Uluslararası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2017 Pazartesi

Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 1



Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler, BÖLÜM 1 



Yrd. Doç. Dr. Şaban Kardaş* 
*TOBB ETU Uluslararası İlişkiler Bölümü 

Türkiye’yi farklı şekillerde tanımlamak mümkündür ve bu farklı şekillerdeki rolleri farklı uluslararası “ilişkiler açılımlarını kullanarak açıklamak da mümkündür. 
Ben Türkiye’yi daha çok bir bölgesel güç olarak görüp, bölgesel güçler hakkında yazılmış olan literatürdeki tartışmalar ekseninde anlamaya çalışmanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum ve bu anlamda özellikle uluslararası ilişkiler teorisinden baktığımızda daha çok realist ve idealist yaklaşım biçimlerini teorik çerçevenin Türk Dış Politikasını, özellikle son zamanlardaki Türk Dış Politikasını anlamak için bize faydalı olacak bir çerçeve sunduğunu düşünüyorum. Bölgesel güç dediğimizde akla gelen farklı yaklaşımlar var ve bölgesel güç kavramı aslında daha büyük bir sürecin içerisinde gelişen bir kavram. Uluslararası ilişkilerde son dönemde bölgeselleşme giderek tartışılan bir süreç. Dünya siyasetinin giderek yerel özelliklerini ön plana çıktığı yani bölgeselleştiği bir dönemden geçtiği yönünde bir teorik yaklaşım var. Bu yaklaşımı savunanlar soğuk savaş boyunca dünya siyasetinin özellikle iki kutuplu dünya siyasetindeki yapı nedeniyle sadece büyük güçlerin domine ettiği bir dönemden geçtiğini, fakat iki kutuplu yapının kırılması ile birlikte giderek yerel dinamiklerin yani bölgesel dinamiklerin ön plana çıktığını savunulmaktadır. Artık dünya siyasetinin ağırlığı büyük güçlerde değil farklı bölgelerde ve farklı bölgelerin ortaya çıkmasının bir doğal uzantısı olarak bölgesel güç dediğimiz yerel güçlerin yeni aktörlerin uluslararası ilişkilerde daha belirgin hale gelmesi sökonusudur. Bölgeselleşme süreci dediğimizde akla gelen örnekler neler olabilir? Bölgeselleşme, bölgesel entegrasyon dediğimizde akla en önde gelen örnek hangisi? Avrupa Birliği. AB geleneksel olarak bölgeselleşmenin, derinleştiği ileri gitiği en önde örneklerden birisidir fakat Avrupa dışında da farklı olarak giderek oluşan bölgesel oluşumların, bölgesel iş birliği arayışlarının ön plana çıktıklarını biliyoruz. Buna örnek vermek gerekirse; Avrupadan sonra gelen belki de en önemli örnek Asya’daki yaşanan bölgeselleşme. Şangay İşbirliği daha çok Orta Asyayı kapsayan, Çin, Rusya ve özellikle Uzak Doğu Asya’da ekonomik alanda bölgeselleşmeden bahsediyoruz ve bu bölgeselleşmenin dünya ekonomisinin ileri gittiği Avrupa, Asya, Amerika’da da biliyorsunuz NAFTA ekseninde bir bölgeselleşme var. Örneklerin dışında bir de Afrika’ya bile yayıldığını göruyoruz değil mi, Afrika’da bile değişik oluşumları görüyoruz, Ortadoğu’da Arap Birliği, Körfez İşbirliği, bunların da son dönemde etkinlikleri tartışılsa da bölgeselleşme 
amaçlarını yansıttığını biliyoruz. Bence bunu anlamak için aklımızda tutmamız gereken birinci önemli faktör dünya ölçeğinde yaşanan bu bölgeselleşme 
süreci. Bölgeselleşme sürecinin ön plana çıkardığı diğer bir olgu ise bölgesel güçler dediğimiz yeni güçlerin ortaya çıkışı. Farklı bölgelerde o bölgenin 
kendi içinden gelen ve o bölgedeki uluslarası ilişkileri o olmaksızın anlayamayacağımız aktörlere ben bölgesel güç diyorum. Bu tanım kendime özel 
bir tanım diyebiliriz. Farklı bölgelerdeki uluslararası ilişkileri o aktör olmaksızın anlayamayacağımız aktörlere bölgesel güç diyebiliriz. Yani siz herhangi bir 
bölgedeki ekonomik ilişkilerden bahsederken o aktöre gönderme yapmak zorunda kalıyorsanız o bir bölgesel güçtür. Herhangi bir bölgedeki güvenlik 
ilişkilerinden bahsederken bir aktörü bahsetmeden işte o bahis eksik kalıyorsa o aktör bölgesel güçtür. 

Şimdi bölgesel güçler dediğimiz zaman daha somut örnekler vermemiz gerekirse herhangi bir bölgede bir kriz çıktığı zaman bu bölgedeki sorunu kim çözecek tartışması başladığında akla gelen, başvurulan ilk aktörlerden bir tanesi bölgesel güçtür. Yani daha somut örnek vermek gerekirse Ortadoğu’da bir güvenlik krizi çıktığında Suriye’de şuanda yaşadığımız gibi bir kriz yaşandığında bu krize dönük bir şeyler yapılmalı ne yapılmalı tartışmalarında Türkiye’nin pozisyonu nedir sorusunu sormadan bir çözüm bulmak mümkün mü? Bunu sadece bölgedeki diğer ülkeler değil, Suriye hükümeti değil aynı zamanda Batılı hükümetler de kabullenmek zorunda. İşte bu şekillerde o bölgedeki olan biten gerek ekonomik, gerek siyasi, gerek stratejik gerek askeri ilişkilerin kaçınılmaz bir aktör olan aktörü biz kaçınılmaz bir aktör olarak algılıyoruz. Şimdi bölgesel güçlerin çok kendilerine özgü karakteristik özellikleri var. Kendi bölgelerinde çok önemli aktör olabilirler, yani kendi bölgelerini onlar olmadan o bölgeyi anlamamız mümkün değildir neredeyse, ya da o gücü dikkate almadan o bölgeyi açıklamamız mümkün değildir, bu anlamda kendi bölgelerinde gerçekten ağırlığı olan aktörler dir. Fakat bu bölgesel güçler küresel siyasete, küresel sisteme çıktıkların da ağırlıkları biraz değişiyor. Türkçede bir tabir vardır, taş yerinde ağırdır diye. Bölgesel güçleri bu şekilde algılayabiliriz. Kendi bölgelerinde ağırlıklı ama küresel ölçeğe çıktıklarında bir kuvvet azalması gibi bir dinamik görüyoruz ama dünya siyasetinde öyle önemli bir gelişme var ki bu bölgesel güçlerin bazıları sadece kendi bölgelerinde etkin bir rol almakla kalmayıp aynı zamanda küresel arenada da belirleyici aktör olmakta da arayışlarını net bir şekilde ortaya koyuyorlar. 

Yani biz sadece kendi eksenimizde ağır gelen bir taş değil aynı zamanda küresel alanda da ağır olan bir taş olmak istiyoruz, bu iradeyi ortaya koyuyorlar. Bu anlamda da uluslararası ilişkiler literatüründe bölgeselleşme tartışmalarının yanı sıra küreselleşmenin yani geleneksel anlamda büyük güçlerin öneminin azaldığı tartışması da var ve bunlara ilaveten bölgesel güçlerin yükselişi diyebileceğimiz bir tartışma var yani dünya siyaseti giderek bölgeselleşiyor ve bunun sonucu olarak bölgesel güç dediğimiz aktörler giderek ön plana çıkıyor. Bu ön plana çık-maktan kastımız sadece kendi bölgelerinde görünür hale gelmeleri değil aynı zamanda küresel ölçekte de kendi seslerini duyuran kendi gündemlerini oluşturan aktörler haline gelmelerinden bahsediyoruz. Buna belki de Türkiye örneğinden yaklaşıp bir örnek vermek istersek geçen yaz imzalanan bir deklarasyon vardı, Tahran Deklarasyonu. Tahran Deklarasyonu önemli özelliklerinden birisi neydi? Böylesi bir antlaşmanın olmasını sağlayan aktörler kimlerdi? 
Türkiye ve Brezilya yani geleneksel olarak İran meselesi gibi bütün uluslararası güvenliği ilgilendiren, sadece Ortadoğu güvenliğini ilgilendiren bir mesele değil İran’ın nükleer meselesi, aynı zamanda tüm küresel güvenlik tartışmalarını etkileyen bir mesele. Böylesi meselelerde ön plana çıkan irade neydi? İki tane yükselen bölgesel güç; biz bu sorunun çözülmesinde alternatif bir çözüm yolunu savunuyoruz ve bu yaklaşım sonucunda böyle bir çözüm önerimiz var ve bu çözüm önerisini İran rejimini o antlaşmaya imza attırarak somut bir şekilde ortaya koyan iki küresel güç var. Yükselen küresel güç ya da yükselen bölgesel güç var. İşte benim son dönemdeki bölgesel güçlerin yükseliş sürecini vurgularken kastetmek istediğim buradaki karşımıza çıkan olgu yani küresel ölçekte rol oynamaya çalışan küresel aktörler. Şimdi bu uluslararası ilişkiler literatüründe çok önemli bir kırılma genelde daha önceki tartışmalarda büyük ölçekli güçlerin dünya siyasetini yönlendirdiği söylenirdi. Fakat bu giderek 
daha küçük ölçekli olarak görülebilecek aktörlerin bazen bir araya gelerek, birlikte işbirliği yaparak, küresel aktörlere neredeyse meydan okuduklarını görüyoruz. Bu anlamda ben dünya siyasetinin bir geçiş döneminde olduğunu düşünüyorum yani bu bölgesel güçler nereye kadar küresel güçlere meydan okumalarında ne kadar başarılı olabilir bilmiyoruz. 

Şu ana kadar pek çok bölgesel gücün yükselmesine paralel olarak dünya siyasetinin yapısının değiştiği uluslararası sistemin yapısının değiştiği yönünde tartışmalar var ama bu uluslararası sistemin yapısı değişim sürecinde olmasına rağmen yeniden tanımlanmış değil yani karşımıza çıkacak olan yeni uluslararası 
sistemde nasıl bir yapı olacak hiyerarşik tek kutuplu bir yapı olarak devam mı edecek, çok kutuplu bir dünya düzenine mi geçecek yoksa parçalanmış ortaçağ dünyasına geri mi döneceğiz bunları bilmek mümkün değil. Bu anlamda bir geçiş dönemi var ve bu geçiş döneminde her aktör daha etkili olabilmek için ve yen ikurulacak dünya düzeninin kurallarını tanımlama noktasında söz sahibi olabilmek için birbirileriyle neredeyse yarışıyor diyebiliriz. 

Bu kavramı biraz açıp Türkiye örneğine biraz daha yakından gelmek istiyorum. Mevcut uluslararası sistemin dayandığı hukuksal, kurumsal altyapıyı tartıştığımız da akla gelen ilk kurum hangisi? BM. BM sistemi ve bunu hazırlayan bir hukuksal kurumsal bir sistem var değil mi? Bunu da hazırlayan bir ekonomik yapı var dünyada. Bu hukuksal siyasi ve ekonomik yapıyı oluşturan koşullar hangileriydi? İkinci Dünya Savaşı sonundaki koşullar. Bir nevi şuanda içinde yaşadığımız uluslararası sistem aslında II. Dünya Savaşı sonrası dönemde hakim olan, güçlü olan ABD ‘nin hegonomik olarak oluşturduğu bir sistem. Bu zaman zaman kırılmalara uğradı. 

Breton Woods sistemini okumuş olan arkadaşlarımız vardır. Neydi ekonomik sistem 70’lerin başına geldiğinde kırıldı yeniden tanımlandı, ama öyle veya böyle uluslararası ekonomi hala batı eksenli ABD eksenli, onun dışında uluslararası yani BM sistemli Amerika eksenli, dünyada Amerika’nın askeri üstünlüğü söz konusu, bu anlamda her ne kadar farklı çeşitlik olsa da mevcut uluslararası sitemde Amerika’nın gücüne dayalı bir altyapıyı yansıttığını söyleyebiliriz. İşte şu anda yaşanan tartışmalardan bir tanesi özellikle bu bölgeselleşme süreci ve bölgesel güçlerin yükseliş sürecini düşündüğümüzde bu uluslararası sistemin yapısı nasıl tanımlanacak. Hani Türkiye’de seçimlerden sonra hükümet diyor ya yeni bir anayasa yapacağız. Parlamenter sistem mi olacak başkanlık sistemi mi olacak yarı başkanlık sistemi mi olacak buna benzer şekilde bir tartışmayı aslında biz uluslararası düzeyde görüyoruz her ne kadar da uluslararası ilişkilerde bir devlet olmasa da öyle veya böyle yazılı olan veya olmayan bir yönetişim sistemi var benim şu ana kadar görebildiğim, geçtiğimiz dönemde bu küresel ölçeğin içindeki yönetişim sisteminin yeniden tanımlandığı bir döneme giriyoruz ve bu yeniden oluşacak dünya düzeninde yeni olarak tanımlanacak ekonomik, askeri, siyasi olarak yeniden tanımlanacak dünya düzeninde bu yükselen bölgesel güçlerin bir rol arayışları içerisinde olduklarını görüyoruz yani Batı’nın ya da ABD nin 1940’lı yılların koşullarında yazdığı uluslararası sistemi ve kuralları kabul etmeyen, bunları revize etmeye çalışan bir grup aktör var karşınızda. 

Bunlar ne ölçüde başarılı olabilir olamaz bu ayrı bir tartışma konusu ama böyle bir arayış olduğunu hepimiz görüyoruz. Bu arayışların en bariz yansımalarından 
bir tanesi ise BM Güvenlik Konseyinin yapısına dönük tartışmalar. Biliyorsunuz BM Güvenlik Konseyi kaç üyeden oluşuyordu? 15 üye 5 daimi üye, veto hakları var bu daimi üye sayısının artırılması ya da veto haklarının mevcut üyelerden alınması vesaire bir sürü tartışmalar var. İşte bunların altında yatan tartışmalar neyin göstergesi? Artık dünyadaki güç dağılımının giderek değiştiği kaydığı farklılaştığı 1945 koşullarında oluşturulan o üst yapının kurumsal yapının alt yapıyı taşıyamadığı gerçeğini yansıtıyor. Bu noktada ne ölçüde başarılı olabiliriz bilemiyorum. Ama sonuçta böyle bir arayış böyle bir talep var. Ve bu talepleri seslendiren en önemli aktörler bence bölgesel güçler. Bunların zaman zaman kendi aralarında farklı şekilde organize olduklarını görüyoruz. Sizin verdiğiniz örnekler vardı mesela Şangay işbirliği. Onu bazen Batı karşıtı bir cephe olarak görenler var. Bunun da ötesinde son dönemlerde giderek popüler hale gelen BRIC ülkeleri dediğimiz bir kavram var. BRIC ülkeleri kimi ifade ediyor? Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin ve sonuna bir S eklendi mi diyen kimse var mı evet Güney Afrika. Brezily, ,Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika. Bu neyi yansıtıyor bunlar hep kendi bölgelerinde dünyanın farklı bölgelerinde ön plana çıkmaya başlayan ama sadece kendi bölgelerinde bir aktör olmakla yetinmeyip aynı zamanda küresel oyunu da belirlemeye çalışan aktörler. Şu anda yetkin olmayabilirler ama bilinçli bir şekilde ne yapamaya çalışıyorlar? Koordineli hareket etmeye ve dünya sisteminin yeniden tanımlanması noktasında belki söz sahibi olmaya çalışıyorlar ve ilginçtir ki T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir konuşmasında BRIC ülkelerine katılmayı düşünürüz diye bir ifade kullanmıştı. Bu nereye varır bilemiyoruz ama en nihayetinde Türkiye’nin de böyle bir niyeti beyan etmiş olması Türkiye’nin de kendisini bu yeni yükselen ülkelerden biri olarak gördüğünü yansıtan en bariz örneklerden biri. Yine BRIC ülkeleri  örneğinin biraz ötesine geçersek eğer farklı oluşumlarda gördüğümüz şey bu yeni yükselen güçler bir şekilde kendilerini ön plana çıkarmaya çalışıyorlar. 

Bunun belki de bir diğer yansıması bir farklı örnek G20 dediğimiz platform. G20 ne idi? Gelişmiş olan 20 ülke bu ülkeler daha önce hangi formatta 
toplanıyorlar dı? G8 ondan önce G7 neyi görüyoruz giderek G7, G8, G20 bilemiyorum 100’e falan çıkar mı, çıkmaz mı ama Batılı ülkeler de giderek 
neyin farkındalar sadece kapalı devre toplantılarla bir grup ülkenin bir araya gelmesiyle küresel ekonominin karşı karşıya kaldığı sorunları çözme 
noktasında yetersiz kalıyorlar. Giderek bu platformu, G20 daha çok bir ekonomik platform katılımcı ülke bazında genişletilmiş olması bile neyi yansıtıyor 
bu yükselen yeni güçleri bir şekilde küresel yönetişim mekanizmalarına dahil etme arayışlarını yansıtıyor. Bu örnekleri verdikten sonra Türkiye 
örneğine yavaş yavaş gelmek istiyorum. Az önceki örneklerde de belirttiğim gibi Türkiye’de öyle veya böyle kendisini küresel düzeyde ortaya çıkan yeni 
bir olgunun bölgeselleşme olgusunun ve bölgesel olgunun bir parçası olarak görüyor veya bunların benzeri şekilde hareket ediyor diyebilirim. En azından 
ben Türk Dış Politikasını anlamaya açıklamaya çalışırken böylesine kavramsal çerçeveden hareket etmenin faydalı olduğunu düşünüyorum ve bu anlamda 
Türkiye’nın son dönemlerdeki dış politikasına baktığımızda yoğun bir tartışma yaşanıyor. Kimsenin inkar etmediği bir gerçek var o da Türk dış politikasının son dönemde ne olduğu eksen kayması konusunda herkes uzlaşıyor mu? Bazıları kaymadı diyor. Uzlaşılan nokta ne? Çok yönlü olması aktif olması, yani eksen kaydı ya da kaymadı diyebilirsiniz, birazcık kaydı da diyebilirsiniz evet birazdan kayabilir de diyebilirsiniz bu önemli değil bu eksen kayması eksen genişlemesi bu iyi oldu bu kötü oldu dur bakalım bekleyelim görelim bu ayrı bir şey bu konuda pozisyonunuz görüşünüz yaklaşımınız fakat herkesin yadsımadığı bir gerçek var o da Türk dış politikası son dönemde daha bir pro aktif, renkli girişken hale geldi bu konuda heralde kimse itiraz etmiyor var mı farklı düşünen? Çok monoton bir dış politikamız var diyen var mı? Evet herkesin yadsımadığı bir gerçek ne ? Çeşitlilik, farklılık. İşte önemli olan ne bu çeşitliliği farklılığı açıklamak açıklayabilmek bunu açıklarken hangi faktörlere gönderme yapıyoruz hangi faktörlere vurgu yapıyoruz asıl soru bu bence bazıları ne diyorlar? Bu son dönemde yaşanan çeşitlilik farklılık, aktivizm, pro aktivizm genelde bir faktörün ürünü bu faktör kim? Ahmet Davutoğlu ya da AKP hükümeti. Bir kısım yazarlara göre son dönemlerdeki aktivizmi oluşturan ve bunun aktörlüğünü yapan temel unsur Türkiye’deki iktidar değişikliği ve 2002’de başa gelmiş olan iktidar ve özellikle bu başa gelmiş olan iktidar içerisinde Ahmet Davutoğlu Dışişleri bakanı, bir kısım yaklaşıma göre tüm bu değişimin sebebi hükümet ya da Türkiye’deki iktidar değişikliği. Bu yaklaşımları benimseyenlerin bir kısmı bu değişimi kuşkucu olarak değerlendiren kesimler yani son dönemde bir aktivizm oldu ama bu pek iyi olmadı diyen bir kanat var bu grubun içerisinde onlar ne diyorlar? 

Eksen kaydı diyenler genelde bu kesim yani son dönemde Türkiye’nin yaşadığı bu çeşitlenme, aktif dış politika hükümetin bir projesi ve bu projede aslında biraz pek de iyi olmayan hedeflere, siyasi amaçlara hizmet ediyor diyen bir yaklaşım var ve bu yaklaşımı savunanlarda eksen kayması görüşünü ileri süren çevreler. Yine farklı bir yaklaşım var bunlar da son dönemdeki değişimlerin dönüşümün hükümetin bir ürünü olduğunu savunuyorlar ama bunlar bu değişimi dönüşümü olumlu olarak karşılamıyor. Bunlarda daha çok hükümetin dış politkasını öven, hükümet yanlısı diyebileceğimiz çevreler. Bunlar ne yapıyorlar sanki Türkiye’de 2002 yılında Türkiye’de yeni bir dönem başladı, eskiden ortaçağdaydık, modernleşme, aydınlanma oldu, 2002’den sonra tamamen yeni bir dış politika takip ediyoruz. Her şey değişti alt yapı değişti üst yapı değişti ve karşımıza mükemmel şekilde işleyen çok hareketli çok yönlü bir dış politika çıktı şeklinde bir argüman var. Bunda değişik bir yaklaşım bu yaklaşımı savunanlar ne diyorlar eksen kaymadı biz durduğumuz yerde duruyoruz bilakis ne oldu eksen genişledi yani biz daha önceden tek bir eksendeyken batı eksenindeyken biz farklı farklı eksenlerde hareket ediyoruz, faaliyet gösteriyoruz bu anlamda eksen kaymadı diyor bu çevreler. Buna karşı daha akademik olarak yaklaşan hocalarımız biraz daha dengeli bir analiz ortaya koymaya çalışıyorlar. Bu arada bende kendimi naçizane bu şekilde tanımlayabilirim. Bizim yapmaya çalıştığımız bu Türk dış politikasındaki değişimi dönüşümü anlamaya çalışmak ama bunu sadece tek bir faktörle açıklamamak yani AKP geldi böyle oldu ya da falanca parti gelse böyle olur. Nedir uluslararası ilişkilerdeki ya da sosyal bilimlerdeki gerçekler biraz karmaşıktır tek bir değişkenle her şeyi açıklayamazsınız. Sosyal hayat özünde karmaşıktır. Türkiye’de ki bu değişimi dönüşümü açıklamak için yapmamız gereken de farklı faktörlere aynı anda bakmaya çalışmak. Analiz düzeyi kavramını hatırlayan var mı uluslarararası ilişkiler teorisi dersinden? Analiz düzeyi; yani bireysel analiz düzryi ülke içi devlet içi düzeyi ya da uluslararası sistem düzeyi, bütün bu farklı farklı teorileri bir araya getiren, böylesi bir teork çerçevenin Türkiye’yi algılamak için daha faydalı olacağını düşünüyor çoğu 
arkadaş benimde yapmaya çalıştığım bu anlamda böylesine bir çerçeveden yaklaşmak. Bireysel dediğimiz hükümet düzeyinde yaklaşım burada geçerli 
gerçekten de 2002 yılında bir şeyler oldu yani 2002 öncesi ve 2002 sonrasına baktığımda Türkiye’de bariz bir farklılık var. Bu anlamda hükümetin rolünü 
inkar etmemek, teslim etmek gerekir. Hükümeti eleştirebilirsiniz ya da Davutoğlu’nun yaptığı değişiklikleri dönüşümleri göz ardı etmemeniz gerekir 
gerçektende bu anlamda Türkiye’nin son dönemde aktif bir dış politikayı takip etmesinin önemli bir sebebi Türkiye’de 2002 sonrası ortaya çıkan iktidardır. 
Onun dışında ülke düzeyi. Devlet düzeyi dediğimiz düzeye bakarsak burada bence en önemli faktör şu; Türkiye’nin artan ekonomik gücü. Özellikle realist yaklaşım ne diyor? Uluslarararası ilişkilerde devletler güçleri oranında ulusal çıkarlarını belirlerler ve güçleri oranında aktarı olurlar. Son dönemde Türkiye ekonomisi dünya sıralamasında 

16. ekonomi mi oldu 17 mi 16 mı? Her halükarda bir artış var. 20’lerden 16’ya indik. Türkiye’nin ulusal gücünün artmış olması yani kümülatif olarak sadece x partisinin değil bir ulus devleti olarak gücünün artması son dönemlerde yaşadığımız değişimi tetikleyen diğer önemli bir faktör ben böyle olduğunu 
düşünüyorum ve bunlara ilaveten sistemik düzeyi, sistemik anlamda bazı dönüşümler var ve o sistemik dönüşüm benim konuşmamın başında anlattığım 
süreçler yani giderek küresel güçlerin rollerinin azalması buna mukabil ortaya bölgesel güçler dediğimiz güçlerin ortaya çıkması. Artarak görüyoruz 
ki ABD her ne kadar dünyadaki tek süper güç olarak görünse de eskiden olduğu gibi her şeyi kontrol edebilme yeteneğine sahip değil. ABD’nin bu anlamda dünyadaki rolünü konumunu yeniden tanımlamaya başladığını görüyoruz. Giderek Ortadoğu’da mesela Irak’a girdi, Afganistan’a girdi buradan çekilme tartışması var onun sonrasında ABD konumu ne olur bilmiyoruz. Bu anlamda ben ABD’nin küresel ölçekte gücünün daralmasının, azalmasının ve bölgesel güçlerin öneminin artmasının Türkiye’nin takip ettiği proaktif çok yönlü dış politikayı hazırlayan önemli bir sistemik faktör olduğunu düşünüyorum. 


Bunun da ötesinde Türkiye’nin çıkarlarını ve tehdit algılarılarını tanımlarken yeni bir zihni yapıya kaydığını görüyoruz yani uluslararası ilişkilerde sistem düzeyi dediğimiz zaman aslında bakmamız gereken faktör tehdit kaynaklarıdır. Bir devletin dış politikadaki davranışları belirleyen en önemli faktörlerden bir tanesi 
tehdit algılamalarıdır. Tehditin nerden geldiğine göre siz farklı şekilde politika geliştirirsiniz. Son dönemde Türkiye’nin tehdit algılarını da, tehdit algılarını 
da derken sadece 7-8 yıllık değil bir 10-20 yıllık döneme bakarsak tehdit algılarının da soğuk savaş dönemiyle kıyaslandığında farklılaştığını görüyoruz. 
Soğuk Savaş zamanında Türkiye’nin tehdit algısı ne idi? Temel tehdit algısı? Komünizm yani Sovyetler Birliği yani Sovyet Rusya diyelim, kuzeydeki 
büyük komşumuz en önemli tehdit kaynağıydı, Türkiyenin tüm savunma stratejisi askeri stratejisi, askeri birliklerin dağılımı, yayılımı bunun üzerine 
kurulmuştu. Onun üzerine belki Rusyanın uzantısı olan Suriye’den gelebilecek tehditler ve Rusya’ya karşı biz kendimiz ayakta duramıyoruza’a karşı ne demiştik? Bir patrona ihtiyaç var bu da ABD ya da NATO ittifakı ve dış politikamızı biz onun üzerine endekslemiştik. Soğuk Savaş sonrası dönemde yani son dönem derken bunu kastediyorum, olan ne? Rusya-Türkiye ilişkileri inanılmaz bir yakınlaşma dönemine girdi ve özellikle son 5-6 yılda Başbakanla, Rus başbakanının kaç kere görüştüğünü artık saymıyoruz, belli değil. Sık sık görüşüyorlar. Rusya’ya yakınlaşma kuzeyden gelen tehdit algısının nereye kayması? Giderek güneye doğru diyelim, diğer bölgelere ve özellikle Balkanlar kısmında da Yunanistan’la da ilişkileri düzelttik, güneye kaydı yani Türkiye’nin giderek geleneksel olarak aktif olmadığı bölgelerde aktif olmasını açıklayan önemli bir sebep ne? Tehdit kaynaklarının farklılaşmış olması. Bu anlamda da ben Türkiye’nin dış politikasındaki aktivizmin çok yönlülüğün önemli bir sebebinin işte bu tehdit algısının kayması olduğunu düşünüyorum ve bunlara ilaveten çıkar beklentileri diyebiliriz uluslararası ilişkiler teorisinde realistlere göre devletler ne yapıyor? Çıkarları peşinde koşar, çıkarları neredeyse orada aktif olmak zorundasın, Türkiye’nin çıkar beklentisinin de giderek çeşitli bölgelere kaydığını görüyoruz. Geleneksel olarak Türkiye’nin dış ticaretine baktığımızda yüzde 70 gibi Batı ile, AB ile ticaret yapıyordu ama Soğuk Savaş sonrası döneme geçtiğimizde öncelikle 


Rusya’nın sonra Avrasya coğrafyasının giderek öenminin arttığı ve bugün geldiğimiz noktada Rusya, Türkiye’nin birinci ticaret ortağı bunun belki 
önemli bir sebebi doğalgaz ithalatımız ama sonuçta Rusya önemli ticaret ortağı. Ve en son rakamlara göre son 2-3 yılda AB’nin Türkiyenin tüm dış ticaret 
yapısındaki yüzde 50-60’lardan son 7-8 yılda yüzde 40’lar bandına çekildiğini görüyoruz.Yüzde 35-40 oldu sonra 40-45 bandına çıktı kriz sonrası. 

Yüzde 40’lara kadar düştüğünü görüyoruz ama buna rağmen neyi görüyoruz? Türkiye’nin dış ticaret hacmi genişledi. İşte bu Avrupa’nın azalan rolünü 
kapayan kim? Diğer bölgeler. Ortadoğu ile ticaretimiz giderek artıyor, Afrika ile ticaretimiz giderek artıyor. Asya ile ticaretimiz giderek artıyor yani demek 
istediğim şu, Türkiye’nin çıkar beklentileri artık farklı bölgelerde ve özellikle ekonomik çıkar beklentileri farklı bölgelerde şekillendiği için farklı bölgelerde Türkiye Pazar bulduğu için giderek bu bölgelerde siyasi olarak da ne oluyor? Giderek aktif hale gelmeye başlıyor. İşte Türkiye’nin o son dönemde 
gördüğümüz dinamizmini aktivizmle açıklayan sadece bir partinin iktidara gelmesi değil gerek Türkiye’deki iktidar değişikliği gerek Türkiye’nin gücünün artması gerek de uluslararası sistemlerde bölgesel sistemlerde bahsettiğim değişimler. Bütün bunları bir araya getirirsek bütün bu faktörlere bir arada bakarsak Türk dış politikasında son dönemde yaşanan değişimi dönüşümü farklılılaşmayı daha iyi algılayabiliriz diye düşünüyorum. 

Özellikle ekonomik 
faktörlerden bahsederken bir kavramı burada vurgulamak istiyorum. Bunu duymuş olan vardır, ticaret devleti diye bir kavramı hiç kullandınız mı? 


Kemal Kirişçi adlı bir hocamız çok önemli bir makale yazmıştı Türk dış politikasında”Ticaret Devleti” diye. Tabi ingilizce Trading State denen bir kavram var. Türkiyenin giderek bir ticaret deveti olduğunu iddia ediyor yani Türkiyenin artan ekonomik potansiyelinin bir uzantısı olarak dış ticaretin şekil
lendiğini ve dış politikanın yapımında ticaret kaygılarının yani yeni pazar bulma, yeni müşteri bulma ve bu müşterileri kaybetmeme kaygılarının ön plana 
çıktığını ileri süren bir argüman. 

Bu da Türkiye’nin son dönemdeki dış politikada yaşadığı çeşitlenmeyi farklılığı açıklayan önemli bir faktör. Bütün bunların bir araya getirdiğimizde ben dinamizmi algılamanın açıklamanın daha mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda şu ana kadar anlattığıma bakılırsa dünyada bölgeselleşme eğilimi 
var, gücü artan bölgesel devletler ne yapıyorlar hem kendi bölgelerinde etkin oluyorlar hemde küresel ölçekte söz söyleme arayışına giriyorlar. Bu perspektiften baktığımızda Türkiye’nin yaptığı gayet normal geliyor değil mi sadece Türkiye bunu yapmıyor, Brezilya da yapıyor, Rusya’da yapıyor, Çin de yapıyor, Kore de yapıyor, Kore büyükelçisi, Türkiye ile ortaklık istiyorlar yani bir şekilde Kore-Türkiye ile uzun dönemde işbirliği yapmak istiyor. Kore de 
benzeri şekilde belki bizden biraz daha ileride olan bir ülke bu anlamda aslında Türkiye’nin yaptığı anormal bir şey değil gayet normal. Bir sürü farklı 
güç aynı şeyi yapıyor. Ama bu kadar normal bir şey yaparken Türkiye’nin bu yaptığı anormal bir şeymiş gibi karşılanıp eksen kaydı diye bir argüman var 
niye böyle bir argüman var ortada? Bence bu gerçekten teorik yansımaları olan bir soru. Çok normal olan bir şeyi yapan birisinin yaptığı neden sorgulanır 
ya bir sürü bölgede bölgeselleşme eğilimi var. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****

23 Aralık 2016 Cuma

ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ


ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ 




Beşar Esad’ın ılımlı politikalar izlemesi, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. 
Yrd. Doç. Dr. Mehmet DALAR 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 





< Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı bu nehir konusunda Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle bu nehrin uluslararası nehir değil, ulusal nehir olduğu yönündedir. >

Giriş 

Lübnan’dan kaynaklanıp, Suriye’ye geçtikten sonra Türkiye topraklarında Akdeniz’e dökülen Asi Nehri, Türkiye ile Suriye’nin sınırları aşan sular konusundaki ilişkilerinde önemli bir yere sahiptir. Devletlerin sahip oldukları su kaynaklarını bütünleşme ve işbirliği aracı olarak kullanmaları noktasından hareket eden bu çalışmamızda, Asi nehrinin hidrolik niteliklerine ve nehir üzerinde yapılan çalışmalara değinildikten sonra, nehrin kullanımı ve hukuksal statüsüyle ilgili ortaya çıkan sorunların Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkileri etkileme ve yönlendirme özelliği üzerinde durulmuştur. Nehrin kullanımıyla ilgili taraf devletlerin farklı görüşleri, nehirle ilgili yapılan hukuksal düzenlemeler ile Türkiye ve Suriye’nin nehrin kullanımıyla ilgili anlaşmazlıklarının nedenleri ve bunları etkileyen faktörlerin neler olduğuna değinen bu çalışma, Türkiye ve Suriye arasında son yıllarda görülen yakınlaşma ve sıcak ilişkilerin kalıcı hale getirilmesi için, bu nehrin kullanımından kaynaklanan sorunların işbirliği temelinde bir an önce çözüme kavuşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir. 

Nehrin Hidrolik Özellikleri 

Asi Nehri Lübnan sınırları içinde Lübnan dağları ve Cebelüşşarki (Anti Lübnan dağları) arasındaki Beka Vadisinde Baalbek kentinin yakınlarında Rasul-Ayn ve Al-Labwah adlı akarsuların birleşmesinden oluşur. Kuzeye doğru yaklaşık 35 km aktıktan sonra Suriye topraklarına geçer ve buradaki Hama Gölünü besler. Humus kentinin sulama ihtiyacını da karşılayan nehir, Hama yakınlarında kendisini besleyen diğer ırmaklarla Ghab ovasının sulanmasında kullanılmakta dır. Bölgede genellikle güneye doğru akan nehirlerin aksine kuzeye doğru aktığı için “Asi” olarak adlandırılan ve ulaşıma elverişli olmayan bu nehir, yatağı boyunca ova ve tekne şekilli geniş vadiler ile dar ve derin boğazlar içinde akar. Asi Nehri, Türkiye ve Suriye arasında 22 km.’lik sınır oluşturduktan sonra Türkiye’ye geçmektedir. Amik Gölünün kurumasıyla Karasu, Balıklı gölü kanalı 
ve Afrin Çayının birleşmesiyle oluşan bir akarsuya dönüşen Küçük Asi kolunu alır. Toplam uzunluğu 386 km olup, bunun 88 kilometresi Türkiye’de akmaktadır. Toplam yıllık kapasitesi 2,5 milyar m3 olan nehrin sularının tamamına yakın bölümü yapılan projelerle tüketilmektedir. 

Suriye’nin kullanımı nedeniyle yaz aylarında debisi 3 m3/sn.’ye düşmesinin yanında aşırı kullanımdan dolayı nehir suları kirlenmektedir.1 
Nehrin yıllık ortalama su kapasitesiyle ilgili farklı raklamlar bulunmaktadır: Lübnan’daki kaynaklara göre, Suriye sınırını geçmeden önce nehrin ülkede ki su hacmi 512 milyon m3, Suriye topraklarında ise 414 milyon m3 tür. Suriye ise nehrin kendi ülkelerindeki hacminin 2 milyar 715 milyon m3 olduğunu belirtmektedir.2 Başka bir kaynağa göre bu nehrin yıllık kapasitesi 1.2 milyar m3 olup bunun % 6’sı Lübnan, % 92’si Suriye ve % 2’si Türkiye topraklarından geçmektedir.3 Gerçeğe en yakın ölçüm 2 milyar 470 milyon m3 olarak değerlendirilmiştir.4 Aslında ülkeler arasında su kaynaklarının miktarıyla ilgili verilerin farklı ifade edilmesi su kullanımı konusunda anlaşmazlığa yol açan etkenlerin başında gelmektedir.5 Bu nedenle su miktarı üzerinde devletlerin ortak bir anlayışa sahip olmaları Asi gibi sınır aşan suların kullanımı için hayati önem arz etmektedir. 

Suriye’nin Nehir Üzerindeki Projeleri ve Türkiye’nin İtirazı






Suriye’nin Fransız mandası altında olduğu 1930’lu yıllarda ilk kez bu nehrin potansiyelinin değerlendirilmesiyle ilgili çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. 


< Suriye’nin Asi nehrinin kaynaklarını aşırı kullanımından dolayı debisi düşmekte ve suları kirlenmektedir. >

Asi nehri boyunca Hama’dan Humus’a kadarki alan, Ghab bölgesi ve Amuk Ovası olmak üzere üç bölgedeki tarımsal arazinin sulamasını kapsayan kalkınma planıyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. 30-32 bin hektar (ha) bataklık alanından drenaj sularını çekerek Asi nehri sularıyla desteklenecek Ghab Projesini gerçekleştirmek için Suriye 1950 yılında dünya bankasından kredi talep etmiştir. Banka projeyi kredilendirilebilir bulmakla birlikte projenin Lübnan’dan daha fazla suyu çekmemesi ve Türkiye’yle antlaşma yapılması gerektiğini ön görmüştür.6 
Diğer taraftan Afrin suyunun da saptırılması planlanan projeye Türkiye’nin itirazları olmuştur. Türkiye’nin itirazı, projeyle ilgili inşaat çalışmaları sırasında Türk toprakları taşkınlıklara uğrayacağı ve projenin tamamlanmasıyla sulama döneminde Türkiye’ye fazla su bırakmayacağı yönündeydi. Şam’da iki ülke heyeti arasında yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.7  Bazı kaynaklara göre görüşmelerin başarısız olmasının nedeni Suriye’nin Türk toprağı olarak kabul etmediği nehrin denize döküldüğü Hatay iliyle ilgili iddialarından kaynaklanmıştır. Suriye bu yöndeki anlaşmazlık giderilemediği için, Dünya Bankasından kredi alamamıştır.8 

<  Suriye ve Lübnan’ın sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hassas olmadıklarını ve çifte standartlı davrandıklarını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda bu sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır. >



O dönemdeki siyasal konjonktürün de etkisiyle Türkiye, Asi nehri üzerinde yapılacak projelere karşı etkin bir şekilde tavrını sürdürmemesi, Suriye’yi 
bu projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmesini beraberinde getirmiştir.9 Bu nedenle projeyle ilgili çalışmalar 1951 yılında yeniden değerlendirmeye 
alınmıştır. Hollanda firması Nedeco’nun oluşturduğu proje planı doğrultusunda Bulgaristan, Yugoslavya ve İtalya’dan şirketler ile Sovyetler Birliği’nin malzeme desteğiyle 1955’ten 1967 yılına kadar iki baraj, iki büyük drenaj kanalı ve diğer tarımsal kanalları içeren proje tamamlanmıştır.
10 Bu nehir üzerinde Rustan, Hifaya-Mehadeh, Ziezoun ve Kastoun olmak üzere dört önemli baraj kurulmuştur.11 Suriye tarafından nehrin geniş ölçekte kullanılması beraberinde önemli bir kirlilik sorunu getirmekte içme suyu niteliğini kaybettiğinden ülkede nehir sularını içen halkta tifo, kolera gibi çeşitli salgın hastalıklar baş göstermiştir. Ghab projesi azami kapasitesine ulaşmış bulunmakta ve Suriye halkının % 12,5 oranındaki 1,5 milyonluk nüfus Ghab Vadisinde yaşamaktadır.12 Bu nedenle Suriye, Ghab Vadisi boyunca yaptığı tarımsal sulama ile Asi sularının çok azının Türkiye’ye geçmesine izin verdiğinden Hatay’daki Amik Ovası susuz kalmakta ve kurak mevsimlerde, nehir suları denize bile ulaşamamaktadır.13 

Asi Nehri’yle İlgili Suriye-Lübnan Antlaşması

Asi nehri konusunda Lübnan ve Suriye arasında yapılan görüşmeler, 1962 yılına kadar dayanmaktadır. Bu görüşmeler, ancak 1994 yılında bir antlaşmayla sonuçlanmıştır. Suriye, Lübnan’la kendisine bu nehirden daha fazla kendisine hak tanıyan antlaşmayı 20 Eylül 1994 tarihinde imzalamıştır. Aşağı çığır ülkesi olan Türkiye’yle ilgili herhangi bir düzenleme getirmeyen “Asi Sularının Paylaşılması Antlaşması” adını taşıyan bu antlaşma, 9 maddeden oluşmaktadır. 
Bu antlaşmayla nehir suları müşterek sular olarak adlandırılmış, nehrin yıllık ortalama hacminin 403-420 milyon m3 olduğu kabul edilerek bu miktar üzerinde paylaşıma gidilmiştir. Buna göre Lübnan’a ayrılan pay 80 milyon m3 olarak belirlenmiş, geri kalan önemli kısım Suriye’ye tahsis edilmiştir. 
Suyun yıllık akımının 400 milyon m3’ün altına düşmesi durumunda Lübnan’ın kullanacağı miktarın suyun düşüşüyle orantılı olarak azalacağı hükmü benimsenmiştir.14 

Buna karşı su miktarının yıllık akımın üzerinde olması durumunda Lübnan’ın kullanacağı su miktarıyla ilgili bir hükme antlaşmada rastlanmamaktadır. 
Bundan da anlaşılmaktadır ki su miktarı ne kadar artsa bile Lübnan’ın alacağı pay 80 milyon m3’ü geçemeyecektir. Lübnan aleyhinde 
antlaşmanın getirdiği önemli bir düzenleme de 

8. maddeyle hükme bağlanmıştır: Antlaşmanın yapıldığı 20 Eylül 1994 tarihinden sonra Lübnan tarafına nehirle ilgili herhangi bir tesis yapılmasına 
gerek duyulması halinde bu durumun Suriye tarafına bildirileceği ve bu tesislerde kullanılacak suyun veya yeni bir kullanımın Lübnan’ın 80 milyon m3 lük payından düşürüleceği esası benimsenmiştir. Bu antlaşmayla Suriye nehri denetleme yetkisine sahip olurken Lübnan, Asi nehri üzerinde herhangi bir tesis kurma ve bunları işletme konusunda istediği gibi davranamayacaktır.15 Lübnan’ın Suriye’nin avantajına olarak bu antlaşmayı imzalamasının nedeni, Lübnan’ın su ihtiyacının Suriye’den az olmasının yanında, Suriye yönetiminin Lübnan hükümeti üzerinde etkin role sahip olmasına bağlanmıştır.16 Türkiye ve Suriye’nin Asi Nehri’yle İlgili Anlaşmazlıkları 

Asi nehriyle ilgili önemli uluslararası düzenleme, 

Suriye’yi bağımsız yapmak isteyen o dönemin mandater ülkesi Fransa ile Türkiye arasında 19 Mayıs 1939 tarihinde imzalanan protokolün 

3. maddesidir. Buna göre Karasu Çayı, Asi ve Afrin Nehirlerinin sınır teşkil eden kısımlarında bu çay ve nehirlerin en derin noktası olan Thalweg hattı sınır olarak kabul edilecek ve sınır boyunca bu sulardan her iki taraf halkı eşit biçimde faydalanacaktır.17 Bununla birlikte söz konusu protokol, Suriye tarafından akan suların ne kadarının Türkiye’ye tahsis edileceğiyle ilgili bir düzenleme getirmemiştir. Bu sınırlar temelinde Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına tepki göstermekle beraber Suriye, bağımsızlığını kazandıktan sonra 1944 yılında Şam’daki yabancı misyona gönderdiği bir notada Suriye hükümetinin Fransa’nın Suriye adına yaptığı uluslararası ve ikili antlaşmalara saygılı olduğunu bildirmiştir. Buna göre 1939 antlaşması da Suriye tarafından tanındığı kabul edilmektedir.18 Bununla birlikte 1950 yılından sonra Suriye, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşı çıkmış ve bu bölgenin ülkesinin bir parçası olduğunu iddia etmiştir.19 Suriye’nin bu tutumu iki yönden uluslararası hukuka aykırılık 
teşkil etmektedir: 

a) 1978 tarihli devletlerin antlaşmalara ardıl olmalarıyla ilgili Viyana Sözleşmesinin 15. Maddesi, el değiştiren ülke parçaları için sonraki 
devletin antlaşmaları geçerli olacağı şeklindeki teamül kuralını hükümselleş tirerek önceki devletin bu topraklarla ilgili antlaşmalarının bağlayıcı 
olmayacağını belirtmektedir.20 Sömürge iken bağımsızlığına yeni kavuşan devletlerin ardıllığıyla ilgili aynı sözleşmenin 16. Maddesi bu devletlerin 
önceki sömürgeci devletin yaptığı bu tür antlaşmalarına bağlı olup olmayacağı rızalarına bağlı olacağını öngörürken, 11. Maddesine göre sınır antlaşmalarının kural dışı olarak her zaman bağlayıcı olacağını hükme bağlamaktadır.21 Bu madde hükmüne göre Suriye, Hatay konusunda Fransa’nın Türkiye ile yaptığı 1939 antlaşması ve protokolü tanımak zorundadır. 

b) Yukarıda da değinildiği gibi, Suriye bağımsızlığına kavuştuktan sonra 1944 yılında Fransa’nın yapmış olduğu antlaşmaları tanıdığını bildirmiştir. 
Dolayısıyla Hatay ile ilgili Türkiye’nin imzaladığı 1939 tarihli protokol esas alınması gerektiğinden, uluslararası topluluğa yansıtılmış olan Suriye’nin iradesiyle oluşturduğu bu iç hukuk işlemi, Suriye’nin Hatay ile ilgili iddialarını hukuksal dayanaktan yoksun kılmaktadır. 

Suriye’nin Asi Nehriyle ilgili Yaklaşımı

Suriye’nin Fırat ve Asi’ye yönelik su politikası birbiriyle çelişmektedir. Ayrıca Hatay üzerindeki Türk egemenliğini tanımadığı için, Asi Nehri’ni Türkiye ile görüşmekten kaçınmaktadır.22 Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle nehrin uluslararası değil, ulusal nehir olduğu yönündedir.
23 Bu nehirle ilgili anlaşmazlığın temel nedenlerinden biri Suriye’nin Hatay’la ilgili bu tür iddialarından kaynaklanmaktadır.24 Suriye, aşağı 
çığır ülkesi konumunda olduğu Fırat ve Dicle bakımından sulardan faydalanma hakkıyla ilgili “doğal durumun bütünlüğü”, “öncelikli kullanım” ve “adil kullanım” doktrinlerine dayanırken, Türkiye’ye göre yukarı çığır ülkesi olduğu Asi nehri konusunda Türkiye’yi dışlayarak “mutlak egemenlik” doktrinine yakın bir eğilim göstermektedir. Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınmamasından da kaynaklanan Suriye’nin bu yaklaşımı, sular konusunda sürekli ve istikrarlı bir politika izlememesine yol açmaktadır.25 1993 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunlarının çözülmesiyle ilgili yapılan görüşmelerde Türkiye tarafından Fırat-Dicle nehriyle birlikte Asi nehrinin de görüşmelere dahil edilmek 
istenmesinden dolayı Suriye görüşmelerden ayrılmış ve Asi nehriyle ilgili sorunların tartışılmasını reddetmiştir.26 

Suriye’nin Dicle ve Fırat nehirlerinde aşağı kıyı ülkesi olmasından dolayı ileri sürdüğü tezler ve dayandığı doktrinler, Türkiye tarafından Asi Nehri için kendisine karşı ileri sürülmektedir. Bundan dolayı, Suriye’nin Asi nehri konusunda görüşmelere karşı çıkması, bu ülkenin kendisi için hayati önem arz eden Fırat Nehri konusunda ödün vermemek istemediğinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır.27 Asi sularından yararlanmanın en doğal hakkı olduğunu ve nehir üzerindeki her türlü tasarrufu Lübnan ile birlikte kullanabileceğini ileri süren Suriye, 2. Dünya Savaşı başlangıcında Fransa ile anlaşarak İskenderun (Hatay) sancağını “zorla gasp ettiğini” iddia ettiği Türkiye ile Asi nehrinin görüşülmesi, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınması anlamına geleceğini belirtmekte ve bu sancağın Suriye’ye iade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.28 

< İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde getirmiştir. 
Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. >



2002 yılının haziran ayı başlarında Asi nehri üzerinde Suriye’nin yaptığı barajın yıkılması ile oluşan sel, Suriye’deki birçok yerleşim birimlerini etkilerken Hatay bölgesini de olumsuz etkilemiştir. Suriye yetkililerinin bu durumla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi ve işbirliğinden kaçınmaları, konunun Suriye’nin iç sorunu olarak görmelerinden ve dolayısıyla Hatay’ı kendi toprakları olarak saymalarından kaynaklanmaktadır.29 Hatay bölgesiyle ilgili Suriye’nin iddiaları, Asi nehri konusunda Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapılması olanağını önlemektedir. 20 Eylül 1994 tarihinde Lübnan ile yaptığı “Asi sularının paylaşılması” antlaşmasında Türkiye ile ilgili bir düzenleme yapılmamasının ve bu antlaşmadan Türkiye’nin haberdar edilmemesinin nedeni budur.30 

Türkiye’nin Yaklaşımı ve Suriye’nin Sorumluluğu 

Esasen Türkiye 1950 yılında Suriye’nin Ghab projesine itiraz etmesinden sonra itirazını 1995 yılına kadar Suriye’nin Asi nehri kullanımına ilişkin olarak etkin bir şekilde sürdürmemiştir. 1995 yılından itibaren Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Hatay bölgesinin daha önceki nehir akımının ancak onda birini aldığını bildirerek, nehir akımın yıllık olarak 1,55 milyar m3’ten 0,14 milyar m3’e düştüğüne işaret etmiştir. Suriye, ise nehir akımındaki su azalmasının kendi kullanımından değil kuraklıktan kaynaklandığını savunarak Türkiye’nin suçlamalarına cevap 
vermiştir.31 Türkiye, Suriye’nin sular konusunda çelişkili davrandığını, aşağı kıyı devleti olduğu Fırat sularından daha fazla hak isterken, Asi nehrinin aşağı kıyı devleti olan Türkiye’nin sulardan faydalanma hakkını engellediğini belirtmektedir. 

Suriye’nin nehri aşırı kullanımı zaman zaman Türkiye tarafına gelen suyun tamamen kurumasına yol açmaktadır. Türkiye’ye ulaşan sularda ise yoğun olarak zehirli atık bulunmakta ve Hatay bölgesini olumsuz etkilemektedir.32 Bu durum zamanımıza kadar devam etmektedir. Son yıllarda Suriye’nin barajlarında su tutması ve aşırı sıcaklar, Türkiye’nin en verimli topraklarına sahip Hatay’daki Amik ovasını sulayan Asi nehrinin tamamen kurumasına yol açmıştır. 

Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki barajlarla su hakimiyetini sağlamasının ardından iki ülke arasında yaşanan su gerginliği, Suriye’nin Asi nehrinin üzerine Katina, Moharda, Mostar, Direslin ve Elzeyzun barajlarını yapmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Kışın, zaman zaman doluluk nedeniyle 5 barajın kapağını birden açan Suriye, aynı barajları yazın kapatmaktadır.33 Suriye’nin bu
kullanımı, kendisinin taraf olduğu 1997 tarihli suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanılmasına dair BM sözleşmesinde geçen “önemli zarar vermeme” ve suların “ Adil ve Makul ” kullanımını öngören hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede öngörülen zararın somut ve ölçülebilir olmasının unsurları yukarıda da işaret 
edildiği gibi oluşmuştur. Bölgenin kurak olmasının da etkisiyle tarımsal kullanımdan dolayı su miktarında azalma olması mümkün olmakla birlikte, akan sularda zehirli atıkların bulunması Suriye’yi sorumlu kılmaktadır. Sularda zehirli atıkların bulunması açık ve somut zarardır. 

Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi Suriye’nin yıkılan barajlarıyla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi veya Türkiye’ye haber vermeden baraj kapaklarını 
açması sonucunda Hatay bölgesinde nehirden kaynaklanan taşkınlıkların yol açtığı zararlar da bu türden somut zararlardandır. Yukarı devletler suları kullanırken, aşağı devletlere zarar vermeme yükümlülüğü altındadır.34 Türkiye’nin üzerinde durduğu diğer konu ise, Suriye’nin Asi nehriyle ilgili yaptığı projeler ve imzaladığı antlaşmalar konusunda kendisine bilgi verilmemesi, Türkiye’ye karşı iyi niyetli yaklaşım sergilenmemesi ve bu tür işlemlerde kendisinin göz ardı edilmesidir.35 Açıktır ki Suriye’nin bu tutumu, taraf olduğu söz konusu BM sözleşmesinin suyollarının kullanımında devletlerin katılım ve işbirliğinde bulunmaları gerektiğiyle ilgili 5. Madde hükmüyle çelişmektedir.36 

Türkiye, Asi ve Fırat nehirleriyle ilgili bir kıyaslamada bulunarak, Fırat’ın debisinin saniyede 100 m3e indiği zaman bile 500 m3/sn tutarındaki 
suyu Suriye’ye bıraktığına dikkat çekerek, Asi sularının Suriye ve Lübnan tarafından tamamen tüketilerek Türkiye’nin göz ardı edildiğini belirtmektedir. 
Bu devletlerin sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hasssas olmadığı ve çifte standartlı davrandığını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır.37 

Son yıllarda Suriye’den kaynaklanan kirliliğin giderilmesi için Türkiye tarafından yürütülen çalışmalar kapsamında planlanan Antakya Belediyesi’nin başlattığı Asi Nehri Islah Projesinin önemli bir parçası olan Lastik Set Barajın temel atma töreninde konuşan Hatay Valisi, kirliliğe büyük ölçüde Suriye’nin neden olduğunu, konunun son yıllarda Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bulunduğu Suriye makamlarına iletildiğinde onların da kirliliğe sebep olduklarını doğruladıklarını ve Asi Nehri’nin ekolojik dengesinin korunması için çalışma yapacaklarını belirttiklerini bildirmiştir.38 

Değişik amaçlarla Suriye tarafında kurulan sanayi tesislerinin nehre karıştırdıkları zehirli atıklarının Hatay bölgesinde neden olduğu önemli 
çevresel zararların giderilebilmesi için Suriye’nin Türkiye ile işbirliği yapması gerekir. Türkiye’nin aşağı kıyı devlet, Suriye’nin ise ara havza devleti 
durumunda olduğu Asi Nehriyle ilgili politikaya Türkiye şu nedenlerden dolayı önem vermektedir:39 

a. Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili yapılacak herhangi bir antlaşmaya Asi Nehri’ni de dahil etmek istemektedir. 

b. Türkiye, Fırat sularının paylaşılmasını isterken Asi Nehri’nin kullanımı ve paylaşımı konusunda aynı politikayı izlemek istemeyen Suriye’yi, uluslararası 
alanda sorunun kaynağı olarak göstermektedir. 

c. Suriye, nehrin sularını Türkiye’ye yetmeyecek kadar aşırı kullanması nedeniyle Hatay bölgesinin tarımsal arazilerinin zarar görmesine ve bölgede 
önemli kuraklığa yol açmaktadır. 

Sonuç 

Su potansiyeli Fırat’tan çok küçük olmakla birlikte, Türkiye’nin aşağı-kıyıdaş konumda olduğu Asi Havzasının durumu yukarıdaki hususlar açısından özel önem taşımakta ve Suriye ile su görüşmelerinde tartışılacak birçok yönü bulunmaktadır. Kaldı ki Türkiye, Asi Havzasında 165,000 hektar arazinin sulanmasını öngörmekte [Devlet Su İşleri (DSİ)-1995] olduğundan, bunun tamamının Türkiye’den kaynaklanan sularla sulanması pek mümkün değildir. Türkiye’den Ortadoğu’ya hangi kaynaktan ne kadar suyun aktarılacağı konusunda yapılacak antlaşmalarda, Türkiye’ye ek yük getirilmeden, Asi Havzasının durumunun da kesinliğe kavuşturulması gerekmektedir.40 Ne var ki şimdiye kadar bu konuda henüz bir antlaşma yapılmış değildir. 

Suriye’nin Asi Nehri konusunda Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili izlediği politikadan ayrılması, sular konusunda Türkiye ile antlaşma zemininin oluşmasını zorlayan önemli nedenlerden biridir. Bununla beraber son yıllarda Türkiye ile Suriye ilişkilerinde bir yakınlaşma gözlemlenmiş, Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümü sonrasında yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasından farklı olarak ılımlı politikalar izlemesi ve 6 Ocak 2004 tarihinde Türkiye’yi ziyareti, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarakdeğerlendirilmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk doğrultusunda ülke tanımlarının yer aldığı çifte vergilendirmenin önlenmesi ve yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşmalarının imzalanması, Suriye’nin Hatay konusundaki iddiasından geri adım atacağı41 sonucunu doğurabilir. İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının 
kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması 42 iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde 
getirmiştir. Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. 

Asi nehrini da içerecek Dicle ve Fırat nehirleriyle ilgili yapılacak kapsamlı ve kalıcı antlaşmanın yapılması, her iki ülkenin ekonomik ve sosyal entegrasyonunu güçlendireceği gibi bölgede sürekli ve istikrarlı bir barışın kurulmasını mümkün kılacaktır. Türkiye ve Suriye’nin sular konusunda 
yapacağı işbirliği, Ortadoğu’nun hem su kaynaklı hem de diğer sorunlarının çözümüne önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. 


DİPNOTLAR; 

1 Salha, Samir , Türkiye, Suriye ve Lübnan İlişkilerinde Asi Nehri Sorunu, Dış Politika Enstitüsü y. , Ankara 1995, s.13.; AnaBrtitannica, Hürriyet Gazetesi Yayınları, 1993, İstanbul, C. 3, s. 153.; Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunu ve Türkiye, TESAV y. , Ankara 1996, s. 103.; Ezeli Azarkan, “Asi Nehri Sorunu”, 
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, s.7, 2003, s. 5. 
2 Salha, a. g. e. , s. 15. 
3 Azarkan, a. g. e. , s. 5.; Salha, a. g. e. , s. 15. ; Akmandor, Neşet, “Su Sorununun Fiziksel Boyutları”, Ortadoğu Devletlerinde Su Sorunu, TESAV y., No.4, Ankara, 1994, s. 27. 
4 Salha, a. g. e. , s. 15. 
5 İbrahim Mazlum, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısında Sınıraşan Sular Sorunu”, En Uzun On Yıl, der: Gencer Özcan-Şule Kut, Büke yayınları, İstanbul, 2000, s. 378. 
6 İbrahim Mazlum, Water in the Middle East: The Scarce Resource of Region, Marmara University, unpublished Master Thesis, 1996, s. 88 
7 Ibid., s. 88. 
8 Greg Shapland, Rivers of Discord International Water Disputes in the Middle East, published by C.Hurst&Co., London, 1997, s. 146; 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/sondonem/su/su.html
9 Shapland, a. g. e. , s. 147. 
10 Mazlum, age, s. 89. 
11 Salha, a. g. e. , s. 11. 
12 Arnon Soffer, Rivers of Fire, pub. by Rowman and Littlefield, 1999, Maryland, s. 208. 
13 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil” , 24 Mart 2000, 
www.milliyet.com.tr 
14 Salha, a. g. e. , s. 26. 
15 Salha, a. g. e. , s. 27. 
16 Münevver Aktaş Acabey, Sınıraşan Sular, Beta yayınları, İstanbul, 2006, s. 272. 
17 Orhan Tiryaki, Sınır Aşan Sular ve Ortadoğu’da Su Sorunu, TSK yayınları, Cem ofset matbaacılık, İstanbul, tarihsiz, s.59. 
18 Ömer Osman Umar, Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940), Fırat Üniversitesi Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi yayınları, Elazığ, 2003, s.250.; Azarkan, a. g. e. , s. 12. 
19 Umar, a. g. e. , s. 250. 
20 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, 3.baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 36.; Salha, a. g. e. , s. 42. 
21 Pazarcı, a. g. e. , s. 32 ve s. 34. 
22 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil”, Milliyet Gazetesi , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr 
23 Salha, age, s. 22.ve 23. 
24 İbrahim Kaya, “Türkiye’nin Sınıraşan ve Bölgesel Sular Politikası: Hidropolitik ve Hukuksal Bir Yaklaşım”, 19802003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003, s. 107. 
25 Azarkan, a. g. e. , s. 9-10.; Konuralp Pamukçu, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der: Faruk Sönmezoğlu, Der yayınları, no. 137, İstanbul, 2004, s. 265. 
26 Ali Çarkoğlu ve Mine Eder, “Domestic Concerns and the Water Conflict over the Euphrates-Tigris River Basin”, Middle Eastern Studies, Vol. 37, No. 1, (Jan., 2001), s. 68. 
27 Azarkan, a. g. e. , s. 12. 
28 Salha, a. g. e. , s. 38.Tiryaki, a. g. e. , s. 218.; Azarkan, a. g. e. , s. 12; Shapland, a. g. e. , s. 146. 
29 Kaya, a. g. e. , s. 107. 
30 Salha a. g. e. , s. 21. 
31 Shapland, a. g. e. , s. 147. 
32 Salha a. g. e. , s. 40. 
33 Asi nehri çöle döndü, 2007-08-09, 
http://www.yenibursa.com/Asi-nehri-cole-dondu-7855.html 
34 Mehmet Dalar, Su Sorununda Ulusal ve Uluslararası Legal Perspektifler: Fırat ve Dicle, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2007, s. 69, s. 78, s. 250. 
35 Salha a. g. e. , s. 37. 
36 Dalar, a. g. e. , s. 69. 
37 John Bulloch and Adel Darwish, Su Savaşları, çev: Mehmet Harmancı, Altın kitaplar y., 1994, İstanbul, s. 64.; Tiryaki, a. g. e. , s. 218. 
38 Mehmet Hüseyin Zorkun, 17.07.2007, http://www.flasgazetesi.com.tr/haberDetayMiddle.asp?ID=399 
39 Salha, s. 23-24. 
40 Öziş, Ünal ; Baran, Türkay ; Özdemir, Yalçın ; Fıstıkoğlu , Okan ; Türkman, Ferhat ve Dalkılıç, Yıldırım, “ Türkiye’nin Sınır - Aşan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu ”, s. 6, 
www.suvakfi.org.tr/sinira-san.DOC, 03.Aralık 2002. 
41 NTV, “Ankara-Şam ilişkilerinde yeni dönem”, 31 Ocak 2004, 
http://www.ntvmsnbc.com/news/251405.asp. ; Kaya, a. g. e. , s. 107.; Veysel Ayhan,“Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem:Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Orsam y., (Kasım 2009), sayı 11, s. 27. 
42 Ayhan, a. g. e. , s. 27. 

...

24 Kasım 2015 Salı

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 4




En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 4



Radikalizmin Başarısı 

Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber, dünyada tek süper güç olarak kalan A.B.D’nin Ortadoğu ajandasında yükselen İslami radikalizm önemli bir yer tutuyordu. Giderek etkilerini arttıran radikal İslami grupların varlıklarını meşrulaştıran üç sebepten bahsedilebilir.45 Bunlardan birincisi 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devletinin ürettiği ve günümüze kadar süre gelen problemlerdir. 1948 yılından bu yana yaşanan Arap-İsrail savaşları, Filistinli mültecilerin yaşadığı insanlık dramları, intifadalar ve İsrail devletinin sınırlarının dışına çıkan ve diğer Arap devletlerinin egemenliklerini ihlal eden müdahaleleri, radikal İslami hareketleri güçlendirmiştir. İkinci olarak, Birinci Körfez Savaşı sonrası Suudi Arabistan’da konuşlanan A.B.D güçleri içinde Usame bin Ladin’in de bulunduğu radikal İslami grupların eleştirilerine hedef olmuştur.46 

Bu eleştiriler Müslümanların kutsal şehirlerinin bulunduğu Suudi Arabistan’daki Amerikan varlığını tarihi bir ihanet olarak görmekte ve bu durumun A.B.D’nin Suudi Arabistan üzerindeki egemen durumu sembolize ettiğini göstermekte dir.47 

Son olarak, Birinci Körfez Savaşı sonrası Saddam Hüseyin rejimini zayıflatmak için uygulanan Birleşmiş Milletler ambargosu batı karşıtı radikalizmin beslendiği unsurlar arasındadır.48 

Zira, 687 sayılı ambargo kararı Irak elitinden ziyade sıradan halk kitlelerini etkilemiş, genel sağlık durumu kötüleşmiş, ekonomi çökme noktasına gelmiş ve ölüm oranı dramatik rakamlara ulaşmıştır. Yaşanan olumsuzlukların faturası ise yaptırımları destekleyen A.B.D’ye kesilmiştir.49 

Ortadoğu’da radikalizmi besleyen bu unsurların yanına 11 Eylül saldırılarıyla beraber A.B.D’nin Irak işgali de eklenmiştir. Bu durum Ortadoğu’daki radikaliz min güçlenmesine üç farklı şekilde sebep olmuştur. İlk olarak, Hıristiyan batı dünyasının Müslümanların yaşadığı ve yönettiği toprakları işgal etmesi, radikal grupların dinler arası karşıtlık üzerine kurdukları argümanlarına yeni söylemler kazandırmıştır. 

Bu söylemler, 

A.B.D işgalinin karşı konulması gereken bir haçlı seferinden farklı olmadığının altını çizmektedir.50 İkinci olarak, Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla kurulan Irak hükümeti, Sünni Arap nüfusun uzun yıllardır sahip oldukları iktidarlarına ve ayrıcalıklarına son vermiştir .51 

Üstelik Sünni Arapların siyasi süreçleri 2008 yılına kadar boykot etmeleri ve Şii-Sünni iç savaşı, radikal İslami gruplar için Irak’ı güvenli bir liman haline 
getirmiştir. Bu dönemde El Kaide militanları Sünni Arapların yanında saf tutarken, İran’la yakın ilişkileri olan Sadr Grubu’nun desteklediği Mehdi Ordusu da Iraklı Şiilerin koruyuculuğunu üstlenmiştir.52 Üçüncü olarak da, A.B.D’nin saldırgan tavrından tehdit algılayan Suriye ve İran gibi devletler Irak’ın içindeki radikal grupları destekledikleri gibi, Lübnan’da Hizbullah, Gazze’de ise Hamas ile güçlü ilişkiler kurmuş, bu gruplara hem maddi destek vermiş hem de bu grupların siyasi etkinliklerini arttırmasına yardımcı olmuşlardır.53 

Özetle, 11 Eylül saldırıları sadece belirli bir toprak parçasını yöneten hükümetleri değiştirmemiş aynı zamanda bölge devletlerinin ve topluluklarının siyasi pozisyonlarını da etkilemiştir. 

Bununla beraber radikal akımların güçlenmesine sebep olan kronik sorunlar daha da çözümsüz bir döneme girmiştir. Bu çözümsüzlüğün en önemli noktası tartışma götürmez bir şekilde Arap-İsrail çatışmasıdır. Ne var ki, bu sorun, 11 Eylül ile beraber ortaya çıkmamış ancak 11 Eylül sonrası gelişen siyasi atmosferin etkisinden kurtulamamıştır. 1948 yılında kurulan İsrail devleti sadece Filistin halkı ile değil aynı zamanda Arap dünyası ile de sorunlu bir ilişkiye sahip olmuştur. Geride kalan dönemde İsrail, Arap devletleriyle ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Hizbullah ve Hamas gibi devlet dışı aktörlerle savaşmış, intifada olarak adlandırılan halk ayaklanmalarıyla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Ancak 
bu çatışmalarla dolu tarih içerisinde, İsrail devletinin Arap komşuları ve Filistinliler İle iyi ilişkiler geliştirmeyi dış politikasının temel taşı yaptığını 
ve bunun varlığının ve gelişiminin uzun süreli teminatı olarak gördüğü iddia edilebilir. Zira, çatışmaların sebebi Arap devletlerinin İsrail devletinin 
varlığını kabul etmemeleridir. 1967 Savaşında Arap devletlerinin ağır yenilgisi nden sonra Sudan’da toplanan Arap Birliği’nin “3 Hayır” kararı ( İsrail’le barışa hayır; İsrail’i tanımaya hayır; İsrail’le müzakerelere hayır) bile İsrail’i kabul etme ve onunla barış içinde yaşama umudunun ne denli zayıf olduğunu göstermekte dir. 54 

Ne var ki, Arap-İsrail çatışmaları İsrail’in bölgedeki varlığını sağlamlaştırmaktan başka bir olgu üretmemiştir ve bu durum, İsrail ile Arap komşuları ve FKÖ arasında müzakerelerin başlamasını beraberinde getirmiştir. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın 1977 yılında İsrail’e gitmesi ve doğrudan ikili görüşmelere başlama kararının alınması, Arap Birliği’nin taviz vermez İsrail karşıtlığının on sene içerisinde ne denli aşındığını da göstermiştir. Zira taraflar 1978 Camp David zirvesinde müzakerelerin devam etmesi için anlaşmış ve bir yıl sonra karşılıklı barış anlaşması imzalanmış, böylece İsrail tanınma ve işbirliği amacına ulaşırken, Mısır ise 1967 savaşında kaybettiği Sina yarımadasını geri almayı başarmış ve Fouad Ajami’nin deyimiyle, bu anlaşma Pan-Arabizm’in sonu getirmiştir.55 

Soğuk Savaş’ın bitişi, Irak’ın sınırlandırılması ve savaş sonrası İran’ın yaşadığı güçsüz dönem, 1990’lı yıllara gelindiğinde İsrail’in izole edilmişliğini azaltacak yeni fırsatlar sunmuştur. Bu dönem ilk meyvesini 1994 yılında İsrail ile Ürdün arasındaki ilişkilerde vermiş ve taraflar savaş durumuna son verip ilişkilerini normalleştirme kararı almıştır.56 Yine 1993 yılında başlayan Oslo süreci, İsrail ve FKÖ arasında barış için başlatılan diplomatik bir süreç olmuş ve ana anlaşmazlık konularının zaman içerisinde çözülmesini öngörmüştür. 

Ne var ki, İsrail ile Filistin arasındaki Oslo Süreci 2000 yılında tarafların nihai bir anlaşmaya varamamalarından ötürü sona ermiştir. İsrail tarafı, Arafat’ın cömert bir teklifi elinin tersiyle ittiğini ve yeni bir mücadele dalgasını tercih ettiğini 
iddia ederken, Filistin tarafı İsrail’in adil bir toprak anlaşması yapmaya ve göçmen Filistinlilerin durumunu göz önünde bulundurmaya yanaşmadığını 
savunmuşlardır.57 

2000 yılında başlayan ikinci intifadanın ilkine nazaran daha az şiddet karşıtı olması ve 2001 yılında Ariel Sharon’un iktidara gelmesi Oslo sürecinin bitişi anlamına gelmiştir ve bu döneme tesadüf eden 11 Eylül saldırıları İsrail ile Filistin arasındaki sorunların daha da karmaşıklaşacağı bir dönemin habercisi olmuştur. İsrail savunma kuvvetleri operasyonlarının şiddetini arttırmış ve daha önce Filistin otoritesine devredilen Gazze ve Batı Şeria’yı tekrar işgal etmiştir. Bu durum aynı zamanda Filistinli yerleşimcilerin dış dünyayla bağlantısını kesmiş ve ekonomik durumun bu bölgelerde kötüleşmesine sebep olmuştur. Ne var ki, İsrail ordusunun uyguladığı şiddet yine şiddeti doğurmuş ve Filistinli grupların intihar saldırıları aratarak devam etmiştir.58 11 Eylül sonrası geliştirilen Bush doktrini ve terörizme karşı savaş söyleminin ise İsrail-Filistin sorununa 
iki farklı etkisi olmuştur. İlk olarak, Ariel Sharon yönetimi, A.B.D’nin teröre karşı yürüttüğü savaşı ve bu savaş etrafında gelişen söylemleri, Filistin sorunuyla ilişkilendirmeyi başarmıştır. Daha net bir ifadeyle Sharon, Bush yönetiminin, A.B.D’nin Afganistan’da yaptığı mücadele ile İsrail’in Filistinlilerle yaşadığı çatışma arasında bir fark olmadığına inanmasını sağlamıştır. Bu inanç ise Yasser Arafat ile FKÖ’yü Usame bin Ladin ve El Kaide’nin bir versiyonu olarak görme eğilimini kaçınılmaz olarak beraberinde getirmiştir.59 Bu durum ise A.B.D’nin İsrail politikasını etkilemiş, özellikle Arap kamuoyunun gözünde İsrail’in giriştiği eylemlerden 

A.B.D de sorumlu tutulmuştur. Özellikle 11 Eylül’den sonra yaşanan, İsrail-Hamas gerginliği, Gazze operasyonları ve ablukası ve 2006 yılında yaşanan Hizbullah-İsrail Savaşı, İsrail karşıtlığı kadar Amerikan karşıtlığını da beslemiştir. İkinci etki ise demokratikleşme söyleminin yarattığı düş kırıklığı ve radikal grupların bu söylemden sağladığı kazanç ve iktidardır. Daha önce de tartışıldığı gibi, 11 Eylül, Bush yönetiminin Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin Amerikan ulusal güvenliği için gerekli gördüğü bir dönemi başlatmıştır. Ortadoğu’nun dönüşümü için ise George W. Bush, Irak ve Filistin’de reformun ve demokratik yollarla seçilmiş yeni liderlerin bölgeye ilham verebileceğini iddia etmiştir.60 Ne 
var ki, A.B.D’nin desteklediği demokratikleşme süreci umulan sonuçları doğurmamıştır. 2006 yılında Gazze’de yapılan seçimlerde A.B.D ve İsrail tarafından bir terör örgütü olarak kabul edilen Hamas galip gelmiş ve demokrasinin istikrar ve reform üreteceği beklentisi büyük bir yara almıştır.61 Bu durum ise Mansfield ve Snyder’ın pekişmiş demokrasiler ile demokratikleşen toplumlar arasında yaptıkları ayrıma dikkat çekmiştir. 

Bu argümana göre, demokratikleşme sürecini tamamlamış olan ülkelerin aksine demokratikleşen ülkelerin çatışma üretme ihtimali daha yüksektir. Zira demokratikleşme bu tip ülkelerin iç kompozisyonunda değişiklikler medyana getirdiği için çatışan elitler popüler bir destek sağlama adına iç ve dış aktörlere karşı ötekileştirici ve marjinalize edici söylemlerde bulunabilirler.62 2006 yılında yapılan seçimlerden önce her ne kadar Sharon yönetimi Hamas’ın olası zaferinden tedirginliğini dile getirse de Washington yönetimi seçimleri engellememesi için İsrail’i uyarmıştır. Ne var ki, Filistin’de yapılan demokratik seçimler Hamas’ın iktidarını getirmiş ve iki demokrasi arasında çatışma yaşanmayacağını öngören demokratik barış önermesi Mansfield ve Snyder’in yaptığı gibi daha kapsamlı bir izaha ihtiyaç duymuştur. İsrail’in radikal ve terörist bir İslami örgüt olarak gördüğü Hamas’ı muhatap olarak kabul etmemesi, Hamas’a yönelik halk desteğinin azalması için diplomatik ve ekonomik izolasyon politikaları uygulaması ve 2008 yılında Hamas’ın ateşkese son verdiğini açıklaması üzerine Gazze’ye yönelik operasyonları Filistin 
için demokratikleşme fikrinin bölge için umut edilen istikrarı sağlamaktan çok uzak olduğunu göstermiştir. Üstelik Abbas yönetimi ile Hamas arasındaki kanlı iktidar mücadelesi ve İsrail’in Gazze’ye karşı benimsediği yıldırma politikasına karşı Batı Şeria’daki Abbas yönetimiyle olan ilişkilerini normalleştirmesi Filistinliler üzerinde de bir iç çatışma döneminin başlamasına sebep olmuştur.63 

Özetle, A.B.D karşıtı radikalizmin sebepleri 11 Eylül sonrası dönemde güçlenerek devam etmiştir. Bu radikalizmi destekleyen unsurlardan birisi olan İsrail-Filistin sorunu Hamas gibi bir aktörün iktidara gelmesiyle beraber çözümsüzlüğe sürüklenirken, Ortadoğu’daki Amerikan askeri varlığı Irak işgali sayesinde artmıştır. Bush yönetiminin teröre karşı savaşı İsrail’in eylemlerinin sorumluluğu nu da A.B.D’ye yüklemiş, demokratikleşme stratejisi umulmadık bir şekilde radikal grupları siyasal sistemler içerisinde aktif bir noktaya getirmiştir. 11 Eylül’ün ardından Washington tarafından benimsenen Ortadoğu politikası, radikalizmin yükselişini önleyememiş hatta radikalizmi besleyen yeni denklemler üretmiştir. 

Nasıl Bir Gelecek? 

Üniversitelerin uluslararası ilişkiler bölümünde ders veren her hangi bir öğretim elemanı için Ortadoğu bölgesi kavram ve kuramları somutlaştırmak için istisnai örnekler sunabilir. Bahsi geçen öğretim elemanı, devletlerarası rekabetten, sistemik faktörlerin dış politika üzerindeki etkisine, rejim şekli çatışma ilişkisin den, uluslararası örgütlerin rolüne, terörist organizasyonlardan, de facto devletlere ve devlet dışı aktörlerden kimliklerin belirleyici gücüne kadar birçok konuyu Ortadoğu bölgesinde yaşananları açıklamak için inceleyebilir. Ne var ki, bu durumdan daha ilginç olanı, bütün Ortadoğu tarihi bir yana, 2001 yılında meydan gelen 11 Eylül saldırılarının üzerinden henüz 10 sene geçmiş olmasına rağmen yukarıda sözünü ettiğimiz konuların hepsinin Ortadoğu’da hayata geçmiş olmasıdır. İran ve Suriye’nin kendilerini güvenli kılma çabaları, büyük güçlerin bölgeyi yeniden şekillendirmeyi amaçlayan politikaları, Ortadoğu’daki demokrasi sorununun bölgeyi dış güçlerin müdahalesine açık hale getirmesi, Birleşmiş Milletler kararlarının yarattığı problemler, El-Kaide, PKK, Hizbullah ve Hamas gibi terörist grupların bölgedeki ikili ilişkilerin bir aracı olması, suni çizilen sınırları kabul etmeyen ve bağımsız bir devlet gibi davranan Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi gibi fiili devletler, radikalizmi besleyen unsurların güçlenerek devam etmesi ve etnisite-din-mezhep gibi kimliklerin yarattığı ulus aşırı etki 2001 
sonrası dönemin gerçeklikleri olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik bölge 2010 yılının son günlerinden itibaren “Arap Baharı” ismi verilen halk isyanlarıyla tanışmış, ardı ardına Tunus, Mısır ve Libya’nın otoriter yönetimleri devrilmiştir. 11 Eylül sonrası dönem, demokratikleşme konusunda, bölgenin kendi dinamiklerinin dış müdahale ve telkinlerden daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu durum ise, özellikle A.B.D’ye “ne yapmaması” gerektiğini vaaz eden derslerle doludur. İsyanlar sırasında Obama yönetiminin ölçülü ve tek taraflı hareket etmekten kaçınan tavrı bu derslerin ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Ancak, Arap Baharı sonrası yeni siyasal gündemlerle ortaya çıkacak devletlerin hem kendi ülkelerinde hem de bölgelerinde istikrarlı yapılar kurup kuramayacakları ve bölge dışındaki güçlerin bu mesafeli duruşlarını muhafaza edip edemeyecekleri önemli bir soru işareti olarak zihinlerde durmaktadır. 

Elbette ki bu sorunlar, 11 Eylül saldırılarından sonra ortaya çıkmamışlardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurgulanan ve zaman içerisinde iç ve dış dinamiklerle kendine has bir yapıya kavuşan Ortadoğu’nun kadim ve sarih meseleleridir. Ancak 11 Eylül saldırıları, A.B.D’nin çevreleyici politikasını terk etmesine ve önleyici savaş doktrinini benimsemesine sebep olmuş, böylece Ortadoğu, dış güçlerin bölge devletlerinin egemenliklerine sadece müdahale etmedikleri aynı zamanda ihlal etmeyi amaçladıkları bir döneme girmiştir. Batı dünyasınca çok iyi bilinen ve klasik Ortadoğu edebiyatının en önemli eserlerinden birisi olan Bin-bir Gece Masalları, Alaaddin isimli iyi yürekli bir gencin elde ovulunca içinden cin çıkan lambasından bahsetmektedir. Alaaddin, lambadan çıkartıp özgürleştirdiği cinin yardımıyla birçok macerayı atlatır, zengin 
olur ve Sultan’ın kızıyla evlenir. 11 Eylül sonrasında meydana gelen
Ortadoğu’daki gelişmeleri lambadan çıkan cine benzeten bu satırların yazarı, 
Binbir Gece Masalları’nın iyimserliğine sahip olmayı çok istemiştir. Ancak Ortadoğu konusunda ne Alaaddin’in ne de lambadan çıkan cinin ontolojik bir iyi kalplilikle hareket edeceğine dair şüpheleri vardır. 





1 Katerina Dalacoure, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: 
Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt. 2, No.3, 2010, ss. 62-63. 
2 Lorne Craner, “ Will US Democratization Policy Work”, Middle East Quarterly, Cilt. 13, No. 3, 2006, ss. 3-10. 
3 Ilan Pappe, Ortadoğu’yu Anlamak,( İstanbul: NTV Yayınları, 2009), s. 4. 
4 Keir A. Lieber ve Gerard Alexander, “Waiting for Balancing”, International Security, Cilt. 30, No. 1, 2005, ss. 109-139. 
5 Francis Fukuyama, Neo-conların Sonu: Yol Ayrımındaki Amerika, (İstanbul: Profil Yayınları, 2006), s. 22. 
6 “Bush Vows Democracy for Iraq and the Middle East”. 19 Kasım 2003. http://www.iiss.org/ 
recent-key-addresses/president-bush-delivers-iiss-address/press-coverage/bush-vows-democracyfor-
iraq-and-middle-east/. (Erişim Tarihi: 20 Mart 2011), s. 1. 
7 F. Gregory Gause III, “Can Democracy Stop Terrorism”, Foreign Affairs, Cilt. 84, No. 5, 2005, s. 64. 
8 Immanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, (İstanbul: Aram Yayınları, 2007).
9 Raymond Hinnebusch, The International Politics of the Middle East, (Manchester: Manchester University Press, 2003), s.3. 
10 Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabını okuyanlar bu tabire aşinadırlar. 
11 Richard N. Haass, “The New Middle East”, Foreign Affairs, Cilt. 85, No. 2, 2006, ss. 2-6. 
12 Meliha Benli Altunışık, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, Foreign 
Policy, Cilt. 35, 2009, ss. 452-454. 
13 “Commencement Address at the United States Military Academy at West Point”. 1 Haziran 
2002, http://www.presidentialrhetoric.com/speeches/06.01.02.html (Erişim Tarihi: 20 Haziran 2011). 
14 Peter Galbraith, Irak’ın Sonu: Ulus Devletlerin Çöküşü mü,?( İstanbul: Doğan Kitap, 2007), s. 143. 
15 Philip Robins, “The Overlord State: Turkish Policy and Kurdish Issue”, International Affairs, Cilt.69, No. 4, 1993, s. 671. 
16 Altan Tan, Kürt Sorunu, (İstanbul: Timaş, 2010), s. 306. 
17 Burak Bilgehan Özpek, “Çatışmadan İşbirliğine: Türkiye ve Iraklı Kürtler”, (Ankara: Seta Yayınları, 2011), ss. 588-590 
18 “Suriye’de Arap-Kürt Çatışması”, Radikal, 14 Mart 2003. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=109546 (Erişim Tarihi: 14 Haziran 2011). 
19 “Büyükanıt: Kuzey Irak’a Operasyon Gerekli”, NTV, 13 Nisan 2007, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/405375.asp (Erişim Tarihi: 10 Nisan 2011). 
20 “Gül’den Kuzey Irak’a PKK Uyarısı”, NTV, 2 Kasım 2005, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/347957.asp, (Erişim Tarihi: 10 Eylül 2011). 
21 “Barzani: A.B.D İzin Verdi, Bağdat Seyirci Kaldı”, Milliyet, 25 Şubat 2008, 
http://www.milliyet.com.tr/barzani--A.B.D-izin-verdi--bagdat-seyirci-kaldi/guncel/haberdetayarsiv/01.06.2010/253348/default.htm (Erişim Tarihi : 19 Nisan 2011). 
22 Bülent Aras ve Rabia Karakaya Polat, “ From Conflict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, Security Dialogue, Cilt 39, No. 5, 2008, s. 504. 
23 Ziba Moshaver, “ Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy: Implications for Iran-EU Relations”, The Review of International Affairs, Cilt 3, No.2, 2003, s. 298. 
24 John Brennan , “The Conundrum of Iran: Strengthening Moderates without Acquiescing to Belligerence”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science, Cilt 618, No.1, 2008, ss. 168-179. 
25 Gawdat Bahgat, “ Nuclear Proliferation: The Islamic Republic of Iran”, Iranian Studies, Cilt 39, No.3, 2006, ss. 307-327. 
26 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”, Foreign Affairs, Cilt 85, No. 4, 2006, ss. 58-74. 
27 Daniel L. Byman, The Changing Nature of State Sponsorship of Terrorism, The Saban Center for Middle East Policy at the Brooking Institution Analysis Paper, 16, 2006, s. 12. 
28 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”, ss. 58-74. 
29 Kayhan Barzegar, “ Iran, the Middle East and International Security”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1,No.1 2009, ss. 27-39. 
30 “Yemen: A Shia Shadow”, The Economist, 19 Mayıs 2005. http://www.economist.com/node/3992376 (Erişim Tarihi: 10 Haziran 2011). 
31 İbrahim Karagül, “Suudiler Bahreyn’de! Peki Iran Ne Diyecek?”, Yeni Şafak, 15 Şubat 2011. 
32 Manochehr Dorraj, “Iran’s Regional Foreign Policy”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 302. 
33 Juan Cole, “ A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraqi War”, Current History, No.687, 2006, s. 20. 
34 David Lesch, “ Syrian Arab Republic”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 
2011), ss. 290-292. 
35 Raymond Hinnebusch, “ Syrian Foreign Policy under Bashar El-Asad”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No. 1, 2009, s. 17. 
36 David Lesch, “ Syrian Arab Republic”, ss. 290-292. 
37 Robert G. Rabil, “ Has Hezbollah’s Rise Come at Syria’s Expense”, Middle East Quarterly, Cilt 14, No.4, 2007, ss. 43-51. 
38 Ibid. 
39 Ibid.
40 Raymond Hinnebusch, “ Syrian Foreign Policy under Bashar Al-Asad”, ss. 17-20. 
41 William Harris, “ Bashar Al-Asad’s Lebanon Gamble”, Middle East Quarterly, Cilt 12, No.3, 2005, ss. 33-44. 
42 Karim Knio, “ Is Political Stability Sustainable in Post-Cedar Revolution in Lebanon”, Mediterranean Politics, 13(3) 2008, ss. 446-447. 
43 Ersun N. Kurtuluş, “ The Cedar Revolution: Lebanese Independence and the Question of 
Collective Self Determination”, British Journal of Mİddle Eastern Studies, 36(2) 2009, ss. 198.199.
44 Emile El-Hokayem, “ Hizballah and Syria: Outgrowing the Proxy Relationship”, Washington Quarterly, Cilt 20, No. 2, 2007, s. 46. 
45 Meliha Benli Altunışık, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, s. 454. 
46 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 542. 
47 “US Pulls Out of Saudi Arabia”, 29 Nisan 2003, http://news.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/2984547.stm (Erişim Tarihi: 22 Temmuz 2011) 
48 Amin Saikal, “Islam and the West: Challenges and Opportunities”, içinde Virginia Hooker ve Amin Saikal, (der.) 
Islamic Perspectives on the New Millenium, (Singapore: ISEAS Publications, 2004), s. 25. 
49 Fareed Zakaria, “ The Politics of Rage: Why Do They Hate Us?”, Newsweek, October, 2001, ss.22-40. 
50 Thomas Hegghammer, “Global Jihadism after Iraq War”, Middle East Journal, Cilt 60, No.1, 2006, s. 15 
51 Ahmed S. Hashim, Insurgency and Counter Insurgency in Iraq, (New York: Cornell University Press. 2006), s. 18-19. 
52 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”. 
53 Anthony H Cordesman, Iran’s Support of the Hezbollah in Lebanon, (Washington: Center for 
Strategic and International Studies, 2006). 
54 David H. Goldberg ve Bernard Reich, “ State of Israel”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics of the Middle East and North Africa,( 
Boulder: Westview Press, 2011), ss. 347-350. 
55 Fouad Ajami, “ The End of Pan-Arabism”, Foreign Affairs, Cilt 57, No.2, 1978, ss. 355-373 
56 Barbara Slavin, “Should Israel Become a ‘Normal’ Nation”, Washington Quarterly, Cilt 33, No.4, 2010, p. 26. 
57 Glenn E. Robinson, “ The Palestinians”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 63-64. 
58 William L. Cleveland ve Martin Bunton, “ Israeli-PalestinianRelations After the Oslo Accords”, 
içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 100. 
59 David W. Lesch, “ Israel, the Palestinians, Hamas and Hizbollah”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s.125. 
60 Amy Hawthorne, “ Can the United States Promote Democracy in the Middle East”, Current History, No.660, 2003, 24. 
61 Evan Braden Montgomery ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: 
Israel’s 2006 Conflicts with Hamas and Hezbollah”, Security Studies, Cilt 19, No.3, 2010, s. 528. 
62 Edward D. Mansfield ve Jack Snyder, “ Democratization and War”, Foreign Affairs,Cilt 74, No.3,1995, ss. 79-97. 
63 Evan Braden Montgomery ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: Israel’s 2006 Conflicts with Hamas and Hezbollah, ss. 540-542. 


Kaynakça 


Ajami, Fouad, “ The End of Pan-Arabism”, Foreign Affairs, Cilt 57, No.2, 1978. 

Altunışık, Meliha Benli, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, Foreign Policy, Cilt 35, 2009. 

Aras, Bülent ve Rabia Karakaya Polat, ”From Conşict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, Security 
Dialogue, Cilt 39, No.5, 2008. 

Bahgat, Gawdat, “ Nuclear Proliferation: The Islamic Republic of Iran”, Iranian Studies, Cilt 39, No.3, 2006. 

“Barzani: A.B.D İzin Verdi, Bağdat Seyirci Kaldı”. 25 Şubat 2008, http://www.milliyet.com.tr/barzani--A.B.D-izin-verdi--bagdat-seyirci-kaldi/ 
guncel/haberdetayarsiv/01.06.2010/253348/default.htm. 

Barzegar, Kayhan, “ Iran, the Middle East and International Security”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No.1, 2009. 

Brennan, John, “The Conundrum of Iran: Strengthening Moderates without Acquiescing to Belligerence”, The ANNALS of the American Academy 
of Political and Social Science, Cilt 618, No.1, 2008. 

“Bush Vows Democracy for Iraq and the Middle East”. 19 Kasım 2003. 
http://www.iiss.org/recent-key-addresses/president-bush-deliversiiss-address/press-coverage/bush-vows-democracy-for-iraq-andmiddle-east/. 

“Büyükanıt: Kuzey Irak’a Operasyon Gerekli”. 13 Nisan 2007, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/405375.asp. 

Byman, Daniel L., The Changing Nature of State Sponsorship of Terrorism, The Saban Center for Middle East Policy at the Brooking Institution Analysis 
Paper, 2006. 

Cleveland, William L., Modern Ortadoğu Tarihi, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008). 

Cleveland, William L.ve Martin Bunton, “ Israeli-PalestinianRelations After the Oslo Accords”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary 
Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Cole, Juan, “ A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraqi War”, 

Current History, No. 687, 2006. 

“Commencement Address at the United States Military Academy at West Point”. 1 Haziran 2002, http://www.presidentialrhetoric.com/speeches/
06.01.02.html. 

Cordesman, Anthony H., Iran’s Support of the Hezbollah in Lebanon, (Washington: Center for Strategic and International Studies, 2006). 

Craner, Lorne, “Will US Democratization Policy Work”, Middle East Quarterly, Cilt 13, No.3, 2006. 

Dalacoure, Katerina, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, 
Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No. 3. 2010. 

Dorraj, Manochehr, “Iran’s Regional Policy”, Yambert, Karl (der). The Contemporary Middle East, (Philadelphia: Westview Press, 2010). 

El-Hokayem, Emile, “ Hizballah and Syria: Outgrowing the Proxy Relationship”, 
Washington Quarterly, Cilt 20, No.2, 2007. 

Fukuyama, Francis, Neo-Conların Sonu: Yol Ayrımındaki Amerika, (İstanbul: ProŞl Yayınları, 2006). 

Galbraith, Peter, Irak’ın Sonu: Ulus Devletlerin Çöküşü mü?, (İstanbul: Doğan Kitap, 2007). 

Gause III, F. Gregory, “Can Democracy Stop Terrorism”. Foreign Affairs. Cilt 84, No.5, 2005. 

Goldberg, David H. ve Bernard Reich, “ State of Israel”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics 
of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 2011). 

“Gül’den Kuzey Irak’a PKK Uyarısı,” 2 Kasım 2005, http://arsiv.ntvmsnbc.com/ news/347957.asp. 

Haass, Richard N., “The New Middle East”, Foreign Affairs. Cilt 85, No.2, 2006. 

Harris, William, “ Bashar Al-Asad’s Lebanon Gamble”, Middle East Quarterly, Cilt 12, No.3, 2005. 

Hashim, Ahmed S., Insurgency and Counter Insurgency in Iraq, (New York: Cornell University Press, 2006). 

Hawthorne, Amy, “ Can the United States Promote Democracy in the Middle East?”, Current History, 660, 2003. 

Hegghammer, Thomas, “Global Jihadism after Iraq War”, Middle East Journal, Cilt 60, No.1, 2006. 

Hinnebusch, Raymond, The International Politics of the Middle East, (Manchester: Manchester University Press, 2003). 

_______________, “ Syrian Foreign Policy under Bashar El-Asad”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No.1, 2009. 

Karagül, İbrahim, “Suudiler Bahreyn’de! Peki Iran Ne Diyecek?”, Yeni Şafak, 15 Şubat 2011. 

Knio, Karim, “ Is Political Stability Sustainable in Post-Cedar Revolution in Lebanon”, Mediterranean Politics, Cilt 13, No.3, 2008. 

Kurtuluş, Ersun N., “ The Cedar Revolution: Lebanese Independence and the Question of Collective Self Determination”, British Journal of 
Mİddle Eastern Studies, Cilt 36, No.2, 2009. 

Lesch, David W., “ Israel, the Palestinians, Hamas and Hizbollah”, Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Lesch, David W., “ Syrian Arab Republic”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) 
The Government and Politics of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 2011). 

Lieber, Keir A. ve Alexander, Gerard, “Waiting for Balancing”, International Security, Cilt 30, No. 1, 2005. 

MansŞeld, Edward D. ve Jack Snyder, “ Democratization and War”, Foreign Affairs, Cilt 74, No. 3, 1995. 

Montgomery, Evan Braden ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: Israel’s 2006 Conşicts with Hamas and Hezbollah”, 

Security Studies, Cilt 19, No. 3, 2010. 

Moshaver, Ziba, “ Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy. 
Implications for Iran-EU Relations”, The Revies of International Affairs, Cilt 3, No.2, 2003. 

Nasr, Vali, “When the Shiites Rise”, Foreign Affairs, Cilt 85, No.4, 2006. 

Özpek, Burak Bilgehan, “Çatışmadan İşbirliğine: Türkiye ve Iraklı Kürtler”, (Ankara: Seta Yayınları, 2011). 

Pappe, Ilan, Ortadoğu’yu Anlamak, (İstanbul: NTV Yayınları, 2009). 

Rabil, Robert G., “ Has Hezbollah’s Rise Come at Syria’s Expense”, Middle East Quarterly, Cilt 14, No.4, 2007. 

Robins, Philip, “The Overlord State: Turkish Policy and Kurdish Issue”, International Affairs, Cilt 69, No. 4, 1993. 

Robinson, Glenn E., “ The Palestinians”, Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Saikal, Amin, “Islam and the West: Challenges and Opportunities”, içinde Virginia Hooker, ve Amin Saikal, (der.), Islamic Perspectives on the 
New Millenium, (Singapore: ISEAS Publications, 2004). 

Slavin, Barbara, “Should Israel Become a ‘Normal’ Nation”, Washington Quarterly, Cilt 33, No.4, 2010. 

Tan, Altan, Kürt Sorunu, (İstanbul: Timaş, 2010). 

“US Pulls Out of Saudi Arabia”. 29 Nisan 2003, http://news.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/2984547.stm. 

Wallerstein, Immanuel, Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, (İstanbul: Aram Yayınları, 2007). 

“Yemen: A Shia Shadow”. 19 Mayıs 2005. http://www.economist.com/ node/3992376. 

Zakaria, Fareed, “ The Politics of Rage: Why Do They Hate Us?”, Newsweek, October, 2001. 


* Yrd. Doç. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 
Burak Bilgehan Özpek, En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, 
Ortadoğu Etütleri, Cilt 3, No 2, Ocak 2012, ss.183-215. 
Burak Bilgehan Özpek 
Anahtar Kelimeler: 9/11 Terörist Saldırıları, Uluslararası İlişkiler 
Teorileri, Bush Doktrini, Ortadoğu. 


...