24 Aralık 2018 Pazartesi

Almanya’da İslam ile ihtida olan gayrı müslimlerin psikolojik açıdan din değiştirmeleri

Almanya’da İslam ile ihtida olan gayrı müslimlerin psikolojik açıdan din değiştirmeleri 


Abdülkadir Akargöl
Din Psikolojisi Ödevi; 
Arif Ayduran 
22 ARALIK 2017 

“ İslam Söndürülmesi güç bir ateş gibi Avrupa sokaklarında yayılıyor” 
M. Mehdi Akif 
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ 

Giriş 

İslam dünya’da yayılan en hızlı din olarak Avrupa’da ve bilhassa Almanya’da da hızla yayılmakta. Biz Almanya doğumlu iki öğrenci olarak amacımız sizler için psikolojik açıdan Almanya’da yaşayan insanların müslüman olmalarını araştırıp ele almak. 
Bu araştırmayı din değiştirme tiplerini göz önünde bulundurup örnekler sunarak, sonradan İslamla ihtida olan gayri müslimlerin düşünceleri ve amaçları hakkında bilgi toplayıp olay vak’a incelemesi çerçevesinde tertiplendirdik. 
Din Psikolojisinde Din Değiştirme Tipleri Lofland ve Skonovd din değiştirme ve dindarlaşma üzerine yaptıkları araştırmalar neticesinde Din değişimini altı Tip üzerine belirtmiştir. Bunlar; Entellektüel, mistik, deneysel, duygusal, yeniden uyanış ve cebrî (zorlama) tiplerdir. 
Entellektüel tip: Kendi araştırmaları ve ‚doğruyu bulma‘ çabası neticesinde ve eleştirme, sorgulama ve değerlendirme özellikleriyle din değiştirir. 

Mistik tip: Bazı mistik tecrübelerden dolayı etkilenip din değiştirir. Mevlananın metinlerinden, Semazenlerden, Zikir meclislerinden ve hatta Kur’an-i Kerim tilavetinden etkilenenleri örnek gösterebiliriz. 

Deneysel tip: Deneyerek ve tecrübe ederek sonucunun merakını giderme amacıyla ibadetlere katıldıktan sonra kararını verip din değiştirir. 

Duygusal tip: Tercih edeceği dinin mensuplarıyla duygusal bağ oluşmasından, güzel hal-hareket, ahlak veya davranışlarından dolayı din değiştirir. Kendiside gördüğü özellikleri elde edebilme arzusunu taşıyabilir. 

Yeniden uyanış tipi: Dini duygularını harekete geçirecek herhangi bir olaydan, etkileyici bir konuşmadan veya tecrübeden meydana gelen dindarlaşma arzusuyla mensup olduğu dinine yeniden bağlanır veya başka bir dine geçiş yapar. 

Zorlanan tip: Yaşadığı sosyal baskıdan dolayı veya beyin yıkanması neticesiyle bir nevi zorla din değiştirir. 

Alman asıllı ve protestan bir ailede büyümüş. Ebeveynleri ayrı olması hasebiyle annesiyle yaşıyor. Dinin ailesinde ve kendi hayatında fazla hükmü olmadığını, 
dindarlıklarının sadece Noel kutlamaktan ibaret olduğunu söylüyor. 
İslam hakkında 11 Eylül ve arabların kadınlarına kötü davranışları haricinde pek bilgisi yoktur. Ta ki tanıştığı müslümanlara ve sonradan muhtedi müslümanlara kadar. Zira müslümanların geri kafalı olduğunu sandığı için onların eğitim düzeyleri ve entellektüellikleri onu şaşırtır. ‚ Hem inançlı, hem eğitimli nasıl olunur, aklım almıyor‘ diyerek merakını Kur’an-i Kerim meali okumakla gidermeye çalışır. 
Kur’an ile yeni tanışan birçok gayrı müslimler gibi okurken hatalar bulmaya çalışır ve buna müyesser olamayınca ‚bu mükemmel kitabı bir insan yazmış olamaz‘ der ve müslüman olmaya karar verir. 
Bu hanımefendiyi çevresindeki müslümanların iyi örnek olmaları islamı araştırmasına sevk eder. Dolayısıyla bir duygusal din değiştirme tipi olarak değerlendirilebilir. Din değişiminde etken faktörlerden biri olan ‚ailenin dini temayülleri‘ bu örnekte çok önemli bir etken olduğunu düşünüyoruz. Çünkü ailesinin dine pek önem göstermediklerini söylüyor, dolayısıyla müslüman olması konusunda herhangi bir baskı görmeyeceği düşüncesiyle din değişimine daha açık olduğunu muhtemel görürüz. 

Niklas Rebenstein - 'İslam ile evlendim‘ 

Başlıktan anlaşılacağı üzere tunuslu bir kadınla evlenebilmek için gayrı samimi bir şekilde müslüman olan 32 yaşındaki ‚Niklas Rebenstein‘, yaşadığı müslümanlaşma sürecini bir internet gazetesinde yayınlar. Ailesi yahudi asıllı olup dini önemsemediklerinden dolayı kendisini baştan beri ateist olarak nitelendirir. Ancak zannımca inançsız olduğu için değil, inancı önemsemediği için. Çünkü tanrıya inanmasa herhangi bir dine mensup olmayı kabul etmezdi. - Almanyada birçok kişi kendini ‚Ateist‘ kisvesi altında görüp, aslında herhangi bir inancı benimsemediği için kendisinin ateist olduğuna inanır. Dini o kadar önemsemez ki ateistlikle deistliğin arasındaki farklı bile bilmez. - Dini bu kadar önemsiz gören Niklas, internette tanıştığı tunuslu bir kadına aşık olup, onunla ancak bir müslüman olarak evlenebileceğini öğreniyor. Nitekim kendi deyimiyle ‚hiç sempati duymadığı bir dine' mensup oluyor ve hatta ‚ne yaptığımı idrak bile edemiyorum‘ diyor. 

Almanya’da çokça görülen böyle bir din değişiminin ne kadar kaliteli olduğu tartışılır. 
Nüfusunda birçok müslüman bulunduran avrupa ülkelerinde bu durum çok şaşılır bir durum değil, nitekim yoğun kültür alışverişleri ve karşılıklı toplumsal entegrasyonlar buna yol açıyor. Bu örnek aslında dini bilgisi az olan kişilerde evlilik için din değişiminin daha kolay olduğunu gösteriyor. Duygusal din değiştirme tipine dahil olan bu din değiştirmelerin kalitesi kişiden kişiye değişiyor. Başta gayrı samimi olup sonradan islamı samimi bir şekilde benimseyen kişiler çoğunluktadır.

İslamın ‚Müslüman bir kadın gayrı müslim bir erkekle evlenemez‘ yasağının amacı zaten hem kocası olacak kişiyi, hemde kendilerinden doğacak cocukları müslümanlaştırmak. Çünkü evlenmek istediği kadına karşı yoğun bir duygusal bağ oluşur ve din değiştirmesi kolaylaşır. Cocuklara gelince, genellikle kişi babasının dinini tercih eder. 
Medyanın Gayrı İhtiyari Eseri - İslam’ı Seçen Lars Medyanın İslam’a karşı yoğun karalama operasyonları ve propagandaları yüzünden araştırmaya yeltenen alman asıllı 18 yaşındaki Lars, yarım sene araştırma sürecinden sonra Kelime-i Şehadet getirerek müslüman olur. 
İslama yapılan saldırıların haklılık payını öğrenmek için araştırırken islama yaklaşıp müslüman olan insan sayısı hakikaten çok, belkide bu zamanlarda din değişimine en çok sebep olan etkenler arasında olabilir. Entellektüel tip din değiştirme olarak kategorize ettiğimiz bu din değişimi (Medya), din değiştirmeyi etkileyen faktörler arasındadır.

Afro-Amerikan Sınıf Arkadaşım Donello 

Arif: Annesi alman babası afro-amerikan sınıf arkadaşım Donello ile sık sık islam ve dinler hakkında tartışırdık. Bir süre sonra bana gelip ‚afrikalı dedelerim 
müslümanmış Arif‘ dedi. O andan itibaren sempati duyup araştırmaya başladı. Okul bitti ve ben uzun zaman sonra Facebook profiline rastladım ve Kelime-i Tevhid yazısını gördüm, muhabbete girdiğimde müslüman olduğunu söyledi. 

Bu örnekte bariz bir şekilde ailenin veya etnik kökenin din seçmede veya değiştirmede çok önemli bir faktör olduğunu anlıyoruz. Etnik kökenine duygusal bağı olan arkadaşım birdenbire sempati duymadığı islam dinini sevmeye başlıyor ve bir zaman sonra islam dinine dahil oluyor. Kur’anda sık sık bahsedilen müşriklerin ‚atalarının dinlerinden‘ bir türlü vazgeçemediklerini de örnek olarak vermiş olalım.

Bir zamanlar Dominik idi, artık Mus’ab Abdulkadir: Almanyada yakın arkadaşım Mus’ab (Dominik), kendisine 1€ borcu olan müslüman okul arkadaşının birkaç gün sonra gelip geriye ödemesine şaşırır ve ‚neden bu kadar önemsedin ki bu meseleyi?’ Sorusuna ‚biz müslümanlar kul hakkı konusunda çok önem gösteririz‘, demesi üzerine islama karşı sempati duyar ve adim adim müslüman olamaya yaklaşır. 

Bu arkadaşım daha oncede iyi niyetli ve ahlaka önem gösteren bir kişilik olduğu icin islama daha kolay yaklaştı. Yani kul hakkına riayet eden ‚müslümana‘ duygusal bağ oluştu. 
Bir dine mensup insanların dinlerine insan kazanma konusunda bana göre en önemli etken o dinin yansıması olmaktır, yani onu yaşayarak örneklendirmektir.

Catherine Houlihan‚ Allah hariç hayatımda her şeyi sorguladım‘ diyen Catherine Houlihan, Katolik bir aileden olup ‚katolikliği hiç bir zaman tamamen kabul etmemiştim ve uygulamamıştım‘ diyor. İçindeki şüpheler ve inandığı dinde gördüğü bazı çelişkiler onu yeni bir arayışa sevk ederken, okuduğu bölümde Malcolm X ve Thomas Morus hakkında bilgiler onu inspire etmiş ve islamı araştırmaya bir adım atmış. Kendi dininde gördüklerinin fevkini, daha fazlasını islamda görüp, kendi inandığı Peygamberi (İsa a.s) müslümanların daha mantıklı anlattığını ve daha çok önemsediğini, hatta ona inanmayanın imanı olmadığını duyunca etkilenmiş. Daha sonra Namaz ve Oruç ibadetini deniyor ve kendisini hiç hissetmediği kadar güçlü hissediyor. Kuran tilavetinden de çok etkilendiğini söylüyor ve müslüman olmaya karar veriyor. İç huzuru konusunu kendisi şöyle tarif ediyor‚ Müslüman olduktan sonra kendi evimi bulmuş gibi hissettim‘. 

Hem arayış içinde olup, hem güzel örnekten etkilenen (Duygusal), hem deneyerek (Deneysel), ve hemde Kur’an tilavetinden etkilenerek (Mistik) din değişimini gerçekleştiriyor. Burada en büyük etken elbette kendi dininden şüphe duyması ve arayış içerisinde olması dolayısıyla Entellektüel bir din değişimi tipi olduğunu söyleyebiliriz. 

Değerlendirme ve Sonuç 

Görüldüğü üzere toplayabildiğimiz en önemli (bize göre) ihtida örneklerinin çoğunluğunu hep duygusal tip din değiştirme teşkil ediyor. Elbette insanın inanç gibi kendi kutsallarının ve tercihlerinin değişimini belirli bir kalıba veya mantığa sığdırmak mümkün değildir. Çünkü her bireyin din değiştirme sebepleri ve etkenleri farklılık arz eder. 
Dolayısıyla din değiştirme konusuna bireysel bakılmalıdır. Son olarak bu verdiğimiz örneklerdeki kişiler kültürünü değil dinlerini değiştirdikleri için, kültürlerini islamî çerçevede devam etmektedir.

"Allah Teala Hazretleri diyor ki: Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O , beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira' yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim." [Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da'avat 142, (3598)] 

Din değiştirmenin zorluğunu anlamak açısından bir soru:
Siz almanyada hristiyan bir ailede doğmuş ve büyümüş olsaydınız, bütün olumsuzluklara ve medyanın karalamalarına rağmen müslüman olur muydunuz?
(Soruyu cevaplamak isteyenler için email: arifayduran@icloud.com)


Kaynakça Julia Schuster:
http://m.thueringer-allgemeine.de/web/mobil/leben/detail/-/specific/Eine-junge-Deutsche-die-zum-Islam-konvertierte-Ich-bin-gluecklicher-533361042

İslam ile evlendim:
www.zeit.de/amp/2016/51/konversion-islam-atheismus-beziehung-heirat

Lars:

https://mobil.ksta.de/region/leverkusen/stadt-leverkusen/-meinen-weg-gefunden--wieein-leverkusener-schueler-den-islam-fuer-sich-entdeckte-24282192originalReferrer=
https://www.google.com.tr/&mobileSwitchPopupClick=1

Catherine Houlihan:
http://m.huffingtonpost.de/catherine-houlihan/islam-christentum-konvertiert-muslimedeutschland-glauben-religion_b_17646406.html



***

ÇİN İN YENİ DENİZ STRATEJİSİ

ÇİN İN YENİ DENİZ STRATEJİSİ



Dr. Nejat TARAKÇI* 
* Jeopolitikçi ve Stratejist, ntarakci@gmail.com 



Çin’in  Yeni Deniz Stratejisi,

Uzakdoğu’da Çin ile ABD ve müttefikleri arasındaki çatışma potansiyeli artıyor. Çin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin bölgede kurduğu askeri çemberi kırmayı hedefliyor. 
Bu bağlamda deniz kuvvetleri dengesi öne çıkıyor. Çin’in geçen sene sonunda yayınlanan Askeri Stratejik Belgesinde öncelikle Amerikan deniz gücü hedef alınırken Tayvan dâhil çevredeki petrol potansiyeli olan ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki Çin ulusal çıkarlarının kararlılıkla korunacağı belirtilmişti. Tayvan’da bu yılbaşında yapılan seçimlerde bağımsızlık ve Amerikan yanlısı bir iktidarın iş başına gelmesi, Çin’in bölgedeki güç hesaplarını ve stratejisini önemli oranda değiştirecektir.

5 Nisan 2016’da 8 bin kişilik Amerikan ve Filipin askeri birliği Çin’in kendine çok güvendiği Güney Çin Denizi’nde yıllık tatbikata başladı. ABD Savunma Bakanı Ashton Carter bu tatbikatı izleyen ilk savunma bakanı olacak. Diğer taraftan ABD başkan adayı Trump, Japonya ve Güney Kore’yi kendi nükleer silahlarını 
geliştirmesi için teşvik edeceğini açıkladı. Bu söylem BM’den tepki gördü, çünkü NPT Anlaşmasına göre BM Güvenlik Konseyi üyesi dışındaki ülkelerin nükleer silaha sahip olması yasak. Ancak NPT’ye aykırı olarak İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore nükleer silahlara sahip. 
Kuzey Kore hariç diğer ülkelerin bu silahlara sahip olmasının ABD tarafından cesaretlendirildiği de bilinen bir gerçek. Diğer taraftan Trump Amerikan 
üslerinin giderlerine katkı sağlamayan müttefik ülkelerdeki askerlerini çekeceğini açıkladı. 
Bu söylem ABD’nin küresel askeri stratejisine çok ters gözüküyor. Ancak mali açıdan bir baskı unsuru olarak söylendiği, çok açık. 
Çünkü ABD’nin ulusal çıkarları meydanı Rusya, Çin ve bölgesel güçlere terk edemeyecek kadar büyük.1 
Çin’in Denizci Strateji Reformları2 
Çin’in 13 ncü beş yıllık kalkınma planı yayınlandı. Bu planda Çin Denizci Stratejisi (maritime strategy) en üst seviyede güçlendirecektir ibaresi 
yer almaktadır. Klasik denizci strateji tarifi ülkelerin ulusal çıkarlarına imkân ve kabiliyetlerine göre değişmektedir. Bu ibareden Çinli politika yapıcıların 
denizci strateji ile ne kastettikleri önem arz etmektedir. Çin’in denize yönelik politikaları son zamanlarda çok sorgulanan hususların başında gelmektedir. Ancak yukarıdaki temel sorunun cevabı tam olarak ortaya konmamıştır. 

ABD’nin hali hazır Denizci Stratejisi, denize yönelik hizmetlerin barış ve savaş zamanında milli hedefleri ele geçirmek için (sahil güvenlik, deniz piyade) kurulması, organizasyonu için rehber prensipleri içermektedir. Çin ise konuya tamamen sivil bir kavram içinde yaklaşmaktadır. Diğer ülkelerin okyanus politikasına benzer bir durum mevcuttur. Denizden ve kıyılardan azami şekilde faydalanmayı amaç edinmektedir. Bu deyim, Çin literatüründeki uygulamaya bakıldığında değişebilir birbirinin yerine geçebilen bir anlam ifade etmektedir. 2012’den önce Denizci Gelişme Stratejisi (Maritime Development Strategy) olarak kullanıldı. 2012 sonlarından itibaren Denizci Güç Stratejisi (Maritime Power Strategy) oldu. 

Sonunda Denizci Güç (maritime power) haline geldi. Denizci Güç, genelde okyanus olanaklarına ulaşma, okyanuslardan faydalanma, okyanusları 
koruma ve okyanusları kontrol etme şeklinde; devletin amaçlarına yönelik bir deniz gücünü ifade etmektedir. 

Çin’in Denizci Strateji Uygulamaları Zararsız bir tanımlama olarak gözükmesine rağmen, Çin’in Denizci Stratejisi, okyanusların ekonomik açıdan kazanç için kullanılmasından daha fazla bir anlam içermektedir. Çin’in Denizci Stratejisi aynı zamanda Çin’in deniz alanlarındaki anlaşmazlıkların çözülmesi ve savunulması ile de ilgilidir. Çinliler bunu deniz alaka ve menfaatlerinin korunması olarak ifade etmektedirler. Bu bağlamda ekonomi sadece ekonomi demek değildir. Çinli politikacılar, tartışmalı deniz alanlarındaki hedef ve hakların korunması için balıkçılık, petrol ve gaz araştırmalarını aktif olarak cesaretlendiriyorlar. 

Çin’in Denizci Stratejisinde deniz hukuku uygulamaları anahtar rol oynuyor. Diğer kıyı devletlerinin sahil güvenlik kuvvetleri gibi, Çin’in jandarma kuvvetleri deniz hâkimiyet alanının kullanılmasının düzenlenmesine yardımcı oluyor. 
Ancak herkesin bildiği gibi Çin’in sahil güvenlik teşkilatı aynı zamanda Çin iddialarının kabul ettirilmesinde ön sırada yer alıyor. Duruma bağlı olarak Çin’in deniz hukuku uygulama kuvvetleri tartışmalı bölgelerde Çin’in otoritesini göstermek, istihbarat toplamak için seyir yapmaktadır. 
Bu çeşit harekât haftalık periyodlarla Senkaku Adaları civarında yapılmaktadır. Daha fazla tırmandırıcı bir tabiatta, Çin sahil güvenliği Çinlilerin hak iddia ettiği 
sularda zorlayıcı tatbikatlar yapmaktadır. Bu uygulama sıklıkla yabancı denizcileri onlara çarpma tehdidi ve bir dizi öldürücü olmayan silahlarla korkutma taktikleri ile taciz şeklinde yapılmaktadır. 

Çin’in Denizci Stratejisi aynı zamanda deniz hukuku uygulama kuvvetlerine Çin’in iddialarının sivillere karşı da sürdürülmesi talimatını vermektedir. 
2014 yılında Vietnam’a ait HD-981 numaralı petrol arama platformuna müdahale edilmesi buna klasik örnektir. Karakteristik nitelikteki son olay Endonezya’nın yetki alanında meydana gelmiştir. Olay Endonezya’ya ait Natuna Adası civarında avlanan Çin’e ait 300 tonluk bir balıkçı gemisine 19 Mart 2016’da Endonezya Balıkçılık Bakanlığı’na bağlı bir karakol gemisinin el koyması ve 8 mürettebatı Endonezya’nın Münhasır Ekonomik Bölgesi içinde balık tutmak gerekçesiyle tutuklaması ile başlamıştır. Çin balıkçı gemisi çekilerek üsse götürülürken bir Çin sahil güvenlik gemisi yetişmiş, Endonezya karasularına girmeden kuvvet kullanarak gemiyi durdurmuştur. 


Karakol gemisi daha önce üsten deniz kuvveti yardımı istediğinden Endonezya Deniz Kuvvetlerine bağlı bir bot da hemen olay yerine gelmiştir. 

<  Çin, güneye doğru uzun menzilli balıkçılığı sahil güvenlik botları ile destekleyerek hem aktif hem de dinamik bir strateji uygulamaktadır. >

Aşağı yukarı aynı zamanda ikinci bir Çin Sahil Güvenlik Gemisi de olay yerine intikal etmiştir. Olayı daha fazla tırmandırmamak için Çin balıkçı gemisinde bulunan Endonezyalı subaylar Çin balıkçı gemisini bırakmaya ve üsse dönmeye karar vermişlerdir. Hemen sonra Çin sahil güvenlik botu Çin balıkçı gemisine el koyarak Endonezya sularından uzaklaştırmıştır. Bölgeye gelen Endonezya donanmasına ait bot Çin balıkçı gemisinin karasularından çıkmasına kadar refakat etmiştir. 

Olayı takiben Endonezya Balıkçılık Bakanı, Jakarta’daki Çin Büyükelçisini makamına çağırarak olayı sert biçimde protesto etmiştir. Çin balıkçı 
gemisi personeli halen Endonezya’da tutukludurlar. 
Bütün dikkat şimdi sekiz tutuklu balıkçının nasıl serbest kalacağına odaklanmış tır. Bu olay Çin’in balıkçı gemilerini kullanarak Güney Çin Denizi’ne (GÇD) yeniden sahip olmaya çalıştığı şeklinde değerlendirilebilir. Ancak çok daha önemli olan balıkçı gemileri ile Çin sahil güvenlik teşkilatı arasındaki yakın koordinasyon ve işbirliğidir. 

Bu işbirliği Çin balıkçı gemilerini tartışmalı sularda avlanmak için cesaretlendirmektedir. Bu bağlamda Çin’in hedefi Endonezya ile çakışan 
200 deniz millik Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) deki Natuna adaları civarındaki deniz alanına sahip olmaktır. Halkın protesto etmesi sonrasında, Endonezya Hükümeti Natuna Adası bölgesindeki deniz savunmasını ve deniz hukuku uygulamalarını acilen güçlendirmeye söz verdi. 
Çin tarafından tahkim edilen ve askerileştirilen Spratly Adaları, Çin’in daha büyük deniz alanlarını kontrol hedefi için bir adımdı. Natuna Adaları civarındaki son olay ise bunun devamıdır. Bu bağlamda Çin, güneye doğru uzun menzilli balıkçılığı sahil güvenlik botları ile destekleyerek hem aktif hem de dinamik bir strateji uygulamaktadır.3 

Çin’in Denizci Strateji Reformları.

Çin Sahil Güvenlik teşkilatı iki temel fonksiyona sahiptir. Birincisi, Çinli balıkçıların yabancı müdahele olmaksızın avlanmalarını sağlamak, ikincisi Çin karasuları ve MEB’in güvenliği için destek vermektir. Çin’in Denizci Stratejisi onun kurumsal temellerini dikkate almadan anlaşılamaz. 
Yıllarca bu konu hükümetin değişik bakanlıklarına dağılmış bir haldeydi. Bugün Toprak ve Kaynaklar Bakanlığına bağlı ve 2013’te kurulan Devlet Okyanus İdaresi’nde (State Oceanic Administration) toplanmış bulunmaktadır. Çinli politika yapıcılar denizci strateji uygulamak ve gayretlerin en iyi şekilde birleştirilmesi için büyük reformlar başlattılar. Mart 2013’te Milli Halk Kongresi, devletin Denizci Stratejisinin formüle edilmesinden sorumlu olacak Devlet Okyanus Komisyonunun (DOK) kurulmasını onayladı. Aynı yasada DOK’a ülkenin deniz hukuku uygulama kuvvetlerinin kontrol ve sorumluluğu da verildi. 

Bu Çin Sahil Güvenlik Teşkilatının DOK’un emrine girmesi demekti. DOK Başkanı bu adımı denizci stratejinin gelişmesi ve güçlü bir ülke olma rüyasının gerçekleşmesi yönünde önemli bir reform olarak nitelendirdi. Yeni ve güçlendirilmiş DOK, 2013 ortalarında 14 daire olarak göreve başladı. 
Bu dairelerin içinde Stratejik ve Ekonomik Planlama dairesi önem arzetmektedir. Bu dairenin en önemli görevlerinden biri DOK’un günlük olarak performans değerlendirmesini yapmaktadır. Bu dairenin dört şubesinden biri Denizci Strateji Şubesidir. Çin Sahil Güvenliği dışında, DOK’a bağlı diğer teşkilatlar da Çin’in Denizci Stratejisinin uygulanmasından ve korunmasından sorumludurlar. Bunlardan en az bilineni Tianjin’de bulunan Milli Deniz Veri ve Bilgi Servisi’dir (National Marine Data and Information Service) . Bu teşkilatın diğer sorumlulukları arasında, Çinli karar vericilere ve Sahil Güvenlik teşkilatına istihbarat desteği sağlamak gelmektedir. 

Bu birim tartışmalı alanlardaki kıyı faaliyetlerini izlemede DOK’un sinir merkezi gibi çalışmaktadır. NMDIS ayrıca açık kaynaklardan istihbarat toplama 
ve bunları analiz görevini de icra etmektedir. 

Sonuç ve Değerlendirmeler 

Sonuç olarak Çin’in bu beş yıllık planının denizci stratejiyi baştan aşağı dizayn ettiğini söylemek mümkündür. DOK’un çıkardığı bir gazetede Çin’in deniz gücü stratejisini baştan aşağıya dizayn eden 2013 reformu önemli bir değişim olarak belirtilmektedir. Planın 41. bölümünün başlığı “Mavi Ekonomi Alanının Genişletilmesi”dir ( Expanding Space for he Blue Economy). Bu bölüm her biri Çin’in Denizci Stratejisinin önemli bir unsuru olan üç ana alt başlık içermektedir: 

• Deniz ekonomisi inşası (yaratılması) 
• Deniz çevresinin korunması 
• Deniz alaka ve menfaatlerin korunması 

Bu zamana kadar Çin yönetiminin tartışmalı deniz alanları hakkındaki sorunu, Çin hukukunun kimin neyi yapacağını açıkça belirtmemiş olmasıydı. 
Ayrıca Çinli sahil muhafızlarının Çin’in haklarını korumak için ihlalleri nasıl cezalandıracakları da açık olarak tanımlanmamıştı. Bu nedenle, 2013 reformunun tamamlanabilmesi için temel denizcilik yasasına ihtiyaç var. Bu reformla paralel olarak Çin’in iç hukukun da değiştirilerek kaotik duruma son verilmesi gerekiyor. Bu yasanın 13. beş yıllık plan dönemi( 2106-2020) içinde çıkarılması bekleniyor. DOK taslak üzerinde çalışıyor. Kanun yayınlandığında Çin’in baştan aşağı değişen Denizci Stratejisi tam anlamıyla bitmiş olacaktır. 4 

Denizci Stratejinin ABD İlişkilerine Etkisi Çin’in, Batı’nın bin yılda oluşturduğu Denizci Stratejisi ile başa çıkmak için kendi Denizci Stratejisini baştan aşağı değiştirmesi Pasifik’teki ABD - Çin rekabetinin soyuttan somuta geçtiğini göstermektedir. 

<  ABD Savunma Bakanı Ash Carter, Çin’i ABD’nin Rusya’dan sonra ikinci sırada tehdit ülke ilan etti. Terörizm yani IŞİD ise Kuzey Kore ve İran’dan sonra beşinci sırada yer alıyor. >

Çin, Sovyetlerin dağılması sonrası, dünya deniz gücü dengesinin bozulması ve ABD’nin tek hâkim duruma gelmesi sonrasında, ABD ile bölgedeki çekişmeden zarara uğramadan çıkmasının ve kendi ulusal çıkarlarından taviz vermeden ayakta kalmasının deniz gücüne bağlı olduğunu anladı. 
Bu bilinçle 2001’de Varyag’ı satın alarak proto tip bir uçak gemisi ile işe başladı. Çin son beş yılda ABD’nin bölgedeki ortaklarını da dikkate alarak deniz kuvvetlerinde büyük bir atılım yaptı. Artık bir okyanus donanması kabiliyetine sahip olduğu söylenebilir. Bu bağlamda deniz gücü kuvvet kullanım doktrinini savunmadan açık denizlere doğru ve daha saldırgan bir stratejiye oturtmuş bulunuyor. 

Bölgedeki bu durum ABD Savunma Bakanı Ash Carter’in 7 Nisan 2016’da yaptığı konuşmada Çin’i ABD’nin Rusya’dan sonra ikinci sırada tehdit ülke olarak ilan etmesi ile tescillenmiştir. Terörizm yani IŞİD ise Kuzey Kore ve İran’dan sonra beşinci sırada yer almaktadır. ABD’nin en büyük korkusu ise Rusya- Çin stratejik ortaklığı olacaktır.5 

Özetle Çin tarruzi hale getirdiği Askeri Deniz Stratejisini (naval strategy), 2013’den bu yana dizayn etmeye başladığı ve bu yıl uygulamaya 
konulan yeni Denizci Stratejisi ( maritime strategy) ile bütünleştirmeyi başarmıştır. Tayvan seçimlerini bağımsızlık yanlılarının kazanması 
sonrasında Çin’in Güney Çin Denizi ve Münhasır Ekonomik Bölgesindeki tartışmalı alanlarda kuvvet kullanımının artacağı söylenebilir. 21. YÜZYIL 

Dr. Nejat Tarakçı 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88 


DİPNOTLAR;

1 AEI’s Rundown AEIFDP@aei.org 4 April 2016 
2 Ryan D. Martinson, Maritime Strategy With Chinese Characteristics? 25 March 2016 
3 By Ristian Atriandi Supriyanto Breaking the Silence: Indonesia Vs. China in the Natuna Islands March 23, 2016 
   http://thediplomat.com/2016/03/breaking-the-silence-indonesia-vs-china-in-the-natuna-islands/ 
4 Ryan D. Martinson, Maritime Strategy With Chinese Characteristics? March 25 2016 
5 Matt Agorist, The US Just Declared Russia a Greater Threat than ISIS — Paving the Way for Deadly Perpetual War 7 April 2016 


***

23 Aralık 2018 Pazar

Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma

Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma 



Deniz BERKTAY*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Rusya-Slav Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışman 



Şubat 2016, Hristiyan dünyasında tarihi bir buluşmaya tanıklık etti. Katolik dünyasının lideri Papa ile Ortodokslar arasında en kalabalık cemaate sahip olan kilisenin lideri Moskova Patriği, tarihte ilk kez biraraya geldi. Papa Franciscus 
ile Moskova Patriği Kirill’in, Küba’nın başkenti Havana’da, havaalanında gerçekleştirdikleri iki saatlik görüşme, hem Hristiyan dünyası açısından hem de dünya siyaseti açısından önemli bir gelişme olarak değerlendirildi. 


     Papa ile Ortodokslar’ın onursal lideri olan Fener Rum Patriği, 1960’lı yıllardan bu yana birçok kez bir araya geldi. Bu buluşma ise, Ortodoks dünyasında en kalabalık cemaate sahip olan ve Ortodoks dünyasında Batı’daki gelişmelere karşı en muhafazakar çizgiyi savunan Moskova Patriği arasındaki ilk buluşma olması açısından önem taşıyor. 
Havana Havaalanı’ndaki iki saatlik görüşmenin bütün ayrıntıları hakkında henüz fazla bir bilgi mevcut değil. Rus Ortodoks Kilisesi’nin önde gelen isimlerinden Rahip Andrey Kurayev, verdiği bir demeçte, “Küba’da iktidar değişmedikçe ve yeni yönetim, bu görüşmeyi dinlediğinden emin olduğumuz Küba istihbarat servisinin kayıtlarını yayımlamadıkça, Papa ile Rus Patriği arasında iki saat boyunca ne konuşulduğunu öğrenemeyeceğiz”, diye konuştu. Buna karşılık, görüşmenin ardından yayımlanan otuz maddelik deklarasyon, Ortodoks dünyasında ve özellikle Ukrayna’da epey yankı uyandırdı. 

Bu buluşmanın sonuçlarını değerlendirmeden önce, Hristiyanlığın tarihine ve ikili ilişkilerin geçmişine bir göz atalım: 

Ruslar’ın çok büyük çoğunluğu, Hristiyanlığın Ortodoksluk mezhebine mensup. Ruslar’ın tarihteki ilk büyük devleti olan (daha doğrusu, bugünkü Ruslar’ın, Ukraynalılar’ın ve Beyaz Ruslar’ın tarihlerindeki ilk büyük devlet olan) Kiev Rus Prensliği, Hristiyanlığı, 988 yılında, Bizans’tan aldı. (O dönemde tahtta bulunan Kiev Prensi Vladimir, sınırları güneyde Karadeniz’den kuzeyde neredeyse Baltık Denizi’ne kadar uzanan bu büyük devleti merkezi bir yapıya kavuşturmanın yolunun tek tanrılı bir dini kabul etmekten geçtiğini düşünüyordu. Dönemin tarihini yazan rahip ve vakanüvis Nestor’un eserine göre Vladimir, bunu için önce Musevilik ve İslamiyet’i incelemiş, fakat sonra halkı için en uygun dinin Hristiyanlık olduğuna karar vermişti.) Hristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezheplerini inceleyen Vladimir, Katoliklik’te Papa’nın otoritesinin hükümdarların otoritesinin üzerinde olmasına karşılık Ortodoks Bizans İmparatorluğu’nda kilisenin büyük ölçüde hükümdara tabi olduğunu gördüğü için, sonuda Ortodoksluğu resmi din olarak benimseyecek ve ülkedeki bütün putları imha ederek, halkını vaftiz ettirecekti. 

Doğu’yla Batı’nın Kopuşu 

Ruslar’ın bu şekilde Hristiyanlığı benimsediği yıllarda Roma Kilisesi ile İstanbul Kilisesi arasında bazı farklar ortaya çıkmakla birlikte, henüz nihai kopuş gerçekleşmemişti. Hristiyanlığın bu iki merkezi arasındaki görüş ayrılıkları, öncelikle, yetki konusunda ortaya çıktı. İstanbul Kilisesi, Roma’nın Hristiyanlığın beş büyük patrikliği (Roma, İstanbul, İskenderiye, Antakya, Kudüs) içinde “eşitler arasında birinci” olduğunu, yani, birinciliğinin tamamen onursal olduğunu savunurken Roma, kendisinin Hristiyanlar’ın mutlak lideri olduğunu iddia ediyordu. Diğer taraftan, zamanla, ibadet ve ayin usullerinde de farklılıklar kendini gösterdi (haç çıkartırken eli önce sağ omuz mı yoksa sol omuza mı götürmek gerekir, ayinlerdeki kutsal ekmek hangi malzemeden yapılmalı, 
gibi). Ardından, teorik görüş farklılıkları ortaya çıktı (Tanrı’nın üç kişiliğinden biri olan Kutsal Ruh’un kaynağını sadece Baba Tanrı’dan mı, yoksa hem Baba’dan hem de Oğul’dan mı 



(İsa) aldığı gibi, aslında sadece ilahiyatçıları ilgilendiren konulardı bunlar). İki kilise arasında başgösteren çeşitli sorunları çözmek üzere, 1054’te, Kardinal Humbert’i Bizans’a elçi olarak gönderdi. 
Burada uzun süren müzakereler sonuç vermeyince Kardinal Humbert, Patrik Mihail Kerularios’u ve ona bağlı olanları aforoz eden mektubunu Ayasofya’nın sunağına bırakarak Bizans’tan ayrıldı. Patrik Mihail Kerularios da, buna karşı, Humbert’i aforoz etti. Böylelikle Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki ilk önemli kopuş gerçekleşti. 

Bu karşılıklı aforoz kararı, iki kiliseyi henüz tam olarak birbirinden koparmamıştı. Zira aforoz kararlarının sınırlı sayıda kişiyi kapsaması bir yana, iki kilise arasındaki teorik tartışmalar, bu iki kiliseye mensup olan halkların birbirleriyle ilişkilerinde hiç bir olumsuz etkide bulunmuyordu. Ancak Latinler’in Bizans’a düzenledikleri 4. Haçlı Seferi, bu tabloyu tamamen değiştirdi. İstanbul’u 
ele geçiren Latinler, burada kiliseler de dahil olmak üzere pek çok binayı tahrip ettikleri gibi yaptıkları yağma, katliam ve tecavüzlerle, Ortodoks Rumlar’ın nefretini üzerlerine çektiler. Katolik Haçlılar’ın İstanbul’da kurduğu ve 1204-1261 yılları arasında varlık gösteren Latin Krallığı, Ortodokslar’ın zihninde, yüzyıllarca silinmeyecek izler bıraktı. 

Benzer gelişmeler, aynı dönemlerde, Avrupa’nın kuzeydoğusunda da kendisini gösterdi. Katolik dünyası, Haçlı Seferleri’ni sadece Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslümanlara karşı değil, Doğu Avrupa’da Baltık bölgesindeki putperestlere ve Ortodoks Ruslara karşı da yürütüyordu. Rus tarihinin o dönemleri, Katolik Alman Töton Şövalyeleri’nin seferlerine karşı yapılan savaşlarla doludur. Daha sonra, 15., 16. ve 17. yüzyıllarda ise, Katolik Polonyalılar’la Ortodoks Rus ve Ukraynalılar arasında çatışmalar meydana geldi ve bu bölgelerde de halkın gözünde Katoliklik, Polonyalılar’ın baskılarıyla özdeşleşti. Böylelikle iki kilise arasındaki çatışmalar, ilahiyatçıları ilgilendiren dar bir konu olmaktan çıkmış, halklar arası ilişkilerde de kendisini göstermişti. 

İki Kiliseyi Yakınlaştırma Çabaları Osmanlı’nın Bizans üzerindeki baskıları arttırdığı 1300’lü yılların sonları ve 1400’lü yılların başlarında Bizans imparatorları, Batı Avrupa’dan yardım arayışına girerek Papa’ya müracaatta bulundular. 

    Papa’nın bunun karşılığında Ortodokslar’ın Papa’nın liderliğini tanımasını şart koşması üzerine, iki kiliseyi birleştirme çalışmalarına girişildi. 
Bunların en önemlisi, Katolik ve Ortodoks liderlerin biraraya geldiği ve iki kilisenin Papa’nın otoriteri altında birleşmesini öngören Ferrara-Floransa Konsülü idi (1439). Ne var ki, bu konsülde iki kilisenin birleşmesi kararını imzalayan Ortodoks din adamları, Bizans’a döndüklerinde sıradan rahiplerin ve halkın tepkisiyle karşılaşınca, pek çoğu, attığı imzayı reddetmek zorunda kalacaktı. 
Bizans’ta başbakanlık görevinde de bulunan Lukas Notaras’ın “İstanbul’da Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” sözü meşhurdur. 

Moskova’nın Öne Çıkışı

Yukarıda bahsettiğimiz Kiev Prensliği’nin 1240’ta Moğollar tarafından tamamen yıkılmasından sonra, çeşitli Rus prenslikleri kendisini gösterdi. 
Bunların içinde Moskova Prensliği, çeşitli diğer unsurların yanısıra, kilisenin de desteğiyle, zamanla Rus Prenslikleri arasında en güçlüsü oldu (Kiev’in tahrip olmasından sonra Kiev Metropolitliği önce Vladimir kentine, oradan da Moskova’ya taşınmıştı ve kilise yetkilileri herkesi, Moskova Prensliği etrafında birleşmeye çağırıyordu). 

<  Moskova Patriği’nin Papa’yla ortak mesaj vermesi ve iki kilise arasında diyaloğun yoğunlaşmasının, Kremlin’in bu darboğazdan kurtulmasına yardımcı olabileceği değerlendirmesi yapılıyor. >

Moskova’nın da Katoliklere karşıdini savaşlar vermek zorunda kaldığını yukarıda söylemiştik. Bunun sonucu olarak Ruslar, Ortodoksluğa Bizanslılar’dan daha fazla sahip çıktılar. 
Moskova Prensliği, iki kilisenin birleşmesi kararını hiç bir zaman desteklemedi. Hatta, sözünü ettiğimiz 1439 Floransa Konsülü’ne Rusya’yı temsilen giden Rum asıllı Kiev Metropoliti İsidoros konsülde iki kilisenin birleşmesini destekleyip Moskova’ya dönüşünde iki kilisenin birleştiğini ilan ettiğinde, Moskova Prensi II. Vasiliy, İsidoros’u görevden alıp hapsetmişti. 
Bizans’ın Türklere karşı yardım almak için Katolik kilisesiyle birleşme girişimlerini Ruslar, sapkınlık olarak gördü. Bizans’ın 1453’te yıkılmasından sonra ise Ruslar, kendilerini Bizans’ın devamı ve Hristiyan dünyasının savunucusu, hatta Hristiyan değerlerinin gerçek savunucusu olarak görmeye başladı. Bu iddiaları besleyen gelişmelerden biri, son Bizans İmparatoru 11. Konstantin’in yeğeni Sofya’nın, Moskova’ya gelerek Rus Çarı III. İvan’la evlenmesi oldu. Rus çarları bu olayın ardından, kendilerinin Bizans’ın soyundan geldiklerini söylemeye başladı. 
(Rusya’da çarlık döneminde ve günümüzde devlet arması olarak kullanılan çift başlı kartal da, Bizans’tan alınmadır ve Rusya’nın Bizans’ın devamı olduğu iddiasını yansıtır). 


Moskova’nın Bizans’ın ve Roma’nın devamı olduğu iddialarının teorisini yazan kişi ise, Pskov’lu bir rahip olan Filofey idi. Filofey, 1510 yılında çara yazdığı bir mektupta, ana hatlarıyla şunları söylüyordu: “dünyada üç tane Roma vardır. 

Birincisi Büyük Roma İmparatorluğu, ikincisi Bizans İmparatorluğu, üçüncüsü ise, Moskova Prensliği’dir. Birinci Roma, Hristiyanlık değerlerinden saptı. Tanrı da onları cezalandırdı ve Roma, Barbarlar’ın saldırılarıyla yıkıldı. İkinci Roma (Bizans) da Hristiyanlık’tan saptı ve Tanrı’nın gazabına uğradı: Türkler Konstantinopolis’i aldı. Hristiyanlık’ta üç kutsal bir sayı olduğu için, 
dünyada dördüncü bir Roma olmayacak ve Moskova’daki Hristiyan hükümdarlık, sonsuza dek sürecektir”. Filofey’in bu yazdıkları, sonraki yıllarda Ruslar’ın dünya Hristiyanlarının koruyuculuğu iddialarına da zemin hazırladı. 

Türkler’in İstanbul’u fethinden sonra İstanbul’da Katolikler’le birleşmeyi savunanlar, İtalya’ya göç etmiş ve Fatih, Rum patriklerine, Katolikler’le birleşme girişiminde bulunmalarını yasaklamıştı. Öte yandan Rus Kilisesi, Fener Patrikhanesi’nin Ortodoks dünyasındaki onursal birincilik iddiasına karşı çıkmamakla birlikte, İstanbul’un Ortodokslar’a gerçek anlamda liderlik 
edemeyeceğini savunmaya başladı. Osmanlı dönemi boyunca Ruslar, Fener Patrikhanesi’ne hem maddi yardımlarda bulundular, hem de özellikle 1700’lerden itibaren, kendilerinin Osmanlı’daki Ortodokslar’ın koruyucusu olduğunu öne sürmeye başladılar.

<  Ortodoks dünyası, 1000 yıl aradan sonra, ilk kez Ortodoks Konsülü’nü topluyor. Konsülün toplantısı, Haziran 2016’da, Girit’te gerçekleşecek. Bunun öncesinde Papa’ylabir araya gelip ortak mesajlar verilmesi, Fener Patrikhanesi karşısında Moskova’nın elini güçlendirmiş olacak.>

Ortodoks Dünyası’nın En Muhafazakar Kilisesi İstanbul’un tutumunu sapkınlık olarak değerlendiren Rus Kilisesi, o tarihten sonra da, Ortodoks Kiliseleri’nin en muhafazakârlarından biri olmayı sürdürdü. Günümüzde Rum Ortodoks kiliselerinde kadınların kiliseye başı açık girebilmelerine ve ibadet edebilmelerine karşılık, Rus Ortodoks kiliselerinde kadınların içeri girerken başlarını örtmeleri zorunludur. Yine Ortodoks dünyasının büyük kısmının dünya genelinde kullanılan Gregoryen takvimini kabul etmesine karşılık, Rus Kilisesi’nde hala Juliyen Takvimi kullanılmaktadır. Rum Ortodoks kiliselerinde oturacak sıraların olmasına karşılık, Rus kiliselerinde ibadet ayakta yapılır; oturacak yerler ise, çok sınırlıdır ve sadece ileri yaştakiler ve ayakta durmaya takati olmayanlar içindir. 

Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrası 

Sovyetler Birliği döneminde 1930’lu yıllarda bütün dini kurumlara yönelik çok ağır baskılar uygulanmış ve pek çok din adamı ya idam edilmiş, ya da hapse veya sürgüen gönderilmişti. Fakat dönemin Sovyet lideri Stalin, İkinci Dünya Savaşı sırasında dini kurumları karşısına değil yanına almanın daha uygun olduğunu düşünmeye başladı ve Moskova Patrikhanesi’ni yeniden kurup Doğu Avrupa’daki Ortodoks halkları bu yolla etkileme politikasını benimsedi. Bunu takip eden yıllarda, ABD de, Fener Rum Patrikhanesi’nin başına, ABD Ortodoksları’nın lideri Athenagoras’ın getirilmesini sağladı. Katolik kilisesi de büyük ölçüde, ABD’nin politikalarına paralel bir tutum sergiliyordu. 

Sonuçta, 1965 yılında Katolik ve Ortodoks dünyasının liderleri, Papa VI. Paul ve Fener Rum Patriği Athenagoras ortak bir demeç yayımlayarak, 1054 yılındaki karşılıklı aforoz kararlarını iptal ettiler. Böylelikle, Katolik ve Ortodoks kiliseleri arasındaki dini farklılıklar varlığını korumakla birlikte, iki kilise arasındaki düşmanlık durumu sona erdi ve birbirlerinin Hristiyan olduğunu kabul ettiler. 

Sovyetler Birliği döneminde Sovyet yönetimine paralel tutum sergileyen Moskova Patrikhanesi ise, Vatikan’la temaslarına, 1980’li yıllarda başladı ve zamanla temaslar yoğunlaştı. Ancak bu sınırlı yakınlaşma süreci, 1990’lardan itibaren yerini gerginliğe bıraktı. Bunun iki nedeni vardı: 

1- 
Katolik Kilisesi’nin Rusya ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinde yoğun şekilde misyonerlik faaliyetlerine girişmesi. 

2- Ukrayna’da Katolikliğin yerel bir kolu sayılabilecek Doğu Ritüelli Katolikler’in Ortodokslar arasındaki faaliyetleri. (Bu, ayrı bir yazı konusu olacağı için burada ayrıntıya girmiyoruz). Bu nedenle, papaların Moskova’yı ziyaret etme girişimleri, sonuçsuz kaldı. Buna ek olarak, Moskova Patrikhanesi’nin Kremlin’le paralel politikalar uygulayan bir kurum olması da, Rusya ile Batı arasında 2000’li yıllarda yaşanan gerilimlerin dini alana yansımasına neden olmaktaydı. 

Yakınlaşmanın Nedenleri: 

Sözünü ettiğimiz gerginliklere ve Moskova Patrikhanesi’nin Batı’ya mesafeli tutumuna rağmen iki ruhani liderin görüşmeye karar vermesinin, çeşitli nedenleri var: 

1- Rusya’daki Katolik misyonerlik faaliyetleri azaldı. 

2- Rus Kilisesi’ne göre, Hristiyanlık bugün iki tehdit altında: 

Birincisi, 
Ortadoğu’daki Hristiyanlara yönelik tehditler, 

İkincisi ise, 
Batılı toplumların hızla geleneksel değerlerden uzaklaşması, yani, Hristiyanlığa içerden gelen tehditler. 

Moskova Patrikhanesi’nin kürtaj, eşcinsel evlilikleri ve benzeri konulardaki gelenekselci tutumu, Vatikan’ın tutumuyla örtüşüyor ve Moskova, Hristiyan dünyasının en kalabalık mezhebinin lideri olan Papa’yla güç birliğinin yararlı olacağı düşüncesinde. 

3- Rus Kilisesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Kremlin yönetiminin hem iç politikada, hem de eski Sovyet ülkelerine yönelik politikalarında en önemli ideolojik dayanaklarından biri haline geldi. Ukrayna’da meydana gelen çatışmalar, Rusya’nın Batı’dan büyük ölçüde izole olmasına neden oldu. Bu şartlarda Moskova Patriği’nin Papa’yla ortak mesaj vermesi ve iki kilise arasında diyaloğun yoğunlaşmasının, Kremlin’in bu darboğazdan kurtulmasına yardımcı olabileceği değerlendirmesi yapılıyordu. Nitekim daha önceden Papa, Küba’nın izolasyondan çıkmasına aracılık etmişti. 

4- Rusya yönetimi, çeşitli kanallardan Avrupa kamuoyuna etki etmeye çalışıyor ve bu politikanın önemli bir ayağını da, Avrupa’daki muhafazakar kesimlerle yapılan işbirliği oluşturuyor. Vatikan’la yakınlaşmak, Rusya’nın bu yöndeki çabasına da epey destek olacak. 

5- Papa, Ortodoks dünyasıyla diyalog konusunda bu zamana kadar Fener Patriği’ni muhatap almıştı. Oysa Fener Rum Patriği, Ortodoksların onursal lideri olmakla birlikte, onun Ortodoks dünyası içindeki iktidarı, Papa’nın Katolik dünyası üzerindeki iktidarına hiç benzemiyor. Fener’in Ortodoks dünyası üzerindeki gerçek nüfuzu, sınırlı. Buna karşılık Moskova Patrikhanesi, 
1500 milyona yakın Ortodoks’un ruhani liderliğini yapıyor. Böyle bir yapıyı muhatap almak, Papa açısından da önemli bir adım. 

6- Moskova Patrikhanesi, Ukrayna kriziyle birlikte epey zor durumda kaldı. Zira, cemaatinin ve mülkünün önemli bir bölümü, Ukrayna’da, fakat Rusya’yla Ukrayna arasındaki fiili savaş hali, Ukrayna’da Moskova Patrikhanesi’nin düşman bir yapı olarak görülmesine neden oldu. 
Papa’yla bir araya gelip ortak mesajlar vermek, Rus Patrikhanesi’nin Rusya dışındaki imajı bakımından da önemli olacak. 

7- Bu yıl, Ortodoks dünyasında çok önemli bir etkinliğe sahne olacak: Ortodoks dünyası, 1000 yıl aradan sonra, ilk kez Ortodoks Konsülü’nü topluyor. Konsülün toplantısı, Haziran 2016’da, Girit’te gerçekleşecek. 

Bunun öncesinde Papa’yla bir araya gelip ortak mesajlar verilmesi, Fener Patrikhanesi karşısında Moskova’nın elini güçlendirmiş olacaktı. 


Ortak Deklarasyon ve Yankıları Papa Franciscus ile Moskova Patriği Kirill’in görüşmesi sonrasında yayımladıkları ortak deklarasyon, yukarıda da belirttiğimiz üzere, otuz maddeden oluşuyor. Bu deklarasyonda, “Avrupa’nın Hristiyan köklerine dönmesi” gerektiği, evlilik kurumunun ve geleneksel değerlerin korunması gerektiği gibi vurguların yanı sıra, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da Hristiyanlara yönelik katliamlara karşı uluslararası topluma, müdahale çağrısında bulunuluyor. 
Deklarasyonun en fazla yankı uyandıran bölümleri, Ukrayna’yla ilgili maddeler oldu ve bu maddelerden ötürü, Ukrayna’daki milliyetçi çevreler, Papa’yı, “Ukrayna’yı satmakla ” suçladı. Otuz maddelik deklarasyonda, üç madde (25., 26. ve 27. maddeler), doğrudan veya dolaylı olarak, Ukrayna’yı ele alıyor. 26. maddede Ukrayna’da devam eden çatışmalar, bunun bir iç savaş olduğunu çağrıştıran ifadeler içeriyor. Oysaki Ukrayna yönetimi, Doğu Ukrayna’da Rusya yanlısı ayrılıkçı gruplarla Ukrayna güvenlik güçleri arasındaki çatışmaların bir iç savaş olmadığını, Ukrayna’nın doğrudan doğruya Rusya’nın saldırısı ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. Rusya yönetimiyse, kendisinin bu çatışmalara katılmadığını, Ukrayna yönetiminin muhatabının Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçı yönetimler olduğunu savunuyor. 

Deklarasyonda Ukrayna krizinin bu şekilde Rusya’nın tezini çağrıştıran ifadeler içermesi, Ukrayna yönetimine yakın çevrelerin tepkisine neden oldu. 

Deklarasyonun 25. maddesi ise, Ukrayna’nın batı bölgelerinde yaygın olan Doğu Ritüelli Katolik Kilisesi’nin durumunu ele alıyor. Ukrayna topraklarının Katolik Polonya’nın egemenliğinde olduğu 1500’lü yıllarda Ukrayna’daki Ortodoks din adamlarının önemli bir bölümü, Ortodoks geleneklerini koruyarak Katolikliği kabul etme kararı almıştı. Yani, Vatikan’ın önderliği kabul etmekle ve Katolik inancı benimsenmekle birlikte bu din adamları, Ortodoks ayin usullerini muhafaza edeceklerdi. Katolikliğe geçen fakat Roma ayin usulünü benimsemeyip Bizans ayin usuılünü koruyan bu kiliseye, “Grekokatolik” adı verilmişti (buradaki “Grek” kelimesi, bu kilisenin etnik anlamda Yunanlılar’la alakası olmasından değil, belirttiğimiz üzere, Bizans ayin usulünü korumasından kaynaklanıyordu). Sovyetler Birliği döneminde bu kilise yasaklanmış ve kilise üyeleri, Rus Ortodoks Kilisesi’ne katılmaya zorlanmıştı. 

    Bugün Ukrayna’daki milliyetçi kesimlere en etkin destek veren ve Rusya karşıtı konumuyla bilinen bu kilisenin mensupları, en yoğun olarak, Ukrayna’nın batı bölgelerinde yaşıyor. Deklarasyonda, bu Grekokatolik Kilisesi’nin izlediği yöntemin günümüzde kiliseler arasında birleşmenin bir yöntemi olamayacağı ifade ediliyor, fakat diğer taraftan, bu kilisenin var olma hakkı olduğu belirtiliyor. 
Bu maddede bu kilisenin var olma hakkının ifade edilmesi Rusya’da bazı muhafazakar çevrelerin tepkisine neden olduysa da, karara asıl tepki, Ukrayna’daki Grekokatolik Kilisesi’nden geldi. Kiliseye mensup rahipler, Grekokatolik Kilisesi’ni günümüz için ideal bir model olarak görmeyen Vatikan’ı sert dille eleştirdiler. Bu kilisenin Ukrayna’da son on yılda misyonerlik faaliyetlerini arttırmasından rahatsız olan Rus Ortodoks Kilisesi’nde ise, metindeki bu ifadeler, başarı olarak görülüyor. 

  <  Deklarasyonun en fazla yankı uyandıran bölümleri, Ukrayna’yla ilgili maddeler oldu ve bu maddelerden ötürü, Ukrayna’daki milliyetçi çevreler, Papa’yı, “Ukrayna’yı satmakla ” suçladı. >

Yine Ukrayna’yla ilgili olan bir madde, Ukrayna’daki Ortodokslar’ın kendi aralarındaki bölünmeleri ele alan 27. madde. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılıp Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Ukrayna’daki bazı milliyetçi rahipler, Moskova Patrikhanesi’nden ayrılarak ulusal Ukrayna kiliselerini kurduklarını ilan ettiler (Kiev Patrikhanesi ve Ukrayna Otosefal Ortodoks  Kilisesi). Bu kiliseler de, Grekokatolikler gibi, Rusya karşıtı bir çizgide bulunuyor ve Batı yanlısı siyasetçilere etkin destek veriyor. Moskova Patrikhanesi ise, kilise yasalarına göre Ukrayna’nın kendi ruhani alanı içinde olduğunu savunarak, bu kiliselerin gayrimeşru olduğunu öne sürüyor. 

Deklarasyonun 27. maddesinde, Ukrayna’daki Ortodokslar arasındaki bölünmenin, “kilise yasaları esas alınarak” aşılması gerektiği ifade ediliyor. Bu ifadeler de, milliyetçi Kiev Patrikhanesi’nin tepkisini çekerken, bazı Ukraynalı siyasetçiler, Papa’yı açıkça, “Ukrayna’yı arkadan hançerlemek”le suçladı. 

Fener Patrikhanesinde Rahatsızlık., 

Yukarıda belirttiğimiz üzere, Moskova Patriği’nin Papa’yla buluşması, bu Haziran ayında Girit’te bin yıl aradan sonra yapılacak olan Ortodoks Konsülü öncesinde Moskova Patrikhanesi’nin Fener Rum Patrikhanesi karşısında elini güçlendirecek bir adım olarak değerlendiriliyordu. Nitekim buluşmanın ardından Fener Rum Patrikhanesi’nden Hürriyet gazetesine konuşan bazı kaynakların, “Papa, Putin’e koltuk değneği olmasın” diyerek, bu konudaki rahatsızlıklarını en keskin ifadelerle açıkladıklarını gördük. 

Ukrayna’da Vatikan’a bağlı bazı din adamları, Ukrayna milliyetçilerinin tepkisini yatıştırmak için, “ Merak etmeyin, bu sadece bir deklarasyondur. Tabii, eğer böyle bir deklarasyon olmasaydı daha iyi olurdu, fakat bunun hiç bir bağlayıcılığı yok ”, Şekliden açıklama yapıyorlar. Fakat buluşma sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, Küba’da gerçekleşen bu buluşmanın, Rusya’nın uluslararası 
izolasyondan çıkmasına yardımcı olmaya başladığını görüyoruz. 

21. YÜZYIL DERGİSİ
Deniz Berktay 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88


***

Karabağ’da Savaş Senaryoları

Karabağ’da Savaş Senaryoları 





Araz ASLANLI
* Azerbaycan Devlet İktisat Üniversitesi (UNEC) İktisat ve İşletme Bölümü öğretim görevlisi ve Azerbaycan merkezli Kafkasya Uluslararası 
İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (QAFSAM) Başkanı. 

       Ermenistan açısından adeta bir çıkmaz söz konusu. “Büyük Ermenistan” kurmak hedefi varken neredeyse bağımsız hiçbir karar alamayan Ermenistan’a dönüşüyor. Ermenistan’ın içinde bulunduğu çıkmaz Karabağ sorununun çözüm şansını da zayıflatıyor. Mevcut ateşkes ihlalleri de bu çıkmazın devam etmesinin bir sonucu… Ateşkes anlaşmasının 22. yılına yaklaşılırken, Ermenistan-Azerbaycan cephe hattında ateşkes ihlallerinin artması savaş senaryolarının bir kez daha gündeme gelmesine neden oldu. Peki, buraya nasıl gelindi? Karabağ sorunu neden bunca yıl çözülemedi? 22 yıldır süren ateşkesin şartları nelerdi?


Son yaşanan olayları dikkate alırsak, Azerbaycan tarafının resmi açıklamalarına göre, Nisan 2016 başında çatışmaların yoğunlaşmasının sorumlusu Ermenistan. Azerbaycan Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarının açıklamalarında, Ermenistan’ın ateşkes ihlallerini yoğunlaştırmak suretiyle Azerbaycanlı sivillere zarar verdiği ve buna cevaben Azerbaycan ordusunun askeri harekât başlattığı yönünde (tabii ki, Ermenistan tarafının resmi açıklamaları çok daha farklı ve bu ateşkes ihlallerine ilişkin alışılagelen bir durum). 

Olaylar yaşandığı sırada Nükleer Güvenlik Zirvesi için ABD’de bulunan Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev Azerbaycan’a döner dönmez 
Ulusal Güvenlik Konseyi’ni topladı. Toplantıda Aliyev ve Savunma Bakanı Zakir Hesenov, Ermenistan’ın provokasyonlarına cevaben Azerbaycan ordusunun gerçekleştirdiği askeri operasyonlar sonucunda düşmana ciddi darbe indirildiğini, bazı yerleşim birimlerinin ve önemli yüksekliklerin işgalden kurtarıldığını açıkladı. 

Aslında Azerbaycan’ın pozisyonuna ilişkin genel tablonun görülmesi açısından Ulusal Güvenlik Konseyi’nin 2 Nisan 2016 tarihli toplantısı büyük önem taşıyor. Çünkü Azerbaycan medyası ve kamuoyunda, o toplantıdaki çerçeveyle bu kadar yüksek oranda bir uyum ilk kez öne çıktı. 

Zira zaman zaman farklı söylemler ve eleştiriler olabiliyordu. 

Aliyev’in konuşmasında “gerginlik” ve “zafer” vurgularının birbirine paralel olarak sürdürülmesi dikkat çekiciydi. Örneğin, Devlet Başkanı Aliyev “ateşkes döneminde ilk kez Ermenistan’a bu kadar büyük darbe indirildi” dedi ama hemen ekledi: Bunun suçlusu, topraklarımızı işgal altında turan ve saldırıları başlatan Ermenistan’dır. Aliyev’in konuşmasında yer verdiği “biz kendi toprağımızdayız, başkasının toprağına saldırmadık”, “Ermenistan BM Güvenlik Konseyi’nin ve diğer uluslararası kuruluşların kararlarını uygulamıyor”, “Ermenistan ordusu Azerbaycan topraklarında kültürel anıtları, mezarlıkları tahrip etmiş. Bunu AGİT ve Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin bölgede çalışma yapan uzman heyetleri de tespit ederek raporlarına yansıtmış” vb. ifadeler son gelişmelerden ziyade sorunun genel durumuna dikkati çekmek amacı taşıyordu. 

Toplantıda genel olarak “gerginlik” ve “zafer” havası hâkim olsa da barış ve hümanizm vurgusu da ihmal edilmedi. Aliyev Azerbaycan’ın savaş ve 
kan dökülmesini istemediğini de vurguladı: Biz sadece Azerbaycan analarının değil, Ermeni analarının da ağlamasını istemiyoruz. Ama sonu belli olmayan 
göstermelik bir sürecin bir parçası olmayı da düşünmüyoruz. İşgal Ermenilerin de işine yaramıyor. Ermenistan yönetimi Ermenilerin çıkarlarını düşünüyorsa işgalden vazgeçsin. 

Neden şimdi? 



Peki, neden bu kadar geniş çaplı bir çatışma ve neden şimdi? 

Öncelikle bir noktayı açıklığa kavuşturmakta fayda var, Karabağ sorununun ortaya çıkmaya başladığı 1980’lerin ikinci yarısından günümüze kadarki süreçte ateşkese ilişkin uzlaşmaların hiçbirisi tam anlamıyla başarılı olmadı. Özellikle 1990’lı yılların başındaki ateşkese ilişkin uzlaşmaların tamamı saldırı, terör, katliam ve işgalle sonuçlandı. Boris Yeltsin ve Nursultan Nazarbayev’in arabuluculuğuyla varılan uzlaşmadan kısa süre sonra 20 Kasım 1991’de Azerbaycanlı, Rus ve Kazak bakanları, generalleri ve gazetecileri taşıyan helikopter Ermeni birliklerinin işgali altındaki bir bölgeden açılan ateşle düşürüldü ve saldırıdan kurtulan olmadı. 

    Bu, Azerbaycan kamuoyunda, ateşkes kavramına özellikle olumlu bir anlam yüklenmemesi gerektiği algısının yerleşmesine neden oldu. 
Daha uzun süreli ve kalıcı görüntüye sahip olan mevcut Ateşkes Anlaşması uzun ve zor bir sürecin ardından Mayıs 1994 ‘te imzalandı ama o da sürekli olarak ihlal edildi. 

Ağustos 2008 ve sonrası Özellikle Ağustos 2008 olaylarından sonra“dondurulmuş sorunlar”ın aslında donmamış olduğu ve bu durumun büyük tehlike arz ettiği  daha iyi anlaşıldı, sorunun çözümüne yönelik girişimlerin yoğunlaşacağı iddia edildi. 

Bu aşamada, Rusya’nın arabuluculuğuyla 2 Kasım 2008’de Moskova yakınlarındaki “Mein Dorf ” şatosunda imzalanan anlaşmanın ateşkesi 
önemli ölçüde garanti altına alması bekleniyordu. Çünkü ilk kez taraflar Rusya’nın da imza attığı bir belgeyle sorunun çözümünde barışçıl yöntemlere 
bağlı kalacaklarını ifade etmişlerdi. Ama ilginç bir şekilde son yıllarda büyük kayıplara neden olan ateşkes ihlalleri, taraflar arasında görüşmelerin yapıldığı sırada ya da hemen ertesinde yaşandı. 

Örneğin Haziran 2010’da, Ağustos 2014’te, Kasım 2014’te, Aralık 2015’te ve diğer bazı dönemlerde ne zaman üst düzey görüşmeler söz konusu olsa, ateşkes ihlalleri her iki taraftan önemli kayıpların yaşanmasına ve savaş senaryolarının gündeme gelmesine neden oldu. Fakat bu gerginliklerin her birinden sonraki birkaç gün içerisinde önceki düzene geri dönüldü. 

<  Bölgedeki savaşın kaderi açısından hayati konumdaki Hocalı, Şuşa ve Laçın’ın işgallerinden önce de taraflar ateşkes konusunda uzlaşmaya varmışlardı. >

Daha öncesinde de sorunun çözümüne yönelik adımların atılma ihtimali belirdiğinde, Ermenistan’da (1998) iktidar değişikliği hatta bir terör saldırısı (27 Ekim 1999’da Ermenistan parlamentosuna yönelik saldırıda başbakan ve parlamento başkanı dâhil 8 milletvekili hayatını kaybetmişti) bile yaşanmıştı. 


Aslında Ateş hiç kesilmedi 

Yani ateş aslında hiç kesilmedi. Ateşkes ihlalleri ise daha çok tarafların karşı tarafı suçlama konusu ve Mayıs 1994’teki dengeyi kendi lehlerine 
çevirme girişimi olarak dikkat çekiyor. Şöyle ki, Azerbaycan askeri, ekonomik ve diplomatik açıdan 1990’lı yılların başlarına göre çok daha güçlendi. 

Rakamlar da bu veriyi destekliyor. 

Azerbaycan açısından topraklarının (eski Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi ve çevresindeki 7 rayonun) Ermenistan işgali altında kalması, hem uluslararası hukuka aykırı hem de iki ülkenin mevcut kapasitelerine uygun değil. Yani, Azerbaycan uygun gördüğü zamanda BM Sözleşmesi’nin 51. maddesine dayanarak meşru müdafaa hakkı çerçevesinde topraklarını Ermenistan işgalinden kurtarma hakkına ve kapasitesine sahip. 

Bazıları olayları sadece son gelişmeler ışığında değerlendiriyor ve bu olayın, Azerbaycan’ı Rusya’nın taleplerine boyun eğmeyen dış politika anlayışından vazgeçirmeye yönelik olarak Rusya tarafından planlandığını iddia ediyor. Bu çerçevede özellikle Azerbaycan’ın Batı’ya yönelik enerji projelerine devam etmesine, Rusya-Türkiye gerginliğine rağmen Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in sürekli olarak her konuda Türkiye’nin yanında olduklarını vurgulamasına ve 15 Mart 2016 tarihli Ankara ziyaretinde çok alışılagelmişin dışında bir tablo sergilemesine, en nihayet son ABD ziyaretine dikkat çekiliyor. 

Son yaşananlarda her iki neden rol oynamış olabilir. Ayrıca bu süreçlerde hem Ermenistan hem de Azerbaycan kendi güçlerini (askeri, diplomatik ve s.) test edebilme imkânı buluyor. 

Diğer yandan toplumlarını ortak hedefler için kenetleyebiliyorlarda. 

Rusya Faktörü 

Peki, süreç nereye kadar gider? Karabağ sorununun çok karmaşık bir sorun olduğunu, sorunun ortaya çıkışında tek suçlunun Rusya olmadığını ifade etmekle beraber, mevcut manzaranın ortaya çıkmasını sağlayanın da, çözüm sürecindeki en önemli engelin de bu ülke olduğunu belirtmek yanlış olmaz. 
Karabağ sorunu Rusya açısından Kafkasya’da etkinliğini sürdürmesi amacı doğrultusunda önemli bir araç. 
Bu nedenle de tam olarak çözüme kavuşturulmasını, yani bir aracının ortadan kalkmasını istemez. 

Dönemsel olarak yaşanan çatışmalarda bir tarafın üstünlüğü eğer Rusya’nın genel politikalarının dışına taşmıyorsa, buna izin verir. 
Örneğin, bir tarafa kendisini daha fazla sevdirmek ya da diğer tarafa varlığının önemini hissettirmek istiyorsa buna izin verebilir. 
Bunun dışında Rusya’ya rağmen ciddi bir çatışmanın başlaması ve taraflardan birinin diğerine ciddi üstünlük sağlaması ihtimali zayıf. 

Azerbaycan`ın bu aşamada Rusya`nın da müdahil olacağı bir savaşı arzu etmemesi, Rusya`nın da bu kadar sorun sürüyorken Azerbaycan dolayısıyla yeni sıkıntılar yaşamayı arzu etmemesi çatışmanın büyümesi ihtimalini de zayıflatıyor. 

< Azerbaycan’ın görüşüne göre Ermenistan bu gidişatı kendisi açısından çok riskli görüyor ve Azerbaycan’ın artan kapasitesinin Rusya’nın da 
yer alacağı bir savaşla sınırlanmasını sağlamak için Azerbaycan’ı provokasyona çekmeye çalışıyor.>

Ermenistan sürekli olarak Rusya’nın askeri desteğini hissediyor. Zaten Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü çerçevesinde ittifakı, ikili ittifak anlaşmasını ve 
Ermenistan’daki Rus askeri üslerini güvencesi olarak görüyor. Ayrıca Rusya’nın eski SSCB’yi canlandırma girişiminin bir parçası olarak de değerlendirilen Avrasya Ekonomik Birliği’nin de üyesi. 

Bakü’deki yaygın kanaate göre Ermenistan’da bu ülkeyi değil kendi geleceğini düşünen, bu nedenle de Rusya’ya bağımlı kalan bir iktidar var. 
SSCB dönemindeki tam bağımsız Ermenistan için yürütülen mücadele, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte başarılı olsa da günümüzde Azerbaycan’ın görüşüne göre Ermenistan bu gidişatı kendisi açısından çok riskli görüyor ve Azerbaycan’ın artan kapasitesinin Rusya’nın da yer alacağı bir savaşla sınırlanmasını sağlamak için Azerbaycan’ı provokasyona çekmeye çalışıyor. 

Ermenistan bırakın tam bağımsız olmayı, Ermenistan’daki yönetimlerin hatalı politikaları, özellikle de Karabağ sorunu dolayısıyla Rusya’nın kontrolü altında. 

Ermenistan özellikle Azerbaycan ve Türkiye’ye yönelik politikaları nedeniyle kendisini bir güvenlik çıkmazının içine sokmuş durumda. 
Bu iki ülkeyle olan sorunlarını çözmek yerine bu iki ülkeden tehdit algıladığı düşüncesiyle Rusya’ya sürekli olarak daha bağımlı hale gelecek politikalar izliyor, izledikçe de bu iki ülke ile güvenlik sorununu büyütüyor. Yani “Büyük Ermenistan” kurmak hedefi varken neredeyse bağımsız hiçbir karar alamayan Ermenistan’a dönüşüyor. O nedenle de Ermenistan açısından adeta bir çıkmaz söz konusu. Bu çıkmaz Karabağ sorununun çözüm şansını da zayıflatıyor. Mevcut ateşkes ihlalleri de bu çıkmazın devam etmesinin bir sonucu… 

(Bu makale daha önce Aljazeera’nın internet sayfasında yayınlanmıştır. 
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/karabagda-hic-kesilmeyenates-ve-rusya

EDİTÖRDEN DEĞERLENDİRME..


EDİTÖRDEN,

    Mart ayının ön plana çıkan en önemli gelişmelerden biri Rusya’nın çekilme açıklamasıydı. Resmi açıklamalar ve Suriye içindeki değerlendirmeler Rusya’nın 
tamamen çekilmediği sadece Suriye’deki askeri personel sayısını ve varlığını azalttığı, siyasi süreçteki desteğini ise sürdürdüğü yorumlarını doğurdu. Rusya’nın Suriye’de kurduğu radar sistemleri ve edindiği askeri üsler, Akdeniz ve Orta Doğu’daki varlığını da belirginleştirdi. Nisan ayı ise işgal altındaki Karabağ’ın uluslararası hukuk vurgusuyla kendini dünyaya yeniden 
hatırlatmasıyla başladı. 2 Nisan’da başlayıp 5 Nisan’da Azerbaycan ve Ermenistan Genel Kurmay Başkanları’nın Moskova’da imzaladıkları ateşkes anlaşmasına kadar devam eden Karabağ’daki son çatışmalar, 1994’te sağlanan ateşkes sonrasının en önemli gelişmelerinden biri oldu. Rusya’nın burada Ermenistan’a açık destek vermek yerine tarafsız bir duruş sergilemesi dikkat çekiciydi. 

Karabağ’daki Nisan 2016 çatışmasının askeri ve siyasi galibi Azerbaycan oldu. Azerbaycan Karabağ’ın kuzey ve güneyinde üçer tane stratejik öneme sahip tepeyi geri aldı. Ancak acaba Azerbaycan, Ermenistan’ın Karabağ ile bağlantısını 
sağlayan Laçin ve Kelbecer’i ya da İran ile Ermenistan bağlantısını sağlayan Qubadlı veya Zengilan’ı da alacak olsaydı Rusya göreceli sessizliğini sürdürür müydü? Her halükarda geri aldığı topraklar Azerbaycan’a askeri avantaj sağlamaktadır. Öte yandan meselenin siyasi ve hukuki boyutu bakımından da 
Azerbaycan’ın kendi tezlerinin altını bir kez daha çizme fırsatı yakaladığı açıktır. Bu anlamda Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Başkanı Pedro Agramunt’un 3 Nisan günü yaptığı, Ermeni silahlı birliklerinin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararları doğrultusunda Azerbaycan’ın işgal altındaki 
topraklarından çekilmesi yönündeki çağrısı büyük öneme sahiptir. 

Diğer taraftan 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü olarak her daim gündemde tutmaya çalıştığımız işgal edilen Ege adalarına (12 yılda Eşek, Koyun, Hurşit, 
Bulamaç, Fornoz, Nergizçik, Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardacık, Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi adaları işgal edildi) 9 Mart’ta bir yenisi daha eklendi. 9 Mart’ta Yunanistan’ın Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı, Türk hava sahasını ihlal edip Muğla’ya bağlı Ardıççık Adası’na helikopterle indi. 11 Şubat 2016 günü yine Türk hava sahasını 6 mil ihlal ederek Ardıççık Adası’na düşen Yunan helikopterinde hayatını kaybeden subaylar için burada anma töreni düzenlendi. Anma töreninde çekilen fotoğraflar Yunan Savunma Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde de yayımlandı. Muğla sınırları içinde bulunan Ardıççık Adası, halihazırda Yunan işgali altında olan Koçbaba Adası’na 5 mil uzaklıktaki Türk Adası. 1943 Tarihli İngiliz haritasında da bu adanın 12 Ada deniz sınırının dışında ve Türkiye’ye ait olduğu açık bir şekilde gösteriliyor. 

Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin Balkan Kasabı Radovan Karaçic’in yargılamasını bitirip 24 Mart 2016’da hakkındaki 40 yıl mahkûmiyet kararını 
açıklaması da not alınması gereken gelişmelerden biriydi. Karaciç’in 8 bin Müslüman’ın katledildiği Srebrenica’da soykırım suçu işlediği hüküm altına alındı… 

Ölen öldüğüyle kaldı… 

   21. Yüzyıl Dergisi’nin bu sayısında da dünya gündeminden önemli siyasi ve askeri gelişmeleri dikkatinize sunuyoruz. Kapak konusu olarak Türk-Rus rekabetini seçtik ve Sabir Askeroğlu okuyucularımız için geniş bir perspektiften konunun ayrıntılarını inceledi. Rusya’nın IŞİD’i tehdit olarak algılarken aynı zamanda bunu fırsat olarak kabul edip Orta Asya’daki etkisini artırmak için araçsallaştırmasını da Dilek Yiğit’in değerlendirmesiyle analiz ettik. 

Karabağ’daki çatışma, KKTC ve Türkiye arasındaki su krizi, Fergana Vadisi’ndeki yeni gerilim de dikkatinize sunduğumuz konu başlıklarından. Öte yandan Türkiye’nin gündemindeki ağırlıklı yeri itibariyle Sur, Silopi ve Cizre’deki operasyonlar ve bu çerçevede PKK terör örgütünün yenilenen stratejisi de terör ve terörizm konularının uzman ismi Merve Önenli tarafından analiz edildi. 

Gözde Kılıç Yaşın 
Editörden



***

21 Aralık 2018 Cuma

BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI VE BU AJANSLARA YÖNELİK ELEŞTİRİLER, BÖLÜM 5

BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI VE BU AJANSLARA YÖNELİK ELEŞTİRİLER, BÖLÜM 5


Sonuç 

Türkiye.nin önünde hala çözülememiş çok önemli ekonomik sorunlar vardır. Bölgelerarası gelişmişlik farklılıkları giderilememiş, büyük kentlerdeki 
plansız gelişmeler kontrol altına alınamamıştır. Kır ve kent arasındaki uçurum her geçen gün biraz daha açılmaya devam etmekte, hatta bazı kentler 
kırsallaşmaktadır. Bölgeler arası farklılıklar, gelir düzeyi arasındaki uçurumu da gitgide açmaktadır. Bu nedenle ulusal kalkınma planları içinde elbette bölgesel 
örgütlenmelere ve kurumsal yapılara ihtiyaç vardır. 

Ekonomik gelişme, bölgesel ve merkezi birimler arasında dengeli bir ilerlemeyle sağlanabilir. Sosyal devlet ilkesini benimsemiş ülkelerde, milli gelirin hangi birimler tarafından kazanıldığının yanı sıra nasıl bölüşüldüğü de önemli bir konudur. Bölgeler arası gelir farklılıklarının en aza indirilmesi, kalkınma için olmazsa olmaz bir olgudur. Gelirin nasıl bir yapıda olduğu, toplumun hangi kesimleri tarafından üretildiği ve kimler arasında bölüşüldüğü iktidarın ve kalkınma planlarının önemli konusudur. BKA.lar bir kalkınma politikası olarak ekonominin içinde yerini almıştır. 

Bu kurumsal yapılar ülkenin kendi iç dinamiklerini, ekonomik politikalarını, mali, siyasal ve sosyal yapısını göz önünde bulundurmak zorundadır. Ancak, bu haliyle kurulan yapılardan, olumlu sonuçlar alınabilir. Bir ülkede ya da bir bölgede uygulanıp başarıya ulaşmış bir proje, başka bir ülkenin ekonomik, sosyal ve mali yapısı içinde başarısız olabilir. Bu nedenle BKA.larca üretilen projeler, ülkenin ve bölgenin iç dinamiklerini mutlaka göz önünde bulundurmalıdır. 

Kalkınma ajanslarıyla desteklenen projelerin Türkiye.nin kalkınma sorununu halledebileceği düşüncesi hala bir soru işareti niteliğindedir. 
BKA.larla, mevcut üretim olanaklarımızın yerel kurumların inisiyatifinde olması genel kalkınma politikamızı olumsuz bir şekilde etkileyebilir. 

BKA.ların başta belirlenen amaçlarına ulaşabilmesi, kalkınma için bir yol haritası oluşturabilmesi için, ajanslarda işleri kalifiye personelin yürütmesi gerekir. Ajanslar hem yerel hem de merkezi yönetim tarafından desteklenmeli fakat bu destek tarafsız olmalıdır. Eğer BKA.larla üretilen projeler objektif olarak değerlendirilmeden, taraflı ve adam kayırmacı bir yaklaşımla desteklenirse, bölgeler arasındaki dengesizlikler giderek büyüyecek bu durum da BKA.nın kuruluş amacına ters düşecektir. 

BKA.larca üretilen projeler sadece yerel değil yabancı yatırımcıların da dikkatini çekecek şekilde üretilirse, bölgesel kalkınma farklı bir ivme kazanabilir. Aynı zamanda üretilen projeler, bölgedeki ilgili tüm sivil toplum örgütlerinin, meslek odalarının ve halkın desteği alınarak yapılmalıdır. Ajansların yönetim kurullarında Ziraat Odası, Ticaret Borsası, Ziraat Mühendisleri Odası temsilcilerine de mutlaka yer verilmelidir. 

Tüm bunların ışığında merkezi yönetim ve yerel yönetimler tarafından, BKA.larla ilgili sorunlar yeniden gözden geçirilmeli, gerekli düzenlemeler ivedilikle yapılmalı ve ekonomik kalkınma içinde, bu ajanslar önem arz eden yerlerini almalıdır. 

KAYNAKÇA 

Akın, S., Yıldız, F. (2005), “Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türk Tarımına Etkileri”, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Türk Tarım Dergisi, Ankara, 
Sayı: 163, s.38-44. 
Aksoy, M. (2002), “ GAP Bilgi Notu” Ekonomistler Platformu Kasım 2002, s:14-18. 
Anand, S., Sen, A. (1997), “Consepts Of Human Development And Poverty: A Multidımensionel Perspektive”. Human Devolopment Papers, p:1-11. 
Arslan, K. (2005), “Bölgesel Kalkınma Farklılıklarının Giderilmesinde Etkin Bir Araç: Bölgesel Planlama Ve Bölgesel Kalkınma Ajansları”, İstanbul 
Ticaret Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul, Bahar, Sayı:7, s.275-294. 
Avaner, T. (2005), “BKA Siyasal Rejim Sorunu Yaratır mı?” Der. Menaf Turan, “Bölge Kalkınma Ajansları Nedir, Ne Değildir?” Ankara: Paragraf 
Yayınevi. s:243. 
Barro, R. (1996), "Institutions and Growth: An Introductory Essay", Journal of Economic Growth, 1, p:145-148. 
Başak, L. (2006), “İktisadi Kalkınma ve Kalkınma Ajansları ile Turkiye'nin Kalkınması Hususunda Yapılması Gerekenler ve Oneriler-I”, Vergici ve 
Muhasebeciyle Diyalog Dergisi, 223- Kasım 2006, s: 57-68, İstanbul. 
Beer, A., Maude, A. (2002), “Local andRegional Economic Development Agencies in Australia”, Report Prepared for the Local Government Association 
of South Australia,Flinders University, May 2002. 
Belussi, F., Pilotti L. (2002), “Knowledge Creation and Collective Learning in the Italian Local Production Systems”, Geografiska Annaler: Series 
B, Human Geography, Vol. 84, No. 2, p.125–139. 
Berber, M., Çelpçi, E. (2005), “Türk Bölgesel Kalkınma Politikalarında Yeni Arayışlar: Kalkınma Ajansları ve Türkiye.de Uygulanabilirliği”, Doğu 
Karadeniz Bölgesel Kalkınma Sempozyumu- 13-14 Ekim, s.149-157, www.metinberber.ktu.edu.tr/linler/ kajans.pdf. 
Blackman, T., Ormston, C. (2005), “Disscourses Of Accountability: Policy Scrutiny Of an English Regional Development Agency”, Regional 
Studies,(39)3, pp.375-386. 
Blazyca ve diğ. (2002), akt: Hasanoğlu, M.; Aliyev, Z., “Avrupa Birliği İle Bütünleşme Sürecinde Türkiye.de Bölgesel Kalkınma Ajansları”, Sayıştay 
Dergisi, Ankara, Sayı: 60 s:263-274. 
Bozkurt, Ö., Ergun, T., Sezen, S. (1998), “Kamu Yönetimi Sözlüğü”, TODAİE Yay., Ankara. 
Collie, D.R., (2000), “State Aid in the European Union: The Prohibition of Subsidies in an Integrated Market”, International Journal of Industrial 
Organization, Cilt:8, s.867-84 
Cooke, P., Uranga, M.G., Exterbarrıa, G. (1997), “Regional Innovation Systems: Institutional and Organizational Dimensions”, Research Policy, 26, 
ss. 475-491. 
Cooke, P. (2004), “Regional Innovation Systems – An Evolutionary Approach”, Cooke et al. (eds.) Regional Innovation Systems 2nd Edition, 
London, Routledge. 
Cope, S., Leıshman F., Storıe, P. (1997), “Globalization, New Public Management And The Enabling State”, International Journal of Public Sector 
Management, 10(6) ), s.444-460. 
Çalt, G. (2005), “Bölgeselleşme ve Avrupa Birliği.nin Bir Aracı Olarak Bölge Kalkınma Ajansları”, Ziraat Mühendisleri Odası, 
www.zmo.org.tr/etkinlikler/6tk05/05 gokhancalt.pdf. 
Çavusoglu, T. (1992), “GAP Konusunda Bir Bölgesel Kalkınma Ajansı Kurulması”, 3. İzmir İktisat Kongresi, 4-7 Haziran I992, Ankara: DPT 
Yayını,76-84. 
Dario, G., Canzanelli, G., Dichter, G., Fugalli, I., Lazarte, A. (2000), LocalEconomic Development Agencies: A Tool of International Cooperation 
for Human Development, Democratizing the Economy and Reducing Poverty 
http://www.ilo.ch/dyn/empent /docs/F1722936858/adel.pdf (05.05.2010). 
Demirci, R., Arıkan, R. ( 1998), Genel Ekonomi, Gazi Kitabevi, Ankara, s:343. 
DPT, Devlet Planlama Teşkilatı, (2000), “Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013)”, “Bölgesel Gelişmede Temel Araçlar ve Koordinasyon”, Özel 
İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara 
DPT, Devlet Planlama Teşkilatı, (2000a), Kalkınmada Öncelikli Yöreler Ve Politikalar, 
“Bölgesel Gelişme Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara. s:5. 
DPT, Devlet Planlama Teşkilatı, (2000b), Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005), Bölgesel Gelişme Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara. 
s:10. 
DPT, Devlet Planlama Teşkilatı, (2004), “Bölgesel Kalkınma Ajansları Yasa Tasarısı”, Ankara. s:20. 
Dinler, Z. (1994), Bölgesel İktisat, Ekin Kitabevi, Bursa, s:97. 
Efe, B. (2002), “Küreselleşme Sürecinde Doğrudan Yabancı Sermaye yatırımları Analizi”, İzmir Örneği, İZTI Ya. İzmir, s.16. Erzi, G. (2005), 
“Yeni Bölgecilik Akımı ve Bölgesel Kalkınma Ajansları”, “8 Kasım Dünya Şehircilik Günü 29. Kolokyumu Planlamada Yeni Politika ve 
Stratejiler Riskler ve Fırsatlar”, İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul, 7-9 Kasım, s. 25-35. 
Farrell H., Holten, A. (2004), “Collective Goods in the Local Economy: The Packaging Machinery Cluster Gn Bologne”, Colin CROUCH and Patrick 
LE GALES(Ed.), Changing governance of lacal economies:responses of European local Production systems, Oxford University Pres, Oxford, pp.23-46. 
Freeman, C. (1987), Technology Policy and Economic Performance: Lessons from Japan, London, Frances Pinter. 
Freeman, C. (1988), “Japan: A New Institutional System of Innovation?” Dosi, G.;Freeman, C.; Nelson, R.; Silverberg, G. and Soete, L. (eds) Technical 
Change and Economic Theory, London and New York, Pinter. 
Gençyürek, L. (2006), “Kalkınma Ajansları'nın Geleceği”,
http://www.alomaliye.com/agustos06/levent_gencyurek_kalkinma_ajans.htm (Erişim:13.01.2011). 
Göymen, K. (2005), “Türkiye.de Bölge Politikalarının Evrimi ve Bölgesel Kalkınma Ajansları”, Sabancı Üniversitesi ve İstanbul Politikalar Merkezi, 
İstanbul. 
Gündüz, A.Y. (2006), Bölgesel Kalkınma Politikası, Ekin Kitabevi Yayınları, Birinci Baskı, Bursa. s:15. 
Güneser, A. (2005), “Farklı Ülkelerde Bölge Kalkınma Ajansları”, “Bölge Kalkınma Ajansları Nedir Ne Değildir”, der: Menaf Turan, Paragraf Yayınevi, 181-195. 
Halkıer, H., Danson, M. (1997), Regional Development Agencies In Western Europe: A Survey Of Key Characteristics And Trends, European 
Urban And Regional Studies, Vol.4, No, 3,s. 241-254. 
Hekimoğlu, B., Altındeğer, M. (2006), “Bölgesel Gelişme Politikalarında Yaşanan Değişim: Bölgesel Kalkınma Ajansları”, Samsun. s:18. 
http://www.samsuntarim.gov.tr /yayim/strateji/bolge.pdf. 
Hughes, J.T.(1998). The Role of Development Agencies in Regional Policy: An Academic and Practitioner Approach, Urban Studies, Vol. 35, No. 4, 
s. 618-620. 
Karanfil, N. (2006), “Pilot Bölgede Başarı Sağlanırsa Kalkınma Ajansları Yaygınlaşacak”, Referans Gazetesi,15.02.2006, 
www.referansgazetesi.com/haber.aspx 
Karaduman, E. (1992), “Ekonomik Kalkınmada Finansman ve Organizasyon”, Yüksek Lisans Tezi, TODAİE, Ankara, s:16-18. 
Kayasü, S., Pınarcıoğlu, M., Yaşar, S., Deres, S. (2003), “Yerel Bölgesel Ekonomik Kalkınma ve Rekabet Gücünün Arttırılması: Bölgesel Kalkınma 
Ajansları”, İstanbul, İstanbul Ticaret Odası Yayınları, s:6-18. 
Ketels, C., Lindqvist G., Sölvell, Ö. (2008), “Clusters and Cluster Initiatives”,Center for Strategy and Competitiveness Stockholm School of 
Economics, June 2008. 
Koçberber, S. (2006), “Kalkınma Ajansları ve Sayıştay Denetimi”, Sayıştay Dergisi (61), 37-55. 
Kuznets, S. ( 1966), “Economic Growth And Structure: Selected Essays”, Heinemann, London, p:1-378. 
Lammers, K. (2002), Die Osterweiterung aus raumwirtschaftlicher Perspektive-Prognosen Regionalökonomischer Theorien und Erfahrungen aus 
der Bischerigen Integration in Europa, HWWA Diskussionbeiträge, 195, Hamburg. 
Lenger, A. (2006), “Bölgesel Yenilik Sistemleri ve Devletin Rolü: Türkiye.deki Kurumsal Yapı ve Devlet Üniversiteleri” Ege Akademik Bakış 
Dergisi, cilt 6/2, s:141-155. 
Lenıhan, H., O’Callaghan, B. A. (2008), The Governance of Network in the Shannon Region of Ireland, QUEREJETA, Mari Jose Aranguren and 
Cristina Iturrioz LANDART, J.R.WGLSON(Ed), Networks, Governance and Economic Developement; Bridging Disciplinary Frontie,. Edward Elgar Publishing Limited, U.K, pp.152-173. 
Lovering, J. (1998), “Theory Led By Policy? The İnadequacies Of „The New Regionalism. In Economıc Geography Illustrated From The Case Of 
Wales” Institutions and Governance, Cardiff University, London: 1998, s.6. 
Lundvall, B. (1988),“Innovation as an Interactive Process: From User-Producer Interaction to National Systems of Innovation”, Dosi, G.; Freeman, C.; 
Nelson, R.; Silverberg, G. and Soete, L., Technological Change and Economic Theory, London and New York, Pinter. 
Lundvall, B. (1992), National Systems of Innovation: Towards a Theory of Innovation and Interactive Learning, London, Pinter. 
Maçkonya, N. (2006), “Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye, Konya Ticaret Odası”, Etüd Araştırma Servisi Araştırma Raporu sayı:117, Konya, s:76. 
Nelson, R. (1988), “Institutions Supporting Technical Change in the United States” Technological Change and Economic Theory, Dosi, G.; Freeman, C.; 
Nelson, R.; Silverberg, G. and Soete, L., Technological Change and Economic Theory, London and New York, Pinter. 
Nelson, R., Rosenberg, N. (1993), “Technical Innovation and National Systems”, National Innovation Systems: A Comparative Analysis, Nelson, R. 
(Ed.), NewYork: Oxford University Press. 
Oyan, O. (2006), “Kalkınma Ajansları Ne İşe Yarar?”, Dünya Gazetesi, 27.01. Ankara. 
Özer, Y.E. (2008), “Küresel Rekabet - Bölgesel Kalkınma Ajansları ve Türkiye”, Review of Social, Economic & Business Studies, Vol.9/10, 389-408. 
Özmen, F. ( 2008), “AB Sürecinde Türkiye.de Bölgesel Kalkınma Ajanslarının Karşılaşabilecekleri Temel Sorun Alanları”, Süleyman Demirel 
Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Isparta, C.13, S.3 s.327-340. 
Özsaruhan, E. (2005), “Kalkınma Ajansları Bir Fırsattır, Heba Edilmemelidir”,http://www.turkonfed.org/default.aspx?pid=35865&nid=22393(
Erişim:01.12.2011) 
Pınar, A., Arıkan, İ. (2003), “Avrupa Birliği Ve Türkiye'de Bölgesel Kalkınma Bağlamında Devlet Yardımları”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi 
Cilt:3, No:1 (Güz: 2003), s. 93-111. 
Resmi Gazete, (2006), “Bölgesel Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu ve Görevleri Hakkında 5449 Sayılı Kanun”, 206074 Sayılı Resmi Gazete. 
Resmi Gazete, (2009), “Bölgesel Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu ve Görevleri Hakkında 5449 Sayılı Kanunda değişiklik”, 2009: 5917/37. 
Riedel, J., Untiedt, G. (2001), EU- Osterweiterung und deutsche Grenzregionen. Strukturpolitik und Raumplanung in den Regionen an der 
mitteleuropäischen EU-Aussengrenze zur Vorbereitung auf die EU-Osterweiterung. Ifo Studien, 28/II Dresden. 
Schmitz, H. (1999), “Global Competition and Local Cooperation: Success and Failure in the Sinos Valley, Brazil”, World Development, Vol. 27, No. 9, 
p.1627–1650. 
Soyak, A. (2005), Ertelenen 9. Kalkınma Planı ve Türkiye.de Planlamanın Geleceği Üzerine Bir Not, Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı. 136, s. 3-4. 
Stoker, G. (1998), “Governance As A Theory: Five Propositions” İnternational Social Science Journal, Vol. 155, p:17-28. 
Stöhr, Walter B. (2001), “Subsidiarity: A Key Concept For Regional Development Policy”, New Regional Development Raradigms Vol. 3, 
Westport, CT, Greenwood PublishingGroup, USA, (3), 35-51. 
Szirmai, A. (2005), “The Dynamics of Socio-Economic Development: An Introduction” Cambridge University Press, U.K.0521817633, p: 1-10. 
http://www.cambridge.org/servlet/file/item_9780521817639, Er.Tar: 29. 01. 2010 
Tekeli, İ. (1996), “Yönetim Kavramı Yanısıra Yönetişim Kavramının Gelişmesinin Nedenleri Üzerine”, Sosyal Demokrat Değişim, 3:45-54. 
Tomaney, J., Ward N. (2000), England and New Regionalism, Regional Studies, V.34, N.5, UK, s:471-478. Akt: Dr. Mürteza Hasanoğlu, Ziya Aliyev, 
“Avrupa Birliği İle Bütünleşme Sürecinde Türkiye.de Bölgesel Kalkınma Ajansları”, Sayıştay Dergisi, Sayı: 60. 
Todtlıng, F., Sedlacek, S. (1997), Regional Economic Transformation and İnnovation System Styria. European Planning Studies, 5(1) , pp. 43-63. 
Tucker, D. (2000) “Bright future for regional development Agencies”, Public Eye, November, p:34, 
Türk, İ. ( 1970), İktisadi Planlama Prensipleri, Emel Matbaası, Ankara, s:55. 
Ünsal, F., (2002), “Avrupa Birliği.ne Katılma Sürecinde Bölgeselleşme ve Bölge Planlamada Yenilikçi Araçlar”, 10. Ulusal Bölge Bilimi/Bölge Planlama 
Kongresi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İstanbul, 17-18 Ekim, s. 61-68. 
Wood, E., (1998). The Greather London Authority Bill: A Mayor and Assembly for London, House of Commons Library Research Paper, No. 115, s. 39. 
Yılmaz, S., Dericioğlu, T., Elliott, I.A., Özden, M.S. (2007). “Kalkınma Birliklerinden Kalkınma Ajanlarına Yönelirken”, 12. Ulusal Bölge Bilimi/Bölge 
Planlama Kongresi, İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul, 25-26 Ekim, s. 157-163. 

 www.tepav.org.tr. Erişim Tarihi: 15.08. 2010. 

 www.eurada.org/report 1999 Erişim Tarihi: 10.07.2010. 

 www.yayed.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=886 Erişim Tarihi: 13. 07. 2010. 


***