Ortadoğu Bağlamında Türk Dış Politikasında Son Dönemde Yeni Eğilimler, BÖLÜM 1
Yrd. Doç. Dr. Şaban Kardaş*
*TOBB ETU Uluslararası İlişkiler Bölümü
Türkiye’yi farklı şekillerde tanımlamak mümkündür ve bu farklı şekillerdeki rolleri farklı uluslararası “ilişkiler açılımlarını kullanarak açıklamak da mümkündür.
Ben Türkiye’yi daha çok bir bölgesel güç olarak görüp, bölgesel güçler hakkında yazılmış olan literatürdeki tartışmalar ekseninde anlamaya çalışmanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum ve bu anlamda özellikle uluslararası ilişkiler teorisinden baktığımızda daha çok realist ve idealist yaklaşım biçimlerini teorik çerçevenin Türk Dış Politikasını, özellikle son zamanlardaki Türk Dış Politikasını anlamak için bize faydalı olacak bir çerçeve sunduğunu düşünüyorum. Bölgesel güç dediğimizde akla gelen farklı yaklaşımlar var ve bölgesel güç kavramı aslında daha büyük bir sürecin içerisinde gelişen bir kavram. Uluslararası ilişkilerde son dönemde bölgeselleşme giderek tartışılan bir süreç. Dünya siyasetinin giderek yerel özelliklerini ön plana çıktığı yani bölgeselleştiği bir dönemden geçtiği yönünde bir teorik yaklaşım var. Bu yaklaşımı savunanlar soğuk savaş boyunca dünya siyasetinin özellikle iki kutuplu dünya siyasetindeki yapı nedeniyle sadece büyük güçlerin domine ettiği bir dönemden geçtiğini, fakat iki kutuplu yapının kırılması ile birlikte giderek yerel dinamiklerin yani bölgesel dinamiklerin ön plana çıktığını savunulmaktadır. Artık dünya siyasetinin ağırlığı büyük güçlerde değil farklı bölgelerde ve farklı bölgelerin ortaya çıkmasının bir doğal uzantısı olarak bölgesel güç dediğimiz yerel güçlerin yeni aktörlerin uluslararası ilişkilerde daha belirgin hale gelmesi sökonusudur. Bölgeselleşme süreci dediğimizde akla gelen örnekler neler olabilir? Bölgeselleşme, bölgesel entegrasyon dediğimizde akla en önde gelen örnek hangisi? Avrupa Birliği. AB geleneksel olarak bölgeselleşmenin, derinleştiği ileri gitiği en önde örneklerden birisidir fakat Avrupa dışında da farklı olarak giderek oluşan bölgesel oluşumların, bölgesel iş birliği arayışlarının ön plana çıktıklarını biliyoruz. Buna örnek vermek gerekirse; Avrupadan sonra gelen belki de en önemli örnek Asya’daki yaşanan bölgeselleşme. Şangay İşbirliği daha çok Orta Asyayı kapsayan, Çin, Rusya ve özellikle Uzak Doğu Asya’da ekonomik alanda bölgeselleşmeden bahsediyoruz ve bu bölgeselleşmenin dünya ekonomisinin ileri gittiği Avrupa, Asya, Amerika’da da biliyorsunuz NAFTA ekseninde bir bölgeselleşme var. Örneklerin dışında bir de Afrika’ya bile yayıldığını göruyoruz değil mi, Afrika’da bile değişik oluşumları görüyoruz, Ortadoğu’da Arap Birliği, Körfez İşbirliği, bunların da son dönemde etkinlikleri tartışılsa da bölgeselleşme
amaçlarını yansıttığını biliyoruz. Bence bunu anlamak için aklımızda tutmamız gereken birinci önemli faktör dünya ölçeğinde yaşanan bu bölgeselleşme
süreci. Bölgeselleşme sürecinin ön plana çıkardığı diğer bir olgu ise bölgesel güçler dediğimiz yeni güçlerin ortaya çıkışı. Farklı bölgelerde o bölgenin
kendi içinden gelen ve o bölgedeki uluslarası ilişkileri o olmaksızın anlayamayacağımız aktörlere ben bölgesel güç diyorum. Bu tanım kendime özel
bir tanım diyebiliriz. Farklı bölgelerdeki uluslararası ilişkileri o aktör olmaksızın anlayamayacağımız aktörlere bölgesel güç diyebiliriz. Yani siz herhangi bir
bölgedeki ekonomik ilişkilerden bahsederken o aktöre gönderme yapmak zorunda kalıyorsanız o bir bölgesel güçtür. Herhangi bir bölgedeki güvenlik
ilişkilerinden bahsederken bir aktörü bahsetmeden işte o bahis eksik kalıyorsa o aktör bölgesel güçtür.
Şimdi bölgesel güçler dediğimiz zaman daha somut örnekler vermemiz gerekirse herhangi bir bölgede bir kriz çıktığı zaman bu bölgedeki sorunu kim çözecek tartışması başladığında akla gelen, başvurulan ilk aktörlerden bir tanesi bölgesel güçtür. Yani daha somut örnek vermek gerekirse Ortadoğu’da bir güvenlik krizi çıktığında Suriye’de şuanda yaşadığımız gibi bir kriz yaşandığında bu krize dönük bir şeyler yapılmalı ne yapılmalı tartışmalarında Türkiye’nin pozisyonu nedir sorusunu sormadan bir çözüm bulmak mümkün mü? Bunu sadece bölgedeki diğer ülkeler değil, Suriye hükümeti değil aynı zamanda Batılı hükümetler de kabullenmek zorunda. İşte bu şekillerde o bölgedeki olan biten gerek ekonomik, gerek siyasi, gerek stratejik gerek askeri ilişkilerin kaçınılmaz bir aktör olan aktörü biz kaçınılmaz bir aktör olarak algılıyoruz. Şimdi bölgesel güçlerin çok kendilerine özgü karakteristik özellikleri var. Kendi bölgelerinde çok önemli aktör olabilirler, yani kendi bölgelerini onlar olmadan o bölgeyi anlamamız mümkün değildir neredeyse, ya da o gücü dikkate almadan o bölgeyi açıklamamız mümkün değildir, bu anlamda kendi bölgelerinde gerçekten ağırlığı olan aktörler dir. Fakat bu bölgesel güçler küresel siyasete, küresel sisteme çıktıkların da ağırlıkları biraz değişiyor. Türkçede bir tabir vardır, taş yerinde ağırdır diye. Bölgesel güçleri bu şekilde algılayabiliriz. Kendi bölgelerinde ağırlıklı ama küresel ölçeğe çıktıklarında bir kuvvet azalması gibi bir dinamik görüyoruz ama dünya siyasetinde öyle önemli bir gelişme var ki bu bölgesel güçlerin bazıları sadece kendi bölgelerinde etkin bir rol almakla kalmayıp aynı zamanda küresel arenada da belirleyici aktör olmakta da arayışlarını net bir şekilde ortaya koyuyorlar.
Yani biz sadece kendi eksenimizde ağır gelen bir taş değil aynı zamanda küresel alanda da ağır olan bir taş olmak istiyoruz, bu iradeyi ortaya koyuyorlar. Bu anlamda da uluslararası ilişkiler literatüründe bölgeselleşme tartışmalarının yanı sıra küreselleşmenin yani geleneksel anlamda büyük güçlerin öneminin azaldığı tartışması da var ve bunlara ilaveten bölgesel güçlerin yükselişi diyebileceğimiz bir tartışma var yani dünya siyaseti giderek bölgeselleşiyor ve bunun sonucu olarak bölgesel güç dediğimiz aktörler giderek ön plana çıkıyor. Bu ön plana çık-maktan kastımız sadece kendi bölgelerinde görünür hale gelmeleri değil aynı zamanda küresel ölçekte de kendi seslerini duyuran kendi gündemlerini oluşturan aktörler haline gelmelerinden bahsediyoruz. Buna belki de Türkiye örneğinden yaklaşıp bir örnek vermek istersek geçen yaz imzalanan bir deklarasyon vardı, Tahran Deklarasyonu. Tahran Deklarasyonu önemli özelliklerinden birisi neydi? Böylesi bir antlaşmanın olmasını sağlayan aktörler kimlerdi?
Türkiye ve Brezilya yani geleneksel olarak İran meselesi gibi bütün uluslararası güvenliği ilgilendiren, sadece Ortadoğu güvenliğini ilgilendiren bir mesele değil İran’ın nükleer meselesi, aynı zamanda tüm küresel güvenlik tartışmalarını etkileyen bir mesele. Böylesi meselelerde ön plana çıkan irade neydi? İki tane yükselen bölgesel güç; biz bu sorunun çözülmesinde alternatif bir çözüm yolunu savunuyoruz ve bu yaklaşım sonucunda böyle bir çözüm önerimiz var ve bu çözüm önerisini İran rejimini o antlaşmaya imza attırarak somut bir şekilde ortaya koyan iki küresel güç var. Yükselen küresel güç ya da yükselen bölgesel güç var. İşte benim son dönemdeki bölgesel güçlerin yükseliş sürecini vurgularken kastetmek istediğim buradaki karşımıza çıkan olgu yani küresel ölçekte rol oynamaya çalışan küresel aktörler. Şimdi bu uluslararası ilişkiler literatüründe çok önemli bir kırılma genelde daha önceki tartışmalarda büyük ölçekli güçlerin dünya siyasetini yönlendirdiği söylenirdi. Fakat bu giderek
daha küçük ölçekli olarak görülebilecek aktörlerin bazen bir araya gelerek, birlikte işbirliği yaparak, küresel aktörlere neredeyse meydan okuduklarını görüyoruz. Bu anlamda ben dünya siyasetinin bir geçiş döneminde olduğunu düşünüyorum yani bu bölgesel güçler nereye kadar küresel güçlere meydan okumalarında ne kadar başarılı olabilir bilmiyoruz.
Şu ana kadar pek çok bölgesel gücün yükselmesine paralel olarak dünya siyasetinin yapısının değiştiği uluslararası sistemin yapısının değiştiği yönünde tartışmalar var ama bu uluslararası sistemin yapısı değişim sürecinde olmasına rağmen yeniden tanımlanmış değil yani karşımıza çıkacak olan yeni uluslararası
sistemde nasıl bir yapı olacak hiyerarşik tek kutuplu bir yapı olarak devam mı edecek, çok kutuplu bir dünya düzenine mi geçecek yoksa parçalanmış ortaçağ dünyasına geri mi döneceğiz bunları bilmek mümkün değil. Bu anlamda bir geçiş dönemi var ve bu geçiş döneminde her aktör daha etkili olabilmek için ve yen ikurulacak dünya düzeninin kurallarını tanımlama noktasında söz sahibi olabilmek için birbirileriyle neredeyse yarışıyor diyebiliriz.
Bu kavramı biraz açıp Türkiye örneğine biraz daha yakından gelmek istiyorum. Mevcut uluslararası sistemin dayandığı hukuksal, kurumsal altyapıyı tartıştığımız da akla gelen ilk kurum hangisi? BM. BM sistemi ve bunu hazırlayan bir hukuksal kurumsal bir sistem var değil mi? Bunu da hazırlayan bir ekonomik yapı var dünyada. Bu hukuksal siyasi ve ekonomik yapıyı oluşturan koşullar hangileriydi? İkinci Dünya Savaşı sonundaki koşullar. Bir nevi şuanda içinde yaşadığımız uluslararası sistem aslında II. Dünya Savaşı sonrası dönemde hakim olan, güçlü olan ABD ‘nin hegonomik olarak oluşturduğu bir sistem. Bu zaman zaman kırılmalara uğradı.
Breton Woods sistemini okumuş olan arkadaşlarımız vardır. Neydi ekonomik sistem 70’lerin başına geldiğinde kırıldı yeniden tanımlandı, ama öyle veya böyle uluslararası ekonomi hala batı eksenli ABD eksenli, onun dışında uluslararası yani BM sistemli Amerika eksenli, dünyada Amerika’nın askeri üstünlüğü söz konusu, bu anlamda her ne kadar farklı çeşitlik olsa da mevcut uluslararası sitemde Amerika’nın gücüne dayalı bir altyapıyı yansıttığını söyleyebiliriz. İşte şu anda yaşanan tartışmalardan bir tanesi özellikle bu bölgeselleşme süreci ve bölgesel güçlerin yükseliş sürecini düşündüğümüzde bu uluslararası sistemin yapısı nasıl tanımlanacak. Hani Türkiye’de seçimlerden sonra hükümet diyor ya yeni bir anayasa yapacağız. Parlamenter sistem mi olacak başkanlık sistemi mi olacak yarı başkanlık sistemi mi olacak buna benzer şekilde bir tartışmayı aslında biz uluslararası düzeyde görüyoruz her ne kadar da uluslararası ilişkilerde bir devlet olmasa da öyle veya böyle yazılı olan veya olmayan bir yönetişim sistemi var benim şu ana kadar görebildiğim, geçtiğimiz dönemde bu küresel ölçeğin içindeki yönetişim sisteminin yeniden tanımlandığı bir döneme giriyoruz ve bu yeniden oluşacak dünya düzeninde yeni olarak tanımlanacak ekonomik, askeri, siyasi olarak yeniden tanımlanacak dünya düzeninde bu yükselen bölgesel güçlerin bir rol arayışları içerisinde olduklarını görüyoruz yani Batı’nın ya da ABD nin 1940’lı yılların koşullarında yazdığı uluslararası sistemi ve kuralları kabul etmeyen, bunları revize etmeye çalışan bir grup aktör var karşınızda.
Bunlar ne ölçüde başarılı olabilir olamaz bu ayrı bir tartışma konusu ama böyle bir arayış olduğunu hepimiz görüyoruz. Bu arayışların en bariz yansımalarından
bir tanesi ise BM Güvenlik Konseyinin yapısına dönük tartışmalar. Biliyorsunuz BM Güvenlik Konseyi kaç üyeden oluşuyordu? 15 üye 5 daimi üye, veto hakları var bu daimi üye sayısının artırılması ya da veto haklarının mevcut üyelerden alınması vesaire bir sürü tartışmalar var. İşte bunların altında yatan tartışmalar neyin göstergesi? Artık dünyadaki güç dağılımının giderek değiştiği kaydığı farklılaştığı 1945 koşullarında oluşturulan o üst yapının kurumsal yapının alt yapıyı taşıyamadığı gerçeğini yansıtıyor. Bu noktada ne ölçüde başarılı olabiliriz bilemiyorum. Ama sonuçta böyle bir arayış böyle bir talep var. Ve bu talepleri seslendiren en önemli aktörler bence bölgesel güçler. Bunların zaman zaman kendi aralarında farklı şekilde organize olduklarını görüyoruz. Sizin verdiğiniz örnekler vardı mesela Şangay işbirliği. Onu bazen Batı karşıtı bir cephe olarak görenler var. Bunun da ötesinde son dönemlerde giderek popüler hale gelen BRIC ülkeleri dediğimiz bir kavram var. BRIC ülkeleri kimi ifade ediyor? Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin ve sonuna bir S eklendi mi diyen kimse var mı evet Güney Afrika. Brezily, ,Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika. Bu neyi yansıtıyor bunlar hep kendi bölgelerinde dünyanın farklı bölgelerinde ön plana çıkmaya başlayan ama sadece kendi bölgelerinde bir aktör olmakla yetinmeyip aynı zamanda küresel oyunu da belirlemeye çalışan aktörler. Şu anda yetkin olmayabilirler ama bilinçli bir şekilde ne yapamaya çalışıyorlar? Koordineli hareket etmeye ve dünya sisteminin yeniden tanımlanması noktasında belki söz sahibi olmaya çalışıyorlar ve ilginçtir ki T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir konuşmasında BRIC ülkelerine katılmayı düşünürüz diye bir ifade kullanmıştı. Bu nereye varır bilemiyoruz ama en nihayetinde Türkiye’nin de böyle bir niyeti beyan etmiş olması Türkiye’nin de kendisini bu yeni yükselen ülkelerden biri olarak gördüğünü yansıtan en bariz örneklerden biri. Yine BRIC ülkeleri örneğinin biraz ötesine geçersek eğer farklı oluşumlarda gördüğümüz şey bu yeni yükselen güçler bir şekilde kendilerini ön plana çıkarmaya çalışıyorlar.
Bunun belki de bir diğer yansıması bir farklı örnek G20 dediğimiz platform. G20 ne idi? Gelişmiş olan 20 ülke bu ülkeler daha önce hangi formatta
toplanıyorlar dı? G8 ondan önce G7 neyi görüyoruz giderek G7, G8, G20 bilemiyorum 100’e falan çıkar mı, çıkmaz mı ama Batılı ülkeler de giderek
neyin farkındalar sadece kapalı devre toplantılarla bir grup ülkenin bir araya gelmesiyle küresel ekonominin karşı karşıya kaldığı sorunları çözme
noktasında yetersiz kalıyorlar. Giderek bu platformu, G20 daha çok bir ekonomik platform katılımcı ülke bazında genişletilmiş olması bile neyi yansıtıyor
bu yükselen yeni güçleri bir şekilde küresel yönetişim mekanizmalarına dahil etme arayışlarını yansıtıyor. Bu örnekleri verdikten sonra Türkiye
örneğine yavaş yavaş gelmek istiyorum. Az önceki örneklerde de belirttiğim gibi Türkiye’de öyle veya böyle kendisini küresel düzeyde ortaya çıkan yeni
bir olgunun bölgeselleşme olgusunun ve bölgesel olgunun bir parçası olarak görüyor veya bunların benzeri şekilde hareket ediyor diyebilirim. En azından
ben Türk Dış Politikasını anlamaya açıklamaya çalışırken böylesine kavramsal çerçeveden hareket etmenin faydalı olduğunu düşünüyorum ve bu anlamda
Türkiye’nın son dönemlerdeki dış politikasına baktığımızda yoğun bir tartışma yaşanıyor. Kimsenin inkar etmediği bir gerçek var o da Türk dış politikasının son dönemde ne olduğu eksen kayması konusunda herkes uzlaşıyor mu? Bazıları kaymadı diyor. Uzlaşılan nokta ne? Çok yönlü olması aktif olması, yani eksen kaydı ya da kaymadı diyebilirsiniz, birazcık kaydı da diyebilirsiniz evet birazdan kayabilir de diyebilirsiniz bu önemli değil bu eksen kayması eksen genişlemesi bu iyi oldu bu kötü oldu dur bakalım bekleyelim görelim bu ayrı bir şey bu konuda pozisyonunuz görüşünüz yaklaşımınız fakat herkesin yadsımadığı bir gerçek var o da Türk dış politikası son dönemde daha bir pro aktif, renkli girişken hale geldi bu konuda heralde kimse itiraz etmiyor var mı farklı düşünen? Çok monoton bir dış politikamız var diyen var mı? Evet herkesin yadsımadığı bir gerçek ne ? Çeşitlilik, farklılık. İşte önemli olan ne bu çeşitliliği farklılığı açıklamak açıklayabilmek bunu açıklarken hangi faktörlere gönderme yapıyoruz hangi faktörlere vurgu yapıyoruz asıl soru bu bence bazıları ne diyorlar? Bu son dönemde yaşanan çeşitlilik farklılık, aktivizm, pro aktivizm genelde bir faktörün ürünü bu faktör kim? Ahmet Davutoğlu ya da AKP hükümeti. Bir kısım yazarlara göre son dönemlerdeki aktivizmi oluşturan ve bunun aktörlüğünü yapan temel unsur Türkiye’deki iktidar değişikliği ve 2002’de başa gelmiş olan iktidar ve özellikle bu başa gelmiş olan iktidar içerisinde Ahmet Davutoğlu Dışişleri bakanı, bir kısım yaklaşıma göre tüm bu değişimin sebebi hükümet ya da Türkiye’deki iktidar değişikliği. Bu yaklaşımları benimseyenlerin bir kısmı bu değişimi kuşkucu olarak değerlendiren kesimler yani son dönemde bir aktivizm oldu ama bu pek iyi olmadı diyen bir kanat var bu grubun içerisinde onlar ne diyorlar?
Eksen kaydı diyenler genelde bu kesim yani son dönemde Türkiye’nin yaşadığı bu çeşitlenme, aktif dış politika hükümetin bir projesi ve bu projede aslında biraz pek de iyi olmayan hedeflere, siyasi amaçlara hizmet ediyor diyen bir yaklaşım var ve bu yaklaşımı savunanlarda eksen kayması görüşünü ileri süren çevreler. Yine farklı bir yaklaşım var bunlar da son dönemdeki değişimlerin dönüşümün hükümetin bir ürünü olduğunu savunuyorlar ama bunlar bu değişimi dönüşümü olumlu olarak karşılamıyor. Bunlarda daha çok hükümetin dış politkasını öven, hükümet yanlısı diyebileceğimiz çevreler. Bunlar ne yapıyorlar sanki Türkiye’de 2002 yılında Türkiye’de yeni bir dönem başladı, eskiden ortaçağdaydık, modernleşme, aydınlanma oldu, 2002’den sonra tamamen yeni bir dış politika takip ediyoruz. Her şey değişti alt yapı değişti üst yapı değişti ve karşımıza mükemmel şekilde işleyen çok hareketli çok yönlü bir dış politika çıktı şeklinde bir argüman var. Bunda değişik bir yaklaşım bu yaklaşımı savunanlar ne diyorlar eksen kaymadı biz durduğumuz yerde duruyoruz bilakis ne oldu eksen genişledi yani biz daha önceden tek bir eksendeyken batı eksenindeyken biz farklı farklı eksenlerde hareket ediyoruz, faaliyet gösteriyoruz bu anlamda eksen kaymadı diyor bu çevreler. Buna karşı daha akademik olarak yaklaşan hocalarımız biraz daha dengeli bir analiz ortaya koymaya çalışıyorlar. Bu arada bende kendimi naçizane bu şekilde tanımlayabilirim. Bizim yapmaya çalıştığımız bu Türk dış politikasındaki değişimi dönüşümü anlamaya çalışmak ama bunu sadece tek bir faktörle açıklamamak yani AKP geldi böyle oldu ya da falanca parti gelse böyle olur. Nedir uluslararası ilişkilerdeki ya da sosyal bilimlerdeki gerçekler biraz karmaşıktır tek bir değişkenle her şeyi açıklayamazsınız. Sosyal hayat özünde karmaşıktır. Türkiye’de ki bu değişimi dönüşümü açıklamak için yapmamız gereken de farklı faktörlere aynı anda bakmaya çalışmak. Analiz düzeyi kavramını hatırlayan var mı uluslarararası ilişkiler teorisi dersinden? Analiz düzeyi; yani bireysel analiz düzryi ülke içi devlet içi düzeyi ya da uluslararası sistem düzeyi, bütün bu farklı farklı teorileri bir araya getiren, böylesi bir teork çerçevenin Türkiye’yi algılamak için daha faydalı olacağını düşünüyor çoğu
arkadaş benimde yapmaya çalıştığım bu anlamda böylesine bir çerçeveden yaklaşmak. Bireysel dediğimiz hükümet düzeyinde yaklaşım burada geçerli
gerçekten de 2002 yılında bir şeyler oldu yani 2002 öncesi ve 2002 sonrasına baktığımda Türkiye’de bariz bir farklılık var. Bu anlamda hükümetin rolünü
inkar etmemek, teslim etmek gerekir. Hükümeti eleştirebilirsiniz ya da Davutoğlu’nun yaptığı değişiklikleri dönüşümleri göz ardı etmemeniz gerekir
gerçektende bu anlamda Türkiye’nin son dönemde aktif bir dış politikayı takip etmesinin önemli bir sebebi Türkiye’de 2002 sonrası ortaya çıkan iktidardır.
Onun dışında ülke düzeyi. Devlet düzeyi dediğimiz düzeye bakarsak burada bence en önemli faktör şu; Türkiye’nin artan ekonomik gücü. Özellikle realist yaklaşım ne diyor? Uluslarararası ilişkilerde devletler güçleri oranında ulusal çıkarlarını belirlerler ve güçleri oranında aktarı olurlar. Son dönemde Türkiye ekonomisi dünya sıralamasında
16. ekonomi mi oldu 17 mi 16 mı? Her halükarda bir artış var. 20’lerden 16’ya indik. Türkiye’nin ulusal gücünün artmış olması yani kümülatif olarak sadece x partisinin değil bir ulus devleti olarak gücünün artması son dönemlerde yaşadığımız değişimi tetikleyen diğer önemli bir faktör ben böyle olduğunu
düşünüyorum ve bunlara ilaveten sistemik düzeyi, sistemik anlamda bazı dönüşümler var ve o sistemik dönüşüm benim konuşmamın başında anlattığım
süreçler yani giderek küresel güçlerin rollerinin azalması buna mukabil ortaya bölgesel güçler dediğimiz güçlerin ortaya çıkması. Artarak görüyoruz
ki ABD her ne kadar dünyadaki tek süper güç olarak görünse de eskiden olduğu gibi her şeyi kontrol edebilme yeteneğine sahip değil. ABD’nin bu anlamda dünyadaki rolünü konumunu yeniden tanımlamaya başladığını görüyoruz. Giderek Ortadoğu’da mesela Irak’a girdi, Afganistan’a girdi buradan çekilme tartışması var onun sonrasında ABD konumu ne olur bilmiyoruz. Bu anlamda ben ABD’nin küresel ölçekte gücünün daralmasının, azalmasının ve bölgesel güçlerin öneminin artmasının Türkiye’nin takip ettiği proaktif çok yönlü dış politikayı hazırlayan önemli bir sistemik faktör olduğunu düşünüyorum.
Bunun da ötesinde Türkiye’nin çıkarlarını ve tehdit algılarılarını tanımlarken yeni bir zihni yapıya kaydığını görüyoruz yani uluslararası ilişkilerde sistem düzeyi dediğimiz zaman aslında bakmamız gereken faktör tehdit kaynaklarıdır. Bir devletin dış politikadaki davranışları belirleyen en önemli faktörlerden bir tanesi
tehdit algılamalarıdır. Tehditin nerden geldiğine göre siz farklı şekilde politika geliştirirsiniz. Son dönemde Türkiye’nin tehdit algılarını da, tehdit algılarını
da derken sadece 7-8 yıllık değil bir 10-20 yıllık döneme bakarsak tehdit algılarının da soğuk savaş dönemiyle kıyaslandığında farklılaştığını görüyoruz.
Soğuk Savaş zamanında Türkiye’nin tehdit algısı ne idi? Temel tehdit algısı? Komünizm yani Sovyetler Birliği yani Sovyet Rusya diyelim, kuzeydeki
büyük komşumuz en önemli tehdit kaynağıydı, Türkiyenin tüm savunma stratejisi askeri stratejisi, askeri birliklerin dağılımı, yayılımı bunun üzerine
kurulmuştu. Onun üzerine belki Rusyanın uzantısı olan Suriye’den gelebilecek tehditler ve Rusya’ya karşı biz kendimiz ayakta duramıyoruza’a karşı ne demiştik? Bir patrona ihtiyaç var bu da ABD ya da NATO ittifakı ve dış politikamızı biz onun üzerine endekslemiştik. Soğuk Savaş sonrası dönemde yani son dönem derken bunu kastediyorum, olan ne? Rusya-Türkiye ilişkileri inanılmaz bir yakınlaşma dönemine girdi ve özellikle son 5-6 yılda Başbakanla, Rus başbakanının kaç kere görüştüğünü artık saymıyoruz, belli değil. Sık sık görüşüyorlar. Rusya’ya yakınlaşma kuzeyden gelen tehdit algısının nereye kayması? Giderek güneye doğru diyelim, diğer bölgelere ve özellikle Balkanlar kısmında da Yunanistan’la da ilişkileri düzelttik, güneye kaydı yani Türkiye’nin giderek geleneksel olarak aktif olmadığı bölgelerde aktif olmasını açıklayan önemli bir sebep ne? Tehdit kaynaklarının farklılaşmış olması. Bu anlamda da ben Türkiye’nin dış politikasındaki aktivizmin çok yönlülüğün önemli bir sebebinin işte bu tehdit algısının kayması olduğunu düşünüyorum ve bunlara ilaveten çıkar beklentileri diyebiliriz uluslararası ilişkiler teorisinde realistlere göre devletler ne yapıyor? Çıkarları peşinde koşar, çıkarları neredeyse orada aktif olmak zorundasın, Türkiye’nin çıkar beklentisinin de giderek çeşitli bölgelere kaydığını görüyoruz. Geleneksel olarak Türkiye’nin dış ticaretine baktığımızda yüzde 70 gibi Batı ile, AB ile ticaret yapıyordu ama Soğuk Savaş sonrası döneme geçtiğimizde öncelikle
Rusya’nın sonra Avrasya coğrafyasının giderek öenminin arttığı ve bugün geldiğimiz noktada Rusya, Türkiye’nin birinci ticaret ortağı bunun belki
önemli bir sebebi doğalgaz ithalatımız ama sonuçta Rusya önemli ticaret ortağı. Ve en son rakamlara göre son 2-3 yılda AB’nin Türkiyenin tüm dış ticaret
yapısındaki yüzde 50-60’lardan son 7-8 yılda yüzde 40’lar bandına çekildiğini görüyoruz.Yüzde 35-40 oldu sonra 40-45 bandına çıktı kriz sonrası.
Yüzde 40’lara kadar düştüğünü görüyoruz ama buna rağmen neyi görüyoruz? Türkiye’nin dış ticaret hacmi genişledi. İşte bu Avrupa’nın azalan rolünü
kapayan kim? Diğer bölgeler. Ortadoğu ile ticaretimiz giderek artıyor, Afrika ile ticaretimiz giderek artıyor. Asya ile ticaretimiz giderek artıyor yani demek
istediğim şu, Türkiye’nin çıkar beklentileri artık farklı bölgelerde ve özellikle ekonomik çıkar beklentileri farklı bölgelerde şekillendiği için farklı bölgelerde Türkiye Pazar bulduğu için giderek bu bölgelerde siyasi olarak da ne oluyor? Giderek aktif hale gelmeye başlıyor. İşte Türkiye’nin o son dönemde
gördüğümüz dinamizmini aktivizmle açıklayan sadece bir partinin iktidara gelmesi değil gerek Türkiye’deki iktidar değişikliği gerek Türkiye’nin gücünün artması gerek de uluslararası sistemlerde bölgesel sistemlerde bahsettiğim değişimler. Bütün bunları bir araya getirirsek bütün bu faktörlere bir arada bakarsak Türk dış politikasında son dönemde yaşanan değişimi dönüşümü farklılılaşmayı daha iyi algılayabiliriz diye düşünüyorum.
Özellikle ekonomik faktörlerden bahsederken bir kavramı burada vurgulamak istiyorum. Bunu duymuş olan vardır, ticaret devleti diye bir kavramı hiç kullandınız mı?
Kemal Kirişçi adlı bir hocamız çok önemli bir makale yazmıştı Türk dış politikasında”Ticaret Devleti” diye. Tabi ingilizce Trading State denen bir kavram var. Türkiyenin giderek bir ticaret deveti olduğunu iddia ediyor yani Türkiyenin artan ekonomik potansiyelinin bir uzantısı olarak dış ticaretin şekil
lendiğini ve dış politikanın yapımında ticaret kaygılarının yani yeni pazar bulma, yeni müşteri bulma ve bu müşterileri kaybetmeme kaygılarının ön plana
çıktığını ileri süren bir argüman.
Bu da Türkiye’nin son dönemdeki dış politikada yaşadığı çeşitlenmeyi farklılığı açıklayan önemli bir faktör. Bütün bunların bir araya getirdiğimizde ben dinamizmi algılamanın açıklamanın daha mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda şu ana kadar anlattığıma bakılırsa dünyada bölgeselleşme eğilimi
var, gücü artan bölgesel devletler ne yapıyorlar hem kendi bölgelerinde etkin oluyorlar hemde küresel ölçekte söz söyleme arayışına giriyorlar. Bu perspektiften baktığımızda Türkiye’nin yaptığı gayet normal geliyor değil mi sadece Türkiye bunu yapmıyor, Brezilya da yapıyor, Rusya’da yapıyor, Çin de yapıyor, Kore de yapıyor, Kore büyükelçisi, Türkiye ile ortaklık istiyorlar yani bir şekilde Kore-Türkiye ile uzun dönemde işbirliği yapmak istiyor. Kore de
benzeri şekilde belki bizden biraz daha ileride olan bir ülke bu anlamda aslında Türkiye’nin yaptığı anormal bir şey değil gayet normal. Bir sürü farklı
güç aynı şeyi yapıyor. Ama bu kadar normal bir şey yaparken Türkiye’nin bu yaptığı anormal bir şeymiş gibi karşılanıp eksen kaydı diye bir argüman var
niye böyle bir argüman var ortada? Bence bu gerçekten teorik yansımaları olan bir soru. Çok normal olan bir şeyi yapan birisinin yaptığı neden sorgulanır
ya bir sürü bölgede bölgeselleşme eğilimi var.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
****