29 Aralık 2016 Perşembe

İran’da Asker–Siyaset İlişkileri ve Devrim Muhafızları’nın Yükselişi BÖLÜM 1


İran’da Asker–Siyaset İlişkileri ve Devrim Muhafızları’nın Yükselişi BÖLÜM 1 




Bayram SİNKAYA
* Atatürk Üniversitesi / ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi, 
ORSAM Ortadoğu Danışmanı

Devrim Muhafızları’nın İran siyaseti üzerindeki etkisi 1990’ların ortalarından beri belirgin bir şekilde artmıştır. Devrim Muhafızları Hatemi’nin liderliğindeki 
reformcu hükümet ile çatışma içerisinde iken onun yerini alan Ahmedinecad liderliğindeki radikal hükümetle işbirliği içerisinde olmuştur. Bu makale, Devrim 
Muhafızları’nın siyasi yükselişinde etkili olan faktörleri ve Devrim Muhafızları siyaset ilişkilerinin nasıl şekillendiğini incelemektedir. Makalede Muhafızların 
İran siyasetindeki yükselişi Devrim Muhafızları Ordusu ekseninde ve devrim sonrası ortaya çıkan dinamikler çerçevesinde tartışılmaktadır. 1990’lı yıllarda 
kurumsallaşmasını tamamlayan ideolojik düzeyi yüksek devrimci ordunun, siyasi elitler arasındaki bölünme ve şiddetli rekabet ortamında öneminin arttığı 
görülmektedir. Böyle bir ortamda İran rejimine yönelik tehdit algılarının niteliğinin değişmesi; askeri tehditlerin yerini kültürel saldırı, kadife devrim girişimi gibi “yumuşak” tehditlere bırakması, Devrim Muhafızları’nın hızla siyasal alana yönelmesine neden olmuştur. Devrim Muhafızları’nın ideolojik-siyasi bakışı ile hükümette egemen elitlerin ideolojik duruşları arasındaki fark veya uyum Devrim Muhafızları’nın hükümetle ilişkilerinin niteliğini belirlemiştir. 

Anahtar Kelimeler: Devrim Muhafızları, İran, Asker, Siyaset, Hatemi, Ahmedinecad. 


Bayram Sinkaya, “İran’da Asker-Siyaset İlişkileri ve Devrim Muhafızları’nın Yükselişi”, Ortadoğu Etütleri, Ocak 2010, Cilt 2, Sayı 2, ss. 115-142. 
Bayram Sinkaya 
İran’da Asker–Siyaset İlişkileri ve Devrim Muhafızları’nın Yükselişi 

Giriş 

1979 Devrimi’nden sonra İran siyasal örgütlenmesinde “devrim” ve “devlet” merkezli olmak üzere ortaya çıkan “ikili yapı”ya paralel olarak askeri 
sistemde de iki farklı kurum ortaya çıkmıştır.1 Bir tarafta eski rejimden kalan Ordu varlığını korurken diğer tarafta, Ordu’nun Devrim’e yönelik muhtemel 
tehditlerini dengelemek ve Devrimci rejimin yerleşmesine zorlayıcı güç olarak yardımcı olmak üzere İslam Devrimi Muhafızları Ordusu (Sipahi Pasdarani 
İnkılabı İslami) kurulmuştur. Paramiliter bir yapıda kurulan Devrim Muhafızları Ordusu zamanla gelişerek büyük bir askeri kuruma dönüşmüştür.2 Ordu 
profesyonelliğini koruyup siyasete uzak dururken ideolojik niteliği ön planda olan Devrim Muhafızları’nın gerek İran siyasetinde gerekse İran ekonomisinde 
ağırlığı giderek artmıştır. 

İran siyasetinde ve ekonomisinde Devrim Muhafızları’nın ağırlığının arttığına dair tartışmalar İran siyasi literatüründe son yıllarda yaygın bir konu haline 
gelmiştir. Öyle ki 1990’lı yıllar boyunca İran siyaseti hakkında yapılan çalışmalarda Devrim Muhafızları’ndan neredeyse hiç bahsedilmezken bugün Devrim Muhafızları’na değinilmeksizin bir kısa yazı bile yazılmamaktadır. 




Devrim Muhafızları, İran siyasi literatüründe İran-Irak savaşının sona ermesinden sonra ilk olarak 1999 yılının Temmuz ayında meydana gelen öğrenci olaylarından sonra Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’ye gönderdikleri eleştiri ve uyarı mektubuyla gündeme gelmiştir. Yine bu dönemde Devrim Muhafızları 
komutanları zaman zaman yaptıkları açıklamalarda Hatemi’nin uyguladığı “liberalleşme” ve “ Batı ile diyalog politikalarını ” sert bir şekilde eleştirmiştir. 
İlerleyen zamanlarda Muhafızların siyasete ilgisi eleştirel/söylemsel olmaktan çıkmış, Mayıs 2004’te yeni açılan İmam Humeyni Uluslararası Havaalanı’nın 
güvenlik gerekçesiyle hükümetin iradesi dışında işgal edilmesiyle müdahaleci bir hal almıştır. Bu arada Devrim Muhafızları’nın eski mensuplarının da siyasete ilgisinin büyük ölçüde arttığı ve gündelik siyasette daha aktif olmaya başladıkları görülmüştür. Eski Devrim Muhafızları 2004 yılında yapılan Meclis seçimlerinde sandalyelerin neredeyse üçte birini kazanmıştır. Yine benzer şekilde 2005 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde resmen aday olan sekiz kişinin dördünün eski Devrim Muhafızı olması büyük dikkat çekmiştir. 

Bir süre Devrim Muhafızları’na katılmış olan Mahmud Ahmedinecad’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile kabinede ve yönetimde Devrim Muhafızları mensuplarına önemli pozisyonların verilmesi ile Muhafızların İran siyasetindeki etkisinin belirgin bir şekilde arttığı görülmüştür. Buna paralel olarak Devrim Muhafızları’nın ekonomik faaliyetleri de büyük ölçüde yaygınlaşmış; Devrim Muhafızları şirketleri ekonominin hemen her alanında faaliyet göstermeye başlamıştır.3 

Devrim Muhafızları’nın siyasetteki etkisi neden bu denli artmıştır? İlgili literatürde Devrim Muhafızlarının İran siyasetinde yükselişine dair argümanlar üç grup altında toplanabilir. 

İlk olarak Devrim Muhafızları’nın zamanla pretoryan bir orduya dönüştüğü iddia edilmektedir. Buna göre Devrim Muhafızları, kendi üzerinde Rehber Ayetullah Ali Hamanei dışında hiçbir otoriteyi tanımamaktadır ve Hamanei kendi iktidarını korumak ve pekiştirmek için Devrim Muhafızları’na dayanmaktadır.4 Bu yaklaşım Hamanei’nin politikalarına ağırlık verirken siyasal alandaki gelişmeler ile Devrim Muhafızları’nın kurumsal kimliğini ve ideolojik yapısını ikinci plana itmektedir. Pretoryen ordu yaklaşımına paralel bir diğer yaklaşım ise Muhafızların, Rehber’in liderliğindeki muhafazakâr kamp ile siyasi ittifak içinde olduğunu ileri sürerek, Devrim Muhafızları’nın reformcu hükümete karşı mücadelesi ile Ahmedinecad hükümetine verdiği desteği bu ittifak ilişkisiyle izah etmeye çalışmaktadır.5 Bu yaklaşımın muhafazakârları kendi içinde bütün bir siyasi hareket olarak değerlendirerek “muhafazakârlar” arasındaki rekabeti göz ardı ettiği görülmektedir. 

Devrim Muhafızları’nın İran siyasetinde yükselişini açıklamaya çalışan üçüncü yaklaşım ise İran’da Devrim’den sonraki nesil değişikliğine dikkat çekerek eski 
Muhafızlar üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu yaklaşıma göre Devrim Muhafızları, devrimi gerçekleştiren gençlerin akın ettiği devrimci örgütlerden birisidir. Bu 
gençler yeterince tecrübe sahibi olmadıkları için ülkenin yönetiminde doğrudan söz sahibi olmamışlar, ancak İslamcı rejimin en büyük destekçisi olmuşlardır. 
İran’ın Irak ile sekiz yıl süren savaşı ise Devrim Muhafızları kadrolarının oldukça büyümesine neden olmuştur. 

Savaştan sonra bu gençler yarım kalan eğitimlerini tamamlamış ve çeşitli sahalarda uzmanlaşmıştır. Böylece bir zamanlar Devrim Muhafızları saflarında yer alan bu gençler Devrimden 20 – 25 yıl sonra İran’ın yeni elitlerini oluşturmuştur. Bu nedenle Muhafızların İran siyasetinde yükselişi tabii bir gelişmedir.6 
Bu yaklaşımın Devrim Muhafızları’nın eski mensupları üzerine yoğunlaştığı ancak bir kurum olarak Devrim Muhafızları’nı ihmal ettiği görülmektedir. Dolayısıyla bu yaklaşım bir kurum olarak Devrim Muhafızları’nın ne reform hükümetlerine karşı tutumunu ne de Ahmedinecad hükümetlerine verdiği desteği açıklamak için yeterli olmaktadır. 

Bu makalede ise diğer yaklaşımlardan farklı olarak Muhafızların İran siyasetindeki yükselişi Devrim Muhafızları Ordusu ekseninde ve devrim sonrası 
ortaya çıkan dinamikler çerçevesinde tartışılmaktadır. 1990’lı yıllarda kurumsallaşmasını tamamlayan ideolojik düzeyi yüksek devrimci ordunun, siyasi elitler arasındaki bölünme ve şiddetli rekabet ortamında öneminin arttığı görülmektedir. Böyle bir ortamda İran rejimine yönelik tehdit algılarının niteliğinin değişmesi; askeri tehditlerin yerini kültürel saldırı, kadife devrim girişimi gibi “yumuşak” tehditlere bırakması, Devrim Muhafızları’nın hızla siyasal alana yönelmesine neden olmuştur. Devrim Muhafızları’nın ideolojik-siyasi bakışı ile hükümette egemen elitlerin ideolojik duruşları arasındaki fark veya uyum Devrim Muhafızları’nın hükümetle ilişkilerinin niteliğini belirlemiştir. 

Devrim Muhafızları’nın Kurumsallaşması 

1979 İran Devrimi kısa bir sürede gerçekleştiği, Şah yönetimine karşı silahlı mücadele verilmediği için Devrimciler 11 Şubat’ta zafer ilan ettiklerinde bu zaferi koruyacak silahlı güçten yoksundu. Polis kuvvetleri dağılmış, Ordu büyük ölçüde yıpranmıştı. Öyle olmasaydı bile Şah’a bağlılık yemini eden ve devrimci 
ideoloji dışındaki etkilerin tesirinde kalmış olan bu güçlere güvenilemezdi. Nitekim Ordu içinden bazı generaller devrim karşıtları ile işbirliği yaparak 
birçok darbe teşebbüsünde bulunmuştu. İkincisi devrim karmaşası sırasında İslamcı ya da solcu birçok militan karakolları ele geçirmiş, bazı askeri depoları 
basarak silahlanmıştı. Bu militanlar devrim komiteleri kurarak mahallelere ve sokaklara hâkim olmuştu. Devrimin zaferinin ilan edilmesinden sonra düzenin 
yeniden tesis edilmesi ve güvenliğin sağlanması, kolluk güçlerinin resmi ve merkezi bir çatı altında toplanması için Devrim yönetiminin güvenebileceği 
“kolluk” kuvvetlerine ihtiyacı vardı. Devrimin liderliğini ele geçiren İslamcı din adamları radikal solculara güvenemezdi. Bilakis, özellikle Halkın Mücahitleri 
ve Halkın Fedaileri gibi güçlü solcu gruplar İslamcı iktidara büyük bir tehdit arz ediyordu. 

Bernard Hourcade,“ The Rise to Power of Iran’s‘ Guardian sof the Revolution,” Middle East Policy, Cilt 16, No.3,Güz 2009, ss. 58-63. 

Böyle bir ortamda bir muhafız gücünün oluşturulmasına karar verildi ve 5 Mayıs 1979’da Devrim Muhafızları’nın kurulduğu resmen ilan edildi. Bu muhafız 
gücünün çekirdeğini İslamcı devrim komiteleri oluşturmuştur. Devrim Muhafızları gönüllük esasında kurulmuştur ancak gönüllülerin İslam ideolojisine; İslam 
Cumhuriyeti’ne ve Devrimin İslami niteliğine inanmaları şart koşulmuştur. Kuruluş yasasında bu ordunun görevi ülkeyi saldırılara ve işgale karşı korumak 
ve güvenliğin sağlanmasında, karşı devrimcilerin tutuklanmasında, İslam Cumhuriyeti’ne karşı silahlı hareketlere karşı mücadelede hükümet ile işbirliği 
yapmak şeklinde tanımlanmıştır. Devrim Muhafızları’nın kuruluşunun amacı ise İslam Devrimi’ni kollamak ve onu İslam ideolojisi ekseninde yaymak ve 
İslam Cumhuriyeti’nin isteklerini yerine getirmek olarak belirtilmiştir.7 Devrimin yerleşmesine kadar geçici bir yapı olarak düşünülen Devrim Muhafızları Aralık 
ayında Anayasa’nın uygulamaya girmesi üzerine 150. Madde’ye göre “devrimi ve kazanımlarını korumakla yükümlü” sürekli anayasal bir kurum haline 
gelmiştir. 

Esasında bir kolluk gücü olarak düşünülmesine rağmen Devrim Muhafızları’nın görev alanı “İslam devriminin ve kazanımlarının ve orijinal İslami ideoloji ekseninde devrimci değerlerin korunması ve yayılması” şeklinde tanımlandığı için kolluk faaliyetlerinin çok ötesine geçmiştir. Zira Muhafızlar devrimci 
çizgiden sapmaların önlenmesini de kendi görev alanı içinde görmüştür.8 Bu bağlamda Devrim Muhafızları’nın faaliyetleri ideolojik ve siyasi alana doğru 
yayılmıştır. Kültürel faaliyetler de bu kurumun çalışmaları arasında önemli bir yer tutmuştur.9 

Resmi görev tanımları bir yana Devrim Muhafızları din adamlarının iktidarı tamamen ele geçirmelerine katkıda bulunmuştur. Zira bu ordu hükümetin değil 
üyeleri Humeyni tarafından atanmış ve çoğu radikal din adamlarından oluşan “Devrim Konseyi”nin kontrolüne bırakılmıştır. Devrim Muhafızları’nın kuruluşu 
çalışmaları öncelikle Geçici Hükümete verilmişse de Humeyni bir süre sonra 

Ayetullah Hasan Lahuti’yi bu projeye temsilcisi olarak göndermiştir. Lahuti’den sonra da Ali Hamanei ve Haşimi Rafsanjani Devrim Muhafızları’nın faaliyetlerini 
İmam’ın temsilcisi olarak gözetlemek üzere görevlendirilmiştir. İmam’ın temsilcileri de değişik kademelerde kendi din adamı temsilcilerini görevlendirmiştir. 

Diğer taraftan Devrim Muhafızları kuruluşu sırasında farklı gruplar bir araya getirildiği için uzun süre komuta düzeyinde istikrar sağlanamamıştır. 
Nihayet Haziran 1981’de Muhsin Rezai’nin Komutan olarak atanmasıyla istikrarsızlık sona ermiştir. Devrim Muhafızları ülkede hassas merkezlerin, siyasi 
liderlerin, hükümet binalarının, radyo ve TV binalarının, hatta askeri garnizonların korumasını üstlenmiştir. Bu güvenlik görevlerinin yanı sıra İslam kültürünün ve mirasının yayılmasına çalışarak ideolojik bir misyon ifa etmiş ve ülkenin az gelişmiş bölgelerinde kalkınma ve inşa faaliyetleri yürütmüştür. 

Ülke içerisinde isyanların bastırılmasında önemli roller oynayan Devrim Muhafızları, Eylül 1980’de Irak’ın İran’a saldırmasıyla başlayan savaş sırasında bir taraftan cephedeki yerini almış diğer taraftan seferberlik çalışmalarını organize etmiştir.10 Bu dönemde, İran’ın savunmasını sağlamak üzere gönüllülerden kurulu “20 Milyonluk Ordu” kampanyası başlatılmış ve Besic denilen bu gönüllü ordusu Devrim Muhafızları’nın komutasına verilmiştir. Savaş sırasında ortaya çıkan ihtiyaçlara göre Devrim Muhafızları’nın kurumsallaşma süreci devam etmiştir. İlk olarak Kasım 1982’de Devrim Muhafızları ile hükümet arasında koordinasyonun sağlanması ve Muhafızların lojistik ihtiyaçlarını karşılamak üzere Devrim Muhafızları Bakanlığı kurulmuştur. Devrim Muhafızları zamanla kendi eğitim imkânlarını kurmuştur; 1982’de lise düzeyinde okullar açılmış, 1985’te askeri akademi ve 1986’da İmam Hüseyin Üniversitesi kurulmuştur. Diğer taraftan askeri malzemelerin onarımı ve üretimi için kendi savunma sanayisini geliştirmiştir. Eylül 1985’te Devrim Muhafızları bünyesinde Ordu’dan ayrı hava ve deniz kuvvetleri kurulmuştur. Böylece savaş bittiğinde Devrim Muhafızları büyük ve tam teşekküllü bir ordu haline gelmiştir. 

Savaşın son yılında İran tarafında yaşanan kayıplar üzerine Ayetullah Humeyni Haziran 1988’de Haşimi Rafsanjani’yi Başkomutan Vekili ve fiili komutan 
tayin etmiştir. Rafsanjani’ye verilen görevlerin en önemlisi kaynak israfını önlemek ve silahlı kuvvetlerin tek bir karargâhtan sevk ve idaresini sağlamak üzere bir takım düzenlemeler yapmaktı. Bu bağlamda ilk olarak Müşterek Komutanlık Karargâhı kurulmuştur. Savaş Temmuz 1988’de sona erdikten sonra da yeniden yapılanma çalışmaları devam etmiştir. 

   Bu çerçevede Savunma Bakanlığı ile Devrim Muhafızları Bakanlığı; Devrim Komiteleri ile polis ve jandarma kuvvetleri tek bir çatı altında birleştirilmiştir. 
İki orduyu birleştirme çabaları ise, Haziran 1989’de Ayetullah Humeyni’nin ölümünden sonra Rehber seçilen Ayetullah Ali Hamanei’nin Devrim Muhafızları’nın ayrı bir kurum olarak varlığını sürdürmesini istemesi üzerine sonuçsuz kalmıştır.11 Bununla birlikte, yeni dönemde Devrim Muhafızları’nın “ Profesyonelleşmesi ” ve askeri niteliklerinin güçlendirilmesi yönünde askeri hiyerarşinin tesisi ve rütbelerin düzenlenmesi gibi bir takım adımlar atılmıştır. 

Devrim Muhafızları’nın 1990’lı yıllardaki faaliyetleri üç başlık altında gruplanabilir; güvenliğin sağlanması; ülkenin imarına katkıda bulunmak ve teknik imkân ve kabiliyetlerinin geliştirilmesi.12 Güvenlik faaliyetleri kapsamında bu dönemde, rutin güvenlik görevlerinin (Devrim liderlerinin korunması; hava ve hava yolları güvenliğinin sağlanması; iç güvenliği sağlamakla yükümlü Disiplin Güçleri’ne yardımcı olmak) yanı sıra Kürdistan, Batı Azerbaycan, Huzistan, Belucistan, Horasan ve Körfez’deki adalar gibi istikrarsız sınır bölgelerinin güvenliği Devrim Muhafızları’na bırakılmıştır. İmar faaliyetleri kapsamında ise 1990 yılında Devrim Muhafızları bünyesinde Hatem’ul Enbiya Karargâhı kurulmuş ve birçok sivil inşa faaliyetini üstlenmiştir. Böylece Devrim Muhafızları’nın ekonomik faaliyetleri başlamıştır. Teknik imkân ve kabiliyetlerinin geliştirilmesi kapsamında Devrim Muhafızları balistik füze teknolojisi gibi yeni silahlar üzerinde çalışmaya başlamıştır. Devrim Muhafızları bünyesindeki iki üniversite (İmam Hüseyin ve Bakiyetullah Tıp Bilimleri) ve birçok araştırma merkezi bu kapsamda faaliyet göstermektedir. 

Devrim Muhafızları ve Siyaset İlişkileri 

Kurumsallaşmasını tamamlamış Devrim Muhafızları, bugün itibariyle, Devrim Muhafızları Komutanlığı, Rehberin Devrim Muhafızları’ndaki Temsilcisi, Güvenlik 
ve İstihbarat Birimi ile Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri, Kudüs Ordusu ve Besic ile bunlara bağlı birimlerden oluşmaktadır. Devrim Muhafızları, aynı zamanda silahlı kuvvetler başkomutanı olan Rehber’e bağlıdır. Rehber, Devrim Muhafızları’nın üst düzey komutasını doğrudan kendisi belirlemektedir. 

Rehber’in kurumun hemen her düzeyinde bulunan temsilcileri bu konuda en büyük yardımcılarıdır. Rehber’in temsilcileri Devrim Muhafızları’nın ideolojik 
ve siyasi eğitimi ile siyasi denetiminden sorumludur. Devrim Muhafızları’nın disiplin açısından denetimi ise kendi iç denetim mekanizmaları ve askeri yargı 
yoluyla yapılmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın Devrim Muhafızları üzerinde herhangi bir etkisi ve yetkisi yoktur, ancak Devrim Muhafızları güvenliğin sağlanması 
ve adli kararların icrası konusunda hükümet ile işbirliği yapmaktadır. Meclis’in ise Devrim Muhafızları üzerinde bütçesini görüşme ve genel araştırma 
yapma hakkı gibi düzenlemelerden doğan dolaylı etkileri vardır. 

Devrim Muhafızları’nın Rehber ile ilişkilerinde herhangi bir sorun görülmezken, Cumhurbaşkanı, hükümet ve Meclis ile ilişkileri değişiklik arz etmekte 
ve zaman zaman sorunlu olabilmektedir. Bu sorunlar genellikle Devrim Muhafızları’nın siyasete, siyasi nitelikli açıklamalar ve bildiriler yoluyla müdahil 
olmasından kaynaklanmaktadır. Basının Devrim Muhafızları – siyaset ilişkisi açısından önemli bir yeri vardır ve Muhafızların siyasallaşmasına ilişkin tartışmaların önemli bir kısmı basın üzerinden yapılmaktadır. 

Muhafızların siyasete müdahalelerinin 1990’lı yıllarda arttığı görülmektedir. Özellikle Muhammed Hatemi’nin Mayıs 1997’de Cumhurbaşkanı seçilmesi 
bu açıdan önemli bir dönüm noktası olmuştur. Komutan Rezai seçimlerden sonra yaptığı bir açıklamada, Hatemi’nin yardımcılarından bazılarının velayet-i 
fakih rejimini sorgulamasının kabul edilemez olduğunu ve ciddi şekilde endişelendiklerini belirtmiştir.13 Buna benzer endişeler zaman zaman diğer komutanlar tarafından da ifade edilmiştir. Bu dönemdeki tartışmalarda halk oyunun, meşruiyetini ilahi hükümlerden aldığı iddia edilen veli-yi fakih’ten daha önemli olduğunun dile getirilmesi Muhafızların endişelerini pekiştirmiştir. Devrim Muhafızları’nın siyasi nitelikli açıklamalarında Cumhurbaşkanı Hatemi genellikle 
doğrudan hedef alınmamışsa da bazı zamanlarda Hatemi bizzat eleştirilerin hedefinde olmuştur. Mesela, Ocak 1998’de Hatemi’nin meşhur CNN röportajında Tahran’daki Amerikan Elçiliği’nin 4 Kasım 1979’da radikal öğrenciler tarafından basılmasından ötürü üzüntü duyduğunu ifade etmesi Muhafızların tepkisini çekmiştir.14 Yine, Temmuz 1999’da öğrenci protestolarıyla başlayan süreçte Hatemi, doğrudan Devrim Muhafızları’nın hedefi olmuştur. Bu olay İran’da asker – siyaset ilişkilerinde en önemli dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir. 

8 Temmuz Olayları ve Devrim Muhafızları’nın Hatemi’ye Mektubu 

8 Temmuz 1999’da “reformcu” Selam gazetesinin yayınının Basın Mahkemesi tarafından durdurulması ve sansürü kolaylaştıran bir basın kanunun Meclis’te 
kabulü üzerine Tahran’da üniversite öğrencileri protesto gösterileri düzenlediler. Ancak 9 Temmuz gecesi güvenlik güçlerinin eşliğinde bir grup İslamcı militanın 
Tahran Üniversitesi’nin öğrenci yurtlarını basarak protestocu öğrencilere saldırması daha şiddetli ve büyük gösterilere yol açtı. Hatemi dahil hükümet 
yetkilileri ilk yaptıkları açıklamalarda öğrencilere sempatilerini gösterdiler ve olayların sorumlularının tespit edilmesini istediler. Beş gün boyunca süren 
gösteriler bir süre sonra rejim karşıtı ve Hamanei aleyhinde sloganların atıldığı bir isyana dönüştü. Gösteriler sırasında Hamanei “katilleri” korumakla itham edildi ve yetkilerini bırakması istenildi. Gösterilerin niteliğinin değişmesi göstericilere karşı hükümet çevresindeki sempatinin de kaybolmasına neden 
oldu. Nihayet gösteriler güç kullanmak marifetiyle bastırıldı. 

Gösterilerin rejim karşıtlığına dönüşmesi ve Hamaney aleyhinde sloganlar atılması üzerine Devrim Muhafızları’nın üst düzeyde 24 komutanı 13 Temmuz’da 
Cumhurbaşkanı Hatemi’ye bir “uyarı” mektubu yazdı. Cumhurbaşkanlığı ofisi tarafından “gizli” olarak sınıflandırılan bu mektup 19 Temmuz’da Keyhan ve 
Cumhuri İslami gazetelerinde yayımlandı.15 Bu mektupta komutanlar yetkililerin protestoculara karşı gösterdikleri sempatiler karşısında hayal kırıklığına 
uğradıklarını belirtmiş ve Yüksek Güvenlik Konseyi’nin Devrimin temellerine karşı yapılan saldırıları göz ardı ederken gösterilerin bastırılması sırasındaki hataları ve ihlalleri öne çıkarmasını eleştirmiştir. Öğrenci yurduna saldırılmasının bir hata olduğunun belirtilerek kınandığı mektupta bunun rejimin kutsallarına 
ve temel ilkelerine yapılan saldırılar karşısında oldukça önemsiz olduğu ifade edilmiştir. Komutanlar, veli-yi fakih’e yapılan saldırılar ve “on dört asırdır 
Şiilerin ve Müslümanların çektikleri cefalarla yeşeren bir çiçeğin soldurulması karşısında elleri bağlı ve sessiz kalmaktan duydukları rahatsızlığı” ifade etmişlerdir. 

Son gelişmelerin devrimciler ve karşı-devrimciler arasında bir mücadele olarak nitelendirildiği mektupta komutanlar, “kendi çıkarlarını korumakla 
meşgul basiretsiz siyasetçilerin” durumu daha da kötüleştirdiğini belirterek Hatemi’den etrafındaki bazı dostlarının ve öğrenci mitinglerine katılan siyasetçilerin kanunsuzluk ve kaosu teşvik eden konuşmalarına dikkat etmesini istemiştir. Mektubun sonunda komutanlar “sabırlarının tükendiğini” söyleyerek 
“eğer bu mesele halledilmezse daha fazla tahammül edemeyeceklerini” belirtmişlerdir. 

Cumhurbaşkanlığı ofisi Hatemi’nin bu mektuba karşılık Devrim Muhafızları Komutanı’na yazdığı bir mektup ile aynı gün cevap verdiğini ve farklı kurumların 
görevlerini ve yetkilerini hatırlattığını bildirmiş, ancak Hatemi’nin mektubunun içeriğine ilişkin detaylı bilgi vermemiştir.16 Olaylardan birkaç hafta sonra 
yaptığı bir konuşmada da Hatemi askerlerin siyasete müdahale etmekten sakınmaları gerektiğini belirtmiştir.17 

Hatemi’nin destekçileri komutanların mektubunu ve gizli olduğu belirtilen bu mektubun ifşa edilmesini Cumhurbaşkanına ve hükümete karşı yürütülen 
komploların bir parçası ve darbe provokasyonu şeklinde nitelendirmiştir. İslam Devrimi Mücahitleri Örgütü yaptığı açıklamada “gizli mektubun yayınlanmasının 
rejimin itibarına zarar verdiğini” iddia etmiştir. Bu iddiaya göre mektup, “yazarlarının siyasi işlerdeki karmaşıklığı anlayamadıklarını” göstermiştir. 
Örgüt açıklamasında Devrim Muhafızları’nın “saf devrimci hislerinin ve sorumluluklarının perde arkasındaki kimseler tarafından suiistimal edildiğini 
ve İran’ın ulusal zararlarına büyük zararlar verdiğini” belirterek Muhafızların siyaseti siyasetçilere bırakmalarının daha iyi olduğunu ifade etmiştir.18 

Devrim Muhafızları Komutanı Yahya Rahim Safavi daha sonra yaptıkları açıklamalarda Hatemi’yi hedef almadıklarını belirtmiş ve Cumhurbaşkanı Hatemi’yi desteklemenin görevleri olduğunu ve Hatemi’nin ve hükümetinin zayıflatılmasına izin vermeyeceklerini ifade etmiştir.19 Nitekim mektupta Hatemi ile taraftarları arasında ayrım yapılmış ve Hatemi’den taraftarlarına müdahale etmesi istenilmiştir. 

Bu mektup Muhafızların “güç” kullanmaya hazır olduğunu ve “güç kullanma tehdidinin nasıl meşrulaştırıldığını” göstermiştir.20 Daha da önemlisi mektubun 
emir-komuta zinciri içinde gönderilmemiş olmasıdır. Devrim Muhafızları mektubun gizli olduğu iddialarıyla ilişkili olarak Basın Mahkemesi’ne verdiği cevapta mektubun gizli olmadığı ve mektubu yazan kişilerin yetkilileri haberdar etmeksizin gönderdikleri belirtilmiştir.21 Nitekim mektubu imzalayanlar arasında Komutan Safavi ile yardımcısı Zolqadr’ın imzalarının olmaması ilginçtir. 

16 Nisan Bildirisi 

Devrim Muhafızları Temmuz 1999 olaylarının şokunu atlatamadan Şubat 2000’de yapılan 6. Meclis seçimlerinde reformcular Meclisteki sandalyelerin 
çoğunluğunu kazandılar. Seçim sonuçlarıyla birlikte 7 – 8 Nisan tarihlerinde Berlin’de düzenlenen “Seçimlerden Sonra İran Konferansı” İran’daki gelişmeleri 
yakından etkilemiştir. Konferansa İran’dan aralarında Ekber Genci, Yusuf Eşkvari, Mehrengiz Kar’ın bulunduğu on yedi gazeteci ve yazar katılmıştı. 
Konferansın ikinci gününde İran diasporasından kalabalık bir grup konferans salonunu basarak İslam Cumhuriyeti aleyhinde sloganlar atmış ve gösteri 
yapmıştır.22 İranlı katılımcıların rejim hakkındaki eleştirel konuşmaları ile birlikte diasporanın düzenlediği bu protestolar İran’da büyük tepki çekmiş, konferansa katılanlar İran’a döner dönmez yargı önüne çıkarılmıştır. 

Böyle bir atmosferde, Devrim Muhafızları 16 Nisan 2000’de en çarpıcı bildirilerinden birisini yayınlamıştır. İslam devriminin en kutsal değerlerini “alaya alan” basını ve yazarları hedefe alarak yayınladığı bildiride Muhafızlar şöyle demiştir; “Zamanı geldiğinde, sevgili Liderimiz ve Rehberimiz onay verdiğinde, İslam Devriminin düşmanları en büyüğünden en küçüğüne kadar İslam Devriminin balyozunu enselerine öyle bir yiyecekler ki sonsuza dek komplo kuramayacak ve ihanet edemeyecekler.”23 

Muhafızların bildirisine karşılık reformcu hareketin öncülerinden İslam Devriminin Mücahitleri Örgütü sert bir açıklama yapmıştır. Devrim Muhafızları’na hitaben yapılan açıklamada şöyle denilmiştir; “Sizin adınızla yayınlanan bildiriden sonra hepimiz, Devrimin dostları Muhafızların akıbeti ve bu popüler kurumun geleceği hakkında endişelendik. Muhafızlar, yazarları sindirip, gazeteleri yasaklayarak, gözdağı verip korku salarak kendi güçlerini artırmaya çalışan üçüncü dünyanın kaba kuvvete dayanan askerleri düzeyine düşürülebilir mi? İktidar mafyası bizim şanlı Muhafız Ordumuzu Türkiye ve Pakistan ordularını andıracak şekilde resmetmeye çalışmaktadır. İktidar mafyası din kılıfı altında kendi diktatörlüğünü kurmak için 2 Hordad Hareketine (reformcu hareket) karşı askeri darbe yaparak nafile hayallerini gerçekleştirmeye çalışmaktadır.” Bildiride Devrim Muhafızları ve komutanlarının çoğunluğu İslam, Devrim ve reformların destekçisi olarak nitelendirilmiş, 2 Hordad ve Cumhurbaşkanını destekleyen halk ile uyumlu olmakla övülmüş ve Devrim Muhafızları’nın “hiçbir şekilde siyasi ihtilafların çözümü içim iktidar mafyasının elinde bir araç olmayacağı” ifade edilmiştir.24 

Bu bildiri Ayetullah Hamanei’nin 14 Nisan’da yaptığı bir konuşmada güç kullanımını savunması ile birlikte değerlendirildiğinde darbe korkularının ortaya 
çıkmasına neden olmuştur. Devrim Muhafızlarının açıklamalarının hedefi olarak görülen reformcular, siyasi gruplardan birisinin Muhafızları etkileyerek siyasetin 
içine çekmeye çalıştığı ifade edilmiş ve Devrim Muhafızları uyarılmıştır. Askeri bir kurum olarak Devrim Muhafızları’nın siyasete karışmaması istenilmiştir. 
Muhafızların benzer nitelikteki açıklamalarının daha sonra da devam etmesi üzerine reformcular Devrim Muhafızları’nı siyasi cenahlardan birisi gibi 
hareket etmekle suçlamaya başlamıştır. Nitekim eski Muhafızlar ve görevden yeni ayrılan Devrim Muhafızı komutanları 2004 Meclis seçimlerine ve 2005 
cumhurbaşkanlığı seçimlerine aktif olarak katılmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

BÖLGESEL GELİŞMELER İRAN VE SURİYE İÇ SAVAŞI



   BÖLGESEL GELİŞMELER  İRAN VE SURİYE İÇ SAVAŞI






KOALİSYON SİYASETİ VE ARTAN MALİYETLERİ 

Askeri müdahalesini hava harekâtları ile sınırlı tutan Rusya ile tesis ettiği koalisyonda, Tahran yönetimini rahatsız eden başlıca hususlardan biri, sahada fiili olarak çatışan ve askeri kayıplar veren tarafın İran olması. Buradaki ikilem, koalisyonun askeri maliyeti İran tarafından ödenirken, siyasi faydanın Rusya tarafından devşirilmesi. 

İran’ın Suriye İç Savaşı’na mü dahalesi, İran’ın devam eden iç savaştaki muhtelif iç ve dış aktörlere karşı, muhtelif iç ve dış aktörler ile birlikte diplomatik iş birliklerine ve askeri koalisyonlara yönelmesini beraberinde getirdi. İçeride, başta Esad rejimi olmak üzere, Hizbullah ve yabancı Şii sa vaşçılar ile koalisyona giden İran, dışarıda, Rusya ve bir ölçüde Irak ile koalisyon tesis etti. Diploma tik ve askeri boyutlarıyla koalisyon siyaseti, İran’ın Suriye ve Ortadoğu politikasına faydalar sağlamasının yanında, çeşitli maliyetleri ve riskleri de süreç içerisinde ortaya çıkarmakta. İran’ın iç savaş bağlamında içeride ve dışarıda icra ettiği koalisyon siyasetinin geleceğini, getirdiği faydalar ve maliyetler arasındaki dengedeki değişimler belirleyecek. 

Son gelişmeler, İran’ın koalisyon siyasetinin askeri ve diplomatik maliyetlerinde göreceli bir artışa işaret etmekte. 

Eyüp ERSOY 

Her Müzaheretin Bir Maliyeti Var! 

Arap Baharı sürecinde Suriye ile birlikte Irak ve Yemen’e müdahil olarak, birçok cephede siyasi, iktisadi ve askeri maliyetleri göze alan İran, özellikle IŞİD’in Suriye’de harekete geçmesiyle sertleşen iç savaşta, Suriye’deki askeri birlikleri vasıtasıyla parçası olduğu koalisyonu takviye etmeyi sürdürmekte. 

Esad iktidarının devamını müzakere kabul etmeyen tek hedef olarak tespiteden Tahran yönetimi, İran kamuoyunda ve uluslararası kamuoyunda Suriye’deki askeri mevcudiyetini meşrulaştırma adına, tüm muhalif grupları terör örgütleri olarak nitelemekte ve özellikle IŞİD tehdidini sürekli gündemde tutmakta. 
Ek olarak, İran kamuoyuna bakan yönüyle bu söylem, İran’ın Suri-ye’de artan ve daha da görünür hale gelen askeri kayıplarına dair iç kamuoyunun 
tolerans eşiğini yükseltmeyi amaçlamakta. 

Hususen, Şam, Halep ve Laz-kiye bölgelerinde yoğunlaşan İran askeri varlığı, son zamanlardaki operasyonel kayıpları ile iç savaşın maliyetlerini Tahran yönetimi için artırmaya devam etmekte. 

Öncelikli olarak, İran’ın iç savaşta parçası olduğu koalisyonun diğer aktörlerinin de oldukça fazla sayılabilecek askeri zayiatlar verdiği ifade edilmeli. İsrail medyasındaki haberlere göre iç savaşın başlangıcında bu yana Hizbullah’ın askeri kayıpları 1,500’e ulaştı. Toplam rakamları kesin olarak bilmek mümkün olmasa da, Aralık başında Lübnan-Suriye sınırda IŞİD ile yaşanan çatışmalarda 14 Hizbullah militanının hayatını kaybetmesi, Hizbullah’ın kayıplarının sürdüğünü gösteren bir örnek. 

Tahran yönetimi, Suriye’de düzenli askeri birlikleri olduğunu resmi söyleminde kabul etmese de parçası olduğu koalisyonun iç savaştaki konumunu muhafaza 
etme ve elden geldiğince destekleme hedefiyle, koalisyonun diğer üyeleri ile ortaklaşa icra ettiği harekâtlarda artan askeri maliyetler ile karşı karşıya kalmakta. Her müzaheretin bir maliyeti bulunmakta ve bu maliyet İran için Suriye’de artmakta. 

İlk olarak, 

Çatışmalarda hayatını kaybeden İran askerlerinin sayısı günden güne artmakta. 
Uluslararası basına yansıyan haberlere göre Ekim ve Kasım ayları içerisinde en az 67 İran askeri Suriye’deki çatışmalarda hayatını kaybetti. Burada önemli bir husus, Suriye’deki operasyonlarda hayatını kaybeden İran askerlerinin giderek artan sayıda Devrim Muhafızları Ordusu’ndan oluşu. Askeri olarak, İran’ın dış operasyonlarından Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü birlikleri sorumlu ve bu birlikler Suriye’de faal olarakoperasyonlara katılmakta. Öte yandan, düzenli ordu birlikleri denilebilecek Devrim Muhafızları’ndan daha fazla sayıda askerin iç savaşa müdahil olması, Kudüs Gücü’nün ve elbette Esad rejimine bağlı güçlerin, İran’ın parçası olduğu koalisyonun iç savaştaki operasyonel hedeflerine ulaşmakta yetersiz kaldığını göstermekte. 

İkinci olarak, 

İran’ın son dönemdeki askeri kayıpları içerisinde oldukça üst düzey İran subayları bulunmakta. Bu kayıpların en ciddi olanı, 8 Ekim’de Suriye’de 
hayatını kaybeden Devrim Muhafızları komutanlarından Tümgeneral Hüseyin Hamedani. İran askeri hiyerarşisinde en üst rütbenin Serleşker/Tümgeneral rütbesi olduğu düşünüldüğünde, en az üç yıldır Suriye’deki İran askeri operasyonlarından sorumlu bulunan Hüseyin Hamedani’nin hayatını kaybetmesi, hem askeri moral hem de operasyonel etkinlik açısından İran için ziyadesiyle ciddi bir kayıp. İlaveten, Kasım sonunda İdlib civarındaki çatışmalarda çok sayıda İran subayının hayatını kaybettiğine ve özellikle Kudüs Gücü Komutanı Tümgeneral Kasım Süleymani’nin Halep yakınlarındaki çatışmalarda yaralandığına dair haberler uluslararası basına yansıdı. 

Üçüncü olarak, 

Artan sayıdaki askeri kayıplar karşısında Tahran yönetiminin Suriye’deki İran askeri varlığını azaltmakta olduğuna dair emareler bulunmakta. 
ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford’a göre Ekim sonu itibarıyla İran’ın Suriye’de 2,000 civarında askeri aktifti. Daha önceki haber ve raporlar göz önüne alındığında ve bu rakam doğru kabul edildiği takdirde, İran’ın Suriye’deki birliklerinin bir kısmını geri çektiği söylenebilir. 

Hem Sahada Hem Masada Kaybetmek! 




Suriye İç Savaşı’nda, İran’ın en önemli ve Irak sayılmadığı takdirde, tek koalisyon ortağı Rusya. Rusya, Suriye’de başlattığı ve aralıksız sürdürmekte olduğu askeri harekâtları ile İran’a bir kısım diplomatik ve askeri faydalar sağlamış görünmekte. İlk olarak, Rusya’nın askeri müdahalesi, İran’ın siyasi hareket alanını genişletti. 30 Ekim’de gerçekleştirilen Viyana görüşmelerine İran’ın da davet edilmesinin sebeplerinden birisi, Rusya’nın Suriye’de fazlasıyla belirleyici birtaraf olarak ortaya çıkması. Özellikle Batılı ülkelerin, Rusya ile İran arasındaki Suriye konusuna dair diplomatik tercih farklarını ortaya çıkarma ve kendi adlarına kullanma gayesine matuf olsa da, bu konudaki uluslararası diplomatik müzakerelere İran’ın ilk defa davet edilmesi, İran açısından mühim bir diplomatik kazanç. Böylece, İran hem sahada hem de masada bir yer kazanmış oldu. İkinci olarak, Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesinin, İran’ın hem Suriye’de hem de Ortadoğu’da Batılı ülkeler ile muhtelif mevzulara dair müstakil müzakerelerindeki konumunu kuvvetlendirdiği ifade edilebilir. 

Üçüncü olarak, Rusya’nın hava harekâtları, sahadaki askeri operasyonlarında İran destekli rejim yanlısı kara birliklerin hayati ihtiyacı olan hava desteğini sağladı. Özellikle istihbarat paylaşımı neticesinde, kara birliklerinin operasyonel etkinliği böylece hatırı sayılır ölçüde artmış oldu. 

Ne var ki, Rusya’nın Suriye’de hâkim bir aktör olarak ortaya çıkması, bu faydalarının yanında bir kısım potansiyel maliyetleri de İran için ortaya çıkarmış bulunmakta. İlk olarak, İran ciddi bir ikilem ile karşı karşıya. 
Askeri müdahalesini hava harekâtları ile sınırlı tutan Rusya ile tesis ettiği koalisyonda, Tahran yönetimini rahatsız eden başlıca hususlardan biri, sahada fiili olarak çatışan ve askeri kayıplar veren tarafın İran olması. Buradaki ikilem, koalisyonun askeri maliyeti İran tarafından ödenirken, siyasi faydanın Rusya tarafından devşirilmesi. 

İkinci olarak, Rusya müdahalesi ile İran, diplomatik marjinalleşme olasılığı ile karşı karşıya kaldı. Rusya müdahalesinden önceki süreçte, uluslararası aktörler 
tarafından muhatap alınmasa da, iç savaştaki taraflardan biri olarak Esad rejiminin asli ve tek dış destekçisi iken, Rusya müdahalesinden sonraki süreçte tali dış destekçisi konumuna düşmüş durumda. 

Son zamanlarda, İran resmi ve yarı-resmi medyasında, İran’ın Suriye’deki askeri mevcudiyetinin aleni kabulü olarak yorumlanabilecek haberlerin alışılmadık şekilde yer almaya başlamasının, İran’ın karşı karşıya kaldığı diplomatik marjinalleşme olasılığını bertaraf etmeye yönelik alınmış bir tedbir olduğu söylenebilir. 

Örnek olarak, 5 Kasım’da Fars Haber Ajansı, Suriye’de hayatını kaybetmiş olan Kadir Sarlak isimli Devrim Muhafızları’ndan bir askerin cenaze merasimine dair 
bir video yayınladı. Ek olarak, Dini Rehber Ali Hamaney, Tümgeneral Hüseyin Hamedani’nin evindeki taziye ziyaretinde çekilmiş bir fotoğrafı sosyal medyada paylaştı. 

Bu tür haber ve paylaşımların, hem iç kamuoyuna hem de dış kamuoyuna İran’ın Suriye’deki varlığını gösterme ve önemini hatırlatmaya yönelik olduğu ifade edilebilir. 

Bir başka örnekte, İran Kara Kuvvetleri Komutanı Ahmet Rıza Purdastan, Fars Haber Ajansı’na verdiği mülakatta, İran’ın Suriye’de hava operasyonları icra edebileceğini belirtti. Bu söylem de, Rusya’nın askeri müdahalesi karşısında beliren İran’ın diplomatik marjinalleşme olasılığına karşı bir adım olarak yorumlanabilir. 

Üçüncü olarak, İran ile Rusya’nın Suriye içindeki müttefik tanımlamalarında farklılaşma olasılığı, Tahran yönetimini endişelendirmekte. Rusya için ise geçiş 
sürecinde ve sonrasında bütün yolların Şam’a çıkması yeterli görünmekte. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova’nın Viyana görüşmeleri sonrasında Beşar Esad’in bekasının Rusya için bir kırmızı çizgi olmadığı ifadesi, bunun bir göstergesiydi. Ancak, İran için, Suriye’de tüm yollar Beşar Esad’e çıkmakta. Ali Hamaney’in dış politika danışmanı Ali Ekber Velayeti’nin 29 Kasım’daki Şam ziyaretinden bir hafta sonra, Suriye halkı tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak Beşar Esad’in İran’ın kırmızı çizgisi olduğuna dair beyanı, bu politikanın ve Rusya’nın tavrına dair endişenin son ifadesi. Bu tavizsizliğin bir sebebi, Beşar Esad yönetiminde olmayan bir Suriye’nin İran’ın Lübnan siyasetini oldukça menfi etkileyeceği düşüncesi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 23 Kasım’daki Tahran ziyareti, biraz da İran’ın 

Tahran yönetimi, Suriye’de düzenli askeri birlikleri olduğunu resmi söyleminde kabul etmese de parçası olduğu koalisyonun iç savaştaki konumunu muhafaza etme ve elden geldiğince destekleme hedefiyle, koalisyonun diğer üyeleri ile ortaklaşa icra ettiği harekâtlarda artan askeri maliyetler ile karşı karşıya kalmakta. bu endişelerini teskin etmeye yönelik gerçekleştirildi. Özetle, koalisyonun askeri maliyetlerini tek taraflı olarak karşılayan İran, hem sahada hem masada kaybetmek istememekte. 


İran, Suriye İç Savaşı’nda hem içeride hem dışarıda iki koalisyonun parçası. Bu koalisyonların İran’a hem faydaları hem de maliyetleri bulunmakta. Son dönemdeki gelişmeler, maliyetlerin faydalar karşısında arttığı yönünde. İran’ın iç savaşa yönelik siyasetini, her iki koalisyonun kendisine kazandırdıkları ve kaybettirdiklerine dair yapacağı değerlendirmeler ve alacağı tedbirler belirleyecek. Önümüzdeki süreçte ise, İran’ın yukarıda ifade edildiği şekliyle artan askeri ve diplomatik maliyetleri azaltmaya yönelik tedbirler alması beklenebilir. 

Doktora Adayı, Bilkent Üniversitesi 

***

İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ BÖLÜM 3


 İRAN NÜKLEER KRİZİNİN TÜRKİYE’YE OLASI ETKİLERİ  BÖLÜM 3


3.2. İran’ın Hürmüz Boğazı’nı Kapatması Senaryosu

İran’ın bütün yaptırımlara rağmen uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam etmesi ve nükleer silah üretebilecek kapasiteye ulaşabileceğine ilişkin 
öngörülerde bulunulması, küresel ve bölgesel aktörlerin kaygılarını artırmakta dır. Bu çerçevede Washington yönetimi, İran Merkez Bankası ile iş yapan finans kuruluşlarına yaptırım uygulama kararı almıştır. Bu karara paralel olarak Suriye krizi için toplanan AB Dışişleri Bakanları da 1 Aralık 2011 tarihinde 
143 İran şirketinin mal varlıklarını dondurmuş ve 37 İran vatandaşına seyahat yasağı getirmiştir. Ayrıca petrol ithalatı üzerine İran ile yeni anlaşmaların 
yapılmaması ve 1 Temmuz’dan itibaren petrol ithalatının yasaklanması Ocak 2012’de karara bağlanmıştır.27

AB Komisyonu’nun verilerine göre 2010 yılında AB ülkeleri ham petrol ihtiyaçlarının %5,8’ini İran’dan sağlarken,28 İran ise ham petrol ihracatının 
%17’sini AB’ye yapmıştır. Gelirinin yaklaşık yarısını ham petrol ihracatından elde eden İran’ın bu yaptırımlar karşısında Asya piyasalarına yöneleceği 
düşünülmekte, ancak başta Çin olmak üzere birçok ülke İran’dan ithal ettiği petrolü azaltacak tedbirler almakta29 ve petrol ithalatı Rusya, Afrika ve diğer 
Orta Doğu ülkelerine kaydırılmaktadır.30 ABD diğer ülkelerden de İran’dan yaptığı petrol ithalatını durdurmasını istemektedir. Bu gelişmeler çerçevesinde 
yaptırımların İran üzerindeki etkisinin artacağı söylenebilir.

27 “AB İran’a Petrol Ambargosu Kararı Aldı”, BBC, 23 Ocak 2012. 
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120123_eu_iran_sanction_approved.shtml

28 “Suriye İçin Toplandılar, İran’a Yaptırım Kararı Aldılar”, 
http://www.haberturk.com/dunya/haber/693310-suriye-icin-toplandilar-irana-yaptirim-karari-aldilar 01.12.2011

29 “İran’a AB’den de Petrol Yaptırımı Yolda”,
http://www.cnnturk.com/2012/dunya/01/05/irana.abden.de.petrol.yaptirimi.yolda/643400.0/index.html 05.01.2012 

30 Esin Gedik, “Hürmüz kapanırsa petrol 200 dolara çıkar”, 09 Ocak 2012, 
http://www.aksam.com.tr/hurmuz-bogazi-kapanirsa-petrol-200-dolara-cikar,-cari-acik-36-milyar-dolar-artar-91327h.html 


İran söz konusu yaptırım kararları karşısında Hürmüz Boğazı’nı kapatabileceği tehdidinde bulunmaktadır.31 Bu kapsamda İran Deniz Kuvvetleri, 2012 
başlarında Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı’nda deniz tatbikatı yapmıştır. Bu tatbikatta kısa, orta ve uzun menzilli füze atışları denenmiş; karadan denize 
ve denizden denize atılan füzelerin 200 km mesafedeki hedefleri tam isabetle vurduğu açıklanmıştır. İran, deniz tatbikatının hemen ardından kara kuvvetleriyle de bir tatbikat yapmış ve söz konusu tatbikatlara devam edeceğini belirtmiştir. 

Bu gelişmelerle aynı dönemde Cumhurbaşkanı Ahmedinecad Hürmüz Boğazı’nın girişinde bulunan ve stratejik bir konuma sahip Hürmüzgan Eyaleti’ne bağlı kentleri ve Ebu Musa Adasını ziyaret etmiştir. Bu ziyaret,İran’ın adaya el koyduğu 1971 yılından bu yana adaya yapılan ilk ziyaret olması bakımından sembolik bir önem taşımaktadır. Nitekim bu gezinin akabinde ABD, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Bahreyn hava kuvvetleri 8-14 Nisan 2012 tarihleri arasında Hürmüz Boğazı’nın girişinde ortak bir tatbikat yapmış ve bu tatbikatta Hürmüz Boğazı’nın kapatılması tehdidine 
karşı alınacak tedbirlerin denendiği belirtilmiştir.32 

Tahran yönetimi; ABD’nin Basra Körfezi’nde deniz kuvvetleri bulundurmaması, Hürmüz Boğazı’ndan uçak gemisi ve donanma geçirmemesi yönünde 
uyarılarda bulunurken, Washington yönetimi ise Hürmüz Boğazı’nın her durumda açık bulundurulması için ne gerekirse yapılacağını belirtmiştir. Dönemin 
Amerikan Savunma Bakanı Leon Panetta, Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasını “kırmızı çizgi” olarak değerlendirerek boğazın kapatılması durumunda 
gerekli karşılığın ciddi bir biçimde verileceğini vurgulamıştır.33 Diğer yandan 


31 İran Meclis Başkanı Ali Laricani, Hürmüz Boğazı’nın İran için barış boğazı olduğunu belirterek, Umman Denizi ile Basra Körfezi’nde macera arayanların cezalandırılacağını belirtmiştir. Tahran yönetimi, Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi’ne müdahalenin kabul edilemeyeceğini dile getirmektedir.

32 “ABD Uçakları Havalandı, Ahmedinejad Meydan Okudu”, 
http://dunya.milliyet.com.tr/abd-ucaklari-havalandi-ahmedinejad-meydan-okudu/dunya/dunyadetay/13.04.2012/1527934/default.htm 13.04.2012

33 “ABD’den Son Uyarı: Hürmüz Kırmızı Çizgimizdir”, 
http://www.hurriyet.com.tr/planet/19633574.asp 08.01.2012



İran’ın uluslararası hukuka göre Hürmüz Boğazı’nı tek taraflı kapatma kararı alması söz konusu değildir. Dolayısıyla İran’ın bu yönde bir girişimde bulunması 
ya da boğazı kapatması, uluslararası hukuk ilkeleri doğrultusunda İran’a askeri operasyona uzanabilen yaptırımların alınmasını gündeme getirebilir.

Küresel petrol üretiminin yaklaşık %25’inin Hürmüz Boğazı’ndan yapıldığı dikkate alındığında boğazın kapatılması durumunda petrol fiyatlarının kısa 
süre içinde ciddi bir artış göstereceği tahmin edilmektedir. Nitekim IMF’nin 2012 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda Hürmüz Boğazı’nın kapanması 
durumunda petrol piyasalarında ve küresel ekonomide benzeri görülmemiş riskler açığa çıkabileceğine vurgu yapılarak, jeopolitik belirsizliklerin petrol 
fiyat artışını tetikleyeceği belirtilmiştir. Ayrıca petrol piyasalarına ilişkin olası risklerin tanımlandığı raporda İran’ın petrol ihracatını kesme riski ortaya konularak, bu durumda küresel piyasalarda petrol fiyatlarının ilk etapta %20-30 oranında bir artış gösterebileceği, bu artışın iki yıl içinde %50’lere varabileceği 
belirtilmiş ve İran merkezli risk tanımlamalarına yer verilmiştir.34 Geçmişte petrol fiyatlarındaki artışı tetikleyen küresel ve bölgesel olaylar incelendiğinde, 
İran merkezli çıkacak küresel bir krizin petrol piyasaları için ciddi bir risk teşkil edeceği öngörülebilir.35 

Dünyadaki boğazlar arasında petrol lojistiğinde ilk sırada bulunan Hürmüz Boğazı, hem petrol ihtiyacını bu güzergâhtan temin eden ülkeler, hem küresel 
ekonomi, hem de dünya petrolünün %30’unu üreten ve %57 oranında petrol yataklarına sahip olan Körfez ülkeleri (Bahreyn, İran, Irak, Kuveyt, Katar, 
Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan) için hayati bir öneme sahiptir.36 Zira deniz yoluyla yapılan dünya petrol sevkiyatının yaklaşık %40’ı, küresel 
petrol ticaretinin yaklaşık %20’si ve Basra Körfezi’nden yapılan petrol ticaretinin yaklaşık %90’ı Hürmüz Boğazı üzerinden gerçekleştirilmektedir.37 


34 Growth Resuming, Dangers Remain, “World Economic Outlook April 2012”, International Monetary Fund, 
http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2012/01/pdf/text.pdf, 15-16, 34-35.

35 Rudy de Leon, Brian Katulis, Peter Juul, Matt Duss, Ken Sofer, “Strengthening America’s Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012, 18.

36 Anthony H. Cordesman, “Iran, Oil, and the Strait of Hormuz”, Center for Strategic and International Studies, 3/26/07, 2. 
http://csiorg/files/media/csis/pubs/070326_iranoil_hormuz.pdf 

37 Ariel Zirulnick, “Getting the Strait of Hormuz straight: an FAQ”, 
http://www.csmonitor.com/World/Middle-East/2011/1229/Getting-the-Strait-of-Hormuz-straight-an-FAQ/Does-Iran-even-have-the-right-to-close-the-Strait 


İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri

Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere Hürmüz Boğazı’ndan en çok petrol temin eden ülkelerin ABD, Çin, Hindistan, Japonya ve Güney Kore olduğu düşünüldüğünde boğazın kapatılmasının küresel ekonomik sisteme ne denli etkide bulunabileceği daha açık görülmektedir.38

Görüldüğü üzere Tahran yönetiminin Hürmüz Boğazı’nı kapatması durumunda, Avrupa merkezli yaşanan ve henüz atlatılamayan finansal krizin küresel 
bir petrol krizine dönüşeceği ve söz konusu krizden tüm dünyanın etkileneceği ifade edilebilir. ABD ve AB ekonomilerinin güncel durumu ve kırılganlığı 
nedeniyle uluslararası finansal krizi tetikleyebilecek bu sorun, uluslararası kamuoyu tarafından oldukça kaygı verici olarak değerlendirilmektedir. Bu 
sebeple Washington yönetimi, İran’ın Hürmüz’ü kapatabileceği yönündeki açıklamalarına karşı Bahreyn’de konuşlu 5. Amerikan Filosu’na ve bu filonun 
içinde yer alan bir uçak gemisine ek olarak bir İngiliz ve bir Fransız muhribinin de katılımı ile Abraham Lincoln uçak gemisi görev grubunu Körfez’e 
göndermiştir.

Hürmüz Boğazı’nın petrol üreticisi olan Körfez ülkeleri için yaşamsal önemi ve stratejik konumu, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin 
İran’a karşı kutuplaşmasına ve ABD ile mevcut stratejik ilişkilerini geliştirmelerine yol açmaktadır. Bu kapsamda Hürmüz Boğazı’nın kapatılma olasılığı gündeme geldikten sonra söz konusu ülkeler bir dizi ortak tatbikat gerçekleştirmiş ve Hürmüz’e alternatif enerji sevkiyat yollarının devreye sokulması konusunda ortak çalışmalarda bulunmuştur. Hürmüz Boğazı’na alternatif oluşturabilecek enerji nakil hatları arasında Doğu-Batı Ham Petrol Boru Hattı (Petroline), Trans-Arap Petrol Boru Hattı (Tapline), Irak-Suudi Arabistan Boru Hattı (IPSA), Trans-Arap Yeni Boru Hattı, Dolphin Hattı ve Abu Dabi 
Ham Petrol Boru Hattı (ADCOP) bulunmaktadır.39 Körfez ülkeleri açısından düşünüldüğünde Hürmüz Boğazı odaklı bir krizin bölgede sıcak çatışmaya 
yol açacak riskleri taşıdığı söylenebilir.


38 Rudy de Leon, Brian Katulis, Peter Juul, Matt Duss, Ken Sofer, “Strengthening America’s Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012, 18.

39 Söz konusu enerji güzergâhlarının bir kısmı eski olduğu için bakım ve onarıma ihtiyaç duymaktadır. 

Bir kısmı ise yapım aşamasında olduğu için henüz kullanıma açılmamıştır. Dolayısıyla bu yolların Hürmüz Boğazı’na uzun vadede alternatif olabileceği belirtilebilir. Ancak bu boru hatları arasında en dikkat çekeni, Birleşik Arap Emirlikleri’nin tamamlama aşamasında olduğu ve Hürmüz Boğazı’nı devre dışı bırakan Abu Dabi Ham Petrol Boru Hattı’dır. Buhat gemilerin Körfezi dolaşmalarından kaynaklanan 2 günlük zaman kaybını önlemiş olacağı gibi, günlük 2,5 milyon varil petrol taşıma kapasitesine ulaşacaktır; Leyla Melike Koçgündüz, “Enerjinin Dar Boğazı: Hürmüz”, ORSAM Dış Politika Analizleri, 
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=3290


Türkiye açısından değerlendirildiğinde ise Hürmüz Boğazı’na ilişkin krizin tırmanmasıyla birlikte Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği petrolü azaltması ve 
müteakiben kesmesi konusunda baskılar artacaktır. Bu duruma bağlı olarak Türkiye enerji tedarik ettiği ülkeleri çeşitlendirmeye çalışmaktadır. Fakat yaşanacak krize istinaden gerek enerji temini gerekse enerji fiyatlarının artması nedeniyle sosyo-ekonomik açıdan zor bir döneme girilebilir. Bununla birlikte 
Türkiye’nin dış ticaretinde komşu ülkeler arasında önemli bir yere sahip İran ile ekonomik ilişkilerde önemli bir düşüş yaşanabilir. ABD’nin yayımladığı 
İran yaptırım muafiyet listesinde Türkiye’nin yer almaması, önümüzdeki dönemde bu düşüşe ivme kazandırabilir ve Türkiye’nin dış ticaretini olumsuz 
yönde etkileyebilir.

Boğazın İran tarafından kapatılması durumunda Basra Körfezi’nde sıcak bir çatışmanın yaşanması olasılık dâhilindedir. Zira ABD, İngiltere, Fransa ve 
Körfez ülkelerinden oluşan deniz kuvvetleri boğazı kapatma görevini yürüten İran kuvvetlerine müdahalede bulunabilir. İran ise bu duruma Hürmüz 
Boğazı’na mayın döşeyerek karşılık verebilir ve asimetrik güç unsurlarına yönelebilir. İran’ın körfezin en dar kesimini mayınlaması halinde aynı kuvvetler 
mayınları döşemeye çalışan İran kuvvetlerine müdahale edebilir. İran’ın bu girişimleri karşısında Körfezdeki İran donanması ve kıyıda mevzilenmiş füze 
sistemleri vurulabilir. Bu durumda bölgede sıcak çatışma başlayabilir; küresel ve bölgesel çapta terör olaylarında artış görülebilir. 

Tüm bu olası gelişmeler Türkiye’nin son zamanlarda yürüttüğü arabuluculuk politikalarını sürdürmesini zorlaştırabilir. ABD ve Batılı güçler, Türkiye’nin 
İran karşıtı güçler arasında yer alması için baskılarını artırabilir. Türkiye bu desteği açık olarak sağlamaması durumunda, Türk ekonomisi kriz dönemine 
girebilir ve dış ticaret açığı sürdürülemez seviyelere çıkabilir. Türkiye, ABD ve Batı Bloğu içinde yer alması halinde ise İran’ın düşmanca girişimleriyle 
karşılaşabilir. Böyle bir konjonktürde İran’ın doğrudan Türkiye’yi hedef alma olasılığı az olsa da Türkiye’deki terör eylemlerinde artış ve iç karışıklıklar 
yaşanabilir. Söz konusu muhtemel gelişmeler bölgede birinci senaryonun yaşanmasına neden olabileceği gibi üçüncü senaryonun, yani Şii-Sünni çatışmasının fitilini de ateşleyebilir. 

Buna karşın İran’ın boğazı uzun süreliğine kapatma olasılığı çok gerçekçi gözükmemektedir. Zira İran her ne kadar Hürmüz Boğazı’na alternatif enerji 
yolları arayışında olsa da mevcut durumda enerji sevkiyatının önemli bir kısmını bu güzergâhtan gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla boğazın uzun süre 
kapanmasıyla ortaya çıkacak petrol krizinden kendisinin de etkileneceği ve bu durumun zaten yaptırım kararlarıyla açığa çıkan İran’daki sosyo-ekonomik 
gerilimi artıracağı söylenebilir. Sonuç olarak İran, Hürmüz Boğazı’nı kapatma seçeneğini her ne kadar stratejik bir koz olarak ön plana çıkarsa da İran’ın iç 
dengeleri açısından bu tercihin fiiliyata geçirilmesinin ve gerçekleştirilmesi durumunda ise sürdürülebilir bir hamle olmasının zor olduğu düşünülmektedir.


3.3. Şii-Sünni Çatışması Senaryosu

Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve kısa sürede diğer bölge ülkelerine yayılan halk ayaklanmaları, Orta Doğu’daki bölgesel dengeleri değiştirmekte 
ve Orta Doğu jeopolitiğini yeniden şekillendirmektedir. Mikro boyutta Orta Doğu’yu makro boyutta ise küresel sistemi yeniden inşa eden sistemik değişkenler, bölgesel ve küresel aktörlere fırsat ve riskleri aynı anda sunmaktadır. Yeni güç odaklarının belirdiği, devlet-dışı aktörlerin aktif konuma geldiği, belirsizlik ve öngörülemezliğin ulusal ve uluslararası stratejileri derinden etkilediği böylesine bir süreç, farklı risk ve tehdit unsurlarını açığa çıkarmaktadır. Simetrik olabildiği gibi asimetrik özellikler taşıyan bu tehditlere Suriye’de iktidar ile muhalefet arasında yaşanan çatışmalar örnek olarak gösterilebilir.

Küresel ve özellikle bölgesel düzlemde “yeni bir Soğuk Savaş”ın başladığına dair yorumlara neden olan ve bölgedeki inşa sürecini yakından etkileyen Suriye 
krizi bir yandan bölgedeki jeopolitik ve jeokültürel kutuplaşmaları belirlerken, diğer yandan da olası bir Şii-Sünni çatışmasını gündeme getirmektedir.





Orta Doğu’da Silahlanma ve Orta Doğu Silah Ticaretinde ABD’nin Artan Etkisi



Alttaki veriler gösterdiği üzere ABD’nin Orta Doğu silah pazarındaki payı 2003-2006 döneminde %33 iken, bu oran 2007-2010 döneminde %57’ye 
çıkmıştır. Orta Doğu’ya 2003-2010 arası dönemde yapılan silah anlaşması oranlarını gösteren aşağıdaki tabloda dikkat çeken bir diğer nokta da 
Rusya’nın bölgeye 2007-2010 yıllarında gerçekleştirdiği silah satış oranının bir önceki döneme göre büyük bir düşüş göstermesidir. 2007-2010 
döneminde Rusya’nın Orta Doğu’daki silah pazarının büyük bir oranını ABD ele geçirmiştir.3 Bölge ülkelerinin yoğun bir şekilde silahlanması 
ve artan savunma harcamaları, bölgede çıkacak olası çatışmalara karşı yapılan bir hazırlık olarak değerlendirilebilir.























Bölgedeki halk ayaklanmalarının yol açtığı toplumsal dinamizm, Suriye’deki çatışmalar ile farklı bir boyut kazanmış ve bölgede meydana gelen jeopolitik 
gerginliği üst noktaya taşımıştır. Suriye’deki gelişmelere bağlı olarak bir yanda Batı, Türkiye ve Körfez ülkeleri; diğer yanda ise İran, Lübnan, Irak, 
Rusya ve Çin şeklinde beliren kutuplaşma yalnızca jeostratejik hamleleri içermemekte, aynı zamanda İslam jeopolitiğinde jeokültürel ayrışmalara neden 
olabilecek bir potansiyeli de ihtiva etmektedir.

Suriye’deki çatışma ortamıyla birlikte değerlendirildiğinde bölgedeki bazı aktörlerin Esed rejimini savunurken bazılarının muhalefeti desteklemesi, mezhepsel bir krize yol açabilecek politikaların uygulanma riskini de barındırmaktadır. Esed rejiminden yana tavır alan İran, Lübnan ve Irak ile Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin Suriye konusunda karşı karşıya gelmesi, bölgede mezhepsel bir fay hattının oluşabileceği şeklindeki yorumlara 
neden olmaktadır. Kaldı ki İslam jeopolitiğini böyle bir jeokültürel bölünme oluşturmak suretiyle Şii ve Sünnileri çatışma ortamına çekme politikasına 
ilişkin varsayım kaygıları artırmaktadır. Bölgesel konjonktürde Suriye krizi üzerinden bir yanda öncülüğünü Türkiye’nin yaptığı Sünni dünya ile diğer 
yanda liderliğini İran’ın yaptığı Şii dünyanın cepheleştiği izlenimi doğmaktadır. Uluslararası medya ve kamuoyunda bilinçli ya da bilinçsiz olarak oluşturulan 
bu imaj, olası bir mezhepsel ayrışmanın bölge jeopolitiğinin yeniden inşa edilmesinde katalizör olabileceğini düşündürmektedir.

Son dönemde bölge jeopolitiğinde yaşanan gelişmeler, özelikle Irak ya da Suriye üzerinden çıkabilecek bir Şii-Sünni çatışmasının ciddi şekilde tartışılmasına 
neden olmaktadır. Karar alıcıların Suriye krizinde birbiri aleyhinde yaptıkları sert açıklamalar, Suriye’deki çatışmaların kesilmemesi, başta BM olmak üzere küresel aktörlerin bu sorunun çözümüne ilişkin ortak bir politika üretememesi, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ardından ülkede mezhepsel gerilimin tırmanması, bölgenin lider gücü olma potansiyelini taşıyan Türkiye ve İran’ın Suriye krizi konusunda karşı karşıya gelmesi ve bölgedeki silahlanmanın artan bir ivmeyle devam etmesi gibi gelişmeler bölgedeki jeopolitik ve jeostratejik gerilimin jeokültürel zemine de yansıma olasılığını güçlendirmektedir.


Orta Doğu’da artan silahlanma ve askeri harcamalar, bölge ülkelerindeki etnik-mezhepsel nüfus dağılımının yanı sıra günümüzdeki mezhepsel ayrışma 
riski ile birlikte değerlendirildiğinde, olası bir çatışma ortamının yayılma potansiyelini göstermektedir. Söz konusu nüfus oranları bir yandan izlenecek 
etnik-mezhepsel politikaların olası bir çatışmaya zemin hazırlaması durumunda ortaya çıkacak fay hattının ne derece derin ve şiddetli olacağını, 
diğer yandan da İran’ın Şii jeopolitiği aracılığıyla özellikle Basra Körfezi ve Orta Doğu havzalarındaki jeokültürel etki alanını göstermektedir. İslam 
jeopolitiğindeki Şii ve Sünni nüfus dağılımını ortaya koyan bu jeokültürel harita aynı zamanda İran’ın bilhassa 1979 Devrimi’nden sonra öncelik verdiği 
Orta Doğu, Güney Kafkasya, Orta ve Güney Asya ve Uzak Doğu jeopolitik kesişim hatlarının oluşturduğu Doğu jeopolitiğinin de “kalpgâhı”nı 
teşkil etmektedir. Dolayısıyla Tahran yönetiminin Humeyni sonrasında süreklilik arz eden dış politikasının jeopolitik, jeostratejik, jeoekonomik ve 
jeokültürel boyutlarının ağırlık merkezini de bu coğrafya oluşturmaktadır.





Öte yandan İran, Arap Baharı kapsamında bölgede meydana gelen gelişmeleri yakından izlemekte, bölgeye yönelik strateji ve politikalarını bu çerçevede 
şekillendirmektedir. İran, ABD kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesi ve bölgedeki ABD yanlısı yönetimlerin halk tarafından devrilmesiyle ortaya çıkan jeopolitik 
boşluğu bölgesel gücünü artırmak amacıyla değerlendirmeye çalışmaktadır. Tahran yönetimi bu kapsamda, Şii nüfusa sahip Körfez ülkelerindeki halk 
hareketlerinin başarıya ulaşması için destek sağlamakta ve böylece ABD’nin bölgedeki etkisini kırmayı hedeflemektedir.

Buna karşın önemli bir Şii nüfusa sahip Bahreyn’de ABD’nin 5. Filosu bulunmakta ve diğer Körfez ülkelerinde de ciddi bir ABD askeri varlığı yer 
almaktadır. Ayrıca son yıllarda bölgede artan İran etkisini dengelemek için faaliyet gösteren Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın bölgesel ve bölge dışı aktörlerle 
stratejik ilişkilerini geliştirmesi ve bölge ülkelerince yapılan büyük çaplı silah alımları İran’ı rahatsız etmektedir. İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap 
Emirlikleri’nin Bahreyn’deki Şii halk ayaklanmasını bastırmak için asker göndermesini şiddetle eleştirmiştir. Ayrıca Suudi Arabistan yönetiminin kendi 
Şii kökenli halkının eylemlerine karşı tutumuna tepki göstermiştir.

İran Orta Doğu’daki Batı yanlısı rejimlere karşı gerçekleştirilen halk hareketlerine destek verirken, Suriye’deki halk hareketlerine sessiz kalarak ve uluslararası 
toplumun Esed yönetimine karşı eleştirilerini Suriye’nin içişlerine müdahale şeklinde yorumlayarak bu konuda farklı bir yaklaşım sergilemektedir. 
Tahran yönetiminin Orta Doğu’daki diğer halk ayaklanmalarından farklı olarak Suriye konusunda izlediği bu politikanın temel nedeni, İran ile yakın ilişki 
içinde bulunan %10-16 oranındaki Nusayrilerin Suriye’de iktidarda olmasıdır. İran’ın Suriye’de yaşanan katliamlara rağmen Esed yönetimine destek vermesi, 
bölgede yükselen Şii-Sünni gerginliğini artırmaktadır.

İran yönetiminin Şii hilalini ön plana çıkararak Şii jeopolitiğindeki hareket serbestîsini artırmak istemesi ve bu yönde stratejiler geliştirmesi, Humeyni’den 
miras kalan dış politika anlayışının bir yansımasıdır. Zira İran’ın öncelikli hedefi bölgede kurduğu Şii eksenini korumak ve bölgesel etkinliğini Şii hilali 
üzerinden genişletmektir. ABD müdahalesi sonrasında Şiilerin iktidarda söz sahibi olduğu ve giderek ağırlık kazandığı Irak da Suriye ve Lübnan’a ilave 
olarak bu eksene katılmıştır. İran, Irak’ta Şii iktidarın yönetimi devralması sonrasında bu ülke üzerindeki etkisini artırmıştır. ABD birliklerinin Irak’tan 
çekilmesinin hemen ardından Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni lider Tarık Haşimi hakkında terör olaylarına karıştığı gerekçesiyle tutuklama kararı 
çıkarılması, İran’ın bu ülkeyi kısa bir süre sonra tamamıyla kendi oyun alanı içine dâhil edebileceğini göstermektedir. 

Suriye’deki gelişmeler, Şii-Sünni çatışmasını tetikleyebilecek dinamiklere sahiptir. Şii dünyası ile yakın ilişki içinde olan Nusayri halka dayanan Esed 
yönetimi, büyük çoğunluğu Sünni olan bölgelerde tank, top ve hava araçları kullanarak icra ettiği askeri harekât sonucunda sivil halktan yaklaşık 160.000 
kişinin ölümüne ve çok daha fazla kişinin yaralanmasına neden olmuştur. Çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu muhalif gruplar, bu saldırılara karşı silahlanmış ve ellerinde bulunan hafif silahlarla Esed yönetimine karşı mücadeleye başlamıştır. Bu süreçte Esed rejimine bağlı ordudan ayrılan subaylar tarafından Özgür Suriye Ordusu kurulmuştur. Krizin başlangıcından itibaren İran ise muhalifleri bastırmak için Esed rejimine silah dâhil her türlü desteği vermiştir. Benzer şekilde Irak yönetimi de Esed yönetimine destek vermekte, İran’ın etkisiyle Lübnan’daki Hizbullah da Esed rejiminin ayakta kalması için seferber olmaktadır. Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında Şii-Sünni kamplaşmasının oluştuğuna ilişkin değerlendirmeler seslendirilmese de bölgede hissedilmeye başlamıştır.

Farklı oranlarda Sünni nüfusa sahip Arap devletleri ve Türkiye, bu katliamlara tepki göstererek Esed yönetimine karşı eleşirel bir politika benimsemiştir. 
Türkiye, katliamların durdurulması girişimlerinin yanında Esed’in yönetimden uzaklaştırılması için muhalif grupların teşkilatlandırılmasında sorumluluk 
almıştır. Bu dönemde ayrıca Türkiye’ye kaçan Suriyelilerin Suriye sınırları içinde oluşturulacak korumalı bölgelere yerleştirilmesi gündeme gelmiştir. 
Ancak Suriye sınırları içinde bu şekilde tampon bölgeler oluşturulmasının da, Suriye ile gerilimi derinleştirebileceği değerlendirilmektedir. 

Nükleer krizin tırmanmasına bağlı olarak İran’ın Suriye’deki gelişmeleri de kullanarak bir Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlayacak politikalar izlemesi 
durumunda, ortak sınırlara sahip Türkiye’nin bu gelişmeden büyük zarar görmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Olası bir Şii-Sünni çatışması bölgeye ve 
Türkiye’ye tahmin edilemeyecek büyüklükte zararlar verebilir. Bu nedenle gerek uluslararası kamuoyu gerekse Sünni ve Şii nüfusa sahip ülkeler bu 
hassasiyeti dikkate almalıdır. Bu bağlamda Esed yönetimine karşı yapılacak muhtemel bir müdahalenin bölge dışı ülkeler tarafından yapılması daha uygun 
olabilir. BM Güvenlik Konseyi’nde alınabilecek bir kararla bölge dışı aktörler tarafından Suriye’nin ağır silahlarına zarar verilmesi, muhalefeti güçlendirebileceği gibi Esed yönetimini destekleyen grupların mücadele gücünü de kırabilir. Bununla birlikte Türkiye’nin muhalif grupların ortak hareket etmesi 
ve siyasi bir güç haline gelmesinde, çatışma çözümü ve insani yardımlar konusunda sorumluluk alması daha faydalı olabilir.

Sonuç

İran, diplomatik yöntemler ile çözüme kavuşturulamayan nükleer kriz nedeniyle öne sürülen birçok kaos senaryosunun merkezinde yer almaktadır. İran 
nükleer tesisleri ve füze sistemlerinin ABD veya İsrail tarafından düzenlenecek bir askeri operasyon ile vurulması; Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından 
kapatılması, bundan dolayı petrol fiyatlarının hızla artması ve küresel ölçekli bir petrol krizinin çıkması; ABD kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesi ve Arap 
Baharı’nın etkisiyle Orta Doğu’da oluşan jeopolitik hassasiyetten yararlanan İran’ın Şii-Sünni çatışmasına yol açacak politikalar izlemesi gibi senaryolar 
uluslararası gündemi ciddi biçimde meşgul etmektedir. Bölgesel ve küresel aktörler, İran nükleer krizinin neden olacağı muhtemel gelişmeleri değerlendirmekte ve başta sıcak çatışma olmak üzere masada bulunan tüm seçeneklere karşı tedbir arayışındadır.

Özellikle UAEK’nın 9 Kasım 2011 tarihli raporundan bu yana İran nükleer faaliyetlerinin askeri amaçlı olduğuna dair ciddi şüphelerin bulunması ve yapılan 
müzakerelerden bir türlü sonuç alınamaması, nükleer krizin diplomatik araçlarla çözülemeyeceği yönündeki öngörüleri güçlendirmiştir. Irak’taki gelişmelerle 
birlikte Suriye krizi de göz önünde bulundurulduğunda kaosa doğru evrilmeye başlayan nükleer kriz sürecinin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi olasılık 
dâhilindedir. Tahran yönetimi ise bu süreçte nükleer faaliyetlerine devam etmek için zaman kazanmaya çalışmakta ve nükleer krizi geçici bir süreliğine 
de olsa gündemden düşürmek amacıyla Suriye’deki gelişmeler ve bölgedeki diğer gerilim alanlarından faydalanmaya yönelik politikalar izlemektedir. 
Tahran yönetimi, bu strateji çerçevesinde Hürmüz Boğazı’nı kapatacağına ilişkin açıklamalarda bulunarak küresel güvenliği ve uluslararası ekonomik 
sistemi tehdit etmekte; Irak ve Suriye üzerinden Şii hilali ekseninde yürüttüğü bölgesel politikalarla Şiiler ve Sünniler arasında olası bir mezhepsel gerilimi 
tahrik etmektedir. 

Tahran yönetimi, güvenlik eksenli oluşturduğu klasik dış politikasının en stratejik enstrümanları olarak nükleer programını ve füze sistemini görmektedir. 
Bu sebeple nükleer faaliyetlerini, sahip olduğu kısa ve orta menzilli füze sistemleri ve üzerinde çalıştığı kıtalararası balistik füze programlarıyla paralel 
yürütmektedir. İran’ın uranyum zenginleştirmeye devam etmesi ve mevcut nükleer faaliyetleriyle birlikte birçok füze üretmesi, nükleer programının askeri 
amaçlı olduğuna yönelik kaygıları artırmaktadır. Nükleer silahlara ve nükleer silah atma vasıtalarına sahip olan bir İran’ın kendisini avantajlı hissedeceği, 
bölgesel gücünü Şii jeopolitiğini kullanarak yaymaya çalışacağı ve daha ofansif bir politikaya yönelebileceği söylenebilir. Nükleer bir İran, bölgedeki 
diğer ülkeler kadar Türkiye için de tehdittir. 

Bütün yaptırımlara ve tehditlere rağmen nükleer çalışmalarına kararlılıkla devam eden İran, nükleer programının barışçıl olduğunu iddia etmekte, uluslararası 
aktörler tarafından nükleer programına ilişkin karar alma aşamalarında müzakerelerin yeniden başlaması için uygun ortam oluşturmakta ve böylece 
programda ulaştığı her aşamayı uluslararası kamuoyuna kabullendirmek için fırsat yaratmaktadır. Nitekim İran’ın bu politika ile nükleer silah ve atma vasıtası üretebilecek kabiliyete ulaşıncaya kadar zaman kazanmaya çalıştığını öne süren görüşler bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye, İran’a nükleer silah 
üretmek için zaman kazandıracak politikalara zemin hazırladığı izlenimi vermekten özenle kaçınmalıdır. Ayrıca arabuluculuk rolünün İran ve diğer aktörlerin politikaları doğrultusunda kullanılması konusunda dikkatli olmalı ve farkında olmadan krizin tarafı olmaktan kaçınmaya özen göstermelidir. Krizin 
taraflarının bütün tezlerini dikkatle göz önünde bulundurmalı ve krizin geleceğine yönelik tüm seçenekleri hesaplamalıdır. Her senaryoya karşı hazırlıklı 
olunması önemlidir.

Avrupa’da yaşanan ekonomik kriz dikkate alındığında, Batı’nın herhangi bir askeri operasyona girişemeyeceğini düşünen İran’ın bu konjonktürü zaman 
kazanmak için kullanabileceği ve zenginleştirilmiş uranyum üretme kapasitesini Batılı aktörlere kabul ettirmeye çalışacağı öngörülebilir. Batılı ülkeler de 
uygulanan yaptırımların İran üzerindeki etkisini tam olarak görebilmek için belli bir zamana ihtiyaç duymaktadır. Mevcut durumda Batı’nın sert güç uygulamalarından uzak duracağı ve diplomatik araçlarla çözüm arayışına devam edeceği düşünülmektedir. Bu nedenle İsrail’in kontrol edilmesi durumunda 
tarafların müzakerelerle sonuca ulaşmaya çalışabileceği, netice alınamaması halinde gerilimin tırmanabileceği değerlendirilmektedir.

İran sınır komşumuz olmasının yanı sıra Türkiye için birçok yönden önemli bir ülkedir. Türkiye’nin İran ile yapıcı ve dostane ilişkiler içinde bulunması 
ve bu yöndeki politikalarını sürdürmesi olumlu ve gereklidir. Ancak ikili ilişkilerin tarihi arka planı göz önüne alındığında iki ülkenin aslında her zaman 
birbirlerine rakip durumda oldukları görülmektedir. İran’ın halâ bölgedeki devlet-dışı aktörler aracılığıyla yürüttüğü politikaların ve bölgede kurmaya 
çalıştığı nüfuz alanlarının Türkiye’nin çıkarları ile doğrudan çakışacağı öngörülebilir. Bilhassa nükleer silaha sahip olması durumunda İran’ın izleyeceği 
politikaların Türkiye’nin güvenliğini her açıdan tehdit edeceği unutulmamalıdır. Sonuç olarak Türkiye, İran ile ilişkilerinde birçok unsuru birbiriyle 
bağdaştırmak durumundadır. Bir yandan kendi güvenliğinin gereklerini ve ekonomik çıkarlarını gözetirken, diğer yandan İran’ın genel politikası ile nükleer 
programının yol açtığı Orta Doğu’daki kaygı ve hassasiyetler göz önünde bulundurulmalıdır.


Kaynakça

“22 Ocak 2011, P5+1 ile İran Arasında 21-22 Ocak 2011 Tarihlerinde İstanbul’da Gerçekleştirilen Toplantı Hk”, T.C. Dışişleri Bakanlığı, 
http://www.mfa.gov.tr/no_-28_-22-ocak-2011_-p5_1-ile-iran-arasinda-21-22-ocak-2011-tarihlerinde-istanbul_da-gerceklestirilen-toplanti-hk_.tr.mfa.

“AB İran’a Petrol Ambargosu Kararı Aldı”, BBC, 23 Ocak 2012,
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120123_eu_iran_sanction_approved.shtml.

“ABD Uçakları Havalandı, Ahmedinejad Meydan Okudu”, Milliyet, 13 Nisan 2012,
http://dunya.milliyet.com.tr/abd-ucaklari-havalandi-ahmedinejad-meydan-okudu/dunya/dunyadetay/13.04.2012/1527934/default.htm.

“ABD’den Kilit Müttefike F-15”, Milliyet, 29 Aralık 2011, 
http://dunya.milliyet.com.tr/abd-den-kilit-muttefike-f15/dunya/dunyadetay/29.12.2011/1482122/default.htm.

“ABD’den Son Uyarı: Hürmüz Kırmızı Çizgimizdir”, Hürriyet, 8 Ocak 2012, 
http://www.hurriyet.com.tr/planet/19633574.asp. 

Bahgat, Gawdat, “Iran’s Regular Army: Its History and Capacities”, Middle East Institute, 15 Kasım 2011, 
http://www.mei.edu/content/iran%E2%80%99s-regular-army-its-history-and-capacities.

Barzashka, Ivanka, “Using Enrichment Capacity to Estimate Iran’s Breakout Potential”, Federation of the American Scientists Issue Brief, 21 Ocak 2011, 
http://www.fas.org/pubs/_docs/IssueBrief_Jan2011_Iran.pdf.

“Bomb kills Iran nuclear scientist as crisis mounts”,The Sunday Times, 12 Ocak 2012, 
http://www.sundaytimes.lk/index.php?option=com_content&view=article&id=14649:bomb-kills-iran-nuclear-scientist-as-crisis-mounts&catid=81:news&Itemid=625.

Cordesman, H. Anthony, “Iran, Oil, and the Strait of Hormuz”, Center for Strategic and International Studies, 26 Mart 2007, 
http://csis.org/files/media/csis/pubs/070326_iranoil_hormuz.pdf. 


Çetinsaya, Gökhan, “Türk-İran İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi içinde, der. Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul, 2004.

Gardiner, Sam, “The End of the “Summer of Diplomacy”: Assessing U.S. Military Options on Iran”, Century Foundation Report, 2006.

Gedik, Esin, “Hürmüz kapanırsa petrol 200 dolara çıkar”, Akşam, 9 Ocak 2012, 
http://www.aksam.com.tr/hurmuz-bogazi-kapanirsa-petrol-200-dolara-cikar,-cari-acik-36-milyar-dolar-artar-91327h.html.

Grimmett, F. Richard, “Conventional Arms Transfers to Developing Nations, 2003-2010”, CRS Report for Congress, 2010.

“Growth Resuming, Dangers Remain,” International Monetary Fund, Nisan 2012, 
http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2012/01/pdf/text.pdf.

“HAMAS Rockets”, 
http://www.globalsecurity.org/military/world/para/hamas-qassam.htm.

“Implementation of the NPT Safeguards Agreement and Relevant Provisions of Security Council Resolutions in the Islamic Republic of Iran”, GOV/2011/65, 
http://www.iaea.org/Publications/Documents/Board/2011/gov2011-65.pdf.

“Iran Announces Plan to Produce Medical Reactor Fuel”, The Nuclear Threat Initiative, 10 Ocak 2011, 
http://www.nti.org/gsn/article/iran-announces-plan-to-produce-medical-reactor-fuel/.

“İran: Uranyum Takası Türkiye’de Yapılacak”, Radikal, 17 Mayıs 2010, 
http://www.radikal.com.tr/dunya/iran_uranyum_takasi_turkiyede_yapilacak-997227.

“İran Savaş İçin Hazırlanıyor”, Hürriyet, 6 Aralık 2011, 
http://www.hurriyet.com.tr/planet/19401449.asp.

“İran’a AB’den de Petrol Yaptırımı Yolda”, CNN Türk, 5 Ocak 2012, 
http://www.cnnturk.com/2012/dunya/01/05/irana.abden.de.petrol.yaptirimi.yolda/643400.0/index.html. 

“İsrail’in İran Operasyonunun Detayları Yayınlandı”, Hürriyet, 21 Nisan 2012, 
http://www.hurriyet.com.tr/planet/20389479.asp.

Kaussler, Bernd, “The Iranian Army: Tasks and Capabilities”, Middle East Institute,15 Kasım 2011, 
http://www.mei.edu/content/iranian-army-tasks-and-capabilities.

Koçgündüz, Leyla Melike, “Enerjinin Dar Boğazı: Hürmüz”, ORSAM Dış Politika Analizleri, 5 Mart 2012, 
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=3290.

Leon, Rudy ve diğerleri, “Strengthening America’s Options on Iran”, Center for American Progress, Nisan 2012.

Melman, Yossi ve Hagar Mizrahi, “News of Palestinian Rockets”, 
http://www.jewishpolicycenter.org/2191/haaretz-wikileaks-exclusive-iran-providing-hamas.

“Military Strike Won’t Stop Iran’s Nuclear Program”, Haaretz, 22 Şubat 2010, 
http://www.haaretz.com/news/military-strike-won-t-stop-iran-s-nuclear-program-1.266113.

Özcan, Nihat Ali, “İran Sorununun Geleceği: Senaryolar, Bölgesel Etkiler ve Türkiye’ye Öneriler”, TEPAV Ortadoğu Çalışmaları 1, 2006.

“Programme nucléaire de l’Iran - Déclaration de la Haute Représentante de l’Union européenne”, Catherine Ashton, au nom des E3+3, à l’issue des 
pourparlers à Istanbul les 21 et 22 janvier 2011 (Bruxelles, 22 Janvier 2011), 
http://www.diplomatie.gouv.fr/fr/pays-zones-geo/iran/l-union-europeenne-et-liran/article/programme-nucleaire-de-l-iran.

“Report of the Independent International Commission of Inquiry on the Syrian Arab Republic, Human Rights Council”, 22 Şubat 2012, A/HRC/19/69, 
http://www.ohchr.org/Documents/HRBodies/HRCouncil/RegularSession/Session19/A-HRC-19-69.pdf. 

Salihi, Emin, “Ortadoğu’da Oluşan Yeni Dengeler ve ‘Şii Hilali’ Söylemi”, Bilge Strateji Cilt: 2 Sayı: 4 (Bahar 2011): 183-202.

Sandıklı, Atilla ve Bilgehan Emeklier, “Kaos Senaryolarının Merkezinde İran”, Rapor No: 40, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2012.

“Security Council Imposes Additional Sanctions on Iran”, 9 Haziran 2010, 
http://www.un.org/News/Press/docs//2010/sc9948.doc.htm.

Shalal-Esa, Andrea ve Bob Burgdorfer, “U.S. Foreign Arms Sales Reach $34.8 Billion”, 5 Aralık 2011, 
http://www.reuters.com/article/2011/12/06/us-pentagon-weapons-idUSTRE7B500R20111206.

Sinkaya, Bayram, “İran Nükleer Programı Karşısında Türkiye’nin Tutumu ve Uranyum Takası Mutabakatı”, Ortadoğu Analiz Cilt: 2 Sayı:18 (2010).

“Suriye İçin Toplandılar, İran’a Yaptırım Kararı Aldılar”, Habertürk, 1 Aralık 2011, 
http://www.haberturk.com/dunya/haber/693310-suriye-icin-toplandilar-irana-yaptirim-karari-aldilar.

Şahin, Mehmet, “Şii Jeopolitiği: İran için Fırsatlar ve Engeller”, Akademik Orta Doğu Cilt: 1 Sayı: 1 (2006).

Taflıoğlu, Serkan, “İran, Silahlı İslami Hareketler ve Barış Süreci”, Avrasya Dosyası İsrail Özel Sayısı Cilt: 5 Sayı: 1 (İlkbahar 1999).

Türkmen, İlter, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu, BİLGESAM Yayınları, İstanbul, 2010.

Walt, M. Stephen, “Why Attacking Iran is a Still Bad Idea?”, Foreign Policy, 27 Aralık 2011, 
http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/12/27/why_attacking_iran_is_still_a_bad_idea. 

Zirulnick, Ariel, “Getting the Strait of Hormuz Straight: an FAQ”, The Christian Science Monitor, 29 Aralık 2011, 
http://www.csmonitor.com/World/Middle-East/2011/1229/Getting-the-Strait-of-Hormuz-straight-an-FAQ/Does-Iran-even-have-the-right-to-close-the-Strait.


****