Hizbullah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hizbullah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2018 Perşembe

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı?

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı? 





Dr. Dilek YİĞİT
* Dr., Hazine Müsteşarlığı. Makalede ifade edilen görüşler yazara ait olup, görev yaptığı kurumla ilişkilendirilemez. 

    Tunus’ta 2010 yılının sonunda başlayan ve Arap coğrafyasının tamamına hızla yayılan “Arap Baharı”, Rusya tarafından başlangıçta Batı’nın Ortadoğu’yu kendi 
çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için yarattığı bir komplo, kısaca Batı tezgâhı olarak okunmuştur. 

Rusya’nın bakış açısıyla, “Arap Baharı” adı verilen “Batı komplosu” sadece Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye değil aynı zamanda Rusya’nın Ortadoğu’daki siyasi ve ekonomik etkinliğini yok etmeyi hedeflemekteydi.













Putin’in ifadesiyle Rus şirketlerinin Arap piyasalarında  yıllarca süren çabalarının sonunda  elde ettiği pozisyonun “Arap Baharı” ile zayıflaması,1 Rusya’nın bölgedeki ağırlığının bu süreçte nasıl yıpratılmakta olduğunun ilk somut işaretleri arasındaydı. Aslında “Arap Baharı”nı “Batı’nın komplosu” olarak okuyanlar sadece Rus siyasiler değildi. Bazı akademik ve medya çevrelerinde de, “Arap Baharı” ABD’nin Ortadoğu’daki kartları yeniden dağıtmak ve Ortadoğu’da Afganistan ve Irak’a yönelik müdahaleler sonrası bozulan Amerikan imajını düzeltmek için hazırlanmış bir proje olarak nitelendirilmiştir. 


Akademik ve medya çevreleri ile Rus yönetiminde gördüğümüz bu “Arap Baharı” okuması aslında şaşırtıcı değildir. Zira genel bir perspektiften bakarsak, 
bu okumaların “Büyük Ortadoğu Projesi”ne yönelik eleştirilerin ve şüphelerin bir uzantısı olduğunu görürüz. Zira “Büyük Ortadoğu” kavramına “yapıcı kaos” kavramının eşlik ettiğini, bu kavram ile bölgede oluşacak kaos ve savaş halinin, Batı ve İsrail’in jeostratejik çıkarları doğrultusunda Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi için fırsat yaratacağına yönelik iddiaları hatırlayalım.2 Rusya’nın bakış açısından baktığımız taktirde, bu okumaların Sovyetler Birliği’nin dağılmasından itibaren Batı’nın Rusya’nın yeniden güçlenmesini istememe, Rusya’nın küresel bir rol edinmesini engelleme ve tek kutuplu dünyayı oluşturma ve kalıcı kılma çabalarına işaret eden yorumların bir uzantısı olduğunu görürüz. 
Üstelik Rusya’nın “Arap Baharı”nın başlangıcında yaptığı okuma, süreçte radikal İslamcı terör örgütlerinin bölgede güç kazanması neticesinde hem güçlenmiş hem de yeni bir boyut kazanmıştır. Özellikle kontrol altına aldığı bölgeleri genişleten IŞİD, bu okumanın güçlenmesinin ve oluşan yeni boyutunun asıl nedenidir. “Arap Baharı” bir “Batı komplosudur” okuması güçlenmiştir, zira Rusya IŞİD ve diğer radikal İslamcı örgütleri, Batı’nın bölge politikalarının sonucu olarak görmüş ve sorumluluğunun Batı’ya ait olduğunu ileri sürmüştür. Diğer taraftan Batı karşıtı okuma yeni bir boyut kazanmıştır; zira Rusya açısından “Arap Baharı” şimdi ayrıca nedeni Batı’nın politikaları olan “radikal İslamın baharı” olarak görülmeye başlanmıştır. 3 



Bu koşullar altında, IŞİD’in kontrol altına aldığı coğrafi alanı genişletmesi, 2014 yılının Haziran ayında kendisini halifelik, lideri Baghdadi’yi ise halife olarak ilan etmesi, “halifelik” ve “halife” kavramlarını kullanmak suretiyle bölgedeki devletlerin ulusal sınırlarını kaldırarak, ulus aşan bir “devlet” kurma iddiasına işaret etmesi, bölgesel aktörler kadar, küresel aktörlerin ve küresel aktör olma iddiasındaki Rusya’nın bölge politikasında öncelikli mesele haline gelmiştir. IŞİD’e karşı ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası koalisyona, Suriye ülkesinde yapılacak saldırılarda Esad yönetiminin izninin alınmadığını gerekçe göstererek katılmayan Rusya, 30 Eylül 2015’te Suriye’deki IŞİD mevzilerini bombalamaya başlamıştır. Rusya’nın asıl hedefinin IŞİD değil, Esad rejiminin korunması ve devamlılığının sağlanması olduğu yönünde savlar yüksek sesle ifade edilirken, şu soruyu sormak gerekmektedir: “IŞİD Rusya için gerçekten bir tehdit midir yoksa fırsat mıdır?” 




IŞİD: Rusya İçin Tehdit 

IŞİD Rusya açısından başlıca dört farklı kanaldan tehdit oluşturmaktadır. Bu kanallardan ilki IŞİD’in Esad karşıtlığının, Rusya’nın Esad yanlısı pozisyonu nedeniyle, dolaylı olarak Rusya karşıtlığı anlamına gelmesidir. Bu noktada IŞİD Rusya nazarında Esad karşıtı tüm diğer unsurlardan sadece birisidir. Dolayısıyla Esad’ın iktidarının korunması ve Suriye’nin geleceğinde radikal İslamcıların rol almaması adına mücadele edilmesi gereken bir unsurdur. Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesinde ISİD hedeflerinin yanı sıra Esad’a muhalif tüm unsurları hedef aldığına yönelik eleştiriler, Rusya’nın IŞİD karşıtlığının temelinde IŞİD’in Esad’a muhalif olmasının yattığı yönündeki görüşü haklı çıkarmaktadır. Ancak bu görüş, “IŞİD Esad yanlısı olsaydı Rusya tarafından tehdit olarak algılanmazdı” şeklinde bir yorumu imkânlı kılmamaktadır. Zira IŞİD’i Rusya için tehdit kılan ikinci kanal, IŞİD’in Rusya’da yaşayan Müslümanlar ile görsel, yazılı medya ve sosyal ağlar aracılığıyla bağlantı kurması/kurmaya çalışması ve Rusya’da propaganda faaliyetlerini yoğunlaştırmasıdır. 



Bu propaganda faaliyetlerinin de etkisiyle radikal İslamcı unsurlara katılarak Irak ve Suriye’de savaşan Rusya vatandaşlarının sayısının 2,200’e ulaşmış olduğu sanılmakta4 ve savaşmak için Ortadoğu’ya giden her bir kişinin geride kalanlar için örnek teşkil etmesinden kaygılanılmaktadır. IŞİD’in Rusya’daki propagandasının başarısı ise mesajlarının basitliğine, Irak ve Suriye’de kontrol altına aldığı coğrafi alanı genişletmek gibi somut girişimlerine ve eylemlerini kamuoyuna duyurma konusundaki yetisine bağlanmaktadır.5 

Rusya IŞİD’in büyük çoğunluğu Sünni olan Rusya Müslümanları üzerinden Kuzey Kafkasya bölgesinin istikrarını tehdit ettiği görüşündedir ve bu kişilerin Rusya’ya dönerek şiddet eylemlerine başvurması ile Rusya Müslümanlarını radikalleştirme si ihtimalleri radikal İslamın yükselişinin Rusya’nın iç meselesine dönüşebileceği nin işaretidir. Dolayısıyla Rusya’nın hedefi, IŞİD’in faaliyetleri Rusya’ya ulaşmadan, IŞİD’i doğduğu yerde yok etmektir. Üçüncü kanal, Sovyetler dönemini canlandırmak istercesine Rusya’nın etkisini artırmayı ve hatta kontrolü altında tutmayı hedeflediği Orta Asya’nın da IŞİD’in faaliyet ve etki alanına dönüşmesi riskidir. Doğruluğu tartışmaya açık olmakla beraber, Kazakistan’dan 250,6Tacikistan’dan 200’den fazla, Özbekistan’dan 200-300 arası, Türkmenistan’dan 300’den fazla kişinin IŞİD saflarına katıldığı tahmin 
edilmektedir.7 Bu rakamlar bazı okuyuculara çok ciddi rakamlar olarak görünmeyebilir ancak Orta Asya halklarının radikalleşmeye açık olduğuna işaret etmektedir. 

Üstelik Orta Asya’da IŞİD’i örnek alan IŞİD benzeri girişimler bölgenin güvenliği ve istikrarı açısından ciddi bir risktir. 
Radikalleşmenin yayılma etkisi dikkate alındığında bu risk, Rusya adına dış politika açısından Ortadoğu’daki uzak tehdit olan IŞİD’in Orta Asya’daki 
yakın tehdide dönüşmesi demektir. 
Dördüncü kanal, Ortadoğu’da yaşayan Hıristiyanların IŞİD’in hedefi haline gelmeleridir. IŞİD’in bölgede yaşayan Hıristiyanlar üzerinden Rusya için tehdit oluşturması Rusya’nın imajına tehdit oluşturmasından kaynaklanmaktadır zira Rusya kendisini, bölgedeki Hıristiyanların koruyucusu, hatta tek koruyucusu ilan etmiştir. Dolayısıyla IŞİD Hıristiyanlara zarar verdiği müddetçe, Rusya’nın Hıristiyanlarının koruyucusu imajı da zarar görecektir. 

<   Rusya IŞİD’in büyük çoğunluğu Sünni olan Rusya Müslümanları üzerinden Kuzey Kafkasya bölgesinin istikrarını tehdit ettiği görüşündedir.  >

IŞİD: Rusya için Fırsat 

Bir terör örgütü uluslararası aktörler açısından fırsata dönüşmeyi hedeflemiyor olabilir ama bir uluslararası politika aktörü, özellikle de küresel aktör olma gibi hırsları var ise bir terör örgütünü kendi adına fırsata dönüştürmeyi başarabilir. İster aktörün rasyonel olması ile ister faydacılık söylemleri ışığında açıklansın, neticede aşağıda belirteceğimiz hususlar Rusya ve IŞİD örneğinde, bir terör örgütünün bir devlet adına nasıl fırsata dönüştüğü hakkında fikir verecektir. 

Birincisi, “Arap Baharı” süreci içinde IŞİD gibi radikal İslamcı unsurların güçlenmesi, radikal İslamcı unsurların Batı’nın politikalarının ürünü olduğunu iddia eden Rusya’nın Batı karşıtı söylemlerini güçlendirmiştir. 

Üstelik Rusya Batı’nın IŞİD ile mücadele eden Esad karşıtlığını da, IŞİD’in Batı tarafından güçlendirilmekte olduğu savına destek olarak sunmaktadır. 
Bu söylem, Rusya’nın IŞİD ile mücadele ederken, aynı zamanda Batı’nın yanlış politikalarının sonucu ile de mücadele ettiği anlamını taşımaktadır ki, Rusya IŞİD sayesinde kendisini adeta “Batı’nın yanlışlarını düzeltmek zorunda kalan aktör” olarak konumlandırmıştır. 

İkincisi, IŞİD Hıristiyanları hedef alırken, IŞİD’e karşı saldırılara başlayan Rusya, böylelikle Ortadoğu’daki Hıristiyanların tek koruyucusu olduğu yönündeki söylemini eylemleri ile destekliyor konumuna gelmiştir. Rusya’nın IŞİD ile mücadelesinin de bölgedeki Hıristiyanlar tarafından memnuniyetle karşılandığı, hatta Putin’in “21. Yüzyılın Constantine”i olarak tanımlandığına ilişkin haberler ve yorumlar8 dikkate alınırsa, IŞİD’in, Rusya’nın Hıristiyanların koruyucusu olduğu savının Rusya tarafından ileri sürülmesinde olmasa bile, Ortadoğulu Hıristiyanlar tarafından kabul görmesinde rol oynadığı yadsınamaz. 

Üçüncüsü, Rusya’nın İran, Hizbullah ve Hamas ile ilişkileri küresel kamuoyu nezdinde daha savunulabilir hale gelmiştir. Özellikle Rusya’nın İran ile ilişkileri 
ve Hizbullah’a yaklaşımı, Rusya’nın “Arap Baharı” ile yükselen radikal İslamı dengeleme politikası adı altında servis edilebilir olmuştur. 
Bu noktada ABD’nin terörist örgütler listesinde olmasına rağmen, Rusya’nın Hamas ve Hizbullah’ı terör örgütü olarak kabul etmemiş olduğunu ve Rus yetkililerin ağzından, IŞİD, El-Kaide ve El- Nusra ile mücadele konusunda ABD ile işbirliği yapan ve yapmaya hazır olan Rusya’nın Hizbullah ve Hamas’ı asla tartışma konusu yapmayacağının açıklandığını bu noktada hatırlatmak gerekir.9 Rusya adeta “IŞİD gibi radikal İslamcı örgütler varken, Hizbullah ile Hamas’ı tartışmanın zamanı da değildir, yeri de” mesajı vermektedir. 

<  Bir terör örgütü uluslararası aktörler açısından fırsata dönüşmeyi hedeflemiyor olabilir ama bir uluslararası politika aktörü, özellikle de küresel aktör olma gibi hırsları var ise bir terör örgütünü kendi adına fırsata dönüştürmeyi başarabilir.  >

Dördüncüsü, Rusya IŞİD’i Esad rejimine verdiği desteği meşrulaştırmak adına araçsallaştırmıştır. Demokrasilerde ve demokrasi olduğu iddiasındaki yönetimlerde, iktidarın iç politika kararlarını olduğu kadar dış politika kararlarını da meşrulaştırmaya ihtiyacı vardır ki, böylelikle iktidarlar bir sonraki seçimleri kendileri adına riske atmış olmasınlar. Dolayısıyla Suriye’de iç çatışmalar yoğunlaşmışken, bu koşullarda sorumluluğun ne kadarının Esad rejiminde olduğu tartışılabilse de, Esad yönetiminin sorumluluğu olmadığı gibi bir iddia kabul edilemez. Bu noktada Rusya, hem iç hem de uluslararası kamuoyu nezdinde Suriye’de yaşananlardan sorumlu olan Esad’a verdiği destek nedeniyle şiddetli eleştirilerin hedefi olurken IŞİD Rusya tarafından, kendisine yöneltilen eleştirileri yumuşatıcı bir faktör olarak devreye girmiştir. Bu durum kısaca “Esad 
rejimi IŞİD gibi radikal unsurlardan daha iyidir” söylemi şeklinde özetlenebilir. Hatta IŞİD’in Rusya’nın Esad’a verdiği desteği meşrulaştırıcı bir araca dönüştürülmüş olmasının yansımaları Batı ülkeleri nezdinde de gözlemlenmekte dir. “Esad İŞİD’den iyidir” söylemi, Batı’Suriye’nin içinde bulunduğu koşullarda Esad ile görüşülebileceğine ve Suriye için öngörülen bir geçiş sürecinde Esad’a da yer verilebileceğine ilişkin yorumlara temel sağlamıştır. 

Beşincisi, Rusya, Orta Asya devletleri hükümetlerinde IŞİD’in yarattığı kaygıyı/korkuyu, IŞİD’in Orta Asya’da yayılmak gibi bir amacı olduğunun 
altını çizerek, Orta Asya’da güvenliği sağlayabilecek tek devletin Rusya olduğunu imajını yaratmak için kullanmaktadır. Dolayısıyla IŞİD, Rusya’nın Orta Asya’daki etkisini artırmak için de araçsallaştırılmıştır. Kısaca IŞİD Rusya için tehdit oluşturduğu ölçüde fırsat da olmuştur. Rusya IŞİD’i bir tehdit olarak algılamaya devam ederken, rasyonel bir aktör olarak IŞİD’in yarattığı fırsatı da kullanmaktadır. Ancak Rus yönetimi, IŞİD’in Rusya için oluşturduğu “tehdit-fırsat” dengesinin çok hassas olduğunun ve bölgesel ile uluslararası gelişmelerin 
seyrine bağlı olarak her an bozulabileceğinin farkında olmalıdır. 

DİPNOTLAR;

1 Alexey Malashenko, Russia and Arab Spring, Carnegie Moscow Center, Ekim 2013. 
2 Reza Akhlaghi, The Arab Spring: Conspiracy Theory or National Will, 
http://foreignpolicyblogs.com/2013/05/11/thearab-spring-conspiracy-theory-or-national-will/, 11 Mayıs 2013 
3 Maxim A. Suchkov, Russia and the Arab Spring: Changing Narratives and Implications for Regional Policies, Arab Center for Research and Policy Studies, 2015 
4 2,200 jihadists from Russia fight in Syria, Iraq – Russian Foreign Ministry , 
https://www.rt.com/news/272299-russia-jihadists-syria-iraq/ 7 Temmuz 2015 
5 Neil MacFarquhar, For Russia, Links Between Caucasus and ISIS provoke Anxiety, www.nytimes.com, 20 Kasım 2015 
6 ‘Our People in an Alien War’: Kazakhstanis Fighting for the Islamic State, 
http://www.jamestown.org/programs/edm/single/?tx_ttnews%5Btt_news%5D=43096&cHash=6ec59c9254 
22345378cea503708bad9e#.VwIkpJyLRMw, Kasım 2014 
7 P. Stobdan, ISIS in Central Asia, IDSA Issue Brief, Ekim 2014 
8 “Russia – a game changer for global Christianity”, 
https://www.rt.com/op-edge/321447-christians-isis-religionputin/, 11 Kasım 2015 
9 Kremlin official: Russia will not put Hamas and Hezbollah on list of terror groups, 
http://www.jpost.com/Middle-East/Kremlin-official-Russia-will-not-put-Hamas-and-Hezbollah-on-list-of-terror-groups-439466, Ocak 2016. 

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı? 

Dr. Dilek Yiğit 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88

***

5 Ekim 2017 Perşembe

Ortadoğu’da Kilitlenen Güç Mücadelesi ve Yeni Çatışma Olasılığı


Ortadoğu’da Kilitlenen Güç Mücadelesi ve Yeni Çatışma Olasılığı 



Serhat ERKMEN 
İnceleme ,

Suriye’de 1,5 yılını dolduran iç savaş bölgenin yeni vekaleten savaş alanına dönüşmüştür. Bir anlamda İran ve rakipleri Suriye üzerinden bir vekâleten savaşa girişmişlerdir. 




Giriş 

Ortadoğu’nun yakın tarihi, pek çoğu sonuçsuzbiten ya da daha doğrusu yaşanan sorunlara kısa vadede çözüm üretmeyen çok sayıda çatışmayla 
doludur. Bölge devletleri arasında bazıları ikili bazıları çok taraflı olan devletlerarası çatışmalar ve savaşların yerini zaman zaman bölge ülkeleri 
arasında bir vekâleten savaşa dönüşen iç savaşlar almıştır. Ancak her bir örnek yeni sorun alanları üretmiş, geçmişten kalan sorunlara çözüm getirememiştir. 

Uluslararası ilişkiler literatüründe savaşa yatkınlık derecesinde en üst sıralarda yer alan bölgelerden birisi olan Ortadoğu’da neredeyse 
birkaç yıl aralıklarla yeni savaş, çatışma, isyan ve iç savaş deneyimleri yaşanmaya başlamıştır. Bu eğilimin Soğuk Savaş döneminde de 
sürdüğü ancak iki kutuplu sistemin yıkılmasın-dan sonra daha sık kendisini gösterdiği söylenebilir. Bu nedenle bu yazıda Ortadoğu’da dengelerinde 
yaşanan yeni tıkanıklık ve bunun sonucuolarak ortaya çıkabilecek yeni çatışma ihtimalleri ele alınacaktır. 

Ortadoğu’daki Yeni Tıkanıklığın Nedenleri 

Son 2 yıldır Ortadoğu’da yaşanan hızlı değişim, bölgenin 2003’ten beri yaşadığı kökten değişim sürecinin içinde yeni bir tıkanıklık noktasına ulaşmıştır. Ortadoğu’da I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra tam anlamıyla yerleşen bölgesel ilişkiler, 1950 ve 60’lı yıllarda birçok Arap ülkesinde yaşanan devrimlerle kendi içinde kırılmalar yaşamıştır. Bu kırılmalar dan sonra bölgedeki ittifaklar her seferinde yeniden değişmiş ve çoğunlukla küçük ya da bölgesel çaplı çatışmalar, iç savaşlar ya da darbe-karşı darbe girişimleriyle sonuçlanmıştır. 
1948’de İsrail’in kurulmasının ardından aralıklarla tekrarlanan Arap İsrail Savaşları, 1950’li yıllarda Mısır, Irak, Libya gibi devletlerdeki devrimlerden 
sonra diğer Arap ülkelerinde gerçekleşen darbe/karşı darbe (devrim/karşı devrim) süreçleri, 1979’da İran İslam Devrimi’nden sonra İran-Irak Savaşı ve Suudi Arabistan’daki karışıklıklar ve son olarak 2003’te Irak’ın işgalinden sonra 2006 yılında gerçekleşen İsrail-Hizbullah çatışması bu olaylara örnek olarak gösterilebilir. 

Sayıları artırılabilecek bütün bu örneklerin temel paydası Ortadoğu alt sistemindeki temel kırılma noktalarının ardından ve genellikle önemli 
tıkanıkların yaşandığı süreçlerde ortaya çıkmalarıdır. Özellikle günümüz Ortadoğu’sunda 2003 sonrasında yaşanmaya başlayan değişim sürecinin 
hala tamamlandığı söylenemez. Irak’ın askeri ve siyasi olarak eski gücünü yitirmesi bölgedekigüç dengesinin “Sünni-Şii” ekseninde yeniden 
tanımlanma ya başlamasına neden olmuştur. 

İran’ın Irak’taki etkisini her geçen gün artırması, Hizbullah ve Hamas gibi devlet dışı aktörler yoluyla hem Arap-İsrail Barış sürecinin yönlendirilmesinde 
kritik bir rol oynamaya başlaması hem de Doğu Akdeniz’de ihmal edilemeyecek bir güç olarak belirmesi, Suriye’nin istikrarı ve Irak’ta oynadığı rol nedeniyle bölgede fiziki gücünün üzerinde bir etkinlik sağlaması 2005’ten itibaren “Şii Ekseni” tartışmasının alevlenmesine neden olmuştur. 

Şii Ekseni’nde sayılan aktörlerin tamamının “Şii” olmamasına rağmen temelde İran’ın bölgedeki gücüne destek sağlaması “Sünni” olarak tanımlanan 
ve ortak paydaları statükonun devamı olan bir dizi devletin (Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Katar…) işbirliğini ortaya çıkmıştır. 2000’li yıllardaki 
bu mücadele o zaman da etnik ve mezhepselboyutlar taşımaktaydı, bugün de taşımaktadır. 

Fakat bu güç mücadelesinin temeli sadece etnik ve mezhepsel boyutlara indirgenemeyecek kadar karmaşık olabilir. Ortadoğu’nun enerji kaynaklarının 
uluslararası piyasalara alternatif yollarla ulaşması, demografik baskı altında ezilen devletlerdeki otoriter rejimlerin kendi toplumlarını yönetememeleri, tek ürün ihracına dayalı ekonomilerin her geçen gün artırdığı gelir dağılımı bozukluğu, toplumsal adaletsizliğin dayanılmaz boyutlara ulaşması, hızlı ve aşırı silahlanmanın yarattığı savaş ihtiyacı gibi faktörler Ortado-ğu’daki etnik ve mezhepsel sorunların arka planında yatan ya da onları her geçen gün besleyen faktörler olmuşlardır. 2000’li yılların ortasında yukarıda sayılan faktörlerin bileşkesi sonucunda nasıl bir çatışma yaşandıysa bugün de Ortadoğu benzer bir ortama doğru sürüklenmektedir. 

Hatırlanabileceği gibi, Ortadoğu’da 2000’li yılların ortalarına gelindiğinde vekâleten savaşa dönüşmüş, 

-Filistinde barış süreci tıkanmış,
-Iraktaki iç savaş bölğe devletleri arasında bir vekaleten savaşa dönüşmüş.,
-Petrolün yarattığı refah, Sorgulanmaya başlanmış, 
-Radikal dinci hareketler yeni savaş alanları bulmuş,
-Hizbullahın Lübnanda gücü artmıştır..,


Böylece Ortadoğu devletleri arasındaki güç dengesinin İran ve müttefikleri lehine değiştiği bir durum ortaya çıkmıştı. Böylesine bir ortamda Hizbullah, İsrail’i istemediği bir savaşın içine çekerek İsrail’in yenilmezliği mitini yıkan bir çatışma yürütebilmişti. 1 aydan biraz fazla süren çatışmadan sonra İsrail’in sınırları ötesindeki gücünün sorgulandığı, Lübnan’ın daha fazla Hizbullah’ın kontrolüne geçmesine neden olan bir sürecin başladığı, Suriye’nin üzerindekiİsrail baskısının azaldığı, Hamas’ın Gazze Şeridi’ndeki Fetih varlığına son verdiği yeni dönemin 
kapıları açılmıştı. İran ve müttefiklerinin yükselişe geçtiği bu dönem birkaç sene devam etse de Ortadoğu’nun uluslararası sisteme eklemlenmesinden 
kaynaklanan sorunların ve yılların birikiminin yarattığı yeni dönüşüm süreci bölgede yeni bir dinamizm başlatmıştır. 

Yeni Tıkanıklık Dönemi ve Yeni Çatışma Olasılığı 

Kaynağı ve nedeni ne olursa olsun Arap Baharı sadece eskimiş, baskıcı ve eşitsizlik üreten rejimlerin yıkılmasıyla ya da krize girmesiyle sonuçlan mamıştır. Açık bir biçimde bölgedeki devletler arasındaki güç dengesini ve devlet dışı aktörlerin etkinliğini de etkilemiştir. 
Birebir analoji yapmak doğru olmasa da Arap Baharı’nın, Ortadoğu’daki güç dengesi üzerinde 2003 Irak’ın İşgali’nin yarattığına benzer etkiler yaratığı söylenebilir. Bu çerçevede Irak’taki değişimin yerini Mısır ve Suriye almıştır. Bir yandan Ortadoğu’nun en önemli siyasi ve askeri aktörlerinden olan Mısır iç sorunlara eğilmekten başını kaldırmaz duruma gelmiştir. Mısır’da 2011’de eski rejimin devrilmesinden sonra hala yerine yeni bir rejim yerleşememiş, ülke ekonomik ve siyasi krizlerle sürekli çalkalanır bir hal almıştır. 

Bu nedenle Ortadoğu denkleminin en önemli ayaklarından birisi en azından bugün için kendi sorunlarıyla başa çıkmaya çalışmakta, bölgenin geri kalanına şimdilik güç projeksiyonu yapamamaktadır. Ancak daha da önemlisi, Irak’ın yerini Suriye’nin almasıdır. Irak’takine benzer bir işgal süreci yaşanmadığı için Suriye’de rejim devrilmemiş olsa da Suriye’de 1,5 yılını dolduran iç savaş bölgenin yeni vekaleten savaş alanına dönüşmüştür. 
Bir anlamda İran ve rakipleri Suriye üzerinden bir vekâleten savaşa girişmişler dir. Fakat aynı Irak’ta olduğu gibi Suriye’deki iç savaşın etkileri de sadece bu ülkeyle sınırlı kalmamıştır. Irak’taki iç savaş nasıl Ürdün’ü demografik ve ekonomik olarak etkilediyse Suriye’deki iç savaş da Lübnan’ı çok daha ağır bir biçimde etkilemektedir. Dahası, Irak’takinin ötesinde Suriye’deki iç savaşın diğer komşu ülkelerin siyasi ve ekonomik yapıları üzerinde de önemli etkiler yarattığı görülmektedir. Buna ek olarak, İsrail’deki siyasetin tıkanmışlığı, İran’ın içine sürüklendiği yönetim krizi, Suudi Arabistan ve Katar’ın Arap Baharı’nı Suriye’de sürdürürken Körfez’e sıçramasını engelleme çabası 2011 yılından bu yana bölgedeki güç dengesini tersine çevirmektedir. Fakat güç dengesindeki değişim beklendiği kadar çabuk gerçekleşmemekte, tarihin başka dönemlerinde olduğu gibi bir kez daha statükoya toslamaktadır. Özetle, bir kısmı iç dinamikler den bir kısmı devrimci değişim girişimlerinin başarısızlığından bir kısmı da bölge devletlerinin birbirleriyle mücadelelerinden kaynaklanan yeni dinamikler Ortadoğu’da yeni bir tıkanmışlık yaratmaktadır. 

Bu yeni tıkanıklık dönemi kabaca şöyle resmedilebilir: 


< Hizbullah’ın Suriye’deki çatışmada taraf olması onu Lübnan içinde siyasi olarak zayıflattığı gibi askeri kaynaklarının önemli bir kısmının da erimesine neden olmaktadır. >

1- Suriye’de kısa sürede devrilmesi beklenen Esad Yönetimi devrilmemiştir. Ülke her geçen gün uzayan, ülkenin birliğini tehdit eden ve etkisi sınırlarının ötesine geçen bir uzatılmış iç savaşa sürüklenmektedir. Suriye’deki iç savaşın nasıl bitirilebileceği bilinmemektedir. Dahası, bölge devletlerinin ya da bölge dışı güçlerin başta parçalanma olmak üzere keskin bir değişimden duydukları korku ve endişe iç savaşı uzatmaktadır. 

2- Arap Baharı’nın ilk döneminde eski yönetimlerin kolaylıkla devrildiği yerlerde bile değişim süreci yeni bir evreye ulaşmış, Mısır ve Tunus gibi ülkeler yeni bir istikrarsızlık dönemine sürüklenmiştir. 

3- Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler Basra Kröfezi’nden uzak coğrafyada değişim ve demokratikleşmeyi desteklerken Bahreyn’de kesinve net bir tavır 
almışlardır. Arap Baharı’nın Bahreyn’e ulaşması şimdilik engellenmiştir, ancak bu engellemenin sonsuza kadar süremeyeceği gerçeği Körfez devletlerini 
ciddi olarak düşündürmektedir. 

4- Filistin’de Barış Süreci tamamen tıkanmıştır. Tıkanıklığın tek kaynağı İsrail ile Filistinliler arasındaki uzlaşmazlık değil, aynı zamanda İsraillilerin (sürekli siyasi istikrarsızlık ve zayıf hükümetler) ve Filistinlilerin (Hamas ve Fetih arasında her geçen gün derinleşen güç mücadelesi) kendi içlerinde aşamadıkları iktidar mücadelesidir. 

5- İran, hızla bir siyasi kaos ortamına sürüklenmektedir. İslam Devrimi’nden bu yana en gergin günlerini yaşayan İran iç siyasetinde ılımlılar ile radikaller arasında bir güç mücadelesinin ötesinde son derece karmaşık bir güç mücadelesi patlak vermiştir. Bugün İran’da 2000’li yılların ortasında olduğu gibi içeride sağlanan ittifaklarla tüm dikkatini ve kaynaklarını dış mücadeleye yönelten bir rejimden ziyade dışarıdaki müttefiklerini teker teker kaybeden ve içeride üst üste siyasi kaoslar yaşayan bir rejim bulunmaktadır. 

6- İran’daki siyasi kaosa rağmen, hatta tam da bu nedenle hızlanan nükleer çalışmalar ya da müzakerelerin etkisizliği İsrail’i her geçen gün artan bir güvenlik kaygısına yöneltmektedir. İçeride ve dışarıda sıkışan İran’ın rejimini garanti altına alma yolu olarak nükleer gücü görmesi İsrail’in İran konusundaki endişelerinin artmasına neden olmaktadır. 

7- Devletler ya da devlet dışı aktörler birkaç sene öncesindeki ittifaklarını değiştirmeye başlamışlardır. 

Bunun en belirgin üç örneği vardır: Türkiye, Hamas ve Mısır. Türkiye, Suriye ile sıkı bir ittifak halindeyken, bugün neredeyse çatışma noktasına gelmiştir. 
Hamas kısa bir süre öncesinde İran ve Suriye’nin önemli müttefikleri arasın-dayken bugün açıkça bu ülkelerden uzaklaşmaktadır. 
Mısır ise İsrail ile olan anlaşmasını tam olarak bozmamasına rağmen belirgin bir pozisyon değişimi sergilemektedir. 

8- Ortadoğu siyasetinde Kürtler önemli bir dinamik olarak ortaya çıkmıştır. 2003’ten sonra Irak bağlamında önem kazanan Kürtler, Suriye’de de en önemli aktörlerden birisi haline gelmiştir. Suriye’de gerçek bir rejim değişikliğinin Ortadoğu’da yeni bir Kürt özerk yönetiminin ya da federal bölgesinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanması ihtimali çok güçlüdür. 

9- Suriye’deki iç savaş Lübnan’daki güç dengesini son derece yakından etkilemektedir. 2012 yılındaki pekçok olayın da gösterdiği gibi ülkedeki 
siyasi istikrarsızlık artmaktadır. Suriye’deki çatışmaların bir uzantısı olarak Lübnan’da da çatışmalar meydana gelmektedir. Ülkede parlamento seçiminin yapılması gerekmesine rağmen seçimin gerçekleşmesi olasılığı hayli düşmüştür. 

   < Özetle Ortadoğu’da değişimin ulaştığı yeni aşama, bölgedeki hiçbir devletin memnun olmadığı, her bir devleti iç ve dış politikada krizlere sürükleyen ve bölgede siyasi mücadelenin dışında silahlı çatışmanın da tırmandığı bir noktaya ulaşmıştır. >

Maalesef, Ortadoğu’da bu tür tıkanmışlıkların sonunda en çok karşılaşılan olgu iki ya da daha fazla ülke arasında gerçekleşen doğrudan 
ya da vekâleten savaşlar olmaktadır. Bu nedenle Ortadoğu’daki mevcut tıkanıklığın önümüzdeki dönemde de devam etmesi halinde bölgede bir 
savaşın gerçekleşmesi ihtimalinin güçlü olduğu söylenebilir. 

Sonuç Yerine: Nasıl Bir Çatışma? 

Bu noktada sorulan soru ise savaşın ne zaman ve nerede patlak verebileceğidir? Her iki soruya da yanıt verebilmek tahminden öteye geçemese de Ortadoğu’nun yakın tarihi ve bölgedeki güç mücadelesinin kilitlendiği noktalar yaklaşık 1 yıl içinde İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan topraklarında yeniden bir çatışma yaşanması ihtimalini diğerlerine göre daha güçlü kılmaktadır. 

Peki, neden Lübnan’da İsrail ve Hizbullah çatışması? Bu tür bir çatışmanın kesin bir galibi olma-dıkça bölgedeki tıkanıklığın aşılmasında bir aşama olması mümkün değildir. Ancak yukarıdaki tablo dikkate alınırsa bölgedeki kamplaşmanın her iki taraftaki üyeleri karşılaştıkları stratejik tıkanıklığı aşmak için çatışmayı bir fırsat olarak görebilir. Olası bir çatışmanın taraflardan birisinin lehinde sonuçlanması bölgede yeni bir stratejik durum yaratabilir. Çatışmanın mevcut tıkanıklığı çözecek bir biçimde sonuçlanmaması ise önceki yıllardaki kısır döngünün bir süre sonra yeniden tekrarlanmasına neden olacaktır. Olası bir çatışmadan doğabilecek sonuçlar şunlar olabilir: 

1- İsrail, İran’dan her geçen gün artan bir tehdit algılamakta, dahası kendi kamuoyunu sürekli olarak yeni bir çatışmaya hazırlamaya çalışmaktadır. 
Mevcut askeri ve siyasi koşullar İsrail’in İran ile doğrudan çatışmasını ya da İsrail’in İran’a bir hava saldırısı yaparak nükleer programını durdurma sını mümkün kılmamaktadır. Bu durumda sancılı bir dönemden geçerek kurulan yeni İsrail hükümeti için en iyi yol İran’a doğrudan vuramadığı darbeyi dolaylı yoldan vurmaktır. Hizbullah’ın Suriye’deki çatışmada taraf olması onu Lübnan içinde siyasi olarak zayıflattığı gibi askeri kaynaklarının önemli bir kısmının da erimesine neden olmaktadır. Dahası, Suriye’de rejimin düşmesi ihtimali İran için bir endişe kaynağıdır. 
Suriye’nin düşmesi halinde Doğu Akdeniz’de İran’ın tek müttefiki olarak Hizbullah kalacaktır. Bu nedenle Suriye düşmeden, Hizbullah tekrar 
Lübnan’ın içine odaklanmadan ve hatta konvansiyonel olmayan silahlara sahip olmadan İsrail’in Hizbullah’ı etkisiz hale getirme şansı olabilir. Ha-
mas ile giriştiği son çatışmada yeni füze savunma sisteminden tatminkar sonuçlar alan İsrail’in Hizbullah’ın elindeki füzelerden eskisi kadar endişelenmediği görülmektedir. Dahası Suriye’deki iç çatışmadan kaynaklanan nedenlerle Hizbullah olası bir çatışmanın uzaması halinde lojistik sorunlar 
da yaşayabilecektir. Ancak İsrail’in bu tür bir çatışmadan istediğini alarak çıkması ancak İsrail’in Hizbullah’a kısa sürede kesin bir darbe 
indirmesi ve Lübnan’daki siyasi üstünlüğünü sarsacak bir durum yaratmasıyla mümkün olabilir. Aksi taktirde İsrail açısından çatışmanın mevcut 
durumu devam ettirecek bir sonuç üretebileceği söylenebilir. İsrail bu durumda uluslararası alanda bir kez daha meşruiyet kaybına uğrasa da bu 
İsrail’in stratejik çıkarlarını hayati bir biçimde etkilemeyecektir. 

2- İsrail ile Lübnan arasındaki çatışma bir anlamda Arap devletleri ile İran arasında sıkışan denklemin aşılmasını sağlamak için bir araca dönüşebilir. Lübnan’da uzun süreden beri devam eden Hizbullah üstünlüğü İsrail ile girilen her savaştan sonra artmıştır. Buna karşın Suudi Arabistan’ın Lübnan’da kendisine yakın grupları iktidar için desteklediği bilinmektedir. Fakat tüm desteğe rağmen Hizbullah’ın askeri gücüyle desteklediği siyasi üstünlüğünü diğer grupların aşması mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla bu tür bir çatışmada İsrail’in Hizbullah’a vurabileceği ağır bir darbe Lübnan’daki güç dengesinin Hizbullah karşıtı ya da Körfez Ülkeleri yanlısı grupların lehine değişmesine neden olabilir. Bunun da ötesinde Hizbullah’ın İsrail ile gireceği bir çatışmada alabileceği bir darbe Suriye’deki çatışmanın sona erme sürecini de hızlandırabilir. Hizbullah’ın desteğinden mahrum kalan Şam Yönetimi’nin hemen çökmesini beklemek doğru olmasa da Esad Yönetimi açısından bu gelişmenin önemli bir darbe olacağı unutulmamalıdır. 

3- Lübnan’daki olası çatışmanın Suriye’deki olaylar üzerinde orta ve uzun vadede etki yaratması kaçınılmazdır. Bir kere bu tür bir çatışma Esad Yönetimi ’ni doğrudan kurtarmayacaktır. Çatışmayı bahane ederek Suriye İsrail’e saldırmadığı sürece, Şam ile Tel Aviv arasında bir çatışma yaşanması olasılığı düşüktür. Dolayısıyla Şam’ın diğer Arap devletlerine ve Arap kamuoyuna yönelik İsrail ile çatışan tek Arap devleti olma yönündeki propaganda girişimi sonuç vermeyecektir. Dahası Suriye’nin bu tür bir çatışmaya dahil olması İsrail’in Suriye ordusuna vurabileceği ağır bir darbe ile Suriye’de rejimin ömrünü azaltabilir. Fakat Hizbullah’ın İsrail ile çatışmaya girmesi Suriye’ye giden önemli bir desteği kesebilir. 
Bu destek Suriye rejimi için her geçen gün daha hayati hale geldiğinden olası bir çatışma Suriye’deki iç savaşta Şam’ın kayıpları hanesine yazılacaktır. 

4-Hamas’ın taraf değiştirmesinden sonra Hizbullah’ın uğrayacağı büyük güç kaybı Ortadoğu’daki değişim sürecini Lübnan’a doğru yönlendirebileceğinden 
Akdeniz kıyısında değişim yanlısı olan Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler önemli bir kazanım elde edecektir. Hizbullah’ın etkisi nedeniyle etkilemekte 
çok zorlandıkları Lübnan’a girebilecek olan bu devletler İran’a vuracakları bu darbeyle önemli bir mevzi daha kazanacaklardır. 

5- Bu tür bir çatışma İsrail ve bazı Arap ülkeleri açısından olumlu sonuç doğurabileceği gibi tam tersi sonuçlar da üretebilir. Özellikle olası bir çatışma dan Hizbullah’ın gücünü koruyarak çıkması İran ve müttefikleri açısından önemli bir stratejik zafer olabilir. İran’da iç politikanın her geçen gün daha fazla krize sürüklendiği bir ortamda dış politikada yaşanacak bir kriz ülke içindeki kaosortamının büyümesini engelleyebilir. Özellikle dini lidere bağlı olanlar ile muhafazakarlar arasındaki güç mücadelesinin tırmanışa geçtiği şu dönemde bölgede İran’ın daha da güçlenmesi için çatışmaların sürdürülmesini savunan taraflar için bu savaş bulunmaz bir fırsattır. Dış tehdit gerekçesini göstererek ülkedeki iç karışıklıkları engellemek isteyecek olan İran’daki hâkim grup içeride daha da sertleşmenin meşruiyetini dışarıdaki bir çatışmayla sağlayabilir. Bu nedenle İsrail ile Hizbullah arasındaki savaş İran rejimi içindeki kırılmalar için bir panzehir olabilir. 

6- Diğer yandan İsrail ile Hizbullah arasında-ki olası bir çatışmadan Hizbullah’ın güçlenerekçıkması Suriye rejimi açısından psikolojik ve hatta maddi bir 
avantaj yaratabilir. Hizbullah’ın gücünü koruyabilmesi sadece bölgesel denklem açısından değil Lübnan’daki denklem açısından da önemlidir. 
Lübnan’da bir kez daha Hizbullah karşıtı grupların zayıflaması Lübnan’dan Suriyeli muhaliflere yapılacak yardımı azaltacağı gibi Hizbullah’ın daha güçlü bir 
biçimde Suriye’dekiişlere odaklanmasını beraberinde getirebilir. 

7- Lübnan’da olası bir savaş Batı dünyasında Suriye savaşının yayılma etkisine ilişkin korkuları tetikleyeceğinden Batı ülkelerinin zaten Suriye’ye müdahale konusundaki isteksiz tutumunu daha da pekiştirecektir. Böylece Suriye’deki rejim kendisini daha da güvenli hissedecektir. 

8- İran, Lübnan’daki bir çatışmayı yanıtsız bırakmayacak, bu durumdan İsrail kadar Körfez ülkelerini de sorumlu tutacaktır. Bu durumda Bahreyn’in yeniden istikrarsızlığa sürüklenmesi mümkün olabilir. İran’ın Bahreyn kozunu oynaması ise siyasi mücadele sahasını genişletebileceği gibi Lübnan’da köşeye sıkışması halinde bile süreci tersine çevirmeye yönelik bir hamle olabilecektir. 

Özetle, bölgedeki sıkışan güç dengesi ve ilişkiler her geçen gün daha da tıkanmaktadır. Bu ise gerek devlet/rejim tipleri gerekse bölge dinamikleri 
nedeniyle savaş eğilimi yüksek bir bölge olan Ortadoğu’da yeni bir çatışmanın işaretlerini vermektedir. Türkiye’nin de bu tür bir çatışmadan 
etkilenmesi kaçınılmaz olacağından bu olasılığa karşı kendisini hazırlaması gerekmektedir. 



***


27 Temmuz 2017 Perşembe

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ



Yazar: Muhittin Ziya Gözler
30 HAZİRAN 2017 CUMA



2010 yılında George Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünün hazırladığı ve bilahare Global Economy Journal Dergisi’nde yayınlanan (volume 10, Issue 3. S.S Rehman, H.Askari) ’’An Economic Islamicity Index’’ başlıklı makaleye göre İslami ideallere en uygun yönetilen ilk üç ülke İrlanda, Danimarka, Lüksemburg olarak tespit edilmiştir. Bu akademik çalışmadaki ölçümler ekonomik ilerleme, devlet yönetimi, insani ve politik haklar ve uluslararası ilişkiler ile ilgili konulardaki İslami öğretiler temel olarak alınmış ve değerlendirilme de 208 ülkeyi kapsamıştır. Sıralamada Malezya 33, Kuveyt 42, BAE 64, Türkiye 71, S.Arabistan 91, Katar 111, İran 139. sırada yer almaktadır. Hollanda ve ABD 15, Japonya 21, Almanya 26, Yunanistan 43, Rusya 45, Kazakistan 54, Çin 62, Azerbaycan 80.sırada bulunmaktadır. Bu araştırmanın niteliksel sonuçlarını yazımızın son bölümünde aktaracağız.

Katar’daki siyasi, askeri ve iktisadi gelişmeleri dünya siyasetine yön verenlerin insafına bırakarak, ülkemizde Arap dünyasına hayranlık duyanları ve bu dünyaya methiyeler düzülmesini uzaktan seyrederek, neler olup bittiğini bir üst akıl edasıyla dillendirenlerin yüzyıllardır şu Arap dünyasının niçin silkinip kendine gelmediğini dile getirmemelerine şaşmamak elde değil. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı toprakları üzerinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in kurmak istediği Arap Krallığını destekleyen İngiltere ve Batılıların bu dünya üzerindeki etkileri Müslüman Türkiye’nin etkilerinden çok ama çok fazladır. Müslümanların bu batı hayranlığına akıl sır erdirmek mümkün müdür?

Dünya Enerji İmparatorluğu kurma yönünde önemli adımlar atmış olan Çok Uluslu Şirketler İngiltere, ABD ve Fransa’nın destekleriyle Ortadoğu, Arap dünyası ve İran’a el atmayı uzun zamandır kafalarına koymuş bulunmaktadır. Öyle ki, Hıristiyan Batı dünyası tümüyle bu duruma destek vermekte ve bu âlem önüne ne çıkarsa yakıp, yıkarak zaten biçare durumdaki Arap devletlerini yer ile yeksan edip diz çökertmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Birinci Dünya Savaşının üzerinden geçen 99 yıl içinde Batı iktisadi yönden güçlenmiş, daha güçlü ittifaklar kurmuş, enerji kaynakları hemen her alanda kullanılmaya başlanmıştır. Ülkelerindeki iktidarlar değiştiği halde sürekli yeni yıkım planları hazırlayarak önce Türkleri sonra da kendilerine her yönden bağlı ve şaşaa içinde yaşamaya alıştırılmış Arapları yok etmek için ciddi bir kalkışma içine girişmişlerdir. 11 Eylül 2001 sonrası İslam Dünyası’nın baskı altına alınması, devletlerin parçalanması, milyonlarca suçsuz insanın öldürülmesi, mezhep çatışmalarının körüklenmesi, terör örgütlerinin kurdurulması, Arap Baharı gibi kandırmacalar Batı emperyalizminin İslam dünyasına reva gördüklerinden bazılarıdır. Irak’ı, Suriye’yi parçaladılar, Mısır’ı halletliler, Türkiye’ye el attılar ancak Türklüğü geçemediler, şimdi sıra Katar’da…

Peki, Arap dünyası ne kadar masumdur? Arap dünyasının ortasına bomba koyulduğunu fark edemeyen Suudi Arabistan ABD ile 110 milyar dolarlık silah anlaşması (10 yıl içinde bu rakam 350 milyar dolara çıkacak), Katar ise 12 milyar dolarlık F-16 savaş uçağı alma anlaşması imzalıyor. Peki bu silahlar kime karşı kullanılacaktır? Bu silah alımları ve el konulacak petrol sahaları ABD’nin 19 trilyon dolarlık borcunu kapatmak için mi yapılmaktadır? Ya da İran’a yapılacak bir müdahale için hazırlık mıdır? Arap dünyası Sünni ve Şii Araplar olarak ikiye mi bölünecektir? Velhasıl Arap dünyası İslam adına hiç de iyi işler yapmamaktadır. Ortadoğu ve Arap Yarımadasında yaklaşık 340 milyon kişi yaşamaktadır. Bu nüfusun  % 95’i Müslüman, %3,4 ‘ü Hıristiyan, %1,6’sı da Musevi’dir. Müslümanların da yaklaşık % 70’i Sünni, % 30’u da Şii’dir. Ayrıca daha küçük etnik ve inanç toplulukları da bulunmaktadır.

Enerji kaynakları zenginliğiyle dünyaya kafa tutması gereken Arap ülkelerinin bu hali pür melali nedir Allah aşkına? Krallık ya da monarşi ile idare edilen ülkelerin hemen hepsinde yönetenler lüks ve debdebe içinde yaşarken, halk fakir, fukara, aciz ve perişan durumdadır. Halk biat etmekten başka bir anlayışın dünyada var olduğundan habersiz yaşamaktadır. Osmanlı’nın 1517’den beri nakış nakış işlediği eserleri Türk düşmanlığının bir sonucu olarak teker teker yok edilmiştir. Osmanlı Kışlası, Kâbe’yi koruyan Ecyad Kalesi, Kâbe çevresinde üç sıra halindeki revaklar (sökülüp yeniden yerine konmuştur), Medine’de Hz. Muhammed’in Türbesi’nin yanındaki tarihi eserler yıkılmıştır. İslam’ın kılıçdarlığını yapan Türkler Hıristiyan Batı kültürüne ve emperyalizmine tercih edilmiş ve halen de edilmektedir. Öyle ki, Suudlar ABD ile her daim ittifak halindedirler. Katar’da ABD üssü ve on bin askeri, Bahreyn’de ABD deniz üssü, BAE beş bin civarında asker, Ürdün’de askeri üs, Irak, Suriye ve Körfez sularında da önemli sayıda ABD gücü bulunmaktadır. Mukaddes ve aziz sayılan topraklarda Müslümanların birbirine kırdırılması tuzağına düşenler insan hakkını, İslam ahlakını, İslam terbiyesini ve İslam adaletini savunabilirler mi? Hac gelirlerini hayır işlerinde mi kullanmaktadırlar acaba? Yoksa bu gelirleri silah almak, zenginliklerine zenginlik katmak, mezhepler arası çatışmayı körüklemek, terör örgütlerine yardım etmek maksadıyla mı kullanılmaktadır?

İslami kurallara göre yönetilen Arap dünyasında (S.Arabistan anayasası Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayatı temel olarak hazırlanmıştır. Şeriat hükümleri uygulanmaktadır) asırlardır huzurlu, adil, insan haklarına önem veren, temiz, çağdaş bir nizam kurulamadığı gibi, İslam, günümüzde kişilerin düşüncelerine göre adeta yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. ’’İnsanlara merhamet etmeyen Allah’a merhamet etmez’’ diyen Hz. Peygamber’in sözünü kendilerine rehber edinmeyenlerin dünyası haline geldi bugünlerde İslam dünyası. Petrol ve doğalgaz ticareti Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda yaşayan 300 milyon Müslümanı sürekli karşı karşıya getirmekte, mezhepler, terör örgütleri, ticari ilişkilerden çıkar sağlamak isteyenler, zengin yaşamanın sırrını çözenler durdurulamaz bir savaşın içinde yer almaktadırlar. Müslümanları terör örgütleri vasıtasıyla birbirine kırdıran Hıristiyan Batı bu durumdan son derece memnun görülmektedir. Zira onlar istediklerini bu yolla almanın çok kolay olduğunu asırlardır bilmektedirler. Arap dünyasının cahiliye devrini yaşadığını gür bir ses haykırarak artık dile getirmelidir. Sayın Cumhurbaşkanının 14 Eylül 2011’de Mısır’da yaptığı konuşmada dile getirdiklerini Arap Dünyası ciddi bir şekilde dikkate almalıdır. Konuşmada dile getirdiği şu ifadeler çok önemlidir: ’’Türkiye'de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayip Erdoğanolarak Müslümanım ama laik değilim… Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ında laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın.’’ İşte birbirine düşen Arap dünyasının kurtuluşu yüzü dünyaya dönük, yürekten de dinine yakışır bir biçimde yaşamak olmalıdır. Yüce Allah’ın insanoğlunun doğru ve dürüst iş yapması dünyadaki olayları anlayabilmesi için gönderdiği ilk emir ’’OKU’’dur. Yani insanoğlunun cehaletten uzaklaşmasını emrediyor Yüce Allah. Ayrıca ’’Hucurat Suresi 6. Ayet’te Yüce Tanrı şöyle buyuruyor: ’’Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.’’ Müslüman dünyasını yaşanamaz hale getiren bu kavganın en önemli yerinde Hıristiyan emperyalizmi bulunurken diğer yanında da İslam’ın kendi değerleri ve aktörleri bulunmaktadır. Özellikle asırlardır devam eden Sünni-Şii kavgası İslam’ın belkemiğini adeta çatırdatmaktadır. Diğer taraftan birçoğunun Hıristiyan emperyalizmi tarafından kurulduğu ve desteklediği terör örgütleri İslam’ın bayraktarlığını yapabilirler mi?

Terör örgütlerine destek vermemesi (Müslüman Kardeşler, Deaş, El-Kaide, vb.), Yemen’de Şii Husi’leri desteklememesi, İran’la işbirliği yapmaması, El-Cezire televizyonunun yayın politikasını değiştirmesi ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) tarafından varılan anlaşmaların yerine getirilmesi konusunda 2,5 milyonluk KATAR’a bu uyarı niçin yapılmıştır? Katar emperyalizme soluksuz bir şekilde karşı mı çıkmaktadır? Katar Devlet’i halkına zulüm mü yapmaktadır? Halkı kurtarmak için ABD-İngiliz birlikteliğinde, S.Arabistan, İran, Katar ve diğer Arap ülkelerini içine alan yeni bir bahar mı gelmektedir? Bu konuyu da uluslararası ilişkileri değerlendiren akademisyenlere ve siyasetçilere bırakarak Katar nasıl bir ülkedir kısaca göz atalım:




Bu tablonun kısa özeti şudur: 

Dünya petrol rezervlerinin % 47,7’si, doğalgaz rezervlerinin de % 42,5’i Ortadoğu ve Arap Yarımadasında bulunmaktadır. Katar dünya petrol rezervlerini % 2,6’sına, doğalgaz rezervlerinin de % 13’üne sahiptir. Dünya sadece Ortadoğu ülkelerinin petrol ve doğalgazını kullanmaya kalksa yaklaşık 30-35 yıl (yeni rezerv bulunmazsa) bu rezervleri kullanabilir.

İran’ın giderek artan gücü karşısında telaşa düşen Arap ülkeleri Katar’ın, Türkiye ve İran’la yakınlaşmasını bahane ederek ABD ve İngiltere desteğini alarak Katar’a 5 emir vermeyi uygun görmüşlerdir. Zira Katar’da S.Arabistan’a yakın bir anlayışın iktidar olması Selefi Arap’ların Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda daha rahat bir iktidarın sahipleri olmalarını sağlayacaktır diye düşünmektedirler. Katar, 156.734.000.000 dolar GSYH’sı, 127.659 dolar kişi başına düşen milli geliri, 2.578.000 nüfusu (bu nüfusun tahminen % 20-25’i Kuveytli, diğerleri göçmen), dünya genelinde 335 milyar dolar, ülke içinde 170 milyar dolarlık yatırımı ve 2022 dünya kupasına ev sahipliği yapmayı hedeflemiş bir ülkedir. Diğer taraftan Katar’ın Türkiye yatırımlarının da 2002-2017 arasında yaklaşık 18 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. Katar, Kuzey Doğalgaz sahasındaki projeyi İran’la birlikte geliştirme çalışmalarına başlamıştır. Zira bu saha İran’a ait Güney Pars sahasında bulunmaktadır. Üretime başlandığında günlük 56.000.000 m3’lük ek bir üretim gerçekleşecektir.

Katar nüfusu itibariyle selefi bir anlayışa sahip olmakla beraber S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin takip ettikleri iktidarda kalmak için radikal İslami örgütlerin yanında yer almamaktadır. El-Kaide gibi örgütleri yıllardır destekledikleri bilinen S.Arabistan ve BAE’leri selefi anlayışı kendilerinin iktidarlarının devamını sağladıkları için bütün İslam Dünyası’nda yaygın bir hale getirmek istemektedirler. Bu ülkeler diğer taraftan herhangi bir silahlı örgütleri bulunmayan Müslüman Kardeşler Hareketine karşı çıkmaktadırlar. Mısır en canlı örneğidir.

Şimdi burada sorulması gereken soru şudur: Arap Baharı ile bazı Müslüman ülkelere demokrasi, insan hakları ve hürriyet getireceğini dillendirenler acaba o tarihlerde S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerindeki monarşik yapının yaptıklarını nasıl görememişlerdir? ABD’nin çok yüzlü siyaseti şimdilerde kendini S.Arabistan ile birlikte göstermektedir. Obama döneminde İran ile yakınlaşma, iktidar el değiştirdikten sonra yüzünü S.Arabistan’a çevirmiştir. İslam’ın böylesine terör örgütleri ile anılır hale gelmesi ve Hıristiyan Batının bitip tükenmeyen İslam düşmanlığı sonucunda acaba Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir mezhep savaşına hazırlık mı yapılmaktadır? Katar acaba merdivenin ilk basamağı mıdır?Yıllardır Arap dünyasına çok mesafeli olan Türkiye, son dönemlerde de çok sıkı fıkı bir politik yakınlaşma içine girmiştir. Arap ülkelerinin meseleleriyle uğraşmak tarihin bize bıraktığı bir miras olarak kabul edilmelidir. Ancak modern dünyada ülkeler arasında belli bir mesafeyi koruyarak münasebetlerin sürdürülmesi gerekmektedir.

Türkiye sadece şu soruyu sorarak Araplara doğru yolun ne olduğunu göstermelidir. Silahlanan Arap ülkeleri bu silahları kimlere karşı niçin kullanacaktır? Birbirlerine karşı kullandıklarını cümle âlem bilmektedir. Peki niçin? Türk insanı İslam’ın terör örgütleriyle birlikte anılmasına çok tepkilidir. 
Şu radikal grupların isimlerinden insanlar ürkmektedirler. ’’ El-Kaide, Hamas, Hizbullah, El-Fetih, IŞİD, ÖSO, El-Nusra, Haşdi Şabi, Bedir Tugayları, Haşdi Vatani, İslam Cephesi (Harekât Ahrar eş-Şam, Sukur eş-Şam, Ensar eş-Şam…), vb.  

Nahl Suresi 90. Ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:’’Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor:’’ Yüce Allah’ın bu ve diğer buyruklarını acaba kaç Müslüman hatırlamaktadır? Bu güzel ve özel öğütleri biz Türkler ve Araplar başka başka mı anlamaktayız? Ya da bu ve diğer ayetler Arapça’da başka anlama mı gelmektedir? Savaş, kan, gözyaşı, azgınlık, hayâsızlık, adaletsizlik, fakirlik, kalleşlik, iftira, Yönetenlerin Hıristiyan ülkelerle dost geçinerek lüks ve şatafat içinde yaşamak, daha neler neler… İşte Arap âleminin geldiği nokta. Sonuçta milyonlarca Müslüman kanı bir damla petrol, bir metre küp gaz için feda edilmektedir. Hanefiler, Malikiler, Şafiler, Hanbelîler, Şiiler, Hariciler, Mu’teziler, Maturidiler, Eş’ariler, Tarikat ve Cemaat mensupları Allah’ın doğruları yolunda yaşamak için bir araya gelebilir misiniz?

G.Washington Üniversitesinde yapılan çalışmanın niteliksel sonuçlarını kısaca özetlemek gerekirse: 1. KUR’ANI KERİM öğretileri batı kültüründe daha doğru uygulanmaktadır. 2. Müslüman ülkelerin çoğu İslam’a uygun hareket etmemektedirler. 3. Petrol yatakları bakımından Avrupa’nın zengin kaynaklarına sahip Norveç’te (yaklaşık bir milyar ton rezerv) petrol zengini kişi ya da aile bulunmamaktadır. Zira petrol gelirleri devlet tarafından yönetilerek halkın refahı için değerlendirilmektedir. Petrol zengini Müslüman ülkelerde petrol gelirlerinin tamamı Kraliyet Ailesine ya da Monarşi yönetimlerine aittir. Bu tarz bir çalışmayı aynı kıstasları alarak Müslüman bilim adamları yapsa acaba aynı sonuçlar elde edilebilir mi?

Netice itibariyle bu meselenin aslı, ABD ve İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’ya ve Arap Yarımadasına sahip olmak ve enerji kaynaklarını ele geçirmenin yanı sıra, genişletilmiş bir İsrail de onların en büyük arzusudur. Hazır kıta bekleyen Rusya ve Çin’e sömürü alanı bırakmamak için Türkiye dâhil bütün Ortadoğu ve Arap Yarımadası ve Müslüman ülkeleri karıştırmak ve birbirlerine düşürmek için ellerinden gelen her türlü desisenin peşindedirler. Ayrıca bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye, Batı'nın Doğu'ya açılımında güçlü bir engel olarak durmaktadır. Türkiye’nin bu gücünü kırmak için hem içerden hem de dışarıdan her türlü mânianın önüne konulması gerekmektedir. Sahnelenen oyun budur.

Son günlerde ülkemizin gündemini meşgul eden dört konuya çok kısa değinmek istiyorum: 1. Türk Devleti’nin sınırları içinde ileride resmi dil olarak Kürtçe ve Arapça kullanılmayacağına göre; Tek Millet, Tek Dil, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet daha milli ve daha birleştirici olmaz mı? Malzeme arayan siyasiler sürekli eleştiri yapıyorlar ve diyorlar ki, bu 4 parmak Mursi’nin Rabiası mı? Yoksa Hz. Ali’yi şehit eden Muaviye’nin 4. Halife olduğunun işareti midir? 2. Adalet yürüyüşü Türkiye’nin içinde bulunduğu şu kaotik ortamda uygun mudur? Diğer taraftan CHP’nin adalet anlayışı CHP’nin Adalet eski Bakanının şu sözlerinde yıllarca önce yerini bulmuştur: ’’…1995 İstanbul Kongresi'nde? Ben CHP'lileri işe almayacağım da MHP'lileri mi alacağım? Demiştim.’’ (o dönem 2000 civarında hâkim ve savcı alındığını gazeteler dile getirmişti) Ne demokratik, ne özgürlükçü ve de insan haklarına yakışır bir ADALET anlayışı değil mi? Adaleti önce fikirlerde sonra yürümekle aşınmayan yollarda arasak daha iyi olmaz mı? 3. Sayın Başbakan Fetöcü’lerden Yunanistan’a kaçanları isteyerek diplomatik bir ikazda bulunmuş ve çok doğru bir yaklaşım sergilemiştir. Ne var ki, bu arada da Adalar Denizi’nde (Ege) işgal edilmiş adalar, adacıklar, kayalar, kayacıkları da isteseydi daha da güzel olmaz mıydı? Kırılan gururumuzu kurtarmamız için işgal edilen yerleri mutlak surette geri almalıyız. Kıbrıs’ta sakın ola bir karış yer verilmeye Millet üzülür, Devlet sarsılır. 4. 1992 yılından beri madencilik sektörü zeytin meselesini gündeme taşır ve gereksiz tartışmalar yapılır bir sonuç alınamadan toplantılar dağılırdı. Aradan geçen 25 yıl zarfında değişen bir şey yok. Zeytinlikler yine yok edilmeye çalışılıyor. Birçok zeytin bölgesinde yazlıklar, taştan yapılmış çirkin binalar almış başını gidiyor. Türkiye dünyada 170 milyon zeytin ağacı ile (27 milyonu meyve vermeyen ağaç) 2. sırada, 397 000 ton sofralık zeytin üretimiyle 3. sırada, 143.000 ton zeytinyağı üretimiyle 5. sırada yer almaktadır. 
Zeytincilik sektörünün ihracatı 171.100.000 dolardır.

Tanrı’nın bile kutsal saydığı zeytin ağacını İslamiyet’e inanmış maddeyi sadece şekil olarak gören Müslümanlar; Kur’an-ı Kerim’de zeytin ve ağacından bahseden 7 ayet olduğunu biliyor musunuz? En’am 99 ve 141, Nahl 11, Mü’minûn 20, Nur 35, Abese 29, Tin 1 Ayetlerini okumak insafınızı dile getirebilir mi? Bilemem.Nur Suresi’nin 35.Ayeti’nin meali aynen şöyledir: ’’Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur. O’ nun nûru, şöyle bir misalle anlatılabilir: İçinde lamba bulunan bir fanus; lamba kristal bir cam içinde; kristal de sanki inciden bir yıldız. Lamba, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından yakılıyor; öyle ki, yağı daha ateş değmeden hemen kendiliğinden ışık veriverecek. Nur, yine nur. Allah, kimi dilerse onu nûruna iletir. Allah, (gerçeği anlamaları için) insanlara böyle misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.)’’

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2017/06/30/8670/islam-dunyasi-ve-katar-meselesi

***

13 Haziran 2017 Salı

ORTADOĞU LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT HİZBULLAH BÖLÜM 2




 ORTADOĞU LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT HİZBULLAH BÖLÜM 2 



 (HAMZEH, 1993)


Hasan Nasrallah`ın 1992 yılında genel sekreter olmasının ardından aynı yıl içinde yapılacak parlamento seçimlerine Hizbullah olarak gireceklerini ilan etmesiyle birlikte Hizbullah siyasi bir parti sıfatını da kazanmış, böylelikle Lübnan siyasi hayatına sadece askeri olarak değil aynı zamanda politik olarak da müdahale fırsatını elde etmiştir. Hizbullah katılmış olduğu ilk seçim olan 1992 seçimlerinde 128 koltuktan 8 ini kazanmış olup, Lübnan`daki son seçim olan 2009 seçimlerinde Hizbullah`ın meclisteki adıyla Direniş`e Sadakat Bloğu 12 koltuk kazanıp 2 bakanlığı elinde tutmayı başarmıştır. (beyrut.be.mfa)
Hizbullah askeri gücünün vermiş olduğu avantajı da kullanarak Lübnan siyasetinde her daim etkili olmayı başarabilmiştir. Parlamento ve hükümette her daim Hizbullah faktörü göz önünde bulundurulmuştur çünkü Hizbullah örgüt ve temsil ettiği insanların aleyhine oluşabilecek tüm durumlara müdahale etmektedir. Bu müdahalelerde genellikle başarıya da ulaşmaktadır. Batı destekli Saad Hariri hükümetinin Hizbullah`ın müdahalesiyle düşürülmesi bunun en güzel kanıtıdır.
Örgüt siyasi faaliyetlerini anlatmak, tabanını genişletmek ve ona olan desteği arttırmak, kısacası örgütün propagandasını yapmak için yazılı ve görsel birçok alanı kullanmaktadır. Sosyal medya konusu propaganda için özellikle önemlidir. Örgütün propagandasını yapmak amacıyla kullandığı başlıca basın yayın organları şunlardır:
El-Manar; örgütün televizyon kanalıdır. Hizbullah liderleri ve ulemalar kanalda siyasi, sosyal ve askeri konularda görüşlerini belirtmekte ve Hizbullah politikalarını açıklamakta, dini, tasavvufi ve felsefi sohbetler yapılmaktadır.
Radyo Nur; örgütün radyo kanalı olup savaş durumlarında halkı birlik olmaya davet edip genellikle Hizbullah marşları çalarak mücahitlere moral verme amacındadır.
Lahit ve El Mukaweme Gazeteleri; Örgütün gazete organları olup örgütün siyasi ve askeri propagandasını yapmakla birlikte savaşçılardan ve şehit olan mücahitlerin fotoğrafları ve öykülerine yer vermektedir. (ERDİN, 2010)


SOSYAL YAPILANMA

Hizbullah`ın Lübnan içerisindeki gücü ve popülaritesi araştırıldığında rahatlıkla görülebilir ki; örgütün oluşturmuş olduğu sosyal hizmetler ağı örgütün ülke içerisinde bulduğu desteklerin en önemli nedenlerinden biridir. Hizbullah oluşturmuş olduğu eğitim, sağlık ve sosyal dayanışma kurumlarıyla birlikte bütün bir halka hizmet etmektedir. Eğitim ihtiyaçlarını karşılayamayan çocuklara kendi kurduğu okullarda eğitim vermektedir ki birçok araştırmacıya göre Hizbullah`ın eğitim kurumları Lübnan`ın resmi eğitim kurumlarından çok daha yüksek kaliteye sahip bir eğitim vermektedir. Bunun yanı sıra vakıf hastaneleri şeklinde hastaneler kurmuş olup, sağlık ihtiyaçlarını karşılayamayan yoksul kesime bu kurumlarda hizmet vermekte veya savaş bölgelerine sağlık hizmeti götürmektedir. Savaşta veya saldırılarda yıkılmış evleri tamir eden veya evini kaybedenler ve evsizler için yeniden ev yapan inşaat kurumları da faaliyet göstermektedir. Babasını savaş v.b. durumlar dolayısıyla kaybetmiş yetimlere veya dullara sosyal yardımlaşma aracılığıyla maddi ve manevi yardımlarda bulunmaktadır. Kendi hakimiyeti altındaki bölgelerde halkın yiyecek ve su ihtiyacından sağlık ve sosyal ihtiyaçlarına kadar her alanda faaliyet gösterip yapmış olduğu faaliyetleri karşısında hiçbir ücret talep etmemektedir. Böylece Hizbullah halkın desteğini kısa bir sürede kazanmış ve zaman içerisinde örgüt ve siyasi parti konumunun da üstüne çıkarak tabiri caizse Lübnan`ın bazı bölgelerinde devletleşmiştir. (QASSAM, 2007)
Hizbullah`ın Lübnan içerisinde faaliyet yürüten bazı kurumları şunlardır; İnşaat Cihadı Kurumu, İslami Uyanış Kurumu, Karzı Hasene Cemiyeti, İslami Hayır Cemiyeti, Şehit Kurumu, İslami Eğitim Kurumu, İslami Direnişi Destekleme Kurumu. (ÇELİK, 2006)



ASKERİ YAPILANMA

Hizbullah kuruluş sürecinde Lübnan İç Savaşı`nı ve İsrail işgalini yaşamış bir örgüt olarak askeri gücün hayati öneminin farkındadır. Bu bağlamda kuruluşunu ilan ettiği yıldan itibaren büyük bir askeri güç ve vurucu etki yaratmak Hizbullah`ın temel amaçlarından biri olmuştur, zira Hizbullah, her an Lübnan`ı yeniden işgal potansiyeline sahip bir düşmanın, İsrail`in sınır komşusudur. Bu nedenle Hizbullah yıllar içerisinde İsrail`e karşı direniş gösterebilmek, bu yolla cihad faaliyetlerini arttırabilmek ve bölgede askeri güç olarak dikkate alınan bir unsur olabilmek amacıyla düzenli bir strateji izlemiş ve İsrail ordusuna karşı sahip olabileceği bütün avantajları kullanmak istemiştir. Böylece Hizbullah, dünya üzerinde devrim ve cihad amaçlarını güden ve düzenli büyük bir orduya karşı savaşan her hareket gibi gerilla savaşı stratejisini benimsemiş ve bünyesinde Lübnan Direniş Tugaylarını organize etmiştir. Çünkü İsrail ordusuna karşı mücadele sürdüren Hizbullah`ın İsrail ordusu gibi uçak, gemi v.b. konvansiyonel silahları yoktur ve İsrail ordusuna karşı açık alanda yapılacak bir mücadelede her hangi bir direniş sergileyemez. 

İsrail gibi dünyanın en güçlü 4. Ordusu olarak gösterilen bir güce karşı izlenebilecek en etkili strateji gerilla savaşıdır.  Çünkü İsrail ordusu gibi büyük konvansiyonel ordular, tıpkı kendisi gibi konvansiyonel ordulara karşı savaşmak üzere eğitilmişlerdir. Hali hazırdaki teknolojik, lojistik ve sayısal üstünlüğü kırmak ve İsrail`e karşı bir direniş gösterebilmek ancak gerilla savaşı stratejisi ile mümkünüdür. Çünkü geçmişte birçok deneyimin kanıtladığı gibi düzenli ordu birlikleri tüm üstünlüklerine rağmen gerilla stratejisi izleyen birliklere karşı kesin bir zafer kazanamazlar. Hizbullah bu durumu İsrail karşısında avantaja çevirerek İsrail`e karşı birçok kez başarı elde etmeyi bilmiştir. 

Gerilla savaşı stratejisinde militan sayısı ve mühimmattan daha önemli bir konu vardır ki; o da halk ile olan ilişkilerdir. Hizbullah halk ile olan ilişkilerine son derece önem göstermiş, bunun için de El Manar ve Radyo Nur gibi yapıları kullanarak en önemi silah olan propaganda olgusunu halk üzerinde son derece iyi işlemiştir. Bunların yanı sıra cihad anlayışına sahip olan Hizbullah, ideolojik olarak son derece disiplinli bir eğitim vermekte ve militanlarının cihad anlayışıyla birlikte kendilerini koşulsuz olarak Hizbullah`a adamalarını sağlayabilmektedir. Ayrıca İslami devrimci bir yapıya sahip olduğunu tüm dünyaya kanıtlamak adına bayrağının üzerine dünyadaki tüm devrimci hareketlerle özdeşleyen silahı AK-47`yi yerleştirmiştir. (npr.org)

Böylece Hizbullah İsrail ordusuna karşı son derece etkili bir gerilla gücü oluşturmayı başarmıştır. Halkın desteği sayesinde gücünü her geçen gün daha da arttıran Hizbullah, dikenleri teller ve askeri üslere sıkışmış durumda olan İsrail ordusunun aksine hareket halinde kalarak, İsrail ordusuna etkili saldırılar organize edebilmektedir. Ayrıca oluşturmuş olduğu istihbarat ağı Hizbullah saldırılarının etkisini arttırmaktadır. 

Hizbullah`ı gerilla savaşını uygulayan diğer örgütlerden ayıran nokta ise kurulduğu günden bugüne mühimmat konusunda İran`ın Hizbullah`a sağlamış olduğu destektir. Hizbullah diğer örgütler gibi piyade tüfeği, mayın, uçaksavar v.b. mühimmatlara ihtiyaç duymamaktadır. Resmi olarak kabul edilmese bile herkesin bildiği üzere İran Hizbullah`a her türlü mühimmat desteğini vermektedir. Böylece Hizbullah İsrail`e karşı direnişte önemli bir avantaj elde etmektedir. Zira Hizbullah`ın İran yardımıyla sahip olduğu füze kapasitesi belki de hiçbir örgütte mevcut değildir. Askeri birliklerin sürekli hareket halinde olması sayesinde Hizbullah, İsrail ordusu militanların yerini saptayamadan İsrail`e füze fırlatıp o bölgeden uzaklaşabilmektedir. İsrail`e karşı direnişin ilk yıllarında Sovyet menşeili Katyuşha füzeleri kullanan Hizbullah, ilk başlarda İsrail tarafından büyük bir tehdit olarak görülmese de yıllar içerisinde füze menzilini ve çeşidini arttırarak İsrail güvenlik sistemi açısından büyük bir sorun haline gelmiştir. Çünkü bugün Hizbullah, İran menşeili Fecr-3, Fecr-5 ve Zilzal füzeleri ile Tel Aviv`i dahi vurabilecek füze kapasitesine sahiptir. (ÇELİK, 2006) Hizbullah`ın elinde bulunan füzelerin menzilleri şu şekildedir: (bbc)
               
Sonuç olarak .,

İran`ın maddi ve mühimmat desteği ile İsrail`e karşı birlikte gerilla stratejisini son derece etkili bir biçimde kullanan Hizbullah, bazı araştırmacılara göre bugün dünya üzerinde en güçlü gerilla yapısına sahip örgüttür ve İsrail`e karşı açık bir tehdittir. Hizbullah`ın İsrail`e karşı yürütmüş olduğu bu stratejinin başarısını 2006 yılında İsrail ile Hizbullah arasında gerçekleşen savaşta ortaya çıkan İsrail zayiatı kanıtlamaya yetmektedir. 33 gün süren savaş boyunca İsrail, 120’den fazla Merkava tankı, 5 helikopter, 3 savaş gemisi, 2 casus uçağı ve yüzlerce asker kaybetmiştir. (ÇELİK, 2006)


İRAN, SURİYE, HİZBULLAH İLİŞKİSİ

Hizbullah, kurulduğu günden itibaren Lübnan`ı İsrail saldırılarına karşı korumak, Şii nüfusun haklarını korumak ve bu hakları geliştirmek ve sonunda bu yolla herkes için eşitlik ilkesinin ve adaletin hakim olacağına inandığı İslam Devleti `ni kurmak amacında olduğunu dünya kamuoyuna açıklamıştır. Hizbullah gibi İsrail`e karşı savaş yürütmekte olan bir örgütün sadece Lübnan halkından destek alarak başarıya ulaşması neredeyse imkansızdır. Bu nedenle Hizbullah bölgede ittifak içerisinde bulunabileceği örgüt ve devletler ile kurmuş olduğu ilişkiler ağına özen göstermiş ve Sünni olmasına rağmen HAMAS ile Irak`taki Şii popülasyon ve liderleri ile, ama özellikle de İran ve Suriye ile derin ilişkiler ağı oluşturmuştur. İran`ın, kuruluşundan günümüze Hizbullah`a vermiş oldu maddi ve manevi destek zaten hali hazırda bilinmekte olup, Suriye yönetimiyle ilişkilerin Hizbullah açısından ne kadar önemli olduğu, Hizbullah`ın Beşar Esad saflarında Suriye iç savaşına müdahil olmasıyla bir kez daha kanıtlanmıştır. Bu bağlamda Hizbullah`ın bölgedeki aktörler ile arasındaki ilişkiler açısından hayatı önem taşıyan iki ilişki, Hizbullah-İran ve Hizbullah-Suriye ilişkileridir.
İran Devrim Muhafızları`nın ve Ayetullah Humeyni`nin desteğiyle kurulan Hizbullah, kabul etmektedir ki Hizbullah`ın yapı taşları İran İslam Devrimi`nden geçer. Zira İran İslam Devrimi bütün bir coğrafyada deprem etkisi yaratmış ve özellikle bölgedeki Şii Müslümanlar için ittifak içinde olacağı bir umut kaynağı olmuştur.  

İran İslam Devrimin lideri Ayetullah Humeyni de devrimin ardından İran İslam Cumhuriyeti`ni tüm dünya Müslümanlarının koruyucusu olarak görmüş ve bu nedenle devrimin özellikle de bölge ülkelerine ihracını önemli bir stratejik adım olarak belirlemiştir. Hali hazırda bölgede yüksek Şii popülasyonuna sahip olan ve sıkça İsrail işgaline maruz kalan Lübnan, devrimin ihracı için ilk ve en önemli ülke haline gelmiştir. (GÖRÇÜN, 2000) Böylece Devrim Muhafızları Hizbullah`ın belkemiğini oluşturmuş ve Hizbullah Lübnan`da giderek güçlenmiştir. 1985`ten bugüne kadar İran, hem Ayetullah Humeyni hem de Ayetullah Hamaney dönemi boyunca Hizbullah`a maddi ve manevi desteği hiçbir zaman kesmemiştir. Çünkü özellikle Saddam rejiminin devrilmesinin ardından İran için tarihi bir fırsat ortaya çıkmış ve bölgesel güç olma imkanı doğmuştur. Bu nedenle İran bölgede özellikle Şii popülasyonun yoğun olduğu bölgelerde hakimiyetini pekiştirmek ve Türkiye gibi bölgesel güç olma potansiyelini barındıran ülkelerle girmiş olduğu stratejik yarışta bir adım öne geçmek amacıyla özellikle Hizbullah ve Suriye`ye maddi ve manevi desteklerini asla esirgememiştir. Ayrıca bölgedeki Arap ülkeleri ile İsrail arasında yaklaşık yetmiş yıldır süregelen sıkıntılar ve Filistin konusu, İran`ın bölgede kendisine olan desteği arttırması için bir avantaj doğurmuş ve Hizbullah`a olan desteği perçinlemiştir. Hizbullah da imamlık öğretisi gereğince yolu takip edilecek olan yaşayan imam olarak öncelikle Ayetullah Humeyni, ardından da Ayetullah Hamaney`i izlemiştir. Zira askeri ve politik ittifakın yanı sıra Lübnan Şiileri ile İran arasında güçlü bir manevi bağ da vardır. Lübnan Şiilerinin medrese eğitimi aldıkları yerin İran`daki Kum kenti olması belki de bunun en güzel kanıtıdır. (AKYOL, 2000)

Suriye ve Hizbullah arasındaki ilişki, İran-Hizbullah ilişkisinden daha farklı bir zemin üzerine oturtulmuş ve bu bağlamda ilerleme kaydedilmiştir. Hizbullah`ın ortaya çıkış sürecinin en başından itibaren İran ile olan maddi ve manevi ilişkililerinin aksine Suriye ve Hizbullah arasındaki ilişki, daha stratejik bir temel üzerine oturtulmuş ve İran ile ilişkilerin aksine Hizbullah`ın ortaya çıkışından çok daha sonra gelişmiştir. 

Hizbullah`ın Şubat 1985`te ortaya çıkışıyla birlikte ilan ettikleri örgütün genel amaçları arasında bulunan İslam Devleti ibaresi doğrudan doğruya laik Suriye yönetimi açısından problem yaratacak bir ibaredir. Hizbullah`ın ilk ortaya çıktığı yıllarda Suriye hükümeti Hizbullah ile değil Emel örgütü ile diyalog ve ittifak içerisinde olup iç savaşla birlikte 1976 yılında Suriye Lübnan`a asker çıkarmıştır. Fakat daha sonra Suriye hem Lübnan resmi hükümeti hem de Hizbullah ile birlikte denge ilişkisi kurmaya başlamıştır. Böylece uzun yıllar boyunca Lübnan siyasetinde ve bürokrasisinde egemen bir güç olarak varlığını sürdüren Suriye, Lübnan`daki askerlerini ancak Mayıs 2005 yılında çekmiştir. (ntv.com.tr)
Körfez savaşının ve Sovyetler Birliği`nin yıkılmasının ardından Suriye politikalarında gerçekleşen bir takım değişiklikler sonucunda İran`ın da etkisiyle birlikte Suriye Hizbullah ilişkileri değişime uğramıştır. Aynı süreç içerisinde Suriye`nin İran ile olan ilişkilerinde ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu süreç içerisinde İran, bölgede yalnızlıktan kurtulmak ve Saddam rejimi yıkılmamış olsa bile sarsılmış olmasıyla birlikte bölgesel güç olmak istemiştir. Artık Sovyetler Birliği`nin yıkılmasıyla birlikte A.B.D. `nin bölgede etkisinin artmasına karşın A.B.D. ve İsrail`e karşı elini güçlendirmek isteyen Suriye de İran ile ilişkilerini güçlendirme yolunu seçmiştir. Böylece bölgede İran-Suriye-Hizbullah ekseni ortaya çıkmıştır.  Giderek artan ilişkiler 2006 yılındaki Hizbullah-İsrail savaşıyla birlikte zirveye çıkmış ve Suriye, Hizbullah`a mühimmat sağlamakla suçlanmıştır. (ALTUNIŞIK, 2007)

Suriye ile olan ilişkiler, Hizbullah ve İran açısından hayati öneme sahiptir. Çünkü İran`ın Hizbullah`a yapmış olduğu maddi yardımlar açısından Suriye, İran ve Hizbullah arasında köprü görevi görmektedir. İsrail nedeniyle Akdeniz üzerinden Hizbullah`a maddi desteğini iletmesi neredeyse imkansız olan İran için Suriye toprakları köprü görevi görmektedir.  

Suriye-İran ve Hizbullah arasındaki ilişki Suriye iç savaşının başlamasının ardından daha da netleşmiştir. İç savaşın ilk zamanlarında Suriye`de herhangi bir askeri unsurunun bulunmadığını dile getiren Hizbullah, iç savaşın derinleşmesi ile birlikte İran Devrim Muhafızlarının ardından Hizbullah`ın da Suriye`ye girdiğini ilan etmiş ve Esad rejimini sonuna kadar savunacaklarını belirtmiştir. Zira Hizbullah`a göre Suriye`deki rejimin düşmesi , İran ile olan bağının kesilmesi ve Suriye`de kurulacak olası bir Sünni yönetimin baskısıyla karşı karşıya kalması anlamına gelmektedir. Bu nedenle Esad rejimine yardım amacıyla Suriye`ye militan göndermektedir. Böylece Suriye iç savaşında İran-Suriye-Hizbullah Şii bloğu oluşmuştur. Hizbullah`ın Suriye iç savaşında vermiş olduğu hizmetleri şu şekilde sıralayabiliriz; rejimin yanında savaşacak birlikler göndermek, Şii bölgeleri için askeri koruma oluşturmak, Suriyeli Şiileri eğitip silahlandırmak ve rejim yanlısı gruplardan savaşçı birimler oluşturmak. (Hizbullah`ın Suriye`deki Askeri Operasyonları ve Olası Yansımaları)

Tüm bunlarla birlikte Suriye İç Savaşı`na Hizbullah`ın müdahil olması 2006 yılındaki savaşın ardından dostluk kurduğu bazı Sünni kesimlerle arasını açmıştır. Bunun en bariz örneği son dönemlerde kötüleşen Hizbullah Hamas ilişkisidir. Arap dünyasının büyük bir kesiminin zalim olarak gördüğü Esad rejimine ve bu rejimin yaptıklarına karşın Hizbullah`ın alenen Esad`ın yanında savaşa müdahil olması 2006 yılında bölgede zirveye ulaşan prestijini yok etmiş ve Arap dünyasında görmüş olduğu destek önemli ölçüde azalmıştır. Özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar`ın liderliğini yapmış olduğu Sünni blok böylece Hizbullah`a karşı açıkça cephe almıştır. Özellikle Katar ile Hamas arasındaki ilişkiyi anlamak, Hamas ile Hizbullah arasındaki ilişkiyi anlamamız açısından önemlidir. 

SONUÇ

İran İslam Devrimi`nin bütün bir Ortadoğu bölgesini sarstığı yıllarda iç savaşın pençesindeki Lübnan`da Lübnan Şiilerinin haklarını korumak, İsrail`e karşı savaş verip İsrail`i Lübnan topraklarından çıkarmak ve herkes için adaletli olacağına inandıkları İslam Devleti`ni kurmak amacıyla resmi olarak 1985 tarihinde ilk radikal Şii örgüt olarak kuruluşunu ilan eden Hizbullah, aradan geçen yıllar içerisinde belki de hiç kimsenin beklemediği ölçüde geniş halk kitlelerine ulaşmış ve Ortadoğu`da büyük bir aktör haline gelmiştir. Bu süreç içerisinde her daim İran`ın maddi ve manevi desteğini yanına alan Hizbullah izlemiş olduğu uzun soluklu stratejilerle birlikte bugün birçok araştırmacı tarafından dünyadaki en sistemli ve güçlü gerilla birliği olarak adlandırılacak güce ulaşmış ve İsrail`in yenilmezliğini kırarak Lübnan topraklarını terk etmesini sağlamış, özellikle 2006 yılında 33 gün süren savaşın ardından Şii Arap ülkelerinde, hatta bazı Sünni Arap halkları arasında kahraman ve kurtarıcı olarak görülmüş, başta HAMAS olmak üzere birçok cihad örgütüne umut vermiştir. Askeri başarılarının yanı sıra 1992`de Hasan Nasrallah`ın genel sekreter olmasının ardından ilk seçimlere katılmış ve Lübnan siyasetinde önemli bir güç olarak yer almaya başlamıştır. 1992`den bugüne, parlamentoda giderek gücünü arttırmayı başarmış olan Hizbullah, bugün Lübnan siyasetinin en önemli aktörlerindendir. Siyasi başarısının yanı sıra örgütün sahip olduğu sosyal hizmetler profili ile örgüte olan sempati ve destek artmış, zamanla sadece Lübnan Şiilerinin desteklediği bir örgüt olmaktan çıkarak, İsrail ve A.B.D.`nin terörist örgüt iddialarına ve Hizbullah`ın Lübnan`ı maceraya sürüklediği görüşünü benimseyen bazı Lübnanlılara karşın Lübnan`ın genel kamuoyu tarafından İsrail`e karşı savaş veren ve Lübnan Devleti`nin veremediği hizmeti Lübnan halkına veren, kahraman olarak görülen bir örgüt haline gelmiştir. Özellikle İran`ın vermiş olduğu destekle bu mücadeleyi yürütebilen Hizbullah`ın savaş ortamında yapmış olduğu etkili propaganda bu süreçte Lübnan halkının gözünde kahraman olmasında etkili olmuştur.

İran ve Suriye ile olan güçlü bağlarıyla birlikte her geçen gün gücünü arttıran Hizbullah bölgedeki en önemli aktörlerden biri olmuş ve 22 farklı mezhebin bulunduğu, Ortadoğu`nun laboratuvarı olarak adlandırılan Lübnan`da tabiri caizse devletleşmiştir. Öyle ki, bugün Hizbullah`ın aktörü olmadığı veya kararlarının dikkate alınmadığı bir Ortadoğu senaryosu düşünülemez hale gelmiştir. Hizbullah, Suriye iç savaşına müdahil olarak bu realitenin gerçekliğini bir kez daha kanıtlamıştır. 

Özetle İran`ın bölgesel güç olmak için Ortadoğu`da büyük bir mücadele verdiği, Suriye`nin iç savaşla birlikte örgütlerin güçlerini kanıtladıkları bir alana dönüştüğü bu denklemde, özellikle Lübnan Şiilerinin tam desteğini alan ve Şii Arap Dünyası`nda İsrail`e karşı verdiği mücadele ile kahramana dönüşen, Suriye İç Savaşı ile birlikte Hamas gibi müttefiki olduğu bazı Sünni oluşumlarla arasının açılmasına ve Sünni Arap dünyasının ona karşı cephe almasına karşın Hizbullah`ın etkisini sürdürmesi ve bizim Hizbullah adını uzun bir süre daha duymamız muhtemeldir. 

KAYNAKÇA

http://www.mfa.gov.tr/lubnan-siyasi-gorunumu.tr.mfa adresinden alınmıştır
mfa: http://www.mfa.gov.tr/lubnan-siyasi-gorunumu.tr.mfa adresinden alınmıştır
 http://beyrut.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=121399 adresinden alınmıştır
beyrut.be.mfa: http://beyrut.be.mfa.gov.tr/ShowInfoNotes.aspx?ID=121399 adresinden alınmıştır
npr: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=130493013 adresinden alınmıştır
 npr.org: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=130493013 adresinden alınmıştır
http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2006/08/060802_hizbullah_arsenal.shtml adresinden alınmıştır
 ntv.com.tr: http://arsiv.ntv.com.tr/news/320834.asp adresinden alınmıştır
AKYOL, T. (2000). Hariciler ve Hizbullah. İstanbul: Doğan Kitap.
ALAGHA, J. E. (2007). Silahlı Mücadeleden İktidar Partisine Hizbullah. İstanbul: Doğan Kitap.
ALTUNIŞIK, M. B. (2007). Lübnan Krizi, Nedenleri ve Sonuçları. s. 9.
ATLIOĞLU, Y. (2005, 06 24). www.tasam.org.tr: http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/261/lubnanda_secimler_ve_siyasal_bolunmusluk adresinden alınmıştır
ATLIOĞLU, Y. (2009, Mayıs 24). Ortadoğu`da Seçimler (3): Lübnan Parlamento Seçimleri.
Ayhan, V. (2009). Lübnan Seçimleri ve Etkileri. Orta Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, 7.
BORAN, Y. (2007). Lübnan`daki İran; Hizbullah. İstanbul: Siyah Beyaz Yayınları.
Cüneyt DOĞRUSÖZLÜ, A. Ü. (2011). Lübnan 2011. Ortadoğu Araştırmalar Merkezi.
ÇELİK, H. (2006). Hizbullah, İşgalcilerin Korkusu Ortadoğu`nun Yeni Ordusu. İstanbul: Birey Yayıncılık.
ERDİN, M. (2010). Hizbullah ve Hamas. İstanbul: Kastaş Yayınevi.
FIĞLALI, E. R. (2007). Şiiliğin Ortaya Çıkışı ve İran`da Din-Siyaset İlişkisi. Avrasya Dosyası.
GÖLPINARLI, A. (1997). Türkiye`de Mezhepler ve Tarikatlar. İstanbul: İnkılap Kitabevi.
GÖRÇÜN, Ö. F. (2000). 1979 İran İslam Devrimi Sonrası Türkiye-İran İlişkileri. İstanbul: Beta Yayınları.
GÜNGÖRMÜŞ, G. Ortadoğu Merkezli Radikal Örgütler ve Türkiye`ye Etkileri. s. 4.
HAMZEH, A. N. (1993). Lebanon's Hizbullah: from Islamic Revolution to Parliamentary Accommodation. Third World Qarterly.
Hizbullah`ın Suriye`deki Askeri Operasyonları ve Olası Yansımaları. (tarih yok). Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, 22.
IŞITAN, R. (2008). Terörizm, İslamcılık ve Hizbullah. Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyay Bilimler Enstitüsü.
KAYA, T. (2013, Aralık 3). Lübnan`ın Mezhepsel Yapısı ve Ortadoğu Politikalarına Etkileri. Akademik Perspektif.
Maide Suresi . 
MANNES, A. (2004). Profiles in the Terror: The Guide to Middle East Terrorist Organizations. Oxford, s. 150.
Ortadoğu Analiz. (2009). Orta Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi.
ÖZTÜRK, A. (2014). Ortadoğu`nun Örgüt Haritası; Hizbullah. Süreç Analiz, 20.
Peraino, K. (2006, Ekim 2). Winning Hearts and Minds : The new war in Lebanon is a propaganda battle-and Hizbullah is coming out on top. some tips from a master. Newsweek. adresinden alınmıştır
QASSAM, N. (2007). Hizbullah, Bir Hareketin Anlatılmamış Öyküsü. Karma Kitaplar.
Susan G. MAHAN, P. L. (2003). Terrorism in Perspective. s. 222.
(1994). Yeni Rehber Ansiklopedisi. 270.


https://deu.academia.edu/ahmetc%C3%BCl%C3%BCk

***