mülteçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mülteçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2018 Salı

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 7


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 7



3.4. IŞİD’e Karşı ABD Liderliğinde Kurulan Uluslararası Koalisyon


  IŞİD’in Musul’u kontrol etmesi ve ülke içerisinde ilerleme kaydetmesinin ardından kentin kuzeybatısındaki Yezidiler’in yaşadığı Sincar’a (Şengal) saldırması ABD’nin bölgede hava operasyonları düzenlemesine yol açmıştır. Sincar ABD’nin Irak’ta IŞİD ile mücadele etmesi açısından adeta bir dönüm
noktası olmuştur. Bu sebeple 4 Ağustos 2014 tarihinde Sincar’ı kontrolüne alan IŞİD’e karşı ABD ilk kez 8 Ağustos’ta hava operasyonu düzenlemiştir.

11 Eylül 2014’de Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde düzenlenen IŞİD terör örgütü ile mücadele toplantısında çekirdek koalisyonun ilk adımı atılmıştır.
15 Eylül’de ise 30 ülkenin dışişleri bakanları Paris’teki toplantıya katılmıştır.

Paris’te kurulan uluslararası koalisyona Fransa, İngiltere, Avustralya, Belçika, Danimarka, Norveç, Kanada ve Almanya katılırken Orta Doğu’dan Mısır,
Irak, Lübnan, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan, Umman, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri destek vermiştir. Türkiye ise Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde
yapılan toplantıda oluşturulan IŞİD’e karşı mücadeleyi içeren bildiriye imza atmamış, sadece İncirlik Üssü’nden insani yardım ve lojistik amaçlı uçuşlara
izin vermeyi kabul etmiştir. Ankara, söz konusu koalisyona karşı sergilediği tutuma Musul Başkonsolosluğu’nda rehin alınan 49 diplomatının IŞİD’in elinde
olmasını gerekçe göstermiştir. IŞİD, elindeki Türk rehineleri 20 Eylül’de serbest bırakmıştır.

   <  IŞİD Irak ve Suriye’de günlük 350 bin kapasiteli petrol yataklarına sahiptir. IŞİD sadece Musul bölgesinde yaklaşık 12 Petrol sahasını 
kontrol etmektedir.  >

ABD Başkanı Barack Obama 11 Eylül 2014 tarihinde IŞİD’le mücadeleye yönelik dört boyutlu bir strateji açıklamış, dört boyutta atılacak adımların tek 
hedefinin IŞİD’i önce zayıflatmak, daha sonra tamamen etkisiz hale getirmek olduğunu ifade etmiştir. 

Obama’nın IŞİD’le mücadele stratejisindeki boyutlar:53

• Birinci boyut- IŞİD’e karşı sistematik hava saldırıları.
• İkinci boyut- Sahada teröristlerle mücadele eden güçlere destek.
• Üçüncü boyut- IŞİD’e karşı ekonomik tedbirler, istihbarat paylaşımı ve yabancı savaşçıların katılımının engellenmesi.
• Dördüncü boyut- IŞİD’in tehdit ettiği Müslümanlara ve Hıristiyan azınlıklara insani yardım sağlanması.

Obama’nın dört boyutlu bu stratejisiyle birlikte koalisyona katılan ülkeler, Irak’ta IŞİD’le mücadele eden Peşmerge gücüne ve Irak ordusuna silah, askeri
malzeme ve eğitim desteği sağlamıştır. Uluslararası koalisyona katılan ülkeler 19 Eylül’de Irak’ta ve 23 Eylül’de Suriye’de operasyonlara başlamıştır. Amerikan
Merkez Komutanlığı’ndan (CENTCOM) yapılan açıklamaya göre, Eylül 2014-Ocak 2015 döneminde Irak ve Suriye’de IŞİD hedeflerine 2 binden fazla hava 
operasyonu düzenlenmiş ve yaklaşık bir milyar dolar harcanmıştır.

IŞİD’İN YAYILMASI VE GÜÇLENMESİ  GENEL TESPİTLER., 

• İlk aşamada Irak’ta el-Kaide’nin bir uzantısı olarak kurulan, 2006’dan itibaren “Irak İslam Devleti”, 2013’ten itibaren Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) 
 ismini kullanan örgüt güçlendikten ve Suriye’ye doğru yayıldıktan sonra el-Kaide ile bağlarını koparmış ve müstakil hareket etmeye başlamıştır.
• IŞİD’in ortaya çıkışı Esed rejiminin Batılı ülkeler nezdindeki imajını nispeten düzeltirken Irak’ta Şii karşıtlığına dayalı söylemlerle hareket etmesi 
Şii-Sünni ayrışmasını derinleştirmiştir.
• IŞİD başta Musul olmak üzere Sünni Arap bölgelerini istila ederek bu bölgelerde ciddi bir demografik değişime neden olmuştur.
• IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden itibaren yaklaşık 300 bin Türkmen ülke içerisinde yerlerinden olmuş, 3 bin Türkmen ailesi ülkeyi terk ederek Türkiye 
ve İran’a kaçmış, 500 Türkmen hayatını kaybetmiştir. IŞİD’in faaliyet alanını genişletmesiyle bölgelerini terk etmek zorunda kalan Türkmenler, 
Coğrafi olarak Arap ve Kürt bölgeleri arasında sıkışmıştır.
• IŞİD Irak’ta Musul bölgesinde Suriye’de ise Deyrizor ve Haseke bölgelerindeki petrol sahalarının bir bölümünü elinde tutmaktadır.
• ABD, IŞİD’le mücadeleye yönelik dört boyutlu bir strateji açıklamış, dört boyutta atılacak adımların nihai hedefinin IŞİD’i önce zayıflatmak, daha 
sonra tamamen etkisiz hale getirmek olduğunu ifade etmiştir.
• IŞİD, Türkiye’nin istikrarını bozucu terörist eylemlerde bulunabilir. IŞİD’e katılmış Türk uyruklu militanların Türkiye’ye dönünce benzer faaliyetlere 
yönelme ihtimali vardır.*
• Türkiye’nin IŞİD’in tüm dünyada yadırganan gayrı insani uygulamalarına karşı çıkmasından daha tabi bir şey yoktur. Türkiye’nin, sınırlarının ötesinde 
yürüttüğü faaliyetler göz önünde bulundurulduğunda IŞİD’e müsamaha ile bakması mümkün değildir.

*IŞİD’in Türkiye’deki faaliyetleriyle ilgili ayrıntılar için bkz. Ek-2: IŞİD’in Türkiye’deki Faaliyetleri 


SONUÇ 

ABD sonrası Irak’ta Maliki’nin Şii eksenli politikaları ve giderek otoriterleşmesinin yol açtığı krizler, Suriye’de ise iç savaşın uzaması ve el-Kaide bağlantılı grupların örgütlenmesi bölgede tehlikeli bir güç boşluğu meydana getirmiştir. Bu kaos ortamında başta IŞİD olmak üzere el-Kaide bağlantılı örgütler ve PKK/KCK bölge güvenliğini ve Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit eden önemli dinamiklere dönüşmüştür. Suriye iç savaşının yol açtığı sığınmacılar meselesi ise Türkiye açısından giderek ağırlaşan bir külfet halini almıştır. Türkiye, ABD ile ilişkilerin zedelendiği ve AB üyelik sürecindeki ivmenin kaybedildiği bu dönemde Irak-Suriye hattındaki gelişmelerle birlikte Orta Doğu’da zemin kaybetmektedir.

Irak’taki mezhepsel gerilimden beslenerek ortaya çıkan ve Suriye’ye yayılan IŞİD, bu iki ülkede belirli bölgelerdeki fiili hâkimiyetini sürdürmekte, Batılı
ülkelerde Esed rejimiyle diplomatik ilişkilerin yeniden tesisi yönünde oluşan kamuoyunu güçlendirmekte ve Türkiye’yi Suriye’deki tutumunda yalnızlaştırmaktadır.
Irak ve Suriye’deki güç boşluğu bu ülkelerde PKK/KCK’nın daha rahat faaliyet göstermesine yol açmakta ve bölge genelinde Kürk kökenli siyasi beklentileri artırmaktadır. Çözüm sürecini Suriye’deki PYD yapılanmasını tahkim etmek için kullanan terör örgütü, Türkiye’den dağa çıkardığı çocuk ve gençleri PYD saflarında savaşmak için bu ülkeye götürmeye devam etmekte, IŞİD’le mücadele adı altında Batılı ülkeler nezdinde sempati kazanmaktadır.
Bu çerçevede Türkiye’nin kendi sınırları içindeki Kürt sorununu çözmek ve örgütü silahsızlandırmak amacıyla başlattığı çözüm süreci daha büyük engellerin
yer aldığı bir ortamda sürdürülmektedir.

IŞİD ve PKK/KCK tehditleri birlikte düşünüldüğünde Suriye ve Irak sınırlarının güvenliğinin artırılmasının öncelikli olarak ele alınmasının gerekli olduğu değerlendirilmektedir. Bu konjonktürde Türkiye’nin Irak’ta iktidara gelen Abadi hükümetiyle birlikte Bağdat merkezi yönetimiyle ilişkilerini geliştirmesi
önem arz etmektedir. Bağdat merkezi yönetimiyle ilişkilerin olumlu seyretmesi, Türkiye’nin IŞİD krizinin ardından Irak’ta farklı bölgelere dağılan
Türkmenlerin asimilasyonunun engellenmesi için gerektiğinde girişimlerde bulunmasını mümkün kılabilecektir. Benzer şekilde, Türkiye’nin krizin seyrine
etki edebilmesi açısından Suriye iç savaşının çözümü doğrultusundaki uluslararası girişimlerin dışında kalınmamasının faydalı olacağı ifade edilebilir.
Bu kapsamda Türkiye’nin PYD’ye karşı tutumunun bütün Suriye Kürtlerine karşı olmadığının vurgulanması, PYD’nin Suriye Kürtlerini temsil etmediğinin
altının çizilmesi terör örgütünün bu ülkedeki faaliyetlerinin meşruiyet kazanmasının engellenmesi için elzemdir.

Irak ve Suriye’deki mevcut şartlar göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin tek başına hareket etmesi halinde bölgedeki etkinliğinin sınırlı kalacağını 
hatırdan çıkarmamak uygun olacaktır. Türkiye’nin Orta Doğu’da insan hakları ve demokrasi ilkelerinin ihyası ve öne çıkarılması yönündeki genel görüşünü
uluslararası toplumla birlikte ve uyum halinde gerçekleştirmeye çalışmasının daha ihtiyatlı bir hareket tarzı olacağı şüphesizdir. Bu genel görüşe gölge 
düşürecek politikaların Türkiye’nin istikameti hakkında şüphelere yol açacağı aşikârdır. Böyle bir durumun ise Türkiye’yi gerek uluslararası alanda gerek
bölgesinde yalnızlaştırabileceği değerlendirilmektedir.

EK - 1 

TÜRKİYE’YE SURİYELİ SIĞINMACI AKINI 

Suriye’den Türkiye’ye sığınmacı akını, Nisan 2011’de çatışmalardan kaçan Suriyelilerin sığınma talebinde bulunmasıyla başlamıştır. İlk etapta Suriye’de
yaşanan krizin kısa sürede sona ereceği ve sığınmacıların ülkelerine döneceği beklenmiş, ancak bu beklenti gerçekleşmemiş ve Suriyeli sığınmacı akını
devam etmiştir. Türkiye, bu süreçte çatışmalardan kaçan Suriyeliler için “açık kapı” politikası uygulamış ve sığınmacıların geçici olarak barınması için yerleşim
yerleri kurmaya başlamıştır. İç savaşın şiddetlenmesiyle Türkiye’ye sığınan Suriyeli sayısında belirgin bir artış gerçekleşmiş, Mart 2015’e gelindiğinde
resmi rakamlara göre 1 milyon 700 bin, sivil toplum kuruluşlarının raporlarına göre ise 2 milyonun üzerinde Suriyelinin Türkiye’ye sığındığı tespit edilmiştir. Türkiye, açık kapı politikasıyla kabul ettiği Suriyelilerin ihtiyaçları için bütün imkânlarını seferber etmiş, 2015’e gelindiğinde yapılan harcamalar toplamda 5 milyar doları aşmıştır. Resmi harcamalar dışında, Türkiye menşeli sivil toplum kuruluşları da sığınmacılara 700 milyon dolar civarında destek sağlamıştır.

Sığınmacıların Statüsü

Türkiye’deki Suriyelilerin statüsüne ilişkin ciddi bir belirsizlik olduğu görülmektedir. İlgili yayınlarda ve literatürde Türkiye’deki Suriyeliler için misafir,
mülteci, sığınmacı, göçmen gibi farklı tanımlamalar görmek mümkündür. Ancak bu kavramların hukuki anlamları birbirinden farklı olup, her kavramın
karşılığı olan statüye göre elde edilen haklar da değişmektedir. Bu nedenle sığınmacı ve mülteci arasındaki temel farkları ortaya koymak faydalı olacaktır.
Sığınmacılar kapıdan çevrilememekte, ihtiyaçları karşılanmakta, iade edilememekte, fakat kamplarda bekletilmektedir. Mülteci statüsündekilere ise
bunlara ilaveten oturma ve çalışma izni verilmektedir. Ayrıca mülteciler sosyal haklardan da yararlanabilmektedir. Bu konudaki karışıklığın temel sebebi
Türkiye’de sığınma hakkını kapsamlı biçimde düzenleyen yasal bir mevzuatın olmamasıdır.54

Türkiye, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne taraftır. Ancak bu Sözleşme’yi “coğrafi sınırlama” çekincesi
ile kabul ettiğinden, Avrupa dışından gelip iltica talep edenlere “mülteci” statüsü tanımamakta, Avrupa dışından gelenlere sadece “geçici sığınma”
koruması sağlamaktadır. Türkiye, bu çerçevede Suriyeli sığınmacılara mülteci statüsü vermemiş, Suriyeliler için “misafir” ifadesini kullanmayı tercih
etmiştir. Bu ifadenin hukuki bir karşılığı bulunmadığı için Suriyeliler, Ekim 2011’den itibaren İçişleri Bakanlığı’nın 1994 Yönetmeliği’nin 10. maddesi
uyarınca “geçici koruma statüsüne” alınmıştır. Suriyelilerin durumuna ilişkin ilk hukuki düzenleme 30 Mart 2012 tarihli, 62 sayılı “Türkiye’ye Toplu Sığınma
Amacıyla Gelen Suriye Arap Cumhuriyeti Vatandaşlarının ve Suriye Arap Cumhuriyetinde İkamet Eden Vatansız Kişilerin Kabulüne ve Barındırılmasına
İlişkin Yönerge” olmuştur. Bu yönerge ile Suriyelilerin “geçici koruma” altında oldukları kabul edilmiştir. Uluslararası standartlarla asgari ölçüde de
olsa uyumlu olan bu uygulama, açık kapı politikası, geri dönmede zorlama yapılmaması, bireysel statünün belirlenmemesi, kamplarda barınma ve temel
hizmetlerin sunulmasını ihtiva etmektedir.55

Türkiye, Suriyeli sığınmacıların statüsündeki belirsizliği gidermek maksadıyla Nisan 2013’te 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu
çıkarmıştır. Nisan 2014’te yürürlüğe giren kanun, Türkiye’de bulunan mültecilerin hukuki statüsünü açıklığa kavuşturacak bazı maddeler içermektedir.
Ekim 2014’te bu kanuna dayanarak sığınmacılar için Geçici Koruma Yönetmeliği çıkarılmıştır. Yönetmelik, Türkiye’de kendilerine “geçici koruma statüsü” verilen Suriyelilerin bağlı oldukları geçici koruma rejimine bir düzenleme getirmiş, Suriyeli sığınmacıların yasal statüleri, hakları ve alacakları sosyal yardımları netleştirmiştir.56

Sığınmacıların Kaydedilmesi 

Türkiye’de Suriyeli sığınmacılarla ilgilenmesi için Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş görevlendirilmiş, alanda “T.C. Başbakanlık Suriyeli Sığınmacılar
Genel Koordinatörlüğü” oluşturmuştur. 20 Eylül 2012 tarihli Başbakanlık Genelgesi’yle de “Türkiye’de bulunan Suriyeli sığınmacılar konusunda
kamu kurumları arasındaki her türlü konunun koordinasyonuyla ilgilenmek üzere” Gaziantep’te görev yapmak üzere bir Koordinatör Vali atanmıştır. Bu
koordinasyon çabalarına rağmen, Türkiye’nin “açık kapı” politikasının zamanla adeta “açık sınır” haline dönüşmesi neticesinde sınırları geçerek giriş
yapan Suriyelilerin kayıtlarını tutmak zorlaşmıştır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Suriyeli sığınmacılar için yürüttüğü
kayıt ve statü belirleme uygulamasını durdurmasıyla Türkiye’de kampların hazırlanması ve koordinasyonunu Afet ve Acil Durum Koordinasyon Başkanlığı
(AFAD) ve Kızılay üstlenmiştir. Sığınmacıların kayıt işlemleri ve kimlik dağıtımı ise Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yapılmaktadır. Ancak kayıt
işlemleri henüz merkezi hale getirilememiştir.57

Suriyeli sığınmacıların %13-14’ü 10 ildeki 22 kampta yaşamakta, ama asıl büyük kitle yani en az 1,4 milyonu kamplar dışında yaşamaktadır. Kamplar Adana, Adıyaman, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Mardin, Osmaniye ve Şanlıurfa’da bulunmaktadır. Kamplar dışında en yüksek sayıda Suriyelinin yaşadığı şehir yaklaşık 330 bin kişi ile İstanbul’dur. İstanbul’dan sonra 253 bin kişi ile Gaziantep, 240 bin kişi ile Şanlıurfa, 204 bin kişi ile Hatay gelmektedir. Kilis 86 bin, Mardin 78 bin, Adana 61 bin ve Kahramanmaraş 60 bin Suriyeliye ev sahipliği yapmaktadır. Bu iller dışında Türkiye’nin diğer 11 ilinde ise 10-50 bin arası Suriyelinin yaşadığı tahmin edilmektedir. 5 Kasım 2014 tarihli verilere göre Türkiye’de bulunan 1 milyon 600 bin civarındaki Suriyeliden 1 milyon 97 bini kayıt altına alınmıştır. Bu sayı, 500 bin üzerindeki Suriyelinin Kasım 2014 başlarında henüz kayıt altına alınmadığını,
kayıt altına alınanların oranının %68 düzeyinde kaldığını ve %32 oranında açık olduğunu göstermiştir. Suriyelilerin başlangıçta kısa zamanda geri dönecekleri
farz edilerek kayıt işlemlerinin gereksiz görülmesi ve sığınmacı akınının sürekli artmasının bu açıkta etkili olduğu değerlendirilmektedir.58

Sığınmacıların Temel Sorunları

-Barınma

Gelir durumu ile doğru orantılı olan barınma konusu, sığınmacıların sosyoekonomik koşullarına göre değişmektedir. Türkiye’de sığınmacılar kalacakları konutları kendi imkânları ile temin etmektedir. Suriye’de maddi durumu iyi olan ve bu imkânlarını Türkiye’ye taşıyabilenler satın alma veya kiralama yoluyla rahat bir şekilde ikamet etmektedir. Ancak tüm mal varlığını Suriye’de bırakan veya maddi durumu yetersiz olan sığınmacılar Türkiye’de oldukça kötü koşullarda barınmaya devam etmektedir.59

AFAD tarafından yapılan araştırmalar kamp dışında yaşayan sığınmacıların, kamplarda yaşayanlara göre temel gereksinimlere daha fazla ihtiyaç 
duyduğunu göstermektedir. Kamp dışındaki sığınmacıların %81’i ısınma kaynağının yetersiz olduğunu ifade etmiştir. Soğuk kış günlerine rağmen sığınmacıların konutlarının yarıya yakınında ısıtıcı yoktur. Bu yüzden kış ayları sığınmacılar için oldukça zor geçmektedir. Özellikle sınırdaki şehirlerde yoğun talep nedeniyle konut kiraları yükselmiştir. Kilis ve sınırdaki diğer şehirlerde kira fiyatlarında %100’e varan artışlar yaşanmıştır. Bundan dolayı barınma için
uygun olmayan bodrumlar, depolar vb. ek mekânlar da sığınmacılar tarafından kiralanmaktadır. Kamp dışındaki sığınmacıların yaşadığı konutlardaki
temel ihtiyaç malzemelerinin niteliksel ve niceliksel olarak ciddi eksiklikleri bulunmaktadır. Barınma olanakları açısından diğer temel sorunlar; çok sayıda
sığınmacının küçük konutlarda bir arada yaşaması, banyo ve lavabo yetersizliği, temizlik koşulları, kontratsız kiralamadan kaynaklanan sıkıntılar ve yetersiz 
ev eşyaları olarak özetlenebilir.

-Dil ve İletişim

   Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların en temel sorunlarından biri de Türkçe bilmemeleridir. Türkmen kökenliler hariç sığınmacıların önemli bir kısmı
Türkçe konuşamamakta ve en temel ihtiyaçlarını dahi ifade edememektedir. Sığınmacılar dil bilmedikleri için başta sağlık konusu olmak üzere resmi işlemlerde nereye başvuracaklarını da bilememektedir. Bu duruma sosyo-kültürel farklılıklardan kaynaklanan uyum problemleri de eklenince sorun daha
da büyümekte ve basit anlaşmazlıklarda bile uzlaşma sağlanamamaktadır. Bu konuda devletin ve STK’ların çalışmalarının yetersiz kaldığı veya çok yavaş
işlediği gözlenmektedir. Dil öğrenemeyen sığınmacılar, kendileri için mevcut olan hizmetlere nerede ve nasıl erişim sağlayacakları ile ilgili bilgiden ve 
bilgilendirmeden yoksun kalmaktadır.

-Sağlık

   Türkiye’deki kamplarda kalan tüm sığınmacıların tıbbi tedaviye ücretsiz erişim imkânı vardır. Kamp dışında yaşayan sığınmacılar içinse AFAD tarafından
valiliklere gönderilen “Suriyeli Misafirlerin Sağlık ve Diğer Hizmetleri” konulu genelge ile kayıtlı sığınmacıların sağlık hizmetlerine erişimi konusundaki
sınırlamaları kaldırılmıştır. Eylül 2013’teki genelgeyle bütün sığınmacılar, hastane ve polis tarafından kaydı yapıldıktan sonra sağlık hizmetlerinden
faydalanmaya devam etmiştir.

Kamp dışında yaşayan sığınmacıların sağlık hizmetlerinden yararlanma oranı kampta yaşayanlardan daha düşüktür. Suriyeli sığınmacıların yarıdan fazlası
Türkiye’deki sağlık hizmetlerinden faydalanmıştır. Sığınmacıların %82’si aldığı sağlık hizmetinden memnun kaldığını ifade etmiştir. Sağlık Bakanlığı’nın
verilerine göre Ekim 2014’e kadar 5,5 milyon muayene işlemi gerçekleştirilmiş, 161 bin ameliyat yapılmış ve 32 bin 854 doğum gerçekleştirilmiştir. Ayrıca
hastaneye sevk sayısının 516 bin, hasta yatış sayısının ise 200 bin civarında gerçekleştiği açıklanmıştır.

Sığınmacılarda en sık karşılaşılan sağlık sorunları yüksek ateş, ishal ve cilt problemleridir. Ayrıca sığınmacıların yarıdan fazlasının psikolojik desteğe ihtiyacı
vardır. Sığınmacı çocuklar arasında çocuk felci aşısı olmayanların oranı da oldukça yüksektir. Bu durum diğer çocuklar için ciddi bir tehdit niteliği
taşımaktadır. Kamp dışında yaşayan Suriyeli kadınların gebelik takibi, çocukların aşılanması gibi koruyucu sağlık hizmetlerinden faydalanma oranı da çok
düşüktür. Genç kızların taciz ve istismardan dolayı ruh ve sinir hastalıklarına yakalanma riskinin fazla olduğu görülmektedir. Mağduriyet nedeniyle yapılan
kısa süreli evliliklerin sonrasında fuhşun yaygınlaşmış olması, cinsel yollarla bulaşan hastalıkların artmasını da beraberinde getirmiştir.
Sığınmacıların sağlık hizmetine erişim oranı ise %65 civarındadır. Sağlık hizmetlerine erişim noktasında en önemli problemlerin başında doktorlarla sağlıklı bir iletişim için dil engeli ve tedavi olduğu halde ilaç alamama gelmektedir.
Sığınmacıların %55’i tedavi sonrası ilaç almakta zorlanmaktadır. Düzenli ilaç kullanımı ve takip gerektiren kronik hastalıklarda sağlık hizmetine erişim
imkânı daha da zorlaşmaktadır.

-Eğitim

  Türkiye’de yabancılar dâhil tüm çocukların ilk ve orta öğrenim görme hakkı, kanunlarla koruma altına alınmıştır. Türkiye’de kamp dışında yaşayan sığınmacı
çocuklar devlet okullarına kayıt yaptırabilmektedir. İkamet izni olmayan sığınmacılar ise okullara misafir statüsünde devam edebilmektedir. Buna ek
olarak sığınmacı çocuklar STK’lar veya yerel makamlar tarafından desteklenen, gönüllü Suriyeli öğretmenlerin bulunduğu gayri resmi okullara ve kurslara
da gidebilmektedir. Ayrıca kamplarda Suriye’deki eğitim müfredatını uygulayan ve Arapça eğitim veren okullar da bulunmaktadır.60

Temel ihtiyaçlardan mahrum olan sığınmacıların eğitim konusunu göz ardı ettiği görülmektedir. Türkiye’de bulunan Suriyelilerin % 53’ünden fazlası 18
yaş altındaki çocuk ve gençlerdir. Suriyeli çocukların eğitimi konusunda hem başlangıçta kalıcılığın bu kadar uzayacağı öngörülemediğinden hem de 
eğitim dilinin Türkçe olmasından kaynaklanan sorunlar yaşanmaktadır. Kamplar içinde durum nispeten iyi olsa da genelde okullaşma %15-20 düzeyinde
kalmıştır. Üniversitelerle ilgili olarak ise Yüksek Öğretim Kurumu tarafından alınan karar sonrasında sınırdaki 7 üniversitenin sığınmacıları özel öğrenci
statüsünde kayıt etmesine olanak tanınmıştır. İkamet kaydı dahi olmayan sığınmacıların resmi uygulamalardan habersiz olması da önemli bir engel teşkil
etmektedir. Sığınmacıların büyük kısmının düşük eğitim seviyesine sahip olması, çocuklarının eğitimi noktasında ailelerinin kayıtsız kalmasına neden
olmaktadır. Kamp dışında yaşayan sığınmacıların kamplarda yaşayanlara nazaran eğitim konusunda daha çok problemle karşılaştığı da gözlenmektedir.
Eğitim alanında en temel sorun olarak dil konusu ön plana çıkmaktadır. Dil sorunu %33 oranında eğitim için önemli bir engel teşkil ederken, kırtasiye
ihtiyaçları %18 ile bir diğer sorun olarak görülmektedir. Diploma ve sertifika gibi resmi evraklara iç savaş şartları sebebiyle ulaşılamaması da aksaklıklara
neden olmaktadır. Sığınmacı çocuklara karşı okul ortamında dışlama, yok sayma ve aşağılama gibi durumlarla da sıkça karşılaşılmaktadır. Sığınmacıların
önemli bir kısmının kalıcı olacakları varsayıldığında eğitim alanında teşvik edici adımların bir an önce atılması ve bu konuda ileriye dönük stratejilerin
hazırlanması elzemdir.

-İstihdam

Türkiye’deki yabancıların çalışmalarını izne bağlayan ve yabancılara verilecek çalışma izinleri ile ilgili esasları belirleyen 4817 sayılı Yabancıların Çalışma
İzinleri Hakkında Kanun gereğince Suriyelilerin bir işveren yanında işçi olarak veya kendi işyerlerini açarak çalışmaya başlamadan önce izin almaları
gerekmektedir. Sığınmacıların çalışma izinleri, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından belli değerlendirmeler neticesinde verilmekte veya 
reddedilmektedir.

Buna rağmen sığınmacıların büyük bir kısmının hem çalışma izni olmadan hem de sigortasız çalıştığı bilinmektedir. 30 Ocak 2013’te Gaziantep’teki
bir fabrikada meydana gelen patlamada iki Suriyelinin hayatını kaybetmesi sonrasında sığınmacılara ilişkin çalışma izni süreci başlatılmıştır.
Emniyet’in ikamet izni verdiği Suriye uyruklu yabancıların çalışma izni alabilmesi kolaylaştırılmıştır. İlgili bakanlığın yürüttüğü çalışmalar çerçevesinde
sığınmacılara verilen çalışma izni süresi ikamet izni sürelerini aşmayacak olup, durumu uygun bulunan Suriyeliler değerlendirme kriterlerine tutulmadan
çalışma izni alabilmektedir. Suriyelilerin çalışma izni başvurularını kolaylaştırmak için diğer yabancılar için aranan kriterlerin de aranmadığı gözlenmektedir.

Suriyelilerin büyük bir kısmının Türkiye’ye kaçak yollarla girmiş olması, ikamet izinlerinin bulunmaması, istihdam edildikleri sektörlerin geçici işlerden
oluşması, işverenlerin ucuz emek talebi, çalışma izni almanın külfetli olması, sığınmacıların yasal prosedürlerden habersiz olması bu konudaki başlıca
problemler olarak öne çıkmaktadır. Bir diğer önemli sorun da sığınmacıların piyasanın oldukça altında ücretlerle ucuz iş gücü olarak çalıştırılmasıdır. 

Sığınmacılar tarım, inşaat, tekstil ve endüstriyel sektörlerde ucuz iş gücü olarak çalıştırılmaya devam etmektedir. Suriyeli sığınmacıların meslek dağılımına
bakıldığında erkeklerin %18’inin kadınların ise %87’sinin herhangi bir mesleğinin olmadığı bilinmektedir. Genel olarak sığınmacıların çok küçük bir kısmının profesyonel meslek sahibi olduğu görülmektedir. Bundan dolayı geçimini sağlamak zorunda olan sığınmacılar bulabildikleri her türlü işte ücrete
bakmadan çalışmaktadır. Sığınmacıların her türlü işte düşük ücretle ve sigortasız çalışması, iş gücünü ve ücret seviyesini olumsuz etkilemiştir. 
Bu durum da yerel halkta endişeye neden olmaktadır.61 
Bu noktada sığınmacıların istihdamı konusunda gerekli düzenlemelerin bir an önce yapılması önem arz etmektedir.


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 6



IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 6


<  IŞİD Arapça ve İngilizce Dabık ve el-Şamıh adında iki ayrı aylık dergi çıkarmaktadır. Ayrıca Musul’da ve Rakka’da yayın yapan iki Radyo İstasyonu bulunmaktadır..  >

<  Irak ordusunun, Musul’da direnememesi güvenlik güçlerinde kurumsallaşmanın sağlanamadığını, etnisite ve mezhebe dayalı yapının başarısız olduğunu göstermiştir.. >

IŞİD’in finansman temin etmek için çeşitli yöntemler izlediği görülmektedir.
Bu yöntemler şu şekilde sıralanabilir:

• Bağış ve hibe: Uluslararası medyada çıkan raporlara göre, birçok Körfezli zengin ve iş adamı Irak ve Suriye’de IŞİD’e para ve lojistik destek vermektedir.
• Zekât ve sadakalara el koyma: Özellikle 2011-2012 yılarında pek çok din adamı ve dini televizyon kanalları Suriye’de Esed rejimine karşı direniş gösteren halka destek amacıyla zekât, fitre ve bağış yapma çağrısında bulunmuştu. Suriyelilere yapılan zekât ve sadaka gibi bağışların doğrudan veya dolaylı olarak IŞİD’e ve el-Nusra Cephesi’ne gittiği belirtilmektedir.
• Fidye: Örgüt yabancı gazetecileri, diplomat ve devlet memurlarını kaçırarak serbest bırakılmaları karşılığında milyonlarca dolar elde etmektedir. IŞİD iki Japon rehine için 200 milyon dolar para talep etmiştir.
• Petrol ve diğer doğal kaynaklar: Örgüt Irak ve Suriye’de irili ufaklı yaklaşık 80 petrol kuyusunu kontrol etmektedir. IŞİD, kontrolündeki petrol kuyularından ayda 2 milyon dolar elde etmektedir.
• Vergi adı altında haraç: Örgüt kontrolündeki bölgelerdeki esnaf, sanayici, çiftçi ve işadamlarından haraç toplamaktadır. IŞİD’in aylık topladığı miktarın 6 milyon dolar olduğu belirtilmektedir.
• Tesislere el koyma: IŞİD’in eline geçen bölgelerdeki hastaneler, alışveriş merkezleri, restoranlar ve elektrik santrallerden milyonlarca dolar kazandığı ifade edilmektedir. Suriye’de elde ettiği bazı bölgelerden Esed rejimine elektrik ve petrol sattığı örnek gösterilebilir.
• Kamu kuruluşlarından elde edilen gelir: Örgüt ele geçirdiği bölgelerde hükümet binalarından ve bankalardan büyük miktarlarda nakit ele geçirmiştir. Örneğin Musul’u kontrol ettiğinde Musul bankasından 420 milyon dolar ve altın elde etmiştir.
• Tarım ve hububattan elde edilen gelir: IŞİD Irak ve Suriye’de çok sayıda ekili tarım arazileri ve çiftliğe el koymuştur. Örgütün hâlihazırda Irak’ın buğday üretiminin üçte birini kontrol ettiği tahmin edilmektedir.46

3.1. IŞİD ve Musul Krizi 

IŞİD’in Irak’ın en büyük ikinci kenti Musul’u ele geçirmesi hem Irak hem Orta Doğu açısından tarihi bir gelişme olarak nitelendirilebilir. IŞİD Haziran
2014’te 1500-2000 kişilik silahlı bir grupla, Irak ordusuna bağlı 30 bin askerin konuşlu bulunduğu Musul’u 48 saat içerisinde ele geçirmiştir. Askerlerin büyük
çoğunluğunun kenti savaşmadan terk etmesi Irak’taki etnisite ve mezhebe dayalı güvenlik yapısının başarısız olduğunu göstermiş, Musul Valisi’nin İçişleri
Bakanlığıyla yaptığı görüşmenin basına yansıması ise kentin düşmesinde Maliki’nin ihmalinin bulunduğuna işaret etmiştir. Krizin ardından Erbil’e
sığınan Vali Etil el-Nuceyfi’nin dönemin İçişleri Bakanı Vekili Adnan Esedi ile Musul’un ele geçirilmesinden bir gün önce yaptığı görüşmeler yayımlanmıştır.
Yayımlanan görüşmeler, Vali el-Nuceyfi’nin Bağdat’ı IŞİD tehlikesiyle ilgili bilgilendirdiğini, Kürt Yönetimi’nden Peşmerge gücünün gönderilmesini
talep ettiğini ancak bu talebin dönemin Başbakanı Maliki tarafından reddedildiğini ortaya çıkarmıştır.

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, Irak’ın insani kaybını ağırlaştırmış, özellikle Sünni Arap nüfusun yaşadığı bölgelerde ağır insan hakkı ihlallerine ve ciddi
bir demografik değişime neden olmuştur.47 Örgüt fiilen hâkim olduğu bölgelerde şiddet eylemleriyle korku yayarak halkı baskı altına almış, Hıristiyan
ve Yezidileri dinlerini değiştirmeleri için ölümle tehdit ederken Ramazan Bayram’ında Müslümanlara bayram namazı kılmayı yasaklamıştır. Haziran
2014’te Musul’un düşmesinden itibaren başta Musul olmak üzere Telafer, Sincar, Mahmur, Selahaddin, Diyale, Tuzhurmatu, Tikrit, Anbar kentlerinden
göç etmek zorunda kalanların sayısı 2,6 milyonu aşmıştır. Birleşmiş Milletler Irak’a Yardım Görev Gücü’nün (UNAMI) Irak raporunda, 2014 yılı Irak
için oldukça kanlı bir yıl olarak nitelendirilmiştir. Raporda Irak’ta, Musul’un IŞİD’in denetimine geçmesinin ardından terörist eylemler ve saldırılar neticesinde 11.844 kişinin öldüğü, 17.235 kişinin yaralandığı açıklanmıştır.48 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ayrıca Irak’ın mali kaybını artırmış ve kültürel mirasına zarar vermiştir. Örgüt Musul’a girdikten sonra kentteki tüm kamu
kuruluşlarına el koymuş, merkez bankasında bulunan külçe altınları ve 420 milyon doları gasp etmiştir. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden önce Irak’ta
işsizlik oranı yüzde 12 iken yüzde 25’e kadar yükselmiştir. Musul’un düşmesiyle gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 28’den 38’e yükselmiş, yoksulluk
sınırının altında kalan nüfus oranı ise yüzde 19’dan yüzde 30’a çıkmıştır.49 

IŞİD, Musul Müzesi’ndeki heykelleri parçalamış, içinde değerli elyazması eserlerin bulunduğu Musul Kütüphanesi’ni yakmıştır. Örgüt, Musul’u
ele geçirdikten sonra kentteki Hz. Yunus Camisi’ni ve türbesini, 1400 yıllık İmam Yahya Ebu’l Kasım Camisi ile Osmanlı döneminden kalma Hema Kado
Camisi’ni, Hz. Şit Camisi ve türbesini yıkmıştır.


3.2. IŞİD Krizinin Türkmenlere Etkileri


Irak’ta Türkmenler IŞİD krizinden doğrudan etkilenmiş, örgüt enerji zenginliği ve verimli tarım arazileriyle bilinen Türkmen bölgelerini istila etmiş
ve bu bölgelerdeki nüfus yapısının değişmesine yol açmıştır. IŞİD’in 10 Haziran’dan itibaren Musul’un Telafer ilçesi ve civar köyleri, Selahattin iline
bağlı Tuzhurmatu, Süleyman Beg, Yengice, Emirli, Bastamlı, Kerkük’e bağlı Tazehurmatu ilçesi, Tirkalan, Yayçı ve Beşir köyü, Diyale’ye bağlı Karatepe,
Hanekin, Sadiye gibi Türkmenlerin yoğunlukta olduğu bölgelere saldırmış, Türkmenleri hedef almıştır. Örgüt, saldırdığı yerleşim birimlerinde Türkmenlere
karşı katliamlar gerçekleştirmiş, yerlerini terk eden ve sığınabilecek yer bulamayan Türkmenler kırsal bölgelerde kendi kaderine terk edilmiştir.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından takriben 300 bin Türkmen ülke içerisinde yerlerinden olmuş, 5 binden fazla Türkmen ailesi ülkeyi terk ederek
Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır. Bununla birlikte yaklaşık 500 Türkmen ise IŞİD tarafından katledilmiş veya kaldıkları mülteci kamplarının olumsuz
şartlarından dolayı hayatını kaybetmiştir. Sadece Temmuz ve Ağustos aylarında sıcaklığın 50 derecenin üzerinde olduğu günlerde neredeyse her gün 
5-10 çocuk yaşamını yitirmiştir.50 Türkmen nüfusunun 20 bin civarında olduğu Emirli nahiyesi, IŞİD’in kuşatmasına karşı 84 gün direnmiş, ancak Şii milis 
gücü Bedir Tugayları ve İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’nün desteğiyle kurtarılmıştır.

  <  Bölgelerini terk etmek zorunda kalan Türkmenler hâli hazırda coğrafi olarak Arap ve Kürt bölgeleri arasında sıkışmış durumdadır.   >

  < BM ve diğer uluslararası teşkilatlar, 10 Haziran’dan itibaren IŞİD’in denetimindeki Türkmen bölgelerinde yaşanan İnsani Dram karşısında SESSİZ Kalmayı tercih etmiştir.   >

Musul krizinde, uluslararası toplum Irak’taki insani dramlar karşısında seçici ve ayrımcı bir tavır sergilemiştir. Başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve
bölge ülkeleri IŞİD’in Ağustos 2014’te Musul’daki Yezidilerin yaşadığı Sincar (Kürtçe Şengal) ilçesine ve Mahmur’a düzenlediği saldırılara ivedilikle tepki 
göstermiş, ancak aynı dönemde Türkmenlerin maruz kaldığı insan hakkı ihlalleri karşısında benzer bir tepki göstermemiştir. BM ve diğer uluslararası
teşkilatlar, 10 Haziran’dan itibaren IŞİD’in denetimindeki Türkmen bölgelerinde yaşanan insani dram karşısında sessiz kalmayı tercih etmiş, Batılı ülkeler
Emirli nahiyesinde Türkmenlerin 84 gün boyunca IŞİD tarafından kuşatılmasına tepki göstermemiştir. Gerek bölgesel aktörler gerekse uluslararası
toplum, IŞİD kuşatmasındaki Telafer, Tuzhurmatu’ya bağlı Yengice, Bastamlı ve Emirli, Diyale’ye bağlı Karatepe, Hanekin ve Celavla’da Türkmenlerin yaşadığı
insani dramın sona erdirilmesi için harekete geçmemiştir. Ancak BM, ABD ve Avrupa Birliği, IŞİD Sincar’a girdikten sonra Yezidi göçmenlere insani
yardım göndermeye ve Peşmerge’ye silah desteği sağlamaya başlamıştır.

Türkmenlere ise IŞİD’e karşı mücadele etmek için silah desteği sağlanmadığı gibi insani yardım da gönderilmemiştir.

IŞİD’in Irak’ta belirli bölgelere fiilen hâkim olmasıyla birlikte Türkmenlerin iki büyük tehditle karşı karşıya kaldığı ifade edilebilir. Birincisi IŞİD karşısında
güvenliği sağlanamayan ve Irak’taki diğer unsurların aksine hamisiz kalan Türkmenlerin kendi bölgelerinden göç etmek zorunda kalmasıdır.

















Harita 3: Irak ve Suriye’de IŞİD Denetimindeki Bölgeler (Nisan 2015)


Göçlerle birlikte, Irak’ta Türkmen nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki baskın kimliğin değişmesi ve gelecekte Türkmenlerin asimilasyonu ihtimali ortaya
çıkmıştır. Bu kapsamda IŞİD saldırılarının Türkmen coğrafyasını ve kimliğini hedef alması, Türkmen nüfusun dağılmasına neden olması düşündürücüdür.
Bölgelerini terk etmek zorunda kalan Türkmenler hâlihazırda coğrafi olarak Arap ve Kürt bölgeleri arasında sıkışmış durumdadır. Dolayısıyla IŞİD krizi, Türkmenlerin temel sorununun kuzey Irak gibi kendilerine münhasır bir güvenli bölgelerinin olmamasından kaynaklandığını göstermiştir.
İkincisi ise, mezhep farklılıklarının Türkmenler arasında ayrışmaya yol açması ihtimalidir. Türkmenler arasında mezhepsel farklılıklar olsa da geleneksel
olarak Türkmen kimliği üst kimlik olarak kabul edilmektedir. 

Ancak IŞİD krizinin Türkmen bölgelerinde yol açtığı demografik değişim, yakın gelecekte Türkmen kimliğinin bölünmesine yol açabilir. IŞİD Telafer’i 
ele geçirdikten sonra kentten göç eden Türkmenlerin Erbil’e girişleri Kürt Yönetimi tarafından engellenmiş, Türkmenlerin bir bölümü Bağdat, Necef, Kerbela ve güneydeki diğer vilayetlere göç etmiştir. Şii Arap nüfusun yoğun olduğu bu vilayetlere gerçekleşen göçler, Türkmenlerde mezhep eksenli bir bölünmeye ve Şii Türkmenler üzerinde İran etkisinin artmasına hizmet edebilir. Irak işgali sonrasında nasıl Arap kimliğinde Şii-Sünni ayrışması meydana geldiyse, IŞİD kriziyle birlikte başlayan süreçte Türkmenlerin de mezhepsel olarak bölünmesine dönük planlı bir program söz konusu olabilir.


3.3. IŞİD’in Suriye ve Irak’taki Petrol Yataklarını Denetimi


IŞİD, Suriye ve Irak’ta öncelikli olarak stratejik önemi haiz bölgelere yönelmiş, enerji açısından zengin ve barajların bulunduğu sahaları ele geçirmeye
çalışmıştır. IŞİD hâlihazırda Irak ve Suriye’de toplamda günlük 350 bin varil petrol üretilen yataklara sahiptir. Örgüt sadece Musul bölgesinde 12 petrol sahasını kontrol etmektedir. Suriye’de ise ülke petrolünün yaklaşık yüzde 60’ının çıkarıldığı Deyrizor Temmuz 2014’ten beri örgütün fiili hâkimiyetindedir.
IŞİD ayrıca Suriye petrolünün yüzde 40’ının üretildiği Haseke bölgesindeki petrol sahalarının bir bölümünü elinde tutmaktadır. Haseke’ye bağlı Şaddadi,
Cibisa ve Cubeyda petrol yatakları IŞİD’in denetimindedir. IŞİD, Irak ve Suriye’de hâkim olduğu kuyulardaki petrolü varili 10-25 dolar karşılığında
enerji kaçakçılarına satmaktadır. Ekim 2014 verilerine göre IŞİD’in Suriye ve Irak’ta kontrol ettiği kuyularda günlük 50-60 bin varil petrol üretilmektedir.
Örgüt sadece petrolden günde yaklaşık 2 milyon dolarlık bir gelir sağlamakta, bu miktar yıllık 800 milyon dolara tekabül etmektedir.51


    BM Güvenlik Konseyi Şubat 2015’te Rusya’nın önerisiyle IŞİD ve el-Kaide bağlantılı örgütlerin petrol kaçakçılığı, yasa dışı antika ticareti ve rehinelerden
elde ettikleri gelirleri önlemeye yönelik hazırlanan karar tasarısını kabul etmiştir. Kararda, IŞİD, el-Nusra Cephesi ve diğer el-Kaide bağlantılı gruplarla
doğrudan ya da dolaylı biçimde yapılan ticaret kınanmış, BM’nin mevcut kararlarının bu gruplarla petrol ve petrol ürünü ticareti yapılmasını yasakladığı
hatırlatılmış ve yasakları ihlal eden aktörlerin yaptırıma maruz kalacağı ifade edilmiştir. Güvenlik Konseyi ayrıca bütün üye devletlerin, bu örgütlerin
ve aracılarının malvarlıklarını dondurmak zorunda olduklarını vurgulamıştır.
   BM Sözleşmesi’nin yaptırım içeren 7’nci bölümü kapsamında kabul edilen 2199 sayılı kararla birlikte, başta Türkiye olmak üzere bütün bölge ülkeleri
IŞİD’le mücadelede sorumluluk üstlenmiştir. 2199 sayılı karar, üye devletlere ilgili örgütlerle mücadelede attıkları adımları dört ay içinde el-Kaide Yaptırımlar
Komitesi’ne rapor etme zorunluluğu getirirken, BM’nin terörle mücadeleden sorumlu organlarına bu adımları takip etme çağrısında bulunmuştur.52

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 5



IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 5



2.3. Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Örgütlenmesi

PKK terör örgütü, kuruluşundan itibaren Suriye’nin kuzeyini Orta Doğu’da planladığı bağımsız devletin sınırlarına dâhil etmeyi hedeflemiş, Hafız Esed
iktidarının sağladığı himaye örgütün bu ülkede faaliyet göstermesini sağlamıştır. Örgüt, 1990’lı yıllarda özellikle finansman ve militan elde etmek için
Suriyeli Kürtlere yönelik yoğun bir propaganda yürütmüş, dağ kadrosunun bir kısmını bu bölgedeki çocuk ve gençlerden oluşturmuştur. 1999’da Öcalan’ın
yakalanmasının ardından yapısal değişikliklere giden PKK, 2002’deki 8. Kongresinde teröristbaşının avukatları aracılığıyla gönderdiği talimatlar doğrultusunda Suriye’de örgütlenme kararı almıştır. Örgüt bu kararın ardından 17 Ekim 2003 tarihinde PYD’nin (Parti Yekitiya Demokrat-Demokratik Birlik
Partisi) kuruluşunu ilan etmiş, müteakip günlerde örgüte müzahir medya ile örgütün Türkiye ve Avrupa’daki uzantıları PYD’nin kuruluşuyla ilgili propaganda
amaçlı yayınlar yapmıştır. Bu dönemde Ankara-Şam ilişkilerindeki olumlu gelişmelere rağmen örgüt, Suriye’nin kuzeyindeki faaliyetlerini PYD
adı altında sürdürmeye devam etmiştir.

2003-2006 döneminde terör örgütü içinde PYD’nin Suriye’deki Kürt siyasi partileri karşısında zayıf kaldığı, KONGRA-GEL sisteminin bu bölgede tesis
edilemediği yönünde tartışmalar öne çıkmış ve örgütlenmeye ağırlık verilmesi yönünde kararlar alınmıştır. Örgüt bu doğrultuda 2007’den itibaren PYD’yi,
KCK projesinin Suriye’deki parça örgütlenmesi32 şeklinde yapılandırmaya başlamıştır. PYD, terör örgütünün Türkiye, İran ve Irak’taki diğer uzantıları
gibi “demokratik konfederalizm” olarak takdim ettikleri paradigmayı esas almış ve Suriye’nin kuzeyinde ilk etapta özerklik elde etmeyi hedeflemiştir.
Terör örgütü, 2011’de Arap ayaklanmalarının Suriye’ye sıçramasıyla bu ülkedeki faaliyetlerini artırabileceği bir konjonktür yakalamış, ülkenin kuzeyinde
muhalefete karşı Esed rejimine işbirliği teklifinde bulunmuş ve olumlu cevap almıştır. 2012’de iç savaşın şiddetlenmesiyle Esed rejimi, kuzeyden çekilirken
Suriyeli Kürtlerin muhalefet saflarına katılmasını engellemek ve muhaliflerin etkinliğini sınırlandırmak maksadıyla bu bölgeyi fiilen terör örgütüne
teslim etmiş, daha önce Suriye’ye girişini yasakladığı Salih Müslim’i ülkeye davet etmiştir.

<  PYD, 2013’ten itibaren Suriye’nin Kuzeyindeki örgütlenmesini Afrin, Kobani ve Cezire’de Özerk bir yönetime dönüştürmeye, Bölgedeki siyasi ve silahlı varlığını Kurumsallaştırmaya yönelmiştir.  > 

Esed rejiminin, terör örgütü yöneticilerinden Fehman Hüseyin ve Mustafa Karasu’yla yapılan görüşmelerin ardından örgüte mali destek sözü verdiği basına
yansımış, bu süreçte İdlip, Kobani ve Kamışlı’da örgütün kamp açmasına ve örgüt mensuplarının Irak’tan Suriye’ye geçişine müsaade edilmiştir.33 Örgüt
diğer taraftan Türkiye’de 2013’te başlatılan çözüm sürecindeki çatışmasızlık ortamını Suriye’deki faaliyetlere odaklanmak için kullanmaya, bu ülkedeki
özerklik hedefine ağırlık vermeye başlamıştır. Terör örgütü bu kapsamda Suriye’nin kuzeyindeki silahlı militan varlığını artırmaya öncelik vermiş, ilk
etapta mevcut dağ kadrosunun bir kısmını, daha sonra ise çözüm sürecinde Türkiye’den dağa çıkardığı çocuk ve gençleri Kandil’de kısa bir eğitimin ardından
bu bölgeye sevk etmiştir. Örgüt aynı zamanda Suriye’nin kuzeyindeki özerklik teşebbüsü için Türkiye’de ve uluslararası kamuoyunda “Rojava Devrimi”
sloganıyla propaganda yürütmüş, Esed rejiminin desteğiyle yerleştiği bölgedeki örgütlenmesine halk devrimi kisvesi kazandırmaya çalışmıştır.34

PYD Esed rejiminin sağladığı destekle Suriye’nin kuzeyinde kendi tekelinde hareket edecek bir idari yapı kurmaya çalışmış, bölgedeki Kürt siyasi partilerini
devre dışı bırakmak amacıyla Ulusal Konsey (daha sonra Batı Kürdistan Halk Meclisi) adlı çatı örgütü tesis etmiştir. Ancak PYD bu girişimden sonuç
alamamış, Suriyeli Kürt siyasi partilerin büyük çoğunluğu Barzani’nin öncülüğünde 2011’de kurulan Kürt Ulusal Konseyi’ne katılmayı tercih etmiştir.
PYD, Esed rejiminin devrilme ihtimalini dikkate alarak Temmuz 2012’de imzaladığı Erbil Anlaşması’yla Kürt Ulusal Konseyi’ne katılmışsa
da, bölgede tek taraflı hareket etmeye devam etmiş ve KCK projesi çerçevesindeki nihai bağımsızlık hedefinden vazgeçmemiştir.35 

PYD bu süreçte bölgedeki varlığına rakip olarak gördüğü Kürt siyasileri, aşiret liderlerini ve aktivistleri suikastlarla etkisiz hale getirmiş, Esed rejimi 
aleyhinde protesto gösterileri düzenleyen Suriyeli Kürtleri şiddet kullanarak bastırmıştır.36
PYD, 2013’ten itibaren Suriye’nin kuzeyindeki örgütlenmesini Afrin, Kobani ve Cezire’de özerk bir yönetime dönüştürmeye, bölgedeki siyasi ve silahlı
varlığını kurumsallaştırmaya yönelmiştir. PYD, Nisan 2014’te bir “siyasi partiler kanunu” çıkardığını ilan etmiş, bu sözde kanunla hedeflediği özerk bölge
dâhilindeki Kürt siyasi partileri sindirebileceği “yasal” zemini oluşturmaya çalışmıştır.37 PYD’nin bölgede özellikle Kürt muhaliflere karşı gerçekleştirdiği
insan hakkı ihlalleri38 ve otoriter bir yönetim tesis etme girişimi, Suriye’de olduğu gibi, bölgedeki diğer Kürtlerde de rahatsızlığa yol açmış, Avrupa,
Irak ve Türkiye’den 115 Kürt aydın Mayıs 2015’te PYD’ye karşı bir bildiri yayımlamıştır. Kürt aydınlar bildiride PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde şiddet
kullanarak otoriter bir yapı kurduğunu, Kürt Ulusal Konseyi’ndeki partileri baskı altına almaya ve kendisine muhalif Kürt gazeteci ve yazarları etkisiz
hale getirmeye çalıştığını ifade etmiştir.39

Türkiye’nin ve Kürt aydınların PYD’yle ilgili rahatsızlığına rağmen, IŞİD’in Suriye iç savaşında artan görünürlüğüyle birlikte başta ABD olmak üzere Batılı
devletler bu örgüte yönelik tutum değiştirmeye başlamıştır. PYD, Batılı devletlerin kamuoylarında radikal IŞİD’e karşı savaşan seküler ve işbirliği yapılabilecek bir örgüt olarak öne çıkarılmış, IŞİD’in Kobani saldırısı sonrasında Batı medyasında PYD/YPG hakkında propaganda sayılabilecek ölçüde olumlu
yayınlar yapılmıştır. Kobani çatışmalarında IŞİD’e karşı netice alınmasını mümkün kılan koalisyon güçlerinin hava harekâtı, ÖSO ve Peşmerge’nin desteği
göz ardı edilerek suni biçimde PYD’nin rolü vurgulanmıştır. Batılı medya organlarında örgütün özellikle kadın militanlarının fotoğraflarına yer verilmiş,
“cinsiyet ayrımı yapmayan PYD” imajı oluşturulmuş ve IŞİD’e karşı savaştığına dikkat çekilerek PYD’nin desteklenmesi gerektiği görüşü işlenmiştir.
Bu süreçte bazı Batılı uzmanlar, Türkiye’deki çözüm süreci ve PYD’nin IŞİD karşısındaki mücadelesinden dolayı ABD ve Avrupalı devletlerin PKK’yı 
terör örgütü listelerinden çıkarması gerektiğini dile getirmeye başlamıştır.40

PYD ayrıca 2013’ten itibaren yurtdışı temaslarını artırarak muhatap kabul edilmeye çalışmış ve uluslararası destek arayışına girmiştir. PYD lideri Salih
Müslim Nisan 2013’te İsveç’i, aynı yıl içinde Ağustos’ta İran’ı, Aralık ayı içinde de Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyaret etmiş, bu
ziyaretler çerçevesinde Suriye’deki faaliyetlerinin desteklenmesini talep etmiştir.

PYD, Ocak 2015’te Moskova’da Esed rejimi ile muhalefet temsilcileri arasındaki toplantıya katılmıştır. Örgütün muhatap kabul edilme girişimlerden
sınırlı da olsa netice almaya başladığı gözlenmiş, PKK’yı terör örgütü olarak tanıyan Batılı ülkeler de PYD ile ilgili belirgin bir tutum değişikliğine
gitmiştir. Washington, Kobani çatışmaları sırasında Türkiye’nin PYD’ye destek koridoru açmasını talep etmiş, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, PKK ile
PYD’nin ayrı gruplar olduğu yönünde açıklamalarda bulunmuştur. 8 Şubat 2015 tarihinde ise PYD’nin iki kadın temsilcisi Fransa Cumhurbaşkanı Hollande
tarafından Elysee Sarayı’nda ağırlanmıştır. Paris tarafından organize ve finanse edilen görüşmede PYD temsilcileri Fransa’dan daha fazla silah ve lojistik
destek talep etmiştir.

SURİYE İÇ SAVAŞINDA DEĞİŞEN DENGELER  GENELTESPİTLER 

• Suriye iç savaşı, Esed rejimine sağlanan istikrarlı desteğe karşılık muhalefet içindeki bölünmüşlük, Özgür Suriye Ordusu’nun yeterince desteklenmemesi 
ve savaşa farklı silahlı grupların müdahil olmasından dolayı sonuçlanamamıştır.
• İç savaşta el-Kaide bağlantılı grupların görünürlüğü arttıkça dünya kamuoyunda rejime karşı savaşan muhalefetin büyük ölçüde radikal gruplardan 
oluştuğu yönünde bir algı oluşmuştur.
• Rusya gerek Güvenlik Konseyi’ndeki tutumuyla gerekse silah sağlayarak Esed rejimine verdiği desteği istikrarlı biçimde sürdürmüş, İran ise Devrim 
  Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’yle iç savaşa katılmış, ÖSO’ya karşı Hizbullah’ı ve Irak’taki Şii milisleri seferber etmiştir.
• ABD, kitle imha silahlarının kullanılmasını kırmızı çizgi olarak belirlemesine rağmen Esed rejiminin devrilmesine yönelik bir müdahaleye sıcak bakmamış, 
Doğu Guta’daki kimyasal saldırının ardından Rusya ile Suriye’deki kimyasal silahların imha edilmesi konusunda anlaşmayı tercih etmiştir.
• II. Cenevre Konferansı’yla birlikte Esed rejimi Batılı ülkeler tarafından yeniden muhatap alınmış, rejimle muhalefet arasında bir uzlaşı hükümetiyle 
krizin çözülebileceği yaklaşımı öne çıkmıştır.
• Suriye’de çözüme yönelik gerçek bir değişimden bahsedilmesi için Esed’siz bir Şam yönetiminden ziyade Baas rejiminin devrilmesinin daha sağlıklı bir 
sonuç olacağı ifade edilebilir. Baas rejiminin devrilmesi ise Suriye’de devlet otoritesinin tamamen ortadan kaldırılması şeklinde olmamalı, devlet kurumları 
ve düzen korunarak bir rejim değişikliği sağlanabilmelidir. Krizin çözüme kavuşturulması sadece bir ailenin iktidardan uzaklaştırılmasına indirgenirse, 
bu çözümün ülkedeki totaliter yönetimin el değiştirmesinden başka bir sonuca hizmet etmeyeceği değerlendirilmektedir.
• İç savaştan dolayı Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayısı gayrı resmi verilere göre 2 milyonu aşmış, ancak uluslararası toplum sığınmacılar meselesinde 
   kayda değer bir destek sağlamamıştır. Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların hukuki statüsüyle ilgili belirsizlik devam etmekte, Sığınmacılar Barınma, Dil, 
   Eğitim ve Sağlık alanlarında sorunlarla karşılaşmaktadır.*
• İç savaşın yol açtığı şartlarda, PKK/KCK Esed rejiminin desteğiyle Suriye’nin kuzeyinde PYD örgütlenmesine ağırlık vermiş ve Türkiye’deki çözüm sürecini 
istismar ederek Kandil’deki dağ kadrosunun bir bölümünü bu ülkeye kaydırmıştır. Terör örgütü KCK projesi çerçevesinde Suriye’nin kuzeyinde özerk bir yönetim inşa etmeye odaklanmış, Batılı devletler ise IŞİD tehdidiyle birlikte PYD ile ilgili tutum değiştirmeye başlamıştır.

* Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar hakkında ayrıntılı veriler ve değerlendirmeler için bkz. Ek -1: Türkiye’ye Suriyeli Sığınmacı Akını 


3. IŞİD’İN YAYILMASI VE GÜÇLENMESİ 


<  2007’de ABD liderliğindeki koalisyon kuvvetleri, Irak güvenlik güçleri ve Sahva Gücü’nün operasyonları neticesinde oldukça zayıflayan
Irak el-Kaidesi Anbar ve Diyale’den çekilmiştir.     >


IŞİD, ilk defa 1999 yılında Ürdün asıllı Ebu Musab el-Zerkavi liderliğinde “Tevhid ve Cihad” adı altında örgütlenen radikal unsurlardan neşet etmiş, işgalin
ardından Irak’ta faaliyet göstermeye başlamıştır. “Tevhid ve Cihad” adlı örgüt, el-Kaide ile yapılan görüşmelerin ardından Ekim 2004’te Usame Bin
Ladin’e bağlılığını bildirmiş, bu tarihten itibaren “İki Nehir Topraklarındaki el-Kaide” (Kaidet el-Cihad fi Bilad el-Rafideyn) ismini kullanmıştır. IŞİD
unvanının ortaya çıkışına kadar örgüt farklı adlar kullanmışsa da, 2004’te benimsenen bu isme istinaden basında ve ilgili literatürde örgüt kastedilirken
daha çok “Irak el-Kaidesi” ifadesi tercih edilmiştir.

Irak el-Kaidesi, Şii karşıtlığına dayalı söylemler geliştirerek Irak’ta örgütlenmeye başlamış, işgalin ilk yıllarında Şii camilerini ve din adamlarını hedef
alan intihar saldırılarıyla dikkat çekmiştir. Örgüt, işgalle birlikte öne çıkan mezhepsel ayrımı istismar ederek taraftar toplamaya çalışmış, Sünni direnişçi
silahlı gruplara nüfuz etmeyi, bu gruplara dâhil olmayı amaçlamıştır. Zerkavi, bu amaç doğrultusunda örgüt yönetiminde yerli militanlara yer vermeye başlamış,
Iraklı Ebu Abdurrahman’ı yardımcısı olarak atamış41 ve Ocak 2006’da Mücahitler Şura Konseyi adı altında bazı Sünni direnişçi gruplarla birleşme girişiminde bulunmuştur. Irak el-Kaidesi böylece Sünni direnişçi grupların terörle özdeşleştirilmesine yol açarken, Şiilere karşı terör eylemleriyle de ülkedeki
mezhepsel gerilimi tırmandırmış ve 2006-2007 yıllarındaki mezhep eksenli iç savaşı tetiklemiştir.

Irak el-Kaidesi, 2006’ya gelindiğinde Sünni nüfusun yoğun olduğu Anbar, Bağdat, Diyale, Selahaddin ve Musul’da etkili bir aktöre dönüşmüş, farklı
mekânlarda eşzamanlı eylemler gerçekleştirebilen eğitimli militanlardan oluşan hücreler teşkil etmiştir. Bu dönemde ABD, Irak el-Kaidesi’ne yönelik operasyonlara öncelik vermiş ve örgütle mücadele hedefiyle Sünni Arap aşiretlerin Sahva Gücü’nü kurmasına destek olmuştur. Haziran 2006’da ABD güçleri tarafından düzenlenen operasyonda Zerkavi öldürülmüş, ancak Zerkavi’nin öldürülmesi örgütün dağılmasına yol açmamış, Ebu Ömer el-Bağdadi (Hamid Davut el-Zavi) yeni lider olmuştur. Örgüt, Ebu Ömer el-Bağdadi liderliğinde Ekim 2006’dan itibaren “Irak İslam Devleti” ismini kullanmaya başlamış, ilk hükümet kabinesini kurduğunu duyurmuş ve sözde devletin sınırlarının Anbar, Kerkük, Musul, Diyale, Selahaddin, Babil ve Vasıt vilayetlerini kapsadığını beyan etmiştir.42

2007’de ABD liderliğindeki koalisyon kuvvetleri, Irak güvenlik güçleri ve Sahva Gücü’nün operasyonları neticesinde oldukça zayıflayan Irak el-Kaidesi
Anbar ve Diyale’den çekilmiş, 2008’e gelindiğinde örgütün faaliyet alanı Musul’la sınırlı hale gelmiştir. Nitekim örgüt 2009’da sözde devletin başkentini
Musul olarak açıklamış ve bu dönemde Sünni Araplar nezdinde oldukça marjinalleşmiştir. Nisan 2010’da ABD ve Irak güçlerinin, Sisar bölgesinde
Ebu Ömer el-Bağdadi ve örgüt yönetiminde son yıllarda öne çıkan Ebu Hamza el-Muhacir’in kaldıkları eve düzenledikleri operasyonda iki lider de öldürülmüştür.

Mayıs 2010’da Ebu Bekir el-Bağdadi (İbrahim Avad İbrahim el-Bedri el-Sammarrai) örgütün yeni lideri olmuştur.43 2008-2011 yılları arasında neticede
liderlik kadrosu büyük ölçüde etkisiz hale getirilen ve etki alanı daralan örgüt düşük profilli eylemler dışında Irak’ta ciddi bir varlık gösterememiştir.
Irak el-Kaidesi, Amerikan askerlerinin çekilmesini müteakiben 2012-2013 döneminde ise 2004-2006 yıllarında elde ettiği etkinliği yeniden kazanma fırsatı
yakalamıştır. 2012’den itibaren Maliki’nin Sünni karşıtı politikalarının Irak’ta mezhepsel ayrışmayı derinleştirmesi ve Suriye iç savaşının yol açtığı
güç boşluğu örgüte yeniden güçlenebileceği şartları sağlamıştır. Örgüt Irak’ta işgalin ilk yıllarında olduğu gibi Şubat 2012’den itibaren Sünni Araplar adına
Şii karşıtı propagandalara başlamış ve müteakip aylarda güvenlik güçlerine karşı bomba yüklü araçlarla onlarca saldırı gerçekleştirmiştir. Örgüt Temmuz
2012-Temmuz 2013 döneminde Irak’ta gerçekleştirdiği hapishane baskınlarıyla serbest kalmasını sağladığı tecrübeli militanlarını bünyesine dâhil etmiş,
böylece eylem kabiliyetini geliştirmiş ve faaliyet alanını genişletmiştir. Aralık 2012’de Rafi el-İsavi’nin tutuklanmasının ardından başta Anbar olmak üzere
Sünni nüfusun yoğun olduğu bölgelerde başlayan Maliki karşıtı protestolar, örgüte taraftar toplayabileceği bir konjonktür sağlamıştır.44

Irak el-Kaidesi, Ağustos 2012’den itibaren Suriye iç savaşındaki el-Kaide bağlantılı diğer unsurlarla koordinasyon kurmuş, İran destekli Esed rejimine
karşı Iraklı Sünni nüfustan, yakın coğrafyadaki Müslüman ülkelerden ve Batılı devletlerdeki Müslüman nüfustan savaşçı teminine yönelik yoğun
bir propaganda başlatmıştır. Ebu Bekir el-Bağdadi, örgütün faaliyet alanını Suriye’ye genişletmek maksadıyla Nisan 2013’te örgütün ismini “Irak-Şam
İslam Devleti-IŞİD” olarak değiştirmiş, bu ülkedeki el-Kaide irtibatlı el Nusra Cephesi’ne hâkim olmaya çalışmıştır. Suriye iç savaşı ve Irak güvenlik
güçlerinin yetersizliğinden dolayı iki ülke sınırının geçirgen oluşu, örgüte sınırın iki tarafında da hareket edebileceği şartları sağlamış, örgüt Irak’ta silahlı
militan varlığını artırırken Suriye’ye doğru yayılma imkânı elde etmiştir. Irak el-Kaidesi, Suriye’ye doğru yayıldıktan sonra el-Nusra Cephesi’yle birleşme
hususunda el-Kaide’nin merkezi yönetimiyle ters düşmüş, 2013’ten itibaren müstakil hareket etmeye başlamıştır.

IŞİD’in ortaya çıkışı Esed rejiminin Batılı ülkeler nezdindeki imajını nispeten düzeltirken Irak’ta Şii karşıtlığına dayalı söylemlerle hareket etmesi Şii-Sünni
gerilimini tırmandırmıştır. 2014 yılına gelindiğinde yaklaşık 30 bin silahlı militana sahip olduğu tahmin edilen IŞİD, Irak’ta özellikle Sünnilerin yaşadığı
bölgeleri ele geçirmeye teşebbüs etmiş, güvenlik güçleriyle çatışmaya girmiş ve sosyal medyada çarpıcı biçimde sürekli görünür olmaya çalışmıştır. IŞİD,
Irak’ta ötekileştirilen ve Maliki iktidarı döneminde baskıya maruz kalan Sünni Arapların bir kısmının tepkisel desteğini almayı başarmış, başta yakın çevredeki
Müslüman ülkeler olmak üzere yurtdışından binlerce çocuk ve gencin Irak ve Suriye’deki çatışmalara katılmasını sağlamıştır. IŞİD böylece Irak’ta
Sünni Arapların bölünmesine ve siyaseten zayıflamasına yol açmış, Suriye iç savaşında muhalefetin Esed rejimi karşısında zayıflamasına neden olmuş
ve dünya kamuoyunda terörizmin Sünni Müslümanlarla ilişkilendirilmesine yönelik yürütülen propagandaya malzeme oluşturmuştur.45

IŞİD Arapça ve İngilizce Dabık ve el-Şamıh adında iki ayrı aylık dergi çıkarmaktadır. Ayrıca Musul’da ve Rakka’da yayın yapan iki radyo istasyonu bulunmaktadır.
Örgüt bütün açıklamalarını İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Urduca ve diğer birkaç yabancı dile tercüme ederek yayımlamaktadır.
Propaganda araçlarını iyi kullanan IŞİD, Haziran 2014 tarihinde “Hudutları Aşmak” adını verdiği önemli bir video yayımlamış ve sözde İslam Devleti/Hilafet
Devleti’ni ilan etmiştir. Bu tarihten sonra örgüt, IŞİD yerine “İslam Devleti” ismini kullanmaya başlamıştır. Sözde halifenin ise Ebu Bekir el-Bağdadi
olduğu duyurulmuş, IŞİD lideri Bağdadi 5 Temmuz 2014’de Musul’da Cuma hutbesi vermiştir.


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 4


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 4


< ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin 
sahadaki askeri etkinliğini zayıflatmıştır. >

<İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir.  >


ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin sahadaki askeri etkinliğini zayıflatmıştır. İç savaşın başlangıcından beri Suriye’de ÖSO’nun yanı sıra başta el-Faruk Tugayı, el-Sahabe Tugayları, Ahrar elŞam, Fecrul el-İslam, el-Fetih Tugayı ve Sukur el-Kurd Tugayı olmak üzere 100’den fazla silahlı grup ortaya çıkmıştır. Bu bölünmüşlük, Esed rejimi karşısında muhalefetin elini zayıflatmış, özellikle el-Nusra Cephesi gibi el-Kaide bağlantılı bazı grupların ise rejime karşı savaşmaktan ziyade ÖSO’yu hedef alması rejime bağlı kuvvetlerin belirli bölgelerde üstünlük sağlamasına imkân tanımıştır.22 PYD’nin silahlı kanadı YPG (Halkçı Koruma Birlikleri), Esed rejiminin desteğiyle ülkenin kuzeyinde belirli bölgeleri ele geçirmiş, IŞİD ise Rakka bölgesini kontrol etmeye başlamıştır. ÖSO’nun kontrol ettiği bölgelerde YPG ve IŞİD’le çatışmak zorunda kalması, rejime bağlı güçlerin bazı bölgeleri tekrar ele geçirmesine yol açmıştır. Muhalefet hareketinin uluslararası toplum nezdindeki konumu, muhalif gruplar arasındaki radikal unsurlardan dolayı süreç içinde zayıflamıştır.23

Esed rejimi, muhalefetin sahadaki silahlı varlığına karşı Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle üç aşamadan oluşan bir strateji takip etmiştir. Rejim
birinci aşamada radikal unsurların ÖSO içindeki silahlı gruplara dâhil edilmesini, böylece muhalefetin dünya kamuoyundaki itibarına zarar vermeyi
amaçlamıştır. Esed rejimi bu amaç doğrultusunda hapishanelerdeki el-Kaide bağlantılı aşırılık yanlısı tutukluları serbest bırakmış, Rusya ve İran ise bu 
dönemde Suriye’de çatışmalara katılan radikal unsurlarla ilgili uluslararası medyada çok sayıda yayın yapılmasını sağlamıştır. İkinci aşamada, Esed rejimi
kuzey bölgeleri PYD’ye; Rakka, Halep kırsalı ve İdlip bölgelerini de IŞİD’e bırakmak suretiyle iç savaşta ÖSO dışında silahlı grupların ortaya çıkmasını
sağlayarak kendisine karşı savaşan kuvvetleri birbiriyle mücadele eden aktörlere dönüştürmeye çalışmıştır.24

Üçüncü aşamada ise Esed rejimi, IŞİD ve el-Nusra Cephesi’nin sahada öne çıkmasını ve güçlenmesini sağlamış, başta bu iki silahlı grup olmak üzere radikal
grupların ÖSO’ya karşı savaşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim 2013’de IŞİD, el-Nusra Cephesi ve aynı çizgideki diğer radikal grupların Esed rejimine
bağlı kuvvetlerden ziyade ÖSO’ya karşı savaştığı görülmüş, bu grupların faaliyetlerinin rejimin konumuna dolaylı biçimde destek olduğu anlaşılmıştır.

Gelinen aşamada Esed rejiminin Suriyeli muhalif gruplara yönelik izlediği stratejide büyük ölçüde başarılı olduğu gözlemlenmiştir. Suriye’deki radikal
unsurlardan oluşan silahlı gruplar güçlendikçe ÖSO bünyesindeki kuvvetlerin etkinliği azalmış, dünya kamuoyunda rejime karşı savaşan muhalefetin büyük
ölçüde radikal gruplardan oluştuğu yönünde bir izlenim oluşmuştur. Bu izlenim Batılı ülkelerin Esed sonrası Suriye ile ilgili kaygılarının artmasına yol
açmış, muhaliflere askeri ve mali destek vermesini engellemiştir.

İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir. Suriye muhalefetinin zamanla toparlanması
beklenirken gerek bölünmeler gerekse muhalefeti destekleyen ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) farklı gruplara öncelik vermesi muhalif
güçlerinin zayıflamasına neden olmuştur. Bazı silahlı grupların ÖSO’dan ayrılması ve İslam Ordusu adı altında yeni bir yapılanmaya gitmesi muhalefetin
silahlı kanadını iyice zayıflatmıştır. Diğer taraftan İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine istikrarlı bir şekilde yardım sağlarken, Suriye muhalefetinin
örgütlenmesi ve güçlenmesi için çaba harcayan ülkelerin sağladıkları destek ise muhalefetin farklı yapılara bölünmesine yol açmaktadır. Örneğin Suudi
Arabistan’ın Kasım 2013’te 7 Selefi gruptan oluşan İslami Cephe’yi kurmasının muhaliflerin bölünmesine hizmet ettiği gözlenmiştir. İslami Cephe, IŞİD
ve el-Nusra Cephesi’ne karşı ÖSO ile birlikte hareket edecek şekilde teşkil edilmişse de, cephenin tam olarak kontrol altında olduğunu ifade etmek mümkün değildir.

2.2. Doğu Guta, Cenevre Konferansları ve Rejimin Dış Desteği

Esed rejiminin 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın Doğu Guta banliyösünde kimyasal silah kullanması ve uluslararası toplumun bu girişim karşısında sessiz
kalması Suriye krizi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Doğu Guta’da düzenlenen kimyasal saldırıda 450’ye yakını çocuk olmak üzere 1500’den
fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırıyla birlikte ABD, Fransa ve İngiltere tarafından Esed rejimine yönelik sınırlı bir hava operasyonu yapılabileceği
gündeme gelmiş, BM denetleme ekibi kimyasal silahın kim tarafından kullanıldığının anlaşılabilmesi için Suriye’ye giderek incelemelerde bulunmuştur.
Bütün bu tartışmalar yaşanırken Suriye krizinde 2011 yılından beri farklı politikalar izleyen Washington ve Moskova beraber hareket etmeye başlamış,
Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasına gösterilen tepkilerin dozu azalmış ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Suriye iç savaşındaki tutumunun
giderek belirsizleştiği gözlemlenmiştir.

















Harita 2: IŞİD’in Suriye İç Savaşında Etkili Olduğu Bölgeler 

ABD, Suriye’ye operasyon kararında kitle imha silahlarının kullanılmasını kırmızı çizgi olarak belirlemesine rağmen, Esed rejiminin devrilmesine yönelik
herhangi bir müdahalede bulunmamış, ABD-Rusya arasında Suriye’deki kimyasal silahların imha edilmesi konusunda mutabakat sağlanmıştır. Birleşmiş
Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 27 Eylül 2013 tarihinde Suriye’nin kimyasal silahlarının imha edilmesini öngören karar tasarısını oy birliğiyle
kabul etmiştir. 2118 sayılı bu karar kriz boyunca BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yaptırım öngören ilk kararıdır.25 Ancak 2118 sayılı karar aynı zamanda ABD ve Batılı ülkelerin Esed rejimine yönelik askeri müdahalede bulunmayacağının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu kararla beraber Kasım 2013’te Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü, Halep yakınlarındaki kimyasal silah üretme tesisinde imha işlemine başlamış, ABD ve Rusya’nın
anlaşması sonucunda Esed rejimi olası bir müdahaleden kurtulmuştur.

Haziran 2012’deki Eylem Grubu adı verilen I. Cenevre Konferansı’ndan sonra Ocak 2014’te İsviçre’nin Montrö kentinde yaklaşık 40 ülkenin dışişleri bakanı
ve temsilcisinin katılımıyla II. Cenevre Konferansı düzenlenmiştir. İkinci konferansta kimyasal silahlarının imha edilmesini kabul eden Esed rejimi ile
Suriye muhalefeti arasında görüşmelerin 24 Ocak’ta yapılması ve bu görüşmeler neticesinde bir geçiş hükümeti oluşturulması planlanmıştır. Esed rejimi
ile muhalefet arasında görüşmeler konferansın üçüncü gününde başlamış, ancak taraflar arasında -Esed’e bağlı kuvvetlerin kuşatması altındaki Humus
kentinden güvenli çıkış dışında- uzlaşma sağlanamamış ve herhangi bir sonuç elde edilememiştir. Konferans öncesinde, Suriye krizindeki mevcut dengelerden
dolayı Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin kurulması amacıyla gerçekleşen görüşmelerin başarılı olamayacağı öngörülmüştü. Konferanstan
sonra Humus’tan güvenli çıkış da uygulamaya dönüşmemiş, Esed rejimi kentten çıkış serbestliğini birkaç saatle sınırlı tutmuş ve Cenevre’deki anlaşmaya
riayet etmemiştir.

II. Cenevre Konferansı, Esed rejimi için üç açıdan bir dönüm noktası niteliğindedir.

Birincisi, 2011 yılından bu yana uluslararası ölçekte meşruiyetini kaybeden Esed rejimi Cenevre’de yeniden muhatap kabul edilmiş, muhalefet karşısındaki eski konumunu muhafaza etmiştir. 
Esed rejiminin Suriye iç savaşında gerçekleştirdiği katliamlara karşın II. Cenevre Konferansı’nda muhalefetle aynı ortamı/masayı paylaşması, rejimin  sahadaki askeri üstünlüğünün bir göstergesi anlamına geldiği düşünülebilir. Rejimin ayrıca konferansta ülkedeki iç savaşı terörle mücadele olarak yansıtması ve Esed’siz bir geçiş hükümetinin mümkün olmayacağını ifade etmesi, krizin sürüncemede kalmaya devam edeceğini göstermiştir. 

<  İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. >

İkincisi, konferansın amacının Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tesisi olarak belirlenmesi, gerek muhalefetin gerekse uluslararası toplumun
ülkeyi yaklaşık 40 yıldır yöneten Baas rejimiyle bir probleminin olmadığı yönünde bir izlenime yol açmış, Suriye krizinin bir rejim sorunu olduğu gerçeğinden uzak bir tutum sergilenmiştir. 

Üçüncüsü, Esed rejimi II. Cenevre Konferansı’nda görüşmelerin içeriğini muhalefeti zayıflatmak için kullanmış, Suriye iç savaşını uluslararası bir 
platformda terörizmle mücadele olarak takdim etme imkânı elde etmiştir. II. Cenevre Konferansı’nda ayrıca ABD ve Rusya bir araya gelmiş, iki ülke 
arasında Suriye kriziyle ilgili bir işbirliği ortamı oluşmuş, rejim ve muhaliflerin anlaşması amaçlanmıştır. 

Ancak konferans, sonucu itibariyle Suriye krizine bir çözüm getirmekten ziyade tavsiye niteliğinde göstermelik demeçlerin verildiği bir faaliyetten ibaret kalmıştır.

II. Cenevre Konferansı’nda rejim ve muhalefet heyeti Suriye’de geçiş hükümeti gibi siyasi konuları görüşmüş olmasına rağmen 3 Haziran 2014 tarihinde
Esed rejimi kontrolündeki bölgelerde cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştır.

Seçimde katılım oranı yüzde 73,4 olarak belirtilmiş, Beşşar Esed toplam oyların yüzde 88,7’sini alarak seçimi kazandığını duyurmuştur.26 Esed’in II.
Cenevre Konferansı’ndan sonra seçimle meşruiyet arayışına girdiğini ifade etmek mümkündür. Ancak Suriye’nin 23 milyonluk nüfusunun 10,5 milyonunun
yurtiçinde veya dışında mülteci olarak yaşaması, dolayısıyla seçimlerin ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 45’inin olmadığı bir ortamda yapılmış olması
sonuçların meşruiyetine gölge düşürmüştür.27

II. Cenevre Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması ve Esed’in cumhurbaşkanlığı seçimi yapmasının ardından BM ve Arap Birliği Suriye temsilcisi Cezayir asıllı el-Ahdar el-İbrahimi 30 Mayıs 2014’te görevinden ayrılmıştır. El-İbrahimi’nin görevi bırakmasının ardından Temmuz 2014’te BM Suriye Özel Temsilciliği’ne Staffan de Mistura sadece BM temsilcisi olarak atanmıştır.

Temmuz’da göreve başlayan de Mistura 30 Ekim’de BM Güvenlik Konseyi’ne ilk sunumunu yapmış ve eylem planını açıklamıştır. De Mistura,
planında çatışmalı bölgelerdeki çatışmaların dondurulmasını önermiş ve bu planın ilk önce Halep’te uygulanmasını talep etmiştir.28 

De Mistura ayrıca söz konusu planını 9 Kasım’da Şam’ı ziyaret ederek Esed rejimine sunmuş ve Esed rejimi de çatışmalı bölgelerde çatışmaların 
dondurulması planını olumlu karşıladıklarını açıklamıştır. Fakat Suriyeli muhalefet koalisyonu de Mistura’nın sunduğu plana karşı çıkmış, çatışmaların 
sadece dondurulduğu bölgeler öngören bu planın Esed rejiminin ömrünü uzatacağını beyan etmiştir.

Neticede Esed rejimi envanterindeki kimyasal gazların imhası dışında bir yaptırıma maruz kalmamış, başta Doğu Guta saldırısı olmak üzere işlediği
ağır insan hakkı ihlallerine rağmen II. Cenevre Konferansı’yla birlikte yeniden muhatap kabul edilmiştir. Batılı ülkeler krizin ilk dönemlerinde Esed iktidarının
sona ermesi yönünde demeçlere vermişse de ÖSO’ya yeterli desteği sağlamamış, Suriye muhalefeti sahada rejime karşı sürdürülebilir bir askeri
üstünlük elde edememiştir. Batılı ülkelerin ÖSO’nun güçlendirilmesi konusundaki tereddüdü ve rejimle ilgili tutum değişikliğine rağmen, İran ve Rusya
Federasyonu Esed rejimine sağladığı desteği krizin başlangıcından itibaren istikrarlı biçimde artırarak sürdürmüştür.

İran, 2011 yılında Suriye’de başlayan ilk protesto gösterilerinden bugüne Esed rejiminin ayakta kalması için yoğun çaba harcamış, rejime siyasi, ekonomik
ve askeri açıdan güçlü bir destek sağlamıştır. İran, Rusya ve Esed rejimiyle birlikte Suriye muhalefetini terörizmle ilişkilendirmeye yönelik kapsamlı bir
propaganda yürütmüş, Batılı ülke kamuoylarında ÖSO’nun radikal unsurlarla birlikte anılmasını sağlamaya çalışmıştır. Suriye ekonomisi İran’ın sağladığı
kredilerle ve mali yardımlarla ayakta kalmış, Esed rejimi Tahran’ın fon desteğiyle Rusya’dan silah alımını sürdürebilmiştir. Nitekim Suriye’de gelinen
aşamada ekonomi büyük zarar görmüş, gayrisafi yurtiçi hâsıla yarı yarıya düşmüş, petrol üretimi neredeyse durma noktasına gelmiş ve enflasyon yüzde 50 düzeyine çıkmış durumdadır.29 İran kaynaklarının yaptığı açıklamalara göre Tahran, Esed rejimini ayakta tutmak için dört sene içinde yaklaşık 50 milyar
dolar harcamıştır.

<  Rusya, gerek BM Güvenlik Konseyi’nde Esed rejimine karşı alınabilecek yaptırım kararlarının engellenmesinde gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde büyük rol oynamaktadır. >

İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. Tahran yönetiminin
Suriye’ye yaptığı askeri yardımlar İran Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar dan sorumlu birimi Kudüs Gücü tarafından organize edilmektedir.
General Kasım Süleymani’nin komuta ettiği Kudüs Gücü’ne bağlı 2 bin civarında İranlı asker Suriye’de rejime bağlı ordunun yanında muhaliflere karşı
savaşmaktadır. İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve Irak’ta desteklediği Şii milis güçlerini (Ebu’l Fazıl Abbas Tugayı) Suriye’ye sevk etmiş, özellikle milislerin harekete geçirilmesinde Suriye’deki Şii kutsal mekânların korunması argümanını kullanmıştır. Tahran yönetimi ayrıca Afganistan’daki Şii unsurlardan Esed rejimi saflarında savaşmak üzere Fatimiyyun Tugayları ve Afgan Hizbullahı adı altında silahlı gruplar teşkil etmiş, bu grupları Kudüs Gücü komutasında İç savaşa dâhil etmiştir.30

Küresel ölçekte ise Rusya Federasyonu, Suriye krizi sürecinde Esed rejimini destekleyen en önemli aktör olmuştur. Rusya, gerek BM Güvenlik
Konseyi’nde Esed rejimine karşı alınabilecek yaptırım kararlarının engellenmesinde gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde büyük rol oynamaktadır.

Ancak Rusya, İran’dan farklı olarak Esed rejiminin bekasından ziyade ABD veya Batı ile Orta Doğu’daki güç mücadelesini göz önünde bulundurarak hareket
etmekte, Suriye’deki Tartus deniz üssünü muhafaza etmeye çalışmaktadır.
Dolayısıyla Moskova, mutlak surette Esed ailesinin iktidarda kalmasını değil Suriye’de Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir siyasi iradenin sürekliliğini
hedeflemektedir. Nitekim Moskova’nın 2014 yılından itibaren Suriye dışındaki muhalefet güçleri içinden Rusya çizgisinde bir muhalefet oluşturma girişimleri
bu yaklaşıma işaret etmektedir.

Rusya’nın Suriye krizini çözmek için hazırladığı plan doğrultusunda Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tartışılması öngörülmemektedir.
Rusya’nın tasarladığı yol haritasında, Esed rejimi ile SMDK eski Başkanı Muaz el-Hatib’in oluşturduğu muhalefet gücünün siyasi geçiş süreciyle ilgili
bir anlaşma sağlaması amaçlanmaktadır. Moskova’nın Esed rejimiyle ve Muaz el-Hatib liderliğindeki muhalefetle iki aşamalı bir siyasi geçiş süreci üzerinde
mutabık kaldığı belirtilmektedir. Birinci aşamada Nisan 2015’te Suriye’de parlamento seçimlerinin yapılması, ikinci aşamada Suriye’de yeni hükümetin
kurulması öngörülmüştür. Kurulması kararlaştırılan yeni hükümette ise Muaz el-Hatip başbakan olacak, dışişleri bakanlığı ve savunma bakanlığı Esed rejimine
verilecek, İçişleri Bakanlığı da muhalefete geçecektir.

Rusya, Kasım 2014 içerisinde iki önemli ziyarete ev sahipliği yapmıştır. Birincisi SMDK eski Başkanı Muaz El-Hatib beraberindeki heyetle Moskova’yı
ziyaret etmiştir. Esed rejiminin temsilcilerinden oluşan bir heyet de 26 Kasım’da Soçi’de Devlet Başkanı Putin ile görüşmüştür. Her iki tarafın Rusya
ziyareti doğrultusunda Moskova’nın girişimiyle III. Cenevre Konferansı yerine I. Moskova Konferansı hazırlığı içerisine girilmiştir. 26 Ocak 2015’te
Rusya, Esed rejimi ve muhalefet temsilcilerini Moskova’da ağırlamıştır. Üç gün süren görüşmelerde belirli bir anlaşmaya varılamamış, bu nedenle ortak
bir belge veya bildiri hazırlanmamıştır.31 Moskova’daki toplantı sonrasında Suriyeli muhalifler ile rejim temsilcileri, bir ay sonra görüşmelerin tekrar başlaması konusunda anlaşmaya varmıştır.


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 3


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 3


1.3.Abadi Hükümetinin Kurulması 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve Irak’ın diğer bölgelerine yayılması 30 Nisan 2014’teki genel seçimlerden sonra hükümet kurma sürecinde siyasi taraflar 
arasında yaşanan krizin uzlaşıyla sonuçlandırılmasını hızlandırmıştır. Irak’ta 15 Temmuz’da Parlamento Başkanı olarak Sünni Arap kökenli Selim el-Cuburi seçilmiş ve ardından da Kürtler tarafından aday gösterilen KYB yetkilisi Muhammed Fuat Masum Cumhurbaşkanı olmuştur. Şiilerin en kapsamlı 
koalisyonu olan Şii Ulusal İttifakı ise tekrar başbakan olmak için ısrar eden Nuri el-Maliki yerine Dava Partisi üyesi Haydar el-Abadi’yi aday gösterdiğini 
açıklayarak ülkedeki hükümet kurma sürecini tamamlamıştır. Şii Ulusal İttifakı tarafından aday gösterilen el-Abadi, siyasi gruplarla uzlaşı sağlayarak 8 
Eylül 2014’te parlamentonun onayını almıştır. 

Şii ittifakı, Abadi hükümetiyle merkezi yönetimde siyasi güç kaybına uğramamış, Şiiler güçlü konumlarını muhafaza etmiştir. Şii siyasi aktör olarak 
Haydar el-Abadi Başbakan olurken, eski başbakan İbrahim el-Caferi Dışişleri Bakanlığı konumuna getirilmiştir. Şii siyasiler arasında konumunu mu.
hafaza edemeyen Maliki ise Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı gibi nispeten pasif bir göreve getirilmiştir. Abadi hükümetinde Sünni Araplara Savunma 
Bakanlığı’nın verilmesi önemli bir adımdır. Ancak bu gelişme Sünni Araplarla Bağdat hükümeti arasında 2003 yılından bugüne devam eden sorunların 
çözüleceği anlamına gelmemektedir. Abadi hükümeti Sünni Arap siyasilerle yaşanan sorunları gidermeye yönelik irade gösterse de, Sünni aşiretlerle 
Bağdat arasındaki anlaşmazlıkların çözülmesi zor görünmektedir. 

Irak’ta Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı elinde bulunduran Kürtler, Abadi hükümetiyle birlikte merkezi yönetimde Şii Arapların ardından 
en etkili ikinci unsur olmaya devam etmiştir. Abadi hükümetinde Maliye Bakanlığı Kürtlere verilmiş, Irak Yüksek İslam Konseyi’nin önemli üyelerinden 
ve Kürtlere yakınlığıyla bilinen Adil Abdülmehdi Petrol Bakanı seçilmiştir. Abadi kabinesinde Türkmenlere ise bir bakanlık verilmiş, Bedir Tugayı yetkilisi 
Muhammed Mehdi el-Beyat İnsan Hakları Bakanı olmuştur. Maliki hükümeti döneminde üç bakanlıkla (Tarım, Gençlik ve Spor ve İllerden Sorumlu 
Devlet Bakanlığı) temsil edilen Türkmenlere yeni kabinedesadece bir bakanlık verilmesi güç kaybı olarak değerlendirilebilir. 

Abadi hükümetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki anlaşmazlıkların çözümü doğrultusunda önemli adımların atıldığı bir dönem başlamıştır. 
Kürt Yönetimi yeni kabinede Maliye Bakanlığı’nı elde ederek bütçe sorununun çözümünde merkezi yönetimi etkileme imkânı elde etmiş, Adil 
Abdülmehdi’nin Petrol Bakanı seçilmesiyle de Maliki dönemine nazaran Bağdat’la daha iyi ilişkiler sürdürebileceği bir konjonktür yakalamıştır. 
Nitekim ABD’nin çekilmesi sonrasında Kürt Yönetimi, kuzey Irak’taki yataklardan çıkardığı petrolü uluslararası enerji piyasalarına ihraç etmeye başlamış,
bu girişim Bağdat merkezi yönetimiyle krizlere yol açmıştı.

Nuri el-Maliki, Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin yabancı enerji şirketleriyle yaptığı petrol arama ve çıkarma anlaşmaları üzerine Şubat 2014’ten itibaren 
enerji gelirlerinden bölgeye verilen %17’lik bütçeyi kesmiş, Maliki’nin bu adımı Bağdat-Erbil arasında gerilime neden olmuştur. IŞİD’in Musul’u ele 
geçirmesinin ardından Kürtlerin Temmuz 2014’te Kerkük’ü fiilen kontrol etmeye başlaması, kentteki en büyük petrol yatakları olan ve günlük 120 bin 
varil petrol çıkarılan Kerkük ve Bayhasan kuyularını ele geçirmesi taraflar arasındaki petrol krizini tırmandırmıştır. Kuzey Irak’a tahsis edilen enerji 
gelirlerinin kesilmesi ve Kerkük’ün el değiştirmesi Kürtlerin bu süreçte bağımsızlık söylemini sık sık dile getirmesine neden olmuştur. Başbakan Neçirvan Barzani, 12 Kasım 2014 tarihinde Kürt Parlamentosu’nu petrol ihraç ve satışlarıyla ilgili bilgilendirmek üzere yaptığı konuşmada, Kürt Yönetimi’nin ihraç ettiği petrolün denetimini hiçbir şekilde Irak Milli Petrol Pazarlama Şirketi’ne (SOMO) vermeyeceğini, sadece petrolün taşınmasındaki ve satışındaki bütün aşamaları şeffaf bir şekilde SOMO ile paylaşmaya açık olduğunu ifade etmiştir. Bu dönemde ayrıca Kuzey Irak’ta ayrı bir petrol arama ve üretme şirketi kurmak için düzenlenen yasa tasarısı Bakanlar Kurulu’nda kabul edilmiş ve parlamentoya gönderilmiştir. 

Irak Petrol Bakanı Adil Abdülmehdi krizin aşılması amacıyla 13 Kasım 2014 tarihinde Erbil’i ziyaret etmiş, Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, 
Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani ve Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hevrami ile görüşmüş, görüşmeler sonucunda taraflar petrol konusunda anlaşmaya 
varıldığını açıklamıştır. Anlaşma kapsamında Kürt yönetiminin günlük ihraç ettiği petrolün 150 bin varilini SOMO üzerinden ihraç etmesi, Bağdat merkezi 
hükümetinin ise 150 bin varile karşılık Erbil’e 500 milyon dolar ödemesi kararlaştırılmıştır. Görüşmelerin ardından Neçirvan Barzani başkanlığındaki 
Kürt heyeti Bağdat’a iade-i ziyarette bulunmuş, ziyaret sırasında merkezi hükümetle üç önemli konuda anlaşma sağlanmış, anlaşmanın Ocak 2015’ten 
itibaren yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Anlaşma doğrultusunda taraflar, Kerkük’ten günlük 300 bin ve Kürt bölgelerindense 250 bin varil petrolün 
Türkiye üzerinden ihraç edilmesi konusunda mutabakata varmıştır. Bağdat merkezi hükümeti, petrol gelirlerinden Kürt Yönetimi’ne yüzde 17’lik pay 
vermeye devam etmeyi kabul etmiştir. Taraflar ayrıca Peşmerge güçlerine ulusal savunma bütçesinden kaynak tahsis edilmesini kararlaştırmış, Bağdat 
böylece Peşmerge’nin maaşını, silah ve teçhizat giderlerini üstlenmiştir. 

ABD sonrası dönemde, Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerden kaynaklanan sorunlar Bağdat-Erbil ilişkilerini etkilemeye devam etmiştir. Kürt 
Yönetimi, ABD’nin desteğiyle işgal döneminde Kerkük’ün nüfusunu Kürtler lehine değiştirmiş, tarım arazileri ve petrol bakımından zengin olan bu 
kenti uzun vadede ele geçirmeye yönelik bir strateji takip etmiştir. 2005’te kabul edilen Irak anayasasının 140. maddesine göre ise Kerkük’te 31 Aralık 
2007’tarihine kadar normalleşme sağlanması öngörülmüş, nüfus sayımı ve referandum yapılarak kentin merkezi yönetime veya Kuzey Irak’a bağlanma.
sı planlanmıştır. Ancak Kerkük’ün statüsü hususunda gerek Irak’taki siyasi gruplar arasında gerekse bölgesel ve uluslararası arenada referanduma ilişkin 
bir uzlaşı sağlanamamıştır. Kerkük’ün statüsüyle ilgili sorunun çözüme kavuşturulması amacıyla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında özel statü ve ortak idari paylaşım gibi öneriler tartışılmaktadır. Tarihi olarak çoğunluğu Türkmen olan Kerkük’ün yönetimiyle ilgili taraflar kentin idari paylaşımının 
%32’lik oranlarla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında yapılmasını, geri kalan %4’lük dilimde Keldaniler ve Asurîler gibi diğer etnik ve dini unsurla.
ra yer verilmesini öngörmüşlerse de bugün bu paylaşım uygulanmamaktadır. 

Tarihi gerçekler, sosyolojik yapı ve işgal döneminde kentin nüfusundaki suni değişiklikler dikkate alınarak Kerkük’ün Irak içinde özel bir statüye 
kavuşturulmasının hakkaniyete uygun olduğu değerlendirilmektedir. 


ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER GENEL TESPİTLER 

• Irak’ta işgalin ardından “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurlar tasfiye edilmiş, ordu ve kolluk kuvvetleri 
büyük ölçüde Şii Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
• Sünni Arapların güvenlik kurumlarından dışlanması, Irak’taki güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol açmış, ordu ve polis teşkilatı içinde 
İran çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler ortaya çıkmıştır. 
• İşgal döneminde terör örgütleri Irak’taki faaliyetlerini artırmış, PKK Kandil bölgesindeki varlığını güçlendirerek devletleşme hedefiyle KCK yapılanmasını 
kurmuş, el-Kaide bağlantılı gruplar belirli bölgelerde örgütlenmeye başlamış, Şii din adamlarına ve kutsal mekânlarına saldırılar düzenleyerek 2006-2007 iç 
savaşını tetiklemiştir. 
• İran, işgalin ardından Irak güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları üzerindeki etkisini sürdürmüş, Şii direnişçi Mehdi Ordusu’na büyük ölçüde hâkim 
olmuş, Irak’ta kendi güdümünde hareket edecek Şii silahlı gruplar teşkil etmiştir. 
• Nuri el-Maliki’nin güvenlik bürokrasisini tekeline almaya çalışması, Sahva Gücü’nü dağıtırken bağımsız Şii milis güçlerine müdahale etmemesi ve iç 
güvenlik tehditlerinde orduyu kullanmaya devam etmesi güvenlik güçlerini siyasallaştırmıştır. 
• Maliki’nin giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasiler üzerinde baskı kurması ülkedeki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, Anbar krizine yol açmış, 
Irak el-Kaidesi’nin IŞİD adı altında tekrar güçlenmesine ve faaliyet alanını genişletmesine neden olmuştur. 
• IŞİD tehdidi Irak’ta seçimlerin ardından bir uzlaşı hükümetinin kurulmasını zorunlu kılmış, IŞİD militanlarının başta Musul olmak üzere belirli bölgeleri 
direnişle karşılaşmadan işgal etmesi, Irak güvenlik güçlerinde ciddi bir kurumsallaşma problemi olduğunu göstermiştir. 
• IŞİD krizi sırasında Peşmerge kuvvetleri başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bölgelerin bir kısmını ele geçirmiş ve Haydar el-Abadi liderliğinde kurulan 
uzlaşı hükümetiyle birlikte Bağdat-Erbil arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde ilerleme sağlanmıştır. 

<  Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi 
içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. >

2. SURİYE İÇ SAVAŞINDA DEĞİŞEN DENGELER 

Esed rejimine karşı ilk protestoların üzerinden yaklaşık dört yıl geçmesine rağmen Suriye krizinde henüz çözüm sağlanamamış, rejimve muhalefet güçleri 
birbirine karşı kesin bir başarı elde edememiştir. Krizin başlangıcından itibaren Esed rejimi, protesto gösterilerine silahlı kuvvetle müdahale etmiş, 
sivilleri hedef almış, muhalefetin de silahlanmasıyla çatışmalar kısa süre içinde iç savaş halini almış ve 200 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine yol 
açmıştır. İç savaş, Esed rejimine sağlanan kararlı desteğe rağmen muhalefetin parçalı yapısı, yeterli askeri destekten mahrum olması ve savaşa farklı silahlı 
grupların müdahil olmasından dolayı sonuçlanamamıştır. El-Kaide bağlantılı grupların ortaya çıkması muhalefetin dünya kamuoyundakiimajını zedelemiş, 
Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) sahadaki etki alanını sınırlandırmıştır. Esed rejimi el-Kaide bağlantılı gruplara ve PKK/KCK’ya hareket alanı açmış, bu 
terör örgütlerini dolaylı biçimde muhalefeti zayıflatmak için kullanmıştır. 

Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi 
içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. Destek sağlayan ülkelerin farklı grupları öne çıkarma girişimlerinin de etkisiyle Suriyeli muhaliflerin belirginleşen 
siyasi ve askeri bölünmüşlüğü, muhalefetin Esed rejimi karşısında etkili bir aktöre dönüşmesini engellemiştir. İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine verdikleri
desteği istikrarlı biçimde sürdürmüş, İran Devrim Muhafızları bizzat Kudüs Gücü’yle iç savaşa katılmış, ÖSO’ya karşı Hizbullah’ı ve Irak’taki Şii  milisleri 
seferber etmiştir.18   

Batılı ülkeler ÖSO’ya gerekli desteği vermemiş, başlangıçtaki siyasi desteğe rağmen sahada rejime karşı netice alınmasını sağlayacak silah ve teçhizatın 
tedariki söz konusu olduğunda çekimser kalmıştır. 
Türkiye ise muhalefete sağladığı desteği devam ettirmiş, Ağustos 2011’den beri Beşşar Esed’in iktidardan ayrılması yönündeki politikasını ısrarlı biçimde 
sürdürmüş, iç savaştan kaçan sığınmacılara sınır kapılarını açık tutmuştur. 

Ekim 2011’de İstanbul’da teşkil edilen Suriye Ulusal Konseyi (SUK), etnik, mezhepsel ve ideolojik olarak bir bütünlük sağlayamamasından dolayı tek çatı 
altında hareket edememiş, uluslararası toplum tarafından ilk etapta yeterince desteklenmemiştir. Bu nedenle Suriye muhalefeti siyasi yapısını genişleterek 
Kasım 2012’de Katar’ın başkenti Doha’da Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Koalisyonu (SMDK) adı altında daha kapsamlı bir yapı kurmuştur. SMDK’nın 
ilk Başkanı olarak Muaz el-Hatip seçilmiştir.19 Hatib, Mart 2013’te özgürce çalışmak istediğini ve bunun da mevcut teşkilatla mümkün olmadığını açıklayarak istifa etmiştir. SMDK üyeleri başkanlıktan istifa eden Hatib’in yerine Temmuz 2013’te Ahmed el-Carba’yı başkan olarak seçmiştir. SMDK Temmuz 2014’te görevden ayrılan el-Carba’nın yerine Suudi Arabistan’a yakınlığıyla bilinen Hadi el-Bahra’yı seçmiştir. SMDK’nın 5 Ocak 2015 tarihinde gerçekleştirilen 18. Kurul Toplantısı’nda eski başkan Hadi el-Bahra’nın yeniden aday olmaması üzerine yapılan oylamada ise Halid Hoca SMDK’nın yeni başkanı seçilmiştir.20 

Suriyeli muhalif gruplar Mart 2013’te dışarıda Esed rejimine karşı SMDK ile birlikte hareket edecek Suriye Geçici Hükümeti’ni kurmuştur. İstanbul’da tesis edilen Suriye Geçici Hükümeti’nin Başbakanı olarak Gassan Hito seçilmiş, 21-27 Mart tarihlerinde Doha’da düzenlenen Arap Birliği Zirvesi’nde Suriye’nin koltuğu 
muhaliflere verilmiştir. Bu gelişmelerin ardından Suriye Geçici Hükümeti, 27 Mart 2013’de Doha’da ilk elçiliğini açmıştır. Aynı yılın Temmuz ayında SMDK 
Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito görevinden istifa etmiş, Hito’nun yerine Ahmet Toma Geçici Suriye Hükümeti’nin Başbakanı seçilmiştir.21 

Muhalefet içindeki gelişmelere bakıldığında Suriyeli muhalifler arasında yer alan grupların yalnızca Esed rejimine karşı mücadele etmediği, kendi aralarındaki 
ayrışmalarla da uğraşmak zorunda kaldığı görülmektedir. Nitekim 2013 yılı Suriye muhalefeti açısında bir kırılma ve dönüm noktası olmuştur. 
2013’de SMDK içinde belirginleşen bölünmüşlük ve güç mücadelesi muhalefetin askeri yapısına da yansımış, ÖSO’da etnik, mezhepselve ideolojik ayrışmalar 
meydana gelmiştir. Muhalefet içerisindeki ayrışma ve güç mücadelesi ise muhaliflere verilen bölgesel ve küresel desteğin azalmasına yol açmıştır. 


2.1. Özgür Suriye Ordusu’nun Rejim Karşısında Zayıflaması 

Özgür Suriye Ordusu, Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa eden Riyad el-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker tarafından, Esed rejimini devirmek ve muhalif silahlı unsurları tek çatı altında birleştirmek amacıyla 
Temmuz 2011’de kurulmuştur. ÖSO, Eylül 2012’de karargâhını Suriye’deki kurtarılmış bölgelere taşıdığını açıklamış, emir-komuta yapısını geliştirmiş ve
Aralık 2012’de Tuğgeneral Selim İdris’i Genelkurmay Başkanı olarak atamıştır. ÖSO, bu yeniden yapılanma ile muhalefetin askeri kanadını merkezi bir
komutada toplamayı, yapılan silah yardımlarının tek elden koordine edilmesini ve Esed sonrasında düzenli orduya geçişi hedeflemiştir. Ancak ÖSO’nun
sahada rejime bağlı güçler karşısındaki etkinliği, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerden ve Körfez ülkelerinden (Suudi Arabistan ve Katar’dan) aldığı
desteğin azalması neticesinde zamanla zayıflamıştır. Bu nedenle 16 Şubat 2014 tarihinde Geçici Suriye Hükümeti’nin Savunma Bakanı Esad Mustafa
tarafından görevden alınan Selim İdris’in yerine rejimden ayrılan bir diğer komutan olan Abdullah el-Beşir getirilmiştir.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***