23 Ekim 2018 Salı

ABD nin Iraktan Çekilmesi ve Bölgenin Yeni Güç Muvazenesi

ABD nin Iraktan Çekilmesi ve Bölgenin Yeni Güç Muvazenesi,



Kenan Ertürk
Ekim ’10 
Sayı: 22 21. YÜZYIL
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Düşük Yoğunluklu Çatışma Araştırma Merkezi Başkanı 

   “2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ‘liberal’ müdahalelerin büyük kısmı en azından iyi niyetlerle başlamıştı. Vietnam, komünist olmayan bir ülkenin Çin yayılmacılığına karşı savunulmasıydı. 
Lübnan, çoğulcu bir ülkenin baskıcı bir komşudan korunmasıydı. Somali ise çuvallamış bir devletin onarılmasıydı. Irak’taysa savaş nedeni, George W. Bush ve ödlek yaveri Tony Blair tarafından tertip edilen bir yalandı. Saddam Hüseyin 11 Eylül’le bağlantılı olmakla ve uzun menzilli ‘kitle imha’ silahlarıyla yeni saldırılar planlamakla suçlandı. Bunun gerçek olmadığı ortaya çıktığından bu yana, Bush ve Blair’i mazur göstermeye çalışanların öne sürdüğü yedek gerekçe, Saddam’ın kötü bir adam ve onu devirmenin iyi bir şey olduğuydu.” 
Simon Jenkins 

ABD’nin 1990’da başlayan ve 2010’da kısmen bittiği söylenen Irak macerası, Vietnam savaşı kadar sürdü. ABD ne elde etti? Irak ne kaybetti? Ne Amerikalılar ne de Iraklılar bu sorunun cevabını verebiliyor. Ancak bu savaşın bölgeye etkileri uzun süre konuşulacak ve yaşanacak. 4 milyon Irak’lı ülke içine ve dışına yer değiştirdi, iddialara göre 100 bin ile 1 milyon arasında Iraklı öldü. 4.400 ABD askeri hayatını kaybetti, 30 bini yaralandı. Savaş özellikle Iraklılara ve ABD askerlerine, ailelerine tedavisi mümkün olmayan travmalar bıraktı. Bu yazıda işgal öncesi ve sonrasında yaşananlar ve ABD askerlerinin çekilmesinin Irak ve bölgeye olası etkilerin tahlil edilecektir. 

“Özgürlüğün Operasyonu”: Bir İşgalin Serüveni 

11 Eylül ABD’nin dokunulmazlığını ortadan kaldırdı ve yeni bir tehdit algılamasını da ortaya çıkardı. Asimetrik tehdidin kaynağı neredeyse, ABD oraya gitmeyi ve terörü kaynağında yok etmeyi esas aldı. Irak’ın Kitle İmha Silahlarına (KİS) sahip olduğuna dair istihbarat raporları da ABD’nin Irak’a müdahalenin ana nedenlerinden birini oluşturdu. Bu durum George W. Bush’a babasının bıraktığı ve yapamadığını düşündüğü yerden devam etme gerekçesini de yarattı. Zaten neoconların istekleri de bu yöndeydi. 

İşgalin Temel gerekçesini oluşturan biyolojik ve kimyasal silahların varlığı kanıtlanamadığı gibi harekât öncesinde açıklanan istihbarat raporlarının da yönlendirici, amaçlı ve yanlış bilgiler içerdiği daha sonra ortaya çıktı.1 Dolayısıyla müdahalenin başından itibaren çeşitli çevrelerce dile getirilen askeri risk ve maliyetlerin yanı sıra ABD’nin tek taraflı bu hareketinin meşruiyet sorunu ilerleyen yıllarda daha yaygın olarak tartışılmaya başlandı. Bu defa BM Güvenlik Konseyi’nin bir kararı olmamasına rağmen ABD yanına başta İngiltere olmak üzere I. Körfez savaşına göre çok daha küçük bir koalisyon gücü ile (170 bin) ile Irak’a girdi. 



İşgalden sonra ilk iş olarak, daha sonra çok yanlış olduğu kabul edilen bir kararla (belki amaç zaten yanlış yapmaktı), Irak ordusu dağıtıldı. Geçici Hükümet oluşturuldu ve imzalanan “Egemenliğin Devri Anlaşması” gereğince: 

• Hükümet Konseyi’nin, geçici koalisyon güçleri ile sıkı bir görüş alış verişi içerisinde bulunarak, geçici dönem için Irak Devleti Yönetim Yasasını hazırlaması, 
• En son 2004 Mart ayının sonuna kadar, Irak’ta, Koalisyon Güçleri’nin durumunu şekillendirerek, Irak halkının güvenliğinin ve selametinin garanti altına alınması ve geniş bir çalışma tabanı sağlamak amacıyla güvenlik anlaşmalarının yapılması, 
• Geçici Ulusal Meclis üyelerini seçilmesi, 
• Egemenliğin Iraklılara devredilmesi kararları alındı. 

   Yukarıdaki anlaşmanın hükümlerinin gerçekleştirilmesi maksadıyla bir takvim hazırlandı. Anlaşmanın bazı hükümleri gecikmeli de olsa gerçekleştirildi. Irak’ın güvenliğinin tam olarak sağlanması ve demokratikleştirilmesi ise günümüze kadar gerçekleştirilemedi. 2005 yılı Aralık ayındaki seçimlerden sonra bakanlıkların dağılımında Şiilerin ve azınlıkta olmalarına rağmen Kürtlerin ağırlığı dikkati çekti. Sünni Araplar kendilerini fazlasıyla dışlanmış hissettiler. Irak’ın yüzde 60’ını oluşturan ve hükümette güçlü olan Şiiler, kendi aralarında birliği oluşturamadılar. Nüfusun yüzde 17’sini oluşturan Kürtleri temsil eden Irak Kürdistan Demokrat Parti (IKDP) ve Irak Kürt Yurtseverler Birliği (IKYB) seçimlere birleşerek girdi ancak iktidarda olmanın nimetlerini Kürt halkına değil de kendi aşiretlerine sağladılar. Irak Anayasası, 28 Aralık 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. Anayasada yer alan devletin yapısı, federe bölgelerin ve Kerkük’ün statüsü, yer altı/yer üstü kaynaklarının paylaşımı gibi konular belirsizliğini korudu. 

Geçen beş yıllık süre içinde hükümet Irak’ın temel sorunlarını çözmede yeterli olamadı. 100 binlerce insan öldü 4 milyonu ülkeyi terk ederek komşu ülkelere göçtü. Birçok kent merkezine elektrik ve su verilemedi. Iraklılar güvenlik endişesinden tam sıyrılamadı. Silah satışları yüzde 30 ila yüzde 50 oranlarında arttı.2 Bu ortamda 7 Mart 2010’da seçimler yapıldı. Sadr Hareketi lideri Mukteda Sadr’a yakınlaşan ve Sünni grupları da yanına alarak geniş tabanlı bir koalisyon kurarak seçimlere giren ve birinci parti olan İyad Allavi ile elindeki iktidar gücünü kaybetmek istemeyen Hukuk Devleti Koalisyonu lideri ve Başbakan Nuri el-Maliki arasındaki anlaşmazlık nedeniyle günümüze kadar hükümet kurulamadı. Kürtler bu seçimlerde de kilit parti olmayı sürdürdüler. 

ABD Irak’tan Neden Çekiliyor? 

Irak’taki çatışmalarda şimdiye kadar 4 bin 400 Amerikan askerinin ölmesi, 30 bin askerinde yaralanması Amerikan halkının Irak savaşına verdiği desteği azalttı. 3Ayrıca savaşın ABD’ye maliyetinin 700 milyar Dolar ile 3 trilyon Dolar arasında olduğu iddialarının medyada yer alması,4 kamuoyunda ciddi rahatsızlığa neden oldu. Obama, seçim süreci boyunca Bush döneminin Irak savaşı ile birlikte ülkeye yüklediği ekonomik çöküntüyü çok iyi kullandı. ABD Başkanı Barack Obama, göreve geldikten hemen sonra Irak’ta asker sayısını azaltma sözü vermiş ve tüm Amerikan kuvvetlerinin 2011 sonuna kadar çekilmesini öngören anlaşmaya bağlı kalacağını açıklamıştı. ABD Irak’a büyük ölçüde güç tahsisi yapmıştı, üstelik her geçen gün yıpranan bu gücü düzenli bir rotasyona tabi tutamıyordu. İleride müdahale gerektirebilecek diğer kriz alanlarına aktarabileceği moral ve motivasyonu yüksek birliklere ihtiyaç vardı. Ordu içindeki intihar ve firar olaylarında ki artış bu konuda zafiyeti ortaya çıkardı. 

ABD’nin Irak’tan çekilme süreci Irak merkezi hükümeti ile koordineli ve kademeli olarak planlanmıştı. Irak’ın toprak bütünlüğüne devamlı olarak vurgu yapılarak ABD askerleri güvenlik ve istikrarı sağlamakta Irak askerlerine yardımcı ve yol gösterici olarak tanımlanmıştı. Önce hava sahası kontrolü Irak’a verilmiş, müteakiben devriye görevleri ile şehirlerin güvenliğinin sağlanmasının Irak askerlerine devredilmesi öngörülmüştür. Bu kademeli geçişle ABD’nin refakatinde Irak güvenlik güçlerinin kaybettiği otoritesini yeniden kazanması düşünülmüştür. Ayrıca ABD askerleri şehir merkezlerinde daha az görünerek tepkileri en aza indirecek ve güvenliği de sağlamış olacaktır. 

ABD askerleri 31 Ağustos 2010 tarihinden itibaren Irak’tan çekilmeye başladı ve sayıları 50 binin altına düştü. Önümüzdeki yıl ABD askerlerinin tamamının Irak’tan çekileceği belirtilmesine rağmen bölgenin jeopolitik önemi, enerji kaynaklarının mevcudiyeti nedeniyle ABD’nin bir kısım unsurları ile bölgede kalmaya devam edeceği kuvvetle muhtemeldir. 

Irak’ın Belirsizliği 

Birçok araştırmacı ve yazar, ABD’nin bölgeden çekilmesiyle Iraklıların sorunları ile baş başa kalacağını, sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalan Iraklıların, çözümleri de kendilerinin bulacaklarını düşünmektedir. 



Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, 31 Ağustos 2010’da “Hala ortada bir hükümet yokken çekilmeleri utanç verici, çünkü tüm kazanımlar, yapılan tüm fedakârlıklar tehlike altında, bu bizim için de utanç verici” şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Şii Başbakan Nuri El-Maliki ise “İşte şimdi Irak gerçek anlamda bağımsızlığına kavuştu” ifade etmiştir. Bu ifadeler Irak’taki etnik grupların bölgedeki ABD varlığından ne beklediklerini ortaya koymuştur. Sünni Araplar, ülke bütünlüğünün savunuculuğunu yapmakta, federalizmi ve ademi merkeziyetçiliği reddetmektedir. Kürtler özerkliklerini korumak ve etnik federal yapı aracılığıyla, zayıf bir merkezle ilişkiye girmek niyetindedir. Şiiler uzun süre merkeziyetçi bir yapıyı savunmuştur. Fakat zaman içinde merkeziyetçi yapının güçlü olmasını savunan Dava Partisi ve Sadrcılar gibi gruplarla güçlü bir federalizmi savunan Irak İslami Yüksek Konseyi gibi partiler arasında ayrışma başlamıştır.5 Anayasadaki boşlukları doldurmaya yönelik yasal düzenlemelerin yapılamaması, seçimlere hilelerin karıştırılması demokratikleşmenin ne ölçüde gerçekleştirildiğini tartışılır hale getirmiştir. 

Irak Güvenlik Kuvvetleri, 250.000 kadar askeri kuvvetten, 400.000 kadar da çeşitli polis, iç, petrol ve sınır güvenlik unsurlarından meydana gelmektedir. Eğitimleri devam eden askerlerin 2020 yılına kadar hazır olması beklenmektedir. Irak Ordusu’nun Irak’ın güvenliğini ne kadar sağlayabileceği şimdilik belirsizliğini korumaktadır. 

Petrolün büyük bir bölümü Kürtlerin ve Şiilerin bölgesindedir. Kürtler, Bağdat’ın ikazlarına rağmen başka ülkelerle petrolün çıkarılması ve işletilmesi için ikili anlaşmalar imzalamış, yatırımlar yapmış ancak elde edilen gelirleri halkla paylaşmamışlardır. Belli yerlerde ticari ve sosyal hayatta canlanmalar yaşansa da, bu ülke geneline yayılamamıştır. Kerkük’ün statüsü hala belirsizliğini korumaktadır. Kerkük’ün yerlileri durumundaki Türkmenler sürecin dışında tutulmaktadır. Sünni Araplar hem siyasetten hem de ekonomik hayattan kendilerini dışlanmış hissetmekte ve direnişin esas kaynağını oluşturmaktadır. Alt yapısı neredeyse tamamen çökmüş ülkenin yeniden inşası için gerekli olan kalifiye elaman ve yetişmiş insan gücünün azlığı da ayrı bir sorundur. Federal bir yapıda merkezi hükümetin etkisinin ne ölçüde olacağı ise diğer problem olarak görünmektedir. Üstelik yukarıda bazıları sayılan sorunları çözmek için gerekli hükümet de henüz kurulamamıştır. 

Irak’ta siyasi istikrarın sağlanması kolay görünmemektedir. İran yanlısı Şii gruplar, Iraklılık bilincini koruyan Şii Arap gruplar, Sünni Araplar, Baas yanlıları, Kürtler ve Türkmenler hep beraber bir hükümet içerisinde yer alsa dahi, beklentileri ve emelleri farklı olduğundan, birbirleri ile kolay ve sürekli işbirliği yapmaları kolay olmayacaktır. ABD’nin desteğini işgal müddetince fazlaca arkalarında hisseden Kürtler, yalnız kaldıklarında daha önce tepkisini çektikleri diğer gruplarla baş başa kalmaktan çekinmektedir. 

Kürtler, ABD’nin müdahalesinden itibaren, otonom bir bölge, petrol ve gümrük gelirleri başta olmak üzere en fazla kazanımı elde eden gruptur. Bu kazanımları muhafaza etmek ve genişletmek en önemli amaçlarıdır. ABD’nin çekilmesi ile beraber özellikle Sünni Araplar kendilerinden gasp edildiğini düşündükleri bu hakları tekrar elde etmenin yollarını arayacaklardır. Kazanımlarını Cumhurbaşkanı, kabinedeki bakanlar ve Barzani ile ellerinde tutmayı başaran Kürtlerin 2010 genel seçimleri sonucunda bir Şii-Sünni koalisyonunun oluşması ve hükümetin dışında kalmaları halinde bu gücü kaybedecekleri düşünülmektedir. 

Böyle bir durumda, Kürtler Kerkük üzerindeki taleplerinden vazgeçmemekle beraber daha uzlaşmacı bir politika izleyebilecektir. “Kürt yönetiminin Kerkük’ü topraklarının içine alması gibi, Irak Anayasası’nda öngörülenin ötesinde avantaj elde etmeye kalkmaları halinde Kürtlerle diğer bütün gruplar arasında gerginlik çıkması kaçınılmaz olacaktır. Hatta bu durum çekilme konusunun dışında da geçerliliğini muhafaza etmektedir”.6 Irak’ın mevcut sorunlarına, ABD’nin tamamen bölgeden çekilmesiyle ortaya çıkacak güvenlik endişeleri de eklenince Irak’ın geleceğine iyimser bakabilmek zor görünüyor. ABD her ne kadar mevcut ikili anlaşmaya göre 2011 sonunda muharip unsurlarının tamamını çekecekse de, lojistik, ikmal, eğitim vb. maksatlar için yaklaşık 30 bin asker ülkede kalacaktır.7 ABD’nin bölgede kalmasını isteyen bazı unsurların tahrik edeceği olaylar çıkarılarak çekilme süreci uzatılmak istenebilir. Çekilmenin tamamlanması ve istikrarın sağlanamaması halinde ülke çatışma, kaos ve 
parçalanma sürecine girebilir ve bu durum komşu ve çevre ülkelere de yayılabilir. 

İran’ın Paradoksu 

ABD’nin Irak’tan çekilmesinin İran’ın işine ne kadar yaradığı tartışma konusudur Bu durum İran’ın Irak’a ve bölgeye bakışı ile doğrudan ve ABD’nin İran’a yönelik amacıyla dolaylı olarak ilgilidir. Irak’ın istikrarsızlığa sürüklenmesi halinde otorite boşluğunu İran’ın doldurması muhtemeldir. Ancak Irak’ın güneyinde İran’a yakınlık duyan Şii gruplar olmakla beraber, çoğunluğu hala Şii Arap üst kimliğinde birleşmektedir. 
Ayrıca İran, İslam dünyasının liderliğini arzu etmekte, İsrail’i karşısına almakta ve onun “haritadan silinmesi” gerektiğini dillendirmekte, böylelikle Müslüman toplumlarını etkilemeye çalışmaktadır. 

< ABD’nin Irak’a girmesinin dayanağı İstihbarat raporları ya Yanlıydı, ya da Yanlış. >

   Bu durum başta muhafazakar bazı Arap rejimleri olmak üzere bölgede ciddi bir kaygı yaratmaktadır. Çünkü Arap devletlerine göre İran, Filistin sorununu gündeme getirerek Arap devletlerine baskı yapmak niyetindedir. ABD’nin Irak’ı işgali ve sonrasında bu ülkede artan İran etkisi ve Tahran’ın nükleerleşme kararlılığı, bu endişeleri daha da arttırmaktadır. 



Arap dünyası, bir Arap toprağı olarak kabul ettikleri Irak’taki İran varlığından rahatsızlık duymaktadır. 
Arap olmayan İran’ın Filistin meselesini sahiplenmesi Arap rejimlerinde bir yandan Tahran’ın niyetinin ve samimiyetinin bazen abartılı jestlerle sorgulanmasına, öte yandan da bir tür kıskançlık, tedirginlik ve aşağılık kompleksinin doğmasına neden olmaktadır. ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle İran’a müdahale tehdidinin ortadan kalktığını düşünmek de yanlıştır. Aksine bu olasılık tam tersine artmış olabilir. ABD muharip unsurlarının Irak’tan çekilmesi, İran’ın kendisine yapılacak saldırıya Irak’ta cevap verme ve çatışmayı Irak’a taşıma imkânını zayıflatmaktadır. Eğer ABD askerlerini Irak’tan çekmemiş olsaydı, İran, Irak’ta bulunan ABD unsurlarını hedef alabilirdi. 

ABD ordusu gerektiğinde takviye edebileceği mevcut kuvvetleri ile Kuzey Irak’tan İran’a baskını sürdürmek ve muhtemel bir Arap-Kürt çatışmasını engellemek maksadıyla bölgede kalmak isteyebilir. 

Suudi Arabistan-İran Çekişmesi.,

Suudi Arabistan, Irak’a komşu olmanın yanında güney ve doğu bölgelerinde yaşayan Şii Araplar (yüzde 15) ve petrol politikaları nedeniyle de Irak’la yakından ilgilidir. Suudiler, ABD’nin çekilmesi ile Irak’ta doğabilecek otorite boşluğunu İran’ın doldurmasından çekinmektedir. 

Riyad’ın ABD’den önemli miktarda silah alım anlaşmasını imzalamasının nedenlerinden biri de budur. 8 yıl süren Irak-İran Savaşı’nda Suudi Arabistan Irak’a maddi yardımda bulunmuştur. Suudi Arabistan, İslam dünyasında İran ile rekabet içindedir. İran’ın nükleer silah üretiminde başarı sağlaması halinde bu rekabet Suudi Arabistan aleyhine bozulacaktır. Her iki ülke de enerji üreticisidir ve enerji piyasasında da rekabet içindedirler. Birinde ortaya çıkacak enerjiarzındaki gerileme, fiyatlara yansıyarak diğerinin avantajına olabilir. Irak’ta her şey yolunda gider ve ülkenin petrol üretimi potansiyeli ile orantılı noktalara varırsa Suudi Arabistan’ın petrol üreticileri arasında sahip olduğu ayrıcalıklı biricik konum değişebilir. 

Türkiye’nin Güvenlik Karmaşası 

ABD’nin Irak’tan çekilmesinin Türkiye’ye etkileri önem sırasına göre; güvenlik, siyaset ve ekonomik alanlarında olacaktır. 

Türkiye, işgalin başından beri Irak’ın toprak bütünlüğünden yanadır. Bu bütünlüğü sağlayan ve ayrılıkçı Kürt hareketini engelleyen merkezi hükümeti desteklemiştir. Bağımsız bir Kürt devletinin mevcudiyeti, Türkiye’deki ayrılıkçı hareketlere heyecan, emsal, güvenli geri bölge ve lojistik destek yaratabilir. 
PKK ile Irak’ın kuzeyindeki yönetim arasındaki ilişki muğlak, çelişkili, kompleks ve değişkendir. Dışarıdan bakan gözlere kendini kolay ele vermeyen bir yapısı vardır. 

Irak'tan çekilme safhasında, ABD birliklerinin özellikle Irak'ın kuzeyinde bırakabileceği mühimmat dahil çeşitli harp silah, araç ve gereçlerinin başta PKK terör örgütü olmak üzere çeşitli grupların eline geçmesi, görünür gelecekte Türkiye için önemli bir tehdit oluşturabilir. Türkiye’nin ABD için potansiyel geri çekilme rotalarından biri olduğu ve bu konunun iki taraf arasında müzakere edildiği bir ortamda Ankara’nın bu konuya gereken önem ve hassasiyetin gösterilmesini sağlaması gerekir. 
Irak kuzeyindeki Kürt bölgesel yönetiminin ekonomik alanda güçlenmesi, bu bölgeyi cazibe merkezi haline getirerek Türkiye’deki etnik Kürt ayrılıkçılığı etkileyebilir. Bu durum Türkiye’nin ekonomi politikalarında bir paradoks yaratabilir. Bilindiği üzere bu bölgeyle ticari ilişkiler artarak devam etmektedir. Artan ekonomik ilişkilerin sınırın iki tarafı arasında “sonradan pişman olabileceğimiz türden” bir entegrasyon yaratıp yaratmadığı sorusu meşrudur. 

Kerkük’ün statüsünün belirsizliği, bölgedeki gerginliğin artmasına neden olmaktadır. Türkiye Kerkük’te çözüm olarak Türkmenlerin haklarını da göz önünde bulunduran özel bir statüyü savunmaktadır. ABD’nin bölgeden tamamen çekilmesi ile yalnızlaşan Kürtler Türkiye’ye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyacaktır. Bu durum Türkiye için değerlendirilmesi gereken bir fırsat olabilir. Irak petrollerinin Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı ile Türkiye üzerinden dış pazara açılmasında menfaat birliği olduğu açıktır. Irak’ın doğal kaynaklarının Nabucco hattına eklemlenmesi de karşılıklı bağımlılığı arttıracaktır. Ancak bu karşılıklı bağımlılık Türkiye’nin Irak’taki güvenlik çıkarlarını unutturacak değil kucaklayacak bir şekilde ele alınmalıdır. Bu hattın güvenliğinin sağlanması ve sürekli açık bulundurulması her iki ülkenin koordinesi ile mümkündür. ABD’nin Kuzey Irak dahil Irak’tan çekilmesi, Ankara’nın Erbil üzerinde daha etkili baskı yapmasına, Kürt Bölgesel Yönetimi’nin PKK terör örgütüne karşı etkili önlemler almaya ve daha rahat sınır ötesi operasyonlar yapmaya yöneltebilir. 

Sonuç

 ABD’nin desteğini işgal  müddetince hisseden  Kürtler, daha önce  tepkilerini çektikleri diğer  gruplarla baş başa 
kalmaktan çekinmektedir…

Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması Türkiye'nin ve bölge ülkelerinin istikrar ve güvenliği için hayati öneme haizdir. PKK terör örgütünün Irak’taki varlığı, Kerkük’ün statüsünün belirsizliği, petrolün adil paylaşımının sağlanamaması, tüm kesimleri kapsayan bir hükümetin oluşturulamaması, tartışmalı bölgelerin durumu gibi sorunlar bölge istikrarını etkileyen faktörlerden bazılarıdır. 
Irak’ın geleceği ile ilgili iyimser olmak kolay değildir ama mümkündür. Iraklı gruplar, ABD, İran ve bölge ülkeleri, aralarındaki tüm problem ve çelişkilere rağmen, aslında bu ülkenin belli bir istikrara kavuşmasında ortak çıkara sahiptir. Bu aktörler arasında rekabet kaçınılmazdır. 

Önemli olan bunun tekrar şiddetin kontrolden çıktığı “o günlere” dönmeden, belli sınırlar ve kurallar içinde ve tarafların kendilerini frenleyerek gerçekleşip gerçekleşmeyeceği dir. Irak’ın egemenliğine saygı, Bağdat’ın toprakları üzerinden komşularına zarar verilmesini önleme sorumluluğu, Irak’ın Tahran -Washington’un çekişme zeminine dönüşmemesi, Tahran’ın sorumlu davranması, ABD ve İran’ın malum nedenlerle en azından bir süre daha ülkede belli bir nüfuza sahip olmaya devam edeceklerini kabullenme gibi prensip ve yaklaşımlar bu geçiş döneminin nispeten daha az sorunlu geçmesine yardımcı olabilir. 

Irak’ta işler çok iyi gitse bile, tarih önünde son yedi yılda ülkede yaşanan kayıp ve yıkımı haklı çıkarmak yine de yanlış olur. Bu savaşın başlangıcı yalanlar, hakikat hakkında özensizlikler ve aptallıklarla doluydu. Sonunun da öyle olmamasında herkesin çıkarı vardır. 

21. YÜZYIL.,

DİPNOTLAR;

1 M.Aydın, A.Özcan, N.Kaplanoğlu, “Riskler ve Fırsatlar kavşağında Irak’ın geleceği ve Türkiye, S. 28 
2 “Irak alacakaranlık” http://www.turkiyeegitim.com/news_detail.php?id=18896 , 01 Eylül 2010 
3 “Amerika Irak'taki Asker Sayısını 50 Binin Altına İndirdi”, Voice of America, 24 Ağustos 2010. 
4 Joseph E. Stiglitz ve Linda J. Bilmes, "The True Cost of the Iraq War: $3 Trillion and Beyond", Washington Post, 5 Eylül 2010.
5 Serhat Erkmen, “Irak’ta genel seçim öncesi siyasi dinamikler ve seçimin kaderini belirleyecek faktörler”, 
ORSAM Ortadoğu Raporu, Şubat 2010, s.9.
6 Armağan Kuloğlu, “ABD’nin Iraktan Çekilmesinin Bölgesel ve Türkiye Açısından Etkileri,” Busam, Ekim 2009, 
7 “Agreement Between the United States of America and the Republic of Iraq On the Withdrawal of United States 
Forces from Iraq and the Organization of Their Activities during Their Temporary Presence in Iraq”, Kasım 2008. 

***

20 Ekim 2018 Cumartesi

ARAP BAHARI VE TÜRKİYE

ARAP BAHARI VE TÜRKİYE 

Hazırlayan: 
Can ZENGİN 
Prof. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Arap Baharı ve Türkiye 




BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı, BÜTAT (Boğaziçi Türk Araştırmaları Topluluğu) temsilcisi öğrencilerle gerçekleştirdiği söyleşisinde Arap Baharı ve Fırat Kalkanı Harekatı ışığında bölgesel ve küresel gelişmeleri değerlendirdi. 

“Arap Baharı” ne ifade etmektedir? Sonuçlarını nasıl yorumluyorsunuz? 

Öncelikle, Arap Baharı’nın temel argümanının Amerika Birleşik Devletleri’nin hazırlamış olduğu ‘Büyük/Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’ planı olduğunu düşünüyorum. Aslında projenin kapsamı demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa ekonomisi gibi Batı değerlerinin bu coğrafyada yaygınlaşmasıydı. Bu sayede, kendisinin daha kolay işbirliği yapabileceği daha entegre bir ortam hazırlamak istemiştir. Büyük/Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’nin temeli Arap Baharı vasıtasıyla İslam dünyasını Batılılarla iletişime geçirmek, gerçekleşecek yakın etkileşimlerle kendisine müttefik yapacak ve kendisine zarar vermeyecek bir atmosfer sağlamaktı. Bölgedeki halkların da demokrasi, özgürlük, serbest piyasa ekonomisi, gelir dağılımında adalet, hukukun üstünlüğü gibi taleplerinin olduğunu da kabul ettiğimiz zaman karşılıklı çıkar uyumu ortamı oluştu. Amerikan’ın dış politikasında kutsal olarak gördüğü ‘kendi değerlerini yaymak’ misyonu bölgedeki gerçeklerle örtüşünce nihayetinde bir etki oluşturdu ve çeşitli ülkelerde ayaklanmalar başladı. Ancak, ABD’nin bu coğrafyadaki otoriter yönetimlere karşı olan faaliyetlerinden rahatsız olan Rusya, Çin, İran gibi ülkelerin olduğunu da unutmamalıyız. Son dönemde adından sıkça söz edilen ‘Şanhay İşbirliği Örgütü’nün temel felsefesinin Amerikan hegemonyasına karşı çıkarak tek hegemon güç olmasını sınırlamaya çalışan bir yapı olduğunu görebiliriz. 

Gelişmeler başlangıçta batıyla iyi ilişkiler çerçevesine oturtulmak üzerine gelişse de Orta Doğu’da öngörülemeyen faktörlerin oluşması ve bölgenin toplumsal, sosyal ve siyasal dokusunun farklı gelişmeler göstermesiyle Büyük/Genişletilmiş Orta Doğu Projesi aksamaya başladı. Ilımlı İslam konsepti dâhilinde iktidara gelen ‘Müslüman Kardeşler’in fırsattan istifade ederek etki alanını artırması ve içerisindeki bazı aşırı grupların varlığının etkili olabileceğinin görülmesi planın aksamasındaki temel sebeptir. Türkiye ise bir yandan Batı bloku içinde yer alarak diğer yandan da Müslüman bir ülke olarak bölge ülkelerine her ikisinin de beraber yaşanabileceği ortamı sunarak büyük saygınlık kazanmıştır. Ancak bu dönemde bölge ülkeleri arasında rol model olan Türkiye’nin de nüfuz kazanması ve Orta Doğu coğrafyasında küresel güçlerin çıkarlarıyla kendi çıkarlarının 
uyumlu olması gerektiği mesajları bazı kesimlerde rahatsızlık uyandırmıştır. ABD Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını analiz ettiğimizde 2 noktada istenmeyen sonuçların ortaya çıktığı dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki bölge dışından bir gücün Orta Doğu’da hâkimiyet sağlaması ikincisi ise bölgeden çıkacak bir gücün kendi etki alanını oluşturmasıdır. Nihayetinde eylem ve söylemleri dikkate aldığımızda bu noktada Arap Baharı’nın artık tersine döndüğünü ve sorgulanmaya başladığını gözlemlemekteyiz. Özellikle Libya’da ABD Konsolosluğu’nun basılması, Amerikalı diplomatlara bölgede Müslüman Kardeşler, Türkiye ve Hamas’ın bir aktör olduğunu hatırlatmıştır. 
Çıkarlarına ulaşmak amacıyla başlangıçta İdealist yaklaşımı benimseyen Amerika’nın Realist yaklaşıma dönmesine neden olmuştur. 



Tunus, Mısır gibi Orta Doğu’daki bazı ülkelerde rejim değişiklikleri olmasına rağmen sizce Esed yönetimi ayakta kalmayı nasıl başardı? 

3 Önemli etkenin Suriye’de işlerin ters gitmesine neden olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi Arap Baharı’nın tersine dönerek artık Batı’nın en baştaki şekilde istediği gibi gelişmemesidir. 
Arap Baharı gerçekleşirken Türkiye’nin bölgede nüfuzunu geliştirmiş olması, Müslüman Kardeşler’in giderek etkinliğini artırması ve radikalleşmesi Arap Baharı içinde istenmeyen durumlardandı. 
Amerika ve Suudi Arabistan’ın birlikte destek verdiği Mısır’da Müslüman Kardeşlere yönelik darbe girişimi de bunun sonuçlarındandır. Türkiye’de Gezi olayları, çözüm sürecinin tıkanması gibi meseleler de bu dönemlerde gerçekleşmektedir. 

İkinci neden ise Suriye’de artan Şii temelli İran nüfuzudur. Nusayri kökenli Esed hükümetine hem sahada hem de diplomatik destek 
veren, körfez ülkelerinde etkisini artıran İran, Batı dünyasının Suriye’deki çıkarlarına ters düşmektedir. 

Üçüncü neden ise küresel düzeyde çıkar çatışmasının yarattığı etkendir. BM çatısı altında Rusya ve Çin’in vetoları ve Suriye rejimine desteği, Rusya’nın direk sahada oyuncu olarak aktörlerin arasında yer alması Batı ile çatışan çıkarladır. Dolayısıyla Arap Baharı’nın tersine dönmesi ve bölgesel/küresel aktörlerin rekabeti nedeniyle Suriye krizi sadece Suriye’yi ilgilendirmemiş; 2017’ye geldiğimiz bugünlerde henüz sonuç alınamamıştır. DAEŞ’te, bu karmaşa da beslenen bir yapı olarak karşımıza çıkmıştır. Bu belirsizliklerin yarattığı nihai sonuç ise Esed rejiminin ayakta kalmasına ve Suriye’nin daha da karmaşık bir hale gelmesine neden olmuştur. 

Batı-Doğu rekabeti çerçevesinde Türkiye’nin pozisyonunu nasıl görmektesiniz? 

Türkiye’nin iç ve dış siyaseti bağlamında uzun yıllardır bir dengeleme politikası yürüttüğü; yeri geldiğinde ABD, yeri geldiğinde Rusya ile yakınlaştığı gözlemlenmiştir. Dış politikadaki bu esneklik ülkeler için hayati önem taşır. Aslında tarihsel sürece bakıldığında, Batı hayranlığından ziyade çıkarlarımızın uyumlu olmasından dolayı Batı bloğunda yer aldığımız, Doğu bloku ile interaktif 
bir ilişki geliştiremediğimiz görülmektedir. Bunun temel nedeni özellikle Soğuk Savaş yıllarında yaşanan güvenlik sorunudur. İki kutuplu dünya son bulduktan sonra, özellikle SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanmasıyla Türk-Rus ilişkilerinin bölgeye yönelik önce rekabet, ardından rekabet ve işbirliği, son dönemde ise sadece işbirliği ortamına girdiği görülmüştür. Rusya’yla ilişkiler işbirliği sürecinde iken son dönemde 
Suriye meselesinde ters politikalar ve yaşanan uçak düşürme krizi Türkiye’nin bölgede yalnızlaşmasına neden olmuştur. Son dönemde krizin aşılması ve ilişkilerin normalleşmesi süreciyle Türkiye, dış politikadaki esnekliğini geri kazanmaktadır. 

Bunun dışında bugün Batı dünyasının evrensel değerler temel alındığında ileri medeniyetler arasında olduğu ve hala daha cezbediciliğinin azalmadığı da bir gerçektir. Burada karar vermemiz gereken konu hangi tarafta yer alacağımızın ve ne derecede bu kampın içinde yer almamız gerektiğidir. 

Bunun cevabı Türkiye’nin çıkarlarının kısa ve uzun vadede nasıl karşılanacağında gizlidir. Uzun süredir Batı kampında yer aldığımız için Avrupa Birliği, NATO, Batılı değerler ile daha hızlı uyum sağlanabileceği ve AB üyeliği vasıtasıyla daha çok fayda sağlanabileceği düşünülebilir. Ancak tamamıyla bu sistemin parçası olamayacağımız, Batılı ülkeler ile çıkarlarımızın çatıştığı durumlarda da alternatif olan Şanhay İşbirliği Örgütü ile etkileşimimizi artırarak denge ve esnekliğimizi  sağlayabilir, optimal çıkarları elde edebilecek işbirliği ve istikrara dayalı politikalar yürütebiliriz. 

Orta Doğu’nun etnik ve mezhepsel çözülme süreci bağlamında Türkiye’nin de uzun zamandır devam eden bir PKK sorunu olduğu düşünülürse, ABD ve Rusya’nın bölgedeki varlığının uzun vadede Türkiye’nin yaşadığı etnik temelli soruna etkisi ne olabilir? 

Türkiye’nin de karşılaştığı etnik temelli sorun açısından öncelikle aktörlerin bölgede ne beklediğini göz önünde bulundurmalıyız. Batılılar açısından bakacak olursak, Arap Baharı istenen sonucu vermemiştir. Küreselleşmenin de etkisiyle dünyada iki yönlü gelişen bir eğilim mevcuttur ve ulus devletlerin geçirdiği dönüşümü Avrupa’ya bakarak anlayabiliriz. Yugoslavya gibi parçalanma 
görülebilirken aynı zamanda AB gibi bir bütünleşme süreci de gözlemlene bilmekte dir. Bu deneyimden istifade ederek, Batı dünyasının genel itibarıyla Orta Doğu’da etkinliğini devam ettirmek için parçalı yapılar olmasını istediği ve bu parçalı yapıları birbirlerine karşı kullanarak bölgeden çıkacak bir gücün ihtimalini azalttığı bilinmektedir. Mevcut haritaların kısa sürede değişmeyeceği 
gerçeğinden ötürü devlet olarak kalsa dahi parçalanmış küçük yapılar kısa vadede batının en önemli çıkarı olabilecektir. Uzun vadede ise İsrail benzeri güçlü müttefiklerin olması batı dünyasının elini kuvvetlendirecektir. Bu tarzda şekillenen Orta Doğu ise Türkiye’nin ulus devlet anlayışı ve çıkarlarına ise ters düşmektedir. Suriye’de ki çatışmanın karmaşıklaşmasına neden olan genel politikaların örtüşmemesiyle beraber PKK’nın Suriye kolu olan PYD terör örgütünün Kürt koridoru oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye için hayati önem arz eden bu konuda ilk aşamada akıllı bir hareketle bölgeye müdahalede bulunmamış; ABD ise buna karşılık koz olarak PYD’yi desteklemiştir. Rusya ise Suriye’nin bütünlüğünden yana olmaktadır. Dolayısıyla, günlük hayatta arkadaşlarımızla fikirlerimiz uyuşmadığı zaman diğer arkadaşlarımızla o konuda 
etkileşime geçtiğimiz gibi Türkiye olarak politikalarımızın uyuşmadığı durumlarda diğer blok ile etkileşime geçerek esneklik sağlayabiliriz. Rusya veya Esed yönetimi ile yakınlaşma süreciyle PYD’nin bölgedeki etkisini azaltabiliriz. Ancak bunu da yaparken Rusya ile aynı tarafta yer alan İran’ın Orta Doğu’da Şii temelli politikalarına dikkat etmeli, bölge ülkelerinde nüfuzunu artırmasını da batılı devletlerin yardımıyla kontrol edebiliriz. Orta Doğu’da çözümün Türkiye olmadan, Türkiye’nin ise Orta Doğu’yu göz ardı ederek düşünülmesi hayal ürünüdür. Bölgenin dinamikleri her iki tarafı da doğrudan etkilemekte olduğundan işbirliği ve uzlaşmaya yönelik siyaset istikrar getirecektir. Bu noktada temel alınması gereken ilke; gücünün sınırlarını bilen, bölgesel ve 
küresel aktörlerle etkin iletişimde olarak hem iç hem dış politikada optimal sonuçları elde etmeye odaklanan rasyonel politikaların uygulanması olmalıdır. 

Fırat Kalkanı Harekâtı’nın Geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Normal şartlarda kısa vadeli planlar her zaman cezbedicidir. Ancak stratejik planlamalarda kısa, orta ve uzun vadeli planlar değerlendirilmelidir. Suriye’de olaylar gelişmeye başladığında iktidarın uzun süre dayanamayacağı ve çatışmaların küresel rekabete dönüşeceği kısa vadede öngörülemedi. 
Bugün Türkiye için en kötü senaryo Suriye’nin parçalanarak istikrarsızlaşması ve kuzeyde bir Kürt koridorunun devletleşme sürecine girmesidir. Bu koridorun oluşmasına engel olmak için ara bölgelerde Türkiye’ye yakın unsurların hâkimiyet sağlaması en akılcı çözüm olacaktır. Eğit-donat politikası vasıtasıyla Cerablus-Afrin arasındaki Özgür Suriye Ordusu varlığının sağlanması bunun 
ilk örneğidir. ÖSO’nun ilk safhalarda başarısız gibi görünmesi ABD tarafından yeterince destek görmemesidir. Yeterli destek geldiği zaman başarılı sonuç alınmaya başlanmıştır. Ancak, bugüne kadar Cerablus-Afrin arasında uygulanan stratejiyi koridorun diğer bölgelerinde henüz uygulayamadık. 

Türkiye’nin mücadelesinin PKK ve PYD terör örgütleri ile olduğu net bir şekilde ortaya koyularak; Kobani, Tel Abyad, Haseke, Sincar bölgelerindeki Kürt varlığının düşmanımız değil kardeşimiz oldukları imajı sağlanmalıdır. Büyük resmi görerek ve oyunun içinde aktif katılımcı olarak bu koridorun aralarında tampon bölgeler oluşturabiliriz. Dış politika ve güvenlik anlamında esneklik ve stratejik planlamanın geliştirilmesi hem Türkiye’nin uluslararası prestijini artabilecek hem de iç politikasına olumlu yansıyabilecektir. 

Harekâtın devam ettiği günlerde bir diğer göz önünde bulundurmamız gereken şey ise aynı anda birden fazla terör örgütüyle mücadele etmememiz gerektiğidir. Sıklet merkezini bir noktada yoğunlaştırıp sırasıyla hedeflere ulaşılmalıdır. Ancak, Türkiye bugün kendisini bu mücadeleyi eş zamanlı olarak yürütebilecek seviyede güçlü hissetmektedir. Bana göre, Fırat Kalkanı harekâtının zamanlama sı da yapılması da doğrudur. Çünkü Suriye’de bugün artık çözüme yönelik konuşmalar başlamıştır. Çözüm için masada olmak istiyorsak öncesinde aktif olarak sahada olmamız gerekmektedir. 

Kuşatmalar konusunda zorluklar yaşanılacağı söylenmesine rağmen en başından beri Cerablus, Dabık, El-Bab gibi şehirlerin DAEŞ’ten temizlenmesinin kolay olacağı kanısındaydım. Çünkü DAEŞ bünyesindeki askeri akılında yardımıyla temel olarak tutunmak isteyeceği yerler Rakka ve Musul olacaktır. Hatta Musul’dan bile çekilerek Rakka’da kuvvetlerini toparlayacağı düşünülebilir. 

DAEŞ’in bugün bir çözülme sürecinde olduğu söylenebilir. Ancak, en çok ses getiren ve toplumlarda kaosa sebep olan canlı bomba eylemlerini ne ölçüde görebiliriz? 

Öncelikle DAEŞ, kendi kontrolündeki alanda büyük tehdit altında ve Musul/Rakka’yı muhakkak güçlü bir savunmak isteyecektir. Bunu yaparken de dışarıda ilgiyi dağıtmayı hedefleyebilir. Ancak ben yeterince başarılı olabileceklerini düşünmüyorum. Çünkü temelde kendini savunmaya çalışırken    dışarda eylem yapabilmek için detaylı planlamaya fırsat bulamayacaktır. Hazırlıkların eksik olması nedeniyle eski sıklık görülmeyecektir ki bugün çok sayıda militanın yakalanması bu planlama eksikliğindendir. Ancak her ne olursa olsun iç güvenlik anlamında zafiyet yaşamamamız, gerekli tedbirleri almamız lazım. Belirli ölçüde küçük eylemlerle büyük sonuçlar almak isteyecektir. Türkiye’nin iç dinamiklerine dokunarak Alevi/Sünni veya Türk/Kürt çatışması tetiklemeye çalışabilir. DAEŞ’in artık er ya da geç ismen gideceği kesinleşmiştir ancak güç boşluğu, devlet otoritesinin zayıflaması gibi hallerde yeniden hortlayabileceği de unutulmamalıdır. Zaten, El-Kaide de henüz tam anlamıyla yok edilmiş bir terör örgütü değildir. Farklı isimler veya farklı yerlerde aynı zihniyet ile karşımıza çıkması muhtemel olduğu için tedbirlerimizi buna göre almalıyız. 

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Türkiye açısından önemi nedir? 

Leviathan ve Nil havzalarından çıkan doğal gaz Türkiye-İsrail ve Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Kesimi ilişkilerini bir başka boyuta getirebilir. Türkiye öncelikle ülkeler arasında anlaşma olmadan araştırma yapılmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu konu çözüme ulaştırılabilirse ilk karşılaşılacak sorun ise pazara ulaşacak doğalgazın nerden geçeceği olacaktır. Ulaşım, boru hatları, 
sıvılaştırılmış gazın nakliyesi gibi maliyetli konularda çözüm arayışında önemli faktörlerdendir. 
Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanacak boru hatları planlanması halinde hem Türkiye’nin yararına olacak hem de GKRY ve İsrail için maliyetler azaltılmış olacaktır. 

Bu aşamada projenin iki farklı teorinin ışığında gelişeceği düşünülebilir. Bunlardan birincisi realist yaklaşım ile enerji hatlarının çıkar çatışmasına dönüşerek bölgedeki çatışmaları ve güvensizliği daha da derinleştirebileceği ihtimalidir. Diğer bir yaklaşım ise idealist/liberal açıdan olaylara bakarak ekonomik çıkarların optimalinin bulunması vasıtasıyla işbirliğinin kuvvetlenebileceği dir. 
Benim görüşüm idealist bakış açısının bölgenin güvenliği açısından faydalı olacağıdır. Hatta bu sayede hem İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi hızlanır hem de bu işbirliği Kıbrıs sorununun çözümüne yardımcı olabilir. İşbirliğinin, Türkiye açısından getireceği diğer yararlar da mevcut olacaktır. Örneğin, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi noktasında Rusya’ya bağımlılığımızı azaltırken, alternatif kaynaklar yaratarak Türkiye’nin bölgede enerji merkezi (hub) olmasına olanak sağlayabilir. Türkiye, uzun vadede ise akılcı bir politika ile doğalgaz / petrol teknolojisinin daha da geliştirilerek ve işlenerek bölgede bir pazar noktası olmayı hedeflemektedir. 

Sizce, Çin Denizi ve etrafında son dönemde görülen hareketlenmeler dünyanın gündeminin ve çatışma ekseninin ileride Orta Doğu’dan Asya-Pasifik bölgesine kayabileceğinin işareti midir? 

ABD’nin son dönemde askeri gücünün belirli bir kısmını Asya-Pasifik tarafına kaydırmaya başladığını gözlemlemekteyiz. Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun da “alan dışılık” konsepti dâhilinde farklı bölgelerde faaliyet gösterdiğini biliyoruz. Bununla birlikte Güney Kore, Japonya, Avustralya gibi ülkeler de Çin’in bölgede hâkimiyetini artırmasını istememektedir. Nihayetinde ABD’nin, hem ikili anlaşmalar ve küresel ortaklıklar hem de NATO’nun vasıtasıyla Çin’i bir 
çevreleme politikası altında tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak bu aşamada temel sorun, ABD’nin bölgeye bu şekilde angaje olmasının kendisine getireceği maliyettir. Eğer yaptığınız politika kendi kendini finanse edemezse belli bir süre sonra sıkıntıya sebep olur. Örneğin ABD’nin İran ile yaşadığı olumsuz ilişkiler döneminde Orta Doğu’da geri kalan ülkeler üzerinden yaptığı silah ticareti vasıtasıyla Orta Doğu’nun kendine getirdiği maliyeti amorti etmiştir. Rusya da ise durum tersine gerçekleşmekte ve Rusya’nın dışardaki varlığı diğer gelirlerden karşılanamayınca kendini tüketmektedir. Dolayısıyla güvenlik anlamında dış politika uygulamanın maliyetinin karşılanması en hassas konu olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde minimum maliyetle etkinliğini artırması için kullandığı küresel ortaklıklar; Güney Kore, Japonya gibi ülkelerin 
kendi savunma sanayi harcamalarını artırmasına teşvik, NATO’nun alan dışı konsepti gibi politikalarla kaynakları çeşitlendirdiği söylenebilir. Her ne kadar Asya-Pasifik’e doğru bir çatışma ekseni kayması görülse de Orta Doğu’nun doğal kaynakları, karmaşık yapısı ve tamamen çekilme halinde bölgede ABD haricinde herhangi bir gücün etkin olabilmesi ihtimali nedenlerinden dolayı 
Amerikalıların bir ayağının burada kalacağını da unutmamalıyız. 


***

ABD-Çin Ticaret Mücadelesi

ABD-Çin Ticaret Mücadelesi


Merkez Strateji Enstitüsü
Güncel Değerlendirme - 1 - 
27.08.2018 
ABD-Çin Ticaret Mücadelesi: 
Savaş ya da kontrollü tırmanma 
(E)Tuğg.Doç.Dr. Oktay BİNGÖL 

    “Ticaret Savaşı” kavramının sıklıkla kullanıldığı ve komplo teorilerinin zirve yaptığı bir kriz döneminde yaşıyoruz. Birincil aktörlerin ABD ve Çin olduğu mücadelede AB ve Kanada gibi ikincil aktörler de etkileniyor ancak asıl fırtına üçüncül aktörlerde kopuyor. ABD’nin dış ticaret açığını azaltmaya yönelik başlattığı bir dizi hamleyle bu güne gelen krizin temel nedenini bir ABD başkanının çılgınlıklarına bağlayanların sayısı hiç de az değil. ABD’nin kendi içinde bile, Cumhuriyetçi ve Demokrat eğilimli, önde gelen köşe yazarları, çeşitli düşünce kuruluşları ve araştırma merkezlerinin uzmanları Trump’ın politikalarını eleştirerek krizden ABD’nin zarar gördüğünü dile getiriyorlar. Kongrenin her iki kanadında Trump’ın ithalatı gümrükleri artırarak sınırlamasına olumsuz yaklaşımlar söz konusu. 

  Yaşanan krizde Trump’ın göreve başladığından beri sergilediği sıfır toplamlı dış politika yaklaşımının, sorunlu iç ve dış meşruiyetinin, ani karar alma ve tek taraflı uygulamalarının ABD dış ticaret politikasında da yer bulduğu yadsınamaz bir gerçek olmakla birlikte, arka plandaki temel etkenlere ve kök nedenlere de göz atmak gerekiyor. Krizin arka planı ABD, Soğuk Savaş sonrası kendisinin baskın etkisindeki uluslararası politik ekonomik sistemin nimetlerinden faydalanmaya devam ederken Sovyetlerden kopan ve etkisinden kurtulan ülkelerin ve Çin’in Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’ne üyeliklerini destekleyerek uluslararası serbest piyasa ekonomisine reformlar yaparak dâhil olmalarını amaçladı. Çin, 2001’de DTÖ üyeliğine kabul edilirken, sonraki yıllarda gerekli reformları gerçekleştirerek serbest piyasa kurallarına uyum sağlayacağı varsayıldı. ABD, Çin’in katılım protokolünde yer alan düzenlemeleri yaptığında devletin ekonomideki kontrolünün zamanla zayıflayacağını ve Çin’in diğer üye ülkelerde olduğu gibi neo-liberal koşullara göre değişeceğini bekledi. Bu değişim, Çin’in siyasi sisteminde dönüşümü zorlayacak, Çin devleti küçülecek, ekonomik alandan kısmen çekilecek ve liberalleşecekti. Bunlar gerçekleştiğinde Çin ekonomik olarak büyüse bile ortaya ABD ile ciddi ideolojik ve kültürel çatışması olmayan; AB, Japonya, Kanada ve İngiltere gibi idaresi nispeten kolay bir rakip, devasa bir pazar ve faydalı bir ortak çıkacak, ABD şirketleri Çin şirketlerini kontrol edecekti. Bu tür bir gelişme ABD’ye jeopolitik avantajlar da sağlayacak, Soğuk Savaş sonrası etki kaybeden ancak henüz diz çökmeyen Avrasya’nın asıl aktörü Rusya da tamamen yalnız bırakılarak dönüşüme zorlanacaktı. 2001’den bugüne bu varsayımlar gerçekleşmedi. Çin büyük ölçüde, tek parti kontrolündeki devlet kapitalizmi sistemini değiştirmedi aksine tek parti yönetimi ve devlet kapitalizmi güç kazandı. 

   Sadece ABD değil AB ülkeleri de Çin’in DTÖ’ye uyum göstermeyen uygulamalarından endişe duydular ancak Çin’in serbest ticaretin faydalarını gördükçe ve pazar ekonomisine bağlandıkça bunun değişeceğini beklediler. Çin ise DTÖ üyeliğinin fırsatlarını kullanarak büyümeye ve ticaretini artırmaya devam etti. DTÖ’nün üye ülkelerin politikaları ve uygulamaları üzerinde etkisiz kalması da Çin’in işine yaradı. Kuruluş felsefesi “devlet kontrolündeki ekonomi” olgusunu dışlayarak serbest piyasa kuralları işleyen ekonomilere göre tasarlanan DTÖ, yapısal ve doğal olarak “Çin işi” bir politik ekonomiye karşı hazırlıksız ve çaresiz kaldı.1 ABD başta olmak üzere Batının gözünde Çin, DTÖ üyeliğinden bugüne kadar geçen 17 yıllık sürede DTÖ kurallarına uymaktan ziyade kendine göre “akıllıca”, gerçekte sinsice ve yanıltıcı bir yaklaşımla düzenlediği kurallarla iç pazarına diğerlerinin girişini sınırlarken, küresel olarak gittikçe serbestleşen dış pazarlara kolaylıkla girip ihracatını büyük oranda artırmakta ve diğerleri aleyhine bir dengesizlik yaratmaktadır. Batının Çin’in ticaret politikalarından şikâyetlerinin birçok boyutu var. 

  Öncelikle Çin’in merkantilist sanayileşme politikalarında ithal sanayi mallarının girişinin sınırlanması, yabancı mal ve hizmet sektörüne yatırım zorlukları ve Çin devlet ve özel sektörünün kayrılması geliyor. Özellikle devlet şirketlerinin kayrılarak haksız rekabet ortamı yaratılması rahatsızlık yaratıyor. Diğer taraftan Çin hükümetinin Çin’de iş yapan yabancı firmaları teknoloji transferine zorlaması ABD ve AB’yi rahatsız ediyor. Daha ötesinde Çin yönetimi yabancı firmaların fikri mülkiyet haklarını ve gelişmiş teknolojilerini çalmakla suçlanıyor. “Tersine mühendislik” kavramının Çin’in kalkınma süreci ile birlikte dünya gündemine geldiği dikkate alındığında bu iddia çok da mesnetsiz kalmıyor. 

   Fikri mülkiyet hakları ve teknoloji hırsızlığında Çin devlet kurumları ve devlet destekli siber suç örgütleri hakkında şikayetler artıyor. Çin yönetiminin yabancı teknolojiye ayrımcı davranarak yabancı ortaklarla iş yapan milli firmaları Çin’de yazılmış ve patenti alınmış teknolojiye zorlaması da anlaşmazlık konularından birini oluşturuyor. Çin’in özellikle iletişim sektöründe yatırım ve ithalata siber güvenlik gerekçesiyle kısıtlamalar getirmesi ve siber güvenlik düzenlemelerini ticari avantaj sağlamak maksadıyla kullanması hem ABD hem de AB devletlerinin yıllardır şikâyet ettikleri bir konu. Çin’deki batılı firmaların yüz yüze kaldığı konuların başında Çin’de marka sahteciliği geliyor. Marka sahteciliğinin batılı firmalardan fidye ve rüşvet almak için kullanılması yıllardır düzelmemiş derinleşen ve yaygınlaşan bir sorun olarak görülüyor. Yukarıdaki uygulamalardan en fazla şikâyetçi olan ise doğal olarak Çin ile ticareti ve ticaret açığı en fazla olan ABD. ABD’nin 2001’de Çin ile ticaret açığı 83 milyar dolar iken 2006’da 234 milyar dolara, 2017’de ise 375 milyar dolara yükseldi.2 

- ABD’nin Çin ile ticaret açığındaki büyük rakamlara şüpheyle bakılarak gerçek dış ticaret açığının bu rakamların oldukça altında olabileceği belirtiliyor. 1990 ve 2000’lerden itibaren küresel değer zincirinin gittikçe hâkim olması ve bir ürünün değişik parçalarının farklı ülkelerde üretilmesine karşı Çin’de birleştirilip (montaj) tam ürün haline gelmesi ve “Çin malı-Çin’de üretilmiştir” şeklinde nitelenmesi Çin’in ihracatını büyük gösterirken gerçekte farklı ülkelerde parçaları üretenler de yaratılan değerden pay almaktadır. Örneğin bir iphone’nun parçaları ABD, Güney Kore, Tayland, Singapur’da üretilip Çin’deki fabrikalarda tam ürün haline geldiği için “Çin malı” olmaktadır. Bu ürün ABD’ye ihraç edildiğinde değer zinciri dikkate alınmadan yapılan hesapta Çin’in ihracatı ABD’nin ithalatı olarak işlem görmektedir. Gerçekte Çin’in değer zinciri payı yüzde 20’lerdedir. Dolayısıyla ABD’nin günümüzde çok uluslu şirketlerin üretim biçimi dikkate alındığında Çin ile dış ticaret açığının ifade edilen rakamların yarısı kadar olabileceği de kabul görmektedir. Ticaret açığının gerçek değeri ne olursa olsun ABD, Çin’in devlet kapitalizmini kullanarak ABD açısından kritik değeri olan maddelerde küresel pazarı ele geçirmeye çalıştığını düşünüyor. Bu konuda iki örneği çelik ve alüminyum oluşturuyor. Çin 2000-2014 yılları arasında küresel çelik üretimindeki artışın yüzde 75’ini gerçekleştirdi. 2017 itibariyle dünya çelik üretiminin yarısından fazlasını yapıyor. Bu haliyle Çin’in çelik üretimi ABD, Rusya, AB ve Japonya’nın toplam üretimden fazla. Alüminyumda da benzer tablo görülüyor. Çin 2011-2015 arasında alüminyum üretimini yüzde 50 artırdı ve dünya üretiminin yarısına ulaştı. İki temel üründeki bu tablo doğal olarak ABD’nin Çin’e bağımlı hale gelmesine ve bu ürünlerin yerli üretiminin ciddi olarak azalmasına yol açarak ABD yönetimini bir süredir ciddi olarak endişelendirmeye başladı.3 ABD yönetimi diğer taraftan ileri hassas teknoloji şirketlerinin, çok ulusluluğun ve ulus aşan karakterlerinin sonucunda üretimlerini ABD dışına kaydırmış olmasından ciddi tehdit algılamaya başladı. Apple, Amazon, Mcsof, Google, IBM vb şirketlerin ucuz iş gücü avantajına dayalı değer zincirinden faydalanmak için üretimlerinin önemli bir kısmını azgelişmiş/gelişmekte olan ülkelere kaydırması başlangıçta önemli artı değer sağlarken, ileri teknolojinin ofset, satış, zorlama ve hırsızlık yoluyla diğerlerinin eline geçmesi ABD’yi ciddi olarak endişelendirmeye başladı. Endişenin bir diğer nedenini ABD’nin son on yıla kadar tartışmasız üstün olduğu ileri teknolojinin Çin’e kaptırılması ve gelecekteki (2030-2050) teknolojik yarışın (yapay zekâ ve 5G vb.) kaybedilme riski oluşturuyor. ABD yönetimleri kendi şirketlerinin öngörülenin dışında küreselleşmesini ve ulus ötesileşmesini, Çin gibi ülkelerin merkantilist eğilimlerinin devam ettiği bir ortamda ABD kimliği, markası, imajı ve ABD yumuşak gücünün kaybolması ve ulusal güvenliğin tehlikeye girmesi olarak görüyor. Sonuç ABD, her üyenin eşit oya sahip olduğu ve karar alınmasında uzlaşı gereken DTÖ’yü Çin üzerinde etki yaratacak bir mekanizma olarak görmüyor ve tek taraflı ancak seçilmiş mal ve hizmetlerde kontrollü olarak sert tedbirlere başvuruyor. Çin de ABD hamlelerine karşı temkinli adımlar atıyor. Bunda Çin’in tırmanmadan zararlı çıkacağını hesaplamış olması temel faktördür. Yukarıda bahsedilen değer zincirine bağlı ticaret dikkate alındığında ABD’nin Çin’e ihracatı ABD GSMH’sinin yüzde 0,7’sini teşkil ederken Çin’in ABD’ye ihracatı ise Çin’in GSMH’sinin yüzde 3.1’ine tekabül ediyor 4 , bu durum iki ülke arasında Çin aleyhine bir asimetri anlamına geliyor. Ayrıca ve daha önemlisi Çin’in teknolojide atılımına devam edebilmesi ve kendi kendine yeterli olması için, uyarlayacağı ve kopyalayacağı ABD ve AB menşeli teknolojinin bir süre daha Çin’e akmasına ihtiyacı var. Asimetri ve dolaylı savaşın doğasının ve sonuçlarının tarihsel ve kültürel olarak farkında olan Çin’in ABD ile doğrudan bir ticaret savaşına girmesini beklememek gerekir. 

  Bunun yerine Çin, Trump’ın hamlelerinin ABD iç kamuoyunda rahatsızlık yaratmasını beklemeyi, bu rahatsızlığı özel olarak hedeflenmiş karşı hamlelerle iç siyasi-demografik yapıda hassas eyaletlerin ekonomik kayıplarını istismar ederek derinleştirmeyi5 , Kongre’yi Trump’ı engellemeye yöneltmeyi6 ve Trump’ın sorunlu olan iç ve dış meşruiyetini de kullanarak uluslararası tepkileri artırmayı hedeflemesi olasıdır. Çin, temel olarak bu tür dolaylı bir strateji uygularken bazı sorunlu alanlarda küçük geri adımlar atıp, bazı alanlarda itibarını kurtaracak misillemelerde bulunması (askeri terimlerle oyalama muharebesi) mümkün görülmekle birlikte, 2001-2018 dönemindeki dışta serbest ticaretçi-içte korumacı politikalarında radikal değişime gitmeyeceği değerlendirilmektedir. AB devletleri ve diğer devletler asıl olarak ABD ve Çin arasında geçen mücadelede ABD’nin genel adımlarından etkilendikleri ölçüde rahatsız olmakta ve tepki göstermektedir. Bu aktörlerin Trump’ın adımlarından algıladıkları tehlike henüz, Çin’in ticari politikalarından gördükleri zararın çok gerisinddir. Böyle bir tabloda ABD’ye karşı bir ticari blok ya da ittifak oluşması oldukça zordur. Bu kriz, ABD’nin kendisinin liderlik yaptığı ancak son on yıllarda aleyhine çalışan uluslararası siyasi ekonomik yapıyı revize ederek baskın gücünü sürdürmeyi amaçlayan kapsamlı bir sürecin bir aşaması olarak görülebilir. ABD’nin, bu tür bir süreçte, özellikle kısa vadede kendisinin de zarar göreceğini hesaplamış olduğunu dikkate almak gerekir. Bu nedenle süreci Trump’ın çılgınlığına bağlamanın ötesinde yapısal boyutta tanımlamaya ve kontrol dışı bir ticari savaşa sürüklenmekten ziyade kontrollü ve hesaplı kriz yönetimi olarak görmekte yarar var. Büyük güçler içini kontrollü olan bir sürecin küçük ve orta güçler için olağan dışı sonuçlar üretmesi zorunlu bir nedensellik olmaktan ziyade kriz yönetim yetkinlikleri ve kapasiteleriyle doğrudan ilişkilidir. 

Son Notlar;

 1 Dünya Ticaret Örgütü’nün 164 üyesi var ve dünya ticaretinin yüzde 98’ini ifade ediyor. Örgütün bütçesi üye devletlerin Gayri Safi Milli Hâsılalarının büyüklüğü oranında katkı paylarından oluşuyor. DTÖ bütçesine yüzde olarak en fazla katkı yapan ilk on ülke; ABD (11,4), Çin (9,85), Almanya (7,1), Japonya (4,1), Fransa (3,8), İngiltere (3,8), Güney Kore (3), İtalya (2,7), Hong Kong (2,7), ve Kanada (2,5)’dır. Ancak örgütte karar alma tüm üyelerin oy birliğini gerektiriyor ve her üyenin bir oyu vardır. Örgüt üyeler arasındaki anlaşmazlıklara da bakıyor ancak anlaşmazlık çözüm süreçleri uzun bir süreç alıyor. Örgütün üye devletler üzerinde bir yaptırım gücü de bulunmuyor. Bakınız WTO Annual Report 2018, s.200-201. 2 David Hoffman, Erik Lundh, “Huge Trade Deficits Are Smaller Than You Think: And they may have plateaued, to boot”, Bloomberg, 19.03.2018, https://www.bloomberg.com/view/articles/2018-03-18/big-u-s-china-trade-deficit-is-smaller-than-itappears 3 2017 Report to Congress on China’s WTO Compliance, Executive Office of the President of the US-United States Trade Representative, January 2018. 4 David Hoffman, Erik Lundh, “Huge Trade Deficits Are Smaller Than You Think: And they may have plateaued, to boot”, Bloomberg, 19.03.2018, https://www.bloomberg.com/view/articles/2018-03-18/big-u-s-china-trade-deficit-is-smaller-than-itappears 5 Trump’ın ithalata gümrükleri artırmasının ABD ekonomisine ve istihdama etkileri yoğun olarak tartışılan bir konudur. Araştırmaların bir bölümünde eyaletler bazında oy tercihler dikkate alınarak çalışmalar yapılmaktadır. Araştırmalarda ortak fikir istihdama etkinin olumsuz yönde olacağı yönündedir. Bknz. Joseph Francois, Laura M. Baughman, “ The Estimated Impacts of Tariffs on Steel and Aluminum, Trade Partnership Worldwide, LLC, 13.03.2018, www.tradepartnership.com 6 ABD’de bir süredir Kongre’ye bu yönde çağrılar yapılmaktadır. Bknz. “Congress should act now to limit Trump's power to wage trade wars and impose tariffs”, US Today, 26.06.2018. https://www.usatoday.com/story/opinion/2018/06/26/tariffs-congress-trump-trade-war-import-export-column/731967002/


http://merkezstrateji.com/assets/media/180827-oktay-abd-cin.pdf

15 Ekim 2018 Pazartesi

MHP, AKP'nin Koltuk Değneği mi?

MHP, AKP'nin Koltuk Değneği mi? 


Alaettin Parmaksız 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
26 Ağustos 2007 Pazar

İtiraf etmeliyim ki bu başlığı atarken kendi kendime çok düşündüm. Hatta başlığı birkaç defa değiştirdim. Ancak yaşanan süreci göz önüne getirdiğim zaman da 
farklı bir başlık seçemedim. Bu yazıyı okuyan ve MHP’ye oy veren birçok kişi de bana kızacak

Ancak MHP'nin politikalarını ve sonuçlarını objektif olarak göz önünde bulundurursa lar sanırım onlarda bana hak vereceklerdir.

 22 Temmuz öncesi Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu durum karşısında hayatında hiç MHP'ye oy vermemiş belki de bir daha asla vermeyecek insanlar MHP'nin Meclise girmesi için çalıştılar. Onları MHP'ye destek olmaya iten ana düşünce artık sağ sol kavramlarının kalmadığı, küreselleşmeden Türkiye'yi korumanın tek yolunun kendilerini Milliyetçi ve Ulusalcı olarak tanımlayan partilerin parlamentoda yer almalarıydı. Bunun için ortak noktaları ise ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, anayasada esasları belirlenmiş Cumhuriyetin korunması, Kıbrıs gibi, Sözde Ermeni Soykırımı gibi, Amerika ile ilişkiler gibi, Kuzey Irakta bir Kürt Devletinin kurulması gibi, Türkmenlerin asgari insan haklarına sahip olarak güvenlik içinde yaşamaları gibi, AB'nin ikiyüzlü dayatmalarına karşı olma gibi, ABD'nin BOP politikasına karşı olmak gibi dış konularda, bölücü terör örgütüne karşı yapılacak mücadele gibi, Cumhuriyet karşıtlarının devleti ele geçirilmesinin önlenmesi gibi, Türk ekonomisinin borç batağından kurtarılması gibi temel iç konularda ki öngörülen tutumlarıydı. 

22 Temmuz seçimleri öncesi yapılan propaganda döneminde AKP yaptığı propagandalarda DTP ile MHP'yi aynı kefeye koymuş, hatta DTP' in Meclise 
girmesine itiraz etmezken MHP için bunlar meclise girerse kavga olur bunlara oy vermeyin diye propaganda yapmış ve saldırıyı o kadar ileri götürmüştür ki MHP 
için bunlara Mecliste selam bile vermeye değmez diyecek kadar haddini aşmıştı.

Seçim günü akşamı ERDOĞAN tek başına iktidarı kazanmasına rağmen Cumhurbaşkanlığında istediği sonucu alamadığını görünce bildiği en iyi şeyi 
yaparak eski fikirlerinden çark ederek Cumhurbaşkanlığı için bütün partileri kapsayacak şekilde diyalog geliştireceğini açıklamış, parti liderlerini arayarak 
en kısa zamanda kendileri ile görüşeceklerini belirterek uzlaşma ortamı yaratmıştır. Hatta haklı olarak Bahçeli Erdoğan'la telefonla dahi görüşmemiştir.

 AKP de GÜL aday olduğu takdirde uzlaşmanın sağlanamayacağını gören başta Erdoğan olmak üzere bazı partililer ve onların güdümündeki medya Gül'ün 
adaylıktan çekilmesi kampanyasını başlatmak üzereyken MHP'nin açıklaması gelmiştir. Biz meclise gireceğiz. AKP kimi isterse Cumhurbaşkanı seçsin. 
Şüphesiz Siyasi Partilerin asli görevleri meclise girip ülke yararları doğrultusunda politikalar üretilmesine katkıda bulunmaktır. Ancak bu ne olursa olsun biz meclise gireriz demek yerine bazen de girmeyerek te sağlanabilir.

 MHP Meclise girmekle Gül'ün Cumhurbaşkanı olmasına koltuk değneği olmuştur. Oy vermemek bir şey ifade etmez. Çünkü onların ihtiyacı olan MHP nin oyları 
değildi. Şimdi MHP oy vermese bile meclise girerek Gül'ün Cumhurbaşkanı olmasının yolunu açmış, Bahçeli'nin açıklamasından sonra Başbakan bir daha 
uzlaşma lafını ağzına almamış, yine en iyi bildiği şeyi yapmış millet önünde verdiği sözden çark etmiştir.

 MHP Meclise girerek Gülün izlediği AB politikalarına, Irak politikalarına, Annan planına, ABD karşısında izlenen teslimiyetçiliğe, Kuzey Irak ta bir Kürt 
Devletinin kurulmasına, PKK ya karşı izlenen politikalara dolaylı destek vermiştir. Şimdi televizyonlarda çıkıp bizim ilkelerimiz var diye yaptıkları hatayı telafi etmeye çalışıyorlar. Aynı hatayı 2002 öncesi idam cezasının kaldırılmasında da yapmışlardı. Biz idamın kaldırılmasına oy vermeyiz siz istiyorsanız kaldırın. Kaldırdılar. Günahı kime kaldı? MHP'ne. Hâlbuki milliyetçiliği kendisine şiar edinmiş parti kurum ve kişiler ben oy vermedim diyerek sorumluluktan kurtulamazlar. Ülke ve millet yararına olmayan konularda sadece oy vermemek yetmez onun gerçekleşmemesi için de gerekli çabaları göstermek zorundadır.

 Aslında Gül veya başka AKP linin seçilmesinin sistemin çalışması açısından pek bir farkı olmayacaktı. Köksal Toptan Meclis Başkanı seçildi de ne oldu? 
Cumhurbaşkanı kabineyi onaylamayınca Meclis Başkanlık Divanın Cumhurbaşkanını ziyaret programını iptal etti.Felsefe aynı oyuncular farklı. Ama burada Gül'ün durumu biraz farklıydı. Bu farkı yaratan yaklaşık 1970'lerden beri yürütülen karşı devrimin içinde ve öncü kuvvet olarak bulunan Gül'ün Cumhurbaşkanı olmasının onlar açısından bütün kalelerin zapt edilmesi ve son kalenin fethedilmesi anlamı taşıyordu. İşte MHP bunu sağladı. Yarın seçim meydanlarında yine karşısına çıkarılacaktır. Tıpkı idam cezasının kaldırılması gibi.

 Benim Milliyetçilikten veya ulusalcılıktan anladığım ilk şey ülke ve millet menfaatleri söz konusu olduğu zaman bireysel menfaatler veya kurumsal 
menfaatlerin göz önüne alınmamasıdır.Devlet Bahçeli gerek 2002 seçimlerine giderken, gerekse Meclise girme konusunda hiçbir yetkili kurulları toplamadan 
kendisi karar alıp açıklamakta ve beyni özgür diye düşündüğümüz ve milliyetçiliği siyasal anlamda temsil etmekle sorumlu Milletvekilleri ve parti 
yöneticileri aynen uygulamaktadırlar. Yoksa ben mi milliyetçiliği anlamadım? 

Örneklerimi yanlış zaman gösterecek. 

Sayın Bahçeli Çiçek Bahçesini Sever, Gül' Hayırlı olsun iyi Kokar.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2007/08/26/907/mhp-akpnin-koltuk-degnegi-mi
..

Türk Silahlı Kuvvetleri ve Tehditler, Alaettin Parmaksız,

Türk Silahlı Kuvvetleri ve Tehditler, 


Alaettin Parmaksız 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
27 Eylül 2007 Perşembe

Kara kuvvetleri komutanı, Kara Harp Okulunun yeni öğretim yılının açılışı nedeniyle yapmış olduğu konuşmada çok önemli konulara vurgu yapmıştır. Aslında bu vurgulamalar Türk devletinin karşı karşıya olduğu tehditleri tehlikeleri ortaya koymaktadır.

Bunlar kısaca:

İrtica kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. Cemaatler toplumu bu yönde etkilemiştir. Bununla bağlantılı olarak Anayasadaki laiklik tanımı tartışılamaz.

Ortak hedef ulus devlettir. Onu yaşatmak zorundayız. Bu nedenle etnik milliyetçilik kabul edilemez. Dilini kaybeden ulus yok olur. Aydınlar yaşanmakta 
olan fikir karmaşasında toplumu gerçeklerle aydınlatma yerine kendilerine dayatılan fikirleri savunmaktadır.

Irak'taki gelişmeler bu gelişmelerin Türkiye'ye etkileri ve bu konudaki Amerikan politikaları konusunda da şimdiye kadar hiçbir devlet adamının değinmediği kadar açıklıkla görüşlerini belirtmiştir. Bu sadece kendi görüşlerini değil, Türk Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini temsil ettiğinden kimsenin şüphesi olmasın.  Muhtemelen benzer konuşmalar diğer Harp Okullarının açılışında da yapılacaktır.

Irak'la ilgili olarak öncelikle Türkmenlerin durumuna dikkat çekmiş ve "Türkmenlerin bir iç savaşta çatışan taraf olması Türkiye açısından çok ciddi 
bir durum ortaya çıkarabilir. Türkiye'nin belki olaylara tek başına yön verebilecek gücünün olmadığı söylenebilir, ancak gelişmeleri engelleyebilecek bir güce de sahibiz" demiştir. Hükümetin yok saydığı bu konunun Türkiye açısından önemini çok açık ortaya koyan bir açıklamadır.

Irak kuzeyindeki oluşumun Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askeri ve psikolojik güç kazandırdığını bu durumun ülkemize etkilerini 
vurgulamıştır.

Irak'taki yuvalanan, beslenen ve desteklenen PKK terör örgütüne karşı ABD'nin hiçbir şey yapmamasının da iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde 
etkilediğini, ABD'nin bu konuda laf üretmekten başka bir şey yapmadığını, artık eylem zamanın gelip geçtiğini ve bu bölgede Türkiye'nin içinde olmadığı bir 
çözümüm başarı şansının olmadığını açıklamıştır. Konuşmasının sonunda da "TSK'nın Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin temelini oluşturan ulus devlet, 
üniter devlet, Cumhuriyetin temeli olan demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti niteliklerine sahip çıkma ve koruma konusunda TSK her zaman taraf 
olmuştur ve olmaya da devam edecektir" diyerek, TSK'nın kırmızı çizgilerini ortaya koymuştur.

Konuşma kendi içinde tutarlı ve kelimelere muhteşem analizler sığdırılmış durumda, ancak sorun şu: Mevcut hükümetin bütün politikaları yukarda açıklanan görüşlerle çatışmaktadır.

Özetlersek, hükümet ve onun yandaşları açısından irtica diye bir tehdit yoktur. Cemaatler sivil toplum örgütleridir. Laiklik, yeni anayasa yapılırken yeniden 
tanımlanmaktadır. Hükümetin ulus devlet diye bir kaygısı yoktur. Sözde onu savunsa bile özde icraatları ile federal bir yapıyı gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Hükümetin Türkmenler diye bir sorunu yoktur. Kürt peşmergeler tarafından adeta soykırıma tabi tutulmalarına ve bu politikalar ABD tarafından fiilen desteklenmesine rağmen Hükümetin dişe dokunur tek bir açıklaması dahi yoktur.

Hükümet kuzey Irak'ta ortaya çıkan oluşumu tehdit olarak algılamadığı gibi ona maddi ve manevi alanda destek olmakta Talabani ve Barzani'yi kucaklamaktadır.

ABD'nin PKK'ya verdiği desteği adeta görmezden gelmektedir. Üretilen bütün laflarla oyalanmakta, bu arada ABD'nin isteklerini yerine getirmektedir.

Şimdi can alıcı noktaya geliyorum: Hükümetle TSK arasında ana konularda yani irtica, laiklik, Irak Kuzeyindeki oluşum, Türkmenlerin durumu, PKK ve bölgeye 
yönelik ABD politikaları konusunda bu kadar derin görüş ayrılıkları varken, dış politikayı hükümet belirlerken ve bu konuları hiç dikkate almazken ve yetkilerde 
siyasi otoritede iken TSK NASIL TARAF OLACAKTIR? İkinci önemli soru sözde mi taraf olacaktır, Özde mi taraf olacaktır? Nasıl?

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2007/09/27/1020/turk-silahli-kuvvetleri-ve-tehditler

..

Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme,

  Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme, Askeri  Müdahale 




Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
06 Kasım 2014 Perşembe

Şehirlerimizde askerlerimiz kafalarına sinsice kurulan pusularda ateş edilerek öldürülmekte, asker eşleri evlerinde tehdit edilmekte, devlet memurları saldırılardan 

zırhlandırılmış otobüslere binerek korunmaya çalışılmaktadır. 
Böyle bir ortamda Başbakan A. Davutoğlu, PKK Açılımını Ortadoğu’nun büyük başarı hikayesi olarak nitelendirse de, aslında bu nitelemenin hikaye olduğunu Afyon’da devam eden AKP kampında Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile açılımın gittiği noktadan endişe duyan AKP’li milletvekilleri arasındaki tartışmanın niteliği gösteriyor. 

Bu tartışmada Y. Akdoğan, hem milletvekillerini “kaydettim ileride değerlendiririz” diye tehdit ediyor, hem de “Ben açılımdan sorumlu bakan” değilim diyerek, açılım ile arasına mesafe koyuyor.

Öte yandan bir AKP Milletvekili: "Bizim can güvenliğimiz yok. Vatandaş ne yapsın? Alanda hakimiyet devletin elinden gitti. Evime, havaalanına rahat 
gidemeyeceksem bu çözüm süreci nasıl yürüyecek?" diye soruyor. AKP Şırnak milletvekili Emin Dindar ise, "Bir kardeşimi şehit verdim. Evimi taradılar. 
Şimdi beni öldürmeye gelirlerse ne yapacağım?” diye soruyor. (Sözcü, 4 Kasım 2014) Bakan Y. Akdoğan ile milletvekili Şamil Tayyar arasında sert bir tartışma 
olurken, Mehmet Metiner de Aydoğan’a itiraz ediyor. AKP’li milletvekilleri gidişten endişeli bir şekilde, "HDP ve Öcalan’ın samimi olmadıklarını" ve 
"Açılım ile ilgili alınan kararların milletvekillerine bildirilmediğinden" şikayet ediyorlar. (Hürriyet, 6 Kasım 2014)

AKP’li milletvekillerinin PKK Açılımı ile ilgili endişelerini artıran, Başbakan Başdanışmanı Etyen Mahçupyan’ın “PKK’nın bölgede alan hakimiyeti kurduğu, 
şehirlere hakim olmaya başladığı, kamu düzeninin devletin değil, PKK’nın elinde olduğu ve PKK’nın bu süreçte güçlendiği” şeklindeki açıklamasından çok, bizzat 
İçişleri Bakanı Efgan Ala’nın 2 Kasım 2014’de Afyon’daki AKP kampında yapmış olduğu açıklamadır. Ala şöyle diyor: “Bu süreçte alan hakimiyetinin kaybedildiği 
zamanlar oldu. Hakimiyeti sağlayamadığımız zamanlar oldu. Kırsalda terör baskısı arttı, şehirlere inmeye başladılar. Bölgede devletin devlet olması gerekir. 
Tedbirler alınsın. Yoksa iş tersine dönecek.” (Aydınlık, 3 Kasım 2014) Durumun ne kadar vahim olduğunu önlemleri alması gereken makamda olan bakanın bu şekilde ifade edişi endişeleri daha da artırmış olsa gerek. Gerçi, Ala’nın daha sonra bir Doğulu milletvekiline “ Devlet arslan gibidir, uyur gözüküyor. Sonra tahrik edilirse insanı parçalar” diyerek, endişeleri yatıştırmak istediği anlaşılıyor.(Sözcü, 4 Kasım 2014)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da endişesini: "Süreç biterse HDP de Öcalan da AK Parti olarak biz de bunun altında kalırız" diyerek ifade ediyor. Öte yandan 
PKK Açılımını Ortadoğu, özellikle Irak-Suriye eksenindeki gelişmeler ile birlikte değerlendiren Cumhurbaşkanı, alışılmadık bir şekilde şöyle konuşuyor: 
“Ne içerideki ihanet şebekelerine (müzakerelerin sürdüğü PKK ve HDP’yi kastediyor) ne de dışarıdan (ABD’yi kastediyor) gelen algı operasyonlarına 
Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.” PKK Açılımının sahibi Erdoğan’ın bu durumun vahametini gösteren ve Davutoğlu’nun ileri sürdüğünün aksine başarı öyküsü olmadığını 
ortaya koyan  açıklamasını, HDP’ye yönelik “Sabrımız da bir yere kadar” mesajı izlemiştir. Erdoğan, HDP’ye kamuoyu önünde bu mesajı verirken, Öcalan’a da 
gizlice Ahmet Takan’ın Yeniçağ gazetesinde ileri sürdüğü ve şimdiye değin tarafların yalanlamadığı, “Türk Silahlı Kuvvetlerini zor tutuyorum. Ne çözüm 
bulacaksan bul” mesajını iletmiştir. (Yeniçağ, 4 Kasım 2014)   

Açılım ile arasına mesafe koyanın sadece Y. Akdoğan değil, Açılımı sürdüren kurum olan Milli İstihbarat Teşkilatı olduğu da anlaşılıyor. MİT, PKK Açılımının 
kurumsal sorumluluğunu Kamu Güvenliği Müsteşarlığı adlı yeni ve zayıf bir kuruma devrederken, kurumun başına da bir MİT müsteşar yardımcısının getirilmesini sağlıyor.  

Öte yandan PKK, Ayn El Arap’ta ABD ile gerçekleştirdiği askeri-politik-stratejik ittifakın farkında olarak, “Kobani”den PKK için bir Stalingrad Başarısı çıkaracak şekilde, kendisini yeniden küresel sistem, Ortadoğu ve Türkiye’de konumlandırma çabası içindedir. Suriye’nin kuzeyinde kurduğu “devletçikleri” 
Türkiye’ye karşı güç projeksiyonunda kullanacağı konusunda AKP Hükümetini defaat ile uyardığımız PKK, şimdi bunu büyük bir başarı ile yapmaktadır.

Bu ortamda M. Karayılan, PKK’nın Türkiye’yi yıkabilecek güçte olduğunu ileri sürerken, C. Bayık, ABD’nin müzakerelerde aracı ülke olmasını talep etmiştir. 
AKP Hükümetinin bütün ümidini bağladığı Öcalan konusunda ise Kandil’den önce M. Karayılan’ın “Barışı Öcalan, savaşı biz yaparız” açıklaması gelmiştir. Bunun 
örgüt dilinden Türkçeye tercümesi, “Öcalan, PKK’yı %100 kontrol edemiyor demektir. Ayrıca Kandil’den gelen son açıklamada Öcalan-Hükümet görüşmeleri 
çıkmazda ve beyhude olarak nitelendirilmiştir.                                   
                                      

PKK 1984’den beri devam eden terör sürecini, yerleşim bölgelerinde başlatacağı silahlı ayaklanmalar ile yeni bir aşamaya taşıma çalışmalarına başlamıştır. 
Kobani’de IŞİD ile süren çatışmaları küresel bir halkla ilişkiler faaliyetine dönüştüren ve çatışmalar üzerinden dünya kamuoyunun gözünde vahşi, kafa kesen terör örgütü IŞİD’e karşı medeniyetin ve mazlum Kürtlerin, Yezidilerin savunucusu rolüne terfi eden PKK, bu yeni pozisyonu değerlendirmeyi 
hedeflemektedir. Diğer bir ifade ile PKK, kent ayaklanmaları gerçekleştirip, Türk Ordusunu meskun mahal çatışmasına zorlamayı ve Türkiye içinde Kobaniler 
oluşturmayı hedeflemektedir.

Bu politika yaşama geçmese dahi, kısmen gerçekleştirilmesi, AKP’yi Türkiye ve AKP için yaşamsal bir tercihin önüne koyacaktır. AKP Hükümeti ya geri adım 
atacak ve Türkiye’nin bir bölümünde (iddialara göre Tendürek Dağı’nın güneyinde kalan bölgeyi Şanlıurfa içinde kalacak şekilde) Kürdistan’ın federe devlet olarak kurulmasına izin verecek ya da PKK ile süren müzakereleri keserek, PKK’yı ezmek için ağır isyan bastırma programını uygulamaya koyacaktır. TSK, sınır bölgelerinde ağır güvenlik önlemleri alarak, Kuzey Irak’taki PKK kamplarını işgal etmeli, Türkiye içinde tekrar alan hakimiyetine geçilmelidir. Halk üzerinde son yıllarda oluşmasına izin verilen PKK baskısı kırılmalıdır. Bu çerçevede Öcalan tecrit edilmeli, terörist örgüt ve lider kadrosu yıldırılmalı dır.

AKP eğer PKK karşısında geri adım atar ve federal devlet mekanizmasını kabul eder ise, PKK ayaklanması duracaktır ancak Türkiye yeni ve daha büyük bir 
politik, ekonomik, sosyal ve kültürel kaos süreci içine sürüklenecektir. Federal devlet modeline geçiş, PKK’nın Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu'sunu devralması, Öcalan’ın İmralı’dan çıkması ve galip bir lider olarak Diyarbakır’a dönmesi, Kandil kadrolarının Türkiye “Kürdistan’ına” dönmeleri, dağdan inen PKK’lılara iş vs. kredisi adı altında PKK’ya örtülü savaş tazminatı ödenmesi, Türkiye’nin geri kalan bölümünü ya da Türkiye’den geriye kalanı çok sert bir şekilde sarsacaktır.

Liberal ekonomist Ege Cansen “Türkiye’nin en önemli iktisadi meselesi, siyasi bölünmedir. Kamusal gelir ve giderler, kamusal varlık ve yükümlülükler yeniden 
paylaşılacaktır” derken, çok önemli bir boyutun altını çizmektedir. Bu gelişmeler sonucunda Türkiye’nin batı, kuzey, orta ve güneyinde Kürt kökenli vatandaşlara yönelik büyük bir diskriminasyon başlayacaktır. Öte yandan PKK, Güneydoğu Anadolu’da Türklere ve Araplara yönelik başlatmış olduğu etnik temizliği geliştirerek sürdürecektir. Böyle bir sürecin sonucu iç savaştır. İç savaş, milletlerin bağırsaklarının ortaya döküldüğü en olumsuz sosyal süreçlerin 
başında gelmektedir. Bu iç savaşa dışarından müdahale olmaması durumunda çok büyük acı ve kankaybından sonra Türkiye’nin bütünlüğü sağlanabilir. Ancak 
Batı’nın bu iç savaşta Türkiye ile PKK’yı baş başa bırakmayacağı kesindir. 

İnsani Müdahale veya İngilizce ifadesi ile "Right to Protect (R2P)(Koruma Hakkı)" uluslararası ilişkiler alanına yeni girmiş, tartışmalı ve tehlikeli bir 
kavram/eylemdir. Çünkü kimin kimi hangi şartlarda ve nasıl koruyacağının bir hukuki çerçevesi olmadığı için rahatlıkla insani görünümlü milli egoist 
planların aracı olabilmektedir. Amerikan Deniz Kuvvetleri Akademisi öğretim üyesi ve National Interest dergisinin eski editörü Nikolas K. Gvasdev, 1933 
Montevideo Anlaşması ile egemenlik hakları belirlenen uluslararası sistemdeki devlet anlayışının aşıldığını ve “Suriye Olayının”, “Suriye Normu” diye anılan 
ve devletlerin otoritesini reddedenlere karşı kuvvet kullanma hakkını sınırlayan bir anlayışı ortaya çıkardığını ifade etmektedir.  

Nikolas K. Gvasdev, Suriye Normunun kısa bir süre içinde Türkiye’de PKK’ya, Kolombiya’da FARC’a, Filipinlerde komünist ve İslamcı asilere karşı uygulanan 
isyan bastırma uygulamalarının sorgulanmasını beraberinde getireceğini ileri sürmüştür. Gvasdev’e göre bunun sonucu, devletlerin topraklarının bir bölümünde egemenliklerinin sınırlanması olacaktır. Üstelik bu konuda Güney Kafkasya’da üç egemen devletin yanında üç uluslararası sistem tarafından tanınmayan devletçiğin (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya) birlikte yaşaması bunun olabilirliğini göstermektedir. Özetle, Türkiye’ye müdahalenin zihinsel hazırlığının yapıldığını düşünebiliriz. Ancak Batı’nın Suriye konusunda bile askeri müdahalede ne kadar isteksiz olduğu göz önünde tutulur ise, Türkiye’ye askeri müdahalenin ne kadar zor olduğu anlaşılacaktır. Öte yandan böyle bir müdahalenin Türkiye  Batı ilişkilerini bitirirken, Türkiye-Rusya-İran ilişkilerini yeni bir zemine oturtacağı da kesindir. 

İç savaş tehlikesinin doğduğu ve sivil iradenin iç savaşı durdurmada yetersiz kaldığı durumda Türkiye’nin önüne çıkabilecek diğer seçenek de askeri müdahale seçeneğidir. “Artık asker müdahale yapmaz” gibi şablon ve gerçeklerden kopuk söylemleri bir tarafa bırakır isek yapılması gereken tespit askeri müdahaleleri askerlerin öznel arzularının değil, objektif şartların yaptığı/yaptırdığıdır. Cezayir’in Fransa’dan kopma sürecinde Fransız Ordusu’nun bile darbe girişiminde bulunmuş olması ve darbenin ancak General de Gaulle’ün tarihi şahsiyeti sayesinde aşılabildiği gerçeği göz önünde tutulmalıdır. Türkiye’de gerçekleşecek bir askeri darbe, PKK’ya “özgürlük savaşçısı” olma şansı verecektir ancak şartlar bölünmeyi ve iç çatışmayı durdurmak için başka bir yola izin vermediği için Türkiye bütünlüğünü sağlamak için son şansı bu şekilde kullanmak zorunda kalınabilir.

Sonuç olarak, ülkemizin içinden geçtiği süreçte demokratik sistem ülkemizin güvenliği açısından en az  Birinci Ordu kadar büyük önem taşımaktadır. Diğer bir ifade ile demokrasi Türkiye için milli güvenlik rejimidir. Türkiye, PKK’nın temsil ettiği stalinist-pol pot türü terörist örgüt ve anlayışı demokratik hukuk 
devleti içinde aşmanın yolunu bulmak zorundadır. PKK’nın zafer duyguları yaşadığı bir süreçte, müzakerenin başarılı olması mümkün değildir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti uçuruma doğru giden Türkiye’yi uçuruma düşmekten kurtarmak için bir an önce PKK terör örgütünü yıldıracak kapsamlı önlemleri almak zorundadırlar. 1990’lı yıllara dönmek isteyen Türkiye değil, PKK’dır. Eğer 1990’lı yıllara dönmemek için Türkiye’nin parçalanmasına gidecek bir kapı açılacak ise 1990’lı yıllara dönmek ve sonunda Murat Karayılan ve Cemil Bayık’ı İmralı’da Öcalan’ın yanına koyacak önlemleri almak çok daha tercih edilir bir seçenektir.

Uzmanın Diğer Yazıları

  Ortadoğu’da Sınırlar Değişirken Casuslar 
  Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, saat 20:00'de Habertürk TV'de Enine Boyuna 
  Programı'nda...  
  Gerilla ve Kontrgerilla Savaşı 
  Türk Deniz Kuvvetlerine Yapılan Saldırının Sonucu Ne Olmuştur? 
  Kudüs’te Son Türk Askeri 
  Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu? 
  Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu ’yu      Şekillendirme Peşinde 
  Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler 
  PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler 
  Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı? 
  Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi? 
  Paris’te Olanlar 
  Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor? 
  Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor? 
  2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol 
  Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır 
  AKP Hükümetinden Peşmergeye IŞİD'e Karşı Silah Yardımı 
  Cizre’de Gerçekten Ne Oldu? 
  İç Güvenlik Yasa Tasarısı 
  PKK ile Müzakere Süreci Konusunda Bir Eleştiri 
  Kürt Devletini Kim Kuruyor? 
  Hadi Beşar Esad’ı Devirdik… 
  Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye'ye Lazım 
  Tunceli’de Ne ve Neden Oldu? 
  Politikleşmiş İstihbarat ve Milli Güvenliğe Etkisi 
  Mustafa Kemal Atatürk ve Aleykümselam- Rahmetle Anıyoruz... 
  Türkiye’nin Önünde Başka Seçenek Yok mu? 
  Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme, Askeri 
  Müdahale 
  PKK Konusunda Meselenin Özünü Konuşmak 
  PKK Neden Sivil Kıyafetli Askerlerimizi Şehit Ediyor? 
  AKP, PKK İle Değil Jandarma İle Mücadele Ediyor 
  ABD-PKK Askeri İşbirliği Ne Anlama Geliyor? 
  PKK Terörü-Türk Öfkesi veya Ahmet Hakan’a Mektup 
  Müttefikler Suriye’de Ne Yapmak İstiyorlar?  
  Suriye-Irak Alanında Neler Yapılmalı? 
  Tezkere Suriye’nin Kuzeyinde PKK Devleti Kurmak İçin Mi? 
  Polis Özel Harekat Yeteneksiz Midir? 
  IŞİD Gerçekten Nedir? 
   Terör Örgütlerinin Esir Aldığı Ülke Türkiye 
  IŞİD Karşında Başarılı Olmanın Ön Şartı 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/11/06/7845/turkiyenin-onundeki-secenekler-pkknin-ezilmesi-ic-savas-bolunme-askeri-mudahale


..

Genel Seçimlerin Galibi Barzani ve ABD

  Genel Seçimlerin Galibi Barzani ve ABD 


Alaettin Parmaksız 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
27 Temmuz 2007 Cuma


ABD, terör örgütüne gösterdiği hoşgörü ve verdiği destek nedeniyle, Türk halkının %90'ı tarafından sevilmemekte dir.


Hal böyleyken Amerikanın her dediğini kayıtsız şartsız yapan bir iktidar neredeyse Türkiye de iki kişiden birinin oyunu almıştır? Terörün bu kadar 
azgınlaşmasına Barzani'nin küstahlaşmasına kılını kıpırdatmayanlar iki kişiden birinin oyunu almışlardır. 

Fakirin daha da fakirleştiği, yoksulun açlığa mahkûm edildiği, zenginlerin daha doğrusu haksız kazanç sağlayanların azmanlaştığı, gelir dağılımının iyice 
bozulduğu, tarımın öldüğü, çiftçinin ürününün tarlada kaldığı, işsizler ordusuna yeni işsizlerin katıldığı, ülkenin bütün stratejik değerlerinin haraç mezat 
satıldığı, yolsuzluğun giderek arttığı, nufuz kullanımının gemiciklerle Başbakana bakanlara kadar ulaştığı cari açığın ve borçlanmanın rekorlar kırdığı 
bir ülkede iki kişiden birisi AKP oy vermiştir? Demek ki bu ülkede her gün gencecik insanların can vermesinin, ulusal birlik ve bütünlüğümüzün tehlike 
altında olmasının, haksızlıkların, yolsuzlukların, kadrolaşmanın diz boyu olması bu ülkenin yarısının umurunda bile değildir. İki kişiden biri AKP oy vererek 
Kıbrıs'tan vaz geçebilirsiniz, Ermenistan'ın istediklerini derhal verin Irakta bir Kürt devletinin kurulmasının hiçbir mahsuru olmadığı gibi Türkiye'yi de 
parçalamayı ön gören BOP eş başkanlığa devam edebilirsiniz demiştir. Zaten benzer görüşler hemen seçim öncesi Amerikanın sesi Yasemin Çongar tarafından yazılarında dile getirilmiştir. Halkımız sadece bunları dememiştir. Ülkede yavaş yavaş bir federasyona gitmenin temellerini atabilirsiniz. Kalan üç beş malı satabilirsiniz, borçlanarak ülkenin geleceğini servi imzalatmak isteyenlere teslim edebilirsiniz demiştir.

Seçime katılan bütün siyasi parti liderleri oturup bu konuyu ciddi şekilde analiz etmelidir. Ancak benim kanaatim Türkiye de on yıllardır uygulanan psikolojik harekat sonuç vermeye başlamıştır.

Psikolojik harekat; insanların duygu ve düşüncelerini etkileyerek onların kararlarını ya kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmektir ya da doğru 
bildikleri konular hakkında beyinlerinde şüphelerin doğmasına sebep olmaktır. Bu harekâtın safhaları ise önce konuyu önemsizleştirme, sonra kişileri konulara 
karşı duyarsızlaştırma daha sonra da tepkisizleştirmedir. Dördüncü ve son safhası ise teslim alma safhasıdır.Şu anda Türkiye bu safha ile karşı karşıya 
olup neler olabileceğini yaşayarak göreceğiz. 

Bu seçim sonuçlarından sonra ekonomik psikolojik sosyolojik kültürel siyasi ve askeri ne gibi senaryolarla karşılaşabileceğimizi tahlil edilmelidir, ancak bu 
seçimin mutlak galibi Amerika ve Barzani'dir. Bundan sonra artık bölge politikalarını daha rahat uygulayacaklar ve bu konuda hükümetten daha rahat 
destek alacaklardır.

Hemen olayların analizine güneydoğuda ki oy dağılımından başlayalım. Seçim sonuçlarına göre oyların yaklaşık % 80 den fazlası Bölücü Terör örgütünün 
desteklediği DTP'nin adayları ile AKP ye verilmiştir. Bu oy dağılımından üç değişik sonuç çıkarılabilir. 

* Bölge halkı terör örgütüne verdiği desteği azaltmaktadır. Bu bölge insanı artık terörden bıkmıştır. Türkiye'nin kalanı ile entegrasyonu kendi yararına 
gördüğünden AKP ye yönelmiştir. Eğer bu durum gerçekse Terörün siyasi boyutu ile mücadele açısından çok anlamlıdır. Ancak acaba gerçekten böyle mi analizi 
gerektirir.

* İkinci sonuç bilindiği gibi seçimler öncesi Barzani AKP'nin desteklenmesi için bölge halkına çağrı yapmıştır. Bu çağrı nedeniyle halk AKP ye yönelmiştir. Bu 
durumda bilimsel olarak incelenmelidir. Bu durumla ilgili yeterli emare olup bu milletin ve ülkenin bütünlüğü açısından çok ciddi bir risk olup önemle üzerinde 
durulup eğer böyleyse gerekli tedbirlerin ivedilikle alınmasını gerekli kılmaktadır. Bu gerçekten böyleyse terörle mücadele zorlaştığı gibi Kuzey 
Iraktaki oluşumunda önlenmesini güçleştirecektir.

* Üçüncü olasılık AKP adaylarının kişilikleridir. Bu adayları yeterince tanımadığım için kanaat belirtmemekle birlikte şu kadarını ifade edeyim. 
Adayların kişilikleri ve vaatleri bölge halkına ters gelmemiş olabilir veya feodal yapıyla uyum sağlamış olabilir. 

Maksatlı olarak düşünmeyen birçok aydınımız da PKK terör örgütünün bölücülüğü konusunda yanlış bir algılama vardır. Onlara göre konu ekonomik ve demokrasi sorunuydu. Oysa PKK terör örgütünün nihai amacı, Bağımsız birleşik Kürdistan devletini kurmaktır. Şiddet boyutu ise amacına ulaşmak için kullandığı bir araçtır. Bu amaca ulaşmak için önce ayrıcalıklı kültürel haklar, sonra azınlık hakları, daha sonra federasyon en sonunda da bağımsızlık talep ederler. Kısaca 
söylemek gerekirse nihai amaçları siyasidir. Meclise girerek te bu siyasi amaçları doğrultusunda önemli bir adım atmış olacaklardır. 

Bunun böyle olduğunu çok açık şekilde Van da ki konuşmasında Leyla ZANA açıkladı. Türkiye eyalet sistemine geçecek ve Kürdistan kurulacak dedi. Bu şimdi kabul edilmese de en geç 5–10 yıl içinde gerçekleşeceğini söyledi. Bu konuşma bir seçim mitinginde yapıldı. O bölgenin geri kalmışlığı işsizliği vurgulanmadı. Daha iyi eğitim talebi, daha çok iş talebinde bulunulmadı, yatırım artırılması gelir dağılımının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin daha iyi olması talebinde bulunulmadı.

Şimdi bölücü örgütün siyasi temsilcilerinin meclise girince radikalleşmekten vaz geçeceklerini savunmak bu konunun metodolojisini bilmemek demektir. Ancak bunu 90 yıllarda yaptıkları gibi yapmayacaklar. Tenceredeki kurbağa misali alıştıra alıştıra yapacaklardır. Bazı bilim adamlarımız Avrupa'dan bazı devletleri bize örnek göstererek eyalet sistemini savunmaktadırlar. Hâlbuki o ülkelerde tarihlerinde de eyalet sistemi vardır. Tarihsel gerçeklere baktığımız zaman da 
Anadolu da hiç eyalet sistemiyle idare edilen bir devlet olmamıştır. Yapılan konuşmada sıralanan taleplerde mevcut Anayasaya aykırıdır. Bir bakanın elini 
sıkmak istemeyen genci tutuklayan demokrasimiz, terör örgütünün uzantılarının talepleri konusunda ancak inceleme başlatabilmektedir.

Şimdi bende buradan açıklıyorum bu ülkede bir federasyon veya eyalet sistemi olmayacaktır. Bunu ABD istese de AB istese de olmayacaktır. Bunun sonu kardeş kavgasıdır. Bu kavganın sorumluları da uyguladıkları politikalar ve yazdıkları yazılar ve yaptıkları konuşmalarla bu kardeşlerimize bu ümidi verenler olacaktır.

Bu seçim sonuçlarından sonra kimse Kuzey Irak'a operasyon beklemesin. Bu AKP'nin mevcut iç yapısı açısından artık imkansız değilse de çok zordur. Peki, ne 
olacak? Bir yandan şehitler gelmeye devam ederken diğer yandan konunun Kürtlerin istekleri yapılmadan çözülemeyeceği fikri yerleştirilecektir. Nasıl bir zamanlar Kitler bilinçli olarak zarar ettirilerek satılmanın kılıfı hazırlandıysa şimdi de terörle mücadelenin başarılı olamayacağı fikri yavaş yavaş kamuoyuna yer 
ettirilecektir. 

Artık Amerika Birleşik Devletlerinin koruduğu kolladığı ve temelini attığı Kürt Devletinin oluşumuna fiili olarak Türkiye'nin karşı çıkması pek mümkün 
görülmemektedir. Bir takım demeçlerle geçiştirilecektir. Zaten Başbakan bunun mesajını vermiştir. Etrafımızda düşmanlar değil dostlar yaratacağız demiştir. Bu 
nedenle Barzani hem Türkiye den nemalanmaya devam edecek hem de kendi devletinin temellerini atacaktır.Tarihteki hiçbir Türk Devleti dışardan bir saldırı ile yıkılmamıştır. Hep dışardan tezgahlanan oyunlara içerden işbirlikçiler bulunmuştur. Şimdi Türkiye Cumhuriyetinde olduğu gibi.

Cumhuriyet yavaş yavaş tarikatların kontrolüne girmiş olup Atatürk'ün ümmetten millete dönüştürme fikri maalesef yarım kalmış olup tekrar ümmetleşme safhası başlamıştır. Bu arada daha lüks arabalara binebiliriz, daha kaliteli cep telefonları kullanabiliriz, başkalarının müziğini Filmlerini dizilerini baş tacı edebiliriz. Avrupa da Amerika da ne varsa bizde de olabilir. Çünkü genellikle sömürgeleşmiş ülkelerde böyle olur.

Olaylar bu safhaya doğru giderken halkın kalan %50 si ne diyecek bu çok önemlidir. Yoksa o %50 de mi yavaş yavaş alıştırılacak ve tepkisizleştirilecek mi?

O gün geldiğinde bu ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü için yemin ederek göreve başlayan kamu görevlileri ne yapacak? Cevaplanması gereken en kritik soru budur. 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2007/07/27/703/genel-secimlerin-galibi-barzani-ve-abd

..

Edip Başer ve Terörle Mücadele

Edip Başer ve Terörle Mücadele  

                         


Alaettin Parmaksız 
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
23 Mayıs 2007 Çarşamba

2006 Yılında terör faaliyetlerinin artması üzerine kamuoyunda PKK’ya ve onun koruyucusu olarak gördüğü ABD karşı yükselen tepki üzerine hatırlayacağınız gibi Sayın Başbakan yine milleti oyalamaya yönelik bir açıklama yapmıştı.  Açıklamanın özeti geceler veya Bakanlar Kurulu çok şeylere gebe idi. Bu açıklamanın arkasından benim gibi konuyla ilgilenen yüzlerce kişi bunun bir tansiyon düşürme olduğunu ABD'ye sormadan AKP'nin asla bir şey yapamayacağını gazetelerde yazdık televizyon programlarında açıkladık.

Aradan birkaç gün geçmeden ABD projesi gündeme düştü. Terörle mücadele de özel temsilci atanması. Sanırım 28 Ağustosta da Emekli Orgeneral Raltson bu iş için görevlendirildi. Yine ABD tarafı karşısına da Türkiye'nin bir Emekli Orgeneral ataması istendi. Ancak sorun şuydu. Medyaya konuşan Emekli generallerin tamamı bu işin bir oyalamadan ibaret olduğunu sonuç getirmeyeceğini ve bu oyunda rol almanın ABD'nin ekmeğine yağ süreceğini ama şehit kanlarının akmaya devam edeceğini açıkladık

Çok yoğun tartışmalar oldu ve Sayın Genelkurmay Başkanı da koordinatörlük konusuna inanmadığı anlamına gelen açıklamalarda bulundu. Herkes bu görevi kabul edebilecek Emekli Orgeneral bulunabilecek mi? diye düşünürken Sayın Edip BAŞER'in bu göreve atandığı açıklandı.

Başbakanlıktan yapılan açıklamada atanan kişi hakkında Genelkurmayın da mutabakatı olduğu bildirildi. Hatta daha sonra ismin Genelkurmay Başkanı 
tarafından verildiği kamuoyuna duyuruldu.

Kamuoyu ikiye ayrılmıştı. Terörle mücadele konusunu ve bu konudaki Amerikan politikalarını yakından bilenler bu konunun asla sonuç vermeyeceğini, bu konunun Amerikanın konuyu ötelemesi için bir ortam yaratmaya yönelik olduğunu, şehit kanlarının akmaya devam edeceğini Edip Paşanın bu görevi derhal bırakmasını istedik. Hükümete yakın olanlar ABD'nin önce boğazımızı sıkmasını sonrada elini biraz gevşeterek nefes almamıza izin vermesini politika gören işbirlikçilerde bu konuyu hararetle savundular

Eylül ayında çıktığım bir televizyon programında ilerde bu günlerin tarihi yazılacağını ve bu yazılan tarihte de herkesin son rolü ile yer alacağını, 
Edip Paşanın da bu rolle anılmasının kendi geçmişindeki başarılı görevlerine ve parlak kariyerine haksızlık olacağını açıklayarak derhal istifa etmesi 
çağrısında bulundum. Bu şekilde çağrı yapan emeklide olsam ilk asker bendim.

Benzer çağrılar çoğalınca kendisi yapmış olduğu toplantılarda ve vermiş olduğu konferanslarda bu konuya inandığını ve çözüme katkı sağlayacağını açıkladıktan 
sonra bizim gibi düşünenleri de şiddetle eleştirmişti. Özetle bekâra karı boşamak kolaydır diyordu.

Oysa olayın ortaya çıkışı sakattı sistem sağlam temellere oturmuyordu. Dünyada terörle mücadele de bu şekilde bir örnek yoktu. Ara buluculuk müessesi vardı. 
Az kalsın Irak tarafında bir PKK sempatizanı da terörle mücadele koordinatörü olarak atanmak üzereydi. Raltson PKK' nın üç hamisinden biri olan Barzani ile 
görüşmüş, görüşme sonrasında Barzani yaptığı açıklamada istenirse PKK yetkilileri ile görüşebileceğini açıklamıştı.

Zemin bir anda PKK lıları resmileştirmeye doğru kayıyordu. Terörle mücadele konusunda Hükümetle Genelkurmay arasında uygulanacak politikalardaki temel 
farklılıklar ortaya çıkıyordu. Genelkurmay Başkanlığı terörü koruyan ve destekleyenlerle bu konuda konuşulacak bir şey olmadığını açıklarken, hükümet 
kanadı Amerika öyle istediği için görüşmeleri destekliyor hatta daha ileri giderek Başbakan, Leyla Zana'nın üç büyüğünden biri olan Talabani ile yanak 
yanağa öpüşüyordu.

Ülkenin talihsizliği çözümü kendi gücünde dayanağı, kendi milletinde arayacak bir iktidar yerine sırtını Amerika'ya dayamış onun direktiflerinden asla 
çıkamayacak bir iktidara sahip olmasındandı.

Yeter ki iktidarları sürsün varsın akarsa şehit kanları aksın. Askerlik yan gelip yatma yeri değildi. 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2007/05/23/19/edip-baser-ve-terorle-mucadele



Edip Başer ve Terörle Mücadele ( 2 )


Alaettin Parmaksız 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
24 Mayıs 2007 Perşembe

Dün Terörle mücadele özel temsilcisi Edip Başer’in görevi ile ilgili genel kapsamlı bir değerlendirme yapmış görevden alınışını bu güne bırakmıştım.
Ancak dün akşam saatlerinde Ulus'ta meydana gelen patlama olayın başka yönlerini öne çıkarmıştır. Hükümet görevden alma nedenini şu şekilde açıklamıştır.

"Orgeneral Edip Başer'in konu ile ilgili olarak ulusal ve uluslar arası platformlarda ve basın-yayın organlarında yer alan bazı beyanatlarının 
çalışmaları olumsuz yönde etkileyeceği göz önünde bulundurularak görevinin sona erdirilmesi uygun görülmüştür" denildi

Aslında Hükümetin rahatsızlığının iki boyutu vardır. Birinci boyutu Sayın Başer'in Cumhurbaşkanlığı seçimi konusundaki değerlendirmesidir.İkinci boyutu ise muhtemelen ABD tarafından gelmiş olabilir.Çünkü Sayın Başer ABD'nin oyalamalarına sessiz kalmıyor ve ABD'nin vurdumduymazlığını halkı ile 
paylaşıyordu.

Hükümetin görevden alma biçimi ise sanki 27 Nisanda Genelkurmay Başkanlığı e-muhtırasına bir tepki olarak şık olmayan bir şekilde cereyan etmiştir.

Ankara Ulus'ta meydana gelen patlamalar şüphesiz ki herkesi şok etmiştir. Hayatlarını kaybedenlere Allah'tan rahmet yaralananlara da acil şifalar 
diliyorum. Ancak terörle mücadele ile düşünce düzeyinde bile ilgilenenler bu patlamaların ayak sesleri geliyorum diyordu. Geçen ay Taksim'de patlayıcılarla 
yakalanan bayan, İzmir mitingi öncesi orada meydana gelen patlama ve PKK'nın genel terör siyaseti göz önünde bulundurulduğunda bu patlama bir gün olacaktı. 
Yurt içine sokulan patlayıcılar konusunda gerek Emniyetin gerekse Genelkurmayın değişik zamanlarda yapılan açıklamalarda ortaya konulmuştur.

Eylemin olmuş olması güvenlik kuvvetlerinin başarısız olduğu anlamına da gelmez.Çünkü güvenlik kuvvetleri bizim haberimiz olmadan yüzlerce eylemi 
önlemektedir.Bu tür eylemler her zaman tekrar yapılabilir.Kullanılan patlayıcının gücü dikkate alındığında bunun bir plastik patlayıcı olduğu ve plastik patlayıcıların genelde PKK tarafından kullanıldığı, geçmişte de bu tür eylemler yaptığı göz önünde bulundurulursa bu bir PKK eylemi olma olasılığını 
artırmaktadır.

Seçilen yer ve zamanlama açısından bu bir profesyonel eylemdir. Terör eylemlerinin en önemli amaçlarından birisi belki de en önemlisi propagandadır. 
Bu nedenle bu tür olaylarda asla üst düzeyde değil en alt düzeyde açıklamalar yapılmalıdır.

Bu gün tartışma günü değil, birlik olma günüdür. Ancak bu birlik nasıl olabilecek bu çok tartışmalı çünkü hükümetle her gün şehitler veren silahlı kuvvetler arasında terörle mücadele konusunda çok ciddi farklılık vardır. Bu kadar ağır terör karşısında olup da en ağır bedeli ödeyip ancak terörle mücadele konusunda hiçbir stratejisi olmayan tek ülke Türkiye dir.

Sıfıra yakın bir terörle iktidara gelen hükümet maalesef Türk Silahlı Kuvvetlerin elini kolunu bağlamakta küstah Barzani'ye karşı tek kelime 
edememektedir. 

Gelinen noktayı düşünebiliyor musunuz? Barzani bu iktidarın devamından yana açıklamalar yaparken bu konuda faaliyetlerde bulunurken AKP'lilerin sesi 
çıkmadığı gibi ülkemizi ona buna oyuncak etmektedir.

Şimdi bir taraftan terörle mücadele eden Silahlı Kuvvetlerin elini kolunu bağlayacaksın sonrada bu patlama nasıl oldu diye soracaksın.Yazık oluyor bu 
ülkenin çocuklarına yazık oluyor.Onların şehit olmalarında en büyük sorumluluk hiçbir hükümete olmadığı kadar bu hükümete aittir.

Şimdi 22 Temmuzda bir seçime gidiyoruz.Eğer vatandaş olarak terörle mücadelede Amerika'nın talimatları dışına çıkamayan hükümeti değiştiremezse daha çok ağlayacağız.Sadece ağlamakla kalmayacağız ülke bölünmenin eşiğine gelecek.

Başta Türk milleti olmak üzere kahraman Türk Ordusu buna asla müsaade etmeyecektir.Ancak bedeli ağır olacaktır.Bedeli en aza indirmek için önce bu 
hükümeti 22 Temmuzda değiştirmek zorundayız.


***