6 Ocak 2016 Çarşamba

ALEV COŞKUN'UN YANITLA(YA)MADIĞI SORU...






ALEV COŞKUN'UN YANITLA(YA)MADIĞI SORU... 




*SERDAR ANT* 
4 Ağustos 2006 


Cuma günü Hürriyet gazetesinde * Vahap Munyar *'ın bir yazısı yayınlandı. 
Yazının başlığı: "* Ülker'in Cola Turca'sına İlhan Selçuk'tan Destek *" 
İlhan Selçuk, Vahap Munyar'ı 5 Ağustos 2006 tarihli Cumhuriyet'te "* Bir Gazozluk Müslümanlık *"  başlıklı bir yazı ile yanıtladı! * Selçuk *, Cumhuriyet'in neden Ülker Cola Turca'nın reklamlarına yer verdiğini madde madde açıklıyordu. 
Ne var ki, İlhan Selçuk'un açıklamasında ileri sürdüğü gerekçelerin " İnandırıcılığı " (!) bir yana, Vahap Munyar'ın yazısında dile getirilen bir iddia takip edebildiğim kadarıyla bugüne kadar açıklığa kavuşmadı. Munyar, adı geçen yazının bir yerinde aynen şunları demekteydi: *"… Alev Coşkun, halen Cumhuriyet Vakfı'nın Başkan Yardımcısı... Yani, İlhan Selçuk'ın yardımcısı konumunda... 

Alev Coşkun'un bir başka görevi daha var... 
 '' Ülker Grubu'nun İstişare Konseyi Üyeliği..." 

* Bugüne kadar Alev Coşkun bu konuda hiçbir açıklama yapmadı! O zaman şimdi bir daha soralım: 
*Alev Coşkun, Ülker Grubu İstişare Konseyi Üyesi mi? 

* * * 

*Eğer öyle değilse, Vahap Munyar'ın bu iddiasına karşı bugüne kadar bir girişimde bulundu mu? 

* Ülker Grubu ile AKP'nin ilişkisini hepimiz biliyoruz. Ama unutanlar için bir ufak hatırlatma yapalım. Bu konuda * Serpil Yılmaz*'ın Milliyet Gazetesi'nde * 
13.07.2004 tarihinde yayınlanan "* Uzaklarda arama, sanki sen içimdesin!" ** başlıklı yazısından kısa bir özet vermek aydınlatıcı olacaktır: " Mustafa L. Topbaş, ANAP kurucularından ve eski İstanbul İl Başkanı merhum Eymen Topbaş'ın amcasının oğlu… 1996' da, yani AK Parti kurulmadan önce, Mustafa Topbaş, Ülker ailesi ile ortak 
Ak Gıda'yı kuruyor. Kamuoyuna AKP'nin kuruluşu, Green Park Oteli'ndeki toplantı sırasında gelen ampul önerisinden " Ak " isminin türetildiği biçiminde yansımıştı… 

Mustafa Topbaş'ın iş hayatında en eski kuruluşu Bahariye Mensucat. Bu firmanın yönetim kurulunda yalnızca Topbaş ailesi bulunuyor. Topbaş, yüzde 4.8 hissesi bulunan Suudi sermayesi Dallah Grubu'nun ortaklığı ile kurulan Al Baraka Türk ile de tanınıyor… Topbaş'ın asıl ortaklığı Ülker Grubu ile. Ülker'in kurucusu Sabri Ülker'in torunu Ali Ülker ile Topbaş'ın kızı evli.* *Topbaş'ın, Başbakan Erdoğan'ın danışmanı Cüneyd Zapsu'nun kurduğu BİM Birleşik Mağazalar Grubu'nda da ortaklığı biliniyor. 
BİM'in ilk yönetim kurulunda Zapsu'nun Demokrat Parti'de vekilliğini yaptığı Korkut Özal ve Topbaş'ın çeşitli şirketlerinde ortaklığı bulunan İbrahim Halit Çizmeci'nin de adı bulunuyor. Tabii bu yönetim kurulunda en tartışmalı isim Usame bin Ladin ile ilişkisi olduğu öne sürülen Yasin el Kadı'ydı. * *Topbaş'ın şirketlerinin eski yönetim kurullarında Özal gibi Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da vardı. Unakıtan, Al Baraka'nın yanı sıra, Topbaş'ın diğer şirketlerinin de yönetimdeydi." * İlginç ilişkiler, değil mi? 

Ama daha ilginç olanı * 8 Haziran 2006 * tarihli Cumhuriyet gazetesinde tam sayfa yayınlanan * BİM AŞ * ilanı… 

Cüneyt Zapsu'nun * BİM AŞ * hisselerini 5,5 yıl önce sattığını ileri süren (ve şirketin, ilanda bu şekilde ifade edilmese de yeşil sermaye ile alakası kalmadığını ispat etmeye çalışan) bu açıklama-reklam karışımı duyuru ile Cumhuriyet gazetesi – bir anlamda - BİM AŞ'nin aklanmasına hizmet etmedi mi? Cumhuriyet yöneticisi Alev Coşkun ile "Kemalist Devrim" ve "Milli Anayasa" için bir araya gelenler acaba bu bilmece gibi ilişkilerin perde arkasını da merak ediyorlar mı? 

29.1.2008  

"Ya istiklal ya ölüm... İşte halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır." Mustafa Kemal ATATÜRK,


TSK Üst Yönetimi de En Az AKP Kadar Sorumludur




TSK Üst Yönetimi de En Az AKP Kadar Sorumludur
ADD Isparta Şubesi'nden, ADD Genel Yönetim, Disiplin ve Genel Denetleme Kurulu'na hitaben 5.12.2007 tarihinde yapılan

Derneğimizin Çalışmaları - Değerlendirme " konulu çağrıda,

Ülke hızla elden giderken, ' demokratik yöntem'den 'gerilim yarat mama'dan söz etmenin, ADD'nin üzerine aldıgı kritik tarihsel görevle bagdaşmadıgı " belirtilerek,
Toplumsal direnci 'pasifize edecek', agır toplumsal yaralara 'pansuman ' türünden 'sadaka' kültürü ve felsefesini Dernek çalışmalarının 'omurgasıymış' gibi ön plana çıkaracak yayın ve eylemlerin, ADD Genel Merkezi web sitesinde yer alması ne denli isabetli ve yakıcı gündemle örtüşen bir davranıştır? 
diye soruluyor ve bu günkü koþullarda ADD'nin "çok daha yüksek bir profil çizmek zorunda" olduğu vurgulanıyor.
ADD Isparta Şubesi'nin çagrısı yerindedir.

Ne var ki, sadece "ağaçları" görmenin ötesine geçip "ormanı" da görmemiz ve günümüz Türkiye tablosuna daha geniş bir açıdan bakmamız da gerekmektedir.

Eğer bazı önyargılardan sıyrılıp, soruna geniş bir bakış açısı ile yaklaşılırsa, ADD'nin " yüksek bir profil sergileme " niyetinde olup olmadığı da sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilir.

Dahası bugünkü koşullarda yüksek bir profil sergilememe tavrının sadece ADD'ye özgü olmadığı, TSK üst yönetiminin de bu tür bir edilgenlik içinde olduğu görülecektir.
Örneğin, ADD Isparta Şubesi'nin çağrısının giriş kısmında AKP iktidarının yaptıkları eleştirilmektedir.

TBMM tarafından " hükümete 1 yıl süreyle sınır ötesi -operasyonu için yetki verilmesini" öngören tezkere'nin, 45 gün gecikmeli olarak, 30 Kasım 2007'de TSK'nin önüne getirildiği, bunun da AB-D güdümündeki PKK terörünün işine yaradığı belirtilmektedir.

Ayrýca AKP iktidarýnýn ABD ve AB'nin desteði ile laik, demokratik cumhuriyeti tasfiye etmeye yöneldiði, cumhurbaþkanlýðý makamý ve Anayasa Mahkemesi'nden sonra yargýnýn da siyasallaþtýrýlmaya çalýþýldýðý belirtilmektedir.
Oysa bugün Türkiye öyle bir dönüm noktasýna gelmiþtir ki, artýk sadece AKP'yi eleþtirmenin somut bir anlamý kalmamýþtýr. AKP'nin ne "mal" olduðu zaten ortadadýr.

AKP doğal olarak bu tür girişimler içinde olacaktır, çünkü işlevi de, malum çevreler tarafından kendisinden beklenen de budur. ABD ve AB, AKP'yi işte bundan ötürü desteklemektedir ve AKP de iktidarın zirvesine bu amaçla getirilmiştir.
Eğer bu gerçeği teslim ediyorsak, dönüp dolaşıp AKP'nin tezkereyi geciktirmesini söylemenin hiç bir anlamı yoktur.

Asıl sorulması gereken soru Şudur: AKP bu tezkereyi geciktirirken, TSK üst yönetimi neden sustu ? 
Açık konuşalım, Genelkurmay Başkaný Org. Yaşar Büyükanıt, çıkıp bu geciktirmenin olumsuz sonuçlar doğuracağı konusunda açık bir çağrı yaptı mı kamuoyuna ?

TSK'nin bu konudaki rahatsızlığını dillendirdi mi ?

Aksine oldukça alçak bir profil sergileyerek görünüşü kurtarma mahiyetinde, "küçük harfle" birkaç şey söylendi belki, o kadar ! 

Diğer bir ifadeyle, yüksek profil çizmeyen sadece ADD değildir !
Hadi bunu geçelim…

Türban denildiğinde hop oturup hop kalkan TSK üst yönetimi, ABDullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi, Anayasa Mahkemesi'nin başına bir iktisatçının gelmesi ve en sonunda da yargının siyasi iktidarın güdümüne sokulması yönündeki girişimler konusunda neden hala suskundur ?

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, Başbakan'ın ABD gezisi öncesinde

"Dışişleri Bakanlığı ile uyum içindeyiz. Başbakan'ın ABD ziyaretinin sonuçlarını bekliyoruz. Artık oyalanmayacağız. Askerle hükümet arasında bir uyumsuzluk varmış gibi gösterilmesi de doğru değil. Devlet bir bütündürdemiyor muydu ?

Bu demecin üzerinden neredeyse bir aydan daha fazla bir zaman geçti ve Başbakan televizyon kameraları karşısına geçip, PKK terörünün sözde etkisiz kılınması için askerle beraber hazırladıkları projelerden bahsediyor, Genelkurmay'dan ve TSK'den çıt yok ! 

"Sükût ikrardan gelir." 

Kısacası sorun, sadece AKP değildir ! 

Türkiye'de çoğu yurtseverin eleştirmekten çekindiği TSK üst yönetimi de en az AKP kadar sorumludur. Bugünkü tablonun ortaya çıkmasında... 

Ama bizim ilericilerimiz, ulusalcılarımız, yurtseverlerimiz hâlâ rüyadan uyanmadılar, uyanmak istemiyorlar. 

Daha kötüsü de şu ki, madalyonun sadece bir yüzünü görerek ve göstererek yarattıkları yanılsama ile toplumu da yanıltıyorlar.

Bütün bunların ADD Genel Merkezi'nin yüksek profil çizme zorunluluğuyla ne ilgisi var peki ?

İlgisi şudur:

ADD üst yönetimi de bugün TSK üst yönetimindeki anlayışın bir uzantısıdır.

Zaten yukarıdan bir operasyonla oraya oturtulmuştur.
Daha somut konuşalım…

Bugüne kadar Genelkurmay Baþkanı Org. Büyükanıt'ın agzından ABD ya da AB'ye karşı çıkan, bu emperyalist odakların artık ayyuka çıkmış Türkiye aleyhine açık ya da örtük girişimlerini eleştiren bir tek söz duydunuz mu ?

Peki, ADD Genel Başkanı'ndan AB karşıtı tek kelime duydunuz mu ?

E. Org. Eruygur'un AB karşı
tı tek bir demecini, " AB'ye hayır " diyen tek bir cümlesi gösterilsin, bütün bu söylediklerimi geri alayım… 

E. Org. Eruygur bugüne kadar bir kez olsun Türkiye'nin AB'ye üye olmasına karşıyımdiyememiştir.

Çünkü TSK'nin üst yönetimi de ADD üst yönetimi de aynı bakış açısına sahiptir.

Onun için 2003 yılında Harp Akademileri'ndeki sempozyumu açış konuşmasýnda, Org. Yaþar Büyükanıt, AB hakkında şu değerlendirmeyi yapıyordu:

... AB konusunda TSK, haksız bir saldırının hedefi durumuna gelmiştir. Ülke içi ve ülke dışı çevrelerde hiçbir haklı nedene dayanmadan TSK'nin AB'ye karşı olduğu konusunda yaygın kanaatler oluşturulmuştur. Açıkça ifade ediyorum, bu tür iddialar doğru değildir. Bu konudaki Silahlı Kuvvetleri'nin görüşlerini büyük harflerle tekrar ifade ediyorum: TSK, AB karşıtı olamaz. Çünkü AB, Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk toplumuna gösterdiği çağdaşlaşma hedefinin jeopolitik ve jeostratejik açıdan zorunluluğudur. Bu zorunluluk, aynı zamanda Türkiye'nin sosyal, politik, ekonomik ve güvenlik hedefleriyle de tam olarak örtüşmektedir. Türkiye Avrupa'nın bir parçasıdır ve Avrupa Birliği'ne girecektir. Bu yargı, bazı çevrelerin düşüncesi ile çelişse bile, Türkiye'nin ve TSK'nin kesin kararlılığının açık bir ifadesidir...." (Hürriyet, 29.5.2003)
Bu yetmemiştir, Org. Büyükanıt 2006 yılı Ekim ayı içinde, bu kez de Genelkurmay Baþkanı olarak Harp Akademileri'nin açılýşında yaptığı konuşmada, TSK'ye eleştiriler yönelten AB yetkilisi Kretschemer'i yanıtlarken bile sözlerine şöyle başlamıştır:

Türk Silahlı Kuvvetlerinin ülkemizin Avrupa Birliği üyeliğini tamamen desteklediği daha önce müteaddit defalar beyan edilmiştir. Bu nedenle bu açıklamamın Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği ile ilişkilendirilmesi yanlış olur… "
O zaman TSK'nin bu anlayışını görmezden gelip sadece AKP'yi eleştirmek, sonra da ADD üst yönetiminden sesini çıkartmasını talep etmek tutarsız bir davranıştır.

Şener Eruygur liderliğindeki ADD yönetimi oraya toplumsal muhalefeti kontrol etsin diye getirilmiştir, öncülük etsin diye değil... Ve bu amaç da sistemin egemenlerinin talebidir ki, TSK üst yönetimi de o egemenlerin önemli bileşenlerinden biridir.
Bugünkü koşullarda yüksek bir profil sergilemeye; halkımızın anlayacağı bir dille söylemek gerekirse artık sesini yükseltmeye davet edilmesi gereken ADD yönetimi değil, öncelikle TSK'nin üst yönetimidir.

Ne diyordu Genelkurmay Başkanı:

"Askerle hükümet arasında bir uyumsuzluk varmış gibi gösterilmesi de doğru değil...
Türkiye'nin bazı ulusalcıları TSK üst yönetimi konusundaki kimi önyargılarını artık sorgulamaya başlarlarsa, belki toplumsal muhalefet için bir kıpırdanma şansı olur.

Yoksa bu tür bildirilerle önce kendimizi, sonra da toplumu oyalar dururuz...
Yazık bu ülkeye, yazık...
Serdar ANT



..

CMOK'lar CHP'nin " Arka Bahçesi " mi…?





CMOK'lar CHP'nin "  Arka Bahçesi" mi… ?




SERDAR ANT..,
20.10.2007 



CMOK' lar, Cumhuriyet gazetesinde bu gün (20.10.2007) yayınlattıkları Referandum Bildirisi'nde şöyle diyorlar:

"Halkı kandırmaya yönelik 21 Ekim Referandumu hukuk dışıdır. Sandığa gitmek bunu kabul etmek, ortak olmak demektir. Halk'a, Hukuk'a ve Anayasa'ya karşı yapılan aldatmacanın ortağı olmamak için sandığa gitmeyeceğiz."

Cumhuriyet Okurları adına konuşanlar, yapılacak olan bu halkoylaması ile Anayasa'nın 96. maddesinin de değiştirileceğini ve artık bundan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, yapacağı seçimler dâhil bütün işlerinde üye tamsayısının en az üçte biri ile toplanacağını; AKP'nin, yeni Anayasa yapım süreci olmak üzere tüm yasama faaliyetlerinde 340 milletvekilli ile istediği her değişikliği yapabileceğini görmezden geliyorlar.

Bu koşullar altında " bu halk oylaması bir hukuksuzluk örneğidir " diyerek boykot etmek, CMOK'ların hukuk anlayışının zavallılığını gösteriyor. Çünkü; şimdi halkoylamasını boykot ederek meydanı AKP'ye bırakanlar, hukuksuzluğa karşı durmuyorlar, daha büyük hukuksuzlukların uygulanması yolunda aslında AKP'ye hizmet ediyorlar.   CHP'nin "oy avcılığı için" geliştirdiği BOYKOT politikasının arkasına takılıyorlar…

CHP, boykot çağrısı ile aslında (A. Gül'ün Cumhurbaşkanlığında doğacak gerilimlerle) ülkemizde "türban-anti türban" saflaşması yaratarak seçim kazanmak amacını açıklamış olmaktadır.
Bu nedenle CHP, TBMM'de çoğunluğa sahip olan iktidar partisinin kendisi ile uzlaşmasını sağlayacak bir hükmün Anayasa'dan kaldırılması için yapılan halkoylamasına katılmama çağrısı yaparak, iktidar partisinin amaçlarını kolaylaştıracak şekilde hareket ediyor!

CMOK'lar da " Hukuksuzluğa karşı çıkıyorum, ortak olmuyorum " gibi bahanelerle bu girişime destek oluyor!

21 Ekim halk oylamasına katılmayarak, AKP'nin amaçlarını gerçekleştirmesi yolunda önemli bir engelden kurtulmasına seyirci kalan CHP;   yarın çıkıp, utanmadan AKP'nin TBMM'den geçirmeye çalışacağı yeni Anayasa'ya muhalefet edecekler, laiklik ve cumhuriyet savunuculuğu nutukları atacaklar!

Yapılması gereken, halk oylamasına katılıp " HAYIR " oyu vermektir. AKP'nin 367 engelinden kurtulmasına mani olmaktır.


SERDAR ANT..,
20.10.2007 






Mandacı Teslimiyetin Şerefi ( BUGÜNE UYARLAYIN )




Mandacı Teslimiyetin Şerefi




Serdar ANT..,

09 10 2002


"Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi" adı altında sunulan bu belge,
öncelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik ve bağımsızlığını ortadan 
kaldırmaya kapı açacak temel yasal olanaklar sağlaması ile dikkati
çekmektedir.

AKP'nin Siparişi üzerine 5 kişiden oluşan bir " Bilim kurulu " tarafından
hazırlanan Anayasa Taslağı açıklandı. (Taslağın gerekçeli tam metni için bkz 
13.9.2007 tarihli günlük basın) " Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi " adı
altında sunulan bu belge, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik ve
bağımsızlığını ortadan kaldırmaya kapı açacak temel yasal olanaklar 
sağlaması ile dikkati çekmektedir. Bu yöndeki en belirgin değişiklik Anayasa
Taslağı'nın Genel Esaslar bölümünde yer alan 5. maddesindedir. 5.madde,
taslak metinde şöyle kaleme alınmıştır:


"Madde 5 – 


(1) Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.

(2) Türk milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yasama,
yürütme ve yargı organları eliyle kullanır.

(3) Egemenliğin kullanılması hiçbir surette, Hiçbir Kişiye, zümreye veya 
sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan
bir Devlet yetkisini kullanamaz.

(4) '' Milletler arası ve milletler üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan
sınırlamalar saklıdır." 

Bu çerçevede artık egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu söylemek
olası değildir. Taslak bu şekilde yasalaşırsa, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu
temel ilkesi, kâğıt üzerinde geçerli olsa bile,
fiiliyatta artık tarihe karışacaktır. 

Gerçi Taslağının 5. Maddesinin birinci fıkrasında hâlâ " Egemenlik kayıtsız
şartsız Milletindir " denilmektedir. Ne var ki, aynı maddenin son fıkrası
Milletler arası ve Milletler üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan 
sınırlamalar saklıdır " diyerek egemenliğin " Kayıtsız" ve " Şartsız " olma
halini ortadan kaldırmaktadır.

Daha açık ifade etmek gerekirse, kâğıt üzerinde "egemenlik kayıtsız şartsız 
milletin" olacaktır. Ama milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara
üyelikten kaynaklanan yükümlülükler karşısında milletin olan egemenlik
sınırlanabilecektir. Hem de kayıtsız ve koşulsuz bir sınırlama!

Milletler arası kuruluşları biliyoruz. BM, Avrupa Konseyi vb… Peki,
Milletler-Üstü kuruluşlar Hangileridir?


İlk akla gelen AB'dir. Zaten Anayasa taslağının 5. maddesinin gerekçesinde
bu açıkça ifade edilmektedir: 
"Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik statüsü elde etmesi halinde, Türkiye
Cumhuriyetinin sahip olduğu bazı yetkilerin Birliğin yetkili organ ve
makamlarına devri kaçınılmaz olacaktır. Nitekim Birlik üyesi olan ülkeler, 
anayasalarında değişiklik yapmak suretiyle egemenlik yetkilerini kısmen
Birliğin yetkili organlarına devretmişlerdir."

Anayasa taslağı açıklanmadan günler önce basına sızan haberlerden birinde
(Vatan, 22.8.2007) "Türkiye'nin AB'ye üye olması halinde "egemenliğin"
kullanımı konusunda yaşanabilecek tartışmaların önünü kesecek düzenleme de
taslak metinde var. Yeni Anayasa'da egemenlik bölümünde "Türkiye'nin taraf 
olduğu uluslararası sözleşmeler istisnadır" ibaresi eklenecek" denilerek
kamuoyu oyalanmaya çalışılmıştı.

Oysa şimdi görüyoruz ki, "Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler
istisnadır" ibaresi yerine "milletler arası ve milletler üstü kuruluşlara 
üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır" fıkrası ile egemenliğin
kısıtlanması neredeyse sınırsız hale getirilmiştir.

Öncelikle vurgulanmalıdır ki, ne şekilde olursa olsun egemenliği sınırlamak,
kavramın özü ile çelişen bir eylemdir. Çünkü egemenlik, tanım gereği 
bölünemez, devredilemez, sınırlanamaz en üst iktidardır. Bu niteliği ile
herhangi bir " İstisna î " durumla sınırlandırılamaz. İşin doğasına aykırıdır
bu.

Ayrıca AB ile imzalanacak tek bir sözleşme de yoktur ortada. Siyasetten 
ekonomiye, ticaretten kültüre, turizmden spora, ulaştırmadan tarıma,
eğitimden dış politikaya, kısacası devletin siyasi-hukuki-ekonomik
yapısından vatandaşın kokoreç yemesine kadar yaşamın her alanının AB
yapısına uyumlu hale getirilmesi "uluslararası sözleşme" ifadesi kapsamında 
değerlendirilemez.

Uluslararası sözleşmelerde taraflar vardır, her tarafın hak ve
yükümlülükleri, talepleri ve beklentileri olur. Türkiye'nin AB'ye üyelik
sürecinin bu kapsamda değerlendirilemeyeceğini görmek için, her şey bir yana 
Müzakere Çerçeve Belgesi'ne bakmak bile yeterlidir.

Örneğin Türkiye ile AB arasındaki müzakerelere esas teşkil eden Çerçeve
Belgesi'nin 11. Maddesinde "Türkiye'nin bir üye devlet olmasının getireceği 
tüm hak ve yükümlülükler, Türkiye ve topluluk arasındaki mevcut tüm ikili
anlaşmaların ve Türkiye tarafından akdedilmiş üyelik yükümlülükleriyle
bağdaşmayan diğer tüm uluslararası anlaşmaların sona erdirilmesini 
gerektirir" denilmektedir ki, bu bağlamda Lozan Anlaşması'ndan Montrö
Boğazlar Sözleşmesine kadar Türkiye'nin taraf olduğu birçok temel anlaşmanın
sona ermesinin söz konusu olabileceği açıktır. Yine aynı Belge, tam üyeliği 
önceden garanti edilmeyen ucu açık bir süreç" olarak tanımlarken, "Türkiye
nin üyelik yükümlülüklerini tam olarak üstlenecek durumda olmaması halinde
Avrupa yapılarına mümkün olan en güçlü bağlarla kenetlenmesi"nin (madde 2) 
sağlanmasını şart koşmaktadır.

Türkiye ile AB arasındaki birlik ilişkilerinin bu şekilde tanımlandığı
koşullarda söz konusu olan, anayasa taslağının 5. maddesinin gerekçesinde
vurgulandığı gibi "Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu bazı yetkilerin 
Birliğin yetkili organ ve makamlarına" devrinin kaçınılmazlığı değildir!
Çünkü bu koşullarda bir üyelik, ortada ne Türkiye ne de bir Cumhuriyet
bırakmaktadır!

Öte yandan maddenin gerekçesinde yer alan 
"Birlik üyesi olan ülkeler, anayasalarında değişiklik yapmak suretiyle
egemenlik yetkilerini kısmen Birliğin yetkili organlarına devretmişlerdir."
gibi bir yaklaşım da bu egemenlik devrini meşru ve kabul edilebilir kılmaz. 
Zira egemenliğin, tanımı gereği devredilemez bir üst iktidar olmasının yanı
sıra diğer Birlik üyesi ülkeler üyelik sürecinde Türkiye'ye dayatılan
Müzakere Çerçeve Belgesi gibi bir metinle karşı karşıya bırakılmamış, bu 
koşullar altında Birliğe üye olmamışlardır.

Kısacası söz konusu olan hukuki-siyasal anlamda egemen ve bağımsız olan
Türkiye Cumhuriyeti' nin bir ulus-üstü oluşum, milletler-üstü bir kuruluş
olan AB potasında eritilmesi dir. Bu nedenle de açıklanan taslakta 
milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan
sınırlamalar saklıdır" ifadesi ile egemenliğin AB kurumlarına
devredilmesinin anayasal dayanağı yaratılmaktadır. Dolayısıyla taslağın 5.
maddesinin birinci fıkrasında yer alan "egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir" ifadesi bu koşullar altında artık bir süstür, eğer taslak bu
şekliyle kabul edilirse süs olmaktan öte hiçbir anlamı da olmayacaktır. 

Böylece yeni Anayasa taslağı birkaç yıl önce "ulus devletin egemenliğine de
bakmak lazım. Artık ulus egemenliği paylaşılacaktır. XXI. yüzyılda egemenlik
paylaşımına hazır olmalıyız…"
(Cumhuriyet, 19.2.2004) diyen Kemal Derviş'in temsil ettiği zihniyetin ve bu
zihniyetin ardında olan yerli ve yabancı güçlerin isteklerini yerine
getirecek içerikte bir yapılanmayı amaçlamaktadır.

Yine bu Anayasa ile yaklaşık iki buçuk yıl önce Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in 
TBMM'de, İstanbul bağımsız milletvekili Emin Şirin tarafından kendisine
yöneltilen bir soru önergesini yanıtlarken vurguladıklarının gereği yerine
getirilmektedir. Adalet Bakanı Çiçek, soru önergesini yanıtlarken "özellikle 
yetki devri açısından Türkiye'nin AB'ye katılıma hazır hale gelebilmesi için
Anayasa'nın, başta "egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu"
güvence altına alan 6'ıncı ve "yasama, yürütme ve yargının yetkilerini" 
düzenleyen 7, 8 ve 9'uncu maddeleri olmak üzere, 10 maddesinin
değiştirilmesi gerektiğini belirtmişti. (Cumhuriyet, 16.2.2005)

O gün istenenler, AKP'nin Sipariş Anayasası ile bugün geçerlilik
kazanacaktır. Bu taslağı tartışıp yasalaştıracak olan da henüz bir ay önce 
…milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma namusun ve şerefim
üzerine ant içerim" şeklinde yemin ederek göreve başlayan
milletvekillerinden oluşan bugünkü Meclis olacaktır!

Bu " Namus " ve " Şeref " sahiplerini, önümüzdeki yıllarda, 23 Nisan'larda, 29 
Ekim'lerde yine " Egemenlik, Bağımsızlık, Cumhuriyet…" diye nutuk atarken
görürseniz Şaşmayın!

Mandacı Teslimiyetçiliğin " Namusu " ve " Şerefi " budur çünkü!


http://www.heddam.com/index.asp?H=6670


..

BALYOZ!







BALYOZ!






Serdar ANT..,


26 01  2010

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ soruyor:

«Darbe iddialarının gündemde kalmasından kim menfaat sağlıyor?»


İlginç değil mi, koskoca Türk ordusunun komutanı yanıtı belli olan bir soruyu neden sorar ki?

Son 7 yıldır iktidarda olan kim?
«AKP…»
Son 7 yıldır ülkenin geldiği durumun sorumlusu kim?
«AKP…»
Ülkenin içine saplandığı batağı gözlerden saklamak zorunda olan kim?
«AKP…»
O zaman gündemi meşgul eden, Türkiye’nin gerçek sorunlarının tartışılmasını engelleyen, kısacası AKP’nin günahlarını gözlerden saklayan darbe tartışmalarından yarar sağlayan da belli değil mi? Sormaya gerek var mı?
Peki, neden AKP?


Nedeni açık…

2009′a 10,4 milyar lira açık verme hedefiyle başlayan AKP hükümeti, yılı 52,2 milyar liralık bütçe açığı ile kapattı. Açık, hedefi beşe katladı.
Bugün Türkiye’nin 3,3 milyon işsizi var. İşsizlik, resmi açıklamalarda bile % 13′ün altına düşmüyor. 2009′da 569 bin kişi işsizler ordusuna eklendi. Genç nüfusta işsizlik oranı 2009′da % 2,2 artarak % 24 oldu. Her dört gençten biri işsiz…
Hazine, önümüzdeki yıl 200,3 milyar TL borç ödeyecek. Bunun 56,7 milyar TL’lik kısmı faiz… Bu çerçevede Türkiye, önümüzdeki yıl dakikada yaklaşık 107 971 TL, saniyede ise yaklaşık 1799 TL faiz ödemesinde bulunacak. Daha somut konuşmak gerekirse, fert başına yaklaşık 793 TL borç faizi ödemesi düşerken; bu rakam 4 kişilik bir aile için 3174 TL olacaktır. Bu para, Türk halkının cebinden çıkan net kaynaktır! AKP iktidarı döneminde iç ve dış borçlar, 82 yılda Cumhuriyet hükümetlerinin toplam borçlarının 2 kat üstüne çıkmıştır.
Türk İş’in yaptırdığı bir araştırmaya göre Aralık ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 795 TL, yoksulluk sınırı da 2 588 TL… Ama 2010 yılında asgari ücret sadece 577 TL…


AKP iktidara geldiğinde Türkiye «kalkınma hızı bakımından 149 gelişmekte olan ülke arasında 29′uncu, G-20 ülkeleri arasında 3′üncüyken, 2010′da G-20 ülkeleri arasında 17′inci sıraya, gelişmekte olan ülkeler arasında da 136. sıraya düşmüştür.» AKP iktidarının ortalama kalkınma hızı, Türkiye’nin 80 yıldır, 2002′ye kadar gerçekleştirdiği ortalama kalkınma hızının altındadır.
Türkiye ekonomisi, 2009′da yaklaşık yüzde 6 oranında küçülmüştür.
Sonuçta asıl balyoz Türk ekonomisi üzerine indiriliyor! Millet darbeler altında inliyor.


Genelkurmay Başkanı, ilk olağan görüşmede yukarıdaki tabloyu Başbakan’ın önüne koyabilecek mi? Kim bilir, Org. Başbuğ’un sorusunu belki de Başbakan Erdoğan yanıtlar!

Serdar ANT

denizk...@gmail.com


https://groups.google.com/forum/#!topicsearchin/liberal-izmirliler/SERDAR$20ANT/liberal-izmirliler/4cKunEu_yuE

..

4 Ocak 2016 Pazartesi

3 CÜ MEŞRUTİYETTE SARAY ENTRİKALARI






    3 CÜ  MEŞRUTİYETTE  SARAY  ENTRİKALARI




Güneş Ayas
26.08.2002


Üçüncü Meşrutiyet’in Saray Entrikaları


Seçim değil,darbe dönemindeyiz,

Geçtiğimiz hafta siyasi pazarlık trafiği en yoğun günlerini yaşadı. Derviş’in YTP ile CHP arasındaki turları, DTP’nin Demirel aracılığıyla ikna edildiği YTP ittifakı, DYP ile ANAP’ı barıştırma amaçlı ‘Rodos ittifakı’ bu trafiğin önemli durakları oldular.
Siyasi pazarlıkların bu derece yoğunlaşması çoğu insana göre yaklaşan seçim için girişilen hazırlıkları ifade ediyor. Aydın Doğan’ın gazeteleri ‘seçim havası’nı yansıtmak için ellerinden geleni yapıyor. Her şey bizi bir seçim döneminde olduğumuza inandırmak için düzenlenmekte.
Yapay bir seçim havası yaratılma çabalarının ardında iki amaç bulunuyor. Birincisi, Üçüncü Meşrutiyet’in bir darbeyle ilan edildiğini gözden kaçırmak ve böylece olağanüstü bir döneme girildiğinin üzerini örtmek. İkincisi, darbeyi ve Üçüncü Meşrutiyet sürecini ilerletmek için girişilen entrikaların anlaşılmasını önlemek. Seçim hazırlığı etiketi altında normalleştirilen entrikaların ne anlama geldiğini kavramak için bir seçim döneminde olduğumuz yanılsamasını ortadan kaldırmak gerekiyor.
Gerçekten de yaşanan süreç bir seçim öncesine değil, bir darbe sonrasına denk düşüyor. Hem de Üçüncü Meşrutiyet’i ilan etmeyi başarmış, muzaffer ama yarım kalmış bir darbe sonrasına. Seçim, Türkiye’nin gündemine TÜSİAD ve Aydın Doğan’ın yönettiği bu darbe ile birlikte gelmişti. Ama bu, darbecilerin ne geçmişte ne de şimdi bir seçim istediği anlamına gelmiyor.
Darbenin hedefi seçim değil, MHP’siz ve Ecevit’siz bir hükümetin kurulmasıydı. Bu amaçla Ecevit’in çekilmesi sağlanacak; Derviş, Özkan ve Cem piyon olarak kullanılıp DSP ele geçirilecekti. Ardından da DYP, ANAP ve DSP’nin de bulunduğu bir AB’ci hükümet kurulacaktı.
Seçim, bu darbe sürecine karşı MHP’nin restiydi. MHP’nin restinin darbeyi önleyemediği 3 Ağustos’ta tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Darbenin ilk adımı başarıya ulaştı, AB yasaları kabul ettirilerek Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. İşin garip yanı Meşrutiyet, saray darbesinin devirmek istediği hükümetin yönetimi altında ilan edildi. Birincisi, ‘hürriyet düşmanı’ Abdülhamit’e ilan ettirilen Meşrutiyet’in üçüncüsü ‘millici’ Ecevit’e ve Bahçeli’ye ilan ettirildi. Darbe, programını düşmanına uygulatacak kadar güçlüydü. Dolayısıyla MHP’nin seçim resti etkisiz kaldı. Şimdi ise darbeciler darbeyi tamamlayarak iktidarı almaya çalışıyorlar. Seçimle alacak halk desteği de olmadığından yeni entrikalar devreye giriyor.


Seçim hazırlığı değil, saray entrikaları

Darbecilerin hiçbir halk desteğine sahip olmaması hiç de şaşırtıcı değil. Kendinden önceki iki Meşrutiyet gibi Üçüncü Meşrutiyet’in de temel özelliği, halkın bütünüyle safdışı edilmesi ve sürecin darbelerle ilerletilmesi. Darbeyle ilan edilen Üçüncü Meşrutiyet’in seçimlerle süreceğini beklemek de bu yüzden boş bir hayal.
Meşrutiyet döneminde seçim hazırlığı değil, ancak saray entrikaları olur. Seçim ise ancak bu entrikaların birbiriyle hesaplaştığı bir zemindir. MHP’nin seçim resti bu hesaplaşmanın ipuçlarını ortaya serdi ama darbecilerin seçime hiç de hazırlıklı olmadıkları görülüyor.
Darbecilerin baş oyuncusu ve Üçüncü Meşrutiyet’in en güvenilir sadrazamı Mesut Yılmaz barajın altında, İsmail Cem ve Mehmet Ali Bayar da öyle. Bunları ittifaklarla kurtarmaya yönelik çabalar da bir türlü başarı kazanamıyor. Bu durumda Aydın Doğan’ın ‘C Planı’ devreye giriyor.
Gazetelerinde bol bol Türkiye’nin ‘seçim havasını soluduğumuz’ Aydın Doğan’ın planı, seçimi erteletmek üzerine kurulmuş durumda. Rodos Adası’nda Özer Çiller’le yapılan görüşme de, muhtemelen, bir seçim ittifakından çok seçimi erteletme amacıyla gerçekleşen bir görüşmeydi. Bodrum’da buluşan iki yakın dost (Aydın Doğan ve Mesut Yılmaz) kararı aldılar. Daha sonra da Rodos’ta Özer Çiller ve İsmail Cem ile pazarlıklarda planı görüştüler.

Darbeyle kurulamayan MHP’siz hükümet bu sefer başka yollarla kurulmaya çalışılıyor. MHP’nin seçim resti de bu adımla karşılanmış oluyor. ANAP ‘önce AB yasaları sonra seçim’ formülüyle bir süredir seçim istemediğini duyurmuştu. TÜSİAD ve TOBB gibi patron örgütleri seçim istemediklerini açık bir dille ortaya koydular. Hatta patronlara göre seçim o kadar anlamsız ki, seçimden sonra bir seçim daha yapmak gerekecek. DSP ve SP’nin seçim istemediği de biliniyor. YTP ise geçtiğimiz günlerde Meclis Grup Başkanvekilleri Oğuz Aygün’ün ağzından ‘seçime hayır’ dediğini duyurdu. Bu partilere, bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyen küskün milletvekilleri de katıldığında seçimin ertelenmesi imkan dahiline girmiş oluyor.
Bu noktada DYP’nin ikna edilmesi önem kazanıyor. Bu ikna süreci ise iki aşamalı. Birincisi; DYP’nin seçimi ertelemek ve kurulacak yeni ANAP’lı YTP’li hükümete katılmak üzere ikna edilmesi. İkincisi ise, ANAP’ı baraj altından kurtaracak bir seçim ittifakının kapısını aralaması.

Aydın Doğan’ın seçim hazırlığı kılığındaki bütün çabaları aslında saray darbeleri ve siyasi entrikalar yoluyla Türkiye siyasetinin ele geçirilmesi üzerine kurulu. Bir saray darbesiyle ilan edilen Meşrutiyet halkın tümüyle devre dışı bırakıldığı yeni entrikalarla ilerliyor.
Meşrutiyet: emperyalistlerin ülkeye çullandığı bir kargaşa dönemi
Üçüncü Meşrutiyet’in perde arkasındaki yerli komutanlar TÜSİAD ve Aydın Doğan. Türkiye’de siyaset bu iki aktörün kararları tarafından belirleniyor. Bununla beraber bu iki komutan da dış merkezlerin ülkedeki bir uzantısı niteliğinde. Üçüncü Meşrutiyet bu anlamda siyasetin de yabancı elçiliklerin eline teslim edilmesi anlamına geliyor.
Darbelerle ilerlemesi siyasetin halktan bütünüyle koparılıp emperyalistlere bağlanmasından kaynaklanıyor. Meşrutiyet bir otorite boşluğu yaratıyor ve bu boşluk Batılı elçilikler tarafından dolduruluyor. İlk iki Meşrutiyet’in sürekli değişen sadrazamları gibi bir gidip bir gelen siyasetçiler de Batı devletlerinin ülkeye tüm güçleriyle çullanmalarının bir göstergesi.
Türkiye’nin bir seçim döneminde bulunduğunu söyleyenlere neyin seçiminin yapıldığını sormak lazım. Seçim sandıklarda değil, Türkiye’nin kilometrelerce uzağındaki Batı başkentlerinde yapılıyor.

Meşrutiyet’in sonucunun parçalanma olduğunu hatırlayalım. Seçim Türkiye’yi kimin parçalayacağı veya başka bir deyişle Türkiye’nin kimin planı uyarınca parçalanacağını seçmek anlamına geliyor.

Türkiye ya Amerikancıların planı çerçevesinde Kuzey Irak üzerinden parçalanacak ya AB’cilerin planı uyarınca Güneydoğu üzerinden parçalanacak. Ya da iki süreç beraber işleyecek. Seçim yarışının ardına gizlenen kavga işte tam da Türkiye’yi hangi emperyalistin yöneteceği üzerinde düğümlenmiş durumda. Seçim yarışı içindeki, medyadaki ve sermaye kesimlerindeki her kavga, Türk siyasetine yön veren her aktör emperyalistlerin Türkiye’yi paylaşma planları üzerindeki kapışmasının bir yansıması.
Emperyalistlerin Türkiye için öngördükleri son aynı olduğundan seçim Türkiye’nin kaderi açısından bir şey değiştirmiyor. Ama seçime taraf olanlar açısından çok şey ifade ediyor. Seçim iki kutup arasındaki kapışmanın zemini haline gelmiş durumda.

AB’ciler şu anda inisiyatifi ellerinde bulundurdukları için elbette ki seçim istemeyecekler. Konumlarının sarsılması durumunda başlarına ne geleceğini çok iyi tahmin ettikleri için entrikalar yoluyla Türkiye’nin kontrolünü bütünüyle ellerine almak istiyorlar.

Üçüncü Meşrutiyet’in komutanları: Aydın Doğan ve TÜSİAD Sadrazam: Mesut Yılmaz

Türkiye’de hakim konumda olan emperyalist güç AB. Türkiye ticaretinin büyük kısmı AB ülkeleriyle yapılıyor. Dış ticarette kambiyo rejiminin dolardan euroya çevrilmesi de bu tezi doğruluyor. Türk sermayesi büyük oranda Avrupa sermayesine bağımlı. Türkiye’nin en büyük patron örgütü TÜSİAD, Avrupa sermayesinin ülke içindeki acentası konumunda.
3 Ağustos’ta bölünme yasalarının çıkarak Meşrutiyet’in ilan edilmesi Avrupa’nın parçalama senaryosunun yürürlüğe girdiğini gösteriyor. Avrupa’nın Türkiye’de üstünlüğü son 20 yılın ürünü ve bu üstünlüğün sağlanmasında iki aktör öne çıkıyor: Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan.
Yılmaz’ın da Doğan’ın da bükülmez bileği dış bağlantılarının sağlam olmasından kaynaklanıyor. Koç’un distrübütörlüğünden dördüncü büyük holdingliğe yükselen Doğan ile 20 yıldır iktidardan uzaklaşmayan Yılmaz bu bağlantılarla ayakta duruyor.
Yılmaz’ın gücünü küçümsememek gerek. ABD’nin tam destek verdiği Özal bile Yılmaz’ı ANAP’tan atamamıştı. Özal’ın adamı Yıldırım Akbulut, Yılmaz’ın gücüne karşı koyamayarak partiyi terketmişti. Yolsuzluk soruşturmalarının ucu Yılmaz’a dokununca Tantan ‘Cumhuriyet tarihinin en başarılı İçişleri Bakanı’ ilan edilmişken bir anda harcanmıştı. Yılmaz’ın orduya karşı cürretinin kaynağını da ancak dış bağlantıları ile beraber anlayabiliriz.
Doğan ise en büyük medya patronu olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Enerjiden bankacılığa, iletişimden turizme ekonominin kilit sektörlerini eline geçiren büyük bir tekel. Yılmaz ve Doğan’ı Avrupa’ya bağlayan bağlar aynı zamanda bu ikiliyi de birbirine bağlıyor. Yılmaz ile Doğan arasında o denli samimi bir ilişki var ki, Doğan dönemin Başbakanı Yılmaz’ın karşısına pijamayla çıkabiliyor. Enerji ihaleleri Yılmaz döneminde Doğan’a veriliyor. Doğan’ın gazeteleri de doğal olarak Yılmaz’ın yayın organı haline dönüşüyor. Türkiye’de AB’ci kanat bu ikili tarafından yönetiliyor. Türk siyasetinin bütünüyle elçiliklerinin denetimine girdiği bu yeni Meşrutiyet’te Avrupa’nın Türkiye’deki en güvenilir iki dostu Yılmaz ve Doğan.

Büyük İttifak: Yılmaz’ı kurtarma formülü

Aydın Doğan 57. hükümette Mesut Yılmaz eliyle temsil edildi. Mesut Yılmaz hükümet içinde darbecilerin Truva atı olarak darbeciler hükümete saldırırken bile darbecilerin yanında yer almaktan çekinmedi. Herkes Yılmaz’ın çevirdiği dolapların farkında olmasına karşın kimse ona dokunmaya cesaret edemedi. İş artık bir darbe tezgahlamaya döküldüğünde Bahçeli isyan etti ve koalisyon ortağının ‘entrikalar içinde rol aldığını’ açıkladı.
Yılmaz koalisyon içinde darbeyi örgütleyen esas güç olmasına karşın beklenmeyen gelişmeler nedeniyle Cem, darbenin lideriymişçesine öne çıktı ve Yılmaz’ın rolü unutturuldu. Esas amaç ANAP’ın merkezinde bulunduğu AB’ci bir hükümetti. Bu hükümet 2004’e kadar sürecek, hem AB yasaları kolayca geçirilmiş olacak hem de baraj altındaki Mesut Yılmaz kurtarılmış olacaktı. Ama olmadı. İkinci senaryo uygulandı.
Cem’in önderliğindeki Yeni Türkiye, DSP’yi ele geçirme operasyonundaki başarısızlığın bir ürünüydü ve ANAP’a rakip olarak kurulmamıştı. Tersine kuruluşundan itibaren ortaya atılan geniş ittifak çağrıları ANAP’ı kurtarma planının parçasıydı. Amaçlanan geniş bir AB ittifakıydı ve halen de bu amaç devam ediyor. 3 Ağustos bu büyük AB ittifakının ilk denemesiydi. Derviş’in ‘sosyal liberal sentezi’, Cem’in ‘çağdaş çoğunluk’u, İstemihan Talay’ın ‘biz sol parti değiliz’ açıklaması ve Doğan Grubu gazetelerinin ‘Uygarlık İttifakı’ manşetleri bu ‘geniş cepheci’ ANAP’ı kurtarma planının bir parçası olarak selamlandı.
Cem’in partisi darbeyi başarıya ulaştırmak ve Meşrutiyet’i ilan etmek için ilk önce şişirildi. Sonra ise kasıtlı olarak gözden düşürüldü ve esas görevi hatırlatıldı. Cem’in partisinin görevi Yılmaz’ı kurtarmaktı. Cem’in partisi “Yılmaz’ı Kurtarma Partisi”ne dönüştürüldü. Cem, sol söylemini terketmeli, solu birleştirmek yerine ‘demokrasi’ güçlerini birleştirmeliydi. ANAP ancak böyle bir programla kurtarılabilirdi. ANAP’ı kurtaracak ittifak YTP, DTP ve ANAP arasında kurulacak, Derviş’in de bu hükümet içinde yer almasıyla birlikte ekonomik program da sağlama alınmış olacaktı. Cem tüm bu süreçte Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planlarında rol aldı.
Cem’in şimdiki durumuna bakarak basit bir piyon olduğunu öne sürmek doğru olmaz. Sonuçta Meşrutiyet sürecinde bütün siyasi aktörler Batının piyonudur ama bazıları dış bağlantılarının niteliğiyle diğerlerinden ayrılır ve öne çıkar. 

Örneğin Mesut Yılmaz böyle birisidir.

Cem’in dış bağlantıları da gitgide açığa çıkıyor. Schröder’in Baykal’a randevu vermeyip Cem’e vermesi ve 15 AB dışişleri bakanının eski meslektaşlarını destekleyecekleri yönündeki haberler bu bağlantıları ortaya koyuyor. Ülke içinde de sermayenin Sabancı’nın ağzından Cem’i destekleyeceğini söylemesi önemli bir olgu. TÜSİAD ve AB dışişlerinin birlikte Cem’i desteklemesi gözardı edilecek bir durum değil. Bu durumda Cem ya şu an gözüktüğü gibi Meşrutiyet’in sadrazam adayı olarak parlatılıp kullanılacak ve sonradan çöpe atılacaktır ya da gerçekten sadrazamlığa getirilecektir. Meşrutiyet’in darbelerle ilerlediği gibi tek bir sadrazam eliyle işlemediği de gözden kaçırılmamalıdır.
Cem’in şu an çok güçsüz olduğu gerçektir. Ama halk nezdinde hangi Meşrutiyet aktörünün gücü vardır ki. Üçüncü Meşrutiyet’in aktörleri güçlerini halktan değil, bağlı bulundukları emperyalist kuvvetten alırlar.
Bu yüzden Türkiye’de en Avrupacı olanlar halk arasında en zayıf olanlardır. Halk, arkasındaki güce ve medyanın kampanyalarına karşın AB’cilere güvenmez. Bugün Türkiye siyasetindeki en Avrupacı iki siyasetçi Yılmaz ve Cem’in seçim çalışmalarına Türkiye’de değil de Avrupa’da başlamaları bundandır. Cem seçim kampanyasına Berlin’de başlarken, Yılmaz ise Kopenhag’da başlamayı tercih etti. Cem’in moral bozucu Kayseri macerasından sonra böyle yapması doğal karşılanabilir. Ama seçim kampanyasında alışıldığı gibi il il Türkiye’yi gezmek yerine ülke ülke Avrupa’yı gezen ilk lider İsmail Cem olacak ve bu her iki Meşrutiyet’te bile rastlanamayan siyasetçi tipi Üçüncü Meşrutiyet’in Türk siyasi hayatına önemli bir katkısıdır.

Derviş Oyunu niye Bozdu?

Derviş, Yılmaz’ı kurtarmak için kurulacak ‘Büyük İttifak’ın mimarı olarak öne çıktı. Medya da Derviş’e bu rolü uygun görmüş gibiydi. Derviş Türkiye’de siyasetin ve sermayenin üstünde anlaştığı tek isim ve bu niteliğiyle de bir joker olarak oradan oraya sürüldü.
Bunun ilk nedeni Derviş programının birbiriyle mücadele eden tüm partilerin uygulama taahhüdü verdiği bir program olması. Tüm partiler IMF’ci oldukları için IMF’nin has adamı Derviş, ekonomi programının değişmez uygulayıcısı. Ama dikkat edilirse Derviş’e verilen rol de bununla sınırlı. IMF’nin ve ABD’nin sağladığı gücün de yardımıyla ittifakların harcı olması uygun görülen Derviş’e verilen yönetsel görev tüm senaryolarda ekonomiyle sınırlı.
Doğan Grubu’nun Ertuğrul Özkök’ün ağzından 24 saat içinde Derviş’e sırt çevirmesi Derviş’in hiç de bu siyasi senaryoların değişmez adamı sayılamayacağını gösteriyor. YTP’den ve dolayısıyla ‘büyük ittifak’ projesinden vazgeçip CHP’ye katılmasıyla birlikte medyanın %70’inin olumsuz bir tavır aldığı Derviş’in tek avantajı ve aynı zamanda dezavantajı ABD’nin adamı olması. ABD’nin adamı olması bir avantaj, çünkü ekonomi IMF’ye bağlı, IMF ise ABD’ye. Türkiye’yi yönetecek işbirlikçi iktidarların ekonomik geleceği ise oradan gelecek paraya bağlı. Derviş’in kilit rolü bu dış bağlantıdan kaynaklanıyor.
Ama aynı zamanda bu dış bağlantı AB’ci cephenin Derviş’e, Derviş’in ise AB’cilere güven duymamasına yol açıyor. Murat Yetkin bu durumu Derin Kulis’in (kastedilen herhalde Aydın Doğan ve TÜSİAD’dır) dış bağlantılarının şüpheli olmasından dolayı Derviş’e güvenememesi olarak yorumluyordu ve haksız da sayılmaz. Derviş de muhtemelen aynı güvensizliği onlara karşı duyuyor, çünkü ABD’nin adamı. Cem’i sağla işbirliği yapmakla suçlayıp terketmesi ve Baykal’a katılması da ABD’nin bir adımı olarak görülmeli. Sağla işbirliği suçlamasından Arı Hareketi ve Bayar’ın kastedilmesi düşünülemez çünkü bunlar zaten Derviş’in başından beri desteklediği ittifaklar. Kastettiği herhalde AB’cilerin esas adamı Mesut Yılmaz’la kurulacak bir ittifak ve bu ittifakın tüm tartışmanın merkezinde yer alması da doğal.

DTP’nin Rolü ve Demirel’in devreye sokulması

Demirel’in Derviş’le ilgili “Türkiye’ye görünür bir faydası olmadı” açıklamaları Türkiye’deki yerleşik siyaset geleneğinin tavrını yansıtması açısından önemli. Derviş ABD’den gelmiş bir IMF görevlisi olarak ne medyaya ne de yerli siyasetçilere güven verebiliyor. AB’ci cephe ile Derviş siyasal paylaşım sözkonusu olduğunda karşı karşıya gelebiliyor. Demirel’in bile Aydın Doğan’ın AB’ci senaryolarında roller üstlenebilmesi Türkiye’de siyasetin daha çok AB’nin yönlendirdiği bir kurum haline gelmeye başladığını gösteriyor.
DTP-YTP yakınlaşmasının mimarının Demirel olduğu ortada. DTP’nin ne bir halk desteği var ne de dış bağlantıları diğer rakipleri kadar kuvvetli. Ama Bayar’ın önemli bir görevi yerine getirmek üzere Türkiye’ye, DTP’nin başına getirildiği anlaşılıyor. Bu görev, DYP’yi AB’ci ittifaka çekme ve Yılmaz’ı kurtarma görevi. Bayar’ın da tamamen Doğan Grubu tarafından parlatıldığını düşündüğümüzde Yılmaz’ın Doğan için ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Yılmaz’ı dolaylı yoldan barajın altından kurtarmak için ABD’den bile adam getirtebiliyorlar. ABD’den getirilen bu adam Demirel tarafından himaye ediliyor, AB ittifakının baş aktörlerinden biri haline getiriliyor ve belki de hükümete sokulması düşünülüyor. Ama her nasılsa Bayar’ın kim olduğunu kimse bilmiyor! Partisinin oy oranı %1’i bile bulmuyor!!
Aydın Doğan uzunca bir süredir DTP üzerinden DYP’yi teslim almak ve ANAP’la ittifaka razı etmek için uğraştı. Ama bu entrikanın da sonu hüsran oldu. Doğan’ın oyunu Derviş’in yeni oluşumu terk etmesi ve Çiller’in ittifakı reddetmesi ile yine bozulmuş oldu. Ama oyun bitmiş değil, Aydın Doğan amacına ulaşmak için bütün kombinasyonları deniyor. Siyasi partilerin geleceğini geçmişini düşünmeden hepsini entrikalarında kobay olarak kullanıyor. Tüm siyasi partiler Aydın Doğan’ın darbe tezgahından bir bir geçiyor ve geçmeye devam edecek. Bir çuval inciri berbat etmek istemiyorsa Aydın Doğan her şeyi denemek zorunda.

ABD’de Yetişen Çiller’le Aydın Doğan’ın alıp veremediği

Aydın Doğan’ın planı bu sefer de Çiller tarafından bozuluyor. Bu, Çiller’in Aydın Doğan’ın oyununu ilk bozuşu değil. Ne 8 sene önce Aydın Doğan’ın Çiller’in ABD vatandaşlığıyla ilgili yürüttüğü kampanya kişisel gerekçelerle açıklanabilir ne de şimdi Çiller’in ısrarla ittifak planını reddetmesi O’nun liderlik hırsıyla. Sorun çok daha derindedir. Derviş gibi Çiller de ABD’de yetişmiştir ve ABD’nin adamıdır. Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan ise AB’ye bağlı bir siyaset geleneğini temsil ederler. Mesut Yılmaz’la Tansu Çiller’in aynı şeyleri savundukları halde niye bir türlü birleşemediğini ‘safça’ merak eden köşe yazarları elbette ki durumun farkında. Ama buna karşın Aydın Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planının propagandasını yapıyorlar.
Yılmaz ile Çiller arasındaki ayrım hangi parçalama planının piyonu olunacağı ile ilgili. Yılmaz AB’cilerin önderi olarak Türkiye’yi Güneydoğu’dan bölmeye çalışan AB planının bir piyonu olarak görev üstleniyor. Kürtçe eğitimi ve idamın kaldırılmasını bu kadar militanca savunması bunun için. ABD planına ise sıcak bakmıyor. Irak’a müdahaleye karşı çıkanlar arasında TÜSİAD, TOBB ve Mesut Yılmaz’ın da bulunması elbette onların emperyalist müdahale karşıtı olmasından ileri gelmiyor. AB’ci cephe ve sermayenin çok büyük bir kısmı komprador faaliyetlerini bugün AB planları üzerinden yürütüyor. Yılmaz’ın kendisine yönelen her yolsuzluk operasyonunun ardından ABD karşıtı açıklamalar yapması boşuna değil.

Çiller ise tersine Irak operasyonu başladığında komutan olmak istiyor.
Özal’ın bir koyup üç alma geleneğini sahipleniyor. Kürtçe eğitime ve idamın kaldırılmasına hep mesafeli durdu. Bunun da vatanseverlikle bir ilgisi yok. PKK’nın arkasında bugün ABD değil AB duruyor, bu yüzden de Türk siyasetindeki roller buna bağlı olarak dağılıyor. Türk siyaseti Üçüncü Meşrutiyet döneminde öylesine kompradorlaştı ki göreceli bir bağımsızlığa bile sahip değil. Çiller ve Yılmaz bağlı bulundukları emperyalistlerin çeliştiği ölçüde çelişir, uzlaştığı ölçüde uzlaşabilirler. AB’nin askeri gücünün zayıflığından dolayı izlediği uzlaşmacı politika bizi yanıltmasın. Emperyalistler arası çelişki esas, uzlaşma ikincildir. Bu yüzden uzun vadede AB’ciler ile Amerikancılar bir kapışmaya girişeceklerdir. Bu yüzden de Aydın Doğan boşa kürek çekmektedir.
Ya tüm entrikalar başarısız olursa Aydın Doğan’ın başına neler gelecek?
AB yasaları çıkar çıkmaz AB İttifakı’nın dağılmasının ve Doğan’ın kara kara düşünmeye başlamasının nedeni de budur işte. Üçüncü Meşrutiyet bir kargaşa dönemidir ve seçim borusunun çalınması bütün emperyalist güçleri ve piyonlarını açığa çıkartmıştır. Çünkü seçim kimin yöneteceğinin belirleneceği yerdir. Seçim halk için yapılmaz. Seçimli veya seçimsiz Türkiye’nin geleceği aynı emperyalist planlarla karartılacaktır. Bu yüzden seçimin halk açısından hiçbir önemi yoktur. Ama bir Aydın Doğan için, bir Mesut Yılmaz için son derece önemlidir.

Mesut Yılmaz’ın barajın altında kalması sonrası oluşacak Türkiye’de Yılmaz’lı 20 yılın hesabı sorulacaktır. Yılmaz’ın 20 yıllık iktidar hayatı yolsuzluklarla ve emperyalistlerle kurulan kirli ilişkilerle doludur. Sorulacak hesap sadece Yılmaz’dan değil onun iktidarından beslenen tüm güçlerden sorulacaktır. Bu hesaba ANAP’ın kadrolarının ve ANAP’ın atadığı bürokratların çok büyük bir kısmı dahildir, ANAP iktidarlarında ihale alan sermayedarlar dahildir, banka hortumlayanlar dahildir, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan ve nihayet Aydın Doğan da dahildir. Örümcek Ağı operasyonunun ilerlemesi bugün ancak ANAP’ın iktidardaki gücü ile engellenebiliyor. Örümcek Ağı dosyasında sadece Turgut Yılmaz ve ANAP’lılar değil, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan da var. Enerji ihalelerinin arkasından Yılmaz-Doğan ittifakı çıkıyor, usülsüz krediler ve VakıfBank’taki yolsuzlukların arkasından yine Doğan. ANAP’ın gücü Tantan’ı azledebiliyor, Savcı Şalk’ı susturabiliyor. Ama Meclis dışında kalmış bir ANAP’ın kendini ve beslediklerini koruyacak hiçbir gücü kalmayacağı da ortada.

ANAP’ın alternatiflerine baktığımızda Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD için durumun ne kadar ciddi olduğu daha da net bir şekilde ortaya çıkıyor. Derviş’in CHP’ye katıldıktan sonra Doğan’ın gazetecilerinin aldığı tavra bakarak onlar açısından Baykal’ın hiç de güvenilemeyecek biri olduğunu anlayabiliriz. Önemli olan Baykal’ın AB’yi veya TÜSİAD politikalarını ne kadar benimsediği değil; Doğan, Yılmaz ve TÜSİAD tarafından kurulan çeteye güven verip vermeyeceği. Tayyip için de aynı şey söz konusu. Tayyip, Doğan’ın her dediğini yapabilir ama 20 yılın hesabını sormayacağını kim garanti edebilir? DYP ise işin en ironik kısmını oluşturuyor. Doğan’ın ANAP’la birleştirmeye çalıştığı DYP’ye katılan yeni bir isim Yılmaz’ı çıldırtacak cinsten: Savcı Şalk. Şalk neredeyse hayatını ANAP’ın yolsuzluk davalarına adamış bir isim. Şalk’ın DYP’ye katılması ANAP’a ve Doğan’a verilen açık bir mesaj. Bu mesajı aldıktan sonra ittifakı kur kurabilirsen.
AB ittifakı için siyasette durum bu kadar kritik. Ekonomide, sermaye kesimlerinde ve medya sektöründe de durum pek farklı değil. Doğan’ın bitirmeye çalıştığı iki önemli sermaye grubu Karamehmet ve Uzan bir türlü yıkılmıyor. Karamehmet üzerinde tedbir kararı kaldırıldı. Uzan ise Doğan’ın karşısına her zamankinden daha bilenmiş bir şekilde ve bu sefer partisini de kurarak çıkmış durumda. ANAP’ın baraj altında kalması ekonomide de Doğan’ın durumunu sarsacak olaylara gebe olacak.

ANAP’ın baraj altında kaldığı ve Meclis’e giremediği bir Türkiye’de Aydın Doğan’ı ellerinde kelepçeyle hapise tıkılırken görmek hiç de şaşırtıcı bir gelişme olmaz. Böyle bir Türkiye’de tüm eski defterlerin açılacağı, klasörlerin bir bir ortaya çıkacağı açıktır.

Demirel döneminin nasıl sona erdiğini hatırlayalım. 35 yıl Türk siyasetinin en tepesinde bulunmuş Demirel Güniz Sokak’taki evine döndükten sonra Türkiye’de olup bitenleri hatırladıkça; Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD’ın uykuları nasıl kaçıyordur kimbilir. Demirel’in en yakın çevresinden başlayalım ve gözümüzün ucuna Yılmaz’ın en yakın çevresini getirelim. Demirel iktidardan ayrılır ayrılmaz; kardeşi Yahya Demirel, yeğeni Murat Demirel ve yakın çevresinden Cavit Çağlar ile Dinç Bilgin kelepçelenerek hapse tıkıldılar. Bir dönemin hesabı bu kadar basitçe soruldu. Ama bu sefer durum daha ciddi. Türkiye’de tüm siyasetler, sermaye grupları, emperyalist devletler büyük bir kavga için kolları sıvamış durumda. Üçüncü Meşrutiyet’in anlamı da bu. Türkiye kısa bir zaman içinde parçalanacak ve parçalanmış Türkiye’yi birileri yönetecek. Aydın Doğan’ın böyle telaş içinde oraya buraya saldırması, Rodos’ta siyasi entrikaların peşine düşmesi sebepsiz değil.

Aydın Doğan durumun gayet iyi farkında. Bu Meşrutiyet oyunu içinde ya kazanacak ya yokolacak. Ama Türkiye için sonuç değişmiyor. Kim kazanırsa kazansın, kim yok olursa yok olsun... ( BUGÜN YIL 2015  AYDIN DOĞAN HALA  AYAKTA BAGIMSIZ BASIN DEDİKLERİ DIŞ DÜNYANIN MAŞALARI GİDEN TANSU ÇİLLER OLDU )  İŞTE  BU 3 LÜ  DSP & ANAVATAN & MHP KRİZİ  AKP  NİN  ÖNÜNÜ AÇMIŞTIR

Türkiye Meşrutiyet oyunu içinde kaldığı sürece sonu parçalanmadır, yok oluştur. Halkın içinde olmadığı bu oyun emperyalist uşaklarının kimisini güldürecek, kimisini ağlatacak. Onlarla beraber ağlamak ve gülmek zorunda değiliz. Halkı safdışı bırakıp vatanı satanlarla ortak bir yanımız olamaz. Çünkü onların vatanı ayrı bizimkisi ayrı. Üçüncü Meşrutiyet döneminde siyasetin anlamı vatanın parçalanması üzerinden yapılan pazarlık ve entrikalardır. Halkı aldatmaya yarayan ‘demokratik’ kılıfın altında böylesine satılık bir oyun dönmektedir. Seçimler de dahil olmak üzere bu oyunun hiçbir parçasına katılmamak bugün en devrimci görevdir.

http://www.turksolu.com.tr/11/ayas11.htm


..