9 Şubat 2020 Pazar

EOKA ve TMT’nin Ortaya Çıkışında Ulusal Kimliğin Rolü

EOKA ve TMT’nin Ortaya Çıkışında Ulusal Kimliğin Rolü ve Toplumsal Barışın İnşası 



Cansu ARISOY 

 Özet 

Yapısalcı perspektiften değerlendirildiğinde terörizm sosyal bir oluşumdur ve bir 
aktör olarak terörist, söylemin ürünüdür. “Birinin teröristi diğerinin özgürlük 
savaşçısıdır” 300 sözü terörizmin ve teröristin tanımının değişken olduğunu gösterir. Bu nedenle Rum toplumuna göre bağımsızlığın sembolü olan EOKA (Kıbrıslılar’ın Milli Mücadele Örgütü) Türk toplumuna göre terörist örgüt diye adlandırılırken; TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) için aynı durum geçerlidir. 

1950’lerde Kıbrıslı Rumlar Helen, Kıbrıslı Türkler ise Türk milliyetçiliğinden destek buldular. Kıbrıslıların ulusal kimlik oluşumunu etkileyen bu durumun sonucu olarak 1955’te kurulan EOKA, Kıbrıs’ta şiddetli bir dönemin başlamasına sebep oldu. TMT ise 1958’de EOKA’ya tepki olarak doğdu. Kıbrıslı Türkler, Rum tarafında büyüyen Enosis talebinin gerçekleşmesi halinde toplumsal çıkarlarının ve milli kimliklerinin korunması için tek yolun Taksim adı altına Türkiye’ye bağlamak olduğunu savunmaktaydı. Kıbrıs’ta yaşanan bu dönem ulusal kimliğin gerilla örgütlerinin oluşumundaki rolüne örnek teşkil eder. Bu çalışmada EOKA ve TMT’nin 1950-1970 yılları arasında Kıbrıs’ın siyasi söylemindeki yapılanması, ulusal kimlik oluşumu kapsamında ve sosyal yapısalcılık yaklaşımıyla analiz 
edilmiştir. 

Kimlik arayışı ve savunulması sırasında birey, kendi hayatı ve başkalarınınki de dahil olmak üzere pek çok şeyi feda edebilir. Terörizm ise bu çalışmada kimliğin savunulmasının bir yolu olarak ele alınmaktadır. Hopf’un yapısalcı yaklaşımına göre kimliği anlamak uluslararası siyasette ve yerel toplumda en azından minimal seviyede tahmin edilebilirliği ve düzeni sağlamak açısından gereklidir 301. 
Bu bağlamda Kıbrıs’ta kimliğinin rolünün, yapısalcılık perspektifinden ve Kıbrıs’taki şiddet olayları üzerinden incelenmesi etnik olarak bölünmüş toplumlarda huzurun sağlanması için önemlidir. 

Giriş 

Kimlik kavramına terörizm ve çatışma çözümü çalışmalarında önemli bir yer 
ayrılmaktadır. Samuel Huntington’ın ünlü eseri Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması bunun en çarpıcı örneğidir. Bu eserde kimlik kavramına verilen referanslar bu çalışmanın %39’unu kapsamaktadır302. Ancak kimlik çalışmalarına gösterilen bu yoğun ilgiye rağmen bu kavramın tam olarak ne olduğu ve dünya düzenindeki işleyişi tam olarak açıklanmamış; kimliğe bir kara kutu muamelesi yapılmıştır. Bu çalışmada ise amaç bahsi geçen kara kutuyu aralamak ve kimlik kavramını Kıbrıs’ta 1950-1970 yılları arasında 
gerçekleşen olaylar zemininde anlamaya katkıda bulunmaktır. Bunu yaparken kimlik, ulusal bir nosyon ve terörist eylemlerin bir motivasyonu olarak ele alınacaktır. 

Kıbrıs’ta kimlik oluşumu Osmanlı’nın adaya hakim olduğu zamanlarda başlamış olsa da bu çalışmanın kapsamından dolayı daha yeni bir dönem olan 1950’li yıllar başlangıç noktası olarak incelenecektir. Başlangıç noktası 1950 olarak alınmıştır çünkü bu dönemde Kıbrıslı Rum halkının ulusal kimliği iyice su yüzüne çıkmış ve böylece Kıbrıs, Birleşik Krallığın kolonisi olmaktan kurtulmuştur. Ayrıca 1958 yılında iki toplum arasında ulusal kimlik çatışmalarından kaynaklanan gerginlikler çıkmış ve bunun sonucunda doğan EOKA ve TMT, içinden çıktıkları topluma göre özgürlük savaşçısı, savaştıkları toplum için ise terörist veya gerilla gruplar olarak nitelendirilmiştir. Burada ise yazar Gerald Seymour’un “birinin 
teröristi diğerinin özgürlük savaşçısıdır” sözü bu çalışmanın başlangıç noktasını 
oluşturmuştur. 

Seymour’un bu sözü bu çalışmanın teorik çerçevesini oluşturan sosyal yapısalcılığın önemini gösterir. Kimlik oluşumu, toplumdaki kültürel, sosyal, tarihi, ekonomik faktörlerden etkilenir; toplumların ulusal kimlikleri ve birbirlerine bakış açıları bu faktörlerin gelişimine göre şekillenir. Sosyal yapısalcılık ise toplumların gelişimini bu faktörleri göz önüne alarak 
inceler. Bir diğer deyişle kim kimin için neden terörist veya neden özgürlük savaşçısı sorularının analizini yapmak için sosyal yapısalcılık uygun teorik altyapıyı oluşturur. 

Bu çerçeveden kimlik oluşumunun ve bu oluşumun Kıbrıs’taki terörist/gerilla 
örgütlerinin doğuşundaki rolünün incelenmesi bu makalenin literatüre yaptığı katkı olacaktır. 

Bu çalışmada öncelikle yapısalcılık anlayışının kimlik kavramına nasıl baktığı 
değerlendirilerek teorik çerçeve, ardından Kıbrıs’ta etnik şiddetin ve terörün başlangıcı anlatılarak tarihsel çerçeve çizilmiş; bunlar gözönüne alınarak EOKA ve TMT’nin ortaya çıkışı analiz edilmiştir. Sonuçta ise kimlik çalışmalarının Kıbrıs gibi etnik olarak bölünmüş toplumlara barışı getirmek için taşıdığı önem vurgulanmıştır. 

Sosyal Yapısalcılık Anlayışında Kimlik Kavramı 

Yapısalcılar insan eylemini ve sosyal pratikleri değişimin merkezine koyar. Kimliğin keşfi ve değerinin bilinmesi yapısalcı araştırmaların odak noktasını oluşturur. Yapısalcıların, aktörlerin gerçekliğinin tarihsel, sosyal pratiklerin bir ürünü olduğunu savunmaları bu çalışmanın da belkemiğini oluşturmaktadır. 

Alexander Wendt yapısalcılığa devletler seviyesinde bakmaktadır. Bu makalede ise yapısalcılık toplumları incelemek için kullanılacaktır. Böyle olmasına rağmen Wendt’in yapısalcılığı bu çalışmada önemli bir dayanak oluşturmaktadır ve Kıbrıs’ta yaşayan iki ana etnik toplum Wendt’in bakış açısı zemin alınarak değerlendirilecektir. Toplumların arasındaki sürekli ilişkinin bu toplumların rol kimlikleri ve çıkarları üzerinde değiştirici bir etkisi vardır. 

Bu demektir ki toplumların kendilerini ve diğerlerini nasıl gördükleri karşılıklı paylaşılan fikirler ve rol kimliği değişimleriyle şekillenir. Aktörlerin kimlikleri ve çıkarları doğal değildir, bunlar paylaşılan bu fikirlerle inşa edilir. Bu bağlamda yapısalcılık insan eyleminin intersubjektifliği üzerine kurulmuştur303. Kıbrısta da Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk kimlik oluşumu karşılıklı bu eylemlerden etkilenmiştir. 

Davranışsal seçimleri odak noktasına koyan rasyonalist modelin aksine; yapısalcı model öznelerin kimlik ve çıkarlarının doğal olmadığı; süreç içinde şekillendiğini iddia eder. Sonuçta rasyonalist modelde devletlerin kimlik ve çıkarları doğal, sabit ve dış kaynaklıyken; yapısalcılar kimlik ve çıkarların değişkenliğini ve devletler arası ilişkilerin içinden kaynaklandığını savunur304. Fikirlerin ve kimliklerin etkisi, nasıl yaratıldıkları, nasıl gelişip şekil aldıkları ve devletlerin bir duruma karşı nasıl tepki verdikleri rasyonalistler tarafından 
görmezden gelinmekteyken; yapısalcılara göre kimlikler aktörün kim olduğunu anlatır, karşılıklı etkileşimlerle şekillenir. Wendt’e göre “çıkarlar kimliğin önceden var olduğunu sayar çünkü aktör kim olduğunu bilene kadar ne istediğini bilemez”305. Böylece kimlikler yapısalcı analizde merkeze oturur çünkü kimlik çıkarların zeminini oluşturur. Yapısalcılar kurucu süreçlere odaklanır ve kimliklerin her zaman oluşmakta ve gelişmekte olduklarını öne sürer 306. 

Araştırmacılar (Schwartz, 2005; Moghaddam, 2005; Meloy, 2004)307 kültürel, sosyal ve kişisel kimlik süreçlerinin terörist aktivitelerin altında yatan nedenler olduğunu öne sürer. 

Bu makalede iddia edilen bu süreçlerin birbirlerinden bağımsız olmadığı aksine birbirleriyle etkileşim halinde olduğu ve Kıbrıs’taki şiddet eylemlerinin de birbiriyle bağlantılı bu süreçlerin sonucunda ortaya çıktığıdır. Bu bağlamda bir sonraki bölümde Kıbrıs’ta şiddet eylemlerinin başlangıcı ve 1974’te Türkiye’nin müdahalesine kadarki süreçte nasıl şekillendiği sosyal yapısalcılığın kimliği ele alışı çerçevesinde açıklanacaktır. 

Kıbrıs’ta Toplumsal Travmanın Kaynağı Terörizmin Ortaya Çıkışı 

Dışarıdan bakanlar için en başta huzurlu bir Akdeniz adası olarak görülen, yeşil ada diye adlandırılan Kıbrıs’ın içine girildiğinde bunun bir yanılsama olduğu fark edilir. Sıcak savaş bitmiş olsa da günümüzde siyasi arenada hala devam eden Rum-Türk gerginliğinin köklerini Osmanlı İmparatorluğu’nun adaya hakim olduğu dönemde aramak gerekmektedir. 

Ancak bu çalışmanın kapsamı gereğince bu gerginliğin kaynağı 1950 döneminden itibaren incelenecektir. 

Kıbrıslı Rumlar’ın milliyetçi arzularının tam anlamıyla su yüzüne çıktığı bir dönem olan 1950’ler aynı zamanda Rum halkının Birleşik Krallığa isyan edip gerilla mücadelesini başlattığı ve 16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs’ın bağımsızlığının alındığı dönemdir. Ancak bağımsızlık adaya huzur getirmemiş aksine adada Rum-Türk gerginliği ve kanlı çatışmalar başlamıştır. 

1930’larda Yunanistan tarafından tohumları Kıbrıslı Rum halkına atılmaya başlanmış olan Enosis, kelime anlamı olarak Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama arzusudur. Enosis yıllar boyunca Kıbrıslı Rumlar’ın ulusal motivasyonunu oluşturmuştur. Bu dönemden 20 yıl sonra Kıbrıs bağımsızlığa kavuşunca, Kıbrıslı Rumların milli ve etnik kimlikleri Enosis fikriyle güçlenip önce kendi halkları sonrasında ise Türk komşuları için tehlike yaratmaya başlamıştır. 

Bu tarihte Enosis mücadelesine karşı çıkan AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) 
üyeleri vatan haini olarak tanıtılıyor, bu kişilere pusu kuruluyor ve suikastler düzenleniyordu. Siyasi lideri Başpiskopos III. Makarios; askeri lideri General Georgios Grivas olan EOKA, üyeleri Yunanistan’da eğitilen ve asıl amacı İngiliz hükümetine karşı savaşmak olan bir örgüttü. Ancak Enosis fikriyle beslenen EOKA üyeleri eylemlerini AKEL üyeleri, İngiliz yanlısı Rum vatandaşları ve 1958 yılından sonra Kıbrıslı Türkler’e karşı genişletmeye başladı. 

Kıbrıslı Türkler bu dönemde kendilerini tehdit altında hissetti ve Türkiye’nin de desteğiyle Kıbrıslı Rumlar’a karşı bir yapılanma başladı. KATAK’ın (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu) 1943 yılında kurulmasıyla Kıbrıslı Türkler Görmezden gelenlere sessizliklerini yendi ve İngiliz hükümeti’ne seslerini duyurmayı başardı. 

1940 yılında Halkın Sesi isimli ilk milliyetçi gazeteyi çıkaran Dr. Fazıl Küçük Kıbrıs Türk Milli Birlik Partisi’ni kurdu. 1955 yılında partinin adı EOKA’ya bir tepki olarak Kıbrıs Türktür olarak değişti. 

1958 yılında ise yine EOKA’ya tepki olarak Kıbrıslı Türk toplumundan bir örgüt 
doğmuştu. TMT o zamanlar daha genç bir avukat olan Rauf Raif Denktaş tarafından, EOKA’nın eylemlerine karşılık vermek ve adayı Türkiye’ye bağlama planı olan Taksim mücadelesi için savaşmak üzere kuruldu. Bu dönemde iki Türk halkı tek slogan etrafında birleşti: Ya Taksim Ya Ölüm! 

Taksim, İngiliz hükümeti tarafından da gittikçe alevlenen Rum milliyetçiliğine karşı desteklenmekteydi. Taksim, 1974 harekatından önce adanın tamamının; sonrasında ise sadece kuzey bölgesinin il olarak Türkiye’ye ilhak edilmesi anlamına geliyordu. İngiliz hükümetinin Kıbrıslı Türk polislerini Rum isyanlarına karşı görevlendirmesiyle etnik gruplar-arası şiddet başladı. Sonuç olarak 1958 yılında isyanlar ve silahlı çatışmalar tüm şiddetiyle su yüzüne çıktı 308. 

Kıbrıslı Rumlar’ın Enosis arzusu Makarios’un; Kıbrıslı Türkler’in Taksim arzusu ise Küçük’ün önderliğinde uluslararası arenaya taşındı. Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’ın; Kıbrıslı Türkler ise Türkiye’nin desteğini arkasına almıştı. 

Bu dönemde bu üç ülke birçok milliyetçi gösteriye sahne oldu. Ancak bu gelişmelerden bir sonuç alınamadı. Böylece iki toplum da aşırı milliyetçi rüyalarından uyanmak zorunda kaldı. 

Albay Grivas önderliğinde etkili bir kampanya sürdüren EOKA, kendine aşırı 
milliyetçi Kıbrıslı Rum sempatizanlar buldu. EOKA’nın terör eylemleri İngiliz Mareşal Sör John Harding tarafından kontrol altına alınmaya çalışılsa da sona erdirilemedi. Ancak İngilizlerin çabaları sonucunda Başpiskopos Makarios, EOKA’nın kampanyalarına katıldığı gerekçesiyle Kıbrıs’tan sınır dışı edildi. Makarios’un Yunanistan’daki sürgün hayatı, EOKA’nın, Başpiskopos’un Kıbrıs’a dönmesi karşılığında eylemlerine son vereceğini açıklamasıyla son buldu. 

Süveyş Kanalı krizinin 1957 yılında çözümesiyle İngiliz yönetimi rahat bir soluk aldı ve Kıbrıs probleminin çözümünü büyük ölçüde Yunanistan ve Türkiye’ye bıraktı. EOKA’nın eylemleri gitgide şiddetini arttırırken Türk hükümetlerinin de gerginliği artmaktaydı. İki toplum arasındaki şiddet yeni ve daha ölümcül durum alıyordu309. 

Aşk tanrıçası Afrodit’in doğum yerin olarak bilinen bu Akdeniz adası ironik bir 
şekilde 1950 döneminden beri Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türkler’in etnik savaş alanına dönmüştür. 1974’de Türkiye’nin bu savaşa müdahalesiyle etnik şiddet sona ermiş olsa da adadaki iki ana grup arasındaki gerginlik siyasi arenada günümüze kadar sürmüştür. 

Çözümsüzlük konusunda en uzun tarihe sahip etnik çatışma alanlarından biri olan Kıbrıs’ta -yukarıda da bahsedildiği gibi- ulusal kimliğin rolü oldukça büyüktür. Bu kapsamda bir sonraki bölümde Kıbrıs’ta kimlik oluşumu ve kimliğin şiddet eylemlerinin ortaya çıkışındaki rolü sosyal yapısalcılık zemininde incelenecektir. 

Ulusal bir Motivasyon Olarak Kıbrıs’ta Kimliğin Rolü: EOKA ve TMT’nin Sosyal 
Yapısalcılık Perspektifinden İncelenmesi 

Enosis fikrinin tohumları 1844’de Megali İdea’nın Yunanistan’da yükselmesiyle 
birlikte Kıbrıslı Rum toplumunun içine atılmaya başlanmıştı310. Aşırı milliyetçi bir kavram olan Enosis, Helenistik kültürel mirasa duyulan büyük tutku, derin kökleri olan gelenekler ve bunları sürdürmeye yönelik kaçınılmaz istek; Kıbrıslı Rum toplumunda diğer etnik gruplardan üstün olduğu duygusunu yaratmaktadır 311. 1878’de adanın Osmanlı Devleti tarafından İngiliz hükümetine devredilmesinden sonra hızlı bir organizasyon ve modernizasyon dönemine giren Kıbrıslı Rumlar’ın aksine Türk toplumu ekonomik ve sosyal anlamda güçsüz kalmıştı. Bu durumda korunma ve kimlik arayışında olan Kıbrıslı Türkler ilerleyen dönemlerde çareyi yüzlerini Türkiye’den yana dönmekte buldular 312. 

Wendt’e göre 313 sosyal tehditler doğal değildir; insanlar tarafından inşa edilir. 
Yapısalcı perspektiften bakıldığında devletler kendi aralarında iletişime geçerek kendi güvenlik ikilemlerini ve rekabetlerini yaratırlar. Yapısalcılığın devletlerin tepkilerini kültürel bakış açısıyla analiz etmesi, karşılıklı etkileşimlerin toplumların ilişkilerini şekillendirdiği gerçeğini gözler önüne serer. 

Bu bağlamda terörizmin sosyal bir oluşum olduğu vurgulanmalıdır. Terörizm nesnel bir gerçeklik ve öznel bir yorumlamadır. Terörizmin olaya dahil olan aktörlerin fikirlerinden bağımsız olarak varolamayacağı gerçeği bu kavramı 
yapısalcılıkla açıklamayı mümkün kılar. 

Yehuda’ya göre314 gerçek dünyada terörizm somut bir kavram değil; olayların ve bu olayların varsayılan nedenlerinin yorumlanmasıdır. Birisinin teröristi diğerinin özgürlük savaşçısıdır cümlesi bize terörizmin bireyler, toplumlar ve devletler tarafından nasıl farklı farklı yapılandırıldığını hatırlatmaktadır. Terörizmin anlamı, içinde bulunduğu genel duruma, kültürel kaynaklara ve olaya dahil olan bireylere göre değişmektedir 315. Terörizm aktörlerin öznel anlayışlarının dışında var olamaz. Yapısalcılık anlayışına göre terörizm varolmak için 
insan kurumlarına ihtiyacı olan sosyal bir gerçeklik tir 316. Terörist aktör söylemin bir ürünü ve söylem terörizm araştırmalarının teolojik başlangıç noktasıdır. Bir diğer deyişle terör eylemlerinin, terörist motivasyonların, stratejilerinin, yönetimsel yapılarının ve amaçlarının çıkış noktası teröristlerin düşmanlarının söylemleridir 317. 

Bu çerçevede bakıldığında gitgide güçlenen Rum milliyetçiliğinin ve bunun sonunca ortaya çıkan EOKA’nın karşısında Kıbrıslı Türkler’e kalan kendi ulusallık larını geliştirmek olmuştur. Kızılyürek’in de vurguladığı gibi318 aslında milliyetçilik Kıbrıslı Türkler’de, Kıbrıslı Rumlar’dan gelen tehditlere karşı oluşturulmuş bir savunma mekanizması olarak doğmuş ve bu tepki kapsamında gelişmiştir. 


Bu bağlamda Kellas’ın argümanı “mitolojik geniş aile” Kıbrıslı halklar örneğinde yoğun bir şekilde görülmektedir319. Bu kavram Kıbrıslı Rumlar’ın anavatan olarak gördükleri Yunanistan’a Helenik bağlarla bağlı olması; Kıbrıslı Türkler’in de Türkiye’de yaşayan Türk toplumuna bağlılığı şeklinde ortaya çıkar. Ancak Kıbrıslı Türkler’de Osmanlı veya Türk köklerine bağlılık Rumlar’da olduğu kadar derinden hissedilmez. Kıbrıslı Rumlar’da milletin tarihi kimliği320 hakkında bolca söylem üretilmekte ve Helen kültürü üzerinden üretilen bu söylemlerle Yunan ve Kıbrıslı Rum halkı yüzyıllardan beri süregelen organik bağın 321 altını  çizmekte dir. Ancak daha önce de belirtildiği üzere Kıbrıslı Türkler adanın dışında yaşayan Türk soydaşlarına karşı bu kadar derin bağlar hissetmemektedir. Kıbrıs Türk milliyetçiliği, Kıbrıslı Rumların iç savaşa neden olan milliyetçiliğine bir karşı koyuştur. 

Aktörlerin çoklu sosyal kimlikleri bulunur. Sosyal kimlikler aktörün diğerlerine 
kıyasla varolduğunun göstergesidir ve kim olduğuna karar vermesi için gerekli bir kavramdır. 

Örneğin etrafında hiç komünist bulunmazsa, aktör, antikomünist olamaz; veya dengenin olmadığı bir ortamda dengeleyici konumunda bulunamaz322. Wendt’e göre sosyal kimlik veya rol kimliği, aktörün sosyal bir obje olarak diğerinin perspektifini göz önüne aldığında kendine atfettiği anlamlar bütünüdür. 
Bu kimlik oluşumu da davranış sal seçimlerine yansır 323. 

Bu bağlamda Kıbrıs’ta kimlik adadaki iki ana etnik toplumun birbiriyle etkileşim halinde olmaları sonucu şekillenmiştir. Kıbrıs’ta ulusal kimlik 1950 döneminde gerçek anlamıyla ortaya çıkmaya başlamış ve bunun sonucunda EOKA ve TMT doğmuştur. Bu örgütler sosyal yapısalcılık ekseninde değerlendirildiğinde görülür ki EOKA Türk toplumunca; TMT ise Rum ve Yunan toplulukları için terörist organizasyonlardır. Zira EOKA, Rumlara göre önce adanın bir İngiliz kolonisi olmasından kurtulması için savaşmış sonrasında ise adada iktidarda olan tek 
millet olmak için Türk topluluğuyla mücadeleye girmiştir. Böylece EOKA, Türk toplumunca terör örgütü olarak nitelendirilmektedir. Durum TMT için de aynıdır. TMT en başta, EOKA’nın kanlı eylemleriyle baş etmek üzere kurulmuş olsa da, Rum kesimi tarafından terörist aktiviteler gerçekleştiren eli kanlı bir örgüt olarak kavranmaktadır. 

Sonuç 

Kıbrıs’ta Barışın İnşasında Ulusal Kimlik Oluşumunun Rolü 

İnsanlar, dünyada sabun bitene kadar etnik temizlik yapmak istemiyorsa; 
varolan devletlerin içinde bir arada yaşamalarını mümkün kılacak siyasi 
teknikler bulmak zorundadırlar 324. 

Kıbrıs halkının gerçekliğinin, tarihi ve sosyal pratiklerden kaynaklanması sosyal 
yapısalcı çalışmaların konusudur. Hayali tarihleri ve oluşturdukları güçlü ulusal kimlikleri ile Kıbrıslı Rumlar, 1878 yılından başlayarak adada hüküm süren tek güç olma umuduyla, Yunanistan’ı anavatan olarak kabul etmiş; güçlerini Yunanistan’ın Megali İdea’sından almıştır. Diğer tarafta Kıbrıslı Türkler sadece yarım asır kadar önce, yani 1950 döneminden itibaren Türkiye’yi anavatan olarak nitelendirmeye ve Türkiye’nin desteğini almaya başlamış; savunma mekanizmalarını hep Rum komşularının yayılmacı politikasına karşı geliştirdikleri korkuyla oluşturmuştur. Hall’a göre kimlik doğal değil oluşturulmuş bir kavramdır ve aktörler birbirleriyle iletişim halindeyken, kendilerinde gördükleri eksiklere göre kimliğini oluşturur 325. Kıbrıslı Türklerin ulusal kimlik oluşumuna yapısalcı bir perspektifle baktığımızda, bunun temelinde Rum milliyetçiliği korkusunun yattığını ve buna bir karşıt tepki olarak geliştiğini görürürüz. 

Kıbrıs’ta ötekini şeytanlaştırma ve kendini tehdit altında hissetme duyguları artık kökleşmiş ve iki ana etnik gruba yıllar boyunca nüfuz etmiştir. Kıbrıs’ta üçüncü partilerin arabuluculuk çabaları başarısız olmuştur. İki toplum arasındaki şüphe ve güvensizlik olası bir anlaşmanın önünde engel olarak durmaktadır326. Bu nedenle en azından görülebilir bir gelecekte Kıbrıs sorununa çözüm bulunamaması kuvvetli bir ihtimaldir. Siyasi gerçeklikler göz önüne alındığında Kıbrıs’ta toplumların kalıcı barış için atması gereken çok adım olduğu bir gerçektir. 

Ayrıca barış için gerekenler yapılsa bile kökleşmiş olan şüphe ve güvensizliğin yok edilebileceği kesin değildir. Ama Horowitz’in de belirtmiş olduğu gibi bölünmüş toplumların bir arada yaşamasını mümkün kılmak için siyasi teknikler bulunması gerekir. 

Kültürel değişimler oldukça uzun zaman alabilir. Ancak en bütünleşmiş yapılar bile irade sayesinde değiştirilebilmektedir. Ulusal kimlikler, uluslararası ilişkileri anlama yolunda önemli rol oynamaktadır. İnsan eylemini ve sosyal pratikleri değişimin merkezine koyan yapısalcılık aynı zamanda kimliğin keşfinin önemini vurgular. Bu durumda kimlik çatışmaları ve toplumsal şiddeti yapısalcılık perspektifinden analiz etmek etnik olarak bölünmüş Kıbrıs’ta iki toplumun aynı devlet içinde barışçıl yollarla var olması için gereken çözümlerin bulunmasına katkı sağlayabilir. 

Kaynakça 

Atkinson, C. (2006) “Constructivist Implications of Material Power: Military Engagement and the Socialization of States, 1972-2000”, International Studies Quarterly, Cilt 50, Sayı 3, s. 509-537. 

“British Rule in Cyprus”, http://cypnet.co.uk/ncyprus/history/british/index.html (Erişim tarihi 15 Eylül 2014). 

Bozdağlıoğlu, Y. (2007) “Constructivism and Identity Formation: An Interactive Approach”, Uluslararası Hukuk ve Politika,Cilt 3, No 11 s.129-144. 

Hall, S. (1996) Questions of Cultural Identity. London, Sage Publications. 

Hopf, T. (1998) “Promise of Constructivism in International Relations Theory”, International Security, Cilt 23, Sayı 1, s.171-200. 

Horowitz, D. (1998) “Self-Determination, Politics, Policy, and Law,” Margaret Moore (der.), National Self-Determination and Secession, Oxford, Oxford University Press. 

Işıksal, H. (2002) “Two Perspectives on the Relationship of Ethnicity to Nationalism: Comparing Gellner and Smith”, Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Cilt 1, Sayı 1, s.1-15. 

Kızılyürek, N. (2005) Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları. 

Meloy, R. J. (2004) “Indirect Personality Assessment of the Violent True Believer,” Journal of Personality Assessment, Cilt 82, Sayı 2, s. 138–146. 

Moghaddam, F. M. (2004) “The Staircase to Terrorism,” American Psychologist, Cilt 60, Sayı 2, 2005, s.161–169. 

Palan, R. (2000) “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 26, No 4, s.575-598. 

Pollis, A. (1979) “Colonialism and Neocolonialism: Determinants of Ethnic Conflict in Cyprus”, Peter Worsley ve Paschalis Kitromilides (der.), In Small States in the Modern World: The Conditions of Survival, Lefkoşa: The New Cyprus Association, s. 45-80. 

Seymour, G. (1975) Harry’s Game. New York,The Overlook Press, Peter Mayer Publishers, Inc. New York. 

Schwartz S. J. (2005), “A New Identity for Identity Research: Recommendations for Expanding and Refocusing the Identity Literature,” Journal of Adolescent Research, Cilt 20, Sayı 3, s. 293-308. 

Schwartz, S. J. et al. (2009) “Terrorism: An Identity Theory Perspective”, Studies in Conflict & Terrorism, Cilt 23, No 6, s. 537-559. 

Stump, J. L. (2009) “The Artful Side of the Terrorism Discourse: A Response to Hulsse & Spencer”, Security Dialogue, Cilt. 40, Sayı 6, 2009, p. 661-665. 

Yehuda, B. N. (1993) Political Assassinations by Jews. Albany: State Univ. New York Press. 

Wendt, A. (1994) “Collective Identity Formation and the International State”, American Political Science Review, Cilt 88, Sayı 2, s. 384-396. 

Wendt, A. (1999) Social Theory of International Politics. New York. Cambridge University Press. 

Wendt, A. (2003) Social Theory of International Politics, Cambridge, Cambridge University Press. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

300 Gerald Seymour, Harry’s Game, New York, The Overlook Press, Peter Mayer Publishers, 2001. 
301 Ted Hopf, “Promise of Constructivism in International Relations Theory”, International Security, Cilt 23, No 1, 1998, s.174. 
302 Seth J. Schwartz et al., “Terrorism: An Identity Theory Perspective”, Studies in Conflict & Terrorism, Cilt 23, No 6, s. 539-540. 
303 Ronen Palan, “A World of Their Making: An Evaluation of the Constructivist Critique in International Relations”, Review of International Studies, Cilt 26, No 4, 2000, s.576. 
304 Yücel Bozdağlıoğlu, “Constructivism and Identity Formation: An Interactive Approach”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 3, No 11 s.129, 2007, s.124. 
305 Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, Cambridge, Cambridge University Press, 2003, s.231. 
306 Carol Atkinson, “Constructivist Implications of Material Power: Military Engagement and the Socialization of States, 1972-2000”, International Studies Quarterly, Cilt 50, Sayı 3, 2006, s. 534. 
307 Seth J. Schwartz, “A New Identity for Identity Research: Recommendations for Expanding and Refocusing the Identity Literature,” Journal of Adolescent Research, Cilt 20, Sayı 3, 2005, s. 293-308. 
Fathali M. Moghaddam, “The Staircase to Terrorism,” American Psychologist, Cilt 60, Sayı 2, 2005, s.161–169. J. Reid Meloy, “Indirect Personality Assessment of the Violent True Believer,” Journal of Personality Assessment, Cilt 82, Sayı 2, 2004, s. 138–146. 
308 Adamantia Pollis, “Colonialism and Neocolonialism: Determinants of Ethnic Conflict in Cyprus”, Peter Worsley ve Paschalis Kitromilides (der.), In Small States in the Modern World: The Conditions of Survival, Lefkoşa: The New Cyprus Association, 1979, s. 45-80. 
309 “British Rule in Cyprus”, http://cypnet.co.uk/ncyprus/history/british/index.html (Erişim tarihi 15 Eylül 2014). 
310 Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.77. 
311 Hüseyin Işıksal, “Two Perspectives on the Relationship of Ethnicity to Nationalism: Comparing Gellner and Smith”, Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Cilt 1, Sayı 1, 2002, s.9. 
312 Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.220. 
313 Alexander Wendt, Social Theory of International Politics. New York. Cambridge University Press, 1999. 
314 Ben N. Yehuda, Political Assassinations by Jews. Albany: State Univ. New York Press, 1993. 
315 Jacob L. Stump, “The Artful Side of the Terrorism Discourse: A Response to Hulsse & Spencer”, Security  Dialogue, Cilt. 40, Sayı 6, 2009, p. 661. 
316 John Searle, The Social Construction of Reality. New York: Free Press, 1995. 
317 Rainer Hülsse ve Alexander Spencer, “The Metaphor of Terror: Terrorism Studies and the Constructivist Turn”, Security Dialogue, Cilt 39, Sayı 6, s.571. 
318 Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005. 
319 James G. Kellas, The Politics of Nationalism and Ethnicity. Second Edition: Revised and Updated, London, MacMillan Press Ltd, 1998, s.33. 
320 Ibid, p.35. 
321 Niyazi Kızılyürek, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.77. 
322 Alexander Wendt, “Collective Identity Formation and the International State”, American Political Science Review, Cilt 88, Sayı 2, 1994, s. 385. 
323 Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, Cambridge, Cambridge University Press, 2003, s.247. 
324 Donald Horowitz “Self-Determination, Politics, Policy, and Law,” Margaret Moore (der.), National Self-Determination and Secession, Oxford, Oxford University Press, 1998, s.206. 
325 Stuart Hall, Questions of Cultural Identity, London, Sage Publications, 1996, s.4-5. 
326 Fen Osler Hampson, Nurturing Peace: Why Peace Settlements Succeed or Fail? Washinton DC, United State Institute of Peace, 1996, s.48-49. 


***

Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve Savunma Politikaları

Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve Savunma Politikaları 


Türkiye’nin Bu Politikaya Olası Katkıları 

Arda DİLMAÇ 


Özet 

Bu çalışmanın konusu, Avrupa Birliği Güvenlik ve Savunma Politikasını inceleyip, Türkiye AGSP ilişkilerini değerlendirmek ve Türkiye’nin olası katkılarına araştırmaktır. 

Avrupa güvenlik sisteminde Türkiye önemli bir parçadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında NATO ve Birleşmiş Milletler kurumlarına da üye olan Türkiye AGSP içinde yer almalıdır. Bu çalışmada Türkiye’nin olası bir katılma sonucunda AGSP’ye yapabileceği katkılar vurgulanmıştır. Özellikle Türkiye’nin NATO ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi operasyonlarında yaptığı katkılar ve 
11 Eylül Sonrası dönemde ortaya çıkan yeni güvenlik endişeleri üzerinden duruşu araştırılmıştır. Türkiye’nin gerek bu tecrübesi gerekse ülke duruşu ile AGSP için önemi gösterilmiştir. 


Giriş 

Avrupa Birliği ekonomik merkezli kurulmuş ulus-üstü bir organizasyondur. 
Başlangıçta ekonomik ilişkilerini geliştirmeyi planlayan AB, Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenliğini de toplu (kolektif) bir savunma örgütü olan NATO üzerinden sağlıyordu. Lakin hem Soğuk Savaş’ın bitişi hem de Birliğin ortak politikaları kapsamındaki hareketler AB içerisinde ortak bir güvenlik ve dış politika kurulması konusunu gündeme getirdi. 

Soğuk Savaş’tan sonra AB'nin güvenlik konularına olan ciddiyeti arttı. Soğuk Savaş boyunca Avrupa, o dönemdeki Toplulukları üzerinden ekonomik gücünü arttırıyor ve NATO üzerinden de dış tehditlere karşı toplu savunma yapıyorlardı. 267 Özellikle kendi sınırları etrafında ve gücünü hissettirmek istediği sınır dışı alanlarında meydana gelen olaylara müdahil olamama konusu da AB’yi NATO karşısında güçsüz bir konuma getirmekteydi. 

Avrupa ve çevresindeki olaylara daha fazla dahil olmak isteyen AB, ekonomik anlamda büyük güç iken askeri ve siyasi anlamda çok güçsüz görünüyordu. Ayrıca NATO’nun Avrupa üzerindeki etkisini biraz daha kırıp ABD bağımlılığından kurtulmak isteyen AB üye devletleri, hızlı bir şekilde güvenlik ve savunma politikalarını kurmak ve geliştirmek istiyordu. Böylelikle NATO karşısında Avrupa’da rüştünü de ispat edebilecekti. 

AB kamuoyu da Avrupa’da bir güvenlik politikası kurulmasını destekliyordu. Örneğin 2004 yılında “Eurobarometer” tarafından yapılan ankete göre AB vatandaşlarının %78’i Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın oluşturulmasını istiyordu.268 Ayrıca AGSP’nin geliştirilmesinin Avrupa bütünleşmesine de katkı yapacağına inanılmaktaydı.269 

Soğuk Savaş sonrasında AB'nin kendine bir yer bulma çabaları dış ve güvenlik 
konuları üzerinden yeni bir “Avrupa Kimliği” yaratarak başladı.270 Sonra antlaşmalar ve AB Zirveleri ile kapsamı daha da geliştirildi ve mevcut halini aldı. 

Türkiye, AB'nin savunma ve güvenlik konularını destekleyen bir tutum almıştı. 
Özellikle AB'nin güvenlik yapısının dışında kalmak istemiyordu. AB kriz yönetimlerinde yer almak ve bu politikalara katkı sağlayarak içerde olma hakkını korumak istiyordu.271 Ayrıca Türkiye, 11 Eylül sonrası oluşan yeni güvenlik endişeleri kapsamında AB ile ortak çıkarlara sahiptir ve AB’nin dış politikalarına gerek diplomatik gerekse askeri anlamda hatırı sayılır katkılar da yapabilir. 

Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası 

1990’lı yıllara gelindiğinde AB güvenlik ve savunma politikaları alanında adımlar 
atılmaya başlandı. 1990-1991 Körfez Savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde askeri alandaki yetersizlikler ve askeri gücün kısıtlılığı iyiden iyiye kendini gösterdi. Bu süreçte Avrupa Birliği, ABD’nin liderliğine ve askeri gücüne bel bağlamıştı. Bu da Birlik içerisinde tartışmalara sebep olmuştu. Fakat Balkanlardaki krizlerde ABD, AB’ye “yükün paylaştırılması” konusunda baskı yapıyordu. İşte bu gelişmelerin ışığında 1994 senesinde Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK-ESDI) için girişimler başladı.272 

Birlik içerisindeki St. Malo toplantısı bir dönüm noktası olmuş ve bu toplantıyı takip eden Köln, Helsinki ve Nice Zirveleri, AGSP’nin özerkleşmesi ve daha etkin hale gelmesi için kilometre taşı özelliği göstermişlerdir.273 

Haziran 1999 Köln AB Zirvesi’nde “Avrupa Ortak Savunma ve Güvenlik Politikasının Güçlendirilmesi Bildirgesi” yayınlanmış ve bu bildirge kapsamında “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” amaçları belirtilmiştir.274 

Aralık 1999 Helsinki Zirvesi'nde, Köln Bildirgesi’nin içeriği teyit edildi ve 
“Petersberg Görevleri” dahilindeki tüm etkinlikleri gerçekleştirebilecek bir askeri güç oluşturulması konusu onaylanarak “Temel Hedef” belirlendi. Bu hedef kapsamında “Acil Müdahale Gücü” oluşturulmasına ve bu güce AB üyesi olmayıp da NATO üyesi olan devletlerin katılımı hakkında düzenleme yapılmasına da karar verildi. 275 

Nice Zirvesi’nde AGSP’nin kurumsal yapısına son şekli verildi ve yeni askeri yapılar getirildi. Zirvede BAB'ın işlevine son verildi ve AB "Acil Müdahale Gücünün" kurulmasına karar verildi.276 

Türkiye ve AGSP İlişkileri 

Türkiye ve AGSP ilişkilerini anlayabilmek için öncelikle BAB ve Türkiye ilişkilerine göz atmak gerekmektedir. Türkiye BAB’a ortak üye olmuştu ve operasyonların planlama ve kuvvet oluşturma sürecinde bazı avantajlara sahip olmuştu. Fakat BAB’ın Nice Zirvesi ile faaliyetlerine son verilmesiyle Türkiye bu hakları da yitirmiş oldu ve AB savunmasına dair konularda karar mekanizması içinde yer alma hakkını da kaybetmişti.277 Nice Zirvesi’nin BAB’ı tasfiye etmesi sonucunda Türkiye’nin AB güvelik ve savunma politikalarına dahil olması ancak NATO destekli harekatlar boyutuna kalmıştı. Bu durum da Türkiye AGSP 
ilişkilerinde yeni bir dönem başlayacağını işaret ediyordu. 

Kasım 2001 itibariyle Türkiye’nin AGSP çerçevesinde uzlaşma sağlayamadığı iki 
nokta vardı. Bu noktalardan birincisi AGSP dahilindeki uygulamaların müttefik ülkelere karşı kullanılmamasının garantisinin verilmesiydi. İkincisi ise Türkiye’nin yakın coğrafyasında meydana gelecek AB operasyonlarına Türkiye’nin katılımının garanti edilmesiydi. 278 Kıbrıs ve Ege konusunda muhtemel bir çatışma durumunda AB Ordusu’nun Yunanistan tarafında yer alması Türkiye tarafında kaygı yaratmıştı.279 

İşte bu durumlar ışığında, Türkiye AB’nin NATO planlama tesislerine erişebilmesini engelleyen bir tutum belirledi ve bunu NATO üzerinden gösterdi. Bu tıkanıklık, ABD, Britanya ve Türkiye arasındaki anlaşma ile son buldu. Ankara Mutabakatı (2 Aralık 2001) olarak bilinen bu uzlaşıda iki önemli sorunun aşılmasıyla Türkiye’nin vetosu kaldırıldı.280 

2001 tarihinden sonra gerek Türkiye’nin hem NATO üyesi hem de AB aday üyesi olmasından gerekse mevcut çekincelerin çözülmesinden dolayı AGSP ve Türkiye ilişkilerine dair ciddi bir gelişme olmadı. Türkiye kendi güvenlik çıkarlarının ortada olduğu veya sınırları yakınındaki konularda danışılma garantisi almıştı. Ayrıca NATO üyesi ve AB aday ülkesi olduğu için AGSP hakkında söz sahibiydi. Ama Türkiye’nin AGSP’ye yapabileceği katkılar 
azımsanamayacak kadar fazladır. 

Türkiye’nin AGSP’ye Katkısı 

Türkiye’nin olası AB üyeliği ile AGSP yapabileceği katkıların büyüklüğü konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmanın son kısmı da olası üyelik durumda Türkiye’nin AGSP’ye yapabileceği katkıların gerekçeleri belirtilmiştir. Ortak çıkarlar ve endişeler çerçevesinde Türkiye ile AB arasında ciddi bir bağ olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Türkiye’nin yapabileceği katkılarının kökleri güvenlik ağırlıklı birçok alan üzerinden açıklanabilir. Bu alanlar arasında Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik konumu, AGSP ve NATO arasındaki organik bağ, Türkiye’nin çok kültürlü ve çok yönlü ülke yapısı, Soğuk Savaş bitişi sonunda ortaya çıkan konjonktür, Türkiye’nin askeri kuvveti ve özellikle Balkanlarda gerçekleşen çatışmaların barışla sonuçlanması için Türkiye’nin yaptığı çalışmalar sayılabilir. 

Öncelikle Türkiye’nin stratejik konumu yeni güvenlik endişeleri açısından önemli bir yer tutmaktadır. 11 Eylül sonrası oluşan konjonktürde Türkiye bulunduğu coğrafya ve bu coğrafyadaki laik ve demokratik ülke duruşu ile diğer ülkelere nazaran sivrilmektedir. AGSP içerisinde Türkiye gibi bir ülkenin olması gerek diğer ülkelerin AB algısı adına gerekse AB’nin Türkiye ile ortak olan güvenlik endişeleri adına pozitif bir imaj yaratabilir. Özellikle bu coğrafyadan bir ülkenin AB içersinde güvenlik karar mekanizmalarında bulunması AB’nin güvenile  bilirliğini arttıracaktır. 

Ayrıca Türkiye jeopolitik konum açısından AB’nin önceliği olan bir noktada 
bulunmaktadır. Türkiye Avrasya ana kıtasında sahip olduğu yer ile hem Akdeniz Havzası’na hem de Orta Doğu’ya ulaşılabilirliği ile stratejik bir noktada yer almaktadır.281 AB Komşuluk Politikalarının geliştirilmesiyle bu bölge üzerindeki AB’nin çıkarları ve uygulamalarında ciddi artışlar olmuştur. Bu artan çıkarların kontrolü için Türkiye’nin jeopolitik konumu, zamanında ABD’nin de yaptığı gibi, AB için de önemli bir yer tutmaktadır. 282 AB bu bölge üzerindeki ülkelerle gerek Komşuluk bağlarını daha da ileri götürmek gerekse bölge üzerinde 
oluşabilecek olaylara daha etkili bir şekilde dahil olabilmek için Türkiye’nin bu jeopolitik konumunun getirilerine ihtiyaç duymaktadır. 

Türkiye Soğuk Savaş boyunca Avrupa savunması için önemli bir rol oynamıştı 283 ve NATO-Varşova Paktı ülkeleri sınırlarının üçte birini savunan bir ülke olmuştu. 284 Günümüzde ise güvenlik endişelerinin yeniden ateşlendiği bir bölgede yer alan ülke olarak yine bu denli ciddi meseleler için Türkiye eskisi kadar önemli bir rol alacak pozisyondadır. Zaten Avrupa güvenlik ve savunması bölünmez bir bütündür ve Türkiye de bu savunmanın ayrılmaz bir parçasıdır. 

Bu sebeple Türkiye’nin dışlanmaması ve Avrupa bünyesindeki her savunma 
organizasyonlarında var olması gerekmektedir.285 

AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı 11 Eylül saldırıları sonrasında yeni tehditler sebebiyle 
artmıştır. Özellikle 2003 İstanbul, 2004 Madrid ve 2005 Londra saldırıları AB ve Türkiye arasında organik bir bağ yaratmıştı. Ayrıca küresel terör, insan kaçakçılığı, uyuşturucu ve kitle imha silahları kaçakçılığı, kara para aklama, etnik ve dini çatışmalar gibi Avrupa’nın ve Türkiye’nin günümüzde karşı karşıya olduğu sorunların286 çözümü konusu da AB ve Türkiye’yi yan yana getirmektedir. 

AB’ye Türkiye’nin üye olmasıyla AB’nin sınırlarının genişleyeceği ve bu genişleme ile AB’nin istikrarsız ülkelerin sınırlarına ulaşacağını287 iddia eden kişiler bulunmaktadır. Fakat bu genişleme ile sınırların ulaştığı noktaları farklı bir bakıştan da inceleyebiliriz. Türkiye’nin üyeliği ile Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Akdeniz bölgelerine AB politikaların daha hızlı etki edebileceği, daha sağlam temellerde hareket edeceğini, komşuluk politikalarının daha inanılır ve hızlı nüfuz edebilecek şekilde yürütüleceğini de görmezden gelmek yanlış olur.288 Ayrıca şu anki AB sınırlarının ve politikalarının, her ne kadar kara 
bağlantısı olmasa da, bu bölgelere ulaştığını da söylemek yanlış olmaz. Aksine Türkiye’nin de Birliğe dahil olmasıyla 11 Eylül sonrası oluşan ve bu coğrafyalar merkezli yeni güvenlik sorunlarının çözümü ve kontrolünde daha güçlü bir AB görebiliriz. 

Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğu ve NATO-AB bağından önceki bölümde 
bahsetmiştik. Türkiye’nin NATO içerisinde aldığı aktif roller ve katkıları da AGSP için Türkiye’nin olası rolleri ve katkılarının bir tanıtımı gibi durmaktadır. Öncelikli olarak AB’nin son genişlemelerine rağmen, mevcut vatandaşlarının % 95’e yakın kısmı aynı zamanda NATO üye ilklerinin vatandaşlarıdır ve görüldüğü gibi NATO üye ülkelerinin AB içersindeki yoğunluğu NATO ülkelerinin AGSP adına konumunu göstermektedir.289 Bununla birlikte Türkiye NATO içerisinde ABD’den sonra en güçlü ikinci orduya sahip290 ve 800,000 kişilik güçlü ordusuyla Avrupa’nın en büyük ordu olarak AB’nin savunma kapasitesini arttırabilecek tir.291 Türkiye NATO’nun en büyük ikinci kara ordusuna sahip olmakla birlikte 
beşinci büyük deniz gücüne, NATO’nun hava jetlerinin %20.5’ine, kargo uçaklarının %20’sine ve envanter jetlerinin (inventory jets) %22.5’ine sahiptir.292 

NATO içersindeki operasyonlarda yaptığı katkılarla etkinliği gösteren Türkiye, bu 
krizlerdeki çözüm süreçlerinde edindiği tecrübe, bölgesindeki güvenlik ciddiyeti ve barış yanlısı duruşuyla AB’nin ihtiyaç duyduğu hem askeri hem de politik özelliklere sahiptir. Bunun yanında Türkiye ve AB’nin çakışan güvenlik kaygıları ile çözüm önerileri de birleşince AGSP içerisinde yapabileceği katkılar ve yardımlar tahmin edilebilir hale gelmektedir. 

Türkiye’nin Balkanlarda, Somali’de ve yakın zamanda Afganistan’da barışın 
kurulması için önemli ölçüde katkıları olmuştur. Örneğin, 1995 senesinde 1450 kişilik birlikle UNPROFOR’a katıldı. NATO bünyesinde IFOR ve SFOR’a 1200 kişilik birlikle katıldı ve Bosna Hersek ile Makedonya’daki polis operasyonlarına katkıda bulundu. Ayrıca Temmuz 2002 senesinde Afganistan’daki NATO’nun ISAF birliklerinde 9 ay bulundu ve 2005 senesinde tekrardan bu operasyona katıldı. 293 Dahası Türkiye, Kosova’da istikrarsızlığın ortadan kaldırılması için azami çabayı göstermiş ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi çerçevesinde kurulan Kosova Uygulama Kuvveti (KFOR), Bileşmiş Milletler Kosova Geçici İdari Misyonu (UNMIK) ve AGİT Misyonu’na da katılmıştır.294 

Özellikle Avrupa’nın içinde ve AB’nin hemen yanında Balkanlarda meydana gelen çatışmalar ve bu çatışmaların çözümü konusunda Türkiye çok ciddi inisiyatifler almıştır. 

Bölgede etkili ulus-üstü örgüt olan AB, uluslararası örgüt olan NATO, Birleşmiş Milletler ve AGİT gibi örgütlerle birlikte Türkiye’de coğrafi bağlarının bulunduğu Balkanlar çatışmalarının çözümünde aktif rol almıştır.295 

Türkiye’nin Bosna’da IFOR, SFOR ve UNPROFOR’a birlikler gönderdiğini yukarıda 
belirtmiştik. Bunun yanında Bosna’da Dayton Barışı'ndan sonra ABD’nin “Eğit ve Donat” programı çerçevesinde kurulan MPRI adlı özel bir şirket üzerinden Bosna’da askeri katkılarda bulunmuş ve bu çerçevede ABD’nin silah yardımının yanında Türkiye de eğitim kısmıyla ilgilenmiştir.296 

 Türk Hükümeti Kosova’da baş gösteren krizin ilk anlarından beri çatışmanın 
diplomatik yollarla çözümü için ciddi çaba göstermişti, fakat sonuçlar umulduğu gibi olmayınca 1999 senesinde NATO müdahalesinde aktif rol almıştı. NATO’nun hava harekatları için uçak (önce 10 sonra 8 adet F-16 ve 3 tanker uçağı) tahsis etmişti. Dahası Arnavutluk’ta konuşlandırılan İnsani Yardım Kuvveti’ne (AFOR) Sahra Hizmet Bölüğü ile katılmıştır. Mart 2005 itibariyle de Kosova’da görev yapmakta olan Polis Gücü’ne (UNMIK-CIVPOL) toplamda 214 personel ile katkıda bulunmuştur.297 

Son olarak da Türkiye Makedonya’daki silahlı militanların silahsızlandırılması adına 2001’de başlayan NATO bünyesindeki Zorunlu Hasat (Essential Harvest) ve Sarı Tilki (Amber Fox) harekatlarına katılmıştır. 2003’de yetkiyi NATO’dan devralan AB’nin Concordia harekatına iki “Hafif İrtibat Timi” ile destek vermiştir. AB tarafından Makedonya’da oluşturulan PROXIMA Polis gücüne de jandarma personeli bazında katkı sağlamıştır. 298 

Görüldüğü gibi Avrupa’da meydana gelen bu çatışmalarda gerek NATO üyesi kimliği ile gerekse NATO görevi AB’ye devrettikten sonra destekleyen Türkiye’nin AGSP’den ayrı bir biçimde anılması yanlış bir ifade olur. Bunun yanında bu NATO ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kapsamındaki operasyonlarda gösterdiği başarı ve kazandığı tecrübeler ile AB’nin müdahil olacağı bütün alanlarda da AGSP için önemli bir ülke olacağı da aşikardır. 

Son olarak da Türkiye’nin hem çok-kültürlü yapısı hem de demokratik-laik devlet şekli 11 Eylül sonrası dönemde ortaya çıkan yeni güvenlik sorunlarında AB’nin dahil olduğu konularda gerek çözüm süreçleri için gerekse inandırıcılığı için AGSP içersinde olması gerekir. Çünkü Türkiye’nin İslam modeli AB’nin de vurguladığı Batı değerlerine uygun ve bu değerlerle bağdaşan bir modeldir.299 Ayrıca AB’nin müdahil olduğu konularda Türkiye’nin de yer alması demek, Türkiye gibi Müslüman nüfusun fazla olduğu ülkelerde AB algısı üzerinde 
pozitif etkiler yapar. 

Sonuç 

AB, savunma ve güvenlik konularında NATO’ya ciddi anlamda bağımlıydı ve 
NATO’nun bu konu üzerinde AB’ye baskı yapabileceği, diğer bir ifadeyle Birliğin ABD bağımlılığı, AB içinde tartışmalara yol açmaktaydı. Ayrıca ciddi bir dış politikanın da eksikliği hissedilmekteydi. İşte bu eleştirilerden ve baskılardan kurtulmak isteyen AB dış politika, savunma ve güvenlik meselelerine ciddi yaklaşmaya başladı ve AGSP oluşturuldu. 

Türkiye, kurulduğu ilk aşamadan beri, Avrupa’ya olan yakınlığını her fırsatta 
belirtmiştir. Soğuk Savaş boyunca NATO’da yer alması ve gerektiğinde üzerine düşeni yapmasıyla, Soğuk Savaş sonrasında yine NATO ve Birleşmiş Milletler destekli, çatışmaların önlenmesi ve barış ortamının kurulması için yapılan girişimlerin ve operasyonların da hem destekçisi hem de gerektiğinde aktörlerinden biri olmuştur. 

Bu çerçevede kendisini ilgilendiren ve aynı zaman da AB’yi ilgilendiren sorunlarda söz hakkı olması gerekmektedir. Ayrıca AGSP kapsamında Türkiye’yi ilgilendiren konulara da müdahil olması gerekmektedir. Bunun yanında AB’nin güvenlik ve savunma konularında hem Türkiye’nin sahip olduğu tecrübe, hem de ulusal kimliğinin getirdiği ve yeni güvenlik sorunlarına karşı arabulucu özelliği gösterebilecek yapısı gereği etkin bir rol almalıdır. 

Yukarıda da görüldüğü üzere Türkiye’nin AGSP içerisinde bulunmak için yeterince sebebi vardır ve göz ardı edilemeyecek kadar önemli katkıları olacaktır. 

Kaynakça 

Baç, M., M,.“Turkey’s Accession to the EU: its Potential Impact on Common European 

Security and Defense Policy”, Turkey And European Security: IAI-Tesev Report, Giovanni 

Gasparini (Edt.), Roma, 2006, ss. 13-28. 

Bilgin, P., “A Return to ‘Civilization Geopolitics’ in the Mediterranean? Changing 

Geopolitical Images of the European Union and Turkey in the Post-Cold War Era” 

Geopolitics, Cilt: 9, Sayı: 2, Oxfordshire, 2007, ss. 269-291. 

Buharalı, C.,“Turkey’s Foreign Policy Towards Eu Membership: A Security Perspective”, 

Turkish Policy Quarterly, Cilt: 3, Sayı: 3, İstanbul, 2004, ss. 1-18. 

Büyükbaş, H., “Avrupa Güvenlik Strateji Belgesi ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi SBF 

Dergisi, Cilt: 61, Sayı: 1, Ankara, 2006, ss. 37-66. 

Caşın, M. H., Özgöker, U., Çolak H., Küreselleşmenin Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve 

Savunma Politikasına Etkisi: Avrupa Birliği, Nokta Kitap Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2007. 

Chaıbı, D., Akçapar, B., “Turkey’s EU Accession: The Long Road from Ankara to Brussels”, 

Yale Journal of International Affairs, Cilt:1 Sayı: 2, New Haven, 2006, ss. 50-57. 

Çayhan, E., “Towards a European Security and Defense Policy: With or Without Turkey?”, 

in: Turkey and the European Union Domestic Politics, Economic Integration and International 

Dynamics, Editör: Ali Çarkoğlu - Barry Rubin, Frank Cass Publisher, Londra, 2003, ss. 35- 55. 

Demirdöğen, Ü., “Nice Zirvesi Sonrasında Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve 

Türkiye”, İstanbul Kültür Üniversitesi Güncesi, Cilt: 1, Sayı: 2, İstanbul, 2002, ss. 69-76. 

Desai, S., “Turkey in the European Union: A Security Perspective – Risk or Opportunity”, 

Defense Studies (Routledge), Cilt: 5, Sayı: 3, Londra, 2005, s. 366-393. 

Efe, H.,“AB’nin Gelişen Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye“, Gazi 

Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 3, Ankara, 2007, ss. 127-145. 

Elbasan P., Şeker, B. Ş.,“Balkanlarda Güvenliğin Sağlamasında Türkiye’nin Rolü ve 

Karşılıklı Çıkarlar”, in: 21’inci Yüzyılda Uluslararası Örgütlerin Güvenlik Yaklaşımları ve 

Balkanlar’ın Güvenliği, Uluslararası Balkan Kongresi, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli, 28-29 Nisan 2011, ss. 603-618 

Gasparini, G., Silvestri, S.,“A Strategic Approach”, Turkey And European Security: IAI 

TESEV Report, Giovanni Gasparini (Edt.), Roma, 2006, ss. 65-75. 

Tangör, B., Avrupa Güvenlik Yönetişimi: Bosna, Kosova ve Makedonya Krizleri, Seçkin Yayınları, 1. Baskı, 2008, s. 175. 

Tangör, B., “Dış Güvenlik ve Savunma Politikaları” Avrupa Birliği: Tarihçe, Teoriler, 
Kurumlar ve Politikalar, Editör: Belgin Akçay – İlke Göçmen, Seçkin Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2012, ss. 579-610. 

Yılmaz, S., “Turkey and the European Union: A Security Perspective”, Turkey And 

European Security: IAI-Tesev Report, Giovanni GASPARINI (Edt.), Roma, 2006, ss. 51-65. 

Zhussipek, G., “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın Tanımı ve Düşünsel Arka Planı”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 
Cilt: 5 Sayı: 19, Uşak, 2009, ss. 71-88. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

267 Seiju DESAI, “Turkey in the European Union: A Security Perspective – Risk or Opportunity”, Defense Studies (Routledge), Cilt: 5, Sayı: 3, 2005, s. 369 
268 http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/eb/eb62/eb62_en.htm (erişim tarihi 16.05.2013) 
269 Galym ZHUSSIPBEK, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın Tanımı ve Düşünsel Arka Planı”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt: 5 Sayı: 19, 2009, s. 77 
270 Pınar BİLGİN, “A Return to ‘Civilization Geopolitics’ in the Mediterranean? Changing Geopolitical Images of the European Union and Turkey in the Post-Cold War Era”, Geopolitics, Cilt: 9, Sayı: 2, 2007, s. 270 
271 Can BUHARALI, “Turkey’s Foreign Policy Towards EU Membership: A Security Perspective”, Turkish Policy Quarterly, Cilt: 3, Sayı: 3, 2004, s. 6 
272 Burak Tangör, “Dış Güvenlik ve Savunma Politikaları”, İçinde: Avrupa Birliği: Tarihçe, Teoriler, Kurumlar ve Politikalar, Belgin AKÇAY ve İlke GÖÇMEN (Edt.), Seçkin Yayınları, Ankara, 2012, s. 589 
273 Ülkü Demirdöğen, “Nice Zirvesi Sonrasında Avrupa Güvenlik Savunma Politikası ve Türkiye”, İstanbul Kültür Üniversitesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2, 2002, s. 70 
274 Tangör, 2012, s. 590-591 
275 Haydar Efe, “AB’nin Gelişen Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye“, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 3, 2007, s. 133 
276 EFE, 2007, s. 135 
277 Burak Tangör, Avrupa Güvenlik Yönetişimi: Bosna, Kosova ve Makedonya Krizleri, Seçkin Yayınları, 2008, s. 175 
278 Demirdöğen, 2002, s. 74-75 
279 Esra Çayhan, “Towards a European Security and Defense Policy: With or Without Turkey?”, İçinde: Turkey and the European Union Domestic Politics, Economic Integration and International Dynamics, Ali Çarkoğlu ve Barry Rubin (Edt.), Frank Cass Publisher, Londra, 2003, s. 176 
280 Çayhan, 2003, s. 48 
281 Efe, 2007, s. 139 
282 Giovanni Gasparini ve Stefano Silvestri, “A Strategic Approach”, Turkey And European Security: IAI-Tesev Report, 2006, s. 69 
283 Çayhan, 2007, s. 46 
284 Efe, 2007, s. 129 
285 Çayhan, 2003, s. 46 
286 Efe, 2007, s. 129 
287 Hakkı Büyükbaş, “Avrupa Güvenlik Strateji Belgesi ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 61, Sayı: 1, 2006, s. 62 
288 Efe, 2007, s. 139 
289 Büyükbaş, 2006, s. 45 
290 Çayhan, 2003, s. 46 
291 Denis Chaıbı ve Burak Akçapar, “Turkey’s EU Accession: The Long Road from Ankara to Brussels”, Yale Journal of International Affairs, Cilt:1 Sayı: 2, 2006, s. 54 
292 Meltem Müftüler Baç, “Turkey’s Accession to the EU: its Potential Impact on Common European Security and Defense Policy”, Turkey And European Security: IAI-Tesev Report, Giovanni Gasparini (Edt.), Roma, 2006, s. 25 
293 Suhnaz Yilmaz “Turkey and the European Union: A Security Perspective”, Turkey And European Security: IAI-Tesev Report, Giovanni Gasparini (Edt.), Roma, 2006, s. 61 
294 Pınar Elbasan ve Burak Ş. Şeker, “Balkanlarda Güvenliğin Sağlamasında Türkiye’nin Rolü ve Karşılıklı Çıkarlar”, İçinde: 21’inci Yüzyılda Uluslararası Örgütlerin Güvenlik Yaklaşımları ve Balkanlar’ın Güvenliği, Uluslararası Balkan Kongresi, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli, 28-29 Nisan 2011, s. 615 
295 Elbasan ve Şeker, 2011, s. 618 
296 Tangör, 2008, s. 197 
297 Tangör, 2008, s. 198-200 
298 Tangör, 2008, s. 200-201 
299 Baç, 2006, s. 23 

***

Büyük Sorun., Aral Gölü

 Büyük Sorun “Aral Gölü” 



Ufuk AYGÜN 

Özet 

Bu çalışma, dünyadaki enerji rezervinin nerdeyse yarısını ihtiva eden, Orta Asya bölgesinde meydana gelen dünyanın en büyük çevre felaketlerinden biri üzerinde durmaktadır. Özellikle 1991 sonrası dönemde SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya Türk Devletleri’nin istikrarlı bir gelecek kurması önündeki en büyük engellerden biri olan Aral Gölü’nün kuruması sorunu, yalnızca gölün bulunduğu iki ülkeyi (Kazakistan ve Özbekistan) 
değil, gölü besleyen nehirlerin geçtiği tüm Orta Asya ülkelerini ilgilendirmekte dir. SSCB öncesi dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral Gölü, SSCB döneminde yürütülen tarım politikalarından dolayı bu gün yerini dünyanın en genç çölü olan Aral Kum Çölü’ne bırakmıştır. Buna ek olarak bölge ikliminde karasallaşmaya ve yerel halk üzerinde yeni salgın hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Halkın en önemli geçim kaynaklarından biri olan balıkçılık bırakılmıştır. Bu yüzden ekonomik olarak çok aktif olan Moynak Limanı artık 
atıl bir haldedir. Aral Gölü sorunun bu kadar karmaşık bir hale gelmesi bölge ülkelerinin birbirleri ile olan ekonomik ve siyasi ilişkilerine de yansımamaktadır. Arlarında oluşturmak istedikleri ekonomik birlik düşüncesinin önündeki en büyük engellerden biri olan bu sorun, uzlaşmalarını çok güç kılmaktadır. Aral Gölü uluslararası çevre sorunu çerçevesinde, Orta Asya’da bölgesel ve küresel güçlerin çıkar çatışması kendini göstermiş, soruna çözüm bugüne kadar üretilememiştir. Rusya’nın inisiyatif almaması durumunda bu sorunun çözülmesi 
düşünülemez. 

ARAL- GÖLÜ- KURUMASI

ARAL’A AĞIT 

… 

Ural’dan inen marallar 
Aral’da saçın tararlar 
Yıkanacak göl mü kalmış 
Bilmem ki neyi ararlar … 
ALİ AKBAŞ 


1.Bulunduğu Coğrafya Ve Gölün Genel Özellikleri 

1960 yılında 68 bin 900 kilometrekare yüz ölçümü ve 1083 kilometre küp su hacmine sahip Aral Gölü'nün uzunluğu 426 kilometre, eni 284 kilometre, en derin noktası 68 metreydi. 

Ve de Marmara denizinin 6 katı büyüklüğü bir alanı kaplıyordu. 2010'da gölün yüzölçümü 12 bin 100 kilometrekareye, su hacmi 110 kilometre küpe, en derin noktası ise 24 metreye düştü. 

Batı Türkistan’da Özbekistan ile Kazakistan arasındaki gölün büyük kısmı 
Özbekistan’a dâhildir. Aral havzası, Özbekistan, Tacikistan ve Kazakistan’ın güney-batı kısmını, Kırgızistan’ın Oş ve Narin bölgelerini, Türkmenistan’ın Daşhovuz bölgesini içermektedir. Asya’nın ikinci, dünyanın dördüncü büyük gölüdür. Hazar, Superior (Kuzey Amerika), Viktorya (Afrika) göllerinden sonra gelir. 

Gölün bulunduğu bölgede yazları çok sıcak geçen kurak bir iklim hüküm sürer. 
Akarsuların göle su taşımalarına rağmen buharlaşma, gelen sudan daha fazladır. Bu bakımdan göl gittikçe küçülmektedir. 

Gölün batı kıyıları dik, doğu ve güney kıyıları düz ve yassı, kuzey kıyıları girintili 
çıkıntılıdır. Aral Gölüne Amuderya ve Siriderya nehirleri dökülür. Ayrıca etrafındaki yüksek dağların su kaynakları ile beslenir. Amuderya ve Siriderya nehirleri aşırı derecede alüvyon taşıdıklarından göl dolmakta ve küçülmektedir. 254 

2. Amu Derya Ve Siri Derya Nehirleri Ve Bu İki Nehirde SSCB Döneminde Yapılan Çalışmalar 

Aral gölü, Amu Derya (Ceyhun) ve Sri Derya (Seyhun) sularının birikmesiyle oluşmuştur. 

1960’lı yıllardan beri pamuk ekimi ve hidroelektrik santralleri için su rezervuarı inşaatları nedeniyle, büyük içme suyu gölü ve önemli bir su kaynağı olan Aral Gölü kaynağı azalmıştır. 

İki nehir sulama, sanayi, enerji ve kentleşmede ihtiyaçların karşılanması amacıyla yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bunun sonucunda Aral Gölü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Esasen bu Sovyet yetkilileri tarafından dile getirilmekteydi. Günümüzde su kullanımının yıllık 120 km3 olacağı ve bunun Aral Gölü havzasının yıllık ortalama su kapasitesinin %94’e tekabül ettiği yetkililerce söylenmiştir. Bu anlamda, Orta Asya’ya kuzeyden su getirme projeleri çizilmiştir.255 

Sovyet siyasetçileri, ve komünist parti yetkilileri hassas bir su dengesi kurmak amacıyla bir strateji oluşturmaya çalışmışlar ancak, ilgili mahalli halkların sağlık ve refahına getirdikleri olumsuzlukları önlemede başarılı olamamışlardır. Toprak verimliliğine imkan veren objektif tarım prensiplerinin oluşturulması için ve diğer tarım ürünlerinden vazgeçmek pahasına, 1930’lardan bugüne Özbekistan ve Türkmenistan’a bir pamuk mono kültürü yerleştirilmiştir. 

Gene ilk defa 30’lu yıllarda Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’da bozkırı sulamak ve özellikle pamuk yetiştirmek üzere büyük sulama projelerine başlanmıştır. İlk büyük sulama projesine, “Fergana Vadisini Çevirme Kanalı İnşaatı”yla başlanmıştır. Narin Nehri suları, tarım alanlarına getirilmiştir. 1940’lı yılların sonuna doğru Seyhun Nehri’nin suları Kızılorda’da toplanarak çok miktarda su, yeni tarıma açılan alanlarda, pirinç tarımında kullanılmıştır. 

Daha sonraları, Taşkent’in su gereksinimi de, buradan karşılanmıştır. 1960’lı 
yıllara gelindiğinde, Kerki’den aşağıdaki kesimlerin sulanması ve 100 km çapındaki Karakum Kanalı’nın açılması ve Türkmenistan Bozkırı’nın büyük çapta sulanmasıyla, Ceyhun Nehri sularının çoğu tarımda kullanılmaya başlanmıştır. Böylece Aral Gölü’nün su ile beslenmesi engellenmiştir. Sovyet liderlerinin bu ekonomik kararlılığı, toprağın ve Aral Gölü’nün göl vasfını yitirmesine neden olmuştur. 

Günümüzde Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasında, kıt su kaynakları üzerinde rekabet ortamı yaratılmıştır. Tacikistan ve Kırgızistan, Seyhun ve Ceyhun Irmak şebekelerinin % 80’ine sahip olarak su fazlasını, suyun yeterli olmadığı Özbekistan, Türkmenistan ve Kazakistan ’a karşı kullanmaya dayalı bir stratejiyi benimsemişlerdir. 

Sovyet dönemindeki merkezi hükümet yapısı, hayati önemi bulunan konularda açık müzakere ve münazaralarda bulunulmasını engellemiştir. Sonuçta, Moskova’da alınıp yerel yetkililerce uygulanan kararlarda, çevre toplulukların menfaatleri göz ardı edilmiştir. Moskova’nın izlediği bürokratik yaklaşımın önemli bir zararı, Aral Gölü’nün süratle yitip gitmesine neden olmuştur.256 

Artan pamuk üretim alanlarıyla birlikte, geliştirilen sulama sistemleri neticesinde; yaygınlaşan gübreleme, ilaçlama ve herbisit kullanımları anti-ekolojik kimyasallaşmalar sonucunda, hem nehirlerin, hem de Aral Gölü’nün diplerini kirletmiş ve içme sularını da tehdit etmiştir. Kirli içme suyu nedeniyle, tifo, tüberküloz ve çoğunluğu çocuklarda olmak üzere hepatit gibi ciddi 
hastalıklara neden olmuştur. Pamuk mono-kültüründeki bu ısrarlar, hem diğer tarımsal faaliyetleri, hem de balıkçılığı öldürdüğünden, bölgesel refahı da azaltmıştır.257 

Nehirler çoğunlukla, Kırgızistan ve Tacikistan dağlarından çıkmaktadır. Su rezervlerinin büyük bir kısmından Orta Asya’daki tüm Türk Cumhuriyetleri topraklarını sulamak için yararlanılmaktadır. Bu yüzden, bölgedeki tüm bu devletlerin ortak menfaatleri ve ekolojik talepler dikkate alınarak nehirlerin deltalarında ve Aral Gölü’nde normal hayati şartları yaratmak amacıyla suyun gelmesini temin etmek gerekmektedir. 

1960’lardan itibaren, Orta Asya’da, büyük ölçüde, yeni kaynaklar kullanılmaya başlanmıştır. 

Sanayi ve hayvancılık kompleksleri geliştirilmiştir. Kentleşme artmıştır. Su kolektörleri inşa edilmiştir. Yakın zamana kadar ıslah edilen yeni tarım alanları politikacı ve bürokratlar için övünç kaynağı olmuştur. 

Rüzgar, Aral Gölü’nün kurumuş dibinden tuz ve tozu yüzlerce kilometreye uçurmaktadır. 1980’li yılların başından beri böyle fırtınalar 90 gün boyunca kaydedilmektedir. Toz fırtınasının boyu 400 km, eni 40 km’yi bulmaktadır.258 

3. SSCB Dönemi Ve 1991 Sonrası Gölde Meydana Gelen Değişiklilkler 

Sovyetler Birliği'nin devasa pamuk tarlaları oluşturma planı çerçevesinde, 1940'larda sulama kanalları inşa edilmeye başlandı ve Amuderya ve Siriderya ırmaklarının sularının pamuk tarlalarına akıtılması sonucu 1960'lara gelindiğinde yılda gölden 60 km3 su çekiliyordu.259 

Moskova bu proje çerçevesinde Karakum kanalını inşa etti. 1200 km uzunluğundaki kanalla Amuderyanın suyu çöle taşınacak ve çölde pamuk yetiştirilecekti bu proje 1960’da tamamlandı ve kanal devreye girdiğinde bölgedeki pamuk üretimi katlanarak arttı. Böyle oluncada Amuderya ile Sirideryanın suyu Aral’a ulaşamaz hale gelmişti. Nehirlerin Aral’a taşıdığı yıllık su miktarı 110 km3’ten 5 km3e düştü. Aral Gölü’de 1960’dan 1970 e kadar 
alanının yarısını, hacminin %70’ni kaybetti 90’larda iki parçaya bölünen göl küçük Aral ve büyük Aral olarak adlandırıldı. 

Sovyet planlamacılarına göre Aral’ın kolları kesilebilirdi. Çünkü Orta Asya’da pamuk yetiştirmek balıkçılığın 100 misli bir ekonomik değer yaratacaktı planlamada atlanan çevre faktörü ile çarpıklık zinciri örülmeye başlamıştı. Çünkü pamuk çok fazla su isteyen bir bitkiydi aşırı sulama yer altındaki suları yüzeye çıkarmış ve de tarlaları tahrip etmeye başlamıştı. 

Pamuk üretimi düşmeye başlayınca Moskova hemen devreye girdi üretimi hızlandırmak için kimyasal gübre ve zirai ilaç seferberliği başlatmıştı bu da kısa sürede trajedi yarattı. 

Tarlalarda biriken tuz ve tarım ilaçları Aral Gölü’ne kadar drenaj kanalları aracılığıyla gidiyordu. Aral da çekilirken gerisinde zehirli bir çöl bırakıyordu. 

Rüzgârla birlikte etrafa saçılan zehirle birlikte Su kuşları kara hayvanları kayboldular. 1960-1990 arasında 100 den fazla bitki türü Aral havzasında yok oldu. 1980’e gelindiğinde denizdeki tuz oranı 3 kat artmıştı. Bu tüm balıkları ve balıkçılığı yok etti.260 

1960'lı yıllarda Aral Gölü’nde 20'den fazla balık çeşidi bulunurken, gölün kuruması ve sularının tuzlanmasından dolayı günümüzde gölde sadece “Aral Kolyuçkası” adıyla bir balık çeşidi yaşıyor. Diğer balık türlerinin nesli tükendiğin den, Aral gölüne tuzlu su balık türleri yerleştirilmeye çalışılıyor. 261 Hollandalı bir bilimcinin ilginç fikri ile şu an Aral balıkçılarının bazıları Kalkan balığı avıyla geçinmektedir.262 

Muynak'taki balık konservesi fabrikası ise terk edildi ve harabeye döndü. Geçmişte Aral'dan, güneydeki Muynak ve Kuzeydeki Aralski limanları arasında taşımacılıkta kullanılan gemiler ve limanlar bugün kum ve tuz yığınları ortasına saplanarak gemi mezarlığına dönüşmüştür. 

Hatta 20. yy.da Orta Asya’da ipek yolunun yerini pamuk yolu aldı denilmekteydi. Bölgede üretilen pamuk Muynak limanına yükleniyor buradan Aral limanına gönderiliyor ve batıya taşınıyordu. Orta Asya ‘da bulunmayan mallarda aynı yol izlenerek getiriliyordu. 

Orta Asya’da kayıtlara geçmeyen olaylarda yaşanmış. Vozdrojdenia adası yani Rönesans adası tanıklardan biridir.263 Sovyetler birliği döneminde bu adada kimyasal ve biyolojik silah labarotuvarı olarak kullanılırdı ve bu ada tam da Aralın ortasında bulunuyordu ve burada biyolojik silahlar için dünyanın en vahşi bakterisi antraks (Şarbon) üretilmişti. Ve bu bakterinin denenmesi için sayısız hayvan adaya getirilmiş ve deneye kurban gitmişlerdi. 

Söylentilere göre bu ada 90’larda meydana gelen labarotuvar kazası yüzünden boşaltılmış sonrası ise Aral’a kalan zehirli atıklardır. 

3.1.Bazı Tespitler 

Bir zamanlar göl yatağı olan alanlar bugün Aral Kum Çölü olarak adlandırılıyor. 54,000km2’lik göl yatağı çöle dönüştü. 

Gölde balıkçılık yapan binlerce kişi bugün umutsuz bir bekleyiş içindeler. İnsanlar ya işsizlikle mücadele ediyor ya da göç etmek zorunda kalıyor. 

Sulak araziler olan yerlerde bugün kum ve tuz fırtınaları esiyor. Yıllarca göl tabanında birikmiş olan toksik maddeler (tarımda kullanılan kimyasallar ve tarım ilaçları) ve aşırı miktardaki tuz, kumla karışarak havayı kirletiyor. 

Bir zamanlar yasayan canlıların yarısından fazlası bugün o coğrafyada 
yaşamıyor. Ekosistemin ciddi oranda bozulduğu, bu kadar tuzlu ve kurak bir coğrafyada sadece halophyte (kurak çödeki tuz bitkisi) bitkileri yaşayabiliyor. 

Bir zamanlar gölün ılıman etkilerinin görüldüğü topraklarda bugün yazlar daha sıcak, kışlar daha soğuk, yağış ve nem daha düşük. Bunların sonucu olarak tohumların üreme mevsimi daha kısa ve kuraklık daha da yaygın. 

Verimli araziler olan çevre arazilerde bugün aşırı tuzlanma nedeniyle tarım 
yapılamıyor. Kuzeyden esen güçlü rüzgarlar tuz ve tozu 500 km mesafeye kadar savurabiliyor. Aral Gölü’nün güneyinde bulunan Amu Delta’sı da bu rüzgarların etkilediği verimli arazilerden biri. Deltada tuzlanmaya bağlı olarak sebze ve tohum yetiştiriciliğinde ciddi sorunlar yaşanıyor. Aral Gölü’nün kuruma sebebinin bu ve benzeri arazileri sulamak için kullanılan sular olduğu düşünüldüğünde oldukça ironik bir tablo ortaya çıkıyor. 

Bir zamanlar balıkçılık yapan sağlıklı insanlar bugün kanserle karşı karşıyalar. Yerel halk solunum yolları hastalıkları, gırtlak ve yutak kanseri, tuzlu hava solumaya bağlı solunum problemleri, tuzlu suya bağlı sindirim sistemi hastalıkları, karaciğer ve böbrek yetmezliği ve görme bozuklukları gibi değişen çevre koşulları sonucunda oluşan birçok hastalıkla boğuşuyor. Ayrıca balık ürünlerinin yok olması ve gelir düzeyinin düşmesi sonucu beslenme  bozuklukları na ve özellikle hamile kadınlarda anemiye oldukça sık rastlanıyor. 
Halk tatlı su kaynaklarına ulaşmakta zorluk yaşıyor. 

4.Sonuç ve Çözüm Önerisi 

Aral Gölü insan eliyle yaratılmış en büyük çevre felaketi olarak literatürde yerini almıştır. Bir çok defa Orta Asya devletleri bir araya gelmiş ancak kalıcı çözüm üretme adına somut adım atma konusunda sıkıntı yaşamışlardır. Çünkü mevcut durum bu devletlerin ekonomik olarak yararına olduğu için yaşanan insanlık dramı karşısında çözüm arayışı içinde gözükmek politika üretmek için yeterli görülmüştür.1991 sonrası bağımsızlığını kazanan bu devletler dış politikalarını oluşturmada ekonomik kalkınma planı geliştirmede Rusya’nın etkisi altında 
kalmaktadırlar. Rusya ise bölgenin sorunsuz, kalkınmış, ekonomik olarak güçlenmiş olmasını değil kendisine bağımlı kendi iç sorunlarından dış politika üretmede sorun yaşayan bir durumda kalmasını yeğlemiştir. 

Rusya kendi arka bahçesi olarak gördüğü bu bölgeyi insiyatif alarak kargaşadan 
uzaklaştırmak isterse ancak o zaman bölgede bir istikrar söz konusu olabilir. Bu istikrar da Rusya lehine bir istikrar olarak kendini gösterecektir. ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının Rusya ziyadesiyle farkındadır. Rusya kendisinin dahil edilmediği bir Orta Asya diplomasisine izin vermez ve vermemiştir. Aral Gölü çevre felaketi her ne kadar Özbekistan ve Kazakistan arasında görünse de çözüm Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin dolaştığı tüm ülkelerin ortak varacağı bir konsensus ile sağlanabilir. Bu konsensusu sağlayabilecek tek ülke ise Rusya’dır. Yapılan mevcut gelişmelere baktığımızda: 


. Dünya Bankası'nın da destek 86 milyon dolarlık destek verdiği bir su set projesiyle, gölün kuzey kıyılarında balık avı yeniden başladı. Bitkiler su kuşları geri gelmiş iklim bile değişmeye başlamış.Kazakistan, 40 yılda suyunun yüzde 70'ini kaybeden Aral'da, Gökaral adı verilen bir su seti projesiyle yavaş yavaş eski günlerine geri dönüyor. 
. Gölün güneyinde tekrar su birikmesinin önündeki en büyük engel ise Özbekistan'ın pamuk tarlalarını sulamak için nehirlerin yönünü değiştirmesi. 
. Özbekistan, Amu Derya’nın kullanımını kısıtlamayı hiç düşünmediği gibi bu durumu bir fırsata dönüştürerek kuruyan göl yatağında petrol arama projeleri geliştiriyor. Devlet yetkilileri, bugüne kadar hiç araştırılmamış bir bölge olan Aral Gölü Yatağı’nda petrol ve gaz bulmaktan çok umutlu olduklarını belirtiyorlar.264 
. Bir diğer proje ise, “Hazar`ı Aral’a Birleştirme Projesi” üzerinde çalışılmakta. Bu projeye göre, Ob ırmağının suları Aral`a akıtılarak, Aral Gölü ile Hazar Gölü bir kanalla birleştirilmek istenmektedir. 
. Uluslararası Aral’ı Kurtarma Fonu (UAKF) İcra Komitesi`den yapılan açıklamada, Aral Gölü sorununun giderilmesi, bölgenin ekonomik ve sosyal yapısının geliştirilmesi, ekolojik ve çevre sorunlarının çözülmesi amacıyla hazırlanan 2011-2015 Programı kapsamında 10 milyar dolar kaynak kullanılacağı da öngörülmektedir.265 
. Türkmenistan ise Karakum Çölü’nde Yapay Gölünü oluşturulmaya çalışılmaktadır. 

Fakat bu gölü dolduracak su ancak Tacikistan’dan doğan ve son iki yıldır kuraklık yaşanmakta olan Afganistan üzerinden geçen Amu Derya nehrinden sağlanabileceği için, bu mesele de ciddi sonuçlara gebe gözükmektedir.266 

Kaynakça 

A.ZISCHKA, Pamuk için Gizli Harp, Muallim Ahmet Halim Kitapevi,1997. 

F. BUDAK, Kırgızistan, Dünü, Bugünü, Yarını, Ocak Yay. İstanbul.1997. 

N. İYİKAN,”Aral Gölü Sorunu ve Bölgedeki Siyasi Gelişmelere Etkisi”, Elektronik Siyaset Bilimi Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, Haziran 2013. 

M. FERRO, Sömürgecilik Tarihi, Çev. Muna Cedden, İmge Yay, Ankara, 2002. 

D. BILIOURI, , “Orta Asya’da Çevre Sorunları: Retorik ve Eylem Arasındaki Farklılıkları Gidermek” Avrasya Etütleri, TİKA, Vol.19, İlkbahar-Yaz, 2001. 

T. ALTAN,“Tükenmiş Bir Çevresel Miras- Orta Asya’da Sınırötesi Çevre Sorunları ve Doğal Kaynakların Tahribi” Avrasya Etütleri, TİKA, Vol.1, İlkbahar; 1995. 

H. BAYMİRZA, “Tarihte ve Zamanımızda Aral Gölü ve Çevresindeki Kültür”, Avrasya Etütleri, TİKA, Sayı 3, 1994. 

M. YILMAZ, “Aral Gölü Kuruyor (Mu)?”, Orta Asya Araştıma Merkezi, 8 Şubat 2010, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-asya-arastirmalari-merkezi/2010/02/08/3340/aral-golu-kuruyor-mu, (Erişim Tarihi 17.09.2014). 

D. BILIOURI, , “Orta Asya’da Çevre Sorunları: Retorik ve Eylem Arasındaki Farklılıkları Gidermek” Avrasya Etütleri, TİKA, Vol.19, İlkbahar-Yaz, 2001, s.19-32. 

O. KAVUNCU ve Y. DELİÖMEROĞLU, “Türk Dünyasında Çevre Hareketleri” Türkiye Modeli Türk Kökenli Cumhuriyetlerle Eski Sovyet Halkları, Yeni Forum, Ankara, 1992. 

H. ALKAN, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Siyasal Hayat ve Kurumlar, USAK Yay., Ankara, 2011. 

M. AHMER, “Orta Asya'da Su Kaynaklarının Kullanımı Güney Asya Ülkeleri İçin Dersler” Avrasya Etütleri, TİKA, Vol. 15, 1999, s.97-120. 

N. ALGAN, “Aral ve Hazar’da Çevre Sorunlarının Uluslararası Boyutu”, Küresel Politikada Orta Asya, Der.: Mustafa Aydın, Nobel Yay., Ankara, 2001, s. 357-378. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

254 Mehmet Seyfettin Erol, Orta Asya’da Güvenlik Sorunları, Ankara, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 1, 2003, s.1. 
255 M. AHMER, .“Orta Asya'da Su Kaynaklarının Kullanımı Güney Asya Ülkeleri İçin Dersler” Avrasya Etüdleri, TİKA, Vol. 15, 1997,s. 97-120. 
256 N. ALGAN, “Aral ve Hazar’da Çevre Sorunlarının Uluslararası Boyutu”, Küresel Politikada Orta Asya, Der.: Mustafa Aydın, Ankara, Nobel Yay. 2001, s. 357-378. 
257 M. HASANOĞLU, “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde Çevre Sorunları”, Avrasya Etütleri, TİKA, Vol.22, Bahar, 2002, s.149-163. 
258 M.HASANOĞLU, “Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde Çevre Sorunları”, Avrasya Etütleri, TİKA, Vol.22, Bahar;2002, s. 149-163. 
259 Engin Şallı,”Aral Gölü”, 2008, http://enginsalli.blogcu.com/aral-golu/3181437, (Erişim Tarihi 14 Eylül 2014), s.1. 
260 Engin Şallı,”Aral Gölü”, 2008, http://enginsalli.blogcu.com/aral-golu/3181437, (Erişim Tarihi 14 Eylül 2014), s.2. 
261 Süleyman Merdanoğlu, “Aral Gölü Çöl Mü Oluyor?”,Yalquzaq, 17 Ocak 2011, s.1. 
262 Engin Şallı,”Aral Gölü”, 2008, http://enginsalli.blogcu.com/aral-golu/3181437, (Erişim Tarihi 14 Eylül 2014), s.3. 
263 Mehmet Seyfettin Erol, Orta Asya’da Güvenlik Sorunları, Ankara, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 1, 2003, s.1. 
264 Elçin İçten,”Kuzey Aral Gölü Projesi”, 22 Ağustos 2011, 
      http://www.gakguk.net/yesil/kuzey-aral-golu-projesi/, (Erişim Tarihi 14 Eylül 2014), s.1. 
265 Elçin İçten,”Kuzey Aral Gölü Projesi”, 22 Ağustos 2011, 
      http://www.gakguk.net/yesil/kuzey-aral-golu-projesi/, (Erişim Tarihi 14 Eylül 2014), s.2. 
266 Mehmet Seyfettin Erol, Orta Asya’da Güvenlik Sorunları, Ankara, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 1, 2003, s.1. 


****

6 Şubat 2020 Perşembe

İSRAİL-FİLİSTİN SORUNUNUN TARİHÇESİ BÖLÜM 2

İSRAİL-FİLİSTİN SORUNUNUN TARİHÇESİ BÖLÜM 2



Bu anlaşma Batı Şeria'yı üçe bölüyordu.

1 - A Bölgesi: Batı Şeria'nın yüzde 7'sini oluşturan bu bölge, Doğu Kudüs ve El Halil haricindeki belli başlı yerleşim merkezlerini tam olarak Filistin idaresine bırakıyor.

2 - B Bölgesi: İsrail ve Filistinlilerin ortak kontrolüne bırakılan bu bölge Batı Şeria'nın yüzde 21'ini oluşturuyor.

3 - C Bölgesi: İsrail bu bölgeyi kontrol altında tutacak, ama aynı zamanda Filistinli tutukluları serbest bırakacaktı.

2. Oslo Anlaşması, Filistinlileri pek heyecanlandırmadı. İsrailli dinciler ise ''Yahudi toprağının'' teslim edilmesine öfkeliydi. Öfke ve tahrik içeren bir kampanyaya hedef olan Başbakan Yitzak Rabin, bir aşırı dinci Yahudi tarafından 4 Kasım'da öldürüldü. Suikast bütün dünyaya şok dalgaları yaydı. "Güvercin" diye nitelendirilen ve bir türlü tamamlanamayan barış sürecinin mimarı Şimon Peres başbakan oldu. 

1996-1999 Kilitlenme
1996 yılına girildiğinde anlaşmazlık yine kan dökülmesine yol açıyordu . Hamas örgütü İsrail içinde bir dizi intihar eylemleri düzenledi. İsrail, Lübnan'ı üç hafta süreyle bombaladı.

Peres 29 Mayıs'taki seçimlerde, sağcı Binyamin Netanyahu'ya kıl payı yenildi. Netanyahu, Oslo anlaşmalarına karşı çıkıyor, ''güvenlik içinde barış'' tezini işliyordu.

Netanyahu işgal topraklarında yerleşim inşasının dondurulması kararını kaldırarak Arapları öfkelendirdi. El Aksa Camii'nin altına, arkeolojik amaçlarla bir tünel kazılması için izin verince de, tepkiler daha da şiddetlendi.

İsrail mevcut barış sürecini eleştirmesine rağmen ABD'nin artan baskısı sayesinde Ocak 1997'de El Halil şehrinin yüzde 97'sini Filistinlilere devretti. ABD'de 23 Ekim 1998'de imzaladığı Wye River Beyannamesi ise, Batı Şeria'dan çekilmenin sürmesini öngörüyordu.

Fakat Wye River'ın uygulanmasına ilişkin itirazlar, Ocak 1999'da İsrail'de iktidardaki sağ koalisyonun çökmesine yol açtı. 18 Mayıs'taki seçimlerin galibi İşçi Partili Ehud Barak'tı. İsraillilerle Araplar arasındaki 100 yıllık kavgayı sona erdirmeyi vaat ediyordu yeni başbakan.

Oslo anlaşmalarında öngörülen beş yıllık geçiş süresi, 4 Mayıs 1999'da sona erdi. Ama Yaser Arafat tek yanlı Filistin devleti ilanından vazgeçirildi. Amaç İsrail'deki yeni yönetimle pazarlığa yeniden başlanmasıydı. 

2000 - İkinci intifada
Ehud Barak hükümetinin barışa ulaşacağına dair başlangıçta duyulan iyimserliğin temeli olmadığı zamanla anlaşıldı. Yeni bir Wye River sözleşmesi Eylül 1999'da imzalandı. Ama işgal topraklarından çekilme işleminin devam etmesi mümkün olmadı. Çünkü Kudüs'ün durumu, mülteciler, yerleşimler ve sınırlar gibi nihaî statü pazarlıkları sonuçsuz kalmıştı. Beş yıllık barış süreci sonunda pek bir şey elde edilememesi, Filistin halkında büyük bir bıkkınlık doğurdu.

Barak, Suriye ile barışa odaklandı. Bu alanda da başarı yoktu. Barak yine de İsrail'in 21 yıllık Lübnan macerasına son verdi.

Mayıs 2000'de İsrail'in Lübnan'dan çekilmesi, dikkatleri Yaser Arafat'a yöneltti. ABD Başkanı Bill Clinton ile Ehud Barak kademeli barış görüşmeleri yerine, bütün konularda hep birden sonuç almayı amaçlayan nihai pazarlığa girmeye zorlandı. Bu görüşmeler için ABD başkanının yazlığı Camp David seçildi. İki hafta süren görüşmelerde Kudüs'ün statüsü ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları konusunda bir uzlaşmaya varılamadı.

Bunun getirdiği belirsizlik içinde, 28 Eylül'de muhalefetteki Likud Partisi'nin Netanyahu'dan sonraki lideri, yılların sağcı politikacısı Ariel Şaron, Mescid-i Aksa'nın bulunduğu kompleksi ziyaret etti. Bunun çok tahrik edici bir hareket olduğu söylendi. Filistinliler bu ziyareti protesto için gösterilere başladı. Ve gösteriler şimdi El Aksa intifadası diye anılan ayaklanmaya dönüştü.

2001 - Şaron'un dönüşü
2000 yılının sonuna gelinirken Başbakan Ehud Barak, giderek kanlı ve öfkeli bir hale gelen şiddet döngüsünün içinde buldu kendini. İsrail'in Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki işgaline karşı intifada tırmanıyordu.

Çevresindeki koalisyon çökerken, Barak 10 Aralık'ta istifa etti. Halktan krizle mücadele konusunda yeni bir yetki istediğini söylüyordu. Ama 6 Şubat'taki seçimleri Ariel Şaron kazandı. İsrailli seçmen 90'lı yıllar boyunca süren ''barış için toprak'' formüllerine arkasını dönmüştü. İsrail'in "Filistinli sorunu"na daha katı bir yaklaşımı savunuyorlardı artık.

Şaron, Filistinli militanlara karşı suikastlar, hava saldırıları ve Filistin idaresindeki topraklara düzenlenen baskınların ağır bastığı politikasını daha da şiddetlendirir ken, can kaybı yükseliyordu. Filistinli militanlar ise İsrail şehirlerinde intihar eylemleri gerçekleştirdi.

ABD şiddet olaylarını durdurmak için uluslararası çabalara önderlik etti. Ayaklanmaya ilişkin uluslararası soruşturmayı, Amerikalı eski Senatör George Mitchell başkanlığındaki heyet yürüttü. CIA'nın eski Direktörü George Tenet ise ateşkesin nasıl uygulanabileceğine dair yaptığı görüşmeler sonunda bir öneri hazırladı. Ama bu girişimler döngüyü kıramadı. 

2002 - Batı Şeria yeniden işgal altında
Birkaç dalga halinde gelen intihar saldırıları ardından, İsrail önce mart sonra da haziran aylarında Batı Şeria'nın neredeyse tamamını işgal etti. 2002 yılının büyük bir bölümünde Filistin kentleri sık sık baskına uğradı, birbirleriyle bağlantısı kesildi, kuşatıldı ya da uzun süreler sokağa çıkma yasağı altında kaldı.

Nisan ayında İsrail güçleri Batı Şeria'nın kuzeyindeki Cenin mülteci kampına girip bölgeyi ele geçirdi. Filistinliler, burada bir katliam yapıldığını iddia ettiler. Kendisi de ağır kayıp veren İsrail ordusu ise örgütlü bir direniş ile karşılaştığını belirterek burada sadece 52 Filistinlinin öldüğü konusunda ısrar etti.

Birleşmiş Milletler'in bu konuda hazırladığı bir rapor, "sivilleri tehlikeyle karşı karşıya bırakan şiddet olayları" dolayısıyla her iki tarafı da suçladı ama ortada bir katliam olmadığı sonucuna ulaştı. Uluslararası Af Örgütü ise İsrail ordusunun Batı Şeria'da Cenin ve Nablus'a düzenlediği operasyonlarda savaş suçu işlediği hükmüne vardı.

Dikkatlerin odaklandığı bir diğer merkez de Beytüllahim oldu. Beytüllahim'deki Mîlad Kilisesi'nde 5 hafta boyunca devam eden kuşatma, mayıs ayında, kiliseye sığınmış olan çok sayıda Filistinli arasındaki 13 militanın sürgüne gönderilmesiyle sona erdi.

İsrailli yetkililer 2002 yılı boyunca Gazze Şeridi ve Batı Şeria'da düzenlenen operasyonların amacının Filistinlilerin terör altyapısını yıkmak olduğunu kaydediyordu.

Ancak hızı kesilmiş de olsa intihar saldırıları yıl boyu devam etti.

Üst üste iki yıldır barış süreci durma noktasına gelmişti. Birleşmiş Milletler, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Avrupa Birliği'nden oluşan, "Dörtlü" Orta Doğu'da çözüme yönelik bir 'yol haritası' ile süreci yeniden canlandırmaya çalıştı. 

2003 - Bush'un Ortadoğu politikası
Yol haritasının yayımlanması, içeriği üzerinde 2002 yılı boyunca devam eden pazarlıklar dolayısıyla gecikti. Belge ancak 2003 yılı nisanında Amerika öncülüğünde Irak'a düzenlenen operasyon sonrasında yayımlandı. Belgenin yayımlanmasına kadar da tüm diplomatik girişimler askıda kaldı.

2003 Haziran'ında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, Ortadoğu konusundaki siyasetini uzun süredir beklenen bir konuşmayla açıkladı.

Bush konuşmasında Filistinlilere 'teröre taviz vermeyen' bir lider belirlemeleri çağrısında bulundu.

Filistinli militan grupların yoğun müzakereler ardından haziran ayında ilan ettiği ateşkes ise ancak 7 hafta süreyle geçerli oldu. 

2004 - Arafat'ın ölümü
İsrail'in hava saldırıları ve Filistinli militanların intihar saldırılarının yaşandığı bir yıl oldu. İsrail'in mart ve nisan aylarında Hamas'ın ruhani lideri Şeyh Ahmet Yasin'le örgütün önde gelen isimlerinden Abdülazizi el Rantisi'yi öldürmesi Filistinliler arasında büyük tepkiye neden oldu.

İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Gazze'den yerleşimcileri ve askerleri çekme planını açıkladı.

Aynı yıl içinde İsrail Yüksek Mahkemesi, duvarın güzergahının değiştirilmesi gerektiğine hükmetti.

Temmuz ayında da Lahey Adalet Divanı duvarı yaşadışı ilan etti. Ancak İsrail bu kararlara rağmen duvar inşaasını sürdürdü.

Ekim ayının sonlarında rahatsızlanan Filistin lideri Yaser Arafat, 11 Kasım'da tedavi için götürüldüğü Fransa'da hayatını kaybetti.

Mahmud Abbas, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğine getirildi. 

2005 - Gazze'den çekilme
Ocak ayında Filistin'de yapılan seçimler sonunda Mahmud Abbas özerk yönetimin başkanlığına getirildi.

Ariel Şaron ise, Gazze'den çekilme planı için hükümetinden onay aldı ve plan ağustos ayı sonunda yaşama geçirildi. Gazze'de bulunan yerleşimciler zorla bölgeden uzaklaştırıldı. 

2006 - Hamas'ın zaferi
Ocak ayı başında beyin kanaması geçirerek komaya giren Ariel Şaron'un yerine gelen Ehud Olmert, Kadima adlı yeni bir parti kurdu.

Kadima, seçimler sonunda merkez sol İşçi Partisi ve aşırı Ortadoks Şas Partisi'yle koalisyon oluşturdu.

İlk başta güçlü bir kamuoyu desteğine sahip olan Olmert, Hizbullah'ın iki askeri kaçırması ardından temmuz ayında Lübnan'a savaş açtı ve Beyrut'un da aralarında bulunduğu bazı kentleri bombaladı.

Sonunda ilan edilen ateşkesin ardından Olmert, askerleri kurtarmayı başaramadığı ve savaşı yönetme biçimi nedeniyle ağır şekilde eleştirildi.

Filistin'de ise, ocak ayında düzenlenen seçimlerden Hamas ezici zaferle çıktı ve tek başına hükümet kurdu.

Ancak İsrail'in varolma hakkını tanıması ve şiddeti reddetmesi için baskı altında kalan Hamas'a yönelik uluslararası ambargo uygulandı.

Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Hamas'ı gerekçe göstererek, Filistin'e mali yardımları durdurunca, Hamas hükümeti kamu çalışanlarının maaşlarını bile ödeyemez hale geldi.

Hamas'la El Fetih arasında tırmanan gerilim çatışmalara dönüştü; bu çatışmalar kimi gözlemcilere göre, Filistin'i bir iç savaşın eşiğine getirdi.

Geçen yılın mayıs ayında, tarafların üzerinde uzlaşabileceği bir siyasi zemin olması için İsrail cezaevlerinde bulunan önde gelen El Fetih ve Hamas'lı isimler, "cezaevi belgesi" olarak anılan bir bildirge hazırlamıştı.

Direnişin 1967'de işgal edilen topraklarla sınırlı tutulmasını ve İsrail'in üstü kapalı olarak tanınmasını öngören bildirgenin başta yarattığı heyecana rağmen, bu belge de anlaşmazlıkları gidermeye yetmedi.

Hamas'ın belgenin bazı noktaları üzerindeki itirazları karşısında Filistin lideri Mahmud Abbas, konuyu referanduma götüreceğini ilan etti.

Bu amaçla Hamas'a tanınan süreler tekrar tekrar uzatıldı, referandum kozu yerini erken genel seçime gitme tehdidine bıraktı, ancak Abbas bu adımları hayata geçirme aşamasına gelmedi. 

2007 - Bush'un çağrısı
"İç savaş" endişeleri nedeniyle devreye giren Suudi Arabistan'ın aracılığıyla Mekke'de bir araya gelen Filistinli rakip gruplar Hamas ve El Fetih'in ulusal birlik hükümeti kurulması üzerinde anlaşmaya vardı.

Ancak İsmail Hanya başkanlığındaki hükümetin ömrü uzun olmadı. El Fetih'le Hamas arasında yaşanan çatışmalar sonunda, haziran ayında Hamas Gazze'nin kontrolünü ele geçirdi. Abbas hükümeti azletti. Hamas kontrolü altındaki Gazze'de hükümet kurdu, Mahmud Abbas ise, Selam Feyyad başkanlığında yalnızca Batı Şeria'yı kontrol edebilen bir hükümet kurdu.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush, temmuz ayı ortasında İsraillilerle Filistinliler arasında barış görüşmelerinin yeniden başlatılmasını tartışmak üzere uluslararası bir toplantı yapılması çağrısında bulundu.

Filistin ile İsrail tarafları "konferansın sonuç bildirgesi" konusunda uzlaşmakta zorlanınca toplantının yapılacağı yer ve tarihin açıklanması son dakikaya kaldı. Amerikalı yetkililer, kasım ayı ortasında konferansın 27 Kasım'da Annapolis kentinde düzenleneceğini açıkladı. 

2008 - Hamas - İsrail ateşkesinin sonu
23 Ocak 2008: Gazze’den İsrail’deki sınır kasabalarına durmaksızın düzenlenen roket saldırıları sonucunda, İsrail’in Mısır’ın da desteğini alarak başlattığı ablukaya daha fazla dayanamayan Gazzeliler, Refah sınırındaki duvarları yıkarak temel ihtiyaçlarını satın alabilmek için Mısır tarafına geçtiler. 11 gün sonra, 3 Şubat’ta Mısır güvenlik güçleri geçişleri yasakladığında, toplamda 800 bine yakın Gazzeli Mısır’a girip çıkmıştı.

28 Şubat - 3 Mart 2008: İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda en az 117 Filistinli hayatını kaybetti, 200 Filistinli de yaralandı. Yaklaşık 800 Filistinlinin evi tahrip edildi. Kubbet-üs-Sahra Müslümanların en kutsal mekanlarından biri olarak kabul ediliyor.

14 Nisan 2008: Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin askeri kanadının lideri İbrahim Ebu İlba İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybetti.

19 Haziran 2008: Mısır’ın arabuluculuğunda gerçekleşen müzakereler sonucu Hamas ile İsrail arasında altı aylık ateşkes imzalandı. Hamas roket atmama, İsrail de Gazze’ye yönelik ambargoyu kaldırma ve suikastları durdurma sözü vermişti.

19 Aralık 2008: Hamas ile İsrail arasındaki altı aylık ateşkes sona erdi. Ateşkes sürecinde ambargo hafifletilmediği gibi saldırılar azalsa da kesilmedi.

27 Aralık 2008: Roket saldırılarını gerekçe gösteren İsrail, mezuniyet töreninin yapıldığı bir polis merkezini vurarak aralarında Hamas’ın üst düzey güvenlik görevlilerinin de bulunduğu 140 polisi öldürdü ve Gazze Şeridi’nde “Dökme Kurşun Operasyonu”na başladı. 60 savaş uçağının katıldığı operasyonun sadece ilk saatlerinde 200’ü aşkın Filistinli hayatını kaybetti.

31 Aralık 2008: İsrail Ortadoğu Dörtlüsü’nün ateşkes çağrısını reddetti. 

2009 - Gazze'ye kara operasyonu
1 Ocak 2009: İsrail uçakları Hamas’ın üst düzey liderlerinden Nizar Rayyan’ı evini bombalayarak öldürdü.

3 Ocak 2009: İsrail, Gazze Şeridi’nde kara operasyonuna başladı.

9 Ocak 2009: Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın görev süresi fiilen doldu. Ancak başkanlık seçimleri ertelendi.

15 Ocak 2009: Hamas hükümetinin İçişleri Bakanı Said Siyam, oğlu, erkek kardeşi ve ailesi ile birlikte İsrail’in füze saldırısında hayatını kaybetti.

16 Ocak 2009: Gazze’ye silah kaçakçılığının önlenmesi konusunda ABD ve İsrail dışişleri bakanları arasında bir anlaşma imzalandı.

18 Ocak 2009: 22 gün süren operasyonun ardından İsrail ateşkesi kabul ederek yerle bir ettiği Gazze Şeridi’nden çekilmeye başladı. Çekilme işlemi 21 Ocak’ta tamamlandı.

10 Şubat 2009: İsrail’de genel seçimler yapıldı. Tzipi Livni’nin Kadima Partisi Binyamin Netanyahu’nun Likud Partisi’nden bir milletvekilliği fazla çıkarsa da sağ partilerin çoğunluğu alması nedeniyle hükümeti kurma görevi Netanyahu’ya verildi. 31 Mart’ta Likud Partisi’nin aşırı sağ partilerle kurduğu koalisyon hükümeti İsrail meclisinden güvenoyu aldı.

14 Ağustos 2009: Gazze’nin Refah bölgesinde Hamas’a bağlı güvenlik güçleri ile El Kaide’yle bağlantısı bulunduğu iddia edilen Cünd-ü Ensarullah grubu arasında çıkan silahlı çatışmada, örgüt liderinin de aralarında bulunduğu 22 kişi öldü, en az 100 kişi yaralandı. Cünd-ü Ensarullah, Gazze’de bir “İslami Emirlik” ilan etmiş ve Hamas’ı dinden uzaklaşıp Batı’ya yanaşmakla suçlamıştı.

5 Kasım 2009: İsrail’in, Gazze’ye yönelik “Dökme Kurşun Operasyonu”nda orantısız güç kullanması nedeniyle savaş suçu işlemekle itham edildiği Goldstone Raporu, BM Genel Kurulu’nda kabul edildi.

13 Kasım 2009: 24 Ocak 2010’da yapılması planlanan devlet başkanlığı ve meclis seçimleri, Hamas yönetimindeki Gazze Şeridi’nde oylama işleminin gerçekleşemeyeceği gerekçesiyle Filistin Seçim Komisyonu tarafından ertelendi. 

2010 - Mavi Marmara olayı
6 Ocak 2010: 6 Aralık’ta Britanya’dan yola çıkan ve insani yardım malzemesi taşıyan “Filistin’e Yol Açık” konvoyu, Gazze’ye ulaştı.

19 Ocak 2010: Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin Kassam Tugayları’nın kurucularından ve komutanlarından Mahmud el-Mebhuh, Dubai’de kaldığı bir otelde Mossad ajanları tarafından boğularak öldürüldü.

31 Mayıs 2010: “Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım” sloganıyla yola çıkan Gazze’ye Özgürlük Filosu’na İsrail donanması uluslararası sularda saldırdı. Mavi Marmara gemisindeki 9 Türkiyeli yardım gönüllüsü öldürüldü, 50’yi aşkın gönüllü de yaralandı.

Haziran 2010: Mavi Marmara katliamının ardından artan uluslararası baskılar karşısında Mısır, Refah Sınır Kapısı’nı üç yıl sonra süresiz olarak açarken; İsrail de 20 Haziran’da ambargoyu hafifletme kararı alarak Gazze’ye girebilecek malların listesini yeniledi.

2 Eylül 2010: İsrail’in Gazze’ye saldırması üzerine Aralık 2008’de rafa kaldırılan doğrudan barış müzakereleri, Filistin lideri Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından Washington’da yeniden başlatıldı.

22 Eylül 2010: BM İnsan Hakları Konseyi yayınladığı raporda, İsrail’in 9 Türk’ün ölümü ile sonuçlanan Mavi Marmara baskınını “yasadışı, orantısız ve kabul edilemez gaddarlık” olarak nitelendirdi ve Filistin toprağına deniz ablukası uygulamasının “yasadışı” olduğunu belirtti. 

2011 - UNESCO gerilimi
Eylül 2011: İsrail'in Gazze Şeridi'nde bir hafta boyunca düzenlediği hava saldırılarında 18 Filistinli yaşamını yitirdi.

23 Eylül 2011: Filistin Yönetimi, Birleşmiş Milletler'e tam üye ‘devlet’ statüsü kazanmak amacıyla BM Genel Sekreteri Ban ki-Mun'a başvurdu.

12 Ekim 2011: İsrail ve Hamas, beş yıldır esir olan asker Gilad Şalit ve binden fazla Filistinli mahkumun serbest kalması için anlaştı.

31 Ekim 2011: Filistin, UNESCO Genel Konferansı'nın kararı ile kurumun 194'üncü üyesi oldu.

1 Kasım 2011: ABD, Filistin'in UNESCO'ya üyelik başvurusu kabul edilince, örgüte Kasım 2011'de yapmayı planladığı 60 milyon dolarlık ödemenin iptal edildiğini duyurdu.

18 Aralık 2011: İsrail, Hamas ile Ekim 2011'de yaptığı esir değişim anlaşmasının ikinci aşaması çerçevesinde, kendi seçtiği 550 tutukluyu serbest bıraktı.

23 Aralık 2011: Filistinli gruplar Fetih ve Hamas, uzun süren fikir ayrılıklarının ardından birleşme yolunda önemli bir adım attı. Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan görüşmelerin ardından Hamas, Filistin Kurtuluş Örgütü bünyesine katılma kararı aldı. 

2012 - Mısır arabulucu
3 Mart 2012: İsrail'in, Gazze Şeridi'nde dört gün boyunca düzenlediği ve 25 Filistinlinin öldüğü operasyonlar sonrasında, taraflar Mısır'ın arabuluculuğunda anlaşmaya vardı.

21 Mayıs 2012: Gazze Şeridi'ni 2007 yılından bu yana kontrolü altında tutan Hamas ile Filistin Kurtuluş Örgütü şemsiyesi altındaki en büyük grup Fetih, Filistin'de hükümet kurulması konusunda ilk adımı attı.

30 Kasım 2012: BM Filistin’e, BM’de üye olmayan gözlemci devlet statüsünü verme kararını aldı. BM Genel Kurulu’ndaki oylamada BMGK’nın beş daimi üyesinden Fransa, Rusya ve Çin bu kararı desteklerken İngiltere çekimser kaldı ABD ise hayır oyu kullanmıştı. 

2013 - Kudüs için görüşmeler
29 Temmuz 2013: İsrail ve Filistinliler bugün Amerika Birleşik Devletleri'nin arabuluculuğunda üç yıl aradan sonra ilk doğrudan barış görüşmeleri başlayacağı duyuruldu. Görüşmenin konusu İsrail hükümetinin Kudüs'ün bölünmesini karşı çıkmasıydı. İsrail’in talebi Kudüs’ün Yahudi halkının siyasi ve dini merkezi olması ve 1980'de çıkartılan İsrail Temel Yasası'ndaki 'Tam ve birleşik Kudüs İsrail'in başkentidir' ifadesinden geri adım atmamak. Filistin’in talebi ise Ürdün tarafından işgal edilen, daha sonra 1967 savaşının ardından İsrail'in ilhak ettiği Doğu Küdüs'ün Filistin devletinin başkenti olması. Dönemin ABD başkanı Barack Obama İsrail'in Doğu Kudüs'ü ilhakını tanımıyordu ve büyükelçiliğini Tel Aviv’de tutuyordu.

26 Ağustos 2013: Batı Şeria'daki Kalandiye mülteci kampında İsrail polisinin üç Filistinli'yi öldürmesi ardından, bugün Eriha'da iki taraftan yetkililerin biraraya geleceği barış görüşmeleri askıya alındı. 

2014 - İsrail'in 51 günlük saldırısı
7 Temmuz 2014: İsrail Gazze’ye yönelik 51 gün sürecek saldırılarını başlattı. Saldırılarda 530’u çocuk 302’si kadın 2 bin 100’den fazla Filistinli öldü, 10 binden fazla Filistinli de yaralandı. İsrail tarafında ise 64’ü asker 70 İsrailli öldü, 720 İsrailli de yaralandı.

27 Temmuz 2014: İki taraf için geçerli 12 saatlik ateşkes ilan edildi. Fakat İsrail ateşkesin üzerinden 2 saat geçtikten sonra ateşkesi ihlal edip kara saldırısına devam etti. 

2015 - Filistin'den UCM'ye İsrail hakkında suç duyurusu
01 Nisan 2015: Filistin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) resmen üye oldu.

25 Haziran 2015: Filistin, UCM’ye İsrail hakkında suç duyurusunda bulundu. Filistin yönetimi, biri İsrail’in son Gazze savaşı diğeri ise yasa dışı yerleşim faaliyetleri ile ilgili mahkemeye iki ayrı dosya sunmuştu.

31 Aralık 2015: Birleşmiş Milletler 2015 İsrail-Filistin raporu yayınladı. Rapora göre İsrail 2015 yılında 170 Filistinliyi öldürdü, 15 bin 377'sini yaraladı. İsrail son bir yıl içinde Batı Şeria ve Kudüs'te Filistinlilere ait 539 ev ve tesisi de yıktı.

2016 - BM Güvenlik Konseyi kararı
30 Kasım 2016: 30 Kasım 2016: Rusya, İsrail-Filistin sorunu konusunda açıklama yaptı. Putin, İsrail-Filistin müzakerelerine yeniden başlanması çağrısı yaptı ve 1967 sınırlarına tabi ve başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulmasını desteklediklerini vurguladı.

23 Aralık 2016: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İsrail'in işgali altındaki Filistin topraklarında yasadışı tüm yerleşim faaliyetlerini "hemen ve tamamen" durdurmasını öngören karar tasarısını kabul etti. Güvenlik Konseyi üyesi 15 ülkeden 14'u karar tasarısı için 'evet' oyu verirken, veto hakkı bulunan ancak bu hakkı kullanmayan ABD 'çekimser' oy kullandı. İsrail BMGK'nın kararına uymayacağını açıklarken ABD'ye çok sert tepki gösterdi. 

2017 - Mescid-i Aksa abluka altında
14 Temmuz 2017: İsrail polisi Cuma günü sabah saatlerinde Mescid-i Aksa'da silahlı saldırıda bulunduğunu iddia ettiği üç Filistinliyi öldürdü, olayda yaralanan iki İsrail polisi de hayatını kaybetti.

Bu olay üzerine Mescid-i Aksa'nın da içinde bulunduğu Harem el Şerif bölgesine giriş-çıkışlar iki gün boyunca yasaklandı. Açıldığında ise giriş noktalarına metal detektörleri yerleştirildi. Dedektörleri protesto eden Filistinliler, Doğu Kudüs'ün sokaklarında namaz kılmaya başladı.

Gerilim arttı Doğu Kudüs'te hem de Batı Şeria'da protestocu Filistinlilere İsrail polisi müdahale etti ve toplamda dört Filistinli öldürüldü. Ardından bir Filistinli, üç İsrailli sivili bıçaklayarak öldürdü.

6 Aralık 2017: ABD Başkanı Trump, İsrail'in başkenti olarak Kudüs'ü tanıdıklarını belirterek, İsrail ABD Büyükelçiliği'ni Tel Aviv'den Kudüs'e taşıyacaklarını açıkladı. 

2018 - İsrail ordusu 59 Filistinliyi öldürdü
3 Ocak 2018: İsrail Parlamentosu (Knesset) 'Birleşik Kudüs' yasasını kabul etti. Birleşik Kudüs yasası 3 saatten fazla süren tartışmalı oturumun ardından, 51'e karşı 64 oyla kabul edildi. Bu yasayla İsrail'in işgal altında tuttuğu Doğu Kudüs dahil şehrin herhangi bir kısmından çekilmeyi neredeyse imkansız hale getirilmiş oldu. Yasaya göre çekilmeyi onaylamak için parlamentoda en az üçte iki çoğunluk yani 80 milletvekilinin onayı aranacak. Knesset'te toplam 120 sandalye bulunuyor. Yasa aynı şekilde, 61 Knesset üyesi oy kullanmadıkça gelecekte yasanın yürürlükten kaldırılmayacağını kapsayan bir madde içeriyor.

19 Mart 2018: Kudüs'te İsrailli bir güvenlik görevlisini bıçakla ağır yaralayan bir Filistinli vatandaşı açılan ateş sonucu öldürüldü. İsrail basınına göre, 30 yaşındaki güvenlik görevlisi hastaneye kaldırıldıktan sonra yaşamını yitirdi. Saldırganın 28 yaşındaki Filistinli Abdurrahman Beni Fazıl olduğu açıklandı.

14 Mayıs 2018: ABD Başkanı Donald Trump'ın ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşıma kararı almasının ardından binanın açılışı yapıldı. ABD Büyükelçiliği açılışı ve Nakba'nın (Büyük Felaket) 70. yılı nedeniyle Gazze'de iki gün boyunca yapılacak protesto gösterileri için henüz hazırlık yapılırken İsrail askerleri göstericilere saldırdı. 59 Filistinli İsrail askerleri tarafından öldürüldü. 

(HK)

Kaynaklar: BBC, Aljazeera, Reuters, Euronews,

http://bianet.org/bianet/siyaset/192219-israil-filistin-sorununun-tarihcesi-1897-den-2018-e#2018

***