14 Şubat 2015 Cumartesi

Osmanlı’nın Engin Hoşgörüsü Efsanesi




Osmanlı’nın Engin Hoşgörüsü Efsanesi





Bir kişinin hoş görülebilmesinden bahsediliyor ise hoş görenin, hoşgörülüne göre daha üst ve amir bir konumda olması gerekiyor. 

Mesela küçük kızını bir anne hoş görebilir. Hoş gören, hoşgörülüne bir lütufta bulunmuş olur. Bu manada bir ülkede bir kesimin diğerini hoş görebilmesi için hoş görenlerin, hoş görülenlere göre daha mukavim ve bütün salahiyetin onlarda olması gerekir. Bu durumda hoş görmek söz konusu olur.

‘Hoşgörü ve diyalog ortamı’ dedikleri şeyde ise asıl hedef o ülke ahalisi içindeki bütün unsurların birbirlerine karşı mutlak manada bir eşitliği kabul etmesi hedefleniyor. Bunun pratikte imkânsız olduğu ise nazarlardan kaçırılıyor. Zira bir ülkede her unsur eşit ise eşitsizliğin temini için yani sulhu salah için bir kuvvetin diğerlerine galip gelip masaya vurması ve asayişi temin etmesi gerekiyor. Aksi halde kendi aralarından birisi asiyişi temin edemez ise dışarıdan birisinin gelerek barışı temin etmesi gerekecektir. Bir ülkede bütün unsurlar mutlak manada eşit olsun diyenler aslında o ülke dışından bir kuvvetin gelerek herkesi hizaya sokmasını talep etmiş oluyorlar.

Bugün asıl nakletmek istediğim hususa gelelim. Osmanlının hoşgörüsü denilen şeyin kast edilen şeyle asla alakası olmadığı meselesi nazarlardan uzak tutuluyor. Osmanlıda Tanzimat Fermanına kadar Müslüman ahali ‘milleti hâkime’ olarak kabul ediliyor idi. Gayrimüslim ahali ise ‘milleti mahkume’ idi. Bugün Osmanlının hoşgörüsü olarak takdim edilen bütün hadiseler Tanzimat Fermanından sonraki yaşanan hadiselerdir.

Klasik Osmanlı düzenindeki gayrimüslim ahalinin durumunu aslında bizi eleştiri için Ayşe Hür tarafından kaleme alınmış bulunan ve Taraf gazetesinde 06 Aralık 2009’da neşredilen bir makaleden iktibasları alarak sizlere nakletmek istiyorum:

İslâm’a göre halk ‘Müslüman’, ‘Zımmi’ ve ‘putperest’ diye üç kategoriye ayrılırdı. Birinci kategori, ‘millet-i hâkime’ olarak toplumun en ayrıcalıklı kesimini oluştururken, üçüncü kategoriye yaşam hakkı bile tanınmadı. İkinci kategoriyi oluşturan Zımmiler ise deyim yerindeyse ‘ne ölüyorlardı, ne onuyorlardı.’

İslâm’a göre, ‘Kitap Ehli’ olanlar, yani Hıristiyanlar, Museviler, Yezidiler, Dar’ül İslâm’da yaşamayı ve İslâm devletine sadakat göstermeyi kabul ederlerse kendilerine ‘Allah ve Resulü’nünZımmesi’ verilir ve din değiştirmek zorunda bırakılmazlardı. Zımmi demek ‘aman gösterilmiş’, ‘himaye edilmiş’, ‘korunmuş’ anlamına geliyordu. İslâm’ın Zımmilik statüsünü oluşturmasının manevi gerekçesini bu kişilerin bir gün Müslümanlığa geçmeleri ihtimali, ekonomik gerekçesini ise Zımmilerin himaye karşılığında ödemek zorunda kaldıkları ‘cizye’ adlı ek vergi oluşturuyordu. 

Ancak, İslâm devletine sadakat göstermek ve cizye ödemekle iş bitmiyordu. Toplumsal ve günlük yaşamda uyulması gereken ağır koşullar vardı. Bu koşulların ne olduğunu, bazı kaynaklara göreHazreti Ömer (634-644), bazı kaynaklara göre ise II. Ömer devrinde (717-744) gayrımüslimlerle yapılan bir zimmet antlaşmasından öğrenelim. Batılı kaynaklarda ‘Ömer Paktı’, İslâm kaynaklarında ‘Amanname’, ‘Emanname’ diye geçen bu belgede şunlar söyleniyor:

“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla! Bu yazı Ömer bin Hattab’a yazılmış bir mektuptur. Ordunuzla üzerimize yürüdüğünüzde, canımızı ailemizi, malımızı, mülkümüzü ve dindaşlarımızı bize bağışlamanızı istedik. Bunun karşılığında kabul ettiğimiz şartlar dahilinde yaşadığımız şehir içinde ve dış mahallelerde yeni bir manastır, kilise, hücre ya da inziva yeri kurmayacağımızı; harabeye dönen herhangi bir binamızı onarmayacağımızı ya da şehrin Müslüman mahallelerindeki binalarımızı yenilemeyeceğimizi; gece ya da gündüz, Müslümanların kiliselerimize girmesine engel olmayacağımızı; Müslüman gezginleri evlerimize buyur edip onlara üç gece yiyecek ve kalacak yer temin edeceğimizi; kiliselerimizde ve evlerimizde casuslara yataklık etmeyeceğimizi, Müslümanlara düşman olan birini saklamayacağımızı; Hıristiyan dinini özendirmeyeceğimizi ve kimseyi bu dine davet etmeyeceğimizi; İslâm dinine geçmek isteyen akrabalarımızı engellemeyeceğimizi, Müslümanlara saygı göstereceğimizi ve toplantılarımızda yerlerine oturmak istediklerinde ayağa kalkacağımızı; başlık, türban ya da terlik gibi kıyafetlerimizle ve saçımızın biçimiyle onları taklit etmeyeceğimizi; onların kullandığı ifadeleri kullanmayacağımızı ve aile adlarını almayacağımızı; eğerli ata binmeyeceğimizi, kılıç kuşanmayacağımızı, silah edinmeyeceğimizi ya da taşımayacağımızı ve yüzüklerimizin üzerine Arapça harfler kazdırmayacağımızı; şarap satmayacağımızı, başımızın ön kısmını tıraş edeceğimizi; nerede olursak olalım kendimize has giysiler giyeceğimizi; belimize kuşak bağlamayacağımızı;kiliselerimiz üzerine haç koymayacağımızı; Müslüman mahallelerinde ve pazar yerlerinde haçlarımızı ve kutsal kitaplarımızı göstermeyeceğimizi; kilise çanlarını hafifçe çalacağımızı; yanımızda bir Müslüman varken ibadetimizi yüksek sesle yapmayacağımızı; sokaklardaki geçit törenleri sırasında hurma dalları ve heykellerimizi taşımayacağımızı, ölülerimizi gömerken, Müslüman mahallelerinde ve pazar yerlerinde yüksek sesle ilahilerimizi söylemeyeceğimizi ve yanan mumlar taşımayacağımızı; hiçbir Müslüman’a vurmayacağımızı söyledik ve bu konuda söz verdik. Kendimiz ve dindaşlarımız adına bu konularda dikkatli olmaya söz veriyor ve sizden bizi himaye etmenizi bekliyoruz ve bu anlaşmanın herhangi bir maddesini ihlal ettiğimiz takdirde ceza olarak himayenizi kaybedeceğimizi ve bize düşman ve asi muamelesi yapmakta serbest olacağınızı biliyoruz”(Aktaran Sir Thomas WalkerArnold,Preaching of Islam, Westminster 1896, s. 52-53.)


Okurken bile insanın nutkunun tutulmasına neden olan bu Emanname’deki kurallara uymamanın cezası ölümdü. Daha sonraki devirlerde Zımmiler benzer yasaklarla karşılaştılar…

Fatih Sultan Mehmed 29 Mayıs’ta şehre girdiğinde neredeyse bin yıldır Ortodoks âleminin en büyük mabedi olan Ayasofya’nın kubbesine atıyla çıkmış, ardından kiliseyi çok harap bulduğunu söyleyerek Farsça bir beyit okumuştu. 1 Haziranda Ayasofya camiye çevrilmiş, Fatih, hocası Akşemseddin’in imamlığında ilk namazını kıldıktan ve adına ilk hutbeyi okuttuktan sonra şehrin Osmanlı dönemi başlamıştı.

Bizans’ın son patriği Gennadios’u İstanbul’a getirterek Ortodoks tebaanın içini rahatlatan Fatih, Temmuz 1453’te yayımladığı Emânnâme’de“...kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ayinlerince, amma çan ve nâkus çalmayalar ve kiliselerin mescid etmeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar” buyurmuştu. Fethin ikinci cumasında ise haçları ve çanları kaldırdı. Bugün ‘Suriçi’ dediğimiz bölgedeki yüze yakın kilise ve manastır, Fatih veya oğlu II. Bayezid (hd 1481-1512) zamanında camiye çevrildi. Ayasofya’ya tuğladan minareyi ekleyip medresenin üstüne bir kat çıkan Bayezid idi. Bu girişimden kurtulan nadir kiliselerden biri Aya İrini, diğeri Moğolların Meryem’i Kilisesi idi.

Dahası Ömer’in Emannamesi’nde tanımlanan yasaklar, Osmanlı Dönemi’nde de uygulandı. Yani Hıristiyanlar ölülerini sessizce gömdüler. Evlerinin Müslüman mahallelerine bakan taraflarına pencere yaptırmadılar. Açıkta şarap içmediler. Müslüman mahallelerinden domuz ve haç geçirmediler. Silah taşımadılar. Bir Müslüman’la karşılaştıklarında kaldırım değiştirdiler. Müslümanlarla alçak sesle konuştular, yollarda toplanıp kendi aralarında konuşmadılar. 

Garip ve aşağılayıcı kıyafetler giydiler. Yeşil renk giymediler. Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah, Yahudiler mavi şapka ve ayakkabı giydiler. Hamamlarda takunya giyemediler, camilerin önünden geçerken ayakkabılarını çıkardılar, boyunlarına çıngırak ya da işaretler taktılar ve daha nice aşağılayıcı kurala uyarak Osmanlıların o ünlü hoşgörüsüne mazhar oldular!...

Biraz da Batılıların zorlamasıyla ilan edilen 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayûn’u ve 1856 Islahat Fermanı ise Müslüman ve gayrımüslim tebaanın ‘eşit haklara sahip vatandaşlar’ olma sürecinde tarihi bir dönüm noktasıydı. 

Bugün ayakta olan kiliselerin ezici çoğunluğu, Tanzimat’tan sonra inşa edildi. 

Ancak ‘gâvura gâvur diyememenin’ sıkıntısı on yıllarca sürdü..."

Mustafa Deveci, 22 Rebiülahir 1436
KaynakKonya Yenigün


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder