23 Ocak 2017 Pazartesi

Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler BÖLÜM 1



Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler, BÖLÜM 1 



Yrd. Doç. Dr. Şaban Kardaş* 
*TOBB ETU Uluslararası İlişkiler Bölümü 

Türkiye’yi farklı şekillerde tanımlamak mümkündür ve bu farklı şekillerdeki rolleri farklı uluslararası “ilişkiler açılımlarını kullanarak açıklamak da mümkündür. 
Ben Türkiye’yi daha çok bir bölgesel güç olarak görüp, bölgesel güçler hakkında yazılmış olan literatürdeki tartışmalar ekseninde anlamaya çalışmanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum ve bu anlamda özellikle uluslararası ilişkiler teorisinden baktığımızda daha çok realist ve idealist yaklaşım biçimlerini teorik çerçevenin Türk Dış Politikasını, özellikle son zamanlardaki Türk Dış Politikasını anlamak için bize faydalı olacak bir çerçeve sunduğunu düşünüyorum. Bölgesel güç dediğimizde akla gelen farklı yaklaşımlar var ve bölgesel güç kavramı aslında daha büyük bir sürecin içerisinde gelişen bir kavram. Uluslararası ilişkilerde son dönemde bölgeselleşme giderek tartışılan bir süreç. Dünya siyasetinin giderek yerel özelliklerini ön plana çıktığı yani bölgeselleştiği bir dönemden geçtiği yönünde bir teorik yaklaşım var. Bu yaklaşımı savunanlar soğuk savaş boyunca dünya siyasetinin özellikle iki kutuplu dünya siyasetindeki yapı nedeniyle sadece büyük güçlerin domine ettiği bir dönemden geçtiğini, fakat iki kutuplu yapının kırılması ile birlikte giderek yerel dinamiklerin yani bölgesel dinamiklerin ön plana çıktığını savunulmaktadır. Artık dünya siyasetinin ağırlığı büyük güçlerde değil farklı bölgelerde ve farklı bölgelerin ortaya çıkmasının bir doğal uzantısı olarak bölgesel güç dediğimiz yerel güçlerin yeni aktörlerin uluslararası ilişkilerde daha belirgin hale gelmesi sökonusudur. Bölgeselleşme süreci dediğimizde akla gelen örnekler neler olabilir? Bölgeselleşme, bölgesel entegrasyon dediğimizde akla en önde gelen örnek hangisi? Avrupa Birliği. AB geleneksel olarak bölgeselleşmenin, derinleştiği ileri gitiği en önde örneklerden birisidir fakat Avrupa dışında da farklı olarak giderek oluşan bölgesel oluşumların, bölgesel iş birliği arayışlarının ön plana çıktıklarını biliyoruz. Buna örnek vermek gerekirse; Avrupadan sonra gelen belki de en önemli örnek Asya’daki yaşanan bölgeselleşme. Şangay İşbirliği daha çok Orta Asyayı kapsayan, Çin, Rusya ve özellikle Uzak Doğu Asya’da ekonomik alanda bölgeselleşmeden bahsediyoruz ve bu bölgeselleşmenin dünya ekonomisinin ileri gittiği Avrupa, Asya, Amerika’da da biliyorsunuz NAFTA ekseninde bir bölgeselleşme var. Örneklerin dışında bir de Afrika’ya bile yayıldığını göruyoruz değil mi, Afrika’da bile değişik oluşumları görüyoruz, Ortadoğu’da Arap Birliği, Körfez İşbirliği, bunların da son dönemde etkinlikleri tartışılsa da bölgeselleşme 
amaçlarını yansıttığını biliyoruz. Bence bunu anlamak için aklımızda tutmamız gereken birinci önemli faktör dünya ölçeğinde yaşanan bu bölgeselleşme 
süreci. Bölgeselleşme sürecinin ön plana çıkardığı diğer bir olgu ise bölgesel güçler dediğimiz yeni güçlerin ortaya çıkışı. Farklı bölgelerde o bölgenin 
kendi içinden gelen ve o bölgedeki uluslarası ilişkileri o olmaksızın anlayamayacağımız aktörlere ben bölgesel güç diyorum. Bu tanım kendime özel 
bir tanım diyebiliriz. Farklı bölgelerdeki uluslararası ilişkileri o aktör olmaksızın anlayamayacağımız aktörlere bölgesel güç diyebiliriz. Yani siz herhangi bir 
bölgedeki ekonomik ilişkilerden bahsederken o aktöre gönderme yapmak zorunda kalıyorsanız o bir bölgesel güçtür. Herhangi bir bölgedeki güvenlik 
ilişkilerinden bahsederken bir aktörü bahsetmeden işte o bahis eksik kalıyorsa o aktör bölgesel güçtür. 

Şimdi bölgesel güçler dediğimiz zaman daha somut örnekler vermemiz gerekirse herhangi bir bölgede bir kriz çıktığı zaman bu bölgedeki sorunu kim çözecek tartışması başladığında akla gelen, başvurulan ilk aktörlerden bir tanesi bölgesel güçtür. Yani daha somut örnek vermek gerekirse Ortadoğu’da bir güvenlik krizi çıktığında Suriye’de şuanda yaşadığımız gibi bir kriz yaşandığında bu krize dönük bir şeyler yapılmalı ne yapılmalı tartışmalarında Türkiye’nin pozisyonu nedir sorusunu sormadan bir çözüm bulmak mümkün mü? Bunu sadece bölgedeki diğer ülkeler değil, Suriye hükümeti değil aynı zamanda Batılı hükümetler de kabullenmek zorunda. İşte bu şekillerde o bölgedeki olan biten gerek ekonomik, gerek siyasi, gerek stratejik gerek askeri ilişkilerin kaçınılmaz bir aktör olan aktörü biz kaçınılmaz bir aktör olarak algılıyoruz. Şimdi bölgesel güçlerin çok kendilerine özgü karakteristik özellikleri var. Kendi bölgelerinde çok önemli aktör olabilirler, yani kendi bölgelerini onlar olmadan o bölgeyi anlamamız mümkün değildir neredeyse, ya da o gücü dikkate almadan o bölgeyi açıklamamız mümkün değildir, bu anlamda kendi bölgelerinde gerçekten ağırlığı olan aktörler dir. Fakat bu bölgesel güçler küresel siyasete, küresel sisteme çıktıkların da ağırlıkları biraz değişiyor. Türkçede bir tabir vardır, taş yerinde ağırdır diye. Bölgesel güçleri bu şekilde algılayabiliriz. Kendi bölgelerinde ağırlıklı ama küresel ölçeğe çıktıklarında bir kuvvet azalması gibi bir dinamik görüyoruz ama dünya siyasetinde öyle önemli bir gelişme var ki bu bölgesel güçlerin bazıları sadece kendi bölgelerinde etkin bir rol almakla kalmayıp aynı zamanda küresel arenada da belirleyici aktör olmakta da arayışlarını net bir şekilde ortaya koyuyorlar. 

Yani biz sadece kendi eksenimizde ağır gelen bir taş değil aynı zamanda küresel alanda da ağır olan bir taş olmak istiyoruz, bu iradeyi ortaya koyuyorlar. Bu anlamda da uluslararası ilişkiler literatüründe bölgeselleşme tartışmalarının yanı sıra küreselleşmenin yani geleneksel anlamda büyük güçlerin öneminin azaldığı tartışması da var ve bunlara ilaveten bölgesel güçlerin yükselişi diyebileceğimiz bir tartışma var yani dünya siyaseti giderek bölgeselleşiyor ve bunun sonucu olarak bölgesel güç dediğimiz aktörler giderek ön plana çıkıyor. Bu ön plana çık-maktan kastımız sadece kendi bölgelerinde görünür hale gelmeleri değil aynı zamanda küresel ölçekte de kendi seslerini duyuran kendi gündemlerini oluşturan aktörler haline gelmelerinden bahsediyoruz. Buna belki de Türkiye örneğinden yaklaşıp bir örnek vermek istersek geçen yaz imzalanan bir deklarasyon vardı, Tahran Deklarasyonu. Tahran Deklarasyonu önemli özelliklerinden birisi neydi? Böylesi bir antlaşmanın olmasını sağlayan aktörler kimlerdi? 
Türkiye ve Brezilya yani geleneksel olarak İran meselesi gibi bütün uluslararası güvenliği ilgilendiren, sadece Ortadoğu güvenliğini ilgilendiren bir mesele değil İran’ın nükleer meselesi, aynı zamanda tüm küresel güvenlik tartışmalarını etkileyen bir mesele. Böylesi meselelerde ön plana çıkan irade neydi? İki tane yükselen bölgesel güç; biz bu sorunun çözülmesinde alternatif bir çözüm yolunu savunuyoruz ve bu yaklaşım sonucunda böyle bir çözüm önerimiz var ve bu çözüm önerisini İran rejimini o antlaşmaya imza attırarak somut bir şekilde ortaya koyan iki küresel güç var. Yükselen küresel güç ya da yükselen bölgesel güç var. İşte benim son dönemdeki bölgesel güçlerin yükseliş sürecini vurgularken kastetmek istediğim buradaki karşımıza çıkan olgu yani küresel ölçekte rol oynamaya çalışan küresel aktörler. Şimdi bu uluslararası ilişkiler literatüründe çok önemli bir kırılma genelde daha önceki tartışmalarda büyük ölçekli güçlerin dünya siyasetini yönlendirdiği söylenirdi. Fakat bu giderek 
daha küçük ölçekli olarak görülebilecek aktörlerin bazen bir araya gelerek, birlikte işbirliği yaparak, küresel aktörlere neredeyse meydan okuduklarını görüyoruz. Bu anlamda ben dünya siyasetinin bir geçiş döneminde olduğunu düşünüyorum yani bu bölgesel güçler nereye kadar küresel güçlere meydan okumalarında ne kadar başarılı olabilir bilmiyoruz. 

Şu ana kadar pek çok bölgesel gücün yükselmesine paralel olarak dünya siyasetinin yapısının değiştiği uluslararası sistemin yapısının değiştiği yönünde tartışmalar var ama bu uluslararası sistemin yapısı değişim sürecinde olmasına rağmen yeniden tanımlanmış değil yani karşımıza çıkacak olan yeni uluslararası 
sistemde nasıl bir yapı olacak hiyerarşik tek kutuplu bir yapı olarak devam mı edecek, çok kutuplu bir dünya düzenine mi geçecek yoksa parçalanmış ortaçağ dünyasına geri mi döneceğiz bunları bilmek mümkün değil. Bu anlamda bir geçiş dönemi var ve bu geçiş döneminde her aktör daha etkili olabilmek için ve yen ikurulacak dünya düzeninin kurallarını tanımlama noktasında söz sahibi olabilmek için birbirileriyle neredeyse yarışıyor diyebiliriz. 

Bu kavramı biraz açıp Türkiye örneğine biraz daha yakından gelmek istiyorum. Mevcut uluslararası sistemin dayandığı hukuksal, kurumsal altyapıyı tartıştığımız da akla gelen ilk kurum hangisi? BM. BM sistemi ve bunu hazırlayan bir hukuksal kurumsal bir sistem var değil mi? Bunu da hazırlayan bir ekonomik yapı var dünyada. Bu hukuksal siyasi ve ekonomik yapıyı oluşturan koşullar hangileriydi? İkinci Dünya Savaşı sonundaki koşullar. Bir nevi şuanda içinde yaşadığımız uluslararası sistem aslında II. Dünya Savaşı sonrası dönemde hakim olan, güçlü olan ABD ‘nin hegonomik olarak oluşturduğu bir sistem. Bu zaman zaman kırılmalara uğradı. 

Breton Woods sistemini okumuş olan arkadaşlarımız vardır. Neydi ekonomik sistem 70’lerin başına geldiğinde kırıldı yeniden tanımlandı, ama öyle veya böyle uluslararası ekonomi hala batı eksenli ABD eksenli, onun dışında uluslararası yani BM sistemli Amerika eksenli, dünyada Amerika’nın askeri üstünlüğü söz konusu, bu anlamda her ne kadar farklı çeşitlik olsa da mevcut uluslararası sitemde Amerika’nın gücüne dayalı bir altyapıyı yansıttığını söyleyebiliriz. İşte şu anda yaşanan tartışmalardan bir tanesi özellikle bu bölgeselleşme süreci ve bölgesel güçlerin yükseliş sürecini düşündüğümüzde bu uluslararası sistemin yapısı nasıl tanımlanacak. Hani Türkiye’de seçimlerden sonra hükümet diyor ya yeni bir anayasa yapacağız. Parlamenter sistem mi olacak başkanlık sistemi mi olacak yarı başkanlık sistemi mi olacak buna benzer şekilde bir tartışmayı aslında biz uluslararası düzeyde görüyoruz her ne kadar da uluslararası ilişkilerde bir devlet olmasa da öyle veya böyle yazılı olan veya olmayan bir yönetişim sistemi var benim şu ana kadar görebildiğim, geçtiğimiz dönemde bu küresel ölçeğin içindeki yönetişim sisteminin yeniden tanımlandığı bir döneme giriyoruz ve bu yeniden oluşacak dünya düzeninde yeni olarak tanımlanacak ekonomik, askeri, siyasi olarak yeniden tanımlanacak dünya düzeninde bu yükselen bölgesel güçlerin bir rol arayışları içerisinde olduklarını görüyoruz yani Batı’nın ya da ABD nin 1940’lı yılların koşullarında yazdığı uluslararası sistemi ve kuralları kabul etmeyen, bunları revize etmeye çalışan bir grup aktör var karşınızda. 

Bunlar ne ölçüde başarılı olabilir olamaz bu ayrı bir tartışma konusu ama böyle bir arayış olduğunu hepimiz görüyoruz. Bu arayışların en bariz yansımalarından 
bir tanesi ise BM Güvenlik Konseyinin yapısına dönük tartışmalar. Biliyorsunuz BM Güvenlik Konseyi kaç üyeden oluşuyordu? 15 üye 5 daimi üye, veto hakları var bu daimi üye sayısının artırılması ya da veto haklarının mevcut üyelerden alınması vesaire bir sürü tartışmalar var. İşte bunların altında yatan tartışmalar neyin göstergesi? Artık dünyadaki güç dağılımının giderek değiştiği kaydığı farklılaştığı 1945 koşullarında oluşturulan o üst yapının kurumsal yapının alt yapıyı taşıyamadığı gerçeğini yansıtıyor. Bu noktada ne ölçüde başarılı olabiliriz bilemiyorum. Ama sonuçta böyle bir arayış böyle bir talep var. Ve bu talepleri seslendiren en önemli aktörler bence bölgesel güçler. Bunların zaman zaman kendi aralarında farklı şekilde organize olduklarını görüyoruz. Sizin verdiğiniz örnekler vardı mesela Şangay işbirliği. Onu bazen Batı karşıtı bir cephe olarak görenler var. Bunun da ötesinde son dönemlerde giderek popüler hale gelen BRIC ülkeleri dediğimiz bir kavram var. BRIC ülkeleri kimi ifade ediyor? Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin ve sonuna bir S eklendi mi diyen kimse var mı evet Güney Afrika. Brezily, ,Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika. Bu neyi yansıtıyor bunlar hep kendi bölgelerinde dünyanın farklı bölgelerinde ön plana çıkmaya başlayan ama sadece kendi bölgelerinde bir aktör olmakla yetinmeyip aynı zamanda küresel oyunu da belirlemeye çalışan aktörler. Şu anda yetkin olmayabilirler ama bilinçli bir şekilde ne yapamaya çalışıyorlar? Koordineli hareket etmeye ve dünya sisteminin yeniden tanımlanması noktasında belki söz sahibi olmaya çalışıyorlar ve ilginçtir ki T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir konuşmasında BRIC ülkelerine katılmayı düşünürüz diye bir ifade kullanmıştı. Bu nereye varır bilemiyoruz ama en nihayetinde Türkiye’nin de böyle bir niyeti beyan etmiş olması Türkiye’nin de kendisini bu yeni yükselen ülkelerden biri olarak gördüğünü yansıtan en bariz örneklerden biri. Yine BRIC ülkeleri  örneğinin biraz ötesine geçersek eğer farklı oluşumlarda gördüğümüz şey bu yeni yükselen güçler bir şekilde kendilerini ön plana çıkarmaya çalışıyorlar. 

Bunun belki de bir diğer yansıması bir farklı örnek G20 dediğimiz platform. G20 ne idi? Gelişmiş olan 20 ülke bu ülkeler daha önce hangi formatta 
toplanıyorlar dı? G8 ondan önce G7 neyi görüyoruz giderek G7, G8, G20 bilemiyorum 100’e falan çıkar mı, çıkmaz mı ama Batılı ülkeler de giderek 
neyin farkındalar sadece kapalı devre toplantılarla bir grup ülkenin bir araya gelmesiyle küresel ekonominin karşı karşıya kaldığı sorunları çözme 
noktasında yetersiz kalıyorlar. Giderek bu platformu, G20 daha çok bir ekonomik platform katılımcı ülke bazında genişletilmiş olması bile neyi yansıtıyor 
bu yükselen yeni güçleri bir şekilde küresel yönetişim mekanizmalarına dahil etme arayışlarını yansıtıyor. Bu örnekleri verdikten sonra Türkiye 
örneğine yavaş yavaş gelmek istiyorum. Az önceki örneklerde de belirttiğim gibi Türkiye’de öyle veya böyle kendisini küresel düzeyde ortaya çıkan yeni 
bir olgunun bölgeselleşme olgusunun ve bölgesel olgunun bir parçası olarak görüyor veya bunların benzeri şekilde hareket ediyor diyebilirim. En azından 
ben Türk Dış Politikasını anlamaya açıklamaya çalışırken böylesine kavramsal çerçeveden hareket etmenin faydalı olduğunu düşünüyorum ve bu anlamda 
Türkiye’nın son dönemlerdeki dış politikasına baktığımızda yoğun bir tartışma yaşanıyor. Kimsenin inkar etmediği bir gerçek var o da Türk dış politikasının son dönemde ne olduğu eksen kayması konusunda herkes uzlaşıyor mu? Bazıları kaymadı diyor. Uzlaşılan nokta ne? Çok yönlü olması aktif olması, yani eksen kaydı ya da kaymadı diyebilirsiniz, birazcık kaydı da diyebilirsiniz evet birazdan kayabilir de diyebilirsiniz bu önemli değil bu eksen kayması eksen genişlemesi bu iyi oldu bu kötü oldu dur bakalım bekleyelim görelim bu ayrı bir şey bu konuda pozisyonunuz görüşünüz yaklaşımınız fakat herkesin yadsımadığı bir gerçek var o da Türk dış politikası son dönemde daha bir pro aktif, renkli girişken hale geldi bu konuda heralde kimse itiraz etmiyor var mı farklı düşünen? Çok monoton bir dış politikamız var diyen var mı? Evet herkesin yadsımadığı bir gerçek ne ? Çeşitlilik, farklılık. İşte önemli olan ne bu çeşitliliği farklılığı açıklamak açıklayabilmek bunu açıklarken hangi faktörlere gönderme yapıyoruz hangi faktörlere vurgu yapıyoruz asıl soru bu bence bazıları ne diyorlar? Bu son dönemde yaşanan çeşitlilik farklılık, aktivizm, pro aktivizm genelde bir faktörün ürünü bu faktör kim? Ahmet Davutoğlu ya da AKP hükümeti. Bir kısım yazarlara göre son dönemlerdeki aktivizmi oluşturan ve bunun aktörlüğünü yapan temel unsur Türkiye’deki iktidar değişikliği ve 2002’de başa gelmiş olan iktidar ve özellikle bu başa gelmiş olan iktidar içerisinde Ahmet Davutoğlu Dışişleri bakanı, bir kısım yaklaşıma göre tüm bu değişimin sebebi hükümet ya da Türkiye’deki iktidar değişikliği. Bu yaklaşımları benimseyenlerin bir kısmı bu değişimi kuşkucu olarak değerlendiren kesimler yani son dönemde bir aktivizm oldu ama bu pek iyi olmadı diyen bir kanat var bu grubun içerisinde onlar ne diyorlar? 

Eksen kaydı diyenler genelde bu kesim yani son dönemde Türkiye’nin yaşadığı bu çeşitlenme, aktif dış politika hükümetin bir projesi ve bu projede aslında biraz pek de iyi olmayan hedeflere, siyasi amaçlara hizmet ediyor diyen bir yaklaşım var ve bu yaklaşımı savunanlarda eksen kayması görüşünü ileri süren çevreler. Yine farklı bir yaklaşım var bunlar da son dönemdeki değişimlerin dönüşümün hükümetin bir ürünü olduğunu savunuyorlar ama bunlar bu değişimi dönüşümü olumlu olarak karşılamıyor. Bunlarda daha çok hükümetin dış politkasını öven, hükümet yanlısı diyebileceğimiz çevreler. Bunlar ne yapıyorlar sanki Türkiye’de 2002 yılında Türkiye’de yeni bir dönem başladı, eskiden ortaçağdaydık, modernleşme, aydınlanma oldu, 2002’den sonra tamamen yeni bir dış politika takip ediyoruz. Her şey değişti alt yapı değişti üst yapı değişti ve karşımıza mükemmel şekilde işleyen çok hareketli çok yönlü bir dış politika çıktı şeklinde bir argüman var. Bunda değişik bir yaklaşım bu yaklaşımı savunanlar ne diyorlar eksen kaymadı biz durduğumuz yerde duruyoruz bilakis ne oldu eksen genişledi yani biz daha önceden tek bir eksendeyken batı eksenindeyken biz farklı farklı eksenlerde hareket ediyoruz, faaliyet gösteriyoruz bu anlamda eksen kaymadı diyor bu çevreler. Buna karşı daha akademik olarak yaklaşan hocalarımız biraz daha dengeli bir analiz ortaya koymaya çalışıyorlar. Bu arada bende kendimi naçizane bu şekilde tanımlayabilirim. Bizim yapmaya çalıştığımız bu Türk dış politikasındaki değişimi dönüşümü anlamaya çalışmak ama bunu sadece tek bir faktörle açıklamamak yani AKP geldi böyle oldu ya da falanca parti gelse böyle olur. Nedir uluslararası ilişkilerdeki ya da sosyal bilimlerdeki gerçekler biraz karmaşıktır tek bir değişkenle her şeyi açıklayamazsınız. Sosyal hayat özünde karmaşıktır. Türkiye’de ki bu değişimi dönüşümü açıklamak için yapmamız gereken de farklı faktörlere aynı anda bakmaya çalışmak. Analiz düzeyi kavramını hatırlayan var mı uluslarararası ilişkiler teorisi dersinden? Analiz düzeyi; yani bireysel analiz düzryi ülke içi devlet içi düzeyi ya da uluslararası sistem düzeyi, bütün bu farklı farklı teorileri bir araya getiren, böylesi bir teork çerçevenin Türkiye’yi algılamak için daha faydalı olacağını düşünüyor çoğu 
arkadaş benimde yapmaya çalıştığım bu anlamda böylesine bir çerçeveden yaklaşmak. Bireysel dediğimiz hükümet düzeyinde yaklaşım burada geçerli 
gerçekten de 2002 yılında bir şeyler oldu yani 2002 öncesi ve 2002 sonrasına baktığımda Türkiye’de bariz bir farklılık var. Bu anlamda hükümetin rolünü 
inkar etmemek, teslim etmek gerekir. Hükümeti eleştirebilirsiniz ya da Davutoğlu’nun yaptığı değişiklikleri dönüşümleri göz ardı etmemeniz gerekir 
gerçektende bu anlamda Türkiye’nin son dönemde aktif bir dış politikayı takip etmesinin önemli bir sebebi Türkiye’de 2002 sonrası ortaya çıkan iktidardır. 
Onun dışında ülke düzeyi. Devlet düzeyi dediğimiz düzeye bakarsak burada bence en önemli faktör şu; Türkiye’nin artan ekonomik gücü. Özellikle realist yaklaşım ne diyor? Uluslarararası ilişkilerde devletler güçleri oranında ulusal çıkarlarını belirlerler ve güçleri oranında aktarı olurlar. Son dönemde Türkiye ekonomisi dünya sıralamasında 

16. ekonomi mi oldu 17 mi 16 mı? Her halükarda bir artış var. 20’lerden 16’ya indik. Türkiye’nin ulusal gücünün artmış olması yani kümülatif olarak sadece x partisinin değil bir ulus devleti olarak gücünün artması son dönemlerde yaşadığımız değişimi tetikleyen diğer önemli bir faktör ben böyle olduğunu 
düşünüyorum ve bunlara ilaveten sistemik düzeyi, sistemik anlamda bazı dönüşümler var ve o sistemik dönüşüm benim konuşmamın başında anlattığım 
süreçler yani giderek küresel güçlerin rollerinin azalması buna mukabil ortaya bölgesel güçler dediğimiz güçlerin ortaya çıkması. Artarak görüyoruz 
ki ABD her ne kadar dünyadaki tek süper güç olarak görünse de eskiden olduğu gibi her şeyi kontrol edebilme yeteneğine sahip değil. ABD’nin bu anlamda dünyadaki rolünü konumunu yeniden tanımlamaya başladığını görüyoruz. Giderek Ortadoğu’da mesela Irak’a girdi, Afganistan’a girdi buradan çekilme tartışması var onun sonrasında ABD konumu ne olur bilmiyoruz. Bu anlamda ben ABD’nin küresel ölçekte gücünün daralmasının, azalmasının ve bölgesel güçlerin öneminin artmasının Türkiye’nin takip ettiği proaktif çok yönlü dış politikayı hazırlayan önemli bir sistemik faktör olduğunu düşünüyorum. 


Bunun da ötesinde Türkiye’nin çıkarlarını ve tehdit algılarılarını tanımlarken yeni bir zihni yapıya kaydığını görüyoruz yani uluslararası ilişkilerde sistem düzeyi dediğimiz zaman aslında bakmamız gereken faktör tehdit kaynaklarıdır. Bir devletin dış politikadaki davranışları belirleyen en önemli faktörlerden bir tanesi 
tehdit algılamalarıdır. Tehditin nerden geldiğine göre siz farklı şekilde politika geliştirirsiniz. Son dönemde Türkiye’nin tehdit algılarını da, tehdit algılarını 
da derken sadece 7-8 yıllık değil bir 10-20 yıllık döneme bakarsak tehdit algılarının da soğuk savaş dönemiyle kıyaslandığında farklılaştığını görüyoruz. 
Soğuk Savaş zamanında Türkiye’nin tehdit algısı ne idi? Temel tehdit algısı? Komünizm yani Sovyetler Birliği yani Sovyet Rusya diyelim, kuzeydeki 
büyük komşumuz en önemli tehdit kaynağıydı, Türkiyenin tüm savunma stratejisi askeri stratejisi, askeri birliklerin dağılımı, yayılımı bunun üzerine 
kurulmuştu. Onun üzerine belki Rusyanın uzantısı olan Suriye’den gelebilecek tehditler ve Rusya’ya karşı biz kendimiz ayakta duramıyoruza’a karşı ne demiştik? Bir patrona ihtiyaç var bu da ABD ya da NATO ittifakı ve dış politikamızı biz onun üzerine endekslemiştik. Soğuk Savaş sonrası dönemde yani son dönem derken bunu kastediyorum, olan ne? Rusya-Türkiye ilişkileri inanılmaz bir yakınlaşma dönemine girdi ve özellikle son 5-6 yılda Başbakanla, Rus başbakanının kaç kere görüştüğünü artık saymıyoruz, belli değil. Sık sık görüşüyorlar. Rusya’ya yakınlaşma kuzeyden gelen tehdit algısının nereye kayması? Giderek güneye doğru diyelim, diğer bölgelere ve özellikle Balkanlar kısmında da Yunanistan’la da ilişkileri düzelttik, güneye kaydı yani Türkiye’nin giderek geleneksel olarak aktif olmadığı bölgelerde aktif olmasını açıklayan önemli bir sebep ne? Tehdit kaynaklarının farklılaşmış olması. Bu anlamda da ben Türkiye’nin dış politikasındaki aktivizmin çok yönlülüğün önemli bir sebebinin işte bu tehdit algısının kayması olduğunu düşünüyorum ve bunlara ilaveten çıkar beklentileri diyebiliriz uluslararası ilişkiler teorisinde realistlere göre devletler ne yapıyor? Çıkarları peşinde koşar, çıkarları neredeyse orada aktif olmak zorundasın, Türkiye’nin çıkar beklentisinin de giderek çeşitli bölgelere kaydığını görüyoruz. Geleneksel olarak Türkiye’nin dış ticaretine baktığımızda yüzde 70 gibi Batı ile, AB ile ticaret yapıyordu ama Soğuk Savaş sonrası döneme geçtiğimizde öncelikle 


Rusya’nın sonra Avrasya coğrafyasının giderek öenminin arttığı ve bugün geldiğimiz noktada Rusya, Türkiye’nin birinci ticaret ortağı bunun belki 
önemli bir sebebi doğalgaz ithalatımız ama sonuçta Rusya önemli ticaret ortağı. Ve en son rakamlara göre son 2-3 yılda AB’nin Türkiyenin tüm dış ticaret 
yapısındaki yüzde 50-60’lardan son 7-8 yılda yüzde 40’lar bandına çekildiğini görüyoruz.Yüzde 35-40 oldu sonra 40-45 bandına çıktı kriz sonrası. 

Yüzde 40’lara kadar düştüğünü görüyoruz ama buna rağmen neyi görüyoruz? Türkiye’nin dış ticaret hacmi genişledi. İşte bu Avrupa’nın azalan rolünü 
kapayan kim? Diğer bölgeler. Ortadoğu ile ticaretimiz giderek artıyor, Afrika ile ticaretimiz giderek artıyor. Asya ile ticaretimiz giderek artıyor yani demek 
istediğim şu, Türkiye’nin çıkar beklentileri artık farklı bölgelerde ve özellikle ekonomik çıkar beklentileri farklı bölgelerde şekillendiği için farklı bölgelerde Türkiye Pazar bulduğu için giderek bu bölgelerde siyasi olarak da ne oluyor? Giderek aktif hale gelmeye başlıyor. İşte Türkiye’nin o son dönemde 
gördüğümüz dinamizmini aktivizmle açıklayan sadece bir partinin iktidara gelmesi değil gerek Türkiye’deki iktidar değişikliği gerek Türkiye’nin gücünün artması gerek de uluslararası sistemlerde bölgesel sistemlerde bahsettiğim değişimler. Bütün bunları bir araya getirirsek bütün bu faktörlere bir arada bakarsak Türk dış politikasında son dönemde yaşanan değişimi dönüşümü farklılılaşmayı daha iyi algılayabiliriz diye düşünüyorum. 

Özellikle ekonomik 
faktörlerden bahsederken bir kavramı burada vurgulamak istiyorum. Bunu duymuş olan vardır, ticaret devleti diye bir kavramı hiç kullandınız mı? 


Kemal Kirişçi adlı bir hocamız çok önemli bir makale yazmıştı Türk dış politikasında”Ticaret Devleti” diye. Tabi ingilizce Trading State denen bir kavram var. Türkiyenin giderek bir ticaret deveti olduğunu iddia ediyor yani Türkiyenin artan ekonomik potansiyelinin bir uzantısı olarak dış ticaretin şekil
lendiğini ve dış politikanın yapımında ticaret kaygılarının yani yeni pazar bulma, yeni müşteri bulma ve bu müşterileri kaybetmeme kaygılarının ön plana 
çıktığını ileri süren bir argüman. 

Bu da Türkiye’nin son dönemdeki dış politikada yaşadığı çeşitlenmeyi farklılığı açıklayan önemli bir faktör. Bütün bunların bir araya getirdiğimizde ben dinamizmi algılamanın açıklamanın daha mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda şu ana kadar anlattığıma bakılırsa dünyada bölgeselleşme eğilimi 
var, gücü artan bölgesel devletler ne yapıyorlar hem kendi bölgelerinde etkin oluyorlar hemde küresel ölçekte söz söyleme arayışına giriyorlar. Bu perspektiften baktığımızda Türkiye’nin yaptığı gayet normal geliyor değil mi sadece Türkiye bunu yapmıyor, Brezilya da yapıyor, Rusya’da yapıyor, Çin de yapıyor, Kore de yapıyor, Kore büyükelçisi, Türkiye ile ortaklık istiyorlar yani bir şekilde Kore-Türkiye ile uzun dönemde işbirliği yapmak istiyor. Kore de 
benzeri şekilde belki bizden biraz daha ileride olan bir ülke bu anlamda aslında Türkiye’nin yaptığı anormal bir şey değil gayet normal. Bir sürü farklı 
güç aynı şeyi yapıyor. Ama bu kadar normal bir şey yaparken Türkiye’nin bu yaptığı anormal bir şeymiş gibi karşılanıp eksen kaydı diye bir argüman var 
niye böyle bir argüman var ortada? Bence bu gerçekten teorik yansımaları olan bir soru. Çok normal olan bir şeyi yapan birisinin yaptığı neden sorgulanır 
ya bir sürü bölgede bölgeselleşme eğilimi var. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****

Suriye’nin İç Dinamikleri ve Dış Politikası




Suriye’nin İç Dinamikleri ve Dış Politikası 






Oytun Orhan 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 

1- Lübnan’da Sosyal ve Siyasal Yapı 

Lübnan’da 18’den fazla dinsel topluluk bulunmaktadır. Dolayısıyla Lübnan’da yaşam çoğulculuk üzerine kurulmuştur. Ancak ülkedeki bu çoğulculuk daha çok düşmanlık içeren ve hatta bazen çatışmacı bir nitelik taşımaktadır. Ülkede ortaya çıkan birçok anlaşmazlık ülkenin farklı mezhep grupları ve önde gelen aileleri arasındaki çatışmaların siyasal yansıması şeklindedir. Lübnan siyasal sisteminin temel belirleyici unsuru “zaim” adı verilen güçlü ailelerdir. Bu aileler ülkede köklü feodal geleneklere sahiptir ve siyasal arenada belirleyici rol oynamaktadır. Siyasal partilerin oluşumunda da, ekonomik ve siyasal çıkarlar ekseninde bölünmüş bu aileler en önemli unsurdur. 

Lübnan’daki farklı dinî grupların siyasal alana yönelmiş talepleri bulunmamakta dır. Her grubun kendi yaşam alanı mevcuttur. Hristiyanlar, Şiiler, Sünniler ve diğer grupların dinlerini özgürce yaşama hakları bulunmaktadır. Ancak ülkenin hakim aileleri arasındaki rekabetin mezhepsel ayrımlar şeklinde yansıması, siyasal yapının da bu çerçevede şekillenmesine neden olmaktadır. Siyasal, sosyal ve ekonomik taleplerin mezhep temelinde ifade ediliyor olması da ülkede bir ulusal bilincin, Lübnanlı kimliğinin oluşmasına engel olmuştur. 1930’lu yıllarda, ülke genelindeki birçok politikacı bu ailelerin temsilcileriydi. Bu sistem veraset yoluyla devam ettiğinden aynı ailelerin temsilcileri günümüzde de önemli siyasal roller üstlenmektedir. Dolayısıyla siyasal veraset geleneği ve mezhep ayrımına dayalı yapılanma, ülkede siyasal temsil sorununu da şekillendirmekte dir. 


Bugünkü siyasal yapılanma, Lübnan’da iç savaşı sonlandıran 1989 Taif Antlaşması’yla belirlenmiştir. Buna göre, iktidar dağılımı mezhepsel ayrım temelinde gerçekleşmektedir. Devlet başkanlığı, başbakanlık, meclis başkanlığı, milletvekilliği, bakanlıklar, üst düzey bürokratlar tamamen bu ayrıma bağlı olarak paylaşılmaktadır. 2. 

2 - 1975-1990 Lübnan İç Savaşı Sonrası Güç Dengeleri 

a. İç Savaş Sonrası Lübnan Politikasının Baş Aktörü: Suriye 

İlk olarak, 1976 yılında Lübnan’da ortaya çıkan çatışmalara müdahale için Lübnanlı Hristiyanlar tarafından güvenliği sağlaması için ülkeye çağrılan 
Suriye askerleri, iç savaşın sona ermesinden sonra da bu ülkeden çekilmemiştir. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı uzun yıllar boyunca hem Arap devletleri, 
hem İsrail, hem de batı tarafından onaylanmıştır. İç savaş sonrasında, Suriye askerleri ülkede farklı mezhepsel kesimler ve silahlı gruplar arasında en 
önemli istikrar unsuru olarak görülmüştür. Ancak 2000 yılında İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi ve ABD’nin politikasının değişmesi, daha sonra 
Irak Savaşı gibi gelişmeler, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının da sorgulanmasını gündeme getirmiştir. 

Suriye, 1990’lar boyunca Lübnan’la imzaladığı birçok antlaşmayla bu ülkeyi siyasî, askerî ve ekonomik anlamda tamamen kendisine bağlamıştır. 
Bu süreç, Suriye’nin Lübnan’da tam hakimiyet sağlamasıyla sonuçlanmış ve Lübnanlı bir muhalifin sözleriyle “Suriye istihbarat örgütü, Lübnan’da 
gerçek güç haline gelmiş ve tüm politik girişimleri etkisiz bırakmıştır.” Suriye’nin Lübnan’daki varlığı, sadece bir askerî varlık olmanın ötesinde, tüm 
Lübnan toplumsal yaşamını etkileme potansiyeline sahip bir nitelik taşımaktadır. Beyrut hükümetini çoğu zaman “atamış”, ulusal medyayı tamamen 
sindirmiştir. Ülkedeki “Suriyeleşme” süreci, çeşitli sektörlerde çalışan bir milyonun üzerindeki Suriyeli işçinin varlığıyla pekişmiştir. 

b. Şiiler 

Lübnan’ın en yüksek nüfus oranına sahip toplumsal grubunu Şiiler oluşturmakta dır. Ülke nüfusunun yüzde 30’luk bir dilimini oluşturan Şiiler ekonomik açıdan geri kalmış bir topluluktur. İç savaştan sonra Lübnan’da en ciddi değişim geçiren topluluk Şiiler olmuştur. Şiiler ülkede üç temel örgüt tarafından temsil edilmektedir. Lübnan Yüksek Şii İslam Konseyi, Emel ve Hizbullah partileri. Şii İslam Konseyi’nin önemli bir siyasal gücü bulunmamaktadır ve tamamen İran-Suriye etkisi altındadır. Emel Hareketi çok ciddi bir tabana sahip olmamakla birlikte, liderleri Nebih Berri’nin Meclis Başkanı olması nedeniyle bazı önemli noktaları ele geçirebilmiştir. Şii örgütler içinde en etkili olanı ise Hizbullah’tır. 

Hizbullah, ulusal ordu dahil Lübnan’ın en disiplinli, güçlü ve örgütlü silahlı grubu konumundadır. İran ve Suriye’den destek alan Hizbullah, İsrail’in Güney 
Lübnan’ı işgali sonrasında, bu ülkeye karşı yürüttüğü mücadele sayesinde büyük güç kazanmıştır. Dolayısıyla Lübnanlı Şiiler denince Hizbullah örgütü 
ön plana çıkmaktadır. Hizbullah, ülkede istikrarın sağlanması ve güvenlik anlamında “olmazsa olmaz” bir konumdadır. Marunilerin aksine, Hizbullah tek 
ulusal güç ve İsrail’e karşı direnişin bedelini ödeyen taraf olarak görülmektedir. 1990’ların başında ortaya çıkan yeni bölgesel koşullar, Hizbullah’ı pragmatik bir tavra yöneltmiştir. Örgütün bu tavrı İran ve Suriye tarafından da desteklenmiş tir. 1992 ve 1996 meclis seçimlerine katılan Hizbullah, meclise temsilci göndermeye başlamıştır. Hizbullah, aynı zamanda ülkede okul ve hastane ağını kontrol ederek sosyal bir işlev de üstlenmektedir. Lübnan’da Hizbullah’ın yerini ve kapasitesini anlamak için “devlet içinde devlet” tanımlaması yapılabilir. 

Bu konumu, Hizbullah’ın, Suriye’nin ülkeden çekildiği dönemde ön plana çıkmasına neden olmuştur. Hizbullah, ülkede bundan sonraki dönemde 
yapılacak tüm düzenlemelerde hiçbir tarafın göz ardı edemeyeceği önemli bir aktör durumundadır. Hem İsrail’e karşı yürüttüğü mücadele, hem de Suriye 
yanlısı tutumu nedeniyle ABD tarafından ülke içindeki bu güçlü konumu kırılmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda, Hizbullah’ın bir siyasallaşma süreci 
içine sokulması gündemdedir. Bu yöndeki ilk adım olarak ABD, Hizbullah’tan silahsızlanmasını talep etmektedir. 

c. Suriye’nin Varlığına Muhalif Kesimler 

Hariri suikastının en önemli sonucu, birçok farklı grubu mezhep ayrımına bakmaksızın bir araya getirmesi olmuştur. Bir yandan farklı muhalif grupların birleşmesini, diğer yandan da halk tabanında bu kampın desteklenmesini sağlamıştır. Suikast sonrası düzenlenen Suriye karşıtı gösterilere bakıldığında, Şii grupların temsilcileri hariç tüm grupların bir araya geldiği görülmektedir. 


İç savaş sonrası Suriye varlığının geleneksel muhalif kesimi Hristiyan Maruniler olmuştur. Lübnan’ın nüfus oranı açısından en büyük ikinci grubunu yaklaşık yüzde 23 ile Maruniler oluşturmaktadır. Maruniler de Arap kökenli olup Hristiyanlığın Katolik mezhebindendir. Maruniler iç savaş öncesinde 
çok daha etkin bir konumdayken, savaş sonrasında siyasal alandan dışlanmış ve güçlerini önemli oranda kaybetmişlerdir. Buna karşılık Lübnan’ın ticari 
ve finansal gücünün önemli bir kısmını ellerinde bulundurmaktadırlar. 

İç savaşı sonlandıran Taif Antlaşması, Marunilerden seçilen devlet başkanının yetkilerini azaltmış ve Sünni Müslüman olması gereken başbakanın 
yetkilerini artırmıştır. İki kurum arasında güç dengelerinde ortaya çıkan bu değişim, Marunilerin kendilerini siyasal alandan dışlanmış hissetmesine 
neden olmuştur. Marunilerin en büyük eksikliği bir liderdir. Daha önceki devlet başkanı Haravi ve şimdiki Emil Lahud, her zaman Suriye’ye yakın 
olmuşlardır. Bu nedenle Maruniler siyasal alanda temsil edilmedikleri, çıkarlarının korunmadığı düşüncesi içindedirler. Önemli Maruni liderlerin çoğu 
Fransa’da sürgünde yaşamaktadır. 

Maruniler arasında belli konularda fikir ayrılıkları olsa da, Suriye’nin varlığının sona erdirilmesi konusunda ortak görüşe sahiptirler. Bu nedenle, güçlerini 
birleştirmek amacıyla Suriye’nin varlığına son verilmesi temelinde 2001 yılında “Kuvet Şevan” adı altında birleşmişlerdir. Bunun yanında, Suriye yanlısı Maruniler de bulunmaktadır. Bunlar genel olarak Suriye’nin varlığından ekonomik ve siyasal çıkar sağlayan eski milis liderleri, ticari elitler ve geleneksel 
politikacılardır. Şu anki Devlet Başkanı Lahud ile kabinenin ve meclisin Hristiyan üyelerinin çoğu bu gruptadır. 

Ülkenin üçüncü büyük grubunu oluşturan Sünniler, Hariri suikastı sonrası muhalif kampa katılmışlardır. Bu kesim genel olarak Lübnan’ın demokratik 
parlamenter kimliğinin korunmasından yana bir tutum içinde olmuştur. Sünniler iç savaştan belli bir güç kaybına uğramış olarak çıkmış olsalar da, zamanla etkinliklerini geri kazanmışlardır. 1992 yılında başbakanlığa getirilen Refik Hariri, Sünni toplumunun en etkili lideri konumundaydı. Bir 
yandan Suriye ile dengeli ilişkiler yürütmüş olan Hariri, ticari ve kişisel bağları sayesinde bölgede ve Batı’da saygınlığı olan bir kişiydi. 

O dönemde muhalif cephede yer alan bir diğer kesim de Dürzîlerdir. Lübnan tarihinde önemli roller üstlenmiş olan Dürzîlerin genel nüfusa oranı yüzde 
6’dır. Özellikle Şuf ve Dağlık Lübnan bölgelerinde önemli güce sahiptirler. Şu anda Dürzîlerin lideri konumundaki Velit Canpolat, sürekli değişen ittifaklar 
içine girmiş, değişik siyasal pozisyonlar almıştır. Kendi adına başarılı sayılabilecek bir yol takip eden Canpolat, böylece temsil ettiği grubun potansiyelinin 
üzerinde bir konum elde etmiştir. Muhalefet cephesine geçmeden önce ABD ve İsrail politikalarına eleştirel yaklaşan Canpolat, Hizbullah’la da iyi ilişkiler içinde olmuştur. 

3. Suriye’nin Çekilmesi, İsrail-Lübnan “ Savaşı ” ve Yeni Dengeler 

Lübnan’da 2005 yılında gerçekleşen Meclis seçimleri Hariri suikastının gölgesi altında gerçekleşmişti. O dönemin temel ayrışımı Suriye’nin Lübnan’daki 
askeri varlığının sona erdirilmesi veya sürdürülmesi konusundaydı. Sünni kesim dışında da destek bulan ve halkın çoğunluğu tarafından sevilen Hariri’nin 
öldürülmesinin arkasında Suriye olduğu inancı iç savaş yıllarından beri ülkede bulunan Suriye askerlerinin geri çekilmesi konusunda Lübnan halkının 
büyük çoğunluğunu birleştirmişti. Uluslararası baskılar ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları ile devam eden süreç Suriye’nin 2005 
yılının Nisan ayında Lübnan’dan askerlerini çekmesi ile sonuçlanmıştı. Böylece Lübnan 2005 yılının Mayıs ayında gerçekleşen Meclis seçimlerine, iç 
savaş sona erdikten sonra ilk kez Suriye vesayeti olmadan giriyordu. Seçim bir anlamda Suriye’nin Lübnan’daki varlığını savunanlar ile karşı olanlar 
arasındaki yarışa dönüşmüştü. 14 Mart 2005 tarihinde düzenlenen gösterilerden adını alan 14 Mart İttifakı Lübnan’daki Suriye vesayetine son verilmesini 
savunuyordu. Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri başında bulunduğu Gelecek Hareketi’nin önderlik ettiği ittifakta, Dürzî toplumu temsil eden ve Velit 
Canpolat’ın lideri olduğu İlerici Sosyalist Parti ve Hıristiyanların desteklediği Lübnanlı Güçler ile Ketaib gibi partiler bulunuyordu. Yine 8 Mart 
2005’te düzenlenen gösteriden adını alan 8 Mart İttifakı ise Hizbullah önderliğinde, Emel, Mişel Aoun’un Bağımsız Vatansever Hareketi ve Suriye 
tarafından desteklenen Suriye Ulusal Sosyalist Parti gibi gruplardan oluşuyordu. (İttifakların detaylı açılımı Tablo 3’te verilmiştir). Bu ittifak Suriye’nin 
askeri varlığının devamını, Lübnan’ın istikrarı ve İsrail’e karşı direniş açısından savunan partilerden oluşuyordu. Suikastın yarattığı duygusal ortam 
ve halkın çoğunluğunun Suriye’nin etkinliğine son verilmesi noktasında birleşmesiyle seçim 14 Mart Bloğu’nun kesin zaferi ile sonuçlanmıştı. 14 
Mart’ın kazandığı 72 sandalyeye karşılık 8 Mart 56 milletvekilliği kazanabilmişti. 2005 Lübnan seçimlerinin sonuçları, bölgesel ölçekte İran ve Suriye 
açısından yenilgi anlamı taşıyordu. Buna karşılık, 14 Mart İttifakını destekleyen Suudi Arabistan, bölgede İran etkinliğinin sınırlanması açısından 
önemli bir başarı kazandığını düşünüyordu. Yoğun uluslararası baskı ve seçimlerde 14 Mart İttifakının kazandığı zafer Suriye’nin Lübnan’da yaklaşık 
30 yıldır bulunan askeri varlığını geri çekmesi ile sonuçlanmıştı. 

Seçimlerden yaklaşık bir yıl sonra Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırması ve sonrasında İsrail’in sert karşılığı ile patlak veren II. Lübnan Savaşı, bir kez 
daha Lübnan’daki güç dengelerinin değişmesine neden oldu. 

Savaşın başında Şiiler dahil olmak üzere Lübnanlıların büyük çoğunluğu ülkeyi gereksiz, maliyetli ve haksız bir savaşa sürüklediği için Hizbullah’a 
kızıyordu. İsrail de aynen bu düşünceyle halkın Hizbullah’a karşı dönmesini umuyordu. Fakat bu strateji geri tepti. İsrail’in savaş stratejisi bunda en 
büyük etkendi. İsrail, Hizbullah yerine tüm ülkeyi yok etmeye girişince savaş başındaki görüşler tersine dönmeye başladı. İsrail Hava Kuvvetleri, savaş sırasında 
yaklaşık bir milyon Güney Lübnanlı ve Güney Beyrutlu Şii’nin evlerinden sürülmesine neden oldu. Şii bölgelerin dışındaki yerleri de bombaladı. 
Sivillere yönelik çok yoğun saldırılar gerçekleştirdi. Ülke ekonomik anlamda çökertildi (4 milyar dolara yakın olduğu belirtilmektedir), altyapıya (yollar, 
iletişim, enerji ve su altyapısı) büyük zararlar verdi. Her geçen gün somut kayıplarla karşılaşan halkın İsrail’e nefreti artmaya başladı. Hatta Şiiler dışındaki 
mezhepler arasında da Hizbullah’ı, direnişi destekleyenler çoğaldı. Lübnan’daki Hizb-ul Tahrir ve Hizb-ul Tevhit gibi örgütlü Sünni hareketler direnişe destek vermeye başladı. Hizbullah’ın asker kaçırma eylemini, o sırada büyük baskı altında olan Filistinlileri ve HAMAS’ı rahatlatmak amacıyla düzenlemiş olması da, Sünnilerin sempatiyle yaklaşmasına neden oldu. 

Savaş Hizbullah’ın gücünü ve popülaritesini sadeceLübnan’da değil tüm Arap dünyasında artırmış ve İsrail’e karşı mücadele edebilecek tek Arap gücü olduğunu göstermiştir. Nasrallah daha önceki açıklamalarında, İsrail bir tehdit olmaktan çıkmadıkça ya da Lübnan’ı ve Lübnanlıları koruyacak güçlü, yeterli ve adil bir devlet mekanizması oluşturulmadıkça direniş ve silah bırakma meselesine çözüm getirilemeyeceğini söylüyordu. Savaş iki açıdan da Hizbullah’ın pozisyonunu desteklemiştir. 

Öncelikle savaşla birlikte İsrail tehdidinin varlığı ve boyutu görülmüştür ve bu da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. 
Diğer açıdan Lübnan devletinin, ordusunun zayıflığı açıkça görülmüştür. Hizbullah, yeniden inşa sürecinde İran finansmanı ile aktif rol almış, bu konuda da hükümeti geride bırakmıştır. Evleri, işleri yıkılan insanlara yeniden inşa için 10.000’er dolar verilmiştir. “Rüşvetle kirlenmiş, etkisiz hükümete” 
karşı Hizbullah’ın çabaları halkın gözünde popülaritesini artırmıştır. Hizbullah’ın yardımlarına karşılık ABD, Lübnan’a sadece 230 milyon dolarlık yardımda bulunmuştur. Bu da savaşın yaklaşık dört milyar dolarlık zararını karşılamaktan çok uzak bir rakamdır. Ayrıca bu paraların hükümet tarafından etkin biçimde kullanılamaması da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. 

Her ne kadar askerî kayıplar verse de ve Güney Lübnan’daki stratejik konumunu kaybetmiş olsa da, Hizbullah’ın siyasi ve psikolojik bir zafer kazandığı kesindir. 

Buna karşılık savaş, Suriye karşıtı cepheyi (14 Mart Koalisyonu) zayıflatmıştır. ABD’nin savaş sırasındaki tutumu ve hükümetin ABD’ye ılımlı yaklaşımı, halkı bu cepheden soğutmuştur. Bunun da ötesinde savaş, ülkedeki tüm gruplara hükümet ve ordunun ülkeyi dış tehditlere karşı koruma kapasitesine sahip 
olmadığını göstermiştir. Özellikle Şiiler, savaş sırasındaki icraatlarından dolayı hükümete son derece kızgındır. Hükümet, Güney Lübnan’ı boşaltma ve evlerin den çıkmak zorunda kalanlara yardım etme konusunda çok az çaba sarf etmiştir. Lübnan’da İngilizce yayımlanan Daily Star gazetesinde çıkan bir yazıda Hizbullah ve hükümetin savaş performansları kıyaslanırken şu ifadeler kullanılmaktadır: 
“Hizbullah’ın insanı hayrete düşüren hızlı, etkin çalışması ve profesyonelliğine karşı, etkisiz ve rüşvete bulanmış siyasal sınıf”. 

Savaş sonrası ortamda Lübnan halkı ve siyaseti temel olarak ikiye bölünmüştür. Bir taraf 14 Mart Koalisyonu olarak bilinen gruptur. Adını Hariri suikastı sonrasında halkın sokaklara döküldüğü tarihten almaktadır. 

Diğer cephede, Hizbullah ve işbirliği yaptığı Mişel Aoun’un “ Özgür Milliyetçi Hareketi ” (ÖMH) bulunmaktadır. 

14 Mart Koalisyonu çok genel olarak; Sünniler, Dürziler ve Hristiyanların çoğunluğundan oluşmaktadır. 

Bu grup şu anda iktidardadır. Temel yaklaşımları şu şekilde özetlenebilir: Suriye ve İran karşıtlığı, Batı özellikle ABD yanlılığı, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını savunma, 1701 nolu BM kararına tam bağlılık, Uluslararası Barış Gücü’yle işbirliği. Saad Hariri ve Fuat Sinyora liderliğindeki kesim Batı’yla beraber Sünni Arap rejimlerinin de desteğini arkasına almış durumdadır. 

14 Mart koalisyonunun en güçlü grubu, Saad Hariri liderliğindeki Sünniler ve “Gelecek Hareketi”dir. Hariri’nin özellikle Suudi Arabistan’la yakın ilişkilerinin bulunması, Şiilerin arasında “Suudi kraliyet ailesinin vekili” olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Hariri ve Sünnilere çok mesafelidirler. 
Suudi Arabistan’ın Irak, Afganistan ve Pakistan’da Şiilere karşı Sünni İslamcı radikalizmi desteklemesi, Hariri’nin Lübnan’daki radikal Sünni İslamcılarla yakın ilişkisi Hariri/Suudi eksenine olan güvensizliği pekiştirmektedir. Hristiyanlar ise ikiye bölünmüş durumdadır. Bir taraf Samir Geagea liderliğindeki “Lübnanlı Güçler”i desteklemektedir. Bunlar 14 Mart Koalisyonu içinde yer almaktadır. Diğer taraf Mişel Aoun’un lider-liğindeki ÖMH’yi desteklemektedir. Bu hareket 
muhalefet cephesi içindedir. 

Muhalefet temel olarak Hizbullah liderliğindeki Şiilerin ve Hristiyanların bir kısmının desteklediği ÖMH’den oluşmaktadır. Hristiyanların hepsi Suriye karşıtı değildir. Beyrut Araştırma ve Enformasyon Merkezi’nin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre Hristiyanların yüzde ellisi Sinyora Hükümetinin 
meşruiyetini kaybettiğini düşünmektedir. Hristiyanlar arasında ülkenin Sünni/Suudi etkisinin artmasından çekinenler vardır. Aoun’un Hizbullah’la işbirliğinin altında yatan biraz da bu ortak kaygılardır. Yine aynı araştırmaya göre Hristiyanların çoğu (yüzde 77) Aoun’un Hizbullah’la işbirliği 
arayışlarını desteklemektedir. Mişel Aoun’un tabanını hükümetten rahatsız, Sünni/Suudi etkinliğinden çekinen Hristiyanlar oluşturmaktadır. Bu cephe İran ve Suriye tarafından desteklenmektedir. 

Şubat 2006’da Aoun ve Nasrallah, Hariri’nin siyasal gücünü zayıflatmak için bir anlaşma imzalamıştır. Mişel Aoun’un muhalefet cephesinde yer alması Hizbullah’a muhalefetin sadece Şiilerden oluşmadığını göstermek ve Suriye tarafından desteklendiği iddialarını çürütmek için fırsat vermektedir. 

Savaşın Hizbullah’ın zaferi ile sonuçlanmasının Lübnan iç politikası ve bölgesel açıdan önemli sonuçları oldu. Hizbullah o savaşa kadar hem içeri hem de dışarıdan silah bırakması yönünde yoğun baskı altındaydı. Uzun yıllar Güney Lübnan’da İsrail’e karşı silahlı mücadeleyi başarı ile yürütmüş örgüt 
Lübnan’da bazı kesimler tarafından istikrarsızlık unsuru olarak görülmeye başlamıştı. Suriye’nin askerlerini çekmesi, 2005 seçimlerini 14 Mart’ın kazanması hep Hizbullah aleyhine gelişmelerdi. 
Bütün bunlara Birleşmiş Milletler kararları ve artan ABD baskısı da eklenmekteydi. İkinci Lübnan Savaşı bu süreci tersine çevirdi. Her şeyden önce Hizbullah bir kez daha Lübnan halkının gözünde kahraman ve İsrail’e karşı Lübnan’ı koruyabilecek tek ulusal güç olarak görülmeye başlandı. Kendine 
güveni artan örgüt dışarıda kazandığı zaferin etkisiyle içerde rakipleri karşısında ki pozisyonunu güçlendirdi. Hizbullah kazandığı “askeri zaferi siyasi bir zafere dönüştürmek” için hükümet üzerindeki baskıları yoğunlaştırmaya başladı. Aralık 2006 tarihinde, Hizbullah önderliğindeki 8 Mart, hükümeti istifaya zorlamak ve erken genel seçim kararı alınması için hükümet binasının hemen yanı başında oturma eylemleri başlattı. Sivil gösterileri kabinedeki Şii bakanların istifası izledi. Muhalefet çok önemli bir topluluğun temsil edilmediği gerekçesiyle hükümetin geçersiz olduğu savını dile getirmeye başladı. Aylar boyu süren gösteriler Lübnan Devlet Başkanı’nın bir türlü seçilememesi ile yeni bir aşamaya ulaştı. 1 yıla yakın devam eden kriz zaman zaman küçük çaplı çatışmaları da beraberin de getiriyordu. Kamplaşmanın arttığı, tam bir siyasal çıkmazın yaşandığı sürecin son ve şiddetli ayağı 2008 yılının Mayıs ayı içinde yaşandı. Lübnan Hükümeti, 5 Mayıs tarihinde gerçekleştirdiği uzun toplantının sonucunda iki karar aldı. Bunlar, Hizbullah’ın devletten ayrı kendine ait iletişim sisteminin kaldırılması ve Beyrut havaalanı güvenlik şefinin görevinden alınmasıydı. Hizbullah’ın kararlara itirazı ile baş gösteren ve 7 Mayıs olayları olarak bilinen kriz örgütün çok kısa süre içinde Batı Beyrut’u işgal etmesi ve Saad Hariri’nin evini kuşatması ile sonuçlandı. 

Birçok ülkenin arabuluculuğu ile krize Doha’da varılan uzlaşı ile çözüm üretildi. Doha uzlaşısı ile taraflar; Genelkurmay eski Başkanı Mişel Süleyman’ın Devlet Başkanı seçilmesi, yeni hükümetin kurularak muhalefete 11 koltuk verilmesi (Muhalefet böylece hükümetin kararlarını veto edebilmek için yeterli sayıya ulaşmış oluyordu), seçim sisteminde bazı ufak değişiklikler yapılması ve ülkenin barışçı bir ortamda seçimlere götürülmesi konusunda anlaşıyordu. Muhalefete 


11 Bakanlık verilmesi kararı, bir yılı aşkın süre devam eden siyasi krizin kilit konularından birini oluşturuyordu. Siyasi tepkiler ve sivil eylemler aracılığı ile amacına ulaşamayan Hizbullah güç yoluyla ülkede yeni bir düzenin kurulması önündeki yolu açmış oluyordu. 

Doha uzlaşısı ile ülke bir anda rahatlamış, seçimlere barışçı bir ortamda girilmesini sağlamıştır. Lübnan her zaman dış gelişmelere aşırı duyarlı olmuştur. Bu süreçte sadece ülke içi gruplar değil tüm bölgesel aktörler sorumlu davranarak Lübnan istikrarına katkıda bulunmuştur. Bölgesel gerilimin yumuşamış olması Lübnan’ın rahatlamasına neden olmuştur. Obama’nın seçilmesi ile Ortadoğu’da esen yeni hava, Suriye-Suudi Arabistan gerginliğinin karşılıklı üst düzey ziyaretlerle yumuşaması Lübnan’ı doğruda etkilemiştir. Lübnan işte böyle bir ortam içinde Haziran 2009 meclis seçimlerine girmiştir. 

4. Lübnan Seçim Sistemi ve 2009 Parlamento Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi 

a. Lübnan Seçim Sistemine İlişkin Teknik Veriler 

Lübnan anayasasına göre 21 yaş ve üzeri her Lübnan vatandaşı seçimlerde oy kullanma hakkına sahiptir. 
Meclis 4 yıllık görev süresi için seçilmektedir. 128 kişilik Meclis, Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında eşit olarak paylaştırılmış durumdadır. Müslümanlar ve Hıristiyanlar da kendi içinde toplam 11 ayrı mezhebe bölünmüştür. Mezhepler siyasal sistemde kendilerine ayrılan kotalar ile temsil edilmektedir. (Bu dağılım Tablo 1’de ayrıntılı olarak verilmiştir). Meclis koltukları mezheplere göre 
dağıtılmakla birlikte seçmenler genel seçim hakkı çerçevesinde oy kullanmakta dır. Bu hak gereği her seçmen kendi seçim bölgesine ayrılan tüm mezhep koltukları için oy verebilmektedir. Dolayısıyla örneğin bir seçim bölgesindeki Hıristiyan aday Sünniler ya da Şiilerin de desteğine ihtiyaç duyabilmektedir. Seçim ittifakları bu yüzden büyük önem taşımaktadır. 



Tablo 1 – Meclis’te Mezheplere Ayrılan Kotalar 



Lübnan’da parlamenter demokrasilerde olduğu gibi güçlü partiler bulunmamaktadır. Parti olarak adlandırılan grupların çoğu sadece o bölgenin önde gelen bir isminin liderliğinde oluşturulan aday listelerinden ibarettir ve ilgili seçimle sınırlı olabilmektedir. Bu aday listeleri yerel ya da ulusal düzeyde 
ittifaklara dâhil olarak seçimlere girmektedir. Son iki seçime 14 Mart ve 8 Mart İttifakları şeklinde giren partiler ilgili seçim bölgesindeki kotalara göre 
aday listeleri oluşturmaktadır. Seçmenler bu aday listelerine oy vermektedir. 

Bir seçim bölgesinde hangi adayların en çok oyu aldığı önemli olmakla birlikte bazı durumlarda belirleyici olamayabilmektedir. Seçim bölgesi için mezhep kotaları oluşturulduğu için her bir mezhepten adayların kendi arasında en çok oyu alanları meclise girebilmektedir. Örneğin bir seçim bölgesinde 2 Şii, 1 Sünni koltuğu için 5 Şii ve 3 Sünni adayın yarıştığı varsayılacak olunursa, 5 Şii adayın kendi arasında en fazla oy alan 2 aday Meclis’e Şii kotasından girmektedir. Diğer Sünni koltuk için 3 aday arasında en fazla oyu alan bir kişi girecektir. Şii adaylar içinde Meclis’e giremeyen diğer 3 aday Sünniler arasında en fazla oy alan adaydan daha fazla oy almış olsa dahi Meclis’e 1 Sünni aday girmektedir. 

Lübnan’da daha önce yapılan seçimler dört hafta sonunda dört ayrı bölgede düzenleniyordu. Bu sistemin en büyük zaafı ittifakların bir önceki hafta gerçekleşen seçim sonuçlarına göre o hafta içinde yeniden değişmesine neden olması idi. Bahsedilen sıkıntıyı önlemek için 7 Haziran Meclis seçimi ilk kez tek günde tamamlanmıştır. 

Lübnan’da 5 vilayet kendi içinde 26 seçim bölgesine ayrılmıştır. Vilayetlerin toplam sandalye sayıları ve bu sandalyelerin mezheplere göre dağılımı Tablo 2’de verilmiştir. 


Tablo 2 – Meclis’in Eyalet ve Mezheplere Göre Dağılımı 



b. Lübnan Seçim Sonuçları Değerlendirmesi 

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan Meclis seçimlerinde 587 aday 128 sandalye için yarışmıştır. Toplam 3.257.224 kayıtlı seçmen yer almış, yaklaşık 1.760.000 Lübnanlı seçimlerde oy kullanmış, katılım yüzde 54 civarında olmuştur. 

Seçimler, gerginlik beklentisinin aksine sakin, demokratik bir ortamda gerçeklemiştir. Seçimlere Avrupa Birliği, Carter Center ve NDI’nın (National 
Democratic Institute for International Affairs) yanı sıra ulusal olarak gözlemci gönderen tek ülke Türkiye olmuştur. Bütün gözlemci grupları tarafından başarılı bulunan seçimlerin sonuçlarını etkileyebilecek tek sorun; seçimden önce kampanya döneminde, partilerine oy verilmesi karşılığı teklif edilen paralar ve yine yurt dışında yaşayan Lübnan vatandaşlarının tüm masraflarının karşılanarak oy kullanmaları için ülkeye getirilmeleri olmuştur. Bu şekilde oy kullananların sayısının 150 bin civarında olduğu ve bunun büyük çoğunluğunu 14 Mart İttifakı’nı desteklemek üzere ülkeye getirildiği ifade edilmektedir. Lübnan’ın büyük bölümünde esasen seçim sonuçları önceden belli idi. Şiilerin, Sünnilerinve Dürzî’lerin güçlü oldukları bölgelerde kendi adaylarını çıkaracakları biliniyordu. Hatta rakip ittifakın aday çıkarmaması nedeniyle kesin sonuçların belli olduğu yerler bile bulunmaktaydı. 

Seçimin kaderi açısından önem taşıyan kritik bazı bölgelerde (Zahle, Baabda, Metn ve Beyrut 1 gibi) oyların dağılımı genel sonucu da etkileyecekti. 
Dolayısıyla iddia edildiği miktarda seçmen bu kritik bölgelere taşınmış ise seçim sonuçlarının az da olsa manipüle edilmiş olma ihtimali bulunmaktadır. 

Seçim öncesi beklenti Hizbullah liderliğindeki 8 Mart İttifakı’nın az farkla da olsa zafer kazanacağı yönündeydi. Ancak beklenenin aksine seçimler neredeyse bir önceki Meclis’in aynısı bir dağılım yarattı. Önceki Meclis’te 14 Mart İttifakı’nın 72’ye 56’lık üstünlüğüne karşı son seçimler yine 14 Mart’ın 71’e 57’lik üstünlük kurmasını sağlamıştır. 

Seçime giren ittifakları oluşturan parti ve hareketleri, kazanılan sandalye sayıları detaylı olarak Tablo 3’te bulunabilir. 

2008 yılında gerçekleşen 7 Mayıs olayları seçimin kaderini etkilemesi açısından büyük öneme sahiptir. Batı Beyrut’un işgali ve Saad Hariri’nin evinin kuşatılması, Hizbullah’ın talep edip de alamadığı tavizleri güç yoluyla almasına imkân tanımasına karşılık, Şiiler dışında kalan kesimlerin gözündeki meşruiyet ini olumsuz etkilemiştir. Hizbullah’ın II. Lübnan Savaşı’nda İsrail’e karşı başarılı direnişi halkın büyük çoğunluğunun örgüt etrafında bütünleşmesi ne neden olmuştu. Lübnan’da İsrail karşıtlığı o kadar güçlü bir olgu ki, Hizbullah silahlarını İsrail’e karşı kullandığı oranda birleştirici olmakta, silahları meşruiyet kazanmaktadır. Ancak aynı oranda tersi yönde etkiyi 7 Mayıs olayları yaratmıştır. 




Tablo – 3 Lübnan Seçim Sonuçlarına Göre İttifakların Kazandığı Milletvekili Sayıları 

Silahların halka dönmesi, var olan mezhepsel kutuplaşmayı körüklemiş, Şii olmayanların kimliklerini hatırlamalarına neden olmuştur. 
Hizbullah, silah bırakması yönündeki baskılar karşısında silahların İsrail’e karşı ülkeyi koruma amaçlı olduğunu ve hiçbir zaman Lübnan halkına karşı kullanmayacağını savunuyordu. 7 Mayıs olayları ile bir anda Batı Beyrut’u işgal eden örgüt, özellikle Sünniler gözünde inandırıcılığını yitirmiştir. Bu uzun vadeli etkinin yanı sıra, seçimlerde 8 Mart’ın beklenen başarıyı sergileyememesinde 7 Mayıs olayları önemli bir etken olmuştur. 8 Mart İttifakı’nın Hizbullah ve Emel adayları Şiilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde beklendiği gibi milletvekilliklerini kazanmıştır. Sünniler de çoğunluk oldukları bölgelerde 14 Mart’ı desteklemiştir. Ancak seçim sonuçları açısından belirleyici olan Hıristiyan oyları olmuştur. Çünkü Hıristiyanları temsil eden partiler iki ittifak içinde dağılmış durumdadır. Hıristiyan oylarının etkili olduğu bölgelerde 8 Mart beklediği başarıyı elde edememiştir. Muhtemelen Batı Beyrut’un işgali Hıristiyan seçmenlerin oylarının 14 Mart’a kaymasına, Sünniler ve diğer mezheplerin bu ittifak etrafında seferber olmalarına neden olmuştur. 

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan parlamento seçiminin üzerinden 5 ay geçtikten sonra Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri Başbakanlığında bir hükümet kurulabilmiştir. Ulusal uzlaşı hükümetinde 8 Mart İttifakı olarak bilinen muhalefetten de bakanlar yer almıştır. Dağılım şu şekilde belirlenmişti. 
Seçimden zaferle ayrılan 14 Mart İttifakı’na 15, 8 Mart İttifakı’na 10 bakanlık verilmesi ve Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın geriye kalan 5 bakanlık koltuğunu belirlemesi konusunda uzlaşılmıştı. Ancak daha sonra muhalefetin 10 bakanı ile birlikte Mişel Süleyman’ın kotasından bakanlar kuruluna giren bir bakan istifa etmiştir. 

11 bakanın istifası ile Lübnan Anayasasına göre uzlaşı hükümeti düşmüştür. Bu süreci takiben Hizbullah’ın adayı olarak Sünni milletvekili Necip Mikati liderliğinde yeni bir hükümet kurulmuştur. Dürzi lider Canpolat ve partisinin taraf değiştirerek 8 Mart Grubunu desteklemesi parlamentodaki dengeleri Hizbullah lehine değiştirmiş böylece Mikati hükümeti güvenoyu alabilmiştir. 


***

Irak’ın Siyasal ve Toplumsal Yapısı Güncel Sorunları



Irak’ın Siyasal ve Toplumsal Yapısı Güncel Sorunları 


Bilgay Duman 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali, ülkenin temel dinamiklerini temelinden değiştirdiğini söylemek “mümkündür. Baas Yönetimi altında tekil bir kimlik 
üzerine inşa edilen Irak, ABD işgaliyle birlikte tam bir kimlik bunalımına girmiş ve ülkenin doğası bozulmuştur. 

Buradan yola çıkarak ülkedeki toplumsal yapının dinamiklerine bakmanın faydalı olacağı söylenebilir. Çok etnili ve çok mezhepli bir ülke olan Irak’ta, ülkenin kuruluşundan bu yana halkın farklı kimliklere sahip olması ülke siyasetinin en önemli dinamiği olarak adlandırılabilir. 

Ülkedeki yaşayan halkları kurucu unsurlar olarak etnik paylaşıma göre ayırt edilebileceği gibi, azınlıkları ve dinsel ayrışmayı temel alarak da bir 
toplumsal yapı ortaya konabilir. Bu açıdan kurucu unsur olarak, Araplar, Kürtler ve Türkmenleri ifade edebiliriz. 

Diğer taraftan ülkede Asuriler, Şebekler, Yezidiler, Ermeniler başta olmak üzere azınlıklar da yaşamaktadır. 
Diğer taraftan dini bir ayrışma ortaya konacak olursa, ülkenin yaklaşık yüzde 96’ını oluşturan Müslüman nüfusun Şii-Sünni ve çok az da Bektaşi nüfusu barındırdığını söylemek mümkündür. 

Diğer taraftan Hıristiyan bir azınlıktan söz edilebilir. Ancak Hıristiyanlar arasında da mezhepsel farklılaşma mevcuttur. 
Diğer taraftan Irak’ın en önemli toplumsal dinamiklerinde biri de aşiret yapılarıdır. 
Irak’ta Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre 74 aşiret yaşamaktadır. Ancak bu aşiretlerin çok sayıda alt kolunun olduğu bilinmektedir. 
Özellikle Arap aşiretlerinin karmaşık bir yapı arz ettiği söylenebilir. 
Özellikle aşiretler içerisinde mezhebi farklılıklar önemlidir. Yani bir aşiret içerisinde hem Şii hem Sünniler bulunmaktadır. 
Ayrıca aşiret isimler belli bir soya dayandığı gibi, o aşiretin yaşadığı topraklarla da isimler özdeşleşmiştir. Örneğin Bağdadi aşireti gibi. 
Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtler arasında da aşiretçilik oldukça kuvvetlidir. Türkmenler arasında ise çok kuvvetli olmamakla birlikte aşiretçiliğin var 
olduğunu söylenebilir. Özellikle Telafer, Diyala gibi kırsal bölgelerde aşiretçiliğin daha kuvvetli olduğunu ifade etmek mümkündür. 

2003’ten sonra ortaya çıkan gelişmeler Irak’ın etnik ve mezhebi temelde algılanmasına yol açmıştır. Bu konuda çekincelerimiz olsa da Irak siyaseti bu temel üzerinde şekillenmiştir. Bu açıdan Şii, Sünni, Kürt 
ve Türkmenlerin siyasi aktörleri ve gruplarına kısaca değinmekte fayda vardır. Öncelikle ülkenin en büyük nüfusunu oluşturan Şii grupları ele alalım. Şii gruplar arasında köklü ve güçlü siyasi partiler mevcuttur. Şiilerin en eski siyasi oluşumu Dava Partisi’dir. 1950’lerde kurulan Dava Partisi, Baas Partisi’nin baskısı altında siyaset üretememiştir. Ayrıca parti içerisinde de İran’a yakın kanat ve Irak 
milliyetçisi Şiiler arasında yaşanan mücadele nedeniyle, Dava Partisi’nde ayrışma yaşanmış ve Dava Partisi’nin yanında bir de Dava Partisi Irak Teşkilatı kurulmuş tur. Bugün Dava Partisi’nin liderliğini Irak Başbakanı olan Nuri El-Maliki yürütmektedir. Diğer taraftan Irak’ın etkili siyasi gruplarından biri de Irak İslam Yüksek Konseyidir. Irak İslam Yüksek Konseyi 1982’de İran’da kurulmuş ve İran’la yakın ilişkilere sahip bir oluşumdur. Dini liderlik etrafında toplanan bu oluşum Irak’taki en büyük iki Şii ailesinden biri olarak ifade edilebilecek El-Hekim ailesi tarafından yönetilmektedir. Mevcut lideri Şii dini liderlerinden biri olan Ayetullah Abdülaziz ElHekim’in oğlu Ammar El-Hekimdir. Abdülaziz El-Hekim öldükten sonra yerine oğlu geçmiştir. 

Ayrıca Irak İslam Yüksek Konseyi’ne bağlı bir Bedir Örgütü adında bir milis gücü de bulunmaktadır. 2008’e kadar milis grup olarak devam eden Bedir Örgütü, 
bu tarihten sonra siyasi bir organizasyon olarak devam edeceğini ilan etmiş ve Irak’taki seçimlere katılmıştır. Yine de Bedir Örgütü milislerinin hazır olarak beklediğine yönelik iddialar mevcuttur. 

Irak’ta 2003’ten sonra belki de adından en çok söz ettiren Şii grubunun Sadr Grubu olduğunu söylemek mümkündür. Sadr Grubu gücünü Şiiler arasındaki Sadr ailesine verilen önemden aldığını ve özellikle fakir Şiiler arasında oldukça popüler olduğu söylenebilir. Sadr Grubu özellikle ABD karşıtı söylemleri ve eylemleriyle gündeme gelmiştir. 2010’daki seçimlerden sonra Irak parlamento sunda 40’a yakın milletvekiline sahip olan Sadr Grubu ve lideri Mukteda El-Sadr, Irak’ta son hükümetin kurulmasında kritik bir rol oynamıştır. ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesi konusunda da en etkili muhalefeti Sadr Grubu göstermektedir. ABDaskerlerinin süresinin uzatılması düşünülürken, bu süreçten sonra Sadr Grubunu adının daha çok duyulacağı söylenebilir. Zira Sadr Grubuna bağlı milis gücü olan Mehdi Ordusu’nun tekrar eylemlerine başlayabileceği açıklanmıştır. Bilindiği gibi Mehdi Ordusu, hükümetle yaptığı anlaşma sonucu 2008 yılında faaliyetlerini dondurma kararı almıştır. 

Dava Partisi’nin eski başkanı ve Irak eski Başbakanı İbrahim Caferi de Ulusal İslah Akımı adı altında bir parti kurmuştur. Seçimlerde beklendiği kadar yüksek bir performans göstermese de Şii gruplar arasında ve özellikle siyasetçiler arasında İbrahim 

Caferi’nin etkinliği oldukça yüksektir. Etkili bir siyasetçi olan İbrahim Caferi aynı zamanda dini eğitimini de tamamlamıştır. Bu açıdan Caferi’nin de takip edilmesi gerektiği düşünülmektedir. 

Öte yandan özellikle Basra ve çevresinde taraftarı bulunan Fazilet Partisi de önemli Şii gruplar arasında sayılabilir. Ayrıca etkinliği az da olsa Hizbullah akımı da dikkate alınmalıdır. 

Sünni gruplar arasında ise Baas Partisi’nin Irak’taki etkinliğinin sona erdirilmesiyle daha büyük bir karmaşa yaşandığını söylemek mümkündür. Sünniler arasındaki en önemli siyasi kuruluşlar, Irak İslam Partisi, Irakiyun, Irakiye Listesi, Nuceyfi Grubu, Irak Müslüman Alimler Birliği ve Uyanış Konsey leri olarak ifade edilebilir. Baas Partisi’nin de yeniden etkin olma çabaları olduğu söylenmektedir. 

Son dönemde Sünniler arasında öne çıkan en önemli oluşum ve 2010 seçimlerinin galibi olan Irakiye Listesidir. Başkanlığını İyad Allavi’nin yaptığı 
Irakiye’nin tam anlamıyla bir Sünni oluşumu olduğunu söylemek de güçtür. Zira İyad Allavi aslında bir Şii’dir. Ancak kendini laik olarak tanıtmaktadır.

Irakiye’nin Sünni gruplar içerisinde sayılmasının nedeni, liste içerisinde Sünni nüfus ağırlığının olması ve Sünni bölgelerinde daha etkin olmasıdır. 

Irak İslam Partisi, Sünniler arasında geniş tabanı olan bir oluşumdur. Müslüman Kardeşler akımına yakın olan Irak İslam Partisi, 2009 yerel seçimlerinden 
sonra etkinliğini yitirmeye başlamıştır. 

Nuceyfi Grubu ise daha çok Musul’da etkilidir. 2009 yerel seçimlerinde Musul’daki seçimlerin galibi olan Nuceyfi grubu, 2010 seçimlerinde de önemli 
bir oy almıştır. Irakiye Listesi ile seçimlere katılsa da tek başına ayrı bir grup olarak değerlendirilebilir. 
Irakiyun ise, eski bir Baas Partisi mensubu olan Salih Mutlak tarafından yönetilmektedir. Yine son seçimlerde Irakiye Listesi içerisinde yer alan Irakiyun, Sünni Arap milliyetçisi bir görüşle hareket etmektedir. 


Irak Müslüman Alimler Birliği ise siyasi bir oluşumdan öte kitle hareketi olarak değerlendirilebilir. Özellikle Sünni din adamlarının etkin olduğu bu oluşum 
Sünniler arasında ABD’ye ve ABD tarafından oluşturulan Irak yönetimine en sert tepkiyi veren Sünni grubudur. Irak Müslüman Alimler Birliği, Irak’ın 2003’ten sonraki tüm hükümetlerini kukla hükümet olarak tanımlamaktadır. 

Son olarak, ABD’nin El-Kaide ile savaşmak için kurduğu ve daha sonra siyasi sürece dahil ettiği Uyanış Konseyleri dikkate alınmalıdır. ABD’nin özellikle Anbar bölgesinde El-Kaide ile mücadele etmesi için desteklediği ve eski direnişçilerden oluşan Uyanış Konseyleri, Ebu Rişa Aşiretinin önderliğinde hareket etmektedir. Uyanış Konseyleri son seçimlere de katılmıştır. 

Kürt gruplar içerisinde ise daha net bir ayrım olduğunu söylemek mümkündür. Bilindiği gibi iki büyük Kürt partisi KDP ve KYB, Irak’taki Kürt siyasetini 
domine etmiştir. Irak’ta kurulan en eski Kürt partisi 1946 yılında Molla Mustafa Barzani tarafından kurulan KDP’dir. Daha sonra 1975’te KDP’den ayrılan sosyalist görüşe sahip bir ekip tarafından Celal Talabani başkanlığında KYB kurulmuştur. KDP, yani Irak Kürdistan Demokratik Partisi, Barzani aşiretine dayanmaktadır. KDP muhafazakar ve aşiretçi bir yapıya sahiptir. Kürt Bölgesel Yönetimi’nin başkanı da olan Mesut Barzani, KDP’nin liderliğini yapmaktadır. KYB, yani Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği ise daha laik ve sosyalist bir düşündedir. Başkanlığını Irak Cumhurbaşkanı olan Celal Talabani yapmaktadır. 2009’da Kürt Bölgesindeki seçimlerin ardından KDP ve KYB’ye yönelik muhalif hareketlenmeler olmuştur. 

Özellikle bir dönem KYB’nin genel sekreterliğini de yürüten Noşirvan Mustafa tarafından KYB’den ayrılan bir grup siyasetçi tarafından kurulan Goran Hareketi, 
muhalefet saflarında önemli bir yer elde etmiştir. Diğer taraftan Kürt siyasi gruplar arasında İslamcıların da etkisi büyüktür. 
Bu açıdan Kürdistan İslami Birliği, Kürdistan İslami Hareketi gibi farklı oluşumlar mevcuttur. Çok etkili olmasa da Kürt gruplar arasında sol görüşe sahip akımlar 
da taban bulabilmektedir. 

Irak’ın kurucu unsurlarından olan Türkmenler ise siyasete en geç katılım sağlayan grup olarak dikkat çekmektedir. Irak’ta ilk Türkmen siyasi hareketi 
1988’de kurulmuştur. Bu dönemden sonra birkaç Türkmen siyasi hareketi daha ortaya çıksa da etkili olamamıştır. Bugün Irak’taki en etkili Türkmen siyasi 
kuruluşu Irak Türkmen Cephesidir. Irak Türkmen Cephesi, 1995’te kurulmuştur. Amacı Türkmenlerin tek bir ses olarak hareket etmesini sağlamak olarak 
tanımlanmaktadır. 

Bu nedenle Türkmen siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinin bir araya gelmesiyle oluşturulmuştur. 

Bugün Türkmenler arasında en fazla taban bulan siyasi grup olan Irak Türkmen Cephesi, son seçimler 6 milletvekili ve 2 bakanlık elde etmiştir. Ayrıca yerel olarak siyaset yapan Türkmeneli Partisi, Türkmen Milli Partisi, Türkmen Karar Partisi, Türkmen Milliyetçi Hareketi, Türkmen İslami Birliği, Türkmen Vefa Hareketi gibi çok sayıda Türkmen partisi bulunmaktadır. Ayrıca Kürt Bölgesinde siyaset yapan Türkmen partileri de görülmektedir. Ancak Irak Türkmen Cephesi dışında diğer siyasi partilerin taban bulabildiğini söylemek güçtür. Diğer taraftan büyük Şii ve Sünni gruplar içerisinde önemli Türkmen şahsiyetleri de Türkmen 
siyasetine etki etmektedir. 

Bu çerçeve ışığında Irak’ın temel problemlerine bakılabilir. Görüldüğü gibi karmaşık bir yapıya sahip olan Irak, siyasi anlamda da bu karmaşayı barındırmaktadır. 

Özellikle ABD işgali sonrası ortaya çıkan yapı ve kimlik ayrışması Irak’ta güven kaybına yol açmıştır. Yaşanan mezhebi ve etnik çatışmalar güven kaybının artmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan güvenlik durumunun çok zayıf olması da güvensizliği arttırmaktadır. Bu noktada güvensizliği ve güvenlik eksikliğinin en büyük sebebinin 2003 sonrası kurulan yapı olduğunu söylemek mümkündür. Bu noktada Irak’ta kurulan federal yapı, aşiretlerin güçlü kontrolünü ortaya çıkarmış ve yerelde aşiret krallıkları kurulmuştur. Yani her aşiret güçlü olduğu bölgede kontrol sağlamış ve karşı tarafa güç uygulamıştır. 

Yerel yönetimlerin bu denli güçlenmesi, Irak’ta güçlü bir merkezi yapının ortaya çıkması engellemiştir. Bu neden Irak’ta yapan her siyasi, etnik ya da dini grup, kendi grupsal çıkarını ön planda tutmuştur. Bu da Irak içerisinde siyasi yozlaşmayı beraberinde getirmiştir. Bu nedenle Irak’ta sağlam bir temele oturmuş yönetim yapısı kurulabildiğini söylemek güçtür. Diğer taraftan herkesin yönetim sürecine dahil edilmeye çalışılması da Irak’ta denetimsizliği 
arttırmıştır. Irak’ta kurulan ulusal uzlaşı hükümetlerinin karşısında bu hükümet denetleyecek bir muhalefetin olmaması denetimsizliği ve kontrolsüzlüğü ortaya çıkarmıştır. Bu da yönetimsel yozlaşmayı beraberinde getirmiş ve böylece Irak’ta kutuplaşma yoğun bir biçimde etkili olmuştur. 

Bu kutuplaşmayla birlikte, Irak’ta siyasi grupların dışarıdan aldığı destek ve dış müdahalenin de Irak’taki yozlaşmayı bir kademe daha ileri taşıdığını söylemek 
yanlış olmayacaktır. Bu nedenle politik birlikteliğin sağlanamaması bugün için Irak’taki en büyük sorunların başında gelmektedir. 

Buradan hareketle Irak’ın güncel sorunlarına bakabiliriz. Bu çerçeve dikkate alındığında, ülkedeki yozlaşma ve kutuplaşmanın devlet hizmetlerinin 
yeteri kadar sağlanamaması neden olduğu söylenebilir. Devlet hizmetlerinin yeterince sağlanamaması bugün Ortadoğu’daki isyan dalgasının Irak’a da 
ulaşmasına neden olmuştur. Irak halkı da daha iyi hizmet için sokaklara dökülmüştür. Ancak hükümet içersindeki yozlaşma ve yolsuzluk devlet hizmetlerinin önüne geçmiş durumdadır. Irak’ın milyarlarca dolarlık parasının nereye gittiği bilinmemektedir. Halk halen günde en fazla ortalama 6 saat elektrik alabilmektedir. 32 milyonluk Irak’ın 7 milyonun yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. 

Bir de bu sorunlara güvenlik problemleri eklenmektedir. 

Irak’ta şiddet eylemleri tüm hızıyla devam etmektedir. 

Ayrıca 2008’de ABD ile Irak arasında yapılan anlaşma sonucu 2011 yılının sonu itibariyle ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesi tartışılmaktadır. Bununla birlikte ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesinin ardından Irak güvenlik güçlerinin ülkenin güvenliğini sağlayıp sağlayamayacağı tartışılmaktadır. Özellikle etnik ve mezhepsel çatışma potansiyeli taşıyan tartışmalı bölgeler olarak ifade edilen topraklarda güvenliğin nasıl sağlanacağı önümüzdeki süreçte Irak’ı meşgul edecek gibi gözükmektedir. Bu bölgelerdeki güvenliğin nasıl sağlanacağının yanında, bu bölgelerin statüsüyle ilgili problemler de Irak’ı önümüzdeki süreçte yoracaktır. Bu noktada Kerkük meselesi de Irak’ın birinci gündem maddesine 
dönüşebilir. Bilindiği gibi 2003’ten bu yana Kerkük’ün statüsüne ilişkin tartışmalar mevcuttur. Bu tartışmalar ışında Kerkük’ün Kürt Bölgesine 
bağlanıp bağlanmayacağı ya da özel statülü olup olmayacağı problem teşkil etmektedir. Kerkük’te etnik gerginlik gün geçtikçe artmaktadır. Kerkük’te 
dengeli bir çözümünü bulunmaması, Kerkük’ü patlamanın eşiğine getirebilir. Bu Irak’ın geleceği açısından son derece tehlikelidir. Çünkü Irak’taki her 
sorunun altından Kerkük çıkmaktadır. Kerkük’teki sorunun çözülememesi ve daha derinleşmesi diğer sorunları da derinleştirecektir. Bu nedenle önümüzdeki 
süreçte özellikle ABD askerlerinin çekilme takvimi, şiddet olaylarındaki artış, Kerkük meselesi gibi konuların Irak’ın gündemini meşgul edecek gibi görünmektedir. 


***