Gözde Kılıç Yaşın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gözde Kılıç Yaşın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Temmuz 2016 Perşembe

Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 1




Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 1

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın

Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın'la yaptığı söyleşinin ilk bölümüdür:


AFASAM Avrupa Birliği Bakanı ve Baş müzakareci Egemen Bağış'ın "Gerekirse Kıbrıs'ı Türkiye'ye bağlarız" açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu söylem Türkiye'de ve Kıbrıs Türklerinde nasıl karşılandı? Kıbrıs Türklerinin bu söylemden sonra bakış açılarında bir değişme oldu mu sizce?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Egemen Bağış'ın açıklaması, gerçekten de çok ciddi ve bir yanıyla riskli bir yanıyla büyük bir sorumluluk doğuran bir yanıyla da "eh nihayet!" olarak tanımlanabilecek bir açıklamaydı. Ancak biliyoruz ki bu açıklama, öncesinde ve sonrasında bazı adımları da gerektirir. Bu adımların atıldığına ilişkin herhangi bir emareden bahsetmek şimdilik mümkün değil. Kesin olan ise bu güne dek Türk tarafı aleyhine işleyen sürecin bundan sonra lehe dönüştürülmesi açısından önemli bir fırsat döneminin söz konusu olduğudur. Sırasıyla gidilirse bu açıklama bir ilhak anlamına gelmektedir. İlhak için uygun bir zeminin Kıbrıs'ta oluşturulduğu söylenemez.

Türkiye'nin Kıbrıs politikası bu anlamda soru işaretleriyle dolu ve dışarıdan bakıldığında1974 Mutlu Barış Harekatı'ndan sonra Türkiye, Kıbrıs'ta ne yapmak istediğini bilemiyor izlenimi oluşmaktadır. Uluslararası konferansların kulis arkalarında hep şöyle sözler duyarız: "Tamam Türkiye'yi destekleyelim ama ne istiyorsunuz; KKTC ilan edildi ama birleşmek üzere ilan edildiği açıklandı." Dolayısıyla esasen uluslararası konjonktür KKTC'nin ayrı bir devlet olarak tanınması için uygun bir dönemde ancak açıkça söylemek gerekirse en son dönem açısından 2003'den bu yana hem KKTC'den yükselen ses özellikle Batı'ya "Türkler Rumlarla aynı devlet çatısı altında yaşamak istiyor" şeklinde lanse ediliyor hem de Türkiye açıkça birleşmeyi desteklediğini deklare ediyor.
Şunu söylemek istiyorum, yaklaşık son 10 yıldır birleşmeyi zorlayan yeni bir uluslararası baskının bir parçası olmayı tercih eden Türkiye'nin bir anda "ilhak" seçeneğini gündeme getirmesi çok da "tutarlı" algılanmayacaktır. Ancak zaten Egemen Bağış ilhak seçeneğini, iki liderin uzlaşarak birleşeceği, uzlaşarak ayrılacağı ve iki devlet formülüne gidebileceği gibi iki seçeneğin yanında üçüncü bir opsiyon olarak kullanmıştır. Hatta açıklamasında "gönlümüzden geçen budur" ifadesiyle Ankara'nın tercihinin ve hedefinin iki devletin tek bir çatı altında birleşmesi, olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenle de 10 yıllık yeni Kıbrıs yaklaşımında önemli bir değişim olmadığı ortadadır. Ancak aynı zamanda hükümet temsilcilerinin çeşitli zamanlarda Temmuz'a dek çözümün bulunmaması durumunda Türkiye'nin müzakerelerin belirsiz bir zaman takvimiyle sonsuza dek sürmesine izin vermeyeceği ve B Planı'nı devreye sokacağı açıklamaları, bana kalırsa sözünün arkasında durmayı gerektirecek ciddiyette yapılmıştır. Bu nedenle Bağış'ın açıklamasının üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen Türkiye'nin milad olarak belirlediği Temmuz ayına ulaşılmış olduğuna göre o gün ifade edilen tüm seçeneklerin artık masada sayılamayacağını –çünkü teorik olarak liderlerin uzlaşması beklentisi artık söz konusu değildir ve müzakerelere Türkiye'nin tanıdığı süre sona ermiştir- ancak ilhak seçeneğinin tartışılabilir olduğunu kabul etmek gerekir.
Türkiye'de açıklamaya tepki gösterenler liberal kesimde genel olarak Bağış'ın sözleri nedeniyle AB ile işlerin biraz daha zora gireceği yönündeydi. Daha milliyetçi olarak tarif edebileceğimiz kesimin de açıklamaya şüpheyle yaklaştığını söyleyebiliriz. Ancak gerçek anlamda tartışılmadığını, biraz duymazdan gelindiğini, açıklamayı tamamlayıcı adımların beklendiğini, bir yalanma ya da düzeltme geleceğinin düşünüldüğünü ifade edebiliriz.

Ancak açıklamanın tamamı zaten düzgün bir şekilde tüm seçeneklerin mümkün olabileceğini ifade etmekteydi ve Türkiye'nin bu seçeneklere eşit mesafede olmaktan ziyade "birleşme" formülüne yakın olduğunu belirtmekteydi. 

Ancak basında ilk defa bir yetkilinin ağzından yüksek sesle ifade edilmiş olması nedeniyle "ilhak" seçeneği ön plana çıkarıldı. Bu nedenle düzeltme yapılması gerekli olmayan bir açıklamada "seçmeli" ancak kısa bir tartışma söz konusu olmuştu. KKTC'de de aynı şekilde kısa ve şüpheli bir dalgalanma yarattığı ancak yine şüpheyle yaklaşıldığını gözlemledik.

Kimilerinin "ilhak" projesinin zaten Milli Selamet Partisi'nin ajandasında bulunan bir plan olduğunu ve yine aynı tabandan sayılabilecek biri tarafından yeniden gündeme getirildiğini söylediklerini gördük

Kimilerinin açıklamanın diğer noktalarına odaklandığını, kimilerinin ise "neden gerçekleşemeyeceğini" açıklamaya giriştiğini gördük. Bazı kesimler, açıklamanın Kıbrıslı Türkleri gerçek anlamda ilgilendiren bir yanı olmadığını ve müzakere sürecini hızlandırmak gayesiyle Rumları harekete geçirmek için bir nevi "sünnetçi korkutması" olduğunu ve gerçek niyeti ifade etmediğini dile getirdi. Kimilerine göre ise Kıbrıs raporunu hazırlamakta olan Ban Ki Moon'a bir mesaj gayesi güdülmekteydi. Ancak genel olarak bu seçeneğe ve yaklaşıma mesafeli durulduğunu söyleyebiliriz. Gerek Türkiye'de gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde bu açıklama üzerine tartışmalar çok da uzamamış ve sanki bıçakla kesilmiş gibi aniden durmuştur. 

Asıl önemli konu olan bu görüşün Egemen Bağış'ın kişisel görüşü mü yoksa Türkiye Hükümeti'nin üzerinde düşündüğü bir formül mü olduğu ve KKTC liderleriyle istişare edilip edilmediği gibi noktalar ise muallak kalmıştır. Bunun ötesini tarif edebilmek için bazı analizleri gündeme getirmek gerekir. 

Öncelikle 1974 sonrasında hiçbir dönemde Kıbrıslı Türklerin ilhak projesi için hazırlanmadığını, hep "en iyi ihtimal" olarak tanınmanın gündemde tutulduğunu ancak yıllar içerisinde bir nevi "öğrenilmiş çaresizlik" tutumunun halkın ruhuna işlediğini ve tanınmaya dair ümitlerin her geçen yıl azaldığını söylemek mümkün.

Dolayısıyla ilhak seçeneğine ilişkin zemin uluslararası kamuoyunda olduğu gibi Kıbrıslı Türkler arasında da yaratılmamıştır. Bu anlamda bir örnek kabilinde –arkasında her ne kadar farklı nedenler de bulunuyorsa da- trafikteki İngiliz sisteminin değiştirilmemesi, elektrik anahtarlarının hala İngiliz tipi üç girişli üretilmesi ve yeni binalarda da bu sistemin kullanılması, Post Office ibaresinin dahi değiştirilmemesini sayabiliriz. Yani eğer bir ilhak projesi gündemde ya da hiç değilse sumen altında tutuluyor olsaydı, eski dönemin bittiğini ve yeni dönemin vazgeçilmez olduğunu vurgulayacak ve ufak ayrıntılarda Türkiye ile aynılaştıracak değişikliklere gidilmesi bir yöntem olarak düşünülebilirdi. Bu ne rahmetli Denktaş dahil herhangi bir Kıbrıs lideri tarafından gerçekleştirilmiştir ne de Türkiye'deki yönetim tarafından herhangi bir dönemde istenilmiştir. Önemsiz bir ayrıntı gibi durmaktaysa da bana kalırsa önemli bir psikolojik unsurdur.

Kıbrıs Türkleri her daim kaderlerini Türkiye ile bir tutmuştur ancak aynı zamanda Rumlardan tamamen farklı oldukları bilinçlerini korurken Türkiye ile aynılaşmaktan da bir şekilde endişe duymuşlardır. 

Bunda pek çok etken söz konusu olabilir ama özellikle Türkiye'den oraya ilk yerleştirilen ya da yerleşen kesimlerin arasında düşük eğitim ve suça meyilli olmak gibi özellikler etkili olmuştur. Algılardan yola çıkarsak Türkiye'nin istemediği, bu nedenle çok da iyi olmayan kişilerin Kıbrıs'a gönderildiğine ilişkin bir düşünce belirleyici olmuştur. Bunun haricinde ada insanı olmanın getirdiği bir dış etkenlerden ve değiştirilmekten korunma, kendi kimliğini koruma gibi faktörler ve burada tamamının analizi mümkün olmayan farklı sebepler de bulunmaktadır. Ancak bu noktada "ilhak" seçeneğini olumsuz karşılayan ve istemeyen kesim dediğimizde, yerli Kıbrıslı Türkler ile 1974 sonrasında Ada'ya yerleşen ve artık"Kıbrıslı" olan Türklerin birbirine eşit oranda bu kesim içerisinde yer aldığını vurgulamak gerekir. Tıpkı Annan Planı referandumunda esasen Ada'dan atılacak ve asla "-Birleşik- Kıbrıs Cumhuriyeti" vatandaşı yapılmayacak olmalarına rağmen 1974 sonrası yerleşen Türklerin daha yüksek oranda "evet"i oylaması gibi bir durum söz konusudur. Bu nedenle de "ilhak" seçeneğini hayata geçirecek bir kitleden neden bahsedilemeyeceğini izah edebilmek için çok daha derinlikli sosyolojik ve psikolojik analizlerin siyasi analizleri desteklemesi gerekir.

Yine konuyu netleştirmek adına belirtmek gerekir ki, Türkiye'yi her koşulda tek seçenek ve vazgeçilmez hami olarak gören ve Türkiye'ye canı gönülden bağlı olan kesimler için dahi –ki bu kesimin oranı UBP, DP ve birkaç küçük partinin oy toplamına eşit sayılabilir ve bu da bu partilerin en kötü günlerinde yine de yüzde 55'i aşar- ayrı bir devlet olarak "tanınma", ilhak'tan yeğdir. 

Son dönemde Türkiye'deki hükümetten gelen Kıbrıs Türklerini tabiri caizse aşağılayan ifadelerin de bu tercihe yönelecek olanların oranını arttırdığı kesindir.
İlhak seçeneğinden bahsedip de uluslararası hukuktaki yerinden bahsetmemek olmaz. Bu noktada öncelikle belirtilmesi gereken Garantörlük Anlaşması'nın Türkiye'yi Kıbrıslı Türklere karşı değil esasen -lafzi okumada- Kıbrıs Cumhuriyeti'nin devamını sağlamak konusunda yükümlendirdiğidir. 

Bunun anlamı Türkiye'nin Garantörlük Hakkı ile elde ettiği yeni bir düzen kurma hakkı değil, Londra ve Zürih Anlaşmaları'nın yarattığı devletin ayakta kalmasını sağlama yükümlülüğüdür. 

BU anlamda Türkiye'nin "ilhak"tan bahsetmesi, Garantörlük Hakkı'nı zedeleyen bir yaklaşımdır ve zaten Garantörlük Hakkı'nın tamamen kaldırılmasını ön koşul olarak dayatan Rum Kesimi'nin ekmeğine de yağ sürmektedir. Ancak hemen belirtilmeli ki bir anlamda İsmet İnönü'nün ifade ettiği "Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır" sözündeki gibi bir dönem söz konusudur ve bu nedenle zaten Türkiye'nin üye olmadığı bir birliğe Rumların girmesiyle, İsrail'le petrol aramasıyla, Fransa'ya üs sözü vermesiyle, Doğu Akdeniz ülkeleriyle imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarıyla ve en başında Türklere dönük delilli soykırım girişimiyle delik deşik yapılmış Londra ve Zürih Anlaşmalarından doğan yükümlülüklerin de askıya alınabileceğini düşünmek mümkün. Burada ise Kendi Kaderini Tayin Hakkı'nın devreye girmesi zaten her koşulda kaçınılmazdır ve bu anlamda KKTC'deki zeminin "ilhak" sonucuna hazır olmaması, bu seçeneği devre dışı bırakacaktır.

Eklemek isterim ki, ayrı bir devlet olarak tanınma için gereken her türlü girişimin, isteniyorsa ilhak için koşulların ve en önemlisi bunları hayata geçirmek adına Kendi Kaderini Tayin Hakkı referandumunun Kıbrıslı Türklerce yapılması, kesinlikle daha etkili sonuçlar getirecektir. Uluslararası hukukun her zaman adil işlemeyen açmazlarına takılmamak adına Türkiye'nin de tercihini bu yönde kullanması akıllıca olacaktır. Tıpkı Kosova-Arnavutluk ilişkisi gibi bir ilişkiden bahsediyorum ve Türkiye'nin bu adımları Kıbrıslı Türklerin kendilerine bırakmasının ya da en azından böyle bir izlenimin yaratılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Nitekim Kıbrıs'ta bunun savaşını vermeye hazır ancak Türkiye'yi çiğnemek istemeyen ve Türkiye'nin –kendilerince- anlaşılmayan planlarını sekteye uğratmak istemeyen ciddi bir kesimin var olduğu da kesindir.
Jack Straw'ın Bağış'ın açıklamasından bir gün önce "Herhangi bir ilerleme yokluğunda uluslararası toplum adada kuzey ve güney olarak bölünmeyi desteklemeli"yönündeki sözleri de mutlaka bir anlam dahilinde dikkate alınmalı. Ancak bu açıklamalarda Rumları müzakereye zorlama niyetinin bulunma ihtimali de göz ardı edilmemeli. Ancak açıklamaların gerçek niyet ve hedefi her ne olursa olsun gelinen noktada özellikle uluslararası konjonktürün yeni şekillenmesinin KKTC'nin tanınmasını kolaylaştıran pek çok faktörü içerdiğinin de unutulmaması gerektiğini vurgulamak isterim.

Her türlü seçenek için ise esas olan iradedir. Bu irade de kuşkusuz Kıbrıslı Türklerin iradesi olacaktır. 

Ancak açıklamayı bütünlüklü değerlendirmek gerekirse Türkiye'nin şu anda ilhak seçeneği gibi bir alternatif üzerinde çalışmadığı kanısındayım. Ankara'nın B Planı'nı devreye soktuğunu söylemek için de henüz erken ancak kesin olan birleşmenin gerçekleşmediği noktada Türkiye'nin "devlet politikası" olarak tercih edeceği yön, KKTC'nin varlığını -belki Kuzey Kıbrıs gibi yeni bir isimle- pekiştirmek olacaktır.

AFASAM: Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde Kıbrıs çok önemli bir konumda yer almıştır. Size göre son dönem Türk Dış Politikasını göz önüne alarak değerlendirdiğimizde bundan sonraki süreçte dış politikada Kıbrısın yeri nasıl bir konumda olacaktır?


GÖZDE KILIÇ YAŞIN: 

Türkiye'nin AB üyelik sürecinde Kıbrıs'ın önemli bir yeri olduğu bir aldatmacaydı. Bugün zaten anlaşılıyor ki Türkiye'nin AB politikası da aslında üye yapılmayacağının bilinciyle Batı'dan kopmadan ve Gümrük Birliği Anlaşması'ndan doğan ancak alınamayan hakları mümkün mertebe işler kılmak noktasındadır. Kıbrıs'In bu konuda bir bahane olduğu o dönemde de çok yazılıp-çizilmişti ve ben Kıbrıs meselesinin AB'nin istekleri doğrultusunda çözüldüğünde Türkiye'nin AB üyelik sürecinin kolaylaşacağına inandığını söyleyenlerin o dönemde de bunun hiç de böyle olmadığını bildiğini düşünüyorum. Hani gerçekten buna inanıyorlardıysa da şimdi Almanya ve Fransa'nın tavrı başta olmak üzere işin hiç de öyle olmadığını ispatlayan pek çok delille artık "bahane" sözcüğünün anlamını öğrendikleri kesin.

AB ile ilişkiler zaten uzun süre önce dondu ve canlandırmak da faydasız gibi görünüyor. Kesin olan Kıbrıs'ın gerçek bir engel olmadığı. 

Türk Dış Politikası'nın ise Orta Doğu'ya ve özel olarak Suriye'ye odaklandığını gözlemlemek mümkün. Ancak Kıbrıs'ın yeni dönemde önemsizleştiğini söylemek imkansız. Aksine Kıbrıs bu politikaların ağırlık noktasıdır. Çünkü Suriye meselesi de dahil olmak üzere Ortadoğu'nun yeniden şekillenmesinde Doğu Akdeniz egemenlik paylaşımı savaşının payı reddedilemez. Kıbrıs devreden çıkması ise Türkiye'nin Doğu Akdeniz egemenlik mücadelesinde önemli bir dayanağının ayağının altından çekilmesi demektir. 

Daha açık bir ifadeyle Doğu Akdeniz'de istikrarı hedefliyorsak ve özellikle deniz egemenlik haklarımızı heba etmek istemiyorsak Birleşik Kıbrıs için müzakereleri zorlamanın bir mantığı bulunmuyor. Özellikle 2003'de tırmandırılan ve destekleyenlerce de eleştirenlerce de zaman zaman "ver-kurtul" ibaresiyle özetlenen Kıbrıs/KKTC yaklaşımı bugünün koşullarına son derece uyumsuz görünüyor. Aynı şekilde, aynı dönemde Mehmet Ali Talat'ın dillendirdiği "Kıbrıs'ın hiçbir stratejik önemi yok" ifadesinin yanlışlığı da anlamamakta en çok direnenlerce de artık net şekilde görülüyor.
Vurgulamak isterim ki Kıbrıs, çevresinde petrol ve doğalgaz yatakları bulunmasaydı da Türkiye için önemlidir. Ancak bugün sadece enerji kaynakları bakımından değil Orta Doğu'nun yeniden şekillendirilmesi ve Doğu Akdeniz paylaşımı savaşında "en uzun sahildar devlet olan Türkiye'nin" denize çıkışının baki kalması bakımından da Kıbrıs'taki Türk varlığının önemi açıktır. 

Türkiye gibi "bölgesel güç" olduğundan bahsedilen bir devletin öncelikle deniz egemenlik sahalarındaki haklarını koruyabilmesi beklenir ve bu da KKTC'nin kaderi ile son derece ilişkilidir. 

Ankara'nın da bunun bilincinde olduğu kesin. Gerek petrol dolum tesisleri inşası gerek açılan iki adet petrol kuyusu gerek Kıbrıs-Türkiye arasındaki sahada yapılan sismik çalışmalar gerekse de Başbakan Erdoğan'ın 2011'deki Mutlu Barış Harekatı kutlamaları için yaptığı KKTC ziyaretinde ifade ettiği "Bundan sonra Karpaz, Güzelyurt ve Maraş"ın verilmesi söz konusu değildir, o Annan Planı'nda kaldı" açıklaması ve bu açıklamanın gerçek ve samimi bir ifade olduğunu ispatlarcasına Güzelyurt ve Karpaz'da yapılan yatırımlar ve Maraş'taki Türk Vakıf mallarına ilişkin arka plan çalışmaları bu bilincin tezahürüdür. Dolayısıyla yeni kargaşa döneminde Türk Dış Politikası'nda Kıbrıs'ın önemi düne göre daha da artmıştır. Şahsi kanaatim –belki de iyimser bir beklentidir- Kıbrıs'ın yüzeyde müzakere söylemi olsa da derinde müzakere harici konularla ele alınacağı ancak bunların yüksek sesle ifade edilmeyeceği ve bundan sonra zamanın Kıbrıs Türkü lehine de işleyeceği yönündedir. Burada ayrıntılarından bahsetmenin uygun olmayacağını düşündüğüm bazı gelişmelerin de kanaatimi desteklediğini söylemekle yetinmek isterim.


Ropörtaj:  2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

http://afasam.org/tr/featured/21-yuzyil-turkiye-enstitusu-kibris-uzmani-gozde-kilic-yasin-ile-kibris-uzerine-roportaj-/


..

SEN GELMEZSEN ŞAFAK SÖKMEZ., KIBRIS BARIŞ HAREKATININ 42 YILI KUTLU OLSUN



SEN GELMEZSEN ŞAFAK SÖKMEZ., KIBRIS BARIŞ HAREKATININ 42 YILI KUTLU OLSUN

Kıbrıs Barış Harekatı’nın 42. Yılı: Sen Gelmezsen Şafak Sökmez

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı'nda Kıbrıs harekâtının 41’inci yılı çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu çerçevede 19 Temmuz’u 20 Temmuz’a bağlayan gece harekâtın şehit ve gazilerini anmak için Yavuz Çıkarma Plajı’nda 6 yıldır yapılan “Şafak Nöbeti” artık gelenekselleşmiş bir etkinlik halini aldı. Şafak Nöbeti, 1974’te şafakla adaya gelen Türk askerini bekleyişi ifade eden temsili bir etkinliktir. Her yıl çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu binlerce kişi ellerinde bayraklar ve meşalelerle şafak nöbetini tutmak üzere konvoy halinde 20 Temmuz 1974’te Türk Ordusu’nun adaya ilk adımını attığı Yavuz Çıkarma Plajı’na iniyor. Plaj üzerine kurulan platformda bu sene sema gösterisi gerçekleştirilmesi, Din İşleri Başkanlığı'na bağlı 25 imamın katıldığı zafer duası, şehit olan Türk askerleri için Kuran-ı Kerim okunması ardından havai fişek gösterileri yapıldı. Gece, sabah ezanının sahilde okunması ve havai fişeklerin atılmasıyla son buldu. Aslında Şafak Nöbeti, devlet törenlerinin düzeyinin düşürülmesi durumunda halkın kendi kutlu günlerine nasıl sahip çıkacağının bir göstergesi olarak da görülmelidir.






Katılımın çok yoğun olması, 20 Temmuz’un algılanışında Kıbrıs Türkünün hemfikir olduğu izlenimi yaratıyor. Nitekim 20 Temmuz 1974’ü izleyen süreç için kimi zaman farklı görüşler gündeme gelse de 20 Temmuz 1974’te başlayan ve 16 Ağustos 1974 günü sona eren Kıbrıs Barış Harekatı’nın Türklere dönük katliamları durduran bir müdahale olduğuna itiraz eden yok gibi görünüyor. Harekat düzenlenmemiş ve Yunan Darbesi başarı ile sonuçlanmış olsaydı Muratağa, Sandallar, Atlılar, Taşkent gibi köylerde yapılan toplu katliâmların kısa bir süre içinde adanın tamamında gerçekleştirileceğine hiçbir kesimin şüphesi bulunmuyor. Nitekim Muratağa- Sandallar- Atlılar, Alâminyo, Taşkent, Ayvasıl'da yaşananların Rumların bir "iç savaş" görünümüyle tüm Türkleri Ada'dan temizleme niyetinin sonucu olduğu da BM raporlarında yer almaktadır. 







Rum hükümetinin aldığı bir kararla Türkler, Ada'nın yüzde 3'lük kısmında yaşamaya mahkûm edilmiş, temel yiyecek ve ilaç temininden dahi yoksun bırakan ağır bir ambargoya tabi tutulmuşlardı. Bu döneme ilişkin BM Güvenlik Gücü'nün yaptıkları ve yapmadıkları da aslında sürecin gidişatını belirleyen temel faktörlerdendi. 17 Mart 1964'te BM Barış Gücü askerleri Ada'ya çıkmış, ilk iş olarak da silahsızlandırmaya girişmişti. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı George W. Ball, döneme ilişkin raporunda,[1] 


    1964'de BM Güvenlik Konseyi'nden acilen Barış Gücü isteyen Makarios'un amacının Türkiye'nin müdahalesini engellemek ve "Rumların Türk kıyımına rahatça devam etmesini sağlamak" olduğunu açıkça dile getiriyor. Nitekim BM Barış Gücü, 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs'ta Türklere Rumlar tarafından uygulanan insanlık dışı katliamların, evlerin ve köylerin zorla boşaltılmasının, izolasyonların, dolaşım özgürlüğü kısıtlamasının önüne geçememişti. Dahası Türklerin ellerinden kendilerini savunabilecekleri silahlarını toplamakla da yeni katliamların önünü açmıştı.

Barış Harekatı’nın 41. Yıldönümü Kutlamalarındaki Aksaklıklar

Barış Harekatı yıllardır kutlanıyor ancak bu yıl Cumhurbaşkanı’nın sol kesimden gelen Mustafa Akıncı olması, iktidar partisinin sol CTP olması bir takım itirazların da gündeme gelmesine sebep oluyor. İtirazların genel çerçevesi de bir yandan müzakereler yürütülürken bir yandan Rum tarafının “yas günü” olarak gördüğü bir günün, “işgal” olarak değerlendirdiği bir Harekât’ın kutlanıyor olmasının ikircikli bir duruş yarattığı yönündedir. Pek tabi ki bu yorumlara EOKA’nın (Ethniki Organosis Kibriyon Agoniston) Kıbrıs’ı kan gölüne çevirerek terör ve tedhiş hareketlerine başladığı 1 Nisan 1955’e atfen 1 Nisan’ların Rum tarafında kahramanlık günü olarak kutlandığı ibaresi eklenmemektedir. Aynı mantıkla Rum tarafının da 1 Nisan kutlamalarını ve bugün madalya dağıtımını bırakması ve hatta Kanlı Noel’e atfen 21 Aralık’ların Rum tarafında da yas günü ilan edilmesi gerekmez miydi? 1974'e dek süren ve  500 Türkün kurşuna dizilmesine, yüzlercesinin canlı canlı gömülmesine, yakılmasına ya da kuyulara atılmasına, 30 bin insanın evlerini terk etmesine ve 103 Türk köyünün tamamen yok edilmesine sebep olan ağır katliam Aralık 1963'te Kanlı Noel'le başlamış mıydı? 

Nitekim Kıbrıs Türk solunun en büyük açmazı, “ayarı” Türk siyasilere vermeye çalışırken Rum siyasiler ve Rum Kilisesi’nin pozisyonunu göz ardı etmeleridir.







Barış Harekatı’nın 41. Yılı kutlamalarına gölge düşüren bir diğer gelişme de Rum Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis’in Mustafa Akıncı’nın “1974 sadece barış harekâtı değil bir savaştı” şeklindeki sözlerini selamladığını ifade eden yazılı açıklamasıydı.  Aynı yaklaşımı Rum gazetelerin de sürdürdüğü gözlemlenmektedir. Simerini, haberi “Akıncı’nın 1974’le İlgili İtirafı... Kıbrıslı Türk Lider En Büyük Kurbanların Kıbrıslı Rumlar Olduğunu Kabul Ediyor” başlık ve spotlarıyla duyururken. Alithia, “Akıncı, Ankara’yı Düzeltiyor! Kıbrıslı Türk Lider Mesajında ‘Barış Harekâtı’ Değil Savaştı ve En Büyük Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı Dedi” başlığını kullandı. Politis ise “Mustafa Akıncı’dan Tarihi Özeleştiri... 1974 Savaştı, Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı” başlığını tercih ederken ve Fileleftheros da “Akıncı: 1974’ün En Büyük Kurbanları Kıbrıslı Rumlardı” başlığını kullandı.[2] Halbuki KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın konuşmasının başı ve sonunda daha farklı bir mana yüklüydü. Nitekim "Tarihi hep 20 Temmuz gününden başlatmak isteyenler var ancak 20 Temmuz aslında bir sonuç... Onun 5 gün öncesi var, 15 Temmuz olmasa 20 Temmuz da olmazdı" sözleri faşist Yunan cuntasının 15 Temmuz'daki Enosis amaçlı darbesine makul bir göndermedir. Anastasiadis ve Rum basının ön plana çıkardığı sözlerin bütünü de aynı şekilde darbeyi ön plana çıkarıyordu: “Kuşkusuz ki biz adına ‘Barış Harekatı’ desek de bu bir savaştı.. Kimimiz yaşamını, kimimiz yakınını kaybetti. Ocaklar söndü, aileler dağıldı... Ayrıca binlercemiz göçmenlik travmasıyla başa çıkmak durumunda kaldık. Kıbrıs Rum toplumu, Yunan cuntasının sebep olduğu 1974 trajedisinin en büyük mağdurlarından birisi oldu.”[3]






Bu çerçevede öncelikle KKTC solunun da esasen 20 Temmuz 1974 konusunda Kıbrıs Türklerinin geri kalanıyla aynı fikirde olduğu tespiti yapılmalıdır. Akıncı bazı köşe yazarlarının eleştirilerine de söz konusu açıklamasıyla cevap vermiştir. İkinci olarak ise Akıncı’nın Rum tarafının bir takım açıklamaları nasıl saptırabildiğini görmesi ve Türk gazeteci veya araştırmacıların müzakere sürecine ilişkin gelişmeleri Rum basınından öğrenmek zorunda kalmasının yarattığı benzer sakıncaları gidermesi gerekmektedir. Sonuçta Anastasiadis ya da Rum basının bir açıklamayı tamamen farklı bir anlamda söylenmiş gibi yorumlaması sadece Rum kamuoyuna Akıncı’yı sempatik göstermek için yapılmamıştır. Hatta muhtemelen bu sebeplerden biri dahi değildir. Türk vatanseverlerin Akıncı’ya güveninin yıpratılmasının daha esaslı bir sebep olacağı açıktır. Müzakerelerle ilgili olarak da Anastasiadis'in Akıncı ile uzlaşmanın çok kolay olacağı yönündeki ima içeren sözlerinin arka planında aynı niyet yatıyor gibi görünmektedir. 




Sonuç: Yunan Mahkemelerinin Barış Harekatı Yorumu

Rum basınının çarpıtmalarına ve Türk basınındaki törenlerden vazgeçilsin yönündeki anlamsız çağrıya rağmen –zira Şafak Nöbeti halk hareketidirve devlet töreni kaldırılacak olsa bile devam edecek gibi görünmektedir- Türk Barış Harekatı’nın 41. Yıldönümü KKTC’de coşkuyla kutlanmıştır. Tüm itirazı olanlara da Yunanistan mahkemelerinin bir kararını sunmak yerinde olacaktır. 22 Temmuz 1974'de Lefkoşa üzerinde uçarken, Kıbrıslı Rumların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanan Yunan Delta nakliye uçağının içinde ölen oğlu için tazminat talebinde bulunan bir Yunan'ın davayı temyiz mahkemesine taşıması üzerine Yunanistan yüksek mahkemesi tartışmaları çözecek bir karar vermiştir.  Atina Temyiz Mahkemesi'nin 21 Mart 1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararına göre[4]

"Türkiye'nin Zürih ve Londra Antlaşmaları çerçevesinde garantör devlet olarak Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. 

Asıl sorumlu, haklarında dava açılan Yunanlı Subaylardır. Zürih Antlaşmasını imzalayan devletler, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere, garantör devletler olarak Kıbrıs'ın herhangi bir devletle birleşmesini, bölünmesini, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin güvenliğini garanti altına alıp, koruyacaklarına dair taahhütlerde bulunmuşlardır. 15 Temmuz 1974'te General Yuannidis, Ada'daki Yunan Birliği Komutanı General Yorgacis ve 102 Yunanlı subayın yer aldığı darbeyi yapmıştır. Kıbrıs Anayasası ayaklar altına alındıktan sonra, adamları Nicos Sampson başa getirilmiştir. Türkiye 20 Temmuz 1974'te ancak yaratılan bu durumdan sonra Adaya müdahalede bulunmuştur."Atina Temyiz Mahkemesi her ne kadar 20 Temmuz 1974 öncesi yaşanan katliamlara girmiyorsa da gelişmelerin kronolojisinde tarihi gerçekleri ortaya koyuyor. Sonuçta bu yıl Kıbrıs'ta barışın, huzurun 42. yılıdır: Kutlu Olsun... 


[1]George W. Ball, The Past Has Another Pattern, Memoirs, Norton & Co, New York 1982
[2]Akıncı'nın '20 Temmuz' konuşması Rum basınında ses getirdi,  http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/58/news/167740/PageName/GUNEY_KIBRIS, 20
 Temmuz 2015
[3] Akıncı’nın açıklamasının tamamı için bkz. http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/news/167738/PageName/KIBRIS_HABERLERI
[4]Söz konusu kararın çevirisi, konuyu basına ilk kez taşıyan Prof. Dr. Ata Atun tarafından yapılmıştır. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2015/07/20/8242/kibris-baris-harekatinin-41-yili-sen-gelmezsen-safak-sokmez


.

8 Nisan 2016 Cuma

Rusya'nın Suriye Çıkarması Yeni Oyun Yeni Denge



Rusya'nın Suriye Çıkarması Yeni Oyun Yeni Denge  


Serhat ERKMEN
Editörden; Gözde Kılıç Yaşın

Rusya, Suriye’de…  ABD’nin uluslararası hukukta açtığı her gediği kendince yeniden anlamlandırarak kullanan Rusya, bugün de Suriye’de “ön alıcı savunma” (preemptive strike) nam-ı diğer Bush Doktrini’ni yeniden anlamlandırıyor. Yani hedefine IŞİD’i alarak “O bana günün birinde vuracak, kanıtlarım var ya da algılıyorum, bu nedenle ondan önce ben ona vurmak durumundayım” diyor. 1999’da NATO operasyonu sürerken Sırbistan üzerinden girerek Kosova havaalanında Rus bayrağı dalgalandırdığında ya da 2009 Gürcistan’a girdiğinde veya Ukrayna’daki adımlarında da aynı yöntemi izliyordu ve NATO gibi varlığını “Sovyetler” üzerinden meşrulaştıran bir “güvenlik örgütü” tüm bu adımlarda sessiz kalmakla/ yeterli olacak düzeyde tepki vermemekle bugün Rusya’nın Suriye’deki varlığının da önünü açmış oldu. Dahası ABD zaten meşru müdafaanın alanını genişlettiği oranda kuvvete başvurma konusundaki yasağın alanını sadece kendisi için değil diğerleri için de daraltmıştı. Ancak mesele sadece uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerde yeni bir dönüşüm ya da kargaşaya yol açabilecek yeni bir adımın atılmış olması meselesi değil.  Rusya’nın operasyonu Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. İlk gününden notalar verildi, uyarılar yapıldı, tetikte bekleyiş haline geçildi… Öte yandan Yeni gelişme Avrupa’nın yüzde 80’i Suriyelilerden oluşan sığınmacı sorununu çözümünü de etkileyecektir.

Öte yandan Rusya’nın müdahalesi olmasaydı dahi Ankara, Şam, Bağdat, Tahran, Londra, Moskova ve Washington merkezli gelişmeler Suriye'de kısa bir süre içinde bir uçtan diğerine savrulma yaratmıştı ve belirsizlikler yeni tür bilinmezler yaratmıştı. Şimdi de yeni bir denklemle karşı karşıyayız.  Bu sayımızda Rusya’nın Suriye çıkarmasını ön plana aldık, iki kıymetli yazarımız konuyu sizler için farklı noktalarıyla değerlendirdi: Şanlı Bahadır Koç ve Serhat Erkmen…  Operasyonun arka planını neden, boyut, şekil bağlamında incelediğimiz gibi olası yeni gelişmeleri de inceledik. Diğer aktörlerin muhtemel tepkilerini ve bu tepkilerin Türkiye için neden olabileceği zorluk, tehdit, risk ve fırsatları değerlendirdik.

Sayfalarımıza mülteci ya da sığınmacı sorununa Avrupa’nın bakışını bir kez daha, bu kez Dilek Yiğit’in çalışmasıyla taşıdık. Rusya’nın hamlesi uluslararası gündemi bir anda değiştirmişse de yaşanmakta olan büyük göç henüz sonuçlarını doğurmadı bile… Avrupa, küresel ekonomik krizden sonra şimdi de demografik yapısının değişeceği söylemleri, gelenlerin yerleştirilmesi ya da nasıl olacaksa bir başka ülkeye doğru iletilmesi, vatandaşlarının çoktan başlamış olan protestoları, yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kalacak. Koşullar Suriye içerisinde “güvenli bölge” oluşturulmasını gündeme getiriyorsa da toplumsal hafızada kelimenin karşılığı o kadar da güvenli olmadığı için “güvenli bölge” teklifleri reddediliyor. Dünya yönetim anlayışı bakımından da haritalar ya da nüfusun dağılımı açısından da hızlı bir değişim geçiriyor. Türkiye’yi en çok ilgilendirenleri dikkatinize sunmaya devam ediyoruz.

Gelecek sayıda görüşmek üzere iyi okumalar dileriz…

http://www.21yuzyildergisi.com/haber/39-sayi-82-rusyanin-suriye-cikarmasi-yeni-oyun-yeni-denge-haberi.html

..

..

30 Mart 2016 Çarşamba

2015 YILI TÜRK DIŞ POLİTİKASINA BAKIŞ



2015 YILI TÜRK DIŞ  POLİTİKASINA BAKIŞ 


OCAK 2016 21. YY. DERGİSİ 
SAYI 85 


Türk Dış Politikası Açısından 2015 oldukça yoğun geçti. 

Masa başındaki hesapların uygulamada beklenmedik riskler ve ülke açısından sıkıntılı sonuçlar doğurduğu görüldü. Belki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Büyük Daire’de de onaylanan ve 1915’te yaşananlara ilişkin Ermeni iddialarını değerlendirdiği kararını en önemli kazanım olarak görebiliriz. Zira karar, yargılanan İsviçre ve taraf olarak katılan Fransa başta olmak üzere 42 Avrupa Konseyi üyesi devleti doğrudan, diğer devletleri ise uluslararası hukuk açısından bağlıyor.


Sonuçta “ Soykırım ” iddiası hukuk zemininden tamamen koptu. Bu kopuş siyasi yaklaşımları da er ya da geç etkileyecek, bu nedenle de karar Türk Dış Politikası açısından bir kazanım.
Ne var ki diğer alanlarda olumlu gelişmelerden ziyade olumsuz gelişmeler ön plana çıkıyor. Türkiye’nin komşularıyla sorun alanları da genişledi, zamanında
kazanım elde edilmiş alanlarda ya da stabil tutulan konularda yeni kayıplar da gündeme geldi. Örneğin AB ile “ Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ” ve  Geri Kabul Anlaşması ” nın eş zamanlı olarak (16 Aralık 2013) imzalanması zaten bir hataydı. AB’nin birini diğerinin şartı olarak masada tutması başlı başına haksızlıktır. Bu karşılıklılığın kabul edilmesi ise bir zafiyet oldu. 


<   Türkiye ile AB arasında Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması imzalandı

Türkiye ile AB arasında Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması imzalandı

Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında, Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen bir törenle imzalandı. Tören öncesinde, Türkiye-AB Vize Serbestisi Diyaloğu’nun İlk Toplantısı Dışişleri Bakanı, AB Bakanı, İçişleri Bakanı ve AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström'ün katılımlarıyla gerçekleştirildi. İmzalanan Mutabakat Metni ve ekindeki Meşruhatlı Yol Haritası içintıklayınız...


İmza töreninin ardından konuşan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye'nin tarihi ve coğrafi olarak Avrupa'nın parçası olduğunu belirterek, tarihi bir noktaya gelindiğini, başlatılan bu sürecin Türkiye ve AB’ye hayırlı olmasını ve halkların kaynaşmasına bir vesile olmasını temenni ettiğini ifade etti. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, "Önümüzde üç aşama var. Birincisi bugünden başlayacak olan psikolojik devrim aşamasıdır. Algılar değişecek, vize serbestisi ile Türkiye ve AB halkları arasında iletişimde yeni dönem başlayacak. İkinci aşamada, önümüzdeki 3-3,5 yıl boyunca kurumlar arasındaki çalışmalar hızlanacak ve kapasitemiz artacak. En önemlisi ise uzun vadede Türkiye ve Avrupa halkları, yoğun bir etkileşim içine girecekler." dedi.

İmza Törenine katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önümüzdeki dönemde vatandaşlarımıza en kısa sürede vize muafiyetinin sağlanmasını teminen geri kabul anlaşmasının uygulanmasına ilişkin sürecin kararlılıkla sürdürüleceğini ifade etti. Türkiye ve AB arasında yeni bir sürecin başladığına işaret eden Başbakan Erdoğan, vizelerin kalkması nedeniyle hiçbir olumsuzluk yaşanmayacağını tam tersine vizeler kalktığında iş adamları, sanatçılar, sporcular, sivil toplum örgütü mensuplarının Avrupa’ya daha rahat seyahat edeceklerini ve bunun AB'ye çok önemli katkılar sağlayacağını belirtti. Başbakan “Yük olmaya değil yük almaya gidiyoruz” dedi.


Törende konuşan AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström, Türkiye ile AB arasındaki işbirliği için önemli bir adım atıldığını belirterek, " Paralel olarak iki önemli girişim başlatıyoruz ve böylece halklarımızı birleştiriyor, karşılıklı güven inşa ediyoruz. Bunların ikili ilişkilerimize son derece önemli etkileri olacak ve vatandaşlarımız bunun pozitif etkilerini yakın dönemde görebilecekler" dedi. >
TAM  METİN  PDF  İNDİR  OKU ; <   http://www.ab.gov.tr/files/pub/turkiye_ab_vize_muafiyeti_sureci_ve_geri_kabul_anlasmasi_hakkinda_temel_sorular_ve_yanitlari.pdf    >

Brüksel Zirvesi ile 51 yıllık AB sürecinde kazanılmış haklarımızdan biri olan vize Serbestisi Konusundaki Haklarımızı inkar etmiş olduk. Brüksel Zirvesi sonrasında
yayınlanan bildiri Adalet Divanı’nın vize serbestisiyle ilgili lehimize verdiği 58 kararı takip etmeyeceğimiz anlamına geliyor. 
Bu kararlar vizeyi zaten kaldırıyordu. Şimdi ise bir yıl ötelenerek ciddi bir hukuki sorumluluk olan Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanmasına bağlanmış oldu. Bu ciddi bir geri adımdır ve aynı zamanda gayri insanidir. Öte yandan 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü olarak takibini ısrarla sürdürdüğümüz Ege’de işgal edilen Türk adaları konusu gibi hakkında hiçbir işlem yapılmayarak kaybın anlamını büyüten gelişmeler de söz konusuydu.

Dış politikada kriz yaşanan ülkelere 2015’te Rusya da eklendi ve tüm krizler etkilerini 2016’ya taşıdı. 2016’nın ilk günlerinde hemen dikkati çeken gelişmelerden biri Kıbrıs müzakerelerinde Rum liderlerin açıklamalarında Türkiye’nin asker çekmeye hazır olduğu, sembolik asker tutmak dahi istemediği yönündeki vurgulardı. Öte yandan LozanAntlaşması’nın kurduğu dengenin ve elbette Türkiye’ye Garantörlük Hakkı veren uluslararası anlaşmanın aleyhine olacak yeni bir düzenlemeden bahsedildiği de gözden kaçmamalı. 

Rum gazeteleri Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun Brüksel’deki iç görüşmelerde Ankara’nın 1960 Garanti Anlaşmaları’nın devamında ısrar etmediğini ve alternatifleri görüşmeye hazır olduğunu haberleştirirken Türkiye’nin Garantörlük  Hakkı’nın sadece Kuzey Kıbrıs için geçerli olacağı yeni bir garantörlük şeklinin dillendirilmesi takip edilmesi gereken konulardan. Zira iddiaların doğruluğu halinde ciddi bir geri adım ve hak yitimi söz konusu olacaktır.

2016’nın ilk Sayısında Terör Örgütü PKK’nın kırsal alandan yerleşim bölgelerine kayarak geçtiği şehir savaşı stratejisini ve demokratik özerklik ilanlarını ayrıntılarıyla inceledik. İsrail’le yeniden yakınlaşma sürecini de kapak konusu olarak seçtik. Rusya’yla yaşanan krizde Batı’nın tutumunu da ayrı bir makale olarak inceleme gereği duyduk.

Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere…

Gözde Kılıç Yaşın

****