düzenin sağlanamadığı “yeni” dünya sistemi içerisinde, önemli bir asimetrik tehdit olarak uluslar arası toplumun karsısında durmaktadır. 11 Eylül sonrası görülen terör saldırıları yeni olmamakla beraber, Soğuk Savaş dönemi ülkeler arası klâsik/simetrik tehdit algılamalarından çok farklıdır. Günümüzde terörist unsurlar sosyal, ekonomik ve politik öğeleri dinî etkenlerle sentezleştirmekte ve sonuçta dinsel inançları ideolojik bir kılıf içerisinde kuramsallastırarak uluslar arası topluma sunmaya çalışmaktadırlar.2 

New York, Washington, Bali, Madrid, Dstanbul ve Beslan/Kuzey Osteya’daki terör eylemleri doğrudan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) alınması tartısmalarıyla bağlantılı olmasa da, gecikmi ama çok gerekli bu tartısmanın Avrupa’da yaygın bir sekilde baslatılmasına neden olmustur. Medeni dünyanın sahip olduğu demokratik değerlerin tüm dünyada daha çok kabul görebilmesi ve sistematik bir sekilde yayılarak küresel hâle gelen terörizmle etkili mücadele için, AB’nin Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç kadar Türkiye’nin de AB’ye ihtiyacı vardır. Dstanbul’da 15 Kasım 2003’te Sinagog ve 20 Kasım 2003’te Dngiltere Baskonsolosluğu ve HSBC Bankasına yapılan terör saldırıları ile Türkiye hedef seçilmisti. Bu saldırıların nedeni ise 1923’te kurulusundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’nın politik ve güvenlik sistemi içerisinde olma politikası gütmesi ve aynı zamanda da yüzünü Batı’ya dönmü laik, çoğunluğu Müslüman, demokratik bir politik ve sosyal sisteme ve serbest pazar ekonomisine sahip olmasıdır. 

Terörizm, kitle imha silâhlarının yayılması ve silâh, uyusturucu ve insan kaçakçılığı gibi pek çok faaliyet uluslar arası toplumun güvenliğini doğrudan 
ilgilendirmektedir. Her ne kadar Avrupa’daki müttefikleri Türkiye’ye bu tip faaliyetlerin Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulastığı elestirilerini yapsalar da, çoğunlukla mafya ve terörist organizasyonlar tarafından desteklenen tüm yasa dısı hareketlere karsı Türkiye elinden gelen mesru mücadeleyi yapmaya çalışmaktadır. 

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Avrupa’ya karsı muhtemel risklerin ortaya çıkabileceği bölgelere sınırı olması nedeniyle Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olarak AB içerisinde yer almasının önemi giderek artmaktadır.3 Türkiye tüm bu tehlikelere rağmen yine de riskler denizinin ortasında barı ve istikrar adası görünümü içerisindedir. 

Türkiye’nin coğrafi konumu itibarı ile kendisine sıkça yapılan “Türkiye’nin bölgesel denge rolüne sahip olması” ve “Türkiye’nin jeopolitik önemi” gibi atıflardan Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada güvenliğin sağlanabilmesi için ne kadar önemli ve dengeleyici bir ülke olabileceği kanıtlanmaktadır.4 Demokratik kurumları, askerî kapasitesi ve jeostratejik konumu itibarı ile Türkiye, cömert bir sekilde Batılı müttefiklerinin kolektif savunmasına hem Kuzey Atlantik Anlasması Örgütü (NATO) hem de Batı Avrupa Birliği (BAB) örgütüne üye olarak katkıda bulunmustur. Kore savasından itibaren çok uluslu pek çok askerî ve sivil operasyona katılan Türkiye, 1952’de NATO üyesi olduktan sonra Batılı müttefikleri ile birlikte Kuzey Atlantik İttifakı Anlasması’nın 5’inci Maddesi çerçevesinde dünya barısına katkıda bulunabilmek için hem doğrudan askerî katkılarda bulunmus, hem de müttefik kuvvetlerini topraklarına kabul etmistir.5 Soğuk Savaş döneminde NATO’nun bütün güney-doğu kanadının savunma yükünü üstlenen Türkiye, yaklasık 24 Sovyet askerî tugayını kendisine angaje etmekle kalmamıs, Doğu ile Batı blokları arasındaki ortak sınırın yüzde 37’sinin 
korumasını da sağlamıstır.6 

Öte yandan Soğuk Savaş sonrası küresel siyasî ve askerî dengenin daha henüz sağlanamadığı uluslar arası ortama ilk dolaylı güvenlik tehdidi, Irak’ın Kuveyt’i 
1991’de isgali ile gerçeklesmi ve bu durum petrolün Batı’ya rahatça ulasımı üzerinde ciddî sonuçlar doğurmustur. Türkiye bu ikinci Körfez Savası esnasında ciddî ekonomik kayıplara uğramasına rağmen kritik roller üstlenmekten çekinmemi ve Batılı güçlerin önemli bir stratejik müttefiki olarak kalmıstır. Soğuk Savaş sonrası bir diğer güvenlik tehdidi ise Yugoslavya’nın parçalanması esnasında ortaya çıkan etnik çatısmalardır. 
Yugoslavya’daki iç çatısmalarla birlikte Türkiye’nin Balkanlar’daki etnik gruplar ile olan tarihî ve kültürel bağlarının önemi kesfedilmi ve etnik gruplar üzerindeki 
etkinliğinden dolayı Türkiye’ye Balkanlar’da barısın tekrar tesis edilebilmesi için bölgesel stratejik bir rol biçilmistir. 
Türk Silâhlı Kuvvetleri Somali, Bosna, Kosova, Makedonya ve Afganistan gibi güvenlik sorunlarının olduğu bölgelerde, Birlesmi Milletler (BM) bünyesinde almı olduğu barı operasyonu görevlerinin bir kısmını basarılı bir sekilde yerine getirmis, operasyonların bir kısmı ise hâlen devam etmektedir. 
Türkiye’nin BM, NATO, Avrupa Güvenliği ve D Birliği Teskilâtı (AGDT) ve AB’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) operasyonlarına katılımı ile uluslar arası barı ve güvenliği sağlamadaki net katkıları ise ABD’deki 11 Eylül terörist saldırılardan sonra kayda değer bir sekilde artı göstermistir. 

Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Soğuk Sava döneminde ileri cephe ülkesi olarak üstlendiği kapitalist Batı Avrupa ülkelerinin komünist Varsova Paktı güçlerine karsı hayatî bir sekilde savunulması rolü, Soğuk Sava sonrası dönemde bir ileri cephe ülkesi7 olarak Türkiye’nin simdiki rolü Avrupa’nın çıkar ve değerlerinin “demokratik olmayan” Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerin de savunulmasına benzer olarak görülebilir. Bu bağlamda olusmakta olan “yeni” dünya düzeni konjonktüründe Avrupa’nın Gulliver’i artık Almanya değil, sınır ve bölgeler ötesi riskler üzerinde güçlü bir ele sahip olan Türkiye’dir. 

AB’nin Güvenlik ve Savunma Politikasını Olusturması ve Türkiye’nin Tutumu 

Tarihî olarak Türkiye, Balkanlar’dan Çin’e ve Fas’tan İran’a kadar geni bir coğrafyada politik, ekonomik ve sosyal bir güç olarak bölgesinin de ötesinde dengeleyici bir “menteşe” rolü üstlenmektedir. Türkiye ayrıca Balkanlar, Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Akdeniz ülkeleri ile ikili ve çok taraflı iliskiler kurarak Avrasya ve ötesinde sürdürülebilir bir barısı, dengeyi ve refahı sağlamada etkin konumda bulunmaktadır. 

Bu yüzden Türkiye’de meydana gelebilecek herhangi ciddî bir istikrarsızlık yukarıda bahsi geçen tüm bölgelerde insası düsünülen barı ve güvenlik çemberinin alt üst olması anlamına gelebileceği gibi, bunun tüm Avrupa kıtasını da ciddî bir sekilde etkileyeceğiasikârdır. Benzer sekilde bu bölgeler içerisinde gerçeklesebilecek olası herhangi bir istikrarsızlık, ancak Türkiye’nin katkısı ve Batılı müttefikleri ile beraber hareket etmesi kosuluyla önce kontrol ve sonra da güvenliğin insasıyla bertaraf edilebilir. AB’nin Ortak Dı ve Güvenlik Politikası (ODGP) Yüksek Komiseri Javier Solana tarafından açıklanan Avrupa Güvenlik Stratejisi (European Security Strategy) de zaten AB’nin Avrupa kıtası dısında kendisine yakın petrol ve doğal gaz bakımından zengin olan Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerinde daha aktif rol alma yönündeki istekliliğ ini açıkça ortaya koymaktadır.8 Herhangi bir çeliskiye sebebiyet vermeyecek sekilde, “stratejik ortaklık” kavramının “tam üyelik” kavramına alternatif olmadığı günümüzde, Türkiye’yi tam üye olarak içerisine almı güçlü bir AB ileride tüm dünya için bir istikrar faktörü olabilir. 
İşte bu sebepten dolayı Türkiye’nin AB üyeliği AB’nin savunma kapasitesini artırmakla kalmayacak, ayrıca Türkiye’nin Batı’ya sağlayacağı güvenliğin yanında, Doğu’dan Batı’ya doğru enerji transferinin de daha sağlıklı yapılabilmesi için AB’ye önemli bir stratejik imkân sağlayacaktır. 

21’inci yüzyılın basında AB entegrasyon süreci çok önemli bir asamaya ulasmıstır. AB, Ekonomik ve Parasal Birliği’ni Avro ile bütünüyle gerçeklestirmi 
olsa da, bu ekonomik bütünlük AB’nin savunma ve güvenlik alanında hem kendi içerisinde hem de kendine komsu bölgelerde barı ve özgürlüğ ün sağlanmasında 
yetersiz kalıyorsa, AB’nin ekonomik ve politik açıdan kırılgan bir yapıya sahip olunduğu gerçeğini de yadsınamayacak bir sekilde ortaya koymaktadır. 
Bu yüzden Fransa ve Dngiltere arasında 1998 yılında imzalanan Saint Mâlo Deklarasyonu, AB’de Avrupa Politik Birliği yönünde ortak bir politik iradenin ortaya çıkmasından önce, güçlü ortak bir Avrupa savunma politikasının ortaya çıkartılabilmesi çalısmalarının baslangıcı için bir mihenk tası olmustur.9 Türkiye 
bu bağlamda AGSP’nin Saint Mâlo Deklarasyonu çalısmaları esnasında AB’nin güvenlik ve savunma politikasını NATO içerisinde etkin bir mekanizma hâline 
dönüstürülmesi kaydı ile desteklemistir. Ancak AB ülkelerinin ortak savunma politikasını da içeren bir Politik Birliğin nasıl ekillendirileceği konusunda aralarında bir uzlasmaya varamamaları, güvenlik ve savunma alanlarında ilerleme kaydetmelerini ciddî bir sekilde engellemektedir. Bu noktada var olan esas endişe, AB’nin ciddî bir dağılma süreci içerisine girebileceği değil, AB ülkeleri arasında derinlesen ortak çıkarların ve ekonomik, politik, sosyal ve güvenlik alanlarında birbirlerine olan bağımlılıklarını hangi yapı içerisinde ileriye tasıyabilecekleri ve bunun yanında AB-Türkiye ili kilerinin yeniden nasıl sekillendirileceği konusunda ortak bir paydaya varıp varılamayacağıdır. 

AB üyelerinin ortak arzusu olan güvenlik ve savunma alanlarındaki kapasitelerini gelistirmenin önünde duran pek çok engelden bir tanesi ise, NATO içerisinde Avrupa’nın önemli bir müttefiki olan ve AB ile tam üyelik için müzakerelere baslamayı plânlayan Türkiye’nin sırf henüz AB üyesi olmadığından dolayı AGSP’den dıslanması riskidir.10 NATO’nun tam üyesi olarak Türkiye, BAB’ta “ortak üyeliği” (associate membership) 20 Kasım 1992’de yeniden yapılandırılması kapsamında Roma Anlasması ile kabul etmesi, Türkiye’nin BAB’taki karar alma mekanizmalarında veto hakkının olmadığı anlamına gelse de, bu durum doğrudan bu mekanizmalara katılımına engel teskil etmiyordu.11 BAB’ın Petersberg Görevleri 1997 yılında Amsterdam Anlasması çerçevesinde AB’ye entegre edilirken, Türkiye sürekli olarak BAB içerisindeki “ortak üye” statüsünün AGSP içerisinde de aynen tanınmasını talep etmisti.12 Türkiye ayrıca basiretli bir sekilde tüm AB yetkililerine muhtemel bir askerî veya sivil müdahaleyi gerektirecek herhangi bir güvenlik sorununun Türkiye’nin yakın çevresinde gerçeklestirilme ihtimalinin yüksek olduğunu ve böyle bir durumun 
Türkiye’nin hayatî çıkarlarına etki edebileceğini makul bir dille açıklamıstır. Kurumsal ve pratik nedenlerden dolayı, AB’nin NATO’nun AB üyesi olmayan ülkelerle etkin bir koordinasyona ihtiyaç duyduğu da açıkça ortadadır. Bu yüzden NATO-AB kurumsal koordinasyon ve işbirliği için AB’nin NATO’nun en güçlü üyelerinden biri olan Türkiye ile işbirliği yapması kendi çıkarları açısından önem arz etmektedir. 23-24 Nisan 1999’da gerçeklestirilen NATO’nun Washington Zirvesi, NATO üyesi olup da AB üyesi olmayan ülkelerin statülerine saygı duyulması ve AB’nin AGSP’yi bir araç olarak kullanarak NATO’nun plânlama ve harekât kapasitelerine ulasımda Kuzey Atlantik 

Paktı üyelerinden onay alması gerektiği konusuna atıfta bulunmussa da,13 NATO’nun AB üyesi olmayan ülkelerine AGSP içerisinde AB sadece sıradan bir danısma mekanizması önermistir.14 

Bu pek de adil görülmeyen durum karsısında Türkiye istemeyerek de olsa, AB’nin AGSP çerçevesinde muhtemel operasyonları geçeklestirmek için NATO’nun plânlama ve harekât kabiliyetlerinden yararlanabilme imkânını engellemek zorunda kalabileceğini açıkladı.15 Uyusmazlığı ortadan kaldırabilmek için Türkiye, Dngiltere ve ABD arasında gerçeklestirilen üçlü müzakereler sonucu, ortaya Aralık 2001 tarihinde “Ankara Dokümanı” adı altında bir metin çıktı. Bu metin AB’ye sunulduktan sonra üzerinde bazı küçük değisiklikler yapılarak 24-25 Ekim 2002 tarihinde “Brüksel Dokümanı” veya “Nice Uygulama Dokümanı” (Nice Implementation Document) olarak isimlendirildi.16 Doküman sadece NATO-AB i birliğinin çerçevesini olusturmakla kalmıyor, ayrıca Türkiye-AB arasındaki işbirliğini de sekillendiriyordu. Nice Uygulama Dokümanı’na göre, eğer AB önderliğinde herhangi bir askerî operasyon NATO’nun imkân ve kabiliyetleri kullanılarak gerçeklestirilecekse, Türkiye doğrudan AB askerî 
operasyonlarına katılma hakkını elde ederken; NATO’nun imkân ve kabiliyetleri AB önderliğindeki herhangi bir askerî operasyonda kullanılmayacaksa, Türkiye ancak Avrupa Devlet ve Hükümet Baskanları Konseyi tarafında davet edildiği takdirde söz konusu AB askerî operasyonlarına katılma hakkı elde edebilecek. NATO’nun 1996 yılında Berlin’de gerçeklestirilen Kuzey Atlantik Konseyi toplantısı sonuç bildirgesine göre AB operasyonlarında AGSP’nin, NATO imkân ve kabiliyetlerine ulasabilmesinde Türkiye’ye ihtiyacı olduğu için veya doğrudan Türkiye’nin kendi öz imkân ve katkılarına gerek duyulduğundan, AB askerî operasyonlarına Türkiye’nin öyle veya böyle katılımının kaçınılmaz olduğu anlasılmaktadır.17 Bunun en büyük nedenlerinden biri ise muhtemel AB askerî operasyonlarının gerçeklestirileceği bölgelerin Avrupa içerisinden çok Avrupa’nın stratejik çevresinde bulunmasındandır. Öyle görülüyor ki, Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya, Orta ve Kuzey Afrika bölgeleri AB’nin askerî müdahalelerini gerçeklestirme ihtimalinin yüksek olduğu coğrafi bölgelerdir. 

İşte bu nedenlerden dolayı, Avrupa’nın güvenliği için Türkiye vazgeçilmezdir ve 
tabiatıyla da uzunca bir süre böyle kalacak gibi gözükmektedir. 

Türkiye’nin AGSP’ye Yapabileceği Katkılar 

Günümüzde değismekte olan bölgesel ve uluslar arası güvenlik sistemini AB-Türkiye bağlamında analiz ettikten sonra, Türkiye’nin kendi öz imkân ve kabiliyetlerinin AGSP’yi nasıl daha etkin hâle getirebileceği üzerinde durulmalıdır. Türk Silâhlı Kuvvetleri (TSK) iyi eğitimli, profesyonel, sürekli olarak modernize edilen, etkili, geni askerî ve sivil stratejik imkân ve kabiliyete sahip ve belki hepsinden de önemlisi, bölgedeki varlığı ile tüm ülkeler tarafından ciddî bir caydırıcı güç olarak görülmektedir. 

TSK ayrıca kararlı bir sekilde Soğuk Savaş sonrası yeni tip tehlikelere karsı ortaya çıkan askerî ve sivil yöntem değisiklikleri göz önünde bulundurularak 
yapılandırılmakta, daha esnek ve hareketli hâle getirilerek, ileri teknoloji ürünü silâhlarla donatılmakta, strateji belirleme ve istihbarat alım teknikleri 
güçlendirilmektedir. Askerî personel alanındaki büyüklüğü ve yıllık savunma harcamalarındaki yüksek yüzdelik oranı ile TSK, çoğu AB ülkesinin askerî 
kuvvetlerinin önünde yer almaktadır.18 Bu çapta imkân ve kapasiteye sahip bir ülkeyi AGSP’nin dısında bırakmak hâliyle pek anlasılır olmayacaktır. Türk özel birlikleri uluslar arası barış ve istikrarın insası için oldukça büyük bir askerî personel katılımı ile bugün Somali, Bosna, Kosova, Makedonya ve Afganistan gibi dünyanın çesitli bölgelerinde dünya barış ve güvenliğine katkıda bulunabilmek için hizmet vermektedir. 

Türkiye ileri gelen güvenlik örgütlerinin üyesi olarak (BM, NATO, AGDT vs.) veya üyesi olmadığı yapılanmaların (AGSP) yanında yer alarak, hem sivil hem de 
askerî alanda uluslar arası barış ve güvenliği sağlayabilmek için diğer ülkelerle i birliği yapmayı hedeflemektedir. Kurumsal bir yapı çerçevesinde gelismekte olan AGSP, “yumusak” askerî görevler (yarı-askerî sivil odaklı misyonlar) için siyasî bir mekanizma olarak AB’nin etkin ekonomik ve diplomatik araçlarıyla 
desteklenmektedir.19 

  Bu sebepten dolayı, AB’nin AGSP’sinin kriz önlemede, yönetiminde ve sivil-asker iliskilerinde NATO’dan daha avantajlı bir konumda bulunduğu ileri sürülebilir.20 

Türkiye ise BM, NATO, AGDT ve AB çerçevesinde gerçeklestirilecek olan tüm uluslar arası kriz engelleme girisimlerine, demokrasinin imarı ve ekonomik, sosyal ve politik rehabilitasyon gibi faaliyetlere, uluslar arası barı ve istikrara hizmet etmesi durumunda aktif bir sekilde katılmayı arzulamaktadır. 

AGSP’nin ortaya çıkısından itibaren Türkiye, NATO’nun Avrupa üyelerinin güvenlik ve savunma alanlarında daha fazla sorumluluk üstlenmeleri gerektiği 
üzerinde durmakta ve bu yönde atılacak adımları desteklemektedir. Türkiye ayrıca “Baslık Hedef Görev Gücü Projesi”ne (Headline Goal Task Force Project) ilk destek veren ülkeler arasında yer almakla birlikte, bir tugay askerini hava ve deniz destek gücü ile birlikte bu projenin hizmetine sunmustur. Türkiye bu proje bağlamında seçilmi askerî birliklerini kendisinin de yer aldığı Avrupa’nın güvenliği ve savunması için görevlendirmeye hazır olduğunu açıklamıstır. Eğer AB 21. yüzyılda küresel bir güce sahip olmak istiyorsa, ekonomik gücünün yanında etkin bir Avrupa güvenlik ve savunma kanadını da olusturmak zorundadır. Bunun için de Türkiye’nin sadece bölgesel ekonomik etkinliği değil, güvenlik ve savunma alanlarındaki avantajlarının da AGSP içerisinde etkin bir sekilde kullanılması durumunda AB’nin küresel bir güç olma yolunda isi kolaylasabilir. 

Öncelikle herhangi bir uyuŞmazlığın üstesinden askerî olmayan yöntemlerle gelinmeye çalışılmalı ve askerî güç kullanımı son çare olarak düsünülmelidir. 
Bu yüzden karargâhı Ankara’da bulunan NATO’nun “Barı için Ortaklık” eğitim merkezi, 21 AB’nin AGSP’si ile i birliği yapılarak daha büyük bir kurum hâline getirilebilir ve demokratikleşme, terörizm ve sınır ötesi tehlikelere karşı işbirliği, güven artırıcı önlemler, çatışmaların engellenmesi, polis ve sivil yöneticilerin eğitim merkezi olma gibi önemli konular üzerinde uzmanlasması sağlanabilir. Asker politika için bir araç olsa bile, politikanın askerleştirilmesinin engellenmesi esas hedef olmalı ve askerin politikanın diğer araçları arasında kullanımı sadece son çare olarak düşünülmeli dir. 

Türkiye’nin geni bir coğrafyada güvenlik ve istikrara katkısı ve AGSP’nin daha etkin hâle getirilmesi çerçevesinde oynayabileceği diğer önemli roller asağıdaki 
yetenek ve deneyimleri bağlamında analiz edilebilir: 

Balkanlarda istikrar sağlama girisimleri sonucu Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya ile Türkiye ikili Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler (Confidence and 
Security Building Measures) antlaşmaları imzalamıstır. 

Balkanlardaki ülkeleri uzlasma masasına getirebilme girisimlerinden dolayı ve ortak güven ve iyi komsuluk iliskilerini güçlendirme çabası çerçevesinde Türkiye, Güney Doğu Avrupa Çok Uluslu Barı Gücü olusturulması için önayak olduğu gibi, daha sonra da Güney Doğu Avrupa Tugayı’nın olusturulmasını sağlamıstır. 

Ortak çıkarlar vesilesi ile Karadeniz ülkelerinin bir araya getirilmesi çabaları sonucu Türkiye, Karadeniz Ekonomik İş Birliği (KED) oluşumunun gerçekleşmesi ni sağlamıştır. Karadeniz’e kıyısı ve donanma gücü olan ülkeler kendi aralarında Karadeniz Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler belgesini de onaylamışlardır. Türk Donanma Komutanının baslattığı Karadeniz çokuluslu görev gücü –diğer adıyla Karadeniz Gücü (BLACKSEAFOR)– tarihte ilk kez sahil ülkeleri donanmalarının insanî kurtarma operasyonlarından ortak bir diğer –önceden antlasmaya varmak kaydıyla– herhangi görev adı altında bir araya gelebilmelerini sağlamaktadır. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

3 Kasım 2019 Pazar

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 12

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 12


Terörizmin Temel Kaynakları Nelerdir? 

Türkiye kendisini geçmişte en azından dört ayrı türde terörizmin kurbanı olmuş görmektedir: Marksist-Leninist terör; aşırı sağ milliyetçi terör (ülkücüler); 
etnik Kürt sol ayrılıkçı terör (PKK) ve radikal İslamcı terör. 

Türkiye’de İslamcı terörizm, son tahlilde siyasal veya toplumsal bir sorun değil, büyük ölçüde kolluk bir sorundur, bu yüzden de, yönetilebilir bir meseledir. 
Öteki Müslüman ülkelerin büyük çoğunluğu içinse aynı şey söylenemez. Ağustos 2005’te yapılan bir kamuoyu yoklaması Orta Doğu’daki terörizmle alakalı 
sorunlar konusunda ilginç bir Türk yaklaşımı açığa çıkarmıştır: Katılımcıların yüzde 91’ine göre Usame bin Ladin bir teröristtir; yüzde 75’ine göre el-Kaide 
Müslümanları temsil etmemektedir; yüzde 86’sı ise 11 Eylül saldırılarını hoş görmemektedir. 
Küresel terörizmin yayılmasına dünyada hangi aktörün öncülük ettiği sorulduğunda, yüzde 54’ü George W. Bush’un, yüzde 22’si Ariel Şaron’un adını verirken, sâdece yüzde 17’si bin Ladin’in adını vermiştir.

Türkiye, Kürt gerillalarının esasen “bir Kürt denizinde yüzdükleri” Kürt milliyetçisi PKK şiddetine son verme konusunda son derece kararlıdır. Ankara bütün devletlerden PKK’nın-özellikle Avrupa’dakileri olmak üzere-bütün siyasî ve medya faaliyetlerini kısıtlamasını istemekte, Washington’dan da Kuzey Irak’taki her türlü PKK varlığına karşı harekete geçmesini beklemektedir. 

Ankara belirli bâzı konularda Washington politikalarından hiç hoşnut değildir ve şunlara inanmaktadır: 

* Irak’taki savaş, bölgedeki Türk çıkarlarına zarar vermekte, Kürtleri bağımsızlık yönünde teşvik etmekte, ülkenin parçalanma sürecini hızlandırmakta ve nihayet 
   tüm bölgeye yayılan yeni bir radikal İslamcı terörizm merkezi yaratmaktadır; 
* Washington Irak’ta PKK sorununu çözmek için ciddi ölçüde gayret sarf etmektedir; 
* İran’a yönelik ABD politikaları, Türkiye’nin İran enerji arzına erişimini büyük ölçüde karmaşık hale getirmekte, sâdece İran milliyetçilğini ve Batı’ya karşı direniş 
   ruhunu yoğunlaştırmaya hizmet etmekte ve oradaki şahinleri güçlendirmektedir; 
* Washington Türkiye’ye yeterince saygılı davranmamakta, Türkiye’nin kendi güvenliği ve çıkarları üzerinde büyük etkisi olacak başlıca stratejik ve askeri eylemler konusunda Türkiye’ye ciddi olarak danışmamaktadır; 
* Washington’un İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek politikaları, sürekli olarak Filistin sorununu içinden çıkılmaz hale getirmekte. 

Sonuç olarak, AKP’nin Washington ile ilişkisi yoğun karmaşık duygular içermektedir. AKP, bir yandan daha bağımsız bir Türk dış politikası ve geniş anlamda iyi komşuluk politikasından yanadır. 

Öte yandan ise AKP içinde birçok kişi, Washington ile arasındaki nazik ilişkilerin korunmasının, Türk ordusu tarafından iktidardan uzaklaştırılmasına karşı, AKP’nin temel sigorta politikası olduğuna inanmaktadır-yâni, Washington’un, harekete geçmesi için orduya yeşil ışık yakmasını engellemek istemektedir. 

İronik biçimde AKP, kendisine “Amerikan Partisi” etiketi yapıştıran milliyetçi hareket tarafından, CIA marifetiyle dümeni Türkiye’ye çevirerek, bölgede “ılımlı İslam’ın yayılma stratejisinin parçası olmak gibi cidden ağır bir saldırıya maruz kalmıştır. Her ne kadar “ılımlı İslam” terimi, askerleri İslamcı tehlikenin örtbas edilmesi olarak çileden çıkarsa da, muhtemelen bugün AKP Washington’a karşı Türkiye’deki diğer siyasî unsurların çoğundan daha ılımlıdır. 

Her halükarda, çoklu yeni bölgesel ve küresel faktörler Ankara’nın bütün ilişkilerindeözellikle de Washington’la olan ilişkilerinde-ciddi bir değişime kapı aralamakta, Washington’un giderek daha fazla rahatsız olacağı ama bu konuda pek de fazla bir şey yapamayacağı, yeni bir Türk stratejik hesabı ortaya çıkmaktadır. 

Kısım III 

Türkiye’nin Gelecek Yörüngesi 

Türkiye’nin Geleceğiyle İlgili Dış Politika Senaryoları 

Ankara, gelecekte bir noktada muhtemelen şu üç kuşatıcı dış politika alternatifinden birini seçecektir: 

* Başlıca önceliği Amerika Birleşik Devletleri ile olan jeopolitik ilişkisine vereceği, Washington-merkezli bir dış politika, 
* AB üyeliğinin önceliğine dayanan Avrupa-merkezli bir dış politika, 
* Bakış ve eylem bağımsızlığını vurgulayan, öteki güçleri de içeren geniş bir yelpazede işbirliği ve stratejik etkileşimleri dengeleyen ve de güçlü bir Avrupa 
ve Orta Doğu bağı olan Ankara-merkezli bir dış politika. 

Washington-Merkezli Bir Politika 

Aşağı yukarı altmış yıldır birçok faktör, Türkiye’yi Washington-merkezli bir dış politikaya yöneltmiştir: Sovyet tehdidi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın genel zayıflığı, ABD’nin dünya hakimiyeti gerçeği, Avrupa’nın emperyal kamburuna kıyasla Washington’un tarihi kamburunun nispeten az olması ve Türkiye’nin Doğu ve Güney ile ciddi bir ekonomik bağının olmaması. 

Ancak bugün çok şey değişmiş durumdadır: 

* Sovyetler Birliği maziye karışmıştır, Türkiye artık Rusya ile önemli bir yeni ilişki geliştirmektedir. 
* Bölgedeki ABD müdahaleciliği, bugün Türkiye’nin seçeneklerini nahoş derecede sıkıştırmaktadır. 
* ABD bölgesel politikaları ve çıkarları giderek Türkiye’ninkilerden ayrışmaktadır. 
* Diğerlerinin yanı sıra Rusya ve Çin, ABD tek-kutupluluğuna ve algılanan hegemonik emellerine karşı alternatif bir güç dengesi yaratmak üzere harekete geçmiştir. 
* Herkesle iyi komşuluk ilişkileri hedefleyen uzun dönemli stratejik kaymasının sonucu olarak, Türkiye’nin artık bölgede bir “düşmanı” yoktur. 
Bu önemli kaymalara rağmen, gelecek Türk dış politikası için Washington-merkezli bir yönelim hâlâ mümkün görünmektedir. Ancak böyle bir yönelimin devam edebilmesi aşağıdaki faktörlerden birçoğunun var olmasını gerektirmektedir: 
*Türkiye’ye karşı yeni ve önemli bir bölgesel güvenlik tehdidinin yükselmesi, 
*Türkiye’nin AB üyeliğinin Avrupa Birliği tarafından açıkça reddedilmesi, AB’nin öngördüğü koşulların yerine getirilmesi sürecinde Türkiye’nin Avrupa’dan ciddi biçimde dışlanması veya, pek muhtemel olmasa da, AB projesinin tümden çökmesi,
*Türkiye’nin, askeri modernizasyon konusunda kendisine yardım etmesi için ABD’ye yönelmesi-özellikle de cazip başka bir askeri malzeme tedarikçisinin olmaması halinde. 
*Şu noktalarda ısrar eden ılımlı Kemalist bir düşüncenin yeniden dirilmesi: 

(1) Türk güvenliğinin başlıca doğal dayanağı olarak Washington ile yakın bağlar kurulması, 
(2) Savunmacı bir güvenlik temeli dışında Türkiye’nin Orta Doğu’nun işlerine ciddi düzeyde karışmasına ilişkin yeni bir ideolojik ret. Böyle bir senaryoya Türkiye’deki İslamcı siyasî kazanımların ordu tarafından bastırılması eşlik edebilir. Aşırı İslamcı siyasî ilerleme, İslamcı politikaların ciddi biçimde başarısız olması veya bölgede saldırgan İslamcı rejimlerin ortaya çıkması, böyle bir duruma neden olabilir. 

Avrupa-Merkezli Bir Politika 

Türkiye’de esas itibariyle yönünü Avrupa’ya doğru çevirmiş yeni bir stratejik yönelim, aşağıdaki koşulların çoğunun mevcut olmasını gerektirecektir: 

* Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonu doğrultusundaki tedrici ilerlemenin devam etmesi. 
* Üyeliğin elde edilmeye değer bir ödül olması için, Avrupa Birliği’nin genel olarak başarılı gözüken evrimini sürdürmesi. 
* Türk siyasetinde AB karşıtı güçlerin ciddi biçimde zayıflaması. 
* Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin yüksek düzeyli ekonomik ve askeri ihtiyaçlarını karşılayabilmesi. 
* Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin Orta Doğu’da aktif rol oynamasını memnuniyetle karşılaması. 

Her ne kadar Türk ilgisinin sağlam şekilde Avrupa’ya doğru kayması, Washington ile belirli alanlarda iyi ilişkiler kurulmasını dışlamasa da, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile sağlam bir ilişki içinde olması durumunda Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkiler arka koltuğa râzı olmak durumunda kalacaktır. 

Esasen halihazırda Türkiye, ekonomik anlamda Avrupa ile zâten derin şekilde irtibatlı durumdadır. Örneğin 2004 yılında Türkiye’nin en büyük altı ihracat ortağından beşi AB üyesiydi; ABD yüzde 7.7’lik payı ile üçüncü sırada yer alıyordu. Dolayısıyla birçok ekonomik trend, zâten Türkiye’yi Avrupa-merkezli bir politikaya doğru götürmektedir. 

Ancak Hill ve Taşpınar’ın belirttiği gibi “İlginçtir ki, Türkiye içinde aynı zamanda AB karşıtı bir siyasî ve ekonomik lobi de bulunmaktadır ve bu lobi, Rusya ile gelişen ticarete bakarak, Türk ekonomisinin bütün ticaret politikasını AB ile mevcut gümrük birliğine endekslemek yerine, Rusya, İran, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle serbest ticarete gitmesinin daha iyi olacağını ileri sürmektedir.” 
Türkiye’nin AB üyeliği hedefinin şu andaki seyri yavaş, inişli-çıkışlı ve endişe vericidir; Türkiye bir ayak diremeyle karşı karşıyadır ve Fransa örneğinde görüldüğü gibi, üyeliğine açıkça karşı çıkılmaktadır; bütün bunlar da Türkiye’de AB karşıtı bir tepki doğurmaktadır. 

Ankara-Merkezli Bir Politika 

Ankara-merkezli bir yönelim, dış politikada kendine güvenen, maksimum bağımsızlık arayan, Doğuda ve Batıda, Kuzeyde ve Güneyde geniş bir dünya devletleri kümesiyle pozitif ve aktif ilişkiler geliştirilmesine dayalı yeni bir yaklaşımla nitelenebilir. 
Bağımsız bir Türk dış politikasının entelektüel ve kavramsal temelleri sistematik biçimde ancak son zamanlarda Türk bilim adamı ve AKP’nin dış politika başdanışmanı Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya konmuştur. Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramı, özellikle Türkiye’nin dış politikalarını çeşitlendirmeye gitmesi ve bütün devletlerle ilişkilerini derinleştirmesi gereği üzerinde odaklanmaktadır. Bu sayede Ankara’nın büyük güçlerin hegemonyasına karşı kırılganlığı da azalacaktır. 

Davutoğlu’nun henüz (İngilizceye) tercüme edilmemiş Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu adlı eseri Türkiye’nin stratejik konumu hakkında belki de şu ana kadar yazılmış en sistematik, detaylı ve kapsamlı vizyondur. 

Davutoğlu’nu eleştirenler kendisini birçok konuda zayıf tarihsel okumalar yapmakla suçlamaktadırlar, ancak kitabın önemi, bir dünya tarihi olmasında değil; itici gücü ve geniş kapsamlı vizyonunda yatmaktadır. 

Birçokları, Türkiye’ye tarihteki yedi büyük dünya imparatorluğundan birinin mirasçısı olarak atıfta bulunduğu için, Davutoğlu’nun görüşünü “neo-Osmanlı” olarak betimlese de kitap, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşan ve Türkiye’nin tarihsel bağlarını ve menfaatlerini Asya, Afrika ve Batı’ya uzatan, çok daha geniş bir vizyon barındırmaktadır. 

Davutoğlu, örneğin Asya gibi Türklerin tarih boyunca üzerinde yürüdükleri jeopolitik eksenlerin restore edilmesinden bahsetmektedir. Türkler, Doğu Asyalı/Orta Asyalı kökenleri ve oradaki Türki dünyanın varlığı nedeniyle geleneksel olarak o bölge ile derin ilişki içinde olmuşlardır. 

Davutoğlu Rusya ve Çin ile Türkiye arasındaki devletten devlete önemli ilişkilerin, Türkiye’nin bu zor durumdaki Müslüman azınlıklara yardım etmesiyle uyuşmadığının farkındadır, ancak bu, Türkiye’nin bir uzlaşma yolu bulması gereken sorunlardan biridir, özellikle söz konusu gruplarla olan tarihsel bağları dikkate alındığında. 

Davutoğlu’na göre, Rusya ve Çin yönetiminde Orta Asya bölgesinin güvenlik ve kalkınmasına çalışan Şangay İşbirliği Örgütü’ne üye olmaya çalışmak Türkiye’nin tamamen yararınadır. Davutoğlu’nun vizyonu aynı anda hem bağımsız, hem milliyetçi, hem İslami, hem Pan-Türkist, hem küresel, hem de Batılıdır; asıl mesele, söz konusu çeşitli ilgileri belirli politikalarla birbirine entegre etmektir. 

Davutoğlu’nun stratejik vizyonu hiç kuşkusuz mevcut AKP dış politikası üzerinde büyük etki yapmıştır, fakat AKP dışındaki düşünürlerden direniş görmektedir, ki bunlar arasında dış politikada benzer bir maksimum esneklik ve bağımsızlık isteyen Kemalistler ve solcular da vardır. 

Sedat Laçiner’in Stratejik Vizyonu 

Gazeteci, bilim adamı ve Ankara’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun direktörü olan Sedat Laçiner Orta Doğu’da bağımsız bir Türk dış politikası için alternatif bir gündem öne sürmüştür.

Laçiner’e göre: 

* Türkiye stratejik ihtiyaçlarını karşılamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne, İngiltere’ye veya İsrail’e dayanamaz. Bu güçler sâdece bölgeyi karıştırmakta dırlar; Türkiye’nin sorunlarına gerçek çözümleri yoktur ve Türkiye’nin çıkarlarını zedelemektedirler. Sonuç olarak Türkiye, yalnız yürümelidir; 
Osmanlı geçmişi bunun için gereken donanımı sağlamaktadır. 
* Bölgede, sâdece hükümetler arasında değil, aynı zamanda Orta Doğu halkları arasında da iletişim ve diyalog genişletilmelidir; ki bu halkların görüşleri dünya liderleri tarafından pek duyulmamakta veya bilinmemektedir.
 * Türkiye kuraklık, sulama, tıbbi hizmetler, eğitim ve silahsızlanma gibi ortak sorunlar konusunda çalışan daha fazla sayıda ikili ve çok taraflı bölgesel organizasyon kurmalıdır. Gerçek anlamda bir “bölgesel zihniyet” beslenmelidir. 
* Türkiye bölgesel ekonomik entegrasyon için çalışmalıdır. 

Sonuç 

Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı yeni, daha bağımsız bir Türk politikası düşüncesi ve rasyoneli şimdiden epeyce yol almış durumdadır ve Türk toplumunun derinliklerine doğru nüfuz etmektedir. 
Dahası, bu tür bir politika izlenmesine ilgi gösteren taraf, yalnızca AKP değildir, bu ilgi Türk siyasî yelpazesinin öteki pek çok unsuru tarafından da paylaşılmakta dır.
* Kemalist sol, büyük güçlerin Türkiye ve bölge üzerindeki emellerine geleneksel olarak hayli kuşkuyla yaklaşmıştır. Tarihi Sevr Antlaşması’na kadar geri gitmekle birlikte, bugün de ABD niyetlerinden kuşku duymakta; mevcut ABD eylemlerinin Kürtleri ve İslamcıları güçlendirmek, Türkiye’yi zayıflatmak ve ABD’ye boyun eğdirmek üzere tasarlandığını düşünmektedir. Kemalist sol hâlâ ordu ile de bağları olan, önemli ve sesi çok çıkan bir ideolojik azınlığı temsil etmektedir. 
* Kemalist ana akım ise Amerika Birleşik Devletleri hakkında çok karmaşık duygular beslemektedir. Bir yandan ekonomi ve güvenlik bakımından Birleşik Devletler ile iyi ilişkiler içinde olma gereğinin farkındadır, ama diğer yandan ABD’nin kendi çıkarlarının ne olduğu ve ABD’nin gerektiğinde kendi çıkarları uğruna Türk çıkarlarını feda etmeye hazır olduğu konusunda bir yanılsama içinde değildir. Bu grup Washington’la mümkün olduğu ölçüde seçici işbirliğini koruyacak, ancak çıkarların ayrıştığına dair en küçük bir işarete karşı dahi ihtiyat halinde olacaktır. 
11 Eylül’den beri bizzat ABD politikaları tarafından büyük ölçüde ABD’ye mesafeli hale getirilen bu baskın elit grup içinde ABD’ye karşı fazla bir ideolojik 
duygusallık yoktur. 
* Türk ordusu güvenlik bakımından ABD’ye değer vermekte, bu ilişkinin pratik faydalarını tehlikeye atmak istememektedir, ancak ABD’nin niyetleri ve stratejik emelleri konusundaki genel Kemalist güvensizliği paylaşmaktadır. Her ne kadar ABD anahtar bir silâh tedarik kaynağı olarak önemli ise de, ordu aynı 
zamanda tehlikeli biçimde ABD’ye bağımlı kalmaktan kaçınmak için silâh kaynaklarını çeşitlendirmek istemektedir. 
* Türkiye’nin katı milliyetçileri, ABD niyetleri konusunda Kemalist solun kuşkularını hararetle paylaşmaktadırlar ve Milliyetçiler Irak’ta ABD rolüne karşı oldukça olumsuz bir tavır almakta ve Washington’un Türkiye’nin bağımsızlığını ve direniş gücünü kırmak için Kürtleri ve İslamcıları desteklediğine inanmaktadırlar. 
Milliyetçiler İslamcılardan hoşlanmasalar da, Batı’nın niyetlerinden kültürel açıdan hazzetmeme konusunda onlarla ortak yanları vardır. 
ABD ve AB’nin Türkiye’de demokratikleşme ve liberalleşmeye destek vermesi, Türk siyasetinde İslamcıların konumunu doğrudan sağlamlaştırmaktadır. 
Türkiye için birbirinden farklı Avrasya geleceklerine bakarken her üç grup da en azından Batı’ya güvenmeme noktasında ortaktırlar. 
* Milliyetçiler Avrasya’da Pan-Türki bağlara vurgu yapma eğilimindedirler, bundan dolayı da Rusya ve Çin’e karşı soğukturlar. 
* Ancak milliyetçilerin çoğu aynı zamanda gerek Osmanlı dönemi gerekse İslamöncesi dönem olsun Türkiye’nin geçmişteki büyüklüğüyle gurur duyma konusunda İslamcılarla paralel düşünür; çoğu kez-etnik açıdan Araplar ve Farslara yukardan baksalar bile-İslam’ı Türk kimliğinin önemli bir unsuru olarak görürler. Milliyetçi yönelim, dinî mülahazalardan ziyade esas itibariyle etnik mülahazalara dayalıdır. 
* Katı biçimde seküler milliyetçiler (“ulusalcılar”-MA) bir yandan Batı’ya güvenmezken aynı anda İslam’a karşı da derin bir güvensizlik besleme bakımından Kemalist kampa katılmaktadırlar. Osmanlı dönemine saygıları yoktur, bunun yerine İslam-öncesi Türk geçmişini bağırlarına basarlar. Sovyet sonrası dönemde Avrasyacı bir yönelimde Rusya’nın merkeziliği, sözü edilen bu laikçiler arasında, özellikle de orduda, en kuvvetli şekilde destek görme eğilimindedir. 

* İslamcılar Avrasya’ya bakmakta ama İslami bağların ve Orta Doğu unsurunun önemine vurgu yapmaktadırlar. İslamcıları Avrasyacı Türklere yaklaştıran şey, Pan- Türkizmden çok, İslamdır; ancak İslamcılar Türk tarih ve geleneğine ilişkin bir ulusal gururdan da yoksun değildirler. 

Fethullah Gülen düşüncesinde bu önemli bir faktördür. Ilımlı İslamcılar önemli siyasî ilişkiler arasına Batı’yı kolaylıkla dâhil ederler, ancak Batı, kimlik ve yönelimlerinde merkezi bir yer işgal etmez; Batılı bağlar bir pragmatizm meselesi ve Türkiye’nin Batı kulübüne dâhil olmasını “sağladığı” için bir gurur vesilesidir. 
Kısaca, giderek daha bağımsız hale gelen bir Türk dış politikası Türkiye’de bugün en güçlü dinamiktir ve yerel, bölgesel ve küresel olaylar tarafından da geniş ölçüde desteklenmektedir. 

Sonuç: Washington Ne Yapabilir? 

Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne ve mevcut politikalarına karşı yaklaşımını ciddi biçimde değiştirebilmek için, muhtemelen ABD politikalarının çoğunun değişmesi gerekecektir. Özellikle de yüksek-etki doğuracak üç politika değişikliği söz konusudur ki bunlar derhal Ankara’nın dikkatini çekecektir: 

* Kısa dönemde, Kuzey Irak’taki PKK varlığını ortadan kaldıracak ve oradaki Kürt hükümetini bölgeyi PKK güçlerine kalıcı olarak kapatmaya zorlayacak kararlı bir ABD hamlesi, Türk-Amerikan sürtüşmesinin yakın ve duygusal kaynaklarından biri üzerinde önemli bir etki yapacaktır. 

* ABD, ilişkilerinin kötü olduğu ülkelerle irtibata geçmek suretiyle, başkalarına gözdağı vermekten ve ters tepen kapışmalara girmekten vazgeçmek suretiyle, 
İran’la formel diyaloga girmek ve Suriye ile ilişkileri iyileştirmek suretiyle, bölgedeki tansiyonu azaltmaya yönelirse, Ankara bu tür bir ABD girişimine olumlu tepki verecektir. Halihazırda, ne yazık ki Washington, İran ve Suriye ile ilgilenme bağlamında az sayıda havuç, çok sayıda sopa kullanmaktadır

* Ankara Filistin sorununa bir çözüm bulunmasına yönelik çabalara olumlu tepki verecektir, özellikle de haklı şikayetleri olan Filistinlilerin ve Müslümanların çoğunluğu tarafından adil olarak algılanacak bir çözüm arayışına. 

Washington’un bu politikalardan herhangi birini gerçekten değiştirmeye istekli olup olmadığı, açık bir sorudur. Değiştirmemeyi seçerse elde kalan tek seçenek, 
Türk kaygılarını izale edecek yollar keşfetmektir. Daha özelde, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Türkiye ile mevcut birlikteliklerinin değerini Ankara’yı fayda-maliyet dengesini yeniden hesaplamaya sevk edecek şekilde yükseltmesi gerekecektir. 

Amerikan ve Türk çıkarları aynı olmayabilir, ama Türk kaygılarının ciddiye alınması gerekir; sâdece nezaket olsun diye değil, Türkiye’nin gerçekten de söyleyebileceği ve katkıda bulunabileceği değerli şeyler olabileceği için. 

Sonuçta, Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgesel meselelerde-kendine özgü, zemini sağlam, meşru ve de bölgede aktivist bir devlet olarak-Türkiye ile yakın temas halinde olmayı ihmal etmesi, çeşitli Arap devletlerine danışmayı ihmal etmesinden çok daha pahalıya mal olacaktır. Her ne kadar dost Arap idarecilerinin görüşleri, Washington’un kulağına, çoğu zaman dobra dobra söylenen Türk görüşlerinden daha hoş gelse de, söz konusu Arap idareciler çoğu kez ürkektirler ve kendi halklarının görüşlerini temsil etmemektedirler, dolayısıyla bölgenin halet-i ruhiyesine ilişkin güvenilir bir ölçü değildirler. 

Türk-Amerikan İlişkilerinin Bölge Üzerindeki Etkisi 

Türkiye’nin Orta Doğu’da önde gelen bir bölgesel oyuncu olma konusunda büyük bir potansiyeli vardır, özellikle de bölgeye ve bölge halklarına karşı yeni bir ilgi ve kaygı göstermeye başladıkça. 
Ankara’ya gösterilen saygı, bağımsız bir güç olarak algılanma düzeyi ile neredeyse tam bir doğru orantı halinde artmaktadır. Örneğin Irak’ın işgali konusunda Türkiye’nin Washington’a “Hayır” demiş olmasının sembolik anlamı, Orta Doğu’nun Türkiye’ye duyduğu ilgi ve saygıya muazzam derecede katkıda bulunmuştur.

Bugün Türkiye’nin Müslüman dünya ve Rusya’daki şöhreti, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar iyidir. Görünür derecede bağımsız olan bir Türkiye, Arap dünyasına belirli politika reçetelerinin savunusunu yapacak olursa, eski sıkı Batı yanlısı Türkiye’ye kıyasla daha büyük bir dikkatle dinlenecektir. 
Hem Doğu hem de Batı dünyasına gerçek anlamda uzanan bir Türkiye, Doğu için de Batı için de değerli bir varlık olacaktır. 
Gelecek ne getirirse getirsin, bir şey kesindir: O eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan müttefiki olan Türkiye artık tarihe karışmıştır. 

Sonsöz 

Bugün kamuoyunun geniş ölçüde desteklediği Türk hükümetinin, bütün komşularıyla iyi ilişkiler kurmayı hedefleyen, Orta Doğu ve Avrupa’yı ilgilendiren sorunlarla çok daha içli dışlı, her zamankinden daha bağımsız bir dış politika yönünde derinlemesine ve güvenle ilerlemesi muhtemeldir. Bu, Türkiye’nin geleceği açısından iyiye işarettir. Her ne kadar bu süreç, Washington’un “müttefik” bir Türkiye’ye sâhip olduğu o eski güzel günleri aramasına sebep olabilirse de, yeni Türkiye, aslında, gerek kendi çıkarlarına ve gerekse bölgenin genel istikrarına muhtemelen daha iyi hizmet edebilir. Eminim ki münevver Amerikan gözlemciler, demokratik süreci güçlendirip derinleştirmiş, sorunlu ve çalkantılı Orta Doğu bölgesinde bir istikrar abidesi olan böyle bir yeni Türkiye’nin varlığını takdir edeceklerdir. 


KAYNAKÇA 

Yeni Türkiye Cumhuriyeti Yükselen bölgesel aktör Graham E. Fuller 
Çeviren: 
Doç. Dr. Mustafa Acar 

1. Baskı olarak 2008 Mart ayında 
4. Baskı olarak 2008 Mayıs ayında/Sistem Matbaacılık

***

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 11

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 11


Türkiye ve Avrupa 

Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde, 1.3 milyonu bulundukları ülkenin vatandaşı olmak üzere, toplam 3.8 milyon Türk yaşamaktadır. Bunların ezici bir çoğunluğu Almanya’da bulunmakta (2.6 milyon), bu ülkeyi Fransa (370.000), Hollanda (270.000) Avusturya (200.000), Belçika (110.000) ve İngiltere (70.000) izlemektedir. Geri kalanların çoğu Danimarka ve İsveç’tedir. 

Bugün, Terörizmle Küresel Savaş ve terörist faaliyetlerin Orta Doğu’nun ötesine 
yayılması ile birlikte, Avrupa’ya Müslüman göçü konusundaki endişeler sürekli artmaktadır. 
Müslümanlar arasında, özellikle de göçmen Müslümanlar arasında-etnik veya ulusal kimlikten ayrı olarak-yeni bir “Müslüman kimliği” duygusunun yaygınlaşmasıyla bu durum daha da belirginlik kazanmaktadır. 

Realite şudur ki Türkler, “yabancı diyarlarda” (gurbette) kendi topluluklarını 
korumaya gayet iyi hizmet etmiş çeşitli ve sağlam lokal kurumlar ve bağlantılar 
oluşturmuşlardır. 

Avrupa’da yaşayan Türk kökenli bir sosyolog olan Ural Manço “Bu nüfus, yerel 
dernekler ve yerel camilerden Avrupa çapındaki federasyonlara varıncaya kadar gerçek anlamda bir göçmen teşkilatları ağı oluşturmak suretiyle, Türkiye’deki bütün sosyal, siyasal, dinî ve etnik bölünmelerin hepsini birden Avrupa’da yeniden yarattı” diye yazmaktadır. Avrupa’daki Türk göçmen teşkilatlarının belki de en büyüğü ve en iyi organize olanı İslamcı Millî Görüş hareketidir; bu hareket de, diğer birçok İslamcı hareket gibi, Avrupa’nın her yerinde sosyal, kültürel, dinî, eğitsel ve ticari hizmetler vermektedir. Millî Görüş’ün çeşitli Avrupa kentlerinde, uzun ömürlü Erbakan hareketiyle yakın ilişkisi olan yüzlerce 
şubesi olduğu belirtilmektedir. 

Açıktır ki Millî Görüş’ün fikirleri, Avrupalılar tarafından olumsuz karşılanmakta ve 11 Eylül’den sonra, grubun kendisi de potansiyel bir güvenlik tehdidi olarak görülmekte, Avrupa’daki diğer birçok Müslüman teşkilat gibi bu gruba da kuşkuyla bakılmaktadır. Ancak Avrupa’daki genç nesil Türkler, giderek artan bir hızla hareketin görüşlerini paylaşmamaktadırlar, hareketin kendisi de evrilmekte ve ülkeden ülkeye ciddi farklılık göstermektedir. 

Millî Görüş her ne kadar Türk lâik düzeni tarafından açıkça aforoz edilmiş olsa da, şimdiye kadar bir şiddet eylemine karışmış veya bunu savunmuş görünmemektedir. 
Ne yazık ki Türklerin Avrupa Birliği’nde biraz olumsuz bir imajı vardır, herhangi bir sosyopatik davranışlarından dolayı değil, İslam’a ilişkin olumsuz Batılı imajı yansıttıkları veya yansıtır göründükleri için. Türkler başörtüsü veya namus cinayetleri yoluyla kadınlarına baskı yapan, dinî eğitim dışında eğitimle ilgilenmeyen ve sosyal refah programlarına bağımlı yaşayan insanlar olarak görülmektedirler.

Buna rağmen her yıl AB ülkelerinden 6 milyon dolayında turist Türkiye’yi ziyaret 
etmektedir, ki bu da Avrupa’dakilere kıyasla Türkiye’deki daha “gelişmiş” Türkler hakkında olumlu izlenimler yaratmakta ve Türkiye’nin Avrupa’daki yüzünün “normalleşmesi”ne yardım etmektedir. 

Her yeni nesille, Avrupa’da yaşayan Türkler giderek daha eğitimli, daha profesyonel yeteneklere sâhip ve Avrupalı hayata daha entegre olmuş hale gelmektedirler. Üstelik kendi paralel Türk kimliklerini büsbütün ortadan kaldırmayan, ama onu tamamlayan net bir Avrupalı kimliği geliştirmektedirler. 

Türk hükümeti Avrupa’daki Türk toplumunu desteklemeye bir hayli isteklidir, onları ilerde Türkiye’nin Avrupa’ya ve Avrupa Birliği’ne entegrasyonuna destek verecek sağlam pozitif sözcüleri, ekonomik ve entelektüel seçkinler topluluğunun çekirdeği olarak görmektedir. 

Her ne kadar 2007 itibariyle Türklerin Avrupa Birliği’ne hızlı bir şekilde girme 
olasılığı pek parlak görünmüyorsa da, zamanlar ve koşullar hızla değişebilir. Bundan bir on yıl kadar sonra, çok kültürlülüğün acımasız saldırısı altında ciddi bir kimlik krizini zâten yaşamış bir Avrupa’ya, Türkiye’nin üyeliği çok daha az göz korkutucu görünebilir. 
ABD Alman Marshall Fonu’nun Türkiye’de 2007 ortasında yaptığı bir araştırmada, Türkler arasında AB üyeliğine destek nüfusun yarısından aşağıya, yüzde 40 seviyesine düşmüştür. Oysa 2006’da bu destek yüzde 54 idi. 

Şayet Müslüman dünya ile ABD’nin askeri kapışmaları artar, terörizm Batı’da kayda değer oranda yükselir veya bütün bir Orta Doğu bölgesi daha derin bir kaosa sürüklenecek olursa, Türkiye’nin AB üyeliği başvurusu, Orta Doğu olaylarından ne kadar ilgisiz olursa olsun, tartışmasız biçimde bundan olumsuz etkilenecek ve Türkiye’yi ABD’ye doğru değil, ama Orta Doğu ve Avrasya alternatifine doğru daha da sürükleyecektir. 

Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri 

Türkiye’nin 1952’de NATO’ya kabulü, hiç kuşkusuz, bu ülkeyi Batı sistemine ve 
kurumsal yapılarına daha derinden dâhil eden, olağanüstü bir stratejik kazanımdır. Bu adımla Türkiye, fiilen tam bir “Batılı ülke” haline gelmiştir. 

En başta, 1958’de Bağdat Paktı’nın çökmesi, Türkiye için önemli problemleri 
beraberinde getirmişti, çünkü Bağdat Paktı’nın ardından kurulan CENTO’nun hiçbir Arap üyesi yoktu, sağladığı imkanlar zayıftı ve Arap dünyasındaki Sovyet yanlısı faaliyetler hakkında Türkiye’nin taşıdığı endişeleri gidermekten uzaktı. Daha önemlisi, Türkiye diplomatik olarak izole edilmişti. Örneğin, bu dönem boyunca hayati önem taşıyan Kıbrıs uyuşmazlığı konusunda Arap dünyası sürekli olarak, Müslüman Türkiye yerine Hıristiyan Yunanistan’a destek vermişti, ki bu, Ankara’nın sıkı biçimde Batı yanlısı safta yer almasının neden olduğu bedelin çarpıcı bir göstergesiydi. 

1963 Küba Füze Krizi Ankara’da, SSCB ile istenmedik bir savaşın içine sürüklenme potansiyeli konusunda ciddi derecede kaygı uyandırmıştır. Ankara için en sıkıntı verici olansa, Sovyetler’in Küba’daki füzelerini çekmesi karşılığında, Birleşik Devletler’in de Türkiye’deki Jüpiter füzelerini çekmeye istekli olmasıydı. Her ne kadar modası geçmiş şeyler olsa da, Jüpiter füzelerinin çekilmesinin Ankara için sembolik bir anlamı vardı: Türkiye’ye danışılmadan füzelerin çekilmesi, bir büyük güç olarak Washington’un çıkarlarının Türk millî 
çıkarlarının nasıl üstüne çıkabileceğinin ve nitekim çıktığının göstergesi olmuştu. Bu olay Ankara’da ciddi bir şoka sebep olmuş ve bir dereceye kadar ittifakın niteliğinin ve ülkenin Birleşik Devletler’le ilişkisinin gözden geçirilmesine yol açmıştır. Ardından, 1964’te meydana gelen, kötü şöhreti ile ünlü “Johnson mektubu” olayı ve Kıbrıs konusundaki kriz, ABD ile ittifakın değeri konusunda yeni bâzı şüpheler ortaya çıkarmıştır. Mektupta ABD Başkanı Lyndon Johnson, şayet Kıbrıs konusunda uyguladığı politikalar Ankara’yı Yunanistan ve hâttâ SSCB ile çatışmaya sürükleyecek olursa, NATO desteğine güvenmemesi gerektiği konusunda Ankara’yı uyarmıştır.

Esasen, bu kriz Ankara ile Moskova arasında çarpıcı bir yeni yakınlaşma dönemini başlatmıştır, öyle ki 1970’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye, Sovyet Üçüncü Dünya yardımlarının en büyük alıcısı durumuna gelmiştir. Ayrıca, Moskova Kıbrıs konusunda Yunanistan yanlısı tutumundan büyük oranda uzaklaşmış ve Türkiye’ye daha sempatik yaklaşmaya başlamıştır. 

1972’de Türkiye, ABD’nin afyon üretiminin tamamen yasaklanması yönündeki 
baskılarından rahatsız olmuştur; Türkiye’nin önem taşıyan ilaç sanayisi için tamamen yasal ve denetlenen bir üretim süreci işliyordu ve bu, Türk hükümet bütçesinin bir gelir kaynağıydı. 
Ankara 1974’te Kıbrıslı Türklerin statüsünü korumak amacıyla Kıbrıs’ı işgal edince, Yunan lobisi ABD Kongresi’ni Ankara Atina ile uzlaşmaya râzı oluncaya kadar Türkiye’ye yönelik bütün ABD askeri malzeme satışlarını ve yardımını durdurmaya ikna etmiştir. ABD silâh ambargosu üç yıl boyunca devam etmiştir. 

Ne var ki, Türk-Sovyet ilişkilerinde 1970’lerde gözlenen yakınlık, Sovyetlerin 
1980’de Afganistan’ı işgal etmesiyle bozulmuştur. 

Amerika Birleşik Devletleri bu dönemde Türkiye’ye yardımı arttırmış, üslerini de 
yeniden normal düzeyde kullanmaya başlamıştır; Türkiye’ye yönelik ABD askeri yardımı 1984’te 715 milyon dolarla zirve yapmıştır. 

1991 Körfez Savaşı, ki Ankara için bir felakettir, Washington’la yeni bir sürtüşme dönemi başlatmış, bu süreç öteden beri Türk-Amerikan ilişkisinin altında yatan gerilim kaynaklarını hızla su yüzüne çıkarmıştır. Savaş, Ankara için bir Kürt mülteci krizi yaratmış ve Türkiye’yi çok büyük hayal kırıklığına uğratan bir olay olarak bugüne kadar genişleyip derinleşerek gelen, Irak Kürtlerinin de facto özerkliği sürecini başlatmıştır. Her ne kadar 1999 yılında, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye tarafından takip edilerek Kenya’da gösterişli 
biçimde yakalanmasında Amerika Birleşik Devletleri bir hayli yardımcı olmuşsa da, Türkiye’de ABD’nin Kürtler hakkındaki niyetleri konusundaki kuşkular ortadan kalkmamıştır. 

İkili ilişkiler, 2003’te Türk parlamentosunun, Irak’ın işgali için Türk topraklarının Amerika Birleşik Devletleri tarafından kullanılmasına izin vermeyen kararıyla büyük bir şoka uğramıştır. 

Washington ile ilişkiler bozuldukça, Birleşik Devletler’deki yeni muhafazakâr basın “Türkiye’yi kim kaybetti?” sorusunu soran bir dizi makale yayımlayarak, duygusal bir anti- Amerikan çılgınlığı olarak gördükleri bu durumdan Türkiye ve AKP’yi suçlamışlardır. Örneğin 2004 yılında, Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri’nden bir timin, Kürt aktivistlere karşı bir suikast peşinde olduğu kuşkusuyla, ABD Özel Kuvvetleri tarafından tutuklanıp kötü muamele görmesi, Türk milliyetçi öfkesinde bir patlamaya yol açmıştır. 

Bunun sonucu olarak, Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkileri bütün zamanların en düşük seviyesine doğru yol almıştır. 

Alman Marshall Fonu tarafından 2004’te Türkiye’de yapılan bir kamuoyu araştırması, her üç Türk’ten birinin Irak’ta ABD işgal güçlerine karşı girişilen suikast saldırılarını haklı bulduğu ve halkın yüzde 67’sinin Bush yönetimine karşı olumsuz düşündüğü-ki bu, araştırma yapılan Batılı ülkeler içinde en yüksek orandır-sonucuna ulaşmıştır. 
2006 yazında, Pew Research araştırması da benzer şekilde Türklerin yalnızca yüzde 12’sinin, ABD politikalarını onayladığını göstermiştir; 2007 ortalarında yapılan ikinci bir araştırma Türklerin yalnızca yüzde 9’unun Amerika Birleşik Devletleri hakkında olumlu bir görüşe sâhip olduğunu göstermiştir ki, Filistinlilerde bile bu oran yüzde 13’tür. 
Sonuç olarak, birçok Türk milliyetçisi İslamcı köklerden gelen AKP’yi, ironik biçimde, ABD iktidarının bir aracı olarak algılamaktadır. 
Dahası, çok sayıda Türk, aynı zamanda ABD’nin Kürtlere ve hâttâ PKK’ya destek sağlamak suretiyle Türkiye’yi zayıflatmaya çalıştığına inanmaktadır.

Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’da, en azından prensipte, teorik olarak paylaştıkları ortak çıkarlar acaba nelerdir? 

Şunlar Sayılabilir:

* Merkezi bir yönetim altında toplanmış, barış içinde bir Irak; 
* Militan olmayan, nükleer gücü olmayan bir İran; 
* Arap-İsrail uyuşmazlığının sona ermesi; 
* Özellikle Türkiye’yi etkilediği için, bölgede terörizmin sona ermesi; 
* Radikal İslam’ın gelişme ve yayılmasının sona ermesi; 
* İsrail ile iyi ilişkilerin devam ettirilmesi, özellikle de ticari alanda; 
* Orta Doğu’da geniş kapsamlı istikrar sağlanması; 
* Türkiye’ye uzanan Hazar ve Orta Asya petrol boru hatlarının geliştirilerek, Türkiye’nin bir enerji dağıtım soketi haline getirilmesi; 
* Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin de facto bağımsızlıklarının korunması. 

12. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 10

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 10



Kafkaslar 

Türkiye’nin genel olarak Kafkaslar ve Orta Asya ile ilişkilerinde en büyük gücü, 
okullar ve üniversiteler kurması, askeri personele talim ve üniversite eğitimi sağlaması, yeni enerji boru hatları inşa etmesi ve bölgeye Türkiye’ye dair yakın bir farkındalık ve Anadolu Türkçesiyle ilgili bilgi getirmiş olmasıdır. Meselâ Türk Avrasya TV, uydu aracılığıyla Kafkaslar ve Orta Asya’da yayın yapmakta, Türkiye ile ilgili bilginin bölgede yayılmasına büyük katkı sağlamaktadır, buna Anadolu Türkçesine aşinalık kazanmak da dahildir. Bugün artık Türk ziyaretçiler, seyahat, okul ve/veya medya kanalıyla öğrenilmiş Anadolu Türkçesini konuşan, çok iyi konuşamasa da en azından anlayan kişilerle daha sık karşılaşmaktadır. 

Azerbaycan 

Türkiye’nin Kafkaslar’daki en önemli ilişkisi Azerbaycan iledir. Nüfusunun 
çoğunluğunun Şii olmasına rağmen ülke dil ve kültür açısından Türkiye’ye çok yakındır. İki ülke, 1990’ların başlarında Pan-Türkçü zihniyetli Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey zamanında doruğa çıkmış ve 1992’de Elçibey’in devrilmesine kadar sürmüş, aşırı coşkulu bir Pan-Türkçü aşamadan geçmiştir. O zamandan sonra Türkiye-Azerbaycan ilişkisinin özü, kültürel alandan ekonomik alana-özellikle enerji konusuna ve iki ülkeyi ayrılmaz biçimde birbirine bağlayan 
Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına-kaymıştır. Azerbaycan’da Türkiye’nin rolü, aynı şekilde askeri alanda da önemlidir. Ferit İsmailzade bu konuda “Türk askeri uzmanları Azeri subayları hem Bakü’de hem de Türkiye’de eğitmişler, modern bir ordu yapısının geliştirilmesi konusunda askeri uzmanlık sağlamışlar dır. Yüzlerce Azeri subay Türk askeri okullarından mezun olmuş ve 1999’dan 
itibaren Azeri askerler, Türk kumandası altında Kosova ve Afganistan’da barış gücü görevlerine katılmışlardır” diye yazmaktadır. 

Batılı altyapı yatırımlarından kısmen doğrudan istifade eden Türk müteahhitleri de bu ülkede bir hayli aktif durumdadırlar. 

Bakü düzenli ve kalabalık uçuşlar yoluyla birçok Türk şehriyle bağlantı halindedir. Eğitimli Azerilerin çoğu bugün gayet iyi bir Anadolu Türkçesi konuşmakta ve Türk elektronik ve basılı medyasına kolayca erişmenin tadını çıkarmaktadır. Hassas bir alan olan Türk-Ermeni-Azeri ilişkilerinde, Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkilerine dayalı politika çabası, Ermenistan’la ilişkilerin geliştirilmesi arayışına kadar uzanmıştır. Ancak ihtilaflı Dağlık Karabağ bölgesi için Azerbaycan ile Ermenistan arasında yapılan savaştan Ermenistan’ın 
galip çıkması, Ankara ile Bakü’nün ihtilafa konu Azeri topraklarını işgali nedeniyle Erivan’a karşı ticaret ambargosu uygulamasına sebep olmuştur.

Bu sürtüşmeye rağmen, Türkiye ile Ermenistan arasında kayda değer bir gri ticaret cereyan etmekte, havayolu iki ülkeyi birbirine bağlamaktadır. 
Ancak Birleşik Devletler’deki ve Avrupa’daki kalabalık Ermeni diyasporası, 
Washington’un Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde Ermeni soykırımı işlendiği gerekçesiyle Türkiye’yi kınayan parlamento kararı alması için gece gündüz çalışmaktadır; bu baskılar ise sâdece Erivan ile Ankara arasında iki tarafın da arzu ettiği yakınlaşmayı zorlaştırmaya yaramaktadır. 

Gürcistan 

Türkiye, Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından Gürcistan’ın bağımsızlığına 
kavuşmasına çok sevinmiş, iki ülke arasında hızla sıcak ilişkiler kurulmuştur. Yine de beklentilerin aksine, Türkiye’nin Türki bir ülke olmayan Gürcistan’la ticareti, görece ılımlı düzeylerde kalmıştır. 

2002 yılında Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan arasında, Tiflis yakınlarında bulunan Marneuli hava üssünün modernizasyonu konusunda Türkiye’nin yardımını da içeren bir bölgesel güvenlik anlaşması imzalanmıştır. Türkiye, Azerbaycan’da olduğu gibi, Gürcistan’da da Birleşik Askeri Akademi’nin kurulmasına ve personel yönünden donanımına yardım etmiştir. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını korumak için Ankara’nın Gürcistan ve Azerbaycan 
ile işbirliğine gitmesiyle birlikte, Moskova dışarı atılmış olmaktadır. Moskova’nın 
desteklediği, Gürcistan’ın Abhazya bölgesindeki ayrılıkçılık sorunu yüzünden Türkiye kısmen Tiflis ile Moskova arasında kalmıştır. 
Her ne kadar Batı, Gürcistan’ın NATO’ya girişinin kolaylaştırılması bağlamında 
Türkiye’nin anahtar bir rol oynamasını arzu etse de Türkiye, Moskova’yı kendisinden daha da uzaklaştırmaktan çekinmiş ve ayrılıkçı Abaza meselesinde Tiflis’in arzu ettiğinden daha tarafsız bir tutum sergilemiştir. 

Orta Asya 

Eski Sovyetler Birliği’nin beş Orta Asya cumhuriyetinden dördü, etnik olarak Türk kökenlidir: Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan. Genelde AKP, Orta Asya’ya kendisinden önceki İslamcı Refah Partisi’nden çok daha fazla ilgi göstermektedir. Bunun bir nedeni, daha önceleri milliyetçi görüşe sâhip MHP’nin güçlü olduğu İç Anadolu bölgesinden AKP’nin büyük bir seçmen desteği almış olmasıdır; milliyetçiler Türkiye’nin Orta Asya ile yakın ilişkiler kurmasını hararetle desteklemektedirler. 

Türkmenistan 

Türkmenistan ile Türkiye’nin ilişkileri büyük oranda potansiyel enerji bağlarına 
dayalıdır. Avrupa’ya Türkmen gazı taşıyacak boru hatlarının geleceğinin ne olacağı bugün altı güç arasında yoğun rekabet konusudur: Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, İran, Türkiye ve Çin. Bu devletlerin belli başlı jeopolitik çıkarları, bu senaryolardan her birinin sonucuna büyük oranda bağlıdır. Türkiye en az kaybedecek olan ülke konumundadır. Ankara aynı zamanda Aşkabat’ta bir askeri akademi de inşa etmiş ve personel ile donatmıştır

2006 sonlarında Niyazov’un ölümü ve iktidarın Gurbanguli Berdimuhamedov rejimi tarafından devralınmasıyla, Türkmenistan’ın dış dünya ile ilişkilerinin daha rasyonel hale gelmeye başladığı yönünde bâzı işaretler mevcut olduğundan Türkiye’nin bu ülkeyle ilişkilerinin de iyileşmesi beklenir. 

Özbekistan 

Türkiye’nin Özbekistan ile bağları da İslam Kerimov’un güvenlik paranoyası 
yüzünden benzer şekilde kısıtlı düzeyde kalmıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Orta Asya ile ilgili Türk heveslerinin ortaya çıkmasıyla Kerimov, kendisini Orta Asya’nın liderliği ihtirasına kaptırınca, Türkiye’yi potansiyel bir rakip olarak gördü. 

Dahası, Türkiye’ye gönderilen çok sayıda Özbek öğrenci demokratik değerlerden 
etkilendi ve bunların çoğu Kerimov rejimine karşı tavır aldı. Özbekistan’da ayrıca çoğunluğu Fethullah Gülen hareketi ile irtibatlı birçok okul da açılmıştı. Daha önce de belirtildiği gibi Kerimov, sonradan Türkiye’yi kendisine komplo düzenlemekle suçladı, gönderdiği öğrencileri geri çağırdı ve Türk okullarını da ülkeden dışarı çıkardı. Fakat 2006’dan itibaren ABD-Özbek ilişkilerinin gerilemesi ve Türkiye ile ilişkilerin de soğumasıyla, Kerimov bir kere daha güvenlik bağımlılığını Moskova’ya doğru yönlendirmeye başlamıştır.

Kazakistan 

Bütün Orta Asya cumhuriyetleri içinde, Türkiye’nin en büyük karşılıklı ticareti 
Kazakistan’ladır ve 2004 yılında 797.8 milyon dolara ulaşmıştır. Her ne kadar 2006 yılında Türkiye, Kazakistan ve Azerbaycan arasında Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına iletmek üzere Hazar Denizi’nden petrol geçirme görüşmeleri yapılmışsa da, daha sonra, 2007 yılında Kazakistan’ın enerjisini sâdece Rusya üzerinden ihraç edeceğini taahhüt etmesiyle bu plân çökmüştür. Eğitim alanında ise Türkiye, Şimkent’teki Kazak-Türk Üniversitesi’ni kurmuştur. 

Kırgızistan 

Türkiye’nin Orta Asya’daki belki de en samimi ilişkisi, Kırgızistan’la kurduğu 
ilişkidir. Türkiye bu ülkede oldukça popüler ve rekabetçi birçok lise açmış, ayrıca 
Kırgızistan’a askeri eğitim de sağlamıştır. Bu arada öğretimin bedava olduğu Kırgız-Türk Manas Üniversitesi’ni de kurmuştur. Buna ek olarak, bugün Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde okuyan binden fazla Kırgız öğrenci bulunmaktadır. 

Çin 

Rusya’dan sonra, Türkiye’nin önemli ve büyüyen bir ilişki kurduğu ikinci büyük güç Çin’dir. Çeşitli yollarla hızla gelişen bu ilişkide, tek sürtüşme kaynağı, Çin’in batı bölgesi Sincan’da yaşayan on milyon Uygur Türkü’nün baskı altında olmasıdır. Türkiye’deki Türk milliyetçileri uzun zamandır Uygurların kaderinden endişe duymaktadırlar. Çeşitli Türk hükümetleri de bir yanda Çin ile iyi ilişkiler kurma arzusu, öte yanda Sincan’daki Türki kardeşleriyle ilgili endişeler arasında hırpalanmışlardır. Sonunda çoğu hükümet, Rusya ile olan ilişkilerinde yaptıkları hesaba paralel biçimde, üzülerek de olsa Uygur davasından vazgeçme pahasına Çin’le iyi ilişkiler kurmayı tercih etmiştir. Burum, jeopolitik vizyonunu giderek daha çok doğuya çeviren AKP için daha da doğrudur. 
Rusya gibi, Pekin de Türkiye’nin AB üyeliği çabalarında başarılı olması umudunu dile getirmiştir. Stratejik terimlerle ifâde edilirse Çin, Avrasya devletleri, özellikle de Türkiye üzerinde ABD’nin stratejik etkisinin azalmasını hiç tartışmasız şekilde arzu etmektedir. 
Bu arada Türkiye, anti-ABD stratejik pozisyonu benimsemiş önemli bir Rusya-Çin- Orta Asya bloku olan Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılmak istemektedir. Çin bugün Türkiye’nin giderek farklılaşan dış politikasında Rusya’nın yanı sıra yeni ve önemli bir başka stratejik sütunu temsil etmektedir. 

Balkan Müslümanları 

1990’ların başındaki Bosna krizi, üç kritik noktadan ötürü Türkiye için hâlâ önemini korumaktadır: Birincisi, Türkiye Balkanlarda bir Müslüman azınlığa de facto destek vermiştir; ikincisi, kriz başlarda Türklerin Batı ve ABD politikaların dan, kurumlarından, Türk beklentilerini veya gereksinimlerini karşılamayan “çözümler”den dolayı hayal kırıklığı yaşamasına sebep olmuştur; ve nihayet üçüncüsü, Türkiye’de hükümetin Batılı politikalara karşı zayıf ve ihtiyatlı itaatine karşı iç siyasî yelpazenin her kanadından güçlü bir tepkinin yükselmesine sebebiyet vermiştir. 

Son tahlilde realite şudur ki Balkan Müslümanları, Balkan Hıristiyan güçlerine karşı kendilerinin tarihsel Müslüman koruyucuları olarak uzun zamandır Türkiye’ye bakmışlardır ve bakmaya da devam etmektedirler. 

Bu durum bugünkü seküler Türkiye için ne kadar uygunsuz olursa olsun, geçmişin reddedilemez dinî mirasını göstermektedir. Türkiye’de Osmanlı zamanından kalma geniş bir Bosnalı (Boşnak) ve Kosovalı topluluk mevcuttur, bu grup Bosna ve Kosova davasına doğal olarak sempatik bakmakta, böylece Türkiye’nin Balkan politikalarına dahili bir unsur eklemektedir. 

Sonuç 

Uzun, tarafgir, zorlu bir dönem olan Avrupa Birliği’ne giriş sürecinin başarısızlığı 
dikkate alınınca, Türkiye bilinçli olarak Avrasya ve Orta Doğu’ya yönelik alternatif bir jeostratejik strateji geliştirmektedir. 
Her ne kadar Türkiye Avrupa ve Birleşik Devletler ile olan önemli ekonomik ve 
stratejik bağlarını hiçbir zaman kesmeyecekse de, bugün kendi stratejik yönelimini çeşitlendirmeye imkân verecek anlamlı alternatiflere sahiptir. Bu gerçeklikler, Türkiye’deki bütün bir siyaset camiası için apaçık olup, yalnızca AKP düşüncesinin ürünü değildir. 

11. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***