20 Şubat 2015 Cuma

ARAP BAHARI VE MISIR’DA YANSIMALARI 3




ARAP BAHARI VE MISIR’DA YANSIMALARI  3



ARAP BAHARI VE MISIR’DA YANSIMALARI  3



1.5. HÜSNÜ MÜBAREK DÖNEMİ 

Enver Sedat’ın 1980 yılında düzenlenmiş olan bir suikast sonucunda hayatını 
kaybetmesi doğrultusunda yerine Hüsnü Mübarek gelmiştir. Bu dönemde 
sıkıyönetim altında olan ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenmiş olan Mübarek, sadece siyasi bağlamda değil, ekonomik anlamda da birçok açılım yapılması gerekliliğini düşünmekte ve bu yönde uygulamalarda bulunma amacındaydı. Hem siyasi açılımların hem de ekonomik açılımların sosyal yapıya zarar vermesini istemeyen Hüsnü Mübarek, bu temelde öncelikli olarak radikal değişimlerin gerçekleştirilmesi yerine Mısır’ın hem siyasi yaşamında hem de ekonomik yaşamında liberal politikaların uygulanmasını öngörmüştür.108 

SSCB’nin yıkıldığı ve dünya genelinde demokratikleşme yönündeki hareketlerin günden güne artış gösterdiği bu dönemde; Mısır’da da siyasi örgütlenmelerin sayısında artış gözlenmiş ve tutuklu olan birçok ismin serbest bırakılması adına hareket edilmiş olunsa da, bireysel özgürlük bağlamında Hüsnü Mübarek Dönemi, diğer dönemlere nazaran gerilemenin söz konusu olduğu bir dönem olarak değerlendirilmektedir.109 

Bu bağlamda Mübarek, basın özgürlüğünün kısıtlanmamasına yönelik 
birtakım tedbirler alınmasını öngörmüş, bu doğrultuda konu ile ilgili denetimlerin azaltılması adına hareket edilmiş, ancak buna karşın istenilen düzeyde bir demokratikleşmenin gerçekleştirilebilmesi mümkün olamamıştır.110 

Halk üzerindeki devlet baskısının da olanca etkisiyle varlığını devam ettirdiği 
bir dönem olarak değerlendirilen Mübarek dönemi, Hüsnü Mübarek’in gelişen ve 
değişen yenidünya düzenine ayak uyduramaması olarak yorumlanmış ve neticesinde de Mübarek, halkın özgürlük taleplerini karşılayabilecek düzeyde radikal adımlar atamamıştır. Buna karşın Hüsnü Mübarek, daha çok kendi siyasal gücünü arttırmayı önemsemiştir. Dış politika bağlamında Mübarek dönemi, Enver Sedat Dönemi’nde başlatılmış olan İsrail ve ABD ilişkilerinin aynı olumlu bakış açısıyla devam ettirilmesini ve Mısır halkının konu ile ilgili olumsuz bakış açısına karşın geliştirilerek sürdürülmesini içermektedir. 111 

111 Yıldırım ve Tarık, a.g.m., s. 11. 
112 Ayhan, Mısır’da Devrimin Ayak Sesleri, s. 20. 
113 Doğan Ertuğrul, Türkiye Dış Politikası İçin Bir Test: Suriye Krizi, İstanbul: TESEV Yayınları, 2005, s. 5 vd. 
114 Kalemdaroğlu, a.g.e., s. 4. 
115 Ayhan, Mısır’da Devrimin Ayak Sesleri, s. 23. 

Tarihsel süreç içerisinde Mısır, ABD tarafından her zaman bölgenin radikal 
unsurlarının ve özellikle de İran’ın kontrol altında tutulabilmesi için önemli bir ülke olarak görüldüğünden, İsrail’den sonra en fazla askeri yardımın yapıldığı ülke konumunda olmuştur. Mısır için bir ayrıcalık olarak nitelendirilen bu durum 
Mübarek döneminde devam ettirilememiş ve hatta bazı zamanlarda yaşanan 
diplomatik krizler, Mısır ve ABD arasındaki stratejik ortaklıkların zarar görmesine neden olmuştur.112 
Bu çerçevede dönemi itibariyle Hüsnü Mübarek yönetiminin uygulamaların dan rahatsızlık duyan ABD Başkanı Bush, 2008 yılı itibariyle ev sahibi sıfatı ile gerçekleştirdiği Davos Forumu’nda Mübarek’in açılış konuşması yapmaması ve bir anlamda da ABD politikalarını protesto etmesi dolayısıyla, Mısır ile ABD arasında bu dönemden sonra bir soğukluğun başlayacağını ifade etmiştir.113 
Bu bağlamda da ABD’nin 1979 yılından itibaren Mısır’a yapmış olduğu 2 Milyar 
ABD doları tutarındaki askeri yardım, 2009 yılı itibariyle 1,3 Milyar ABD dolarına 
gerilemiştir.114 
Hüsnü Mübarek Yönetimi; Mısır’da artan tepkiler karşısında ve özellikle de 
2005 Seçimleri doğrultusunda birtakım düzenlemelere gidilmesi adına hareket 
etmeye başlamış ve bu yönde bazı adımlar atılması gerekliliği üzerinde durmuştur.115 Bu dönemde Hüsnü Mübarek – dönemin koşullarını da göz önünde bulundurduğunu belirterek – Anayasa’nın 189. maddesi kapsamında kendisine tanınan yetkilere dayanarak, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gizli oy usulü ile ve birden çok adayın katılımı ile gerçekleştirilebilmesi için yasal değişiklik teklifinde bulunmuştur. Bu kapsamda, 2005 yılı Şubat ayında Anayasa’nın 76. maddesinin değiştirilmesi ile birlikte, Mısır’da çok adaylı seçim süreci başlatılmıştır.116 

116 Yıldırım ve Tarık, a.g.m., s. 12. 
117 Nebi Miş ve İsmail Numan Telci, “Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi”, İstanbul: ORSAM Orta Doğu Analiz Aylık Uluslararası İlişkiler Dergisi, Yıl: 2013, Ağustos Sayısı, Cilt: 5, Sayı: 56, ss. 20-29. 
118 Ayhan, Mısır’da Devrimin Ayak Sesleri, s. 23. 
119 Yıldırım ve Tarık, a.g.m., s. 13. 
120 Mustafa Kibaroğlu, “Arap Baharı ve Türkiye”, İstanbul: Adam Akademi Dergisi, Yıl: 2013, Sayı: 2, ss. 26-36. 
121 Kibaroğlu, a.g.m., s. 27. 

Bu döneme dek Mısır, cumhurbaşkanı adayının parlamento tarafından 
belirlendiği ve halkın kendisine sunulan adayı kabul ya da reddettiği bir sistem ile yönetilmekteydi.117 Ancak, belirtildiği üzere Anayasa’nın 76. maddesinin 
değiştirilmesi doğrultusunda, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diğer partilerin de aday gösterebilmesi mümkün hale gelebilmiştir.118 

Bu süreç, Mısır için önemli bir süreç olarak nitelendirilmekle birlikte, yine de 
cumhurbaşkanı adayı gösterme sürecine yönelik sınırlandırmaların getirilmiş olması açısından, birtakım eksiklikler içeren bir süreç olarak nitelendirilmekte dir.119 Örneğin; dönem itibariyle söz konusu olan mevcut yasa, 2011 yılı itibariyle yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri için cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilecek kişinin, parlamento seçimlerinde en az %5 oy almış olmasını öngörmekteydi.120 

Bunun dışında yine mevcut sistem, bağımsız adayların da seçime katılabilmelerine yönelik çok daha zor birtakım kıstasların taşınması gerekliliğini 
öngörmekteydi. Bu bağlamda da örneğin; bir cumhurbaşkanı adayının 
cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılabilmesi için, Halk Meclisi’nde yer alan 65 
milletvekilinin, Şura Meclisi’nden 25 temsilcinin ve coğrafi temsilin sağlanabilmesi adına da 14 ayrı valiliğin oluşturduğu konseyin 10 üyesinin desteğini almış olması şartı aranmaktaydı.121 


Bu belirlemeler doğrultusunda görülmektedir ki; Mısır’da 2005 yılı itibariyle, 
her ne kadar cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çok adaylı sistemin uygulanmaya 
başlanması öngörülmüş olunsa ve bu yöndeki yeni belirlemeler Hüsnü Mübarek 
tarafından “demokratik reform” nitelendirmesiyle sunulmuş olsa da, cumhurbaşkanı adayı olmak isteyenler için birçok başka zorluklar içermekteydi.122 

122 Miş ve Telci, Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi, s. 24. 
123 Timuçin Kodaman, Mısır’daki Darbenin Türkiye’ye Yansımaları, Ankara: Türk Akademisi Siyasi Sosyal Stratejik Araştırmalar Vakfı Dış Politika Araştırmaları Merkezi Yayınları, 2013, ss. 3 vd. 
124 Ayhan, Mısır’da Devrimin Ayak Sesleri, s. 26. 
125 Miş ve Telci, Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi, s. 24. 

Buna karşın söz konusu edilen bu yöndeki yasal düzenlemeler, öncelikli 
olarak ABD tarafından ve ardından da birçok Avrupa ülkesi tarafından takdirle 
karşılanmıştır. Örneğin; Avrupa Birliği (AB) Yüksek Temsilcisi Javie Solana, Hüsnü Mübarek tarafından önerilen bu yasa değişiklikleri ile ilgili, Mısır’ın bu aşamadan itibaren Orta Doğu’daki demokratikleşme sürecinin öncüsü olarak nitelendirilmesi gerektiğini belirtmiştir.123  Oysa Mısır halkı, ne Mübarek gibi ne de ABD ya da Avrupa gibi düşünmekteydi. Zira halk, Hüsnü Mübarek’in sadece kendi iktidarını güçlendirmek adına bu yönde düzenlemelerde bulunduğuna inanıyordu. Bununla birlikte Mübarek; Müslüman Kardeşleri yasadışı bir örgütlenme olarak kabul ettiğini belirterek, cumhurbaşkanlığı seçimi için aday göstermelerine karşı çıkmıştır. Böylece El Baradey gibi uluslararası platformda büyük öneme sahip birinin ve diğer potansiyel adayların Cumhurbaşkanlığı Seçimleri için bağımsız aday olmasını güçleştirmeyi amaçlamıştır.124 

Dönem itibariyle bu gelişmelerin yaşandığı Mısır’da, 7 Eylül 2005 tarihi 
itibariyle cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmış ve seçime, Hüsnü Mübarek ile birlikte 10 aday katılmıştır. Seçim sonuçları 9 Eylül itibariyle açıklanmış ve Mübarek, oy kullanmış olan Mısırlı seçmenlerin %88,7’sinin oylarını alarak, tekrar altı yıl için Mısır Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir ki; 1999 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Hüsnü Mübarek, oyların % 93’ünü alarak cumhurbaşkanı olmuştu.125 


2005 cumhurbaşkanlığı seçimleri, seçmen niteliğine sahip 31 milyon 
Mısırlının sadece %23’ünün oy kullanmış olması bakımından da, demokratik 
sonuçları yansıtmayan bir seçim olarak değerlendirilmiştir. Böylesi bir katılım oranı bile tek başına, Mübarek tarafından belirlenmiş olan ve belirtildiği üzere demokratik reform olarak nitelendirilen uygulamaların halk nezdinde bu şekilde 
değerlendirilmediğinin bir ifadesi olarak görülebilir.126 

126 Miş ve Telci, Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi, s. 25. 
127 Kodaman, a.g.e., s. 5. 
128 Ayhan, Mısır’da Devrimin Ayak Sesleri, s. 25. 

2005 cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Mısır’da, 454 Üyeli Halk 
Meclisi için seçimler yapılmıştır. Üç aşamalı olarak gerçekleştirilmiş olan halk 
meclisi seçimleri de, Aralık ayında tamamlanmıştır. 2005 cumhurbaşkanlığı 
seçimlerine göre daha demokratik bir ortamda gerçekleştirildiği düşünülen halk 
meclisi seçimlerinde de iktidar partisi çoğunluğu elde etmiştir. Halk meclisi 
seçimlerinde ayrıca, yasaklı olmaları dolayısıyla seçime ancak bağımsız adayları 
vasıtasıyla katılmış olan Müslüman Kardeşler 88 sandalye kazanmıştır.127 

Bu yöndeki yaklaşımları kapsamında Hüsnü Mübarek, yaklaşık 30 yıl süren 
görev süresi boyunca siyasi yapıya yönelik radikal değişimleri mümkün kılmamıştır. Zira Mübarek, Mısır’ı her daim olağanüstü hal yasaları ile yönetmeyi sürdürmüş ve bu nedenle de halk iradesinin gerçekleştirilmesinden uzak durmuştur. Kendisine yapılması muhtemel darbe girişimlerine karşın emniyet teşkilatının ve askeri kuvvetlerin günden güne daha da güçlendirilmesi adına hareket etmiş olan Hüsnü Mübarek, bununla birlikte Anayasal kapsamda olmasına karşın, 2011 yılında ataması gereken cumhurbaşkanı yardımcısının atanmasına yönelik bir adım atmamıştır.128 

Mübarek’in böylesi önemli bir konumu açıkta bırakması ve bu makama oğlu 
Cemal Mübarek’i atama ihtimali, devletin bürokratik yapılanması içerisinde 
rahatsızlıklar yaşanmasına neden olmuş ve neticesinde İsrail’in güvenliğini 
önemseyen politikaları uygulamaya koymaya başlaması ve İsrail yanlısı bir tavır 
takınması, Filistin Sorununda milli bir politika geliştirememiş olması dolayısıyla da Mısır halkı tarafından sürekli eleştirilir hale gelmiştir.129 

129 Miş ve Telci, Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi, s. 25. 
130 Kibaroğlu, a.g.m., s. 29. 
131 Ayhan, Mısır’da Devrimin Ayak Sesleri, s. 27. 
132 Miş ve Telci, Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi, s. 27. 

Ekonomik bağlamda değerlendirildiğinde de görülmektedir ki; siyasal alandaki başarısızlıklarına karşın Mısır, Mübarek döneminde 2005-2010 yılları arasında Gayri Safi Milli Hâsılasını (GSMH) artırmış ve Mısır, dünyanın en büyük 26. ülkesi olma niteliğine sahip olmuştur. Ancak milli gelirde söz konusu olan bu artış doğrultusunda büyüyen ekonomi, birçok başka sorunu beraberinde getirmiştir. Zira zenginin daha zengin, yoksulun ise daha yoksul olmasının önüne geçilememiş ve 83 milyon olan Mısır nüfusunun yarısı yoksulluk sınırının altında kalmıştır.130 

Hüsnü Mübarek dönemi Mısır için ciddi sorunları beraberinde getiren bir 
dönem olarak nitelendirilebilir. Zira Enver Sedat döneminde olduğu gibi Hüsnü 
Mübarek döneminde de liberal ekonomi politikalarının uygulamaya konulması, IMF ve Dünya Bankası’ndan alınan kredilerle ülkenin borçlanmasına ve Mısır’ın dış dünyaya olan bağımlılığının artmasına neden olmuştur. 131 

Bununla birlikte Hüsnü Mübarek yönetimi, dini eğilimli siyasi partilerin kurulması ile siyasi faaliyetlerde bulunmasına izin vermemiş ve olağanüstü hal rejimi kapsamında da İslami akımları baskı altında tutmuştur ki; bu durum halk için, rahatsızlık verici bir durum olarak değerlendirilmiştir. Halk ile yönetim arasında söz konusu olan iletişim eksikliği ve bir anlamda yabancılaşma da günden güne artmış ve bu durum kaçınılmaz olarak sosyal yaşamı doğrudan etkilemeye başlamıştır.132 
2011 Ocak ayına gelindiğinde ise; söz konusu edilen tüm bu durumlara karşı 
birçok protesto eylemi yapılması söz konusu olmuş ve halk, kendisini ancak 
sokaklarda ifade edebileceğini düşünür hale gelmiştir. Bu protestoların bir nebze de olsa önüne geçilebilmesi için devlet başkanlığı yardımcılığına Ömer Süleyman 
getirilmiş ve Mübarek, yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayacağını açıklamıştır.133 

133 Kibaroğlu, a.g.m., s. 29. 
134 Miş ve Telci, Devrimden Darbeye: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi, s. 24. 
135 Ayhan, Mısır’da Devrimin Ayak Sesleri, s. 29. 
136 Uysal, Devrimin İkinci Yılında Mısır, s. 31. 

Baskılar karşısında daha fazla direnemeyeceğini anlayan Mübarek, 
ayaklanmaların başladığı ilk günlerden itibaren “Mısır’da ölmek istiyorum” 
söylemini kullanmaya başlamış, ancak muhalefet partilerinin ve özellikle de gençlik hareketlerinin önü alınamaz hale gelmiştir. Bu doğrultuda da Hüsnü Mübarek, 11 Şubat 2011 tarihi itibariyle görevinden istifa ettiğini açıklamıştır.134 
Halk; Hüsnü Mübarek’in 30 yıl boyunca sürdürdüğü insan hakları ihlallerinin, yapılan yolsuzlukların ve genel anlamda hem dış politikada hem de iç politikada söz konusu edilen kötü yönetiminin ve devrim sürecinde öldürülen 800 kişinin hesabının sorulması için, birçok mahkemede Mübarek için dava açılması adına hareket etmiştir.135 
Davalar sadece Mübarek’i kapsamamış, onunla birlikte oğlu Cemal Mübarek’in ve İçişleri Bakanı Habib el-Adly’in de yargılanması söz konusu olmuştur. Bu bağlamda 2011 yılı Ocak ayında başlayan halk ayaklanmalarına karşı bir süre daha direnen ve iktidarını devam ettirmeyi mümkün kılan 84 yaşındaki Hüsnü Mübarek, “Mısır Devrimi”nden sonra, devrim sırasında işlemiş olduğu suçlardan sorumlu tutularak mahkeme tarafından ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir.136 


İKİNCİ BÖLÜM 

ARAP BAHARI ÖNCESİ ORTA DOĞU VE MISIR’IN GÖRÜNÜMÜ 

2.1. ARAP BAHARI ÖNCESİ ORTA DOĞU 

Arap Baharı öncesinde Orta Doğu’nun bölgesel yapısında söz konusu olan en 
önemli özellik, bölgede yer alan ülkelerdeki mevcut rejimlerin neredeyse tamamının temsili ve demokratik olmayan bir karaktere sahip olmasıdır denilebilir. Bu bağlamdaki ülkelerde iktidarda bulunan yönetimlerin birçoğu meşruiyetlerini ya askeri bir darbe neticesinde edinmişler ve bu yönde edindikleri güce dayanarak baskıcı devlet kurumlarının tesis edilmesi adına hareket etmişlerdir ya da monarşik bir yönetim anlayışı kapsamında ve kraliyet bağlarına endeksli olarak kendilerini var etmeye çalışmışlardır. Türkiye ve İsrail değerlendirmelerin dışında tutulmak suretiyle, tüm bölge ülkelerinin paylaştıkları ortak nokta da, kamuoyunun ve halkın meşruiyet oluşturma sürecinde etkisiz kalması olarak ifade edilebilir.137 

137 Kibaroğlu, a.g.m., s. 25. 
138 Oğuz Kaymakçı, “Arap Baharı Öncesinde Kalkınma Sürecinde Seçilmiş Ülkeler Bazında Orta Doğu Ekonomileri ve Türkiye ile Ticari İlişkileri-II”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 2012, Güz Dönemi, ss. 223-253. 


Bu belirlemeler çerçevesinde dikkat çekici bir başka husus da, bu yönetimlerin kendilerini halklarına meşru olarak sunmaları olarak ifade edilebilir. Bu doğrultuda hiçbir ülke “Arap Baharı” kapsamında yer alacağını düşünmemiş ve kendi topraklarında iktidarın değiştirilmesine yönelik olarak halkın sokaklara 
dökülmesinin mümkün olacağına yönelik bir yaklaşıma sahip olmamıştır.138 

Zira bu yönde bir anlayışın hâkim olduğu ülkelerde, monarşik yönetimlerin 
halklarıyla kurdukları meşruiyet ilişkisinin, baskıcı otoriter rejimlere nazaran daha güçlü olduğu inancı ile hareket edilmiştir. Meşruiyet anlayışının daha az olduğu 


Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye gibi ülkelerde de yönetimlerin iktidara askeri bir darbe sayesinde gelmiş olmaları ve rejimlerinin devamlılığını garanti altına alabilmek gayesiyle baskıcı devlet kurumları oluşturmaları, sürecin başlangıcının en önemli nedeni olarak gösterilmiştir.139 

139 “Mısır Ülke Bülteni”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Raporu, Ankara: Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Yayınları, 2011, s. 13. 
140 Kaymakçı, a.g.e., s. 229. 
141 “Türkiye-Lübnan İkili Ticari ve Ekonomik İlişkiler”, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Raporu, Ankara: Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Yayınları, 2011, s. 21. 
142 Zafer Akbaş, “Orta Doğu’da Değişim Süreci ve Türk Dış Politikası”, Akademik Yaklaşımlar Dergisi, Yıl: 2012, İlkbahar Dönemi, Cilt: 3, Sayı: 1, ss. 51-73. 

Arap Baharı öncesinde Orta Doğu’nun bölgesel yapısında söz konusu olan 
ikinci önemli özellik ise, genel anlamda bölgenin özel anlamda da bölgedeki 
ülkelerin büyük bir kısmının uluslararası siyaset bağlamında “nesnelleştirilmesi ve araçsallaştırılması” olarak ifade edilmektedir.140 

Orta Doğu için söz konusu edilen bu bakış açısı; tarihsel süreç içerisinde önce 
Osmanlı İmparatorluğu, ardından Büyük Britanya ve son elli yıllık bir dönemden bu yana da ABD tarafından ortaya konulmaktadır. Söz konusu edilen bu ülkeler, farklı dönemlerde de olsa bölgesel dinamiklerin belirlenmesi noktasında en önemli aktörler olarak temel belirleyici olma vasfına yönelik hareket etmişlerdir. Bununla birlikte özellikle küreselleşmenin ve küresel hâkimiyet mücadelelerinin kendisini ortaya koyması doğrultusunda –bölge insanının kendi kaderini belirlemekten giderek daha fazla uzaklaşmaya başladığı görülmektedir.141 

Söz konusu edilen bu iki belirleme haricinde altı çizilmesi gereken bir diğer 
husus da, belirtildiği üzere özellikle son elli yıldır ABD’nin bölgeye yönelik 
politikalarının, bölgenin temel dinamiklerinin belirlenmesinde oldukça önemli bir 
yere sahip olmasıdır. Hatta bu dönem içerisinde ABD, ülkelerin hem kendilerini 
dünya siyasetinde ve Orta Doğu’da nasıl konumlandırmaları ve algılamaları 
gerektiğinden hem de kendileri karşısında diğer ülkeleri nasıl konumlandırmaları ve algılamaları gerektiğine yönelik tüm belirlemeleri üretmek için aktif bir çaba içinde olmuştur.142 


Aynı mecrada bölgedeki rejimlerin devamlılığı ve meşruiyetleri noktasında 
da ABD’nin algısı temel belirleyici olarak kabul edilmiş ve ülkelerin rolleri, 
ABD’nin bölgeye yönelik politikalarına katkı sağlamak ya da bu politikaların 
uygulanmasına karşı olmak bağlamında şekillendirilmiştir. Bu temelde de 
bilinmektedir ki; paradoksal olmasına karşın, ABD ile yakın ilişkiler içerisinde olan rejimlerin ayakta kalabilmesi mümkün olmuş, ancak kendi halklarının gözündeki meşruiyet algıları sarsılmıştır.143 

143 Muhittin Ataman ve Gülşah. Neslihan Demir, “Körfez Ülkelerinin Ortadoğu Politikası Ve Arap Baharına Bakışları”, İstanbul: SETA (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) Analiz Dergisi, Yıl: 2012, Ekim Dönemi, s. 36. 
144 Özgür Tonus, Orta Doğu’daki Gelişmelerin Işığında Türkiye’nin Avrupa Birliği Üyelik Perspektifi, Ankara: ADOM (Anadolu Üniversitesi Avrupa Birliği Araştırma, Uygulama ve Dokümantasyon Merkezi) Yayınları, 2013, s. 146. 
145 Tonus, a.g.m., s. 149. 

Arap Baharı öncesi dönemde ABD’nin Orta Doğu bölgesine yönelik başlıca 
hedefleri, aşağıda verilenler kapsamında ifade edilebilir; 

. İsrail’in toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin devamlılığını sağlamak; 
. İsrail’in bölgesel meşruiyetine yönelik görüşlerin hâkim kılınmasına 
katkıda bulunan yönetimleri dolaylı şekilde de olsa desteklemek; 
. Bölge petrolünün Batı’ya aktarılmasını garanti altına almak ve bu petrole 
makul fiyatlarla erişebilmeyi olanaklı kılmak; 
. Diğer güçlü ülkelerin bölgeye erişimini engellemek ve bölgenin enerji 
kaynakları üzerinde egemenlik kurmalarını zorlaştırmak; 
. Bölge ülkelerinin ABD hâkimiyetini sorgulamalarının önüne geçmek ve 
bu hâkimiyetin engellenmesine yönelik hareketleri önlemektir.144 


Bu yöndeki çıkarlarını destekleyen yaklaşımlar içerisinde olmaları dolayısıyla 
İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye, ABD’nin en önemli müttefikleri olarak 
görülmüşler; buna karşın İran, Irak ve Suriye, genel olarak ABD düşmanları olarak addedilmişlerdir.145 Irak, ABD’nin İran’ı dengeleme çalışmalarında bazen ABD’nin stratejik ortağı gibi gösterilmeye çalışılmış olsa da, ABD hiç bir zaman Saddam Rejimi’nin bölgesel liderlik çalışmalarını ve bölgedeki ABD algısını bozmaya yönelik yaklaşımlarını göz ardı etmemiştir.146 

146 Ataman ve Demir, a.g.m., s. 37. 
147 Mohammad Reza Djalili ve Thierry Kellner, Arap Baharı Karşısında İran ve Türkiye: Orta Doğu'da Yeni Bir Stratejik Rekabete Doğru Gidiş mi?, Çeviren: Hande Güreli, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 2013, s. 123. 
148 Mahmut Akpınar, Arap Baharı mı, İran Ateşi mi? İran-Türkiye ve Batı Üzerinden Orta Doğu Analizleri, İstanbul: Akçağ Yayınevi, 2013, s. 57. 

Suriye’de Esad Rejimi de Arap Baharı öncesi dönemde ABD tarafından – 
genel ABD politikalarında olduğu üzere pragmatist bir yaklaşımla– tolere edilmiştir. Zira bu dönemde Suriye, Rusya ile yakın stratejik ilişkiler kurmaya başlamış olmasına ve İran’ın Hamas ve Hizbullah erişiminde rol oynamasına karşın; İsrail ile barış görüşmelerini sürdürdüğü, İsrail’in varlığını sorgulamadığı ve Lübnan’ın istikrarına katkı sağladığı için ABD karşıtı ya da ABD’nin karşısında yer alan bir ülke olarak değerlendirilmemiştir.147 

Arap Baharı öncesi dönemde İran, ABD tarafından en önemli tehditlerden 
birisi olarak değerlendirilmiştir. İran, nükleer silahlara yaklaşımı, İsrail’in varlığına ve meşruiyetine en ağır şekilde karşı çıkan ülke olması, körfez bölgesinde ABD ile işbirliği içerisinde olan emirliklere ve krallıklara gözdağı vermesi, Saddam Rejimi’nin devrilmesinin ardından hem Irak kapsamlı olarak hem de bölgenin geneli için Şii eksenli nüfuz politikaları izlemesi ve gerekse de dini yönetim tarzını ve ideolojisini ihraç etmek istemesi dolayısıyla ABD nezdinde her dönemde karşıt ülke olarak görülmüştür.148 

ABD’nin bölge için söz konusu politikaları değerlendirilirken görülmektedir 
ki; ABD’nin söylemlerinin aksine bölgeye liberal ve demokratik bir anlayışın 
yerleştirilmesi yönünde yaklaşımlar hiç gündeme getirilmemiştir. Bu doğrultuda 
ABD, bölgede liberal ve demokratik bir anlayışın hâkim kılınmasına yönelik hareket etmiş olmak bir yana, kendisini destekleyen ve bölgeye yönelik politikalarına hizmet eden anti – demokratik ve anti – liberal yönetimleri dahi desteklemiştir. Bu tespite yönelik en önemli iki örnek, Mısır ve Suudi Arabistan örneğidir. Özellikle de ABD’nin Mısır’a; İsrail ile iyi ilişkiler içerisinde olması, İran’ın bölgedeki hareket alanını kısıtlayıcı duruşu ve 1979 tarihinde imzalanmış olan Camp David Anlaşması’na uygun hareket etmesi karşılığında vermiş olduğu askeri ve ekonomik destek dikkat çekicidir.149 

149 Akpınar, a.g.e., s. 69. 
150 Turan Kışlakçı, Arap Baharı, İstanbul: Mana Yayınları, 2012, s. 156. 
151 Kışlakçı, a.g.e., s. 161. 

Ancak söz konusu edilen tüm bu gelişmeler, bölge halklarının yönetimlerini 
meşruiyet kapsamı dışında değerlendirmelerine neden olmaya başlamış ve El-Kaide ve diğer radikal İslamcı akımların doğması ve güçlenmesi de bu temelde gündeme gelmiştir. Zira yönetimler, halklarının istemlerini gözeten yönetim anlayışları doğrultusunda hareket etmek bir yana, aksine halkın isteklerine taban tabana zıt uygulamalarda bulunmaya başlamışlar ve belirtildiği üzere bu durum da, meşruiyetlerini günden güne daha fazla yitirmelerine neden olmuştur.150 

Bu temelde ABD’nin kendisini bölgede daha fazla var etmeye yönelik 
yaklaşımları, süreç içerisinde tam tersi bir etkiyle ABD karşıtlığını körükler hale 
gelmiştir. Bu bağlamda ABD, kendisi adına çıkmaz olarak nitelendirdiği bu 
durumdan uzaklaşabilmek adına bölgenin demokratikleşmesine artık daha fazla 
destek verme çabası içerisinde olacağına yönelik açıklamalarda bulunmaya 
başlamıştır. ABD Başkanı Bush’un I. Başkanlık Dönemi’nin sonlarında kendisini 
ortaya koymaya başlayan bu politika, temel amacın bölgede demokratik rejime sahip ülke sayısının artırılması söylemi olarak ifade edilmiştir. Bölge halklarının ABD’ye yönelik olumsuz algılarının zayıflatılabilmesi için de, geri kalmışlığın en önemli nedeninin ABD olduğu yönündeki düşüncelerin yanlış olduğuna yönelik 
çalışmalarda bulunulması gerekliliği üzerinde durulmaya başlanmıştır.151 

2.2. MISIR’IN ARAP BAHARI ÖNCESİ ORTA DOĞU POLİTİKALARI 

İslam Ordularının 7. yüzyıl itibariyle Mısır’ı ilhak etmeleri ile birlikte Mısır 
halkı, kısa süre içerisinde Araplaştırılmış ve İslamiyet’i seçmişlerdir. Bununla 
birlikte tarihsel süreç içerisinde uzun dönemler yabancı güçlerin etkisinde kalmış olması ve özellikle de İngiliz İmparatorluğu’na karşı uzun yıllar bağımsızlık mücadelesi vermiş olması bakımından Mısır, güçlü bir milliyetçilik anlayışının tesis edildiği bir ülke konumunda algılanmıştır.152 

152 Serdar Erdurmaz, Arap Baharı ve Türkiye: Orta Doğu’da Kırılan Fay Hatları, Ankara: Berikan Yayınları, 2013, ss. 131. 
153 Diriöz, a.g.m., s. 88. 
154 Güler, a.g.e., s. 119. 
155 Soy, a.g.e., s. 182. 

Söylemlerinde ve politikalarında Arap Milliyetçiliğine sürekli vurgu yapmayı 
önemsemiş olan Mısır Devlet Başkanı Nasır da; bu yöndeki söylemleri ve politikaları her zaman kendi rejimini sağlamlaştırmak olarak görmüş ve Batı hegemonyasına karşı koyabilmek ve Mısır’ı bölgesel bir güç haline getirebilmek için bu söylemlerden yararlanma yoluna gitmiştir.153 

Arap Baharı öncesi dönemde Mısır Devlet Başkanı Nasır, Mısır’ın uzun 
dönemlerden bu yana söz konusu olan Batı emperyalizminin direkt siyasi 
kontrolünden uzaklaştırılabilmesi için hareket edilmesi gerekliliği üzerinde 
durmuştur. Bu temelde Nasır sıklıkla, Arap-İslam kimliğini yeniden inşa etme çabası içerisinde olduğunu ve bağımsız ulusal ekonomik yapının tesis edilmesi gerekliliğini vurgulamıştır. Bu yöndeki politikaları doğrultusunda – önceki anlatımlarda da yer verildiği üzere  Bağdat Paktı’na karşı çıkan Nasır, söylemlerinde Bağdat Paktı’nın Arap bağımsızlığına ve özerkliğine karşı bir tehdit niteliği taşıdığını belirterek, Bağlantısızlık Hareketi içerisinde yer almayı uygun bulmuştur.154 
Bu doğrultuda İsrail’in Gazze’ye saldırması ile birlikte SSCB ile ilişkilerini 
geliştirmeye özen gösteren Nasır, Batılı ülkelerin ve İsrail’in Arap ülkeleri arasındaki koordinasyonu koparmaya yönelik hareket etmek ötesinde bir yaklaşım sergilemediklerini savunmuştur.155 

Ancak Nasır’ın bu yöndeki yaklaşımları, Suudi Arabistan gibi Batı yanlısı 
Arap ülkeleri tarafından tepki ile karşılanmıştır. Özellikle 1967 Savaşı, Mısır’ın şahsi ihtiraslarını bir kenara koyması gerektiğini göstermiş ve 1979 yılında İsrail ile Camp David Anlaşması’nı imzalayan Mısır, bu anlaşmanın ardından Arap Dünyası’nda çok daha yalnız kalmıştır.156 

156 Mustafa Yalçıner, Arap Dünyasında Ayaklanma: Nedenler-Olasılıklar-Sonuçlar, İstanbul: Evrensel Yayınevi, 2011, s. 41. 157 Arı, a.g.e., ss. 316-330 
158 Erdurmaz, Arap Baharı ve Türkiye, s. 137. 
159 Arı, a.g.e., s. 320. 
160 Kışlakçı, a.g.e., s. 123. 

Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, 1967 Savaşı’nda kaybedilmiş olan 
toprakların geri alınabilmesi için, sadece ABD yönetiminin İsrail üzerinde zorlayıcı tedbirler alabileceğini bilmekteydi. Bununla birlikte Enver Sedat yine bilmekteydi ki, Mısır’a ihtiyaç duyduğu ekonomik yardımı sadece ABD sağlayabilirdi. Bundan dolayı da Sedat, göreve geldiği ilk günden itibaren ABD desteğinde barış sağlanmasına ve İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesine yönelik olarak her şeyi yapabileceğinin mesajını vermeye başlamıştır.157 

Bu doğrultuda Enver Sedat, Suudi Arabistan liderliğindeki muhafazakâr Arap 
Devletleri ile yakın ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Mısır’ın bu yaklaşımı, 
Mısır’ın SSCB’ye olan bağımlılığının azaltılması için Suudi Arabistan’ın petrol 
yardımı yapması ile neticelenmiştir.158 Bu doğrultuda Mısır’ın Pan-Arap 
politikalarını terk etmesi yönünde hareket etmeyi önemseyen Enver Sedat, bölge devletleri üzerinde hâkimiyet kurmak yerine, bu devletlerle işbirliği ve koordinasyon içerisinde olmayı önemsediğini ifade etmiştir. 1973 yılı itibariyle Enver Sedat, kaybedilen toprakların geri kazanılabilmesi için sınırlı bir savaş başlatmış, ancak başarılı olamamış ve bu doğrultuda ABD’nin tüm önerilerini kabul etmek durumunda kalmıştır.159 

Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Dönemi’nde de Mısır, Arap Dünyası ile 
yeniden bütünleşmeye çalışan bir ülke konumunda hareket etmeye başlamıştır. 
Dönem itibariyle Mısır, petrol zengini Arap ülkelerinin İran karşısındaki korkularını dengeleyen bir siyasi güç olarak görülmeye başlanmıştır. 1989 yılı itibariyle Mısır, yeniden Arap Birliği toplantılarına katılmaya başlamış, Irak, Yemen ve Ürdün ile birlikte Arap Birliği Konseyi’ni kurmuştur.160 


Hüsnü Mübarek, tüm bunların yanında İsrail ve İran’a karşı caydırıcı nitelik 
taşıması adına iyi silahlanmış olan askeri yapısını daha fazla güçlendirmiştir. 
ABD’nin askeri, ekonomik ve güvenlik yardımlarına karşılık olarak da, ABD’nin 
Arap Dünyası’na dâhil olması sürecinin en önemli aktörü olma rolünü 
sürdürmüştür.161 

161 Yalçıner, a.g.e., s. 43. 
162 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, İstanbul: Yıl: 2009, ss. 21-35 
163 Taha Kılınç, Orta Doğu’dan Notlar, İstanbul: Pınar Yayıncılık, s. 65. 

2.3. KÖRFEZ ÜLKELERİNİN ARAP BAHARI ÖNCESİ ORTA DOĞU 
POLİTİKALARI 

Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve 
Umman’dan oluşan Körfez ülkeleri, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte Osmanlı Devleti’nden İngiliz kontrolüne geçmiş olan Arap Yarımadası’ndaki zengin toprakların bağımsızlıklarına kavuşmaları ile şekillenmiş ülkeleri ifade etmektedir. 
Belirtildiği üzere, uzun dönemler İngiliz sömürgesinde kalan Körfez ülkeleri, 
stratejik ve jeopolitik önemleri nedeniyle, Batılı ülkeler tarafından özellikle küçük devletler olarak tasarlanmıştır.162 
Körfez ülkelerinden 1927 yılında Suudi Arabistan’ın bağımsızlığı, ardından 
da 1961 yılında Kuveyt’in, 1970 yılında Umman’ın ve 1971 yılında da Bahreyn’in, Katar’ın ve BAE’nin bağımsızlıkları tanınmıştır. Bağımsızlıklarını ilan etmelerinin ardından Körfez ülkeleri, sahip oldukları ve stratejik öneme sahip doğal kaynakları dolayısıyla hem Orta Doğu’da hem de küresel anlamda önemli ülkeler olarak addedilmeye başlanmıştır.163 

Bugün itibariyle Körfez ülkeleri; coğrafi konumları, siyasi rejimler, ekonomik 
kaynakları ve sosyal yapıları açısından büyük benzerlikler gösteren ülkeler olarak değerlendirilmektedir. Tüm bu benzerlikler, neticesinde Körfez ülkelerinin iç ve dış siyasi yapılanmalarının da aynı ya da benzer unsurlar çerçevesinde 
şekillendirilmesini beraberinde getirmiştir. Buna karşın gerek iç ve gerekse de dış tehditlere karşı kendilerini koruma potansiyelinden yoksun olan Körfez ülkeleri, başta ABD ve İngiltere olmak üzere bazı Batılı büyük devletlerden destek görmekte ya da yardım almaktadır.164 

164 Dijalili ve Kellner, a.g.e., s. 49. 
165 Ataman ve Demir, a.g.m., s. 9. 
166 Kışlakçı, a.g.e., s. 125. 
167 Kılınç, a.g.e., s. 71. 

4.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM  EDECEK

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder