3 Nisan 2020 Cuma

Siyaset ve Siyasi Ahlak

Siyaset ve Siyasi Ahlak




Dr. Tahir Tamer Kumkale
24 Şubat 2000 Perşembe


"MUTLULUĞU TATMANIN TEK ÇARESİ, ONU PAYLAŞMAKTIR."

Yoldan geçen ilk kişiyi çevirin. Tahsilli-cahil, yaşlı-genç, kadın-erkek ayırımı gözetmeden sorun. "SİYASET VE SİYASETÇİ DENİLİNCE AKLINIZA NE GELİYOR". Yoldan çevirdiğiniz ilk kişinin ve ondan sonra takibeden diğerlerinin cevabının sanki sözleşmiş gibi ayni olduğunu göreceksiniz. Ne yazık ki alacağınız bu cevap; utandırıcı, kaygılandırıcı ve binlerce yıllık maziye sahip bu asil milletin geleceği açısından ürküntü vericidir.

SİYASET kelimesi; maalesef yolsuzluk, hırsızlık, soygunculuk, güvenilmez ve inanılmazlık kelimeleri ile eş anlamlı olarak algılanmakta ve kullanılmaktadır. Ayrıca; yalan, yanlış, eksik ve doğruluğundan şüphe duyulan konuşmalarda "SİYASET YAPMA" şeklinde tanımlanmaktadır.
Ülkemiz ve asil insanımız açısından son derece üzücü ve utanç verici olarak değerlendirdiğim bu duruma kadar nasıl gelinmiştir ? Bu durumu kimler ve neden yaratmışlardır ? Bundan ne gibi faydalar umulmaktadır.?

Kanaatimce bu sorular ve muhtemel cevapları; Türkiye'nin önümüzdeki birkaç yılının değişmez ve vazgeçilemez gündemini oluşturmalıdır. Düşünebilen ve fikir üretebilen bütün beyinlerimiz bu kötü imajın silinmesi için gayret göstermelidir. Kimler tarafından ve nerede, neler yapılabilir ? sorularının cevapları aranmalıdır. Çünkü devlet olabilme ve devlet kalabilmenin tek şartı; onu yaşatacak siyasetçilere layık oldukları gerçek değerleri kazandırmaktan geçmektedir.

Ansiklopedileri karıştırdığımızda "siyaset" kelimesinin karşısında"DEVLET İŞLERİNİ DÜZENLEME VE YÖNETME SANATIDIR" ibaresini buluruz. Bunun açık anlamı şudur; siyaseti herkez yapamaz. Herkez istediği için siyasetçi olamaz. Siyaset yapabilmek için ancak bir sanatkar seviyesine erişmek, yani yaptığı işi en üst düzede gerçekleştirmek zorunluluğu vardır.

Misal verelim. Berberlerin; gelecekte neyi, nasıl yapacaklarına dair fikir yürütmek, bunun politikalarını tesbit etmek ve kurallarını koymak için çok iyi berber olmak yetmez. Mesleği bir sanatkar seviyesinde icra etmek ve bu işten yararlananların olurunu almak gerekmektedir. Bu şartlar yerine getirilmediği takdirde berberlerin iyi temsil edilemeyeceği açıktır. Konuya bu mantıkla baktığımızda dünyadaki en zor ve en kompleks faaliyet olduğu bilinen devlet yönetimi işlerinin; sıradan ve niteliksiz kişiler vasıtası ile yerine getirilemeyeceği gerçeği görünür.

Bilgisiz, kültürsüz, yeteneksiz, devlet ve millet geleneğini anlamamış, milli hasletlerimiz ve milli gücümüzü yeterince tanıma bilincine erişememiş bir takım insanların her seçim döneminde yenilenen seçim kanunlarına dayanarak yüce meclisimize girmeleri ile bugünkü kötü olarak değerlendirilen "siyasi ahlak ve imaj" hep birlikte yaratılmıştır.

İç ve dış politikamızı yürüten SİYASİ GÜÇ UNSURU; ülkemizin milli gücünü teşkil eden EKONOMİK GÜÇ, ASKERİ GÜÇ, DEMOĞRAFİK GÜÇ, COĞRAFİ GÜÇ, BİLİMSEL VE TEKNOLOJİK GÜÇ, ve PSİKO-SOSYAL GÜÇ unsurlarını kullanır. Onları seçilen milli hedefler doğrultunda yönetir ve yönlendirir. Bütün bu sayılan güç unsurlarının birbirleri ile koordinasyonunu ve uyum içinde birlikte çalışmalarını sağlar. Bu unsurların bir bütün halinde milli hedeflerimiz doğrultusunda geliştirilmesi için gerekli tedbirleri alır.

Bu kadar ağır bir yükü üstlenecek olan siyasetçilerimizin bugün içine düştükleri durumun adını sokaktaki sade vatandaşımız koymuştur. Vatandaşlarımız görünüşe göre haklıdır. Çünkü görünen köy klavuz istememektedir. Yıllardır,"seçilmek için"karşısına gelen kişiler hep aynidir. Ayni isimleri yine ayni yöntemlerin uygulandığı bir ortamda karşısında görmektedir. Kimi seçecektir ? Nasıl seçecektir ? Bu güzel sehitler yurdu toprakların yönetimini kimlere verecektir. Yöntem çok basit ve kolay. Açın gazete arşivlerini aradığınız bütün bilgileri ve hatta aradığınızdan fazlasını orada bulabilirsiniz.

İŞTE BUNLARDAN SEÇİLMİŞ BİRKAÇ ÖRNEK;

 * Başbakanlık gibi ülke yönetiminde ve siyaset alanındaki en üst noktaya ulaşmış kişiler daha önceki başbakan veya bakanlar tarafından hırsızlık, yolsuzluk, ahlaksızlık, bilgisizlik ve hatta vatan hainliği ile suçlanabiliyor.

 * Bir başka başbakan ve iki bakanı devleti iyi yönetemediler diye asılıyor. Daha sonra "hayır onlar gelmiş geçmiş yöneticilerin en iyileri idiler " denilerek," devlet şehidi" olarak ilan edilip vatandaşlarımın akın akın ziyaret ettiği anıt mezarlara defnediliyorlar.

 * Muhalefette iken kara denilen hususlara, iktidarda iken ak denilebiliyor. Dün kitle iletişim araçlarının tümü kullanılarak, milletin gözlerinin içine baka baka, bangır bangır söylenenler ve verilen bütün sözler;söyleyenler tarafından unutuluyor. Millet yine ,aptal,sağır ve kör olarak görülmeye devam ediliyor.

 * Vatandaşın seçtikleri; atanan bürokratlar tarafından kolaylıkla yerlerinden alınabiliyor. Onu seçen milyonlar düşünülmüyor ve bir kalemde silinebiliyor.

 * Hükümet etmek; ülke menfaatlerini millet adına gözetmek ve kollamak yerine, kendi yandaşlarına şuursuzca ve açıkça menfaat dağıtmak için ulaşılması gereken bir görev olarak algılanıyor ve kabul görebiliyor.

 * Vatandaşın ekmeği ile geçim zorlukları; sadece seçim propaganda alanlarındaki nutuklarda bırakılarak, nasıl ve kısa sürede köşe dönebilirim hesapları yapılıyor.

 * İnsanoğlunun varoluşundan itibaren daima korumaya özen gösterdiği "adalet ve adaleti sağlayan hukuk sistemi" bizzat onu yapanlar tarafından hiçe sayılıyor. Sokaktaki sade vatandaş kendi sorunlarını kendisi çözmek ikilemi ile karşı karşıya kalıyor. Çözemiyor. Sonunda adalet sisteminin yerini alan mafya düzeninden yardım umuyor.

 * Şeçimlerde en büyük oyu alarak parlamentoya giren iktidardaki bir parti kapatılıyor .Bu partinin 35 yıldır siyaset dünyasında yer alan profesör ünvanlı başkanına siyaset yasağı getirilebiliyor.

 * Vatandaşlarımız seçtiği milletvekilinin hizmet için değilde, sağlanan menfaat karşılığı parti parti dolaşmasını utanarak ve fakat büyük bir kinle izliyor.

Yukarıda sadece ilk anda akla gelen birkaç tanesini sıraladığım olayların yarattığı bir ortamın tabii sonucu olarak bu günlere gelinmiştir. Bunları yapanlar küçük bir kesim olmasına rağmen etkisi bütün kesimi kaplayacak kadar büyük olmuştur. Bu konuda ülkemiz üzerinde milli menfaati olan dış güçlerin ve ülkemizin güçlenmesini istemeyen çeşitli çıkar çevrelerinin etkisinin de önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Onlar bunun böyle olmasını istediler ve ne yazık ki istediklerini de elde ettiler. Milli güç unsurlarını yönetip yönlendiremeyecek kişilerin siyaset dünyamıza girmesini destekleyerek her türlü olumsuzluğun temeli olan "Siyasi Ahlâk" unsurunun yokolmasına zemin hazırladılar.

Ülkemizin geldiği nokta vahimdir. Ulaşılabilecek en son noktadır. Mevcut altyapısı ve potansiyeli ile Türkiye ve Türk halkı; kendisine rağmen oynanan bu çirkin oyunu hiçbir zaman hak etmemiştir. Oyunun farkındadır. Fakat gücü bugün bu tabloyu değiştirmeye yetmemektedir.

Türkiye; DEMOKRATİK MÜCADELE ADINA YILLARDIR BU ORTAMIN HAZIRLANMASINA KATKIDA BULUNAN VE BAŞKA HİÇBİR İŞ YAPMADAN SİYASET YAPTIĞINI ÖNE SÜREREK " SİYASİ AHLAK VE SİYASETÇİ" İMAJINI; YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, KÖŞE DÖNMECİLİK VE SOYGUNCULUK SEVİYESİNE İNDİRTEN YILLANMIŞ SİYASİ KİŞİLİKLERDEN MUTLAKA KURTULMALIDIR.

Yeni, dinamik, heyecanlı, vatan ve millet sevgisi ile dopdolu, şuurlu ve bilinçli kadrolar; en küçük beldede siyaset yapan mahalle muhtarlığından başlayarak milletvekilleri ve bakanlığa kadar uzanan siyasi görevleri paylaşmalıdır. Bu ülkenin 2000'li yılların lideri olabilmesi için bu kaçınılmaz ve öncelikli ihtiyacıdır.

Bütün yönleri ile denenmiş, verebileceklerinin azamisini vermiş, gelecekten hiç bir beklentisi kalmayan eskimiş siyasetçilerin yerlerini aydın ve geleceğe ümitle bakan genç nesillere devretme zamanı gelmiştir. Bunu sağlayacak yasal düzenlemeler yapılarak ülkeyi içinde bulunduğu bu ortamdan çıkartacak ve siyasi ahlâk kavramını lâyık olduğu düzeye çıkartacak kadroların önü açılmalıdır. Siyaset ivedilikle bir kaç kişinin tekelinden çıkartılıp geniş halk kitlelerinin katılımı ile güçlendirilmelidir.

18 Nisan seçimlerinden sonra ortaya çıkan siyasi istikrar ve uyumlu çalışmalar ile T.B.M.M.'nin gayretli çalışmaları bu şekilde devam ettiği takdirde bu imajın yeniden kazanılmasına önemli katkıları olacağını da vurgulamak istiyorum.

Halkımız adına bu güzel günleri görebilmenin özlemini çekiyorum. Türkiye ve Türk Milletinin güçlenmesine gönül veren kadroların bilinçli ve planlı çalışmaları sonında siyaset kelimesinin lügât karşılığı olan "DEVLET İŞLERİNİ DÜZENLEME VE YÜRÜTME SAN'ATI " vasfına yeniden kavuşacağına inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
24 Şubat 2000 Perşembe

BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=37

***

Balkanların Neresindeyiz?

Balkanların Neresindeyiz?




Dr. Tahir Tamer Kumkale
4 Şubat 2000 Cuma


Balkanlar; adını bölgede bulunan Balkan Dağlarından alır. Türkçede Balkan sözcüğü ; genellikle orman yada çalılıkla kaplı engebeli, sert ve yalçın araziye verilen isimdir. Halkımız bugün bu kelimeyi yaygın olarak kullanmaktadır. Balkan Yarımadası; batıda Adriyatik, doğuda Karadeniz ile kuzeyde ise Tuna ve Sava Nehirlerinin açtığı ovalarla çevrilidir. Güneyde ise birçok ada ve yarımada ile Akdenizin ortalarına kadar ilerler. Uzunluğu 600 kilometreyi bulan ve yüksekliği 2376 metreye ulaşan Balkan Dağları çok sarptır ve çok az geçit verir .Dağlar bu yapısı ile yarımadanın belkemiğini teşkil eder. Çeşitli kültür ve etnik yapıya sahip 60 milyona yakın insanın yaşadığı bölgede birbirleri ile problemleri bulunan Türkiye,Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ,Makedonya, Yugoslavya ( Sırbistan + Karadağ ), Hırvatistan , Slovenya ve Bosna - Hersek devletleri bulunmaktadır.

Bu devletlerin ve bunları meydana getiren milletlerin ortak özelliği 500 yıla yakın bir süre Osmanlı egemenliği altında yaşamış olmalarıdır. Müslüman Türklerin yönetiminde asırlarca yaşamış olmalarına rağmen Balkan milletleri milli özelliklerini hiç kaybetmeden günümüze kadar gelmişlerdir. Bugün Balkan Yarımadası ırk, dil, din ve mezhepler bakımından dünyanın en karmaşık bölgelerinden birisidir. Coğrafi yapıya yayılmış olan bu karışıklık tarihi ihtiraslar, ülkelerin birbirleri ile olan menfaat çatışmaları, büyük devletlerin çıkarları, doğu ve batı toplumları arasındaki tabii köprü olma durumu bölgede devamlı sıcak çatışmaların yaşanmasına ve nihayet bir dünya savaşının yaşanmasına yol açmıştır. Balkan milletleri bugün bir siyasi bütünlük içinde değildir. Uluslar birkaç ülke bayrağı altında bulunmaktadır. Bu durum yaşanan kargaşanın temel sebebini oluşturmaktadır. Tarihten günümüze intikal eden en önemli gerçek " Millet ve Milliyetçilik " duygularının daima canlı olarak tutulmasıdır.

Balkanlarda günümüzde mevcut başlıca problem sahalarını şu şekilde özetlemek mümkündür.

a. TÜRKİYE - YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ:

Yunanistan'ın Mora'da kurulduğu 1829 yılından itibaren kabul ettiği Megal - i Idea' sının elde edilmesine yönelik milli politikası hiç değişmemiştir. Gelen bütün hükümetlerin milli hedefleri aynidir ve bundan kesinlikle taviz vermemektedir. Türkiye aleyhine toprak genişlemesini hedefleyen bu milli politika ilişkileri daima uzlaşmazlığa sürüklemektedir. Bugün iki ülke arasında Kıbrıs, Kıt'a Sahanlığı, Fır Hattı, Karasuları, Hava Sahasının Kontrolu, Batı Trakya ve Azınlıklar, Ege Adalarının Silahlandırılması gibi alanlarda anlaşmazlık devam etmektedir. Ayni savunma paktı içinde bulunmamıza rağmen Türkiye'yi tek ve en büyük düşman olarak gören Yunanistan uzlaşma ve dialoğ yerine sorunları daima tırmandıran bir politika izlemektedir.

b. YUNANİSTAN'IN AZINLIKLARA KARŞI TUTUM VE DAVRANIŞLARI:

Yunanistan ülkesinde yaşayan tüm azınlıkları HELEN olarak kabul etmektedir. Buna göre bu ülkede yaşayan Batı Trakya Türkleri, Makedonlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar azınlık değildir. Dolayısıyla hangi uluslararası anlaşma olursa olsun hiç bir hak tanınmamaktadır. Bu grupları asimile ederek eritmek için büyük bir baskı politikası takip etmektedir.

c. MAKEDONYA VE MAKEDONLAR:

Makedonya ;eski Yugoslavyanın dağılmasını müteakip kurulan 2 milyon nüfuslu genç bir devlettir. Devletleri olmasına rağmen Makedon milletinin çoğunluğu bu devlet sınırlarının dışında kalmıştır. Bugün Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistanda Makedonya adı ile anılan bölgelerde Makedonlar yaşamaktadır. Bu ülkelerin arasına sıkışmış bir coğrafyada bağımsızlığını ilan eden genç Makedonya Cumhuriyeti Büyük İskender zamanında kendilerinin olduğunu iddia ettikleri bölgeleri ve insanlarını geri istemektedir.

Tabii olarak Yunanistan ve Bulgaristan hem bu yeni ülkenin varlığına ve hemde kendi topraklarında böyle bir millet yaşadığı iddialarına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Konunun önümüzdeki günlerin önemli çatışma sebeplerinden biri olarak gündeme gelmesi kaçınılmazdır.

d. BÜYÜK BULGARİSTAN HAYALİ :.

Bulgaristan'ın Türk Trakyasını da içine alan Büyük Bulgaristanı yeniden kurma hayali değişmemiştir. Bu ülke; Yunanistandan Batı Trakya ile Ege Makedonyasını, Arnavutluktan Makedonya sınırındaki geniş bir bölge ile Makedonyanın tamamını istemektedir. Ülkesinde önemli bir çoğunluğu oluşturan Türklere karşı tarihi boyunca planlı bir şekilde asimile ve sindirme politikası uygulamıştır.Sovyetler Birliği ve Varşova Paktının güdümünden çıkmasını müteakip başlattığı yeniden yapılanma çalışmalarını tamamlayıp Büyük Bulgaristanı inşa faaliyetlerine yönelmesi beklenmektedir.

e. YUGOSLAVYA ( SIRBİSTAN + KARADAĞ ) :

Bilindiği gibi TİTO sonrası yönetimler Yugoslavyada istikrarı sağlayamamışlar ve sonunda federal cumhuriyetler 1990'dan itibaren Hırvatistan, Bosna - Hersek, Makedonya, Slovenya olarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Tarihteki büyük Sırp Devletini kurma hayalini daima muhafaza eden ve eski Yugoslavyanın en büyük toprak ve nüfusuna sahip olan sırplar geri kalan topraklarda Yugoslavya adına sahip çıkmışlardır. Halen Sırbistan ve Karadağ Federal Cumhuriyetleri ile özerk Voyvodina ve Kosova 'yı içine alan bölgede hükümranlıklarını sürdürmektedirler.

Sırplar meydana gelen bölünmeyi kabul edememiş ve bunu hazmedememişlerdir. Önce Türk ve müslüman Boşnakların çoğunlukta bulunduğu Bosna - Hersek devletine vahşice saldırmışlar ve 21 nci asra girerken insanlık tarihine utanç içinde geçecek toplu katliamları gerçekleştirmişlerdir. Balkanlardaki son Türk izlerinin silinmesi yolunda büyük mesafeler almışlardır. Sonunda medeni alemin beşiği kabul edilen Avrupadaki bu insanlık ayıbına dünya müdahale etmiş ve Birleşmiş Milletler vasıtasıyla akan kan zorla durdurulabilmiştir. Fakat çözüm bulunanamıştır.

Bosna'da yeterli dersi almadığı belli olan sırplar bu defa Türkler ve müslüman Arnavutların çoğunlukla yaşadığı Kosovada milliyetçilik akımlarını bahane ederek toplu katliamlara girişmişlerdir. Sonunda Mart 1999 da NATO ülkeleri sırbistana havadan müdahale kararı vermiştir. 3 aya yakın devam eden hava saldırıları sonucunda ülke harabeye dönmüştür. Sonunda Sırbistan pes ederek teslim olmuş ve sözde barış sağlanmıştır.11 Haziran 1999' da yapılan anlaşmaya uygun olarak Sırp asker ve polisleri Kosova'yı terk ederek yerini Nato devletlerinin oluşturduğu 50 000 kişilik barış gücüne terk etmiştir. Kağıt üzerinde barış antlaşmaları onaylanırken Kosova'da barıştan yararlanacak kimse kalmamıştır. İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük mülteci olayları yaşanmıştır. Kosovalı müslümanların tamamına yakını ülkelerini terk etmişlerdir. Kanaatime göre sorun çözülmemiştir. Yeni boyutlar kazanmıştır. Balkan ülkelerindeki muhtemel barışın kolay olamayacağını tescil ettirmiştir.

f. ARNAVUTLUK :

Uzun süre tek partili komünist bir rejim altında medeni dünyadan kendini soyutlayarak yaşayan Arnavutluk bulunduğu bölgenin en fakir ve her alanda geri kalmış bir ülkesidir. Arnavutların milliyetçilik duyguları çok kuvvetlidir. Arnavutlar Yunanistandaki Güney Epir bölgesinde Arnavutların yaşadığını israrla öne sürerek açıkça bölgeyi isterler. Yunanistan ise Arnavutluktaki Kuzey Epir bölgesinde Yunanlıların yaşadığını iddia eder ve oda bölgede hak sahibi olduğunu vurgular. Ayrıca Arnavutluk Kosova halkının % 80' e yakınının Arnavut asıllı olduğunu belirterek bölgesinde bağımsızlık mücadelesi veren Kosova Kurtuluş Ordusunu açıkça desteklemektedir.

g. Ayrıca yeni oluşturulan Hırvatistan, Slovenya, Bosna - Hersek ve Sırbistan arasında sınırlar ve doğal zenginliklerin paylaşılmasından doğan gerginlikler mevcuttur.

Bir bölge ne kadar karmaşık bir yapıya sahip olursa o bölgeye karşı standart ve devamlılık arzeden bir politika takip etmek çok güçtür. Bugün Balkanlarda 10 ayrı devlet vardır. Her birinin siyasi, ekonomik, kültürel ve etnik yapıları farklıdır. Birbirleri ile pek çok alanda ihtilafları bulunması bu ülkelerin yegane ortak yanlarıdır. Oysa bölge insanının Osmanlıya karşı başkaldırışının başladığı 1840 ' lardan beri huzura ve güvenliğe ihtiyaçları vardır.

Balkanlar Türkiye'nin arka bahçesidir. Atalarımız başşehir İstanbul'u korumak için Tuna Nehri ve Balkan dağları geçitlerini kontrol ve elde bulundurmaya özel önem göstermişlerdir. Bugün başkentimizin Ankara olarak seçilmesinin en önemli etkenlerinden bir tanesi de başkent İstanbul'u koruyacak yeterli arazi parçasının elimizden çıkmış olmasıdır.

Ruslar, 1870' lerden itibaren, yani Panslavizm akımı meydana çıktıktan sonra Balkanlar ile yakından ilgilenmiştir. Balkan halklarının çoğunluğunun Slav olmasından yararlanarak Batı'ya ve Osmanlı'ya karşı bir Slav birliği meydana getirmek için büyük çabalar harcamıştır.

Avusturya - Macaristan İmparatorluğu da Pan Cermenizm politikası ile bölgede faaliyet göstermiştir. Bu iki temel görüş Balkanlar üzerinde kıyasıya mücadeleye girmişlerdir. Hatta I. Cihan Harbini başlatan Sırp Prensi'nin vurulması olayı dahi bu iki görüşün çatışmasının bir neticesidir.

Bu akımlarla birlikte dünyada imparatorlukların zayıflaması sonucunda meydana çıkan milliyetçilik akımları asrın başında Balkan ülkelerinin birbirine girmeleri için önemli bir etken olmuştur. II. Cihan Harbi'nde savaşın bütün zorluklarını yaşayan bölge halkı önce kendi işlerindeki iç harplerle kendilerini zayıflatırken bölge ile yakından ilgilenen Sovyetler Birliği'nin desteği ile Komünizm'in ağına düşmüşlerdir. Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk kesin olarak Komünist Rusya'nın güdümüne girmişlerdir.Yunanistan 1946 -1948 yılları arasında komünistlerin meydana getirdiği iç harpten zorlukla sıyrılabilmiş ve demokratik dünyadaki yerini almıştır. Yugoslavya ise Tito'nun yönetiminde yine Komünist bir dikta rejimi uygulamış ve fakat bulunduğu coğrafyanın avantajlarını iyi kullanarak Batı ile yakın ilişkiler içine girmesini bilmiştir.

Şimdi Sovyetler Birliği'nin yıkılması ile meydana çıkan büyük kargaşa sonucunda Balkanların siyasi coğrafyası yeniden şekillenmiştir. Yeni devletler oluşmuştur. Fakat bu yeni devletlerin oluştukları coğrafyalar ile etnik, kültürel ve ticari yapıları isteklerine uygun oluşmamıştır. Mevcutla yetinmemektedirler ve diğer devletlerde bulunanlardan da pay almak istemektedirler. Balkanlardaki ateş Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Kosova, Arnavutluk'u kaplamış ve Avrupa'yı dehşete düşürmüştür. Bugün Birleşmiş Milletler ve NATO bu ateşi nasıl söndüreceklerinin telaşı içindedirler.

Bu coğrafyada birbirleriyle ihtilaflı ve kan davası güden bu kadar çok devlet ve millet bulunduğu sürece balkanlarda istikrar olmayacağı açıktır. Hele Bulgaristanın Karadeniz kıyılarından başlayarak Batı Trakya - Makedonya - Kosova - Arnavutluk'a uzanan müslüman ve Türklerin oluşturduğu bir kuşağın mevcudiyeti , balkanlarda milli menfaati olan süper güçleri son derece rahatsız etmektedir ve edecektir. Bu arada Doğu Almanya ile birleşerek süper bir kara devleti haline dönüşen Almanya ile Rusyanın bu kuşağın güneyine inmesine ABD'nin müsade etmeyeceğide açıkça görülmektedir.

Türkiye; kendi iç sorunları dolayısıyla bölgedeki olaylara önce uzak kalmış, bilahare süper güçlerin yanında ve onları destekleyerek katılmak zorunda bırakılmış bir görüntü içerisindedir. Oysa Türkiye'nin misyonu, potansiyeli ve büyük tecrübesi ile bölgede istikrarı sağlayacak yegane güç olarak rol alması gerekmektedir. Türkiye'nin bölge ülkeleriyle tek tek siyasi alandan önce ekonomik, kültürel ve Psikososyal alanda doğrudan temas halinde bulunması ve bu ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde ağabey rölü oynaması beklenmektedir. Türkiye bunu yapacak güce, potansiyele ve tecrübeye sahiptir. Plevne'de Türkler bu topraklar için mücadelenin çok güzel örneğini vermişlerdir. Bütün olumsuz şartlara rağmen toprakların nasıl savunulabileceğini dosta düşmana göstermişlerdir. Balkan milletleri bundan örnek almalıdırlar.

1363'de Rumeli'ye geçerek Balkanlara adım atan Türkler, 1389'da Kosova Meydan Muharebesi'yle bölgeye yerleştiler. 500 yıl süren bir huzur , barış ve kalkınma dönemini başlattılar. Türkleri, Avrupa'dan atmak için her unsuru deneyen İngiltere, Rusya, Almanya gibi ülkeler, milliyetçilik akımlarını körükleyerek ve destekleyerek bölge halklarını ayaklandırdılar. Önce Osmanlı'yı bölgeden çıkardılar sonra bölge halklarını birbirine düşürerek Balkanlar'ı devamlı acı ve gözyaşına mahkum ettiler. Kaynayan Balkan milletleri birbirleriyle kıyasıya mücadele ederken 16 Haziran 1913'te Sultan Mehmet Reşat'ın Kosova'da atası Birinci Sultan Murat'ın şehit edildiği topraklarda kıldığı cuma namazına 100.000'i aşkın bir cemaatın katılması, bölge halkının Türklerden beklentilerinin en son göstergelerinden biridir.

Balkan devletleri son olarak 9 Şubat 1934'te Atatürk'ün önderliğinde Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Yugoslavya'nın katıldığı BALKAN ANTANTI adı altındaki Güvenlik ve İşbirliği Antlaşması etrafında birleştiler. Bu devletlerin dışişleri bakanlarının katılımıyla bir devamlı yönetim oluşturuldu. Ayrıca ekonomi, maliye ve ticari koordinasyonu sağlamak üzere her ülkenin beş üyesi ile temsil edildiği BALKAN ANTANTI DANIŞMA KURULU meydana getirildi. Ülkeler en son 1940 yılında Bükreş'te biraraya geldiler. Almanya'nın Romanya'yı işgali üzerine bu birlik kendiliğinden dağıldı ve bir daha biraraya gelemedi.

Sonuç olarak; bölgede tarihi, ekonomik, kültürel olarak hakkımız ve orada haklarını savunmamızı bekleyen soydaşlarımız vardır. Bölgede etkili olabilecek potansiyel gücümüz ve tecrübemiz mevcuttur. 2000 yılına adım attığımz bu günlerde bölge ülkelerine devamlı huzur ve barış temin edecek BALKAN ANTANTI gibi bir yapılanmaya süratle ve acilen ihtiyaç vardır. Balkan ülkeleri artık dışarıdan değil kendileri tarafından idare edilmelidir. Bugün bu işi başarabilecek yegane potansiyel güç ve devlet Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bu tarihi görevden kaçmak mümkün değildir. Barışın sağlanması için bu tarihi göreve her alanda hazır olmalıyız ve gerekli her türlü adımı şimdiden atmalıyız.


BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | 
Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=13

***

Örgüt Ceza ve Tutukevleri.,

Örgüt Ceza ve Tutukevleri.,




Dr. Tahir Tamer Kumkale
2 Şubat 2000 Çarşamba 

" BANA BENDEN OLUR NE OLURSA, BAŞIM RAHAT OLUR DİLİM DURURSA. "

TARİH : 26 OCAK 2000.

Jandarma özel timleri Metris Ceza ve Tutukevindeki İBDA-C örgütünün kaldığı koğuşlara ŞAFAK BASKINI adı altında bir operasyon düzenliyor.
Operasyonun hedefi; bir yılı aşkın bir süredir tutuklu olduğu halde üç seferdir koğuşundan alınamadığı için mahkemeye götürülemeyen ve her mahkeme günü isyan eden örgüt lideri bir sanığı hakim önüne çıkarmak. İfadesinin alınmasını sağlamak. Operasyon başarı ile sonuçlanıyor, isyan bastırılıyor. Bu defa sanıklar koğuşundan alınıp hakim önüne çıkartılıyor.

Basın ve yayın ordumuzun fedakar çalışanları önceden mevzilenmişler. 
Bu büyük ve son derece önemli olayı canlı olarak kamuoyuna duyurmanın telaşı içindeler.Adalet sisteminin, yakalayıp tutukladığı 65 İBDA-C örgüt üyesi karşısındaki aczini sergilemeye gelmişler sanki.

Bu kaçıncı isyan bilmiyoruz. Örgüt; lideri Salih MİRZABEYOĞLU'nu vermiyor. Onlar vermeyince de biz alamıyoruz. Onlar isyan ediyor. Ceza ve Tutukevi bir kere daha yakılıyor, yıkılıyor. Cezaevi çalışanları yine rehin alınıyor. Karşılıklı silahlı mücadele yapılıyor. Devletle pazarlığa oturuyorlar. Saatler süren pazarlıklardan sonra verilen tavizleri beyler lütfen kabul edip lütfederek isyanı bitiriyorlar. Tabi çoğunlukla onların dediği oluyor. Adalet Bakanımız " malesef hapishanelerde yönetimi tam olarak sağlayamadık" diyerek seminerlerde ve basın karşısında açıklama yapıyor. İşte kendi çok küçük fakat neticesi devlet otoritesine indirilen darbe olarak çok vahim olan bu olaylar basınımız tarafından kamuyu oluşturmak için çok güzel fırsatlar olarak değerlendiriliyor.

İsyanlar bastırıldıktan sonra tutuklu koğuşlarına girerek arama yapan kolluk kuvvetlerimiz basını çağırarak ele geçirdikleri bir cephaneliği dolduracak çap ve vüsatteki silah ve cephaneyi göstererek başarılarını vurguluyorlar. Bu haber malzemesini alan tecrübeli basınımız bu görüntüleri ballandıra ballandıra yayınlıyor. Her isyanda ayni yakma, yıkma, silah, cephane ve hapishanede bulunması yasak bir yığın malzemenin sergilenmesine herkez alıştı. Artık bu görüntüler haber niteliğini yitirdi.

Adaleti sağlayamayan bir adalet sistemi ile devlet işlerinin sağlıklı yürüdüğünü iddia etmek mümkün değildir.Efendim;" hapishaneler koğuş sistemi olarak inşa edilmiş. Ondan böyle imiş. Hücre sistemi olsa imiş bunlar olmazmış."

Özür; kabahatinden büyük. Yapmak istedinizde kim size engel oldu.? Paranız mı yoktu ?, Demiriniz mi yoktu ?, Çimento mu bulamadınız ? Yoksa bugünlerde Türk müteahhit ve mühendisleri yurtdışında dünyayı inşa ettikleri için elde inşaatçımız mı kalmadı?

Yapmıyorsunuz, veya yapmak istemiyorsunuz. Bu millet sizin 3 ayda 35000 ev yaptığınızın şahididir. Dünyaya karşı haklı kasılıyorsunuz. Japonların altı ayda yaptığını biz 3 ayda yaptık diye. Mazeretiniz bu olamaz sayın yetkililer. Lütfen devletimizi; Türk ve dünya kamuoyunda güçsüz gösterecek olayların gerçek sebebini açıklayınız. Gücünüz yoksa istediğiniz gücü bu millet size verir. Anlamak ve vatandaşın anlamasını beklemek mümkün değil.

Gelelim işin esas yanına, BU GÖRÜNTÜ ASLINDA DEVLET OTORİTESİN'İN ÇÖKTÜĞÜNÜN GÖRÜNTÜSÜDÜR. HUKUK SİSTEMİNİN ÇÖKÜŞÜDÜR. 

65 milyonu temsil eden ve Cihan İmparatorluğunun mirası üzerine inşa edilen koca bir sistemin getirildiği yerin resmidir. Devletin koyduğu yasaları dinlemeyerek,yakalanıp cezalandırılmak için Ceza ve Tutukevine kapatılan 65 kişi; 65 milyonun gözünün içine baka baka " Biz senin yasalarını kabul etmiyoruz. Mahkemeni tanımıyoruz. Tanımadığımız bir sistemin mahkemesine de gelmiyoruz." diyorlar ve gelmiyorlar. Getirilemiyorlar.

Aslında kendi çok küçük ama yansıması çok büyük olan olayı, cezaevlerinin koğuş sistemi şeklinde inşa edilmesine bağlamanın yanlış olduğu görüşümü bir daha vurgulamak istiyorum. Olayların meydana gelmesinin sebebi devletimizin ve hukuk sistemimizin aczi ve sistemin bozukluğu değildir. Yetersiz ve yeteneksiz kadroların cezaevlerinde görevlendirilmesidir. Adam gibi adamların yokluğundandır. Bu sistemde , bu yönetmelikler ve kurallarla devletin gücü en iyi şekilde gösterilebilirdi. Gösterildi de. Bu cezaevleri yeni inşa edilmedi . İlk defa cezaevlerimize sanık ve suçlular getirilmiyor. Biz bu sistemle yıllarca hukukumuzu tatbik ettik. Bu derece acz içinde olduğumuz hiç bir dönem olmadı. Sorunun başı ve aslı personel zaafiyeti ve eğitim noksanlığıdır. Buradaki görüntünün asıl sebebi; gücünü gösteremeyen, yetkisini kullanamayan, basiretsiz ve cesaretsiz cezaevi yöneticileridir.

Binlerce yıllık köklü gelenekler üzerine inşa edilmiş devletimiz güçlüdür. Hiç kimse, hiç bir örgüt veya kuruluş devletten daha güçlü olamaz. Olmamalıdır. Fakat bugün devletimiz örgütler karşısında güçsüz durumda gösterilmiştir. Cezaevlerimiz devletin kontrolundan çıkmış ve ÖRGÜT CEZA VE TUTUKEVLERİ haline dönüşmüştür. Kanun ve kural dışı herşey buralarda yönetimin gözü önünde açıkça yapılabilmektedir.Buna ait haberler basınımız tarafından adeta dizi proğram halinde yayınlanmaktadır. Her türlü anarşi ve terör olayları buradan yönetilebilmekte, yeterince yetişmemiş militanlara buralarda akademik ve silah eğitimleri verilmektedir.

Burada mahkumlardan ziyade , onlara göz yuman, bilerek veya bilmeyerek cezaevlerini bu hale getiren yönetim başlıca sorumludur. Kanunları uygulamak yerine kanunsuzlukları destekler durumdaki sıralı yöneticilere bugüne kadar hiç hesap sorulmamıştır. Veya sorulamamıştır. Halkımız bu sorumsuzlardan hesap sorulmasını bekliyor. Üzülerek ve içi kan ağlayarak gelinen vahim durumu seyretmekle yetiniyor.

İsyan eden koğuşta ele geçen malzemeyi utancımızdan saklayacağımıza özenle bir araya toplar, gururla basını çağırır," işte biz bunları hapishanenin içinde ele geçirdik" diyerek takdir bekleriz. Gülelim ağlanacak halimize. Girmemize ramak kaldığımız avrupalı komşularımız bunları gördüğü zaman gülüyor halimize....

-Kim bunlar ?

-Kim bunları bu sorumlu mevkilere getirdi ?

-Görevini bilmeyen, yetkilerini kullanmaktan aciz, asli sorumluluklarını yerine getiremeyen bu yönetim kadrolarını kimler atadı?

-Hangi hak ve selahiyetle bu insanlar hala ayni görevlerinde tutuluyorlar ?

-Bu memlekette nice yetişmiş beyinler," merkez valisi, merkez emniyet müdürü, APK Uzmanı" gibi uydurma isimlerle boş oturup hizmet beklerken bu millet bu yeteneksiz kadroları beslemeye mecburmu ?

Birkaç gün önce Ulaştırma Bakanı Prof.Dr.Enis Öksüz'ün talimatıyla polis Sivil Havacılık Genel Müdürü Beyefendiyi 50000 dolar rüşvet alırkan suç üstü yakaladı. Tutuklanan genel müdürün bürosunda yapılan aramada daha pek çok rüşvet olayının belgeleri çıktı. Balık baştan kokar. Genel Müdür, bunu bu kadar açık ve serbestçe yaptığına göre kimbilir aşağısı ne yapıyor.

Kızılay, Türk Hava Kurumu, anlı şanlı devlet ve özel sektör bankalarımız, Turban gibi en büyük turizm kuruluşumuz ve daha nice kuruluşun sayın yöneticileri, batırdıkları kuruluşları için bugün yargı önündeler. Yani hep yönetim , yönetici ve insan hatası.

Suçluya hesap sormayan ve ona ceza veremeyen bir ülkede adalet tesis edilemez. Adaleti tesis edemeyen devlet, devlet olma vasfını muhafaza edemez. Atamız Osmanlı Devletinin 3 kıt'ada, 24 milyon km.kare topraklarda, 600 sene süren hakimiyetinin tek özelliği; her hal ve şartta adaleti mutlaka uygulaması olmuştur.

Devletimizin birinci ve temel görevi; devletin gücünü yeniden tesis etmek ve bunu dosta-düşmana göstermektir. Suçluya kendini saydıramayan devlet; normal yurttaşına hiç saydıramaz. Avrupalı olmak gayret gösteren sayın büyüklerimize duyurulur.

Lütfen gücünüzü bilin ve kullanın. 
KENDİ MİLLETİNİN SAYMADIĞI BİR DEVLETİ BİLİN Kİ BAŞKALARI HİÇ SAYMAZ VE DİKKATE ALMAZ.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
2 Şubat 2000 Çarşamba

BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=12

***

Cumhurbaşkanlığı Seçimi.,

Cumhurbaşkanlığı Seçimi.,


Dr. Tahir Tamer Kumkale,
31 Ocak 2000 Pazartesi 

Cumhurbaşkanımız büyük devlet adamı Süleyman DEMİREL bugün tam 76 yaşındadır. Mayıs ayında yasal süresi dolmaktadır. Bu tarihte yeni Cumhurbaşkanı için seçim yapılacaktır.

Allah sağlıklı ve uzun ömürler versin. Sayın Demirel; 38 yaşında genç bir bürokrat iken yeni kurulan Adalet Partisi'ne girdi. 1964 yılında 40 yaşında iken partinin başına geçti. Siyaset alanında çok yeni ve tecrübesiz olmasına rağmen 41 yaşında ve fevkalade kritik günlerde başbakanlık koltuğuna oturdu.

1965-1971 yıllarında bu genç ve tecrübesiz politikacının önderliğinde ülkemiz; çok istikrarlı ve daima yükselen bir kalkınma hamlesi sergiledi. Demirel ; başbakan olduğunda öğrenci idim. Gençliğim, orta yaşım ve emekliliğim SÜLEYMAN DEMİREL'in iktidar, muhalefet ve Cumhurbaşkanlığı ile geçti. Gözümüzü açtık O'nu gördük. Büyüdük ve hala O'nunla yaşıyoruz. Görünen manzara odur ki daha birkaç yıl yine O'nunla yaşayacağız. Bizim neslimizin değişmez kaderi ve yazısı bu.

Sayın Demirel'in bilgisine, görgüsüne, devlet tecrübesine erişmek ve bu konuda olumsuz bir söz söylemek mümkün değil. Bu bakımdan herkezden tam puan alır. Fakat kendisine tam puan veremediğimiz hususlarda mevcuttur. Tam puan vermediğimiz hususlar bu yetenekleri ile ilgili değildir. Neden hala bu memlekette kendisine ihtiyaç duyulmasıdır. Sayın DEMİREL; kırk yaşında partisini iktidara taşımış, başbakan olmuş, bu görevi de büyük bir başarıyla yerine getirmiş bir devlet adamı olarak kendisinden sonra gelen gençlere neden fırsat tanımamıştır. Daima en iyi kendisinin bu ülkeye hizmet edebileceğini göstererek yükselme yolundakilerin önünü tıkamıştır. Nerededir 2000'li yılların dünyasına yön vereceği varsayılan Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve üst düzey yönetici adayları.?

Demokrasi ve buna dayanan Cumhuriyet rejimleri şahıslarla kaim değildir. Sistemler ve kurallar rejimidir. Şahısların hakimiyeti kırallık ve dikta rejimlerinde görülür. Demokrasileri belirli şahıslarla yürütmeye çalışmak gerçekçi değildir ve sistemin tabiatına aykırıdır. Bugün burada hala ayni şahısların vazgeçilmezliği tartışılıyorsa sistemde önemli arızaların olduğunu varsaymak gerekir.

Evet, bugün yürürlükte bulunan anayasamıza göre cumhur başkanları yedi yıllık süre ile ancak bir kere seçilebiliyorlar. Sayın Demirel'in bir kere daha seçilebilmesi için anayasanın değişmesi gerekir. Bunun için T.B.M.M. üye tam sayısının üçte ikisinin evet oyu gerekiyor.

Şimdi; sayın Cumhurbaşkanımızın çağdaşı olan ve 1957 yılında CHP milletvekili olarak başladığı siyasi hayatına bugün başbakan olarak devam eden ve yıllarca en büyük muhalifi olduğunu bildiğimiz Sayın Bülent ECEVİT'in önderliğinde " Sayın Demirel'i Yeniden Cumhurbaşkanı Seçme" kampanyası başlatıldı.
"Bu ülkeyi ancak Demirel yönetebilir. Başkasının seçilmesi ülkemiz için felaket olur." gibi ifadeler basınımızda sık sık görülmeye başlandı.

Sayın Başbakanımız haklıdır. Söyledikleri doğrudur. Bugün sadece ülkemizde değil, dünyada sayın Demirel'den daha tecrübeli ve yetenekli bir politikacı yoktur. Fakat bize göre artık bu bilgi ve tecrübesini yönetimde kullanmasının değil, yeni nesillere aktarmasının zamanı gelmiştir. Arkadan gelecek gençler nasıl yetişecekler.? Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmak için 30-40 yıl bekleyecekler mi? Sayın Demirel 41 yaşında başbakan olduğu zaman bugün kendisinin oturduğu makamlar kendi önünü açmasalardı ve kendisine bu şansı vermeselerdi bugünkü tecrübesine erişebilir miydi.?

1965'lerin genç ve tecrübesiz başbakanı Süleyman Demirel ilk beş yılında adeta yönetim harikası gerçekleştirmişti. Atatürk 39 yaşında T.M.M.M. Başkanı, 40 yaşında Başkomutan, 42 yaşında Cumhurbaşkanı olmuştu.

- Bu ülkede yeni Demireller artık yetişmiyor mu ?
- Bu ülkenin okullarından artık adam çıkmıyor mu ?
- Yoksa yetişiyor da kendilerine imkan mı verilmiyor.?

Eğer yoksa ve yetişemiyorsa sistemde arıza var demektir. Eğer sistem iyi çalışıyorsa , bu ülkenin yetişmiş genç beyinleri neredeler ? Göreve talip değiller mi ? Yoksa görev verildi de görevden mi kaçtılar ? Gençlerin önü ne zaman ve nasıl açılacaktır.? Gençlere ne zaman güvenilecektir.?

Kanaatimce; millete güvenmek ve bu milletin içinde var olduğu bilinen değerleri destekleyerek , önemli görevleri üstlenmesinden korkmamak gerekir. Bu milletin içinden daha nice Demirel'ler, Ecevit'ler çıkacaktır. Ülkemizde nice yetişmiş beyin, kendilerine fırsat tanınmasını bekliyor.

Korkmayın verin fırsatı. Allah hepinize uzun ömürler versin. Ama bilinki; bu gençler yine sizi sayarlar ve engin tecrübenizden yararlanmak için sizi baştacı ederler.

Eğer kendinizi vazgeçilmez kabul edip yerinizi liyakatlı gençlere bırakmazsanız; ve yönetici olmakta israr ederseniz; engin tecrübelerinizi sizden sonra gelen nesillere anlatacak ve bilgi birikiminizi kağıda döküp gelecek kuşaklara aktaracak zamanı bulamayabilirsiniz. Sizin bilgi ve tecrübenize bu ülke insanının ihtiyacı vardır. Bunu kendinizle beraber götürmek lüksüne sahip değilsiniz. Günlük yoğun çalışma şartları içinde bunu yapabilmeniz ise imkansızdır. Bunun için;

- LÜTFEN ARTIK ÇEKİLİN VE GENÇLERİN ÖNÜNÜ AÇIN.

..Koltuğa bu kadar yapışmanızın ve vazgeçilmez olduğunuzu düşünmenizin millete hizmet aşkından kaynaklandığını hepimiz biliyoruz.

- Sizler büyüksünüz. Büyüklüğünüzü sıranın artık başkalarında olduğunu görerek daha iyi sergileyebilirsiniz.

- Bu ülkenin siz olmadan da büyüyecek ve güçlenecek bir olgunluğa eriştiğini lütfen kabul edin ve gereğini yapın.

- Bunu yapın ki, bu millet vatanın her köşesine birer heykelinizi dikerek sizi ölümsüzleştir sin ve tarihteki şanlı yerinize oturtsun.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
31 Ocak 2000 Pazartesi

BİLDİRİ-YORUM

2000-2012 | 
Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=11


***

Evrim, Mutasyon ve Korona-19

Evrim, Mutasyon ve Korona-19

Şimdi uzman kahveleri mi var? 
Programcı “ Her zamanki uzmanları getirin ” mi diyor? 
Virüs için iyi, insanlık için kötü bir yanlış kopya. 
Avantajlı yanlış kopya sonsuz çoğalıyor. 
SARS ve MERS çoğalamıyor. 
Bu yüzden siz artık sadece Covid-19’u konuşuyorsunuz.


Prof Dr İskender ÖKSÜZ, 

28 Mart 2020

Korona virüsünün asıl mekânı yarasalarmış, onun için yakında insanları bırakıp yarasalara geri dönmesi beklenirmiş.
Korona virüsü mutasyon geçirip ortadan kaybolacakmış.
Korona virüsü soğana gider, bizi bırakırmış.
Bunların söylenebildiğine inanmak zor ama TV’lerdeki “uzmanlar”dan hepsini kendi kulaklarımla işitiyorum.  Yeşilçam’ın seri film ürettiği günlerde figüran kahveleri vardı. Filme figüran gerektiğinde bu kahvelerden birine gidilir, “sen, sen, sen…” diye on- yirmi adam seçilip sete getirilir ve sahneye yerleştirilirdi. Ücret belliydi; piyasası vardı bunun. Şimdi uzman kahveleri mi var? Programcı “Her zamanki uzmanları getirin” mi diyor?
Hani binlerce teoriden biri olan evrim var ya… Tıpkı binlerce teoriden biri olan yerçekimi, dünyanın güneşin etrafında döndüğü, hastalıkları mikroplar ve virüslerin yaptığı teorileri gibi. İşte o evrimi anlamadan virüsün nerden gelip nereye gittiğini anlayamazsınız.
Bir kere virüsü tek bir adammış, düşünüp taşınıp karar verirmiş gibi düşünmeyin. Milyarlarca değil, trilyonlarca değil ancak on üstü bilmem kaç diye sayabileceğimiz miktarda virüsle mücadele ediyoruz. Bu illetin ne aklı var, ne de hissi. Birbirleriyle iletişimi de yok. Tek derdi, içindeki RNA molekülünü kopyalamak. Derdi de yok aslında. Molekül malzeme bulunca bunu zaten yapıyor. Tıpkı suyun aşağı akması, dumanın yukarı çıkması gibi.
Evrim tekâmül falan değildir. Evrim bir hayvanın, bitkinin, virüsün, “hadi şöyle yapalım, daha iyi olur” kararı da değildir.

Evrim ne?

Bakın evrim nedir:
Bütün canlıların içinde, kendi kopyalarının yapılmasını sağlayan şablon molekülleri var. Bu yoksa canlı değildir zaten. Bu moleküller bir binanın inşaat planı, bir otomobilin teknik çizimi gibidir. Bu molekül gelişmiş canlılarda DNA. Şu andaki virüsümüz canlının en basitlerinden biri, onun ne hücresi var, ne de DNA’sı, bir kılıf ve şablon görevini gören RNA ile idare ediyor.
Canlıların işi bu: Kendi kopyasını yapmak. Mutasyon ne? Mutasyon, bu kopya yapılırken bazen yanlışlık olması. Yani kopya çekilirken sanki bazı harfler, bazı kelimeler yanlış yazılıyor. RNA içindeki bir sürü talimattan biri aslından değişik kopyalanıyor.  İçinde yanlış RNA ile hayata gözünü açan virüs çoğu zaman yaşayamıyor, ölü doğuyor. (Gözü olmadığı için onu hayata açması da mümkün değil ama siz anladınız dediğimi. ) Fakat pek ender de olsa, bazen yanlış kopya, aslından daha avantajlı bir yavru yaratıyor. Mesela sadece yarasaya tıkılıp kalmış bir korona virüsü ahalisinden, insanda da yaşayabilen yeni bir virüs çıkıyor. Bu avantaj işte. Düşünsenize dünyada kaç adet veya kaç kilo yarasa var; buna karşılık kaç adet insan ve kaç kilo insan var. Virüs için kilo daha önemli. O birey sayısını pek önemsemez.

Korona virüsler hep vardı

Bir başka mutasyon, yanlış kopya da şöyle: SARS, MERS diye bildiğimiz korona virüsleri bulaştıkları insanları hemen hasta ediyor ve önemli kısmını öldürüyordu. Bu virüs için iyi bir şey değil. Beslendiğiniz kaynağı öldürürseniz, hem siz aç kalırsınız, hem de çocuklarınız başkalarına bulaşamadan hayata veda eder. İnsanı hemen hasta etmek de aleyhinize. Hasta yatar, evde kalır ve başkalarına bulaşamazsınız. İşte bu sebeplerden SARS ve MERS ciddî salgın olamadı.
Evet ya. Korona virüsleri yeni değil.
Korona virüsü bunları düşünmüyor tabi. Fakat bir sürü kopyasını yaparken ve bunlardan bir kısmı da yanlış kopyalanırken bir hatalı kopya, insanı hemen hasta etmeyip bir hafta sonra öksürtüp tıksırtan tip oluveriyor. Hasta ettiklerinin de pek azını öldürüyor. O zaman ne olur? O zaman bu yeni, geç hasta edip az öldüren virüs bütün dünyaya yayılır. Pandemi olur. Covid-19 tam da bu işte. Virüs için iyi, insanlık için kötü bir yanlış kopya.
Avantajlı yanlış kopya sonsuz çoğalıyor. SARS ve MERS çoğalamıyor. 
Bu yüzden siz artık sadece Covid-19’u konuşuyorsunuz.

Evrim bu işte

Şimdi virüsün “ Mutasyona uğrayıp ortadan kalkması” mümkün mü? Kendini öldüren bir mutasyon olursa, O mutasyon ölür işte. Çoğalmaz ki.
Evrimin Mekanizması da budur. Darwin’in keşfettiği de budur. DNA, RNA izahları hâriç; çünkü Darwin bu şablon molekülleri bilmiyordu. Bilim birbirinden kopuk “teori”lerden ibaret değildir. Darwin olup biteni keşfetti, daha sonra gelen bilim adamları mekanizmanın moleküllerini buldu.
Henüz bilim zihniyeti dediğimiz memetik mutasyonu geçirmemiş insanlar da buna “binlece teoriden biri” dedi. Bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya eşit olduğunu bilenler dünyaya hâkim, “Bunu bilmek dünyada da ahrette de neye yarar? Öbür tarafta size bunları mı soracaklar?” diyenle de onların mahkûmu oldular.
***

Covid-19, atom bombası ve galaksiler

Covid-19, atom bombası ve galaksiler

Birbirine hiç benzemeyen birçok olay aynı matematiğe uyar. Mücadele fena gitmiyor. Sağlık Bakanı’nın kriz yönetimi de başarılı.
19 Mart 2020
İskender Öksüz



Birbirine hiç benzemeyen birçok olay aynı matematiğe uyar. Tabiat bilimciler bunun farkındadır. Şimdi size atom bombasının nasıl patladığını, nükleer reaktörlerin niçin patlamadığını anlatacağım. Bundan, Korona Virüsü salgınının nasıl ilerlediğini göreceksiniz.
En eski çekirdek yakıtını alalım. Uranyum 235’i izotopunu. Bu tabiatta Uranyum madeni içinde bulunuyor. Uranyum madenindeki bu izotopu madendeki diğerlerinden ayırıp zenginleştirirseniz… Yani çokça 235’i bir araya getirirseniz, ne olur? Bomba olur.
Atom bombasının sırrı
U 235 durduğu yerde parçalanıp nötron salıyor. İşte bu nötronları korona virüsü gibi düşünebilirsiniz. Eğer bir nötron komşu U 235 çekirdeklerinden birine çarparsa o da parçalanıp nötron salıyor. Nötron alan her çekirdek üç nötron salıyor.  Hesaplayın bakalım. Parçalanan çekirdekten çıkan her üç nötron bir çekirdek bulursa parçalanan çekirdek sayısı nasıl artar: 1- 3- 9- 27… Kısa keseyim: Onuncu adımda 59 000, on beşinci adımda 14 milyon, 20’de üç milyarı aşıyoruz. Kendiniz de yapabilirsiniz. Her sonucu üçle çarpıp devam edin.
Ne oldu? Patladı. Bomba oldu.
Patlamaması için ne yapacağız? Parçalanan çekirdeklerin komşu sayısını azaltacağız. Yani U 235’lerin arasını açacağız, birbirinden uzaklaştıracağız. Öyle ki bazı nötronlar, çarpacak komşu bulamadan ortamı terk etsin.
Şöyle de alabiliriz. Parçalanan çekirdek üç veya iki komşusunu daha parçalıyorsa bomba olur. Ancak bir komşusunu parçalıyorsa, reaksiyon devam eder ama patlamaz. Her parçalanan ortalamada birden az komşuya çarpıyor, diğerleri çarpmadan boşa gidiyorsa reaksiyon söner.

Komşuları uzaklaştırmak- sosyal mesafe

Her parçalanan çekirdeğin ortalamada kaç komşu çekirdeğin içine girip onu da parçalayacağını belirten sayıya R diyelim. (Denmez ama biz öyle diyelim.) Eğer R birden büyükse bomba oluyor. Küçükse sönüyor. Nükleer mühendislikte patlama haline “kritik üstü” (süper kritik), sönme haline “kritik altı” (sub kritik), patlamadan devam etmeye, yani nükleer reaktör gibi davranma haline “kritik” deniyor.
Şimdi gelelim Korona Virüsü Covid-19’a. Virüslü bir hastanın kaç komşusuna virüs bulaştırma ihtimali vardır? Bombada değil de virüsteki bu sayıya R0 deniyor. Ve matematik tıpa tıp aynı. Covid-19’da, hiçbir tedbir alınmazsa bu sayı 2 ila 4 arasında. Hastalık henüz çok yeni, tam değerini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz şu, bulaştırma sayısını 2-4 arasında tutarsak, hastalık toplumda patlıyor. Bu sayıyı 1’in altına indirebilirsek sönüyor.
Az önceki 1-3-9-27 gidişini hatırlayın… Salgın nasıl durdurulur? Bombanın patlaması nasıl önlenirse öyle. Kritik üstünden kritik altına inerek… Komşu sayısını azaltarak. Buna bu sefer sosyal mesafe dedik.

Zamanın içine bakmak

Ancak salgında bir başka olgu var. O da yine başka bir bilimdeki bir kavrama benziyor. Astrofizikteki… Bilimlerin en eskisi astronomi. Ona biraz fizik karıştırırsanız astrofizik olur.
Işık hızı çok yüksektir ama sonsuz değildir. Dolayısıyla evrenin uzak köşelerine baktığımız zaman gözlediğimiz galaksiler, yıldızlar, patlamalar, şu anda değil, eskiden meydana gelmiş olaylardır. Işığın bir yılda aldığı yola bir ışık yılı diyoruz ki bu bizim bildiğimiz uzaklık birimleri cinsinden çok büyük bir rakam. 9,5 trilyon kilometre. En yakın galaksi 25 000 ışık yılı mesafede.
Niyetim dikkatinizi mesafelere değil zamana çekmek. Teleskobumuzu en yakın galaksiye çevirdiğimiz zaman onun şu andaki halini değil, 25 000 yıl önce gönderdiği ışığı, yani 25 000 yıl önceki hâlini görüyoruz. O ışık yola çıktığında biz henüz mağaralardan çıkmamıştık.

Bugünü değil bir hafta öncesini görüyorsunuz

Virüsle ilgisi ne? Şu ilgisi var. Virüsün bulaşması ile hastalığın ilk belirtilerinin görülmesi arasında ortalama 5 gün var. İlk belirtiler pek hafif olabilir. Onun için bulaşma ile teşhis arası 7 gün gibi. Yani biz, bugünkü hastalara baktığımızda aslında 7 gün önceyi görüyoruz. Bu ne demek? Şimdi hasta olduğunu bildiğimiz insanlar, 7 gün önce aramızdaydı, gayet sağlıklı görünüyor, öksürmeden, tıksırmadan dolaşıyordu. Fakat hastaydılar ve bulaştırıyorlardı.
Bu bir şey daha demek: Şu komşu sayısını azaltmak için aldığımız önlemler var ya. Hani sosyal mesafe, evden mecbur değilsek çıkmamak, okulların tatil edilmesi ve diğerleri. Bütün bunları yaptık ama hasta sayısı hızla artıyor… demeyin. Alınan önlemlerin sonuçlarını ancak yedi ila on gün sonra görmeğe başlayacaksınız. Şimdi değil. Bu yazıyı Cuma günü okuyorsunuz. Geçen Cuma okullar henüz tatil değildi ve cemaat Cuma’ya gidiyordu!
Birçok hatamız var. Karantinadaki insanları bir arada yemekhaneye toplamak gibi. Fakat genelde mücadele fena gitmiyor. Sağlık Bakanı’nın kriz yönetimi de başarılı.
***

ARAP BAHARI VE TÜRKİYE

ARAP BAHARI VE TÜRKİYE BÖLÜM 1






Prof. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 

Hazırlayan: 
Can ZENGİN 
Arap Baharı ve Türkiye 1 


BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı, BÜTAT (Boğaziçi Türk Araştırmaları Topluluğu) temsilcisi öğrencilerle gerçekleştirdiği söyleşisinde Arap Baharı ve Fırat Kalkanı Harekatı ışığında bölgesel ve küresel gelişmeleri değerlendirdi. 


“Arap Baharı” ne ifade etmektedir? Sonuçlarını Nasıl yorumluyorsunuz? 

Öncelikle, Arap Baharı’nın temel argümanının Amerika Birleşik Devletleri’nin hazırlamış olduğu ‘Büyük/Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’ planı olduğunu düşünüyorum. Aslında projenin kapsamı demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, serbest piyasa ekonomisi gibi Batı değerlerinin bu coğrafyada yaygınlaşmasıydı. Bu sayede, kendisinin daha kolay işbirliği yapabileceği daha entegre bir ortam hazırlamak istemiştir. Büyük / Genişletilmiş Orta Doğu Projesi’nin temeli Arap Baharı vasıtasıyla İslam dünyasını Batılılarla iletişime geçirmek, gerçekleşecek yakın etkileşimlerle kendisine müttefik yapacak ve kendisine zarar vermeyecek bir atmosfer sağlamaktı. Bölgedeki halkların da demokrasi, özgürlük, serbest piyasa ekonomisi, gelir dağılımında adalet, hukukun üstünlüğü gibi taleplerinin olduğunu da kabul ettiğimiz zaman karşılıklı çıkar uyumu ortamı oluştu. Amerikan’ın dış politikasında kutsal olarak gördüğü ‘kendi değerlerini yaymak’ misyonu bölgedeki gerçeklerle örtüşünce nihayetinde bir etki oluşturdu ve çeşitli ülkelerde ayaklanmalar başladı. Ancak, ABD’nin bu coğrafyadaki otoriter yönetimlere karşı olan faaliyetlerinden rahatsız olan Rusya, Çin, İran gibi ülkelerin olduğunu da unutmamalıyız. Son dönemde adından sıkça söz edilen ‘Şanhay İşbirliği Örgütü’nün temel felsefesinin Amerikan hegemonyası na karşı çıkarak tek hegemon güç olmasını sınırlamaya çalışan bir yapı olduğunu görebiliriz. 

Gelişmeler başlangıçta batıyla iyi ilişkiler çerçevesine oturtulmak üzerine gelişse de Orta Doğu’da öngörülemeyen faktörlerin oluşması ve bölgenin toplumsal, sosyal ve siyasal dokusunun farklı gelişmeler göstermesiyle Büyük/Genişletilmiş Orta Doğu Projesi aksamaya başladı. Ilımlı İslam konsepti dâhilinde iktidara gelen ‘Müslüman Kardeşler’in fırsattan istifade ederek etki alanını artırması ve içerisindeki bazı aşırı grupların varlığının etkili olabileceğinin görülmesi planın aksamasındaki temel sebeptir. Türkiye ise bir yandan Batı bloku içinde yer alarak diğer yandan da Müslüman bir ülke olarak bölge ülkelerine her ikisinin de beraber yaşanabileceği ortamı sunarak büyük saygınlık kazanmıştır. Ancak bu dönemde bölge ülkeleri arasında rol model olan Türkiye’nin de nüfuz kazanması ve Orta Doğu coğrafyasında küresel güçlerin çıkarlarıyla kendi çıkarlarının 
uyumlu olması gerektiği mesajları bazı kesimlerde rahatsızlık uyandırmıştır. 

ABD Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını analiz ettiğimizde 2 noktada istenmeyen sonuçların ortaya çıktığı dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki bölge dışından bir gücün Orta Doğu’da hâkimiyet sağlaması ikincisi ise bölgeden çıkacak bir gücün kendi etki alanını oluşturmasıdır. Nihayetinde eylem ve söylemleri dikkate aldığımızda bu noktada Arap Baharı’nın artık tersine döndüğünü ve sorgulanmaya başladığını gözlemlemekteyiz. Özellikle Libya’da ABD Konsolosluğu’nun basılması, Amerikalı diplomatlara bölgede Müslüman Kardeşler, Türkiye ve Hamas’ın bir aktör olduğunu hatırlatmıştır. 

Çıkarlarına ulaşmak amacıyla başlangıçta İdealist yaklaşımı benimseyen Amerika’nın Realist yaklaşıma dönmesine neden olmuştur. 

Tunus, Mısır gibi Orta Doğu’daki bazı ülkelerde rejim değişiklikleri olmasına rağmen sizce Esed yönetimi ayakta kalmayı nasıl başardı? 

3 önemli etkenin Suriye’de işlerin ters gitmesine neden olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi Arap Baharı’nın tersine dönerek artık Batı’nın en baştaki şekilde istediği gibi gelişmemesidir. Arap Baharı gerçekleşirken Türkiye’nin bölgede nüfuzunu geliştirmiş olması, Müslüman Kardeşler’in giderek etkinliğini artırması ve radikalleşmesi Arap Baharı içinde istenmeyen durumlardandı. 
Amerika ve Suudi Arabistan’ın birlikte destek verdiği Mısır’da Müslüman Kardeşleryönelik darbe girişimi de bunun sonuçlarındandır. Türkiye’de Gezi olayları, çözüm sürecinin tıkanması gibi meseleler de bu dönemlerde gerçekleşmektedir. İkinci neden ise Suriye’de artan Şii temelli İran nüfuzudur. Nusayri kökenli Esed hükümetine hem sahada hem de diplomatik destek 
veren, körfez ülkelerinde etkisini artıran İran, Batı dünyasının Suriye’deki çıkarlarına ters düşmektedir. 

Üçüncü neden ise küresel düzeyde çıkar çatışmasının yarattığı etkendir. BM çatısı altında Rusya ve Çin’in vetoları ve Suriye rejimine desteği, Rusya’nın direk sahada oyuncu olarak aktörlerin arasında yer alması Batı ile çatışan çıkarladır. Dolayısıyla Arap Baharı’nın tersine dönmesi ve bölgesel/küresel aktörlerin rekabeti nedeniyle Suriye krizi sadece Suriye’yi ilgilendirmemiş; 
2017’ye geldiğimiz bugünlerde henüz sonuç alınamamıştır. DAEŞ’te, bu karmaşa da beslenen bir yapı olarak karşımıza çıkmıştır. Bu belirsizliklerin yarattığı nihai sonuç ise Esed rejiminin ayakta kalmasına ve Suriye’nin daha da karmaşık bir hale gelmesine neden olmuştur. 

Batı-Doğu rekabeti çerçevesinde Türkiye’nin pozisyonunu nasıl görmektesiniz? 

Türkiye’nin iç ve dış siyaseti bağlamında uzun yıllardır bir dengeleme politikası yürüttüğü; yeri geldiğinde ABD, yeri geldiğinde Rusya ile yakınlaştığı gözlemlenmiştir. Dış politikadaki bu esneklik ülkeler için hayati önem taşır. Aslında tarihsel sürece bakıldığında, Batı hayranlığından ziyade çıkarlarımızın uyumlu olmasından dolayı Batı bloğunda yer aldığımız, Doğu bloku ile interaktif 
bir ilişki geliştiremediğimiz görülmektedir. Bunun temel nedeni özellikle Soğuk Savaş yıllarında yaşanan güvenlik sorunudur. İki kutuplu dünya son bulduktan sonra, özellikle SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanmasıyla Türk-Rus ilişkilerinin bölgeye yönelik önce rekabet, ardından rekabet ve işbirliği, son dönemde ise sadece işbirliği ortamına girdiği görülmüştür. Rusya’yla ilişkiler işbirliği sürecinde iken son dönemde 
Suriye meselesinde ters politikalar ve yaşanan uçak düşürme krizi Türkiye’nin bölgede yalnızlaşmasına neden olmuştur. Son dönemde krizin aşılması ve ilişkilerin normalleşmesi süreciyle Türkiye, dış politikadaki esnekliğini geri kazanmaktadır. 

Bunun dışında bugün Batı dünyasının evrensel değerler temel alındığında ileri medeniyetler arasında olduğu ve hala daha cezbediciliğinin azalmadığı da bir gerçektir. Burada karar vermemiz gereken konu hangi tarafta yer alacağımızın ve ne derecede bu kampın içinde yer almamız gerektiğidir. 

Bunun cevabı Türkiye’nin çıkarlarının kısa ve uzun vadede nasıl karşılanacağında gizlidir. Uzun süredir Batı kampında yer aldığımız için Avrupa Birliği, NATO, Batılı değerler ile daha hızlı uyum sağlanabileceği ve AB üyeliği vasıtasıyla daha çok fayda sağlanabileceği düşünülebilir. Ancak tamamıyla bu sistemin parçası olamayacağımız, Batılı ülkeler ile çıkarlarımızın çatıştığı durumlarda da alternatif olan Şanhay İşbirliği Örgütü ile etkileşimimizi artırarak denge ve esnekliğimizi 
sağlayabilir, optimal çıkarları elde edebilecek işbirliği ve istikrara dayalı politikalar yürütebiliriz. 

Orta Doğu’nun etnik ve mezhepsel çözülme süreci bağlamında Türkiye’nin de uzun zamandır devam eden bir PKK sorunu olduğu düşünülürse, ABD ve Rusya’nın bölgedeki varlığının uzun vadede Türkiye’nin yaşadığı etnik temelli soruna etkisi ne olabilir? 

Türkiye’nin de karşılaştığı etnik temelli sorun açısından öncelikle aktörlerin bölgede ne beklediğini göz önünde bulundurmalıyız. Batılılar açısından bakacak olursak, Arap Baharı istenen sonucu vermemiştir. Küreselleşmenin de etkisiyle dünyada iki yönlü gelişen bir eğilim mevcuttur ve ulus devletlerin geçirdiği dönüşümü Avrupa’ya bakarak anlayabiliriz. Yugoslavya gibi parçalanma 
görülebilirken aynı zamanda AB gibi bir bütünleşme süreci de gözlemlenmekte dir. Bu deneyimden istifade ederek, Batı dünyasının genel itibarıyla Orta Doğu’da etkinliğini devam ettirmek için parçalı yapılar olmasını istediği ve bu parçalı yapıları birbirlerine karşı kullanarak bölgeden çıkacak bir gücün ihtimalini azalttığı bilinmektedir. Mevcut haritaların kısa sürede değişmeyeceği 
gerçeğinden ötürü devlet olarak kalsa dahi parçalanmış küçük yapılar kısa vadede batının en önemli çıkarı olabilecektir. Uzun vadede ise İsrail benzeri güçlü müttefiklerin olması batı dünyasının elini kuvvetlendirecektir. 

Bu tarzda şekillenen Orta Doğu ise Türkiye’nin ulus devlet anlayışı ve çıkarlarına ise ters düşmektedir. Suriye’de ki çatışmanın karmaşıklaşmasına neden olan genel politikaların örtüşmemesiyle beraber PKK’nın Suriye kolu olan PYD terör örgütünün Kürt koridoru oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye için hayati önem arz eden bu konuda ilk aşamada akıllı bir hareketle bölgeye müdahalede bulunmamış; ABD ise buna karşılık koz olarak PYD’yi desteklemiştir. Rusya ise Suriye’nin bütünlüğünden yana olmaktadır. Dolayısıyla, günlük hayatta arkadaşlarımızla fikirlerimiz uyuşmadığı zaman diğer arkadaşlarımızla o konuda 
etkileşime geçtiğimiz gibi Türkiye olarak politikalarımızın uyuşmadığı durumlarda diğer blok ile etkileşime geçerek esneklik sağlayabiliriz. Rusya veya Esed yönetimi ile yakınlaşma süreciyle PYD’nin bölgedeki etkisini azaltabiliriz. Ancak bunu da yaparken Rusya ile aynı tarafta yer alan İran’ın Orta Doğu’da Şii temelli politikalarına dikkat etmeli, bölge ülkelerinde nüfuzunu artırmasını da batılı devletlerin yardımıyla kontrol edebiliriz. Orta Doğu’da çözümün Türkiye olmadan, Türkiye’nin ise Orta Doğu’yu göz ardı ederek düşünülmesi hayal ürünüdür. Bölgenin dinamikleri her iki tarafı da doğrudan etkilemekte olduğundan işbirliği ve uzlaşmaya yönelik siyaset istikrar getirecektir. 

Bu noktada temel alınması gereken ilke; gücünün sınırlarını bilen, bölgesel ve 
küresel aktörlerle etkin iletişimde olarak hem iç hem dış politikada optimal sonuçları elde etmeye odaklanan rasyonel politikaların uygulanması olmalıdır. 

Fırat Kalkanı Harekâtı’nın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Normal şartlarda kısa vadeli planlar her zaman cezbedicidir. Ancak stratejik planlamalarda kısa, orta ve uzun vadeli planlar değerlendirilmelidir. Suriye’de olaylar gelişmeye başladığında iktidarın uzun süre dayanamayacağı ve çatışmaların küresel rekabete dönüşeceği kısa vadede öngörülemedi. 
Bugün Türkiye için en kötü senaryo Suriye’nin parçalanarak istikrarsızlaşması ve kuzeyde bir Kürt koridorunun devletleşme sürecine girmesidir. Bu koridorun oluşmasına engel olmak için ara bölgelerde Türkiye’ye yakın unsurların hâkimiyet sağlaması en akılcı çözüm olacaktır. Eğit-donat politikası vasıtasıyla Cerablus-Afrin arasındaki Özgür Suriye Ordusu varlığının sağlanması bunun 
ilk örneğidir. 

ÖSO’nun ilk safhalarda başarısız gibi görünmesi ABD tarafından yeterince destek görmemesidir. Yeterli destek geldiği zaman başarılı sonuç alınmaya başlanmıştır. Ancak, bugüne kadar Cerablus-Afrin arasında uygulanan stratejiyi koridorun diğer bölgelerinde henüz uygulayamadık. Türkiye’nin mücadelesinin PKK ve PYD terör örgütleri ile olduğu net bir şekilde ortaya koyularak; Kobani, Tel Abyad, Haseke, Sincar bölgelerindeki Kürt varlığının düşmanımız değil 
kardeşimiz oldukları imajı sağlanmalıdır. Büyük resmi görerek ve oyunun içinde aktif katılımcı olarak bu koridorun aralarında tampon bölgeler oluşturabiliriz. Dış politika ve güvenlik anlamında esneklik ve stratejik planlamanın geliştirilmesi hem Türkiye’nin uluslararası prestijini artabilecek hem de iç politikasına olumlu yansıyabilecektir. 

Harekâtın devam ettiği günlerde bir diğer göz önünde bulundurmamız gereken şey ise aynı anda birden fazla terör örgütüyle mücadele etmememiz gerektiğidir. Sıklet merkezini bir noktada yoğunlaştırıp sırasıyla hedeflere ulaşılmalıdır. Ancak, Türkiye bugün kendisini bu mücadeleyi eş zamanlı olarak yürütebilecek seviyede güçlü hissetmektedir. Bana göre, Fırat Kalkanı harekâtı nın 
zamanlaması da yapılması da doğrudur. Çünkü Suriye’de bugün artık çözüme yönelik konuşmalar başlamıştır. Çözüm için masada olmak istiyorsak öncesinde aktif olarak sahada olmamız gerekmektedir. 
Kuşatmalar konusunda zorluklar yaşanılacağı söylenmesine rağmen en başından beri Cerablus, Dabık, El-Bab gibi şehirlerin DAEŞ’ten temizlenmesinin kolay olacağı kanısındaydım. Çünkü DAEŞ bünyesindeki askeri akılında yardımıyla temel olarak tutunmak isteyeceği yerler Rakka ve Musul olacaktır. Hatta Musul’dan bile çekilerek Rakka’da kuvvetlerini toparlayacağı düşünülebilir. 

DAEŞ’in bugün bir çözülme sürecinde olduğu söylenebilir. Ancak, en çok ses getiren ve toplumlarda kaosa sebep olan canlı bomba eylemlerini ne ölçüde görebiliriz? 

Öncelikle DAEŞ, kendi kontrolündeki alanda büyük tehdit altında ve Musul / Rakka’yı muhakkak güçlü bir savunmak isteyecektir. Bunu yaparken de dışarıda ilgiyi dağıtmayı hedefleyebilir. Ancak ben yeterince başarılı olabileceklerini düşünmüyorum. Çünkü temelde kendini savunmaya çalışırken dışarda eylem yapabilmek için detaylı planlamaya fırsat bulamayacaktır. Hazırlıkların 
eksik olması nedeniyle eski sıklık görülmeyecektir ki bugün çok sayıda militanın yakalanması bu planlama eksikliğindendir. Ancak her ne olursa olsun iç güvenlik anlamında zafiyet yaşamamamız, gerekli tedbirleri almamız lazım. Belirli ölçüde küçük eylemlerle büyük sonuçlar almak isteyecektir. Türkiye’nin iç dinamiklerine dokunarak Alevi/Sünni veya Türk/Kürt çatışması tetiklemeye çalışabilir. DAEŞ’in artık er ya da geç ismen gideceği kesinleşmiştir ancak güç boşluğu, devlet otoritesinin zayıflaması gibi hallerde yeniden hortlayabileceği de unutulmamalı dır. Zaten, El-Kaide de henüz tam anlamıyla yok edilmiş bir terör örgütü değildir. Farklı isimler veya farklı yerlerde aynı zihniyet ile karşımıza çıkması muhtemel olduğu için tedbirlerimizi buna göre almalıyız. 

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Türkiye açısından önemi nedir? 

Leviathan ve Nil havzalarından çıkan doğal gaz Türkiye-İsrail ve Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Kesimi ilişkilerini bir başka boyuta getirebilir. Türkiye öncelikle ülkeler arasında anlaşma olmadan araştırma yapılmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu konu çözüme ulaştırılabilirse ilk karşılaşılacak sorun ise pazara ulaşacak doğalgazın nerden geçeceği olacaktır. 
Ulaşım, boru hatları, sıvılaştırılmış gazın nakliyesi gibi maliyetli konularda çözüm arayışında önemli faktörlerdendir. 

Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanacak boru hatları planlanması halinde hem Türkiyenin yararına olacak hem de GKRY ve İsrail için maliyetler azaltılmış olacaktır. 

Bu aşamada projenin iki farklı teorinin ışığında gelişeceği düşünülebilir. Bunlardan birincisi realist yaklaşım ile enerji hatlarının çıkar çatışmasına dönüşerek bölgedeki çatışmaları ve güvensizliği daha da derinleştirebileceği ihtimalidir. Diğer bir yaklaşım ise idealist/liberal açıdan olaylara bakarak ekonomik çıkarların optimalinin bulunması vasıtasıyla işbirliğinin kuvvetleneceği dir. 
Benim görüşüm idealist bakış açısının bölgenin güvenliği açısından faydalı olacağıdır. Hatta bu sayede hem İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi hızlanır hem de bu işbirliği Kıbrıs sorununun çözümüne yardımcı olabilir. İşbirliğinin, Türkiye açısından getireceği diğer yararlar da mevcut olacaktır. Örneğin, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi noktasında Rusya’ya bağımlılığımızı azaltırken, alternatif kaynaklar yaratarak Türkiye’nin bölgede enerji merkezi (hub) olmasına olanak sağlayabilir. Türkiye, uzun vadede ise akılcı bir politika ile doğalgaz / petrol teknolojisinin daha da geliştirilerek ve işlenerek bölgede bir pazar noktası olmayı hedeflemektedir. 

Sizce, Çin Denizi ve etrafında son dönemde görülen hareketlenmeler dünyanın gündeminin ve çatışma ekseninin ileride Orta Doğu’dan Asya-Pasifik bölgesine kayabileceğinin işareti midir? 

ABD’nin son dönemde askeri gücünün belirli bir kısmını Asya-Pasifik tarafına kaydırmaya başladığını gözlemlemekteyiz. Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun da “alan dışılık” konsepti dâhilinde farklı bölgelerde faaliyet gösterdiğini biliyoruz. Bununla birlikte Güney Kore, Japonya, Avustralya gibi ülkeler de Çin’in bölgede hâkimiyetini artırmasını istememektedir. Nihayetinde ABD’nin, hem ikili anlaşmalar ve küresel ortaklıklar hem de NATO’nun vasıtasıyla Çin’i bir 
çevreleme politikası altında tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak bu aşamada temel sorun, ABD’nin bölgeye bu şekilde angaje olmasının kendisine getireceği maliyettir. 

   Eğer yaptığınız politika kendi kendini finanse edemezse belli bir süre sonra sıkıntıya sebep olur. 
Örneğin ABD’nin İran ile yaşadığı olumsuz ilişkiler döneminde Orta Doğu’da geri kalan ülkeler üzerinden yaptığı silah ticareti vasıtasıyla Orta Doğu’nun kendine getirdiği maliyeti amorti etmiştir. 

Rusya da ise durum tersine gerçekleşmekte ve Rusya’nın dışardaki varlığı diğer gelirlerden karşılanamayınca kendini tüketmektedir. Dolayısıyla güvenlik anlamında dış politika uygulamanın maliyetinin karşılanması en hassas konu olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde minimum maliyetle etkinliğini artırması için kullandığı küresel ortaklıklar; Güney Kore, Japonya gibi ülkelerin kendi savunma sanayi harcamalarını artırmasına teşvik, NATO’nun alan dışı konsepti gibi politikalarla kaynakları çeşitlendirdiği söylenebilir. Her ne kadar Asya-Pasifik’e doğru bir çatışma ekseni kayması görülse de Orta Doğu’nun doğal kaynakları, karmaşık yapısı ve tamamen çekilme halinde bölgede ABD haricinde herhangi bir gücün etkin olabilmesi ihtimali nedenlerinden dolayı Amerikalıların bir ayağının burada kalacağını da unutmamalıyız. 


***

ABD-İRAN GERİLİMİ GÖLGESİNDE HÜRMÜZ BOĞAZINDA ENERJİ GÜVENLİĞİ.

ABD-İRAN GERİLİMİ GÖLGESİNDE HÜRMÜZ  BOĞAZINDA ENERJİ GÜVENLİĞİ. 






Gülperi GÜNGÖR
Analiz No : 2020 / 1
15.01.2020

ABD-İRAN GERİLİMİ GÖLGESİNDE HÜRMÜZ BOĞAZI'NDA ENERJİ GÜVENLİĞİ 

Gülperi GÜNGÖR.

Çin, İran ve Rusya 26 -30 Aralık 2019 tarihleri arasında, Hint Okyanusunun kuzeyinde, Umman Körfezinde ortaklaşa bir deniz tatbikatı gerçekleştirdi. İran Ordusu Deniz Kuvvetleri Komutan Yardımcısı tatbikatın 17 bin km karelik bir alanda yapıldığını ve tatbikatın amacının uluslararası ticaretin güvenliğinin arttırılması, deniz korsanlığı ve terörizme karşı mücadele ve deniz arama kurtarmada tecrübe paylaşımı olduğunu ifade etti. Deniz Emniyet Kemeri adıyla gerçekleşen askeri tatbikat, İranın Çin ve Rusya ile bu düzeyde gerçekleştiği ilk üçlü tatbikat olması bakımından dikkat çekmiştir. 

Tatbikatın gerçekleştiği Umman Körfezi, dünyada deniz yoluyla ticareti yapılan petrolün beşte birinin geçtiği Hürmüz Boğazına bağlanmaktadır. BBC nin aktardığı bilgiye göre, günde ortalama 19 milyon varil petrol Hürmüz Boğazından geçmektedir,[1] bu yüzden bu bölge enerji güvenliği açısından önem arz etmektedir. 

Bu bölge 2019 yılında petrol tankerlerinin güvenliği konusunda gerilimlere sahne olmuştur. 12 Mayısta ikisi Suudi Arabistana ait dört ticari gemi, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) açıklarında, kimliği belirsiz bir saldırıya uğramıştır. Haziran ayında Norveç şirketi Frontlinea ait Marşal Adaları bandıralı Front Altair gemisinde patlamalar olmuş ve Japonya ile bağlantılı kimyasal tanker, Panama bandıralı Kokuka Courageousa mermi saldırıları yapılmıştır. 14 Eylülde ise Suudi Arabistanın Aramco Petrol Şirketinin tesislerine füze saldırıları olmuştur. 

ABDnin İran ile yapılan nükleer anlaşmadan çekilmesi ve İrana yönelik yaptırımları sıkılaştırması, Haziran 2019da ABDye ait insansız hava aracının İran tarafından, hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle, düşürülmesi, Temmuzda İngiltere-İran arasında gerçekleşen tanker krizi gibi olaylar bölgede gerçekleşen saldırılardan İranın sorumlu olduğu şüphelerini güçlendirmiştir. İran bu suçlamaları reddederken, BAE kıyılarındaki saldırılarda kullanılan mayınlarının İranın mayınlarına benzer olduğu iddiası ile, ABD İranı saldırılardan sorumlu tutmuştur. Suudi Arabistan tesislerine yapılan saldırıları Yemendeki Husiler üstlenirken ABD saldırıların kuzeybatıdan, İrandan düzenlendiğini ileri sürmüştür. 
ABD Öncülüğünde Deniz Güvenliği Koalisyonu ve Diğer Ülkelerden Tepkiler 
Hürmüz Boğazında tansiyonu yükselten bir diğer olay, İran-İngiltere arasında olan tanker krizidir. 4 Temmuz 2019 da İngiltereye bağlı Cebelitarık Özerk Yönetimi, Suriye'ye yönelik ambargoyu ihlal ederek petrol taşıdığı gerekçesiyle İranın "Grace 1" adlı tankerini alıkoymuştu. Cebelitarık Yüksek Mahkemesi İran tankerinin alıkoyma süresini 15 Ağustos'a kadar uzatmıştı. İran ise 19 Temmuzda Hürmüz Boğazı'nda Stena Impero adlı İngiltere bandıralı petrol tankerini, bulunduğu konumu gösteren sinyali kapattığı ve denizcilik kurallarına riayet etmediği gerekçesi ile alıkoymuştu. 

Bölgede enerji güvenliğinin riske girdiği ve petrol fiyatlarının yükseldiği bu dönemde ABD kilit su yollarının gözetimi ve güvenliği için girişimler başlattı. Temmuz ayında ABD Merkez Komutanlığı, Orta Doğu'da güvenli geçişi sağlamak ve hayati önem taşıyan nakliye hatlarını korumak için Sentinel (Nöbetçi) Operasyonu'nu geliştirdiğini açıkladı.[2] 
Bu operasyona bölgesel ve uluslararası katkılar için çağrıda bulundu. Bölgedeki nakliyeyi korumak için ABD öncülüğünde kurulan koalisyona Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Katar, İngiltere, Arnavutluk ve Avustralya katılmıştır. 

Ancak bu süreçte, öncelikle Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkeleri, ABD nin İran a uyguladığı maksimum baskı politikasına destek vermeye yanaşmadıkları ve İran ile müzakerelerin devam etmesini arzuladıkları için ABD öncülüğünde bir koalisyona katılmak istemediklerini açıkladılar. Deniz trafiğini korumak için bir Avrupa Deniz Misyonu oluşturmak üzere İngiltere, Almanya ve Fransa çalışmalar başlattıklarını açıkladı ancak Londra da hükümet değişikliği ve Boris Johnsonın yeni başbakan olarak göreve başlamasının ertesinde, İngiltere, ABD öncülüğündeki koalisyona dahil olacağını bildirdi. 

24 Kasım'da Fransa Savunma Bakanı Florence Parly, Abu Dabi'deki bir Fransız deniz üssünün Basra Körfezi'ni korumak için Avrupa liderliğindeki bir misyonun merkezi olacağını açıkladı. Almanya, bu girişimi politik olarak desteklese de, bunun bir Avrupa Birliği misyonu olmadığı gerekçesi ile katılmayacağını bildirdi. Alman yasalarına göre, Almanyanın bu tür bir koalisyona katılabilmesi için, misyonun AB, NATO ve BM çerçevesinde kolektif güvenliğe dayalı bir sistem olması gereklidir. Hürmüzde güvenliğin sağlanması için İspanya ve İtalya bir Avrupa Misyonuna sıcak baktıklarını açıkladılar. 

Hürmüz Boğazındaki Avrupa Misyonuna (European-Led Mission Awareness Strait of Hormuz) Hollanda, Ocak 2020'den başlayarak altı aylık bir süre için bir gemi katkıda bulunacağını açıkladı. Danimarka Dışişleri Bakanı Jeppe Kofod ise, Danimarka nın dünyanın beşinci en büyük denizcilik ülkesi olduğunu, Hürmüz Boğazı da dahil olmak üzere deniz güvenliğinin sağlanmasında Danimarkanın özel bir ilgi ve sorumluluğunun olduğunu ifade etti. Danimarka Hürmüz Boğazına helikopter ve yaklaşık 155 askerle bir fırkateyn göndermeyi teklif ettiğini açıkladı. 

Petrol ithalatının yüzde 90'ını Körfez bölgesinden elde eden Japonya ise deniz 
taşımacılığını güvence altına almak için, bir koalisyona katılmayarak, bölgeye kendi Öz Savunma Kuvvetleri güçlerini gönderme kararı aldı. Yaz aylarında saldırıya uğrayan tankerler arasında bir Japon gemisi de vardı. ABDnin koalisyon girişimi sonrasında, İran Dışişleri Bakanı, Japonyaya ABD öncülüğündeki koalisyona katılmaması hususunda çağrıda bulunmuştu. 

Çin ve Rusyanın Rolü., 

Aralık ayında gerçekleşen Çin, İran, Rusya üçlü tatbikatına geri dönersek, İran Ordusu Deniz Kuvvetleri Komutan Yardımcısı bu tatbikatın İranın izole edilemeyeceğini gösterdiğini ifade etmiştir. ABD ve Avrupa Ülkeleri Hürmüzde deniz ve enerji güvenliği için girişimler başlatmışken Çin ve Rusya da bu yönde iradelerini bu girişimle ortaya koymuş olmaktadır. Ancak bu tatbikat, Çin ve Rusyanın, İran'ı da yanlarına alarak, ABD öncülüğündeki koalisyondaki ülkeleri tamamen karşılarına aldıkları anlamına gelmemektedir. 

Nitekim, Çin Savunma Bakanlığı Sözcüsü tatbikatın amacının üç ülkenin donanması arasında eşgüdüm sağlamak ve iyi niyet mesajı göndermek olduğunu söylemiştir. Yaptığı açıklamada tatbikatın uluslararası kurallara uygun olduğunu ve İran-ABD gerilimini kastederek bu tatbikatın uluslararası durumla ilişkilendirilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü de, tatbikatın güvenlik işbirliğini güçlendirme ve terörist tehditlere yanıt verme amaçlı olduğunu ifade etmiştir. 

Çin ve Rusya'nın ABD ve Arap ülkeleri ile ilişkilerini riske atarak İranı tamamen 
destekleyen bir politika içerisine girebileceği düşünülemez. Sonuç olarak, enerji güvenliği için mekanizmalar oluşturulurken, Rusya ve Çinin sorumlu güçler olarak bölgede varlıklarını ortaya koyma isteğini göstermeyi amaçladıkları söylenebilir. 


*Fotoğraf: NTV 


[1] 
Why Does The Strait of Hormuz Matter?, BBC, 11 Haziran 2019, 
https://www.bbc.com/news/av/world-middle-east-48586787/why-does-the-strait-of-hormuzmatter 
[2] 
U.S. Central Command Statement on Operation Sentinel, U.S. Central Command, 19 
Temmuz 2019, https://www.centcom.mil/MEDIA/STATEMENTS/StatementsView/
Article/1911282/us-central-command-statement-on-operationsentinel/
utm_source/hootsuite/ 
AVİMAvrasya İncelemeleri MerkeziCenter for Eurasian Studies3

Yazar Hakkında : 

Atıfta bulunmak için: GÜNGÖR, Gülperi. 2020. "ABD-İRAN GERİLİMİ GÖLGESİNDE HÜRMÜZ BOĞAZI'NDA ENERJİ GÜVENLİĞİ." Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM), Analiz No.2020 / 1. Ocak 15. 
Erişim Nisan 01, 2020. 
https://avim.org.tr/tr/Analiz/ABD-IRAN-GERILIMI-GOLGESINDE-HURMUZ-BOGAZINDA-ENERJI-GUVENLIGI 

Süleyman Nazif Sok. No: 12/B Daire 3-4 06550 Çankaya-ANKARA / TÜRKİYE 

Tel: +90 (312) 438 50 23-24 • Fax: +90 (312) 438 50 26 
@avimorgtr 
https://www.facebook.com/avrasyaincelemelerimerkezi 

E-Posta: info@avim.org.tr 
http://avim.org.tr 

© 2009-2020 Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) Tüm Hakları Saklıdır 

***