MISIR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MISIR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2017 Perşembe

DEVRİMDEN SONRAKİ MISIR BÖLÜM 1


   DEVRİMDEN SONRAKİ MISIR  BÖLÜM 1



Devrimden Darbeye:  Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi 



Gösterilerin en yoğun yaşandığı 30 Haziran günü bazı haber kaynakları Mısır’da insanlık tarihinin en geniş katılımlı siyasi protesto hareketinin gerçekleştiğini belirttiler. 


Nebi MİŞ & İsmail Numan TELCİ 

* Bu yazının bir bölümü 6 Temmuz 2013’te Star Gazetesi’nin Açık Görüş ekinde “Devrime Darbe: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi” başlığı ile yayınlanmıştır. 

  Türkiye, Katar ve Libya gibi bölge ülkeleri Mısır’daki Müslüman Kardeşler yönetimine destek olmaya çalışsa da bu durum yeterli olmamış, 
son yaşananlarla birlikte ülkede yürütülen ve büyük kısmı vekaleten sürdürülen mücadelede, eski rejim gücünü tekrar konsolide 
etmeyi başarmıştır. 

Tarihteki önemli devrimlerin sonrasında yaşanan süreçlerin bize öğrettiği en önemli unsurlar devrim mücadelesinin girift, çetin ve sarsıntılı geçtiğidir. 
Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlayan devrimin geçirdiği süreç tam da böyle bir duruma işaret etmektedir. Toplumsal baskıdan, ekonomik 
çıkmazlardan, sosyal adaletsizliklerden usanan Mısır halkı 30 yıllık Hüsnü Mübarek rejimine karşı ayaklanarak toplumsal dönüşüm 
hareketlerinin en yeni örneklerinden birisinin öznesi olmuştur. Devrim sırasında yer alan aktörler sosyalist gruplardan gençlik hareketlerine, 

İslami topluluklarından sıradan halk kitlelerine kadar toplumun her kademesinden gelen kişilerden oluşmuştur. Devrimin ardından gelen ilk 
süreçte Yüksek Askeri Konsey, yönetimi ele almış, devrimci gençlerin ve diğer grupların uzun mücadelelerinin ardından, Haziran 2012’de 
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini gerçekleştirerek ülkenin ilk demokratik seçimle işbaşına gelen başkanı seçilmiştir. Bu noktaya kadar bile devrimci 
güçler kendi aralarında rol kapma yarışları yaşamış, diğer taraftan da eski rejimin aktörleri ile devrimi başarıya ulaştırma uğruna mücadelelerini 
sürdürmüşlerdir. 

Muhammed Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından ülkede yıllarca ezilen, dışlanan ve marjinalleştirilen İslami kesimler siyaset sahnesinde 
kendilerine yer bulmuşlar, sosyal anlamda da Mısır’da bir aktör olarak kabul edilme şansını yakalamışlardır. Müslüman Kardeşler yönetimi 
iki noktada hem eski rejim aktörlerini, hem de uluslararası ve bölgesel aktörleri rahatsız etmiştir. 

Birincisi, eski rejimin bürokrasi, yargı, medya ve iş dünyası başta olmak üzere birçok alana nüfuz eden aktörleri, İslami siyasetin iktidar olması ile 
Mübarek dönemi boyunca ele geçirdikleri tüm ayrıcalıkların “ellerinden kayıp gidecek” olmasından korkarak İhvan yönetimini 
kabullenmediler. İkinci olarak, Amerika ve İsrail başta olmak üzere Batılı aktörler bölgede sorunsuz yürüttükleri siyasetin en önemli unsuru olan 
Mısır’daki Mübarek rejiminin yerine, bundan çok farklı olan ve onların çıkarlarını önemli derecede sarsacak İhvan yönetiminin gelmesinden 
rahatsız oldular. Devrim sürecinin gergin ortamında herhangi bir tepki vermeyerek ilk şoku atlatan Washington ve Tel-Aviv Mursi’nin seçilişinden 
sonraki süreçte, içerideki İhvan karşıtlarını da kullanmak suretiyle rejimden bir şekilde kurtulmanın hesaplarını yaptılar. Bunlara Suudi 
Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi Müslüman Kardeşler’e geleneksel olarak mesafeli Körfez ülkelerinin eklenmesi ve aynı şe-
kilde Mısır’daki iç muhalefete fonlar aktarması, Mursi’ye karşı eski rejimin elinin önemli ölçüde güçlenmesini sağlamış ve İhvan’ı olası bir istikrarsızlık 
karşısında kırılgan duruma düşürmüştür.1 Her ne kadar Türkiye, Katar ve Libya gibi bölge ülkeleri Mısır’daki Müslüman Kardeşler 
yönetimine destek olmaya çalışsa2 da bu durum yeterli olmamış, son yaşananlarla birlikte ülkede yürütülen ve büyük kısmı vekaleten sürdürülen 
mücadelede, eski rejim gücünü tekrar konsolide etmeyi başarmıştır. 

Temerrud Hareketi ve 30 Haziran Gösterileri, 

Muhalif gruplar, başta ekonomik kötü gidişten, ülkedeki sağlık, temizlik ve trafik gibi sorunların çözülememesinden ve elektrik, su, doğalgaz 
gibi kaynakların temini konusundaki sıkıntıların aşılamamasından Muhammed Mursi yönetimini sorumlu tutmaktaydılar. Muhaliflere göre, Muhammed 
Mursi ve İhvan yönetimi kendi çıkarlarını ve ajandalarını ülke siyasetine dikte ettirerek ülkenin diğer toplumsal gruplarını dikkate almamıştı.3 

Bunu iddia edenlerin birçoğu Mübarek döneminde rejimle işbirliği yaparak Müslüman Kardeşlerin ve İslami siyasetin yasaklanmasına, 
her türlü baskıya maruz kalmasına ve yeraltına itilmesine destek veren aktörlerdi. Bu aktörler, Mursi yönetiminin vali ve yüksek bürokratların 
atanmasında İhvan kadrolarını tercih etmekle suçlayıp halk nezdinde kadrolaşma paranoyasını yayarak, Mısırlıları Mursi yönetimine karşı 
yönlendirmişlerdir. 

Ayrıca seçim sırasında İhvan yönetimi tarafından verilen “kapsayıcı yönetim” sözünün tutulmadığı iddiaları muhalefetin katı tutumu için yeterli zemini oluşturmuştur. 
Bu hoşnutsuzlukların sonucunda başlatılan ‘temerrud’ (isyan) hareketi, son iki ayda hükümetin istifası için imza kampanyaları düzenlemiştir. 
Haziran ayı ortası itibariyle bu imzaların 15 milyona ulaştığını iddia eden Kefaya, Ulusal Kurtuluş Cephesi ve 6 Nisan Gençlik Hareketi’nin 
başını çektiği muhalif gruplar, cumhurbaşkanını istifaya zorlamak amacıyla Mursi’nin görevine başlayışının yıldönümü olan 30 Haziran 2013’te 
sokaklara inme kararı almıştır. 

Temerrud Hareketi, Muhammed Mursi’den 30 yıllık Mübarek rejiminin yarattığı tüm yıkımı bir yılda tamir etmeyi başaramamakla suçlamışlardır. 
Ancak resme daha geniş bir çerçeveden bakıldığında tüm uzlaşma önerilerini reddeden bir tutum içerisinde olan muhalefetin demokratik 
yöntemlerle iktidara ulaşamayacağını anlayarak, meşruiyetini sandıktan ve halkın tercihinden alan Mursi’yi sokak ve şiddet siyaseti ile devirme 
yolunu denediği, bu süreç boyunca açık bir şe-kilde gözlemlenmiştir. Tam da bu yüzden halkın desteğini hiçbir şekilde alamayacak olan özellikle 
yargı, medya ve güvenlik birimlerini işgal eden eski rejim kalıntıları, Mübarek döneminin zenginleştirdiği işadamları, Batı bağlantılı muhalefet 
grupları ve marjinal devrimci gençlik örgütleri, İslami siyaset karşısında birleşerek kısmi Selefi desteğini alan İhvan yönetimini sonlandırmayı 
hedeflemişlerdir. Buna karşın Müslüman Kardeşler kendi içerisinde kenetlenerek bu atağa göğüs germeye çalışırken, Selefiler ise bölüne
rek, bir kısmı İhvan’ın tarafında yer alırken diğer daha küçük kesim ise Müslüman Kardeşler karşıtı blokta yer almayı tercih etmiştir. Muhalefetin 
demokrasi dışı ve şiddete meyleden yöntemlerine karşı, İslami kesimlerin sağduyulu tavırları ilk etapta ülkedeki olaylarda kan dökülmesinin önüne 
geçmekte büyük rol oynamıştır. “Muhalefetçe kiralanmış baltacıların”4 zaman zaman Mursi destekçisi göstericilere saldırması ile can kayıpları 
yaşanmış ve olaylar planlı bir şekilde şiddet sarmalına sokulmaya çalışılmıştır. 

Bu süreçte değinilmesi gereken bir diğer durum da medyanın rolüdür. Mısır medyası Türkiye’de 28 Şubat sürecinde olduğu gibi bu planlanmış 
darbe sürecinin birincil aktörlerdendi. Bu anlamda Medya kurmaca haber ve belirli bir plan çerçevesinde sürdürülen yorumlarla Mursi yönetimini 
sorunsallaştırmakta önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Ülkede son bir yıldır İhvan karşıtı kanallarda ve yayın organlarında öylesine 
muhalif bir tutum vardı ki mevcut yönetime karşı en küçük pozitif bir analizi görmek mümkün değildi. Örneğin bu süreçte Piramitlerin ve Süveyş 
Kanalı’nın Katar’a satılacağı haberleri haftalarca tüm Mısır medyasında tartışılabilmekteydi.5 

Buna karşın İslami medya kanalları ise adeta var olabilme mücadelesi vererek neredeyse hiç reklam almadan yayınlarını zor şartlarda sürdürmeye çalışmışlardır. 
Nitekim iş dünyasının en zengin aktörleri Mübarek döneminin zenginleştirdiği işadamlarından oluşuyordu ve bu kişiler sadece İhvan karşıtı kanallara reklamlar 
veriyorlardı. Bu aktörler Necip Saviris gibi sahip oldukları medya organları ile de rejimin yıpranması için ellerinden geleni yapmışlardır. Hatta 
darbeye giden son aylarda Saviris birçok Mursi karşıtı grubu maddi olarak desteklemiş, televizyonlarda yayınlanmak üzere darbe yanlısı klipler 
bile çektirmiştir.6 Yine Bessam Yusuf gibi tek ajandası İslamcı siyaseti eleştirmek ve aşağılamak olan figürler de Mısırlıların Mursi karşıtlığına 
kanalize edilmesinde önemli roller oynamıştır. 

Eski rejim döneminde Mübarek’in en ufak bir eleştiriden münezzeh olduğu bir ortam varken, 2012’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından 
geçen bir sene içerisinde Bessam Yusuf Mursi’yi ve İhvan’ı kimi zaman ağza alınmayacak kelimelerle aşağılamış ve binlerce Mısırlı her Cuma akşamı 
bu programa kilitlenmiştir. Bessam Yusuf’u kahkahalarla izleyen kesimler diğer taraftan da İhvan’ın ifade hürriyetini kısıtladığını ve baskı 
rejimi kurduğunu iddia etmişlerdir.7 

Gösterilerin en yoğun yaşandığı 30 Haziran günü bazı haber kaynakları Mısır’da insanlık tarihinin en geniş katılımlı siyasi protesto hareketinin 
gerçekleştiğini belirttiler. Yaklaşık rakamlara göre 20 milyon civarında kişinin Mursi’yi istifaya çağırmak üzere sokaklara indiği belirtildi.8 Bu rakamın 
güvenilirliği tartışmalı olsa da, milyonlarla ifade edilebilecek kalabalıkların Kahire sokaklarına indiği gerçekti. Ancak burada dikkat çekilmesi 
gereken husus, aslında seçim sonuçlarına göre oyların yaklaşık %70’ini alan İslami siyasetin sesinin %30’la ifade edilebilecek muhalefete göre 
çok daha az çıkmasıydı. Nasıl olmuştu da normal şartlar altında taban gücünün desteğiyle daha baskın olması gereken İslami hareket, savunma 
pozisyonunda olan bastırılmış ve köşeye sıkıştırılmış bir durumda kalmıştı. 

Bunda öncelikli olarak Kahire ve İskenderiye gibi büyük şehirlerde kentli nüfusunun demografik ve sosyal yapısının da bir sonucu olarak 
İhvan karşıtı hareketlerin daha fazla olması etkin olmuştur. Nitekim eğitimli, liberal ve diğer kesimlere göre daha varlıklı olan bu kitleler İslami 
hareketin ülke siyasetinde etkin olmasını istememektedirler. 

Nüfusu %10’un üzerinde olan Kıpti hareketin de bu kesime destek vermesi önemli bir etken olmuştur. Bununla birlikte yeni 
nesil genç aktivistler de Mursi karşıtı blokta yer almıştır. Bu kesim sosyal medyayı çok iyi kullanan, hırçın ve sabırsız bir kitleye işaret etmektedir. 
Hüsnü Mübarek’in devrilmesinde büyük rol oynayarak cesaretlenmiş olan bu gençler ülkede her türlü değişimin öncüsü olabileceklerine 
inanarak, her türlü baskıcı ve monolitik siyasal örgütlenmeyi reddetmeleriyle öne çıkmışlardır. Ancak, devrimi gerçekleştiren bu toplumsal 
grupların Mursi’ye karşı mobilize olması eski rejim yanlılarının işini kolaylaştırmıştır. 

Madalyonun öbür yüzünde yer alan İslami harekete mensup kitleler ise özellikle son 30 yıldır eğitim, medya ve iş dünyası gibi sosyal ve siyasal 
güç unsurları olan sektörlerde yer alamamış, özellikle devlet sektöründeki iş alanlarından dışlanmışlar ve bürokraside yükselememişlerdir. 
Dolayısıyla da refah düzeyi diğer kesimlere göre daha sınırlı kalarak sosyal ve siyasal yönden geri bırakılmışlardır. Bu yüzden bu kesimler daha ziyade 
yine İslami hareketin sunduğu sosyal yardımlarla ayakta kalabilmiş, kendi kısıtlı imkanları ile eğitimlerini tamamlayabilmiş ve siyasal aktivizm 
ile tanışma fırsatı bulamamıştır. Unutulmamalıdır ki Müslüman Kardeşler ve Selefi örgütlere mensup kişiler sorgusuz sualsiz hapislere 
atılmış ve kimileri aylarca tutuksuz bir şekilde buralarda kalmışlardır. Bu eşitliksiz durum günümüz Mısır’ında niceliksel olarak daha az olan 
muhalefetin, sayıca çok daha fazla olan iktidar kesimlerinden baskın gelmesi gibi bir durumu ortaya çıkarmıştır. Bu da özellikle konvansiyonel 
ve sosyal medya kanalları üzerinde cereyan eden günümüz siyaset mücadelesinde Mursi karşıtı bloğa önemli bir avantaj sağlamaktadır. Bununla 
birlikte şunu da belirtmek gerekir ki 30 Haziran öncesi süreçte Mursi’yi karalama kampanyasını artırarak İslami siyasete “demokrasi” maskesi 
altında keskin bir biçimde karşı çıkan bu grupların, askeri konseyin siyasete müdahale ederek yönetimi devralmasına alkış tutmaları onların 
siyasal mücadele konusundaki acemiliklerinin ya da kafa karışıklıklarının da bir göstergesidir. 

Askeri Vesayet Rejimine Dönüş9 

30 Haziran’daki protesto gösterileri ve ardından yaşanan siyasal çalkantı Mısır ordusunu harekete geçirmeye yönelik olarak planlanmıştı. Zaten 
planlı bir şekilde yürütülen bu kriz sürecinde ordunun rolü askeri müdahale ile Mursi’nin görevden uzaklaştırılmasıydı. Genelkurmay Başkanı 
El-Sisi’nin 1 Temmuz’da bir açıklama yayınlayarak taraflara uzlaşmaları için 48 saat mühlet vermesi, darbeye zemin hazırlamak içindi. Ordunun 
iktidar ve muhalefet arasında bir anlaşmanın sağlanması için 48 saatlik süre vermesi muhalefetin elini güçlendirmiş ve iktidarı daha 
da kırılgan hale getirmiştir. Askerin muhtıranın ardından darbeyi mümkün kılacak gelişmelerin birçoğu bu 48 saatlik sürede yaşanmış ve çoğunluğu 
Mursi taraftarı olan insanlar, saldırılar sonucunda öldürülmüştür. Ordu hiçbir şekilde bu çatışmaları önlemeye yönelik bir çaba içerisinde 


Ezher ulemasının bir kısmı ve birçok Mursi taraftarı kefene benzer beyaz elbiseleri ile meydanlara yürürken canlarını feda etmekten çekinmeyeceklerini açıklamışlardır. 
bulunmamış ve tüm bu süreci gerekçe göstererek Mursi tarafının uzlaşmaya yanaşmadığını da iddia ederek, askeri müdahaleden başka bir seçeneğin 
kalmadığını açıklayarak 3 Temmuz akşamı yönetime el koymuştur.10 

Askeri darbenin hemen ardından Müslüman Kardeşler üst yönetimine ve siyasal yapılanmasına yönelik tutuklamalar gelmiş, İslami televizyon 
kanalları kapatılmış ve darbeyi savunan medya organlarında İhvan’a yönelik karalama kampanyası hızlanmıştı. Özellikle son bir sene içerisinde 
Mursi’ye oy veren İslami taban ile İhvan karşıtı olan seküler ve liberal elitlerle sıradan halk kitleleri arasında gözlemlenen kutuplaşma bu süreçte 
daha da artma eğilimine girmişti.11 Aslında bu durum birçok toplumsal yapıda gözüken taraflar arası güvensizlik sarmalının bir sonucu olarak da 
görülebilir. Askeri yönetim de bu güvensizlikten pek tabii ki faydalanarak pozisyonunu meşrulaştırma çabası içine girmiştir. 

Biraz geriye dönerek süreci bu zaviyeden incelediğimizde resim çok daha açığa çıkmaktadır. Vesayetçi bir rejimin sürdürülmesinin yegâne 
unsurlarından birisi siyasetin güvensizliğinin öne çıkarılmasıdır. Öncelikli olarak siyasete güvensizlik, siyasal kurumlara ve siyasal aktörlere 
karşı bir güvensizliğin üretilmesi sonucunda “bazı konuların siyasetçilere bırakılmayacak kadar önemli” olduğu düşüncesine dayanır. Bu 
düşüncenin bir yansıması olarak da askeri kurumun veya askeri işlevin, bir toplumun karar alma sistemine ve yönetim mekanizmalarına egemen 
olmasının yolu açılır. Mısır’da da Mursi hüküme-tinin iktidara gelmesinin ardından siyasal alanın meşruiyet sınırlarının belirlenmesinde ve bürokratik 
kurulu düzen karşısında Mursi hükümetinin siyaset üretme yeteneklerinin budanmasında yargı ve askeri bürokrasi birçok yol denemiştir. 

Siyasete güvensizliğin üretilebilmesi için sürekli olarak, Mursi yönetiminin İslamcı tarafı öne çıkarılarak, devlet mekanizmasının işleyişi ile değil, İrşat bürosunun İslamcı direktifleri ile hareket ettiği dile getirilerek söz konusu yönetim marjinalleştirilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda da siyasetin alması gereken kararlar, yargı-ordu işbirliğine dayanan bürokratik bir yapı tarafından alınması amaçlanmış ve yargı-ordu denetiminde vesayetçi bir yapı korunmaya çalışılmıştır.12 Mursi yönetimi de en baştan beri kendilerine karşı üretilen güvensizlik hali ve sürekli tekrarlanan büyük gösteriler sonucunda korku ve tedirginlik içerisinde siyasal faaliyetlerini sürdürmeye çalışmıştır. Dolayısıyla da siyasal şartlar zaman zaman Mursi yönetimini hataya zorlamış ve muktedir olması engellenmiştir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

29 Aralık 2016 Perşembe

KİMLİK VE DIŞ POLİTİKA EKSENİNDE MISIR DIŞ POLİTİKASI



KİMLİK VE DIŞ POLİTİKA EKSENİNDE MISIR DIŞ POLİTİKASI 





Diğer geri kalmış ülkelerde olduğu gibi ‘üst/birleştirici’ bir ulus kimliğinin oluşturulamadığı Mısır’da da iktidara gelen her otoritenin, rejiminin çıkarlarıyla bağlantılı olarak alt kimlikleri ön plana çıkararak kendi kimlik politikasını uygulamaya koyduğu ve Mısır’ın siyasal vizyonunu daraltan bir strateji izlediği görülmüştür. 

Özge Gökçen TERZİ 


Bir şeyi o şey yapan unsurların toplamı’ olarak kabul edilen ve varlık olmanın kaçınılmaz bir boyutu olarak görülen kimlik, daha önceki dönemlerde 
dış politika analizlerinde kullanılmış olsa da uluslararası ilişkiler disiplininde popüler bir hal alması konstrüktivizmle birlikte olmuştur. Zira neorealizmin 
ve neoliberalizmin dışsal ve verili olarak kabul ettiği aktör kimlikleri, konstrüktivizm tarafından yeniden yorumlanmış ve ona yön veren çıkarların 
değişmesiyle birlikte farklılaşabilecekleri ortaya konmuştur. 

Aktörler kim olduklarını ve ne istediklerini bilmeden çıkarlarını belirleyemezler. Dolayısıyla kimlikler çıkarların, çıkarlar da izlenilen politikaların kaynağı olarak 
görülmektedir. Zira kimlikler çıkarlar olmadan motivasyonel güce, çıkarlar da kimlikler olmadan belirli bir yöne sahip olamazlar. Bu perspektiften bakınca uluslararası ilişkilerin halen en önemli aktörü olarak kabul edilen devletlerin politikalarını açıklamak için çıkarlarını, çıkarlarını doğru okuyabilmek adına da yine öncelikle sahip olduğu kimliği anlamak gerekmektedir. 

Nasır Dönemi Mısır Dış Politikası 

Cumhuriyet sonrası Mısır’ın siyasal tarihine bakıldığında da iktidarların kimlik tercihlerinin onların gerek iç gerekse dış politikalarına yön verdiği görülmektedir. Devrim sonrası süreçte bir kimliğe bağlılığın kitleleri arkasından sürükleyeceğini düşünen Nasır 1962 yılında ‘Milli Eylem Belgesi’ni kongreye sunmuştur. Böylece rejimin eylemlerini ideolojik bir temele oturtma, kitlelerde kaybedilen heyecanı yeniden uyandırma ve Mısırlı gençleri devrimci hedeflerle başarısına inandırmak adına ‘Arap Sosyalizmi’ ile yönetilen Arap kimliğine sahip Mısır’ın yeni prensiplerini açıklamıştır. Kısaca Nasır’ın politikalarını bu kimlik tercihleri belirlemiş ve çıkarları kimliğini, kimlikleri de çıkarlarını şekillendirirken o güne kadar Batı ile omuz omuza vermiş bir ülkenin Batı karşıtı bir pozisyon almasına neden olmuştur. 

Sedat Dönemi Mısır Dış Politikası 

Bir aktör olarak devletler ya da bireyler, kimliğini oluşturan tüm verileri, içinde bulundukları zamanın ve konjonktürün gereklerine göre yorumlamaktadır. Bu yüzden bir ülkenin içeride ya da dışarıda değişen tüm şartlara rağmen ulusal kimliğinin sürekli aynı yüzünü ön plana çıkaracağını düşünmek doğru olmayacaktır. Sosyal olarak inşa edildiği düşünülen düşman, tehdit, anarşi ve egemenlik gibi kavramların zamanla değişebilir olduğunu iddia eden konstrük tivizmin kimlik ve dış politika ilişkisindeki temel iddiası da söz konusu bu ‘değişim’ üzerine kuruludur. 

Bu bağlamda Enver Sedat, iktidarının meşruluğunu sağlamak adına önce İslami kimliğini ön plana çıkarmış, daha sonra bu kimliği ‘öteki’ olarak ilan ederek politika üretmeye çalışmıştır. Gerek ülke içindeki sosyo-ekonomik gerekse uluslararası arenada yaşadığı sorunlarını Batı karşıtı bir kimlikle değil de ABD’nin desteğini alarak çözebileceğini düşünen Sedat, İsrail ile anlaşma masasına oturmuştur. İzlediği politikalar, bir dönem Arap milliyetçiliğinin merkezi olan Mısır’ın Arap Birliği’nden çıkarılmasına sebep olduğu gibi Filistin ve Kudüs’ün kurtarılması ideali çerçevesinde şekillenen Müslüman-Arap kimliği açısından da yıkıcı sonuçlara yol açmıştır. 

Mübarek Dönemi Mısır Dış Politikası 

Arap Ligi ve İslam Konferansı gibi örgütlerden çıkarılan Mısır’ı devralan Mübarek ise başlangıçta bu dışlanmışlığın farkındalığı ile hareket etmeye çalışmıştır. 
Mübarek, Sedat döneminde ihmal edilen Sovyet Bloğu ve Bağlantısızlar grubu ile bir denge arayışı içerisine girerek ilişkileri düzeltemeye yönelik bir politika izlemiş, fakat bu çabası uzun soluklu olmamıştır. 

Batı ile izlenmeye çalışılan bağlantısızlık politikası ve Arap ülkeleri ile yakınlaşma çabaları Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi üzerine sekteye uğramış ve Mübarek döneminde de ülkenin Batı yanlısı kimliği ‘rejimin güvenliği ve çıkarları gereği’ korunarak Mısır’ın ABD ile ilişkileri yeniden ivme kazanmıştır. 

Mursi Dönemi Mısır Dış Politikası 



25 Ocak Devrimi’nin ardından Mısır’da ilk kez demokratik bir seçim sonucunda devlet başkanlığı koltuğuna oturan Mursi’ye bakıldığında ise temsil ettiği İslami 
kimlikten duyulan kuşkunun aksine ‘dengeli bir dış politika (a balanced foreign policy)’ izlemeye çalışmıştır. İsrail ile olanlar da dâhil olmak üzere, tüm uluslararası anlaşmalara sadık kalacağını söyleyen Mursi, hem uluslararası sistemdeki dengeleri hem de içerideki kırılgan desteği iyi okumuş ve çok yönlü bir siyaset arayışına girmiştir. Mısır’ın çıkarlarını önceleyen bir dış politika izleyeceğinin sinyallerini veren Mursi, bir yandan Çin ve İran’a yönelik yeni bir yaklaşım geliştirmeye çalışmış, diğer yandan ABD ve Rusya ile de bağlarını koparmamaya özen göstermiştir. Aynı zamanda üç yıldır aralıksız olarak devam eden Suriye iç savaşına çözüm bulmak adına Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’la bir araya gelen Mursi, bir barış inisiyatifi başlatmak istemiştir. Ancak Mursi döneminde, İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ardından eski rejimin 
Batı eksenli politikaları bağlamında bu ülkeye verilen zımni destek, yerini Filistin’e verilen açık desteğe bırakmıştır. Saldırıların ardından hemen İsrail’i kınayan Mısır, büyükelçisini de ülkesine geri çağırmıştır. 

Tüm bu çabalarına rağmen İslami kimlik, gerek ülke içinde gerekse uluslararası camiada yaşadığı meşruiyet sorununu aşamamış ve Mursi iktidarına 3 Temmuz darbesi ile son verilmiştir. 

El-Sisi Dönemi Mısır Dış Politikası 

Abdülfettah El-Sisi döneminde Mısır dış politikasına üç önemli faktörün yön verdiği görülmektedir. Bunlardan ilki askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren rejimin uluslararası arenadaki meşruiyet arayışları, ikincisi ülkenin uzun zamandır içinde olduğu ekonomik bunalımdan kurtulma çabaları, sonuncusu ise Sisi’nin ilk açıklamalarında da dile getirdiği gibi Mısır’ın tarihi misyonunu yeniden kazanma girişimleri ile Arap ve Afrika bölgesinde ülkenin stratejik vizyonunun restorasyonu olmuştur. 

Mısır’da yaşananları ‘darbe’ olarak nitelemekten kaçınan ülkeler nezdinde zaten bir meşruluk sorunu yaşamayan Sisi, ekonomik krizden çıkış yolları ararken de 
gerek darbe öncesi gerekse darbe sonrasında desteklerini esirgemeyen Körfez ülkelerinden finansal açıdan büyük miktarda yardım almıştır. Sisi’nin iktidara geçmesini ‘tarihi bir gün’ olarak gören Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt ve Bahreyn, siyasal İslam tehdidi karşısında yeni rejimin arkasında durmuştur. 

<  Abdülfettah El-Sisi döneminde Mısır dış politikasına üç önemli faktörün yön verdiği görülmektedir. Bunlardan ilki askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren rejimin uluslararası arenadaki meşruiyet arayışları, ikincisi ülkenin uzun zamandır içinde olduğu ekonomik bunalımdan kurtulma çabaları, sonuncusu ise Sisi’nin ilk açıklamalarında da dile getirdiği gibi Mısır’ın tarihi misyonunu yeniden kazanma girişimleri ile Arap ve Afrika bölgesinde ülkenin stratejik vizyonunun restorasyonu olmuştur. >

Darbe sonrası dönemde dış politikada bahsi en çok geçen ülkelerin başında Libya gelmiştir. Zira İslamcıların ülkede kontrolü ele alması halinde, Libya’nın ulusal 
güvenliği için bir tehdit olabileceğini düşünen Mısır, Halife Hafter’in teröre karşı mücadele adı altında başlattığı Kerame (Onur) Operasyonu’na destek vermekle 
suçlanmış fakat bu iddiaları reddetmiştir. 


ABD, Sisi’nin iktidara gelmesinin ardından “ Stratejik ortaklığımızı derinleştirmek ve iki ülkenin paylaştığı ortak çıkarları geliştirmek için Sisi ile çalışmayı 
dört gözle bekliyoruz ” şeklinde yaptığı açıklama ile ilişkilerin seyrini de belirlemiştir. Ancak Sisi yönetimi tek bir güce bağımlı kalmak yerine dış politika seçeneklerini artırmak adına Rusya ile üç milyar dolarlık - Suudi Arabistan ve BAE tarafından ödenecek- bir silah anlaşması yapmıştır. 

Sonuç olarak, diğer geri kalmış ülkelerde olduğu gibi ‘üst/birleştirici’ bir ulus kimliğinin oluşturulamadığı Mısır’da da iktidara gelen her otoritenin, rejiminin çıkarlarıyla bağlantılı olarak alt kimlikleri ön plana çıkararak kendi kimlik politikasını uygulamaya koyduğu ve Mısır’ın siyasal vizyonunu daraltan bir strateji izlediği görülmüştür. Monarşi sonrası iktidara gelen her üç rejimde de halk iradesinin devlet bürokrasisine nüfuz etmesine izin verilmemiş, iktidarların belirlediği kimlik politikalarının topluma ve ülkenin dış politikasına yön verdiği görülmüştür. Mursi döneminde ise izlenen çok boyutlu dış politikanın sonuç vermesine izin verilmemiştir. 

Bu bağlamda bundan sonraki süreçte Mısır’ın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulabilmesi için sahip olduğu farklı kimliklerin Mısır dış politikasıyla bütünleştirilmesi ve Müslüman Kardeşler gibi önemli bir siyasal aktörün diğer rejimlerde olduğu gibi meşru siyaset sahnesinden dışlanmaması gerekmektedir. 
Zira söz konusu durum yalnızca Mısır’da değil, tüm bölgede demokratik sistem içerisinde yer alması gerekirken siyasal zeminden dışlanan aktörlerin radikalize bir kimliğe bürünmesine sebebiyet verecektir. 


Araştırma Görevlisi, Uludağ Üniversitesi 

***

23 Eylül 2016 Cuma

Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 2



Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 2



   Küskünlerle beraber, Temerrüd Hareketi içinde özellikle rejim yanlıları, eski partiyi destekleyenler, güç kaybına uğrayanlar, eski partiden rant elde edenler, anayasa yapım sürecine katılamadığını ve parlamento dışına itildiğini düşünen muhalif partiler 2013 yılında aynı blokta yer almışlardı. Bu blok Müslüman Kardeşlere ve onun partisine karşı bir sokak hareketi organize ettiler ve askerin ve rejimin de desteğini alarak cumhurbaşkanı Mursi’yi görevinden uzaklaştır dılar. Darbenin ardından Darbeyi Ret ve Meşruiyete Destek İttifakı kurulmuş ve ülkenin pek çok yerinde darbe karşıtı eylemler başlamıştır. Fakat eylemlere rejimin cevabı oldukça sert ve kanlı olmuştur. Adeviye’de yaşanan kanlı baskının ardından ülkede geniş çaplı operasyonlar başlamıştır. Pek çok kişi tutuklanmış, Müslüman Kardeşler Hareketi terör örgütü olarak kabul edilmiş ve toplu yargılama süreçleri başlamıştır. Rejimin uyguladığı bu baskı ve sindirme politikaları devam ederken geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmış 
ve darbenin mimarı Abdulfettah Sisi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştur. Sonuç itibari ile ülkede muhalefeti marjinalleştirirken kendisi de marjinalleşen Mısır rejimi sancılı bir dönüşüme mimarlık yapmaktadır. Bugün Mısır’da halk ile devlet arasındaki etkileşim güvenlik anlamında inanılmaz derecede kötü boyutlara ulaşmıştır. 600-700 kişilik grupların çok hızlı bir şekilde 2-3 celsede idam ya da müebbet cezaları verilmesi, eylemcilerden gazetecilere siyasetçiler den normal vatandaşlara kadar geniş bir yelpazede binlerle ifade edilen tutukluların geleceğinin belirsizliği toplumsal hoşnutsuzluğu beslediği kadar sinema sanatına da kaynaklık etmektedir. Mısır’da toplumsal yapıyı, toplumsal psikolojiyi anlatan ve ödüllü bir eser olan “ Meydan ” belgeselinde tüm bu unsurları görmek mümkün. (   http://unutulmazfilmler.co/al-midan-meydan.html  ) Bu belgesel 2011 sonrası süreçte üç adamın, kendinden farklı gruplarla meydanlara çıkması ve 3 yıl içerisinde geçirilen değişimi, dost-düşman algısının nasıl farklılaştığını, son noktada ise tamamen nasıl kaybolduklarını anlatan bir eser. 

Son bir yıl içinde hem bölge ülkelerinden bazılarının iç savaşa sürüklenmesi hem bölgesel aktörler arasında güç mücadelesinin yoğunlaşması hem de Mısır’da dönüşüm sürecinin darbe ile çatışmacı ve sıfır toplamlı mücadele eksenine kayması nedenleriyle bölgede temel tartışma konusu demokratikleşmeden güvenliğe kaymıştır. Dolayısı ile demokratikleşmeye dair beklentiler azalırken, uluslar arası ve bölgesel aktörler istikrarı öncelik haline getirmeye başlamıştır. Şuanda hem dış hem iç hem de toplumsal aktörler bu gerçekle mücadele etmeye, bu gerçeği şekillendirmeye çalışıyorlar. 


SORU-CEVAP 

Soru: Arap Baharı sürecinde dış güçlerin ve müdahalelerin etkileri nelerdir? 


Cevap: 

    Eğer sunumum Arap Baharı dinamikleri olsaydı bu sunumum bu soruya kapsamlı bir cevap vermeye çalışırdı. Ancak genel bir cevap vermek gerekirse toplumsal değişim ve süreçler; referandum hareketleri, ülke içindeki herhangi bir süreç, darbeler, anayasa çalışmaları, politika değişimleri gibi ülkelerin iç süreçleri hem iç etkenlerden hem de dış etkenlerden etkilenir ve beslenirler. Elbette bu etkiler olumlu veya olumsuz da olabilir. Örneğin Tunus ve Libya’ya etki eden dış dinamikler birbirlerinden farklıdır. Tunus, AB uyum sürecinde 1956’dan beri imzalandığı çerçeve anlaşmaları kapsamında ekonomik yardımlar alırken bunun yanı sıra Avrupa komisyonu ile yapılan eğitim çalışmaları yapan uzamalarla çalışmaktadır. Diğer yandan ABD’nin AFRICOM çerçevesinde uyguladığı STK’ları destekleyen maddi ve eğitimsel anlamada çeşitli programları 
bulunmaktadır. Bu nedenlerle AB ve ABD‘nin Tunus’taki etkileri daha pozitiftir. Lakin Libya örneğinde ise çok farklı durum görmekteyiz. Libya’da Batı etkisi dendiğinde özellikle akla 2011 yılında gerçekleştirilen 

NATO operasyonu gelmektedir. 2011’de muhalifler ülkelerin doğusunu ele geçirerek oldukça başarılı olmuşlardı, fakat bu öncü başarı Kaddafi’nin 
lejyonlar ve hava kuvvetleri ile doğuya operasyonlarını yoğunlaştırmanın ardından tehlikeye girmişti. Kaddafi, muhalifleri bastırmak için Bingazi’ye doğru ilerlerken çok hızlı bir şekilde uluslararası operasyon kararı alınmış ve ülkeye hava operasyonu ile bir dış müdahale gerçekleşmiştir. Bu dış müdahalenin ülkedeki istikrarsızlığa ve iç savaşa etkisi inkar edilemez. Çünkü ülkede yekûn bir muhalefet olmamanın yanında bu muhalefet ortak bir gündem belirlememiş, ülkenin geleceğine dair net bir fikri olmayan ya da ülkenin geneline ait bir programı olmayan bir muhalefetti. Ülke koordinasyonsuz bir muhalefetin elindeyken, yönetim dış müdahale ile sağlanmaya çalışıldı. Bu nedenlerden dolayı bugün ülkede iç savaş yaşanmaktadır. Irak ve Afganistan’da olduğu gibi bu dış müdahaleler devletin tüm kurumlarını yok etmiştir. Güvenlik ve ekonomik yapının olmaması demografik yapıyı da tamamen değiştirmiştir. Örneğin ülkenin Güneybatısındaki bir aşiret Fizan’dan Çad’a gidip operasyon 
yaparken, Güney’deki bir aşiret güç merkezi olan Trablusgarp’a yerleşmiştir. Uluslararası müdahalenin yanı sıra, Libya petrolü de ülkeye etki eden dış dinamikleri yoğunlaştırmaktadır. Libya petrolü Fransa başta olmak üzere Avrupa için büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Avrupa ülkeleri Libya’daki gelişmelere müdahil olmaya çalışmakta ve süreçleri etkilemektedirler. 

Soru: 

    Bazı kesimler Obama’nın konuşmasından sonra muhalifleri desteklediği yönündeyken bir diğer yandan otokrat yapıları da destekliyor dendi. Bu durum dünya kamuoyunda çelişki yarattı. Sisi ile Kerry’nin buluşması da bu çelişkiye örnek olabilir. Bu tespit hakkında ne düşünüyorsunuz? 


Cevap: 

    Öncelikle ABD dış politikasında bir çelişki görmüyorum. Soğuk Savaş sonrasında ABD dış politikasında iki etken temel dinamik olmuştu. Bunlar istikrar ve demokrasiydi. Bu söylemlerin Amerikan dış politikasını farklı şekillerde yönlendirdiğini gözlemleyebilirsiniz. 

90’larda bölgede bir demokratikleşme tartışması ortaya çıkmıştır. Bu tartışma ve süreç Batılı aktörler ve ABD’nin zorlaması ile başlamıştı. 90’lardaki OSLO görüşmelerinin temel dinamiği de yine ABD dış politikasındaki bu demokratik leşme söylemidir. Bölgede petrol ve doğal kaynakların yoğun olmasından dolayı dış aktörler için de istikrar çok önemli bir öncelik. Bütün Soğuk Savaş boyunca ABD dış politikası bölgede bu istikrarın sağlanması için otoriter rejimlerin vazgeçilmez olduğu kabulüne dayanmaktaydı. Fakat Soğuk Savaş sonrasında Latin Amerika ve Doğu Avrupa’da demokratikleşmeye dair bir hareketlenme 
başlamıştı. Huntington’un Demokratikleşmenin üçüncü dalgası dediği bu tarihsel dönüşüm ABD’nin Ortadoğu politikasını da etkilemiştir. 

90’larda zorlanan, empoze edilen Ortadoğu’daki bu 3. Dalga süreci Cezayir iç savaşına neden olunca bu söylemin daha geri plana itildiğini ve ABD dış politikasında istikrar söyleminin ana eksen haline geldiğini görüyoruz. Demokratikleşme söyleminin tekrar gündeme gelmesi ise Bush’un meşhur “önleyici savaş” söylemi ile gerçekleşmiştir. Bu söylemin temel argümanları ise 90’lar boyunca izlenen politikaların ortaya çıkardığı sonuçların bölgesel istikrara hizmet etmediği, bölge ülkelerinin kendi aralarında çözüm üretemediği, diktatöryal sistemlerin uzun vadede istikrarsızlığa ve teröre neden olmasıdır. Bu çerçevede ABD dış politikasın önleyici savaş doktrini ile dışarıdan demokrasi tesisi yani demokrasi ihracı politikalarına başlamıştır. Bu politikanın bölgeye maliyeti oldukça yüksek olmuştur. Afganistan ve Irak’ın işgali ve sonrasında yaşananlar ne ABD’ye başarı getirmiş ne de bu iki ülke istikrara ya da demokrasiye ulaşmıştır. Aksine bölgede etkisi on yıllar boyunca devam edecek bir güç mücadelesine ve istikrarsızlık saralına ön ayak olmuştur. Elbette ki önleyici savaş doktrini ve ABD’nin bölgeye yönelik politikaları ABD çıkarları gözetilerek, bu doğrultuda atılmış adımlardı. Afganistan ve Irak örneğinde olduğu gibi önleyici savaş, terörle mücadele ya da demokratikleşme söylemi tüm bu çıkarların içindeydi. Fakat Afganistan ve Irak’ta yaşanılan başarısızlık ABD ekonomisini etkilemiştir. Bu şartlar altında Obama savaşı bitirme sözü ile iktidara gelmiştir. Obama yönetimi Bush döneminde uygulanan dış politikayı bir zorunluluk değil bir tercih olarak nitelendirmiştir. Bu yanlış tercih sonucu İslam dünyası ile yanlış ilişkiler kurulduğu ve yeni bir başlangıç yapılması gerektiği mesajını vermiştir. 

Bush yeni düzen demişken ardından Obama daha çok yeni bir başlangıca vurgu yapmıştır. Obama döneminde savaşın sonlandırılabileceği, bölgeye dair dış politikasında angajman kurallarının değiştirilebileceği gibi konular hakkında teminat verilmiştir. Obama yönetimi bir yandan devletlerin kapasitesini arttırmak için çeşitli projeler yürütmüş, terörle mücadele için bölge ülkeleri ile stratejik işbirliği ve istihbarat paylaşımı gibi işbirliklerine devam etmiş bir yandan da demokratikleşme söyleminin muhatabını devletlerden bölge halkına kaydırmıştır. Obama’nın 2009 yılında yaptığı Kahire konuşması bu bakımdan önemlidir. Fakat 2010 yılına gelindiğinde bölgedeki rejimlerin bu çok yönlü ABD politikalarına direnmeye başladıklarını görüyoruz. Örneğin Tunsu’ta cumhurbaşkanlığı seçimleri ya da Mısır’daki 2010 parlamento seçimleri bu direnişe oldukça açık örneklerdir. Uluslararası aktörlerin baskısı ile muhalefete sınırlı bir alan açan rejimler artık muhalefete açılan bu sınırlı alanı hızlı bir şekilde daraltmaya başlamış ve muhalefeti yeniden bastırmaya yönelmiştir. Bu son seçimlerde bu nedenle de seçmen katılımları oldukça düşük kalmış, 
seçimler boykot ve şaibe tartışmaları gölgesinde gerçekleştirilmiş ve seçimlere şiddet olayları damgasını vurmuştur. Bu olayların hemen ardından Arap Baharı ortaya çıkmıştır. Konjonktürel olarak bu farklı iki dinamiğin birbirini farklı şekillerde etkilediğini düşünmekteyim. Artık bugün ABD 2009 öncesi klasik döneme yakınlaşmaktadır. 

Örneğin Kerry’nin ziyareti ile aslında başta 3 Temmuz sonrası olası darbelere karşı konulmak istendi bunun için de ABD Kahire’deki büyükelçisini 
geri çekti. Temerrüd Hareketi eylemleri sırasında ABD’yı düşman ilan etmiş ve ABD büyükelçisini bir anti-ikon haline getirmişti. 

Büyükelçiye ve büyükelçiliğe karşı büyük eylemler oldu. Bu nedenle elçisini geri çekmek zorunda kalan ABD, bir yıldır Mısır’da maslahatgüzar seviyesinde ilişkilerini sürdürüyor. Yine kendi içerisindeki kongrenin baskısı ile askeri yardımları askıya almak zorunda kaldı. Yani son bir yıl diplomatik ilişkilerin zayıfladığı bir dönem olsa da Kerry özellikle Mısır-ABD ilişkilerini normalleştir meye çalışan bir aktör oldu. Aralık ayında ABD Mısır’a bir ziyarette gerçekleştirdi. Ardından Mısır Dışişleri Bakanı Nisan ayında ABD’yi ziyaret etti. Darbne sonrası gerçekleşen bu diplomatik ziyaret yoğunluğu ABD’nin Mısır ile gerilen ilişkilerini normalleştirmeye çalıştığını göstermektedir. Söylemlerine baktığımızda ise istikrar vurgusunun daha yoğun olduğunu görüyoruz. 

Bu yüzden klasik ABD dış politikasına daha yakın duruluyor. Bunda yukarıda bahsedilen bölgesel durumlar etkili, 2011’deki beklentiler çok farklıydı, bugün ise öncelikler hızlı bir şekilde değişti. Ayrıca Irak ve Suriye’de durum çok kritik bir hal aldı. Bölgede demokratikleşmeden ziyade istikrar, çatışma, iç savaş gibi hususlar ön planda olduğu için aktörlerin dış politikasında bu söylem ve
dinamikler önemli bir rol oynuyor. 


ORSAM ORTADOĞU YAZ OKULU SEMİNER  PROGRAMI 
RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 

Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 1


Arap Baharı Ve Sinema, BÖLÜM 1



Nebahat Tanrıverdi Yaşar 






Sinema sanatı, toplumun içinde bulunduğu hem geçmişini hem bugününü hem de geleceğe yönelik arzu ve isteklerini yansıtması bakımından, 
yaşanılan sosyo-ekonomik süreçlerden ve siyasi gelişmelerden ayrı tutulamaz. 

Bugün aslında Sayın Burak Bilgehan ÖZPEK hocamız sinemada son 3 yılda çekilen ve Arap dünyasında gösterime giren çeşitli filmler ile belgesellerden ve bu eserlerin genel özelliklerinden bahsedecekti. 

Ancak bazı nedenlerden ötürü bu sunumu sizlere ben yapmaya çalışacağım. Bu filmlerin çekilmesine vesile olan toplumsal ve siyasal hareketlerden bahsedeceğim. Bu çerçevedeki bir sunumun sinemaya kaynaklık eden gelişmelerin anlaşılması açısından da faydalı olabileceğini düşünüyorum. 

Arap Baharı 2010 Aralık ve 2011’in ilk 2 ayı içerisinde Tunus ta geniş ölçekli bir halk hareketi olarak başlamıştı. Bu hareket ülkenin güneyinden, yani fakir olan kırsal bölgelerinden başlayarak başkente kadar yayılmış ve Tunus’ta yıllardır hüküm süren otoriter rejimi kökten sarsarak bir dönüşüm sürecini tetiklemiştir. Bu gelişmeler sadece Tunus ile sınırlı kalmamış ve çok kısa bir süre içerisinde Libya’yı ve Mısır’ı gibi komşu ülkeler başta olmak üzere tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerini şu veya bu şekilde etkilemiştir. Bu nedenle de sonuçları düşünülenden çok daha geniş olmuş, birbirinden farklı dönüşüm süreçlerini başlatmıştır. 3 yıldır bu dönüşüm süreçlerini anlamaya çalışıyoruz. Hangi toplumsal dinamikler bu olayı tetikledi ya da muhtemel sorunları nelerdir gibi sorulara cevaplar bulmaya çalışıyoruz. Geleceğe dair olası öngörülerde 
bulunmaya çalışıyoruz. Doğal olarak da çalkantılı gelişmelerin yaşandığı, çok derin dönüşümlerin gerçekleştiği bu bölgede sinema sanatı da doğal 
olarak tüm bunlardan etkileniyor. Son 3 yılda da Arap Dünyasında bu yönde yoğun bir üretimin olduğunu görmekteyiz. Arap Baharını anlatan, Arap Baharı temalı çeşitli belgeseller çekildi. Bu belgesellerde gençlik hareketlerini, olayların nasıl geliştiğini, gençlerin ne istediğini ortaya koymayı hedefleyen konular işlendi. Değişimlerin, dönüşümlerin olumsuz yönde gelişmesiyle birlikte de insanların ruh halini, psikolojilerini nasıl etkilediğine, değiştiğine dair çeşitli çalışmalar yapıldı. 

Bu çeşitlilik yaşanan değişikliklerle paralel şeyler. 

2011 yılında, yani bu süreç başladığında, Ortadoğu’da demokratikleşme dinamiklerinin güçleneceği ve yayılacağı konusunda umut verici bir 
hava hakimdi. Ortadoğu’da ilk defa kitleler tarafından bu kadar yüksek sesle demokratikleşme ve insan hakları dile getiriliyordu. Bu duruma 
paralel olarak, ilk dönem çekilen sinema eserlerinde de bu umutlu havayı görebiliriz. Bu sinema eserlerinde temel mesaj baskın olarak değişimin 
nasıl başladığı ve nasıl devam etmesi gerektiği yönündedir. Bu temaların işlenmesinde 2011 ve 2012 yıllarında yaşanan olumlu gelişmelerin 
etkisi çok büyüktür. Bu dönemde Tunus rejimi çok büyük oranda geri adım atmak zorunda kaldı. Uzun yıllardır iktidarda bulunan Tunus devlet 
başkanı Zeynel Abidin bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ayrıca kendisini destekleyen siyasi polis ve 1987’den beri ülkeyi yöneten 
iktidar partisi feshedilmiştir. Bu partinin mal varlıklarına el konulmuş ve üst düzey üyelerine siyasi yasaklar getirilmiştir. Sonuç olarak Tunus’ta çok derin ve demokratikleşme yönünde olacağı düşünülen olumlu bir süreç başlamış oldu. Akabinde ülkede teknokratlardan oluşan, içerisinde sivil toplum örgütlerinin de yer aldığı bir hükümet kurulmuş ve seçimler gerçekleşinceye kadar ülkede istikrarı sağlayabilecek ve seçimlerin gerçekleştirilmesine vesile olabilecek temel yasalar hazırlanmıştır. Bunun yanı sıra 2011 öncesi döneminde gerçekleşen hak ihlalleri, yolsuzluk ve kanunsuzlukları kovuşturması için 3 adet hakikatleri araştırma komisyonu kurulmuştur. Bu komisyonlara sivil toplum örgütleri temsilcileri ile eski rejimde siyasetten dışlanan ya da pasifize edilen muhalefet parti temsilcileri etkin bir şekilde katılmıştır. 

Akabinde ise 2011 yılı içinde Tunus’ta seçimler gerçekleştirilmiştir. 

Bu seçimler sonucunda Nahda Partisi önemli bir kazanımlar elde etmiş ve seçimin galibi olmuştur. Ancak tek başına hükümeti kuracak yeter sayıya ulaşamadığı için ülkede koalisyon hükümeti kurulmuştur. Böylece Nahda Partisi, merkez parti CPR ve sol parti Ettakatol ile birlikte üçlü bir koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu durum Arap coğrafyası için önemli ve tarihi bir gelişmedir çünkü Ortadoğu’ya ilişkin en genel-geçer kabullerden biri de seküler-sol gruplar ile Siyasal İslamcı grupların birlikte çalışmasının önünde aşılamaz ideolojik ve tarihsel engeller olduğudur. 

Fakat Tunus’ta troyka hükümetinin kurulması ve ortakların bu birlikteliği 2014 yılında teknokrat hükümetine yetki devredinceye kadar devam ettirmesi bu ön kabule büyük bir darbe indirmiştir. Sonuç itibari ile Tunus, mevcut seküler-Siyasal İslam geriliminin her zaman böyle olmayabileceğini, eğer şartlar müsait olursa ve aktörler isterlerse bu farklı kamplardaki grupların işbirliği yapabileceğini gösteren biricik bir örnek teşkil etti. Ayrıca bu hükümet özellikle demokratikleşme açısından Tunus ta çok önemli kazanımlar elde etmiştir. Troyka hükümeti döneminde Anayasa Yazım Komisyonu yeni bir anayasa hazırlamış ve Ulusal Kurucu Meclis de bu anayasayı kabul etmiştir. Pek çok uzman tarafından Tunus’un yeni anayasası Avrupa standartlarının da üstünde demokratik yapıya sahip bir anayasa olarak tarif edilmiştir. Tunus’ta bu siyasal süreçler yaşanırken ortaya çıkan tüm siyasi ve toplumsal krizlere rağmen çözümler uzlaşı ve müzakere çerçevesinde şekillenmiştir. Bu durum, özellikle Ortadoğu’da yaşanan diğer dönüşüm süreçlerindeki olumsuz gidişat ile kıyaslandığında, değerli bir edinimdir. 

Öte yandan Mısır, Tunus örneğinde gördüğümüz olumlu beklentilerin ortadan kaybolduğu tezat bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Mısır bilindiği üzere Arap dünyasında önemli bir aktördür. Soğuk Savaş döneminde Mısır’da ortaya çıkan Nasırcılık bölgede çok derin izler bırakmıştır. 

Ayrıca sahip olduğu nüfus yoğunluğu ve coğrafi konumu Mısır’ın jeo-stratejik önemini arttırmaktadır. 2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın Mısır üzerinde de önemli etkileri olmuştur. Fakat bu dönüşüm Tunus’a nispeten daha sancılı bir şekilde gerçekleşmiştir. 2011 yılından günümüze kadar geçen sürede 7’den fazla seçim süreci yaşanmıştır. Bu dönemde 3 anayasa kabul edildi ve 3 cumhurbaşkanı gördü. Ayrıca birisi yargı birisi ordu tarafından yapılan 2 darbe, 1 devrim ve bir yıl süren askeri yönetim dönemi yaşadı. Dolayısıyla son 3 yılda yaşanan bu olaylar sinemaya da yansıdı. 2011’de Tahrir’de gençlik hareketi olarak bir diğer deyişle şehirli orta sınıf hareketi olarak ortaya çıkan ve birbirinden farklı ideolojileri sahip, farklı talepleri olan insanların bir araya gelmesi ile Hüsnü Mübarek’i istifaya zorlayan, başarılı bir hareket söz konusu idi. Bu dönemi anlatan pek çok sinema eseri, özellikle belgesel çekilmiştir. Bu eserlerde “Bunu nasıl başardık? Bu sokak hareketi nasıl organize oldu? Gençler, Mısırlılıklar ne istiyor? Biz kimiz?” sorularına cevaplar aranmaktadır. Bunlar yaşanırken büyük ölçüde iyimserlik hâkimdi. Çünkü uzun zamandır iktidarda olan Mübarek’i istifaya zorlamışlardı ve rejimi değişim yönünde ikna ettiklerini düşünüyorlardı. Ülkeyi uzun yıllardır yöneten, siyasi sistemi domine eden rejim partisini feshedilmesini sağlamışlardı. Askeri yönetim ilk üç aydan sonra sokak hareketleri başta olmak üzere toplumun ve siyasetin üzerinde baskı kurmaya başlamış olsa da bu dönemde Mısır’da sürece dair hala umutlar tazeydi. 

İlk anayasa referandumu rekor bir katılımla 2011 yılında gerçekleşmiştir. İnsanlar değişim yönünde iradelerini ortaya koymak istediler. Parlamento 
seçimleri oldukça zor ve uzun zaman alan bir süreç olsa da insanlar katılmaya devam ettiler. Zira Mısır’da seçim sitemi oldukça farklı ve ülkede karmaşık sayılabilecek bir balotaj sistemi uygulanmaktadır. Bu sisteme göre adaylardan biri oyların %50’inden fazlasını alamadığı takdirde, ikinci tur balotaj seçimlerine geçiliyor ve tekrar oylama yapılıyor. 

Birinci turda en çok oy alan iki aday, ikinci turda yarışıyor. Mısır’da bütün seçimlerde, cumhurbaşkanlığından yerel seçimlere kadar uygulanan seçim sistemi budur. Parlamento seçimleri bu nedenle 3 ay sürmüştür ve seçimlerin tamamı teknik ekip yetersizliğinden dolayı da 3 seçim bölgesine ayrılarak gerçekleştirilmiştir. Aynı seçim ekibi bir bölgede görevini tamamladıktan sonra diğer bölgeye gitmek zorunda kalıyordu. Tüm bu zorluklara rağmen 2011 anayasa referandumu ve 2011-2012 Parlamento Seçimlerine katılım oldukça fazlaydı. 

Öte yandan bu süreç boyunca halen değişimden umutlu olanların yanı sıra bir de küskünler olarak adlandırabileceğimiz bir kesim bulunmaktaydı. 

Bu grup, yaşanan sürecin başarıya gitmediğini, bu süreçten dışlandıklarını aslında daha fazla edinimlerin olabileceğini ve orduya geri adım attırmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Çünkü Hüsnü Mübarek istifa ettikten sonraki bir yıl boyunca ülkeyi Yüksek Askeri Şura (YAK) yönetmişti. 

Ayrıca bu grup sokak hareketinin hızlı bir şekilde dağıldığını, ittifak içinde yer alan hareketlerin kendilerini yarı yolda bırakıldıklarını iddia etmekte ve bu yönde eleştirilerde bulunmaktaydılar. İşte bu gruplar Tahrir’de eylemlerine devam ediyorlardı. Ayrıca, süreçten tatmin olmayan ve Ocak-Şubat eylemleri sırasında keskin nişancılar yüzünden gözlerini kaybedenler ile yakınları, Mübarek yanlıları nın atlar ve develer üzerinde joplarla, palalarla göstericilere saldırması nedeniyle hayatını kaybedenlerin yakınları ile yaralananlar olmak üzere Ocak-Şubat eylemlerinde zarar gören, yararlanan ve hayatını kaybedenler için adalet isteyenlerin devam ettirdiği eylemler vardı. 

Bu eylemlere katılımın 2013 yılında ise arttığını görüyoruz. 

Bu eylemler de başta belgeseller olmak üzere sinema eserlerinin ana konularından biri olmuştur. 

Mısır’da 2011-12’de marjinalleşeceği düşünülen bu insanların kendilerine ittifak bularak sokak hareketlerini tetiklediklerini görüyoruz. Sinema bu konuda son 3 yılda tarihi belgeseller çekmek yerine, hem içinde yaşanılan durumu gösterme hem de propaganda amaçlı sinemada önemli bir angajman oldu. 2011-12’de alt yapı olarak oluşan ve 2013’te açığa çıkan bu olaylarla birlikte çok önemli bir gelişme yaşandı. 3 Temmuz 2013’te Temerrüd Hareketi’nin başlattığı eylemler darbe ile sonuçlandı. Bu darbe dış dünyada ve Türkiye’de şok edici bir olay olarak karşılandı. 

Bir süreç yaşanıyordu ve bu sürecin neden darbe ile sonuçlandığını sorgulanmaya başlandı. Çünkü artık bölgede darbeler döneminin kapandığı 
düşünülmekte ve öngörüler bu kabul üzerinden yapılmaktaydı. Fakat 3 Temmuz darbesi Ortadoğu’da yeni bir süreci tetiklemiş oldu. Bu nedenle de Ortadoğu tarihinde daha önce şahit olunan darbeler silsilesinin bir benzerinin tekrar yaşanıp yaşanmayacağı önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

...



****