ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2020 Çarşamba

MISIR’DA DARBE: İÇERİYE VE DIŞ DÜNYAYA ETKİLERİ

MISIR’DA DARBE: İÇERİYE VE DIŞ DÜNYAYA ETKİLERİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.07.2013 


Mısır, Osmanlı İmparatorluğuna bağlı kendine özgü yönetimi olan bir bölgeydi. Ondan önceki dönemde ilk çağlardan itibaren insanlık tarihi bakımından çok önemli gelişmelerin olduğu bir mekandı. 

Asya’da İndus (Hindistan), Mezopotamya’da Dicle-Fırat neyse Kuzey Afrika için Nil odur. Bu üç bölge asker devletlerin yaşam buldukları bölge olmuşlardır. İndus ve Dicle/Fırat’ta yaşam bulan asker devletler bir şekilde ortadan kalktıysa da Mısır, eski çağlardan bazı kesintiler olsa bile asker devlet özelliklerini taşımaya devam etmektedir. İkinci Dünya savaşından sonra sömürge ülkelerde gelişen bağımsızlık hareketlerinden ilk etkilenen ülke Mısır olmuştur. Başlangıçta İngiltere’ye bağlı bir krallık olan Mısır’da soğuk savaşın getirdiği bloklaşmalardan ve özellikle İsrail’in kurulmasından sonra Mısır’da Nasır önderliğinde yapılan askeri darbe ile Sovyet yanlısı bir çizgi izlenmiştir. Türkiye’de bazı ulusalcılar “Mısır darbesinden bir Nasır çıkacak”  diye düşünenler fena halde yanıldıklarını kısa bir süre sonra anlayacaklar. Darbeyi ilk selamlayanın Suudi Arabistan olduğu dikkate alındığında bunun gizli selamlayıcıları arasında ABD ve İsrail’i gördükleri zaman yanıldıklarını açıkça görecekler.

Soğuk savaşın kendine özgü niteliğinin bir sonucu olarak Mısır’da yaşam alanı bulan Müslüman Kardeşler temel olarak bağımsız bir çizgiye sahip olsa da Sovyet karşıtı kampta yer almıştır. Müslüman Kardeşlerin Anti-Sovyet çizgide oluşu onu direkt olarak Batı Emperyalistlerinin yanında yer aldığı şeklinde yorumlanmamalı dır. Ancak batı bu çelişkiden yararlanmıştır. Müslüman Kardeşler örgütünü başta Mısır olmak üzere diğer Arap Ülkelerinde desteklemekten geri durmamıştır. Müslüman kardeşler, İslam’a getirdikleri yeni yorumla Dünya’daki Müslümanlar üzerinde etkili olmuşlardır. Bu dönemin etkin ideologları Müslüman Kardeşlerin içinden çıkmıştır. Nasır’ın liderliğindeki Mısır’ın İsrail karşısında yaşadığı bozgundan sonra iktidarı ele geçiren Enver Sedat’ın ilk işi İsrail’in işgal ettiği Mısır topraklarındaki işgale son verme karşılığında İsrail ve ABD ile iyi ilişkiler geliştirilmiş tir. Arapların kırmızı çizgisi olan İsrail’i kabul etmeme politikası böylece Arap Dünyasının en önemli gücü Mısır tarafından görmezlikten gelinişi, İsrail’le ilişkilerin başlaması İsrail’in tanınması anlamına geldiği için Müslüman Kardeşlerini, Anti-Sovyetik bir çizgiye gelmiş olmasına rağmen Enver Sedat’a karşı koydu. Nasır’la başlayan Müslüman kardeşler karşıtlığı böylece Enver Sedat ondan sonrasında Hüsnü Mübarek’le devam etti.

25 Ocak 2011’de Mübarek karşıtlığında bir araya gelen göstericilerin hedefinde Mübarek vardı. O dönemde herkes Mısır Ordusunun göstericilerin aleyhine Mübarek’in yanında duracağını tahmin ediyordu. Ancak öyle olmadı. Ordu göstericilerin üzerine gitmedi. Mübarek’i devirmeyi tercih etti. Aslında bu da bir anlamda darbeydi. İster seçimle gelsin ister diktatör olsun mevcut yönetim asker tarafından devrilip asker yönetime el koyuyorsa bu da darbedir. Hatta darbeciyi, darbe ile devirip yönetimi ele geçiren de darbecidir. Bu anlamda bakıldığında Mısır’da iki buçuk yıl önce yapılan da bir darbeydi. Mursi’ye karşı yapılan darbe o günkü darbenin devam eden halidir. Çünkü Mübarek devrildikten sonra Askeri Yüksek Konsey oluşturuldu. Bu konsey bir şekilde Yasam/Yürütme/Yargı erklerini ele aldı. Parlamento seçimleri onların gözetiminde yapıldı bir yıl önce yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bazı adayların girmesini veto etti. Mursi, askeri Yüksek Konsey tarafından adaylığı onaylanan biriydi. Müslüman kardeşler örgütünün etkin liderlerinin önü kapatıldı. Bu kapatılma diğer adaylarda da kendisini gösterdi. Askeri Konsey daha çok Mübarek döneminin İstihbarat şefi Ahmet Şefik’in seçilmesini istiyordu. 

Tıpkı 12 Eylülden sonra Türkiye’de normalleşmeye geçiş sürecinde olduğu gibi o dönemin darbecileri Sunalp’in seçilmesini istiyorlardı. Ancak Özal seçildi. Mursi’nin seçilmesi Özal’ın seçilmesine benziyordu. Ancak 12 Eylül’ün oluşturduğu anayasa Özal’ı her yönden sınırlıyordu. Özal sistemi zorladıkça, statükoyu oynatacak hamleler yaptıkça nasıl ki tasfiye edildiyse Mursi de öyle tasfiye edildi. Mursi’nin tasfiye edilmesi, Müslüman kardeşler örgütünün tasfiye edilmesi anlamına gelmez. Tersine Müslüman kardeşler, Mursi’nin darbe ile devrilmesinden bazı dersler çıkarıp yeni döneme daha hazırlıklı hale gelebilirler. Nasıl ki, Türkiye’de Ordunun ve diğer vesayet güçleri Siyasi İslam’ı geriletmek için çabaları bir süre sonrasında yetersiz hale geldiyse aynı durum Mısır’da da yaşanabilir. Uzun süre yasadışı yaşamak zorunda kalan örgütün birden bire legal hale gelişinde yaşanan sancılar ve yetersizlikler de bu örgütün askeri darbe karşısında duruş göstermesinde sınırlama getirmiştir. Karşı bloğun politikleşmesi, toplumsallık yakalaması da dikkate alındığında ülkenin iç savaşa girme riski de Müslüman Kardeşlerin direnç gösterme eğilimini azaltmıştır. Müslüman kardeşlerin daha çok şehirlerde, orta sınıf içinde etkili oluşu da dikkate alındığında oluşabilecek bir iç savaşın en çok orta sınıfı vuracağı da dikkate alındığında Müslüman kardeşlerin neden büyük bir direnç göstermediğini anlamak gerekiyor. Mursi’nin kendi taraftarlarına şiddete başvurmadan karşı çıkışa çağrısı iç savaşın çıkışından duydukları kaygıyla ilgilidir. Ancak ne olursa olsun Mısır’da iç savaş riski her zamandan daha fazladır. Ordunun darbeden sonra ilk iş olarak Müslüman Kardeşler örgütünü yasadışı ilan edip tutuklama yoluna gitmesi ileriki aşamalarda seçim olması durumunda bu siyasal hareketin seçimlere fiilen girişinin engellenmesi anlamına geleceğinden dolayı iç savaş fitilinin bizzat ordu tarafından ateşlenmesi anlamına geliyor.

Siyasal iktidara bağlı bir ordu tarafları anlaşmaya varmaları için uyarı yapıyorsa o ordunun orada gerçek iktidar olduğu anlamına geliyor. Kendisinde o gücü göremeyen hiçbir güç başka birilerine ültimatom veremez. Ordunun darbeden iki gün önce ültimatom vermiş olması aslında fiilen yaşanan darbenin olduğu anlamına geliyordu. Mursi de bunu anlamıştı ancak iş işten geçmişti. 

Direnç gösterseydi o anda direnç göstermesi gerekiyordu.

Olaya bütünsel olarak bakacak olursak İlk Tahrir'de ordu Mübarek’i, ikinci Tahrirde Mursi’yi devirdi. 

Ordunun Mursi’yi devirmesi uzun süre iktidarı elinde bulunduracağı anlamına geliyor. Çünkü bu kez çok önemli bir gücü etkisizleştirmekle kalmadı arkasında önemli bir toplumsal destek de buldu. Bundan sonraki süreçte seçimlere gidilse bile seçilecek iktidarın orduyla ilişkileri iyi olacak bir iktidar gibi görünüyor. Ordu, şimdilik elde ettiği üstünlüğü kullanarak Müslüman Kardeşleri yeniden yasadışı ilan etme yoluna da gidebilir. Bazı liderlerinin tutuklanması bazıları için de yakalama kararlarının çıkmış olması bu örgütü yasadışı ilan etmeye başladığı anlamına geliyor. Bu yasa dışılığı sürekli hale getirebilmek için ordu daha fazla başta kalabilir. Mısır’da darbe yapabilecek başka bir ordu olmadığına göre ordunun gidişi de kolay olmaz. Böylece, sınırlı olarak başlayan demokrasi bundan sonra sınırlı demokrasi bile olamayacak durumda. Zaten, Mursi’nin seçilme sürecinde seçime girmesi askeri konseyce uygun görülen bir adaydı. Müslüman Kardeşlerin önemli liderlerinin önü kapatılmıştı.Bu da sınırlı demokrasi için kötü bir final ve kötü bir gidişattır.  

Darbenin Suriye’de Esad’a, Türkiye’de Erdoğan’ı nasıl etkileyeceği tartışmaları başlamıştır. Esad’a karşı Müslüman Kardeşler muhalefeti gözlüğünden bakıldığında Mısır darbesinin Esad için iyi geldiği görülebilir. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor ki, Uluslar arası güçler, Mısır’daki darbecileri Esad aleyhine dönüştürme gücüne her zaman sahiptir. Suriye’de Müslüman kardeşler veya başkaca radikal İslamcıların iktidara gelmesi yerine yeni tip muhalefet oluşturma çabası da dikkate alındığında Mısır darbesinin ileriki aşamalarda Esad’ın aleyhine dönüşebilme potansiyeline sahiptir.

Türkiye açısından bakıldığında ise Suriye’den sonra ikinci dış politika başarısızlığıdır. Türkiye’nin kendisini bir nevi Yeni-Osmanlı sayarak bölgeyi kontrol istemi ikinci kez hüsranla sonuçlanmıştır. Dışişleri Bakanı ve başbakanın dış politika danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinliği” “Stratejik Sığlığa” dönmüş durumdadır. AKP basın yayın organlarını yanına alarak bunu gizleme yoluna gitse bile iç politikaya etkisi de er geç kendisini gösterecektir.
19 Temmuz’da birinci yılını dolduracak Rojava devrimi ise Türkiye’nin bölgede etkinliğinin azalmasıyla birlikte daha da etkili olma şansını yakalamıştır. Daha önce Suriye’deki muhalefet güçlerini destekleyen Türkiye bu etkinliğini kullanarak Suriye muhalefetinin görüşlerini de etkileyerek Kürtlerin kazanımlarını ve Suriye muhalefeti tarafından tanınması engelleniyordu. 
Bu aşamadan sonra ne  Suriye muhalefetinin Türkiye’ye güveni kalmıştır ne de Suriye muhalefeti eski gücüne sahiptir. 

Bu da Suriye’de Kürtlerin haklarında daha duyarlı olacak bir muhalefetin etkili olacağı anlamına geliyor. 
 

***

KCK OPERASYONLARI VE LİCE DİRENİNCE

KCK OPERASYONLARI VE LİCE DİRENİNCE


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
01.07.2013 
KCK operasyonları arkasındaki güç kimdir? Bu hususların mutlaka tartışılması ve cevaplarının verilmesi gerekiyor. Çünkü KCK Operasyonlarının Legal / Demokratik / Siyasal Kürt hareketine büyük bir darbe vurmakla kalmamış; Kürt siyaseti Uluslar arası güçlerin istemleri doğrultusunda dizayn edilmeye çalışılmıştır. Genel olarak bakıldığında bunun sonuçlarının alındığı da görülecektir. Hatırlanacağı gibi KCK operasyonlarının henüz gündemde olmadığı dönemde  Kürt sorunu kapsamın da Türkiye-İran-Suriye ittifakı  Türkiye tarafından feshedildi. Bu ittifakın feshinde ABD'nin etkisi belirgindir  ABD ile anlaşıldı. Bundan sonraki süreçte Türkiye, ABD'nin Suriye, İran ve Libya politikalarını destekleyecektir. O dönemde CİA Başkanının kısa aralıklarla Türkiye ziyaretleri bununla ilgiliydi. Dış siyaset olarak ABD ile aynı konuma gelen Türkiye iç siyaset bakımından da KCK'ye yönelik operasyonlarda ABD ile Suriye/İran/Libya konusunda aynı çizgiye gelmenin karşılığı olarak her yönüyle Kürt siyasal hareketinin bastırılmasında onay verilmiş tir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta Türkiye'nin gerek İran ve Suriye ile ittifakında gerekse ABD ile ittifakında değişmeyen bir husus vardır. O da, Kürt hareketinin bastırılmasıdır. Türkiye, Kürt hareketi bastırılsın diye her güçle ittifak yapmaya sürekli hazırdır. Kürtlerin gözlerini ve kulaklarını açık tutup bunu aklından çıkarmamaları gereklidir.

Bazı Kürtler de dahil olmak üzere bir takım kesimler KCK adı altında Kürt siyasetine yönelik operasyonların cemaatin  bir faaliyeti olduğu, KCK davalarında tahliye çıkmamasının nedeninin cemaat bağlantısı olduğunu ileri süren görüşlerin gerçekle bir bağlantısı yoktur. Hükümet başta ABD olmak üzere uluslar arası güçlerin desteğini arkasına alarak bir şekilde Kürt siyasetine karşı açık şimdilik örtülü operasyonlarına devam ediyor. Her ne kadar bazı KCK davalarında serbest bırakılma olduysa da bu göstermeliktir. Kürt siyasetine yön verebilecek, başta milletvekilleri olmak üzere demokratik Kürt siyasetine liderlik yapabilecek kadroların aradan yıllar geçmesine rağmen serbest bırakılmayışı bu operasyonların bir şekilde devam ettiğini gösteriyor. İşin ilginç yanı bu durum karşısında mevcut Kürt siyasetinin gerek Öcalan ve KCK'nin gerekse BDP yönetiminin buna karşı çıkışının yetersizliğidir. Bu da Kürt siyaseti içinde derin kırıkların oluşmaya başladığının işareti olarak görülmelidir. Mevcut Kürt siyaseti de genel tabloyu görme yerine bundan hükümetten çok cemaati sorumlu tutar mahiyetindeki açıklamalar bundaki yanılgıyı gösteriyor. Zaten hükümetin yaptığı da buna benziyor; hükümet de sıkıştığı anda sorumluluğu cemaatin üstüne atmaktan geri durmuyor; bu şekilde kendi sorumluluğunu ustaca gizliyor.

Tekrarlamakta fayda vardır: 

ABD ve Avrupa da bu operasyonlara destek verdi. Nasıl ki Öcalan'ın Suriye'den çıkarılmasında Batı'nın desteği söz konusu idiyse KCK operasyonunda da onları desteği vardır. Öcalan'ın Türkiye'ye tesliminden sonra Irak'a müdahale edilmiştir. Aynı şekilde KCK Operasyonlarının İran/Suriye'ye karşı ABD/Türkiye ittifakıyla eş zamanlı olarak gerçekleşmiştir.

Daha önceki operasyonlar bütün olarak Kürt siyasetini karşısına almak şeklinde yürütülürken şu anda yapılanlar Kürt siyasetinde bazı yarılmalara neden olacak yöntemler kullanılıyor. Bu farklılık ve yarılmalar ilk olarak barış sürecinin ilk günlerinde Dicle Üniversitesinde meydana gelen olaylar, demokratik bir yapılanma olan Devrimci Yurtsever Gençlik-(YDG)'nin kendisini YDG-H olarak kuruluşunu ilan etmesi, Cizre'de ortaya çıkan görüntüler ve yine Karakol inşaatına karşı Lice'de meydana gelen olaylar  bu yarılmanın görünen yönleri olarak görülmelidir. Taksim Gezi olaylarına bakış açısında da kendisini gösteren bu farklı bakış açısı önümüzde giderek derinleşecek gibi görünüyor. Hele hele Lice'de asker kurşunu ile katledilen Medeni Yıldırım'a Taksim direnişinden gelen destek de dikkate alındığında "Barış sürecinin" kaderinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteriyor. 

Başbakan Recep Tayyip  Erdoğan'ın Akil İnsanlarla yaptığı final görüşmesinde söyledikleri de dikkate alındığında "barış sürecinin koordinatörlüğünün(?)" en önemli ayağının çöküşünü gözler önüne seriyor. Aslında çözüm ve barış sürecini başından beri destekleyen ve zarar görmesin diye giderek tek taraflı olarak sürdürülen barış süreci başbakanın akil adamlarla finali konuşmasıyla Kürtlerin artık bunu tek taraflı sürdürmelerinin mümkün olmadığını göstermiştir. Zaten olacağı da buydu. Kürt siyasetinin çözüm sürecini daha çok devlete endekslemesi, Türkiye toplumuyla doğrudan ilişki geliştirmeyişi bunun böyle sonuçlanmasını hızlandırmıştır. 

Bundan sonraki süreçte gelişmelerin seyrinin ne olacağı barış sürecinin diğer koordinatörü Öcalan'ın tavrına bağlı olacaktır. Öcalan'ın göstereceği tavır hem Kürt siyasal hareketinin hem de Öcalan'ın kaderini belirleyecektir. Ancak şunun da asla unutulmaması gerekir ki, Türkiye'deki soyut devlet aklı (derin devlet) hiçbir yerde Kürtlerin varlığını kabul etmemeye devam ediyor. Buna uluslar arası güçleri dahil ederek.  

Örnek mi? 

28 Aralık 2011 Roboski, 9 Ocak 2013 Paris'te üç Kürt kadın siyasetçinin katledilmesi son olarak da Lice'de Medeni'ye sıkılan kurşun. 

KCK operasyonlarının devam ettiği ve kimler tarafından desteklendiğini göstermeye yetmiyor mu? O nedenle Lice direnişi basit bir karakol inşaatına karşı bir isyanın ötesinde anlamlara sahiptir. Gerçek adalet ve barışın dile getirilişi, KCK adı altında Kürt siyasetine saplanan hançeri çıkarıp atma girişimidir. Aynı zamanda uyuyan beyinleri uyandırma çağrısıdır.

Halklar ve topluluklar arası ilişkilerin devlet aracı kılınmadan geliştirilmesinin en önemli örneğini Taksim/Gezi direnişi gösteriyor. Gezi bir direnişten öte anlama geliyor. Bu Gezi ruhudur. Türkiye'nin genel demokratikleşmesinin geliştirilmek istenen Alevi-Sünni, Kürt-Türk çatışması, dindar-laik çatışmasının önüne geçebilecek zehre karşı panzehir olduğu ortaya çıkıyor bu da sadece demokratikleşmeyi değil barışı da getirecektir. Halklar ve topluluklar kendi aralarında demokratik ve barışçı dili konuştukça buna karşı iktidar dahil hiçbir güç duramayacaktır.

***

TAKSİM DİRENİŞİNDEKİ YENİ AİLE TİPİ: ÇOCUK ERKİL AİLE

TAKSİM DİRENİŞİNDEKİ YENİ AİLE TİPİ: ÇOCUK ERKİL AİLE


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
26.06.2013 


Yoksul semtlerde ataerkil aile yapısı devam ederken orta sınıfın yoğun olduğu yerlerde çocukerkil yani çocuk merkezlik var. Yoksulluk içinde olan ailelerde çocuklar ailenin geçimine katkıda bulunmak için çalışıyorlar eve kazanç getiriyorlar çoğu zaman bu çocuk ve kadınların kazandığı para ile geçim sağlanıyor babanın kazancı ailenin geçimini sağlamaya yetmiyor. Çalışma kaba bir geçim aracı olmaktan öteye gitmediği için çalışma koşulları kötüdür günün 14-15 saati çalışma ile sürdürülür. Çocuk okula gitse bile bu düzenli değildir yorgun argın bir şekilde okula giden öğrencinin orta sınıf çocukları gibi konsantre olması da mümkün değildir bu semtlerde bulunan okullardaki farklı eğitim sistemi kalabalık sınıflar gibi etmenler de dikkate alındığında buradaki eğitimin çocuğun ileri aşamalarda bir yerlere gelemeyeceği duygusu dışlanmışlık yaratır.

Orta sınıfın yoğun olduğu yerlerdeki ailelerin çocukları hiç bir şekilde çalışmamakta dırlar. Onlar en iyi okullara gitmekte aileleri onların eğitimine  büyük bir bütçe ayırmaktadır. Okulların kategorileşmesi, bazı devlet okullarının yüksek puanlar veya yüksek bağışlarla öğrenci kabulü bu kesimin başarılı çocuklarının burada birikmesine ve yetişme döneminde toplumun geniş kesimlerinin çocuklarından farklı gelişmesini beraberinde getirmektedir. Buradaki öğrenciler en iyi en pahallı dershanelere gitmekteler onların gittikleri dershaneler de hem fiyat hem de nitelik olarak farklılık göstermekte buralarda başarı elde edilenler reklam malzemesi yapılarak başarı sanki dershanenin başarısı gibi gösterilerek geniş kesimlerin dershaneye yönelimi sağlanarak bunlardan büyük paralar kazanılmaktadır. Orta sınıfı oluşturan ailelerin çocukları, ana okulundan başlayarak hedefleri önceden belirlenmiştir iyi okullar sonrasında iyi işler onları beklemektedir.
Bu çocuklar aile yaşamı içinde önemli bir yere sahipler; çoğu şey onların ekseninde dizayn edildiği için geçmişten gelen ataerkillik ya da anaerkillik bu ailelerde görülmez. Çocuklar, aşırı bir özgürlüğün verdiği büyük bir özgüven ortamında büyürler. Geçmişin çocuklar üzerinde otorite kurma çabası burada görülmez; tersine çocuğun giderek otorite haline geldiğini söylesek yanlış olmaz. Ataerkil ailelerde baba bir otorite olarak evin içinde devletin bir temsilcisi gibidir çocuk da  baştan beri bu otorite ile karşı karşıya bulunduğu için gençliğinde dışarı çıktığında bu otoriteyi oralarda görür, geçmişte babanın evdeki otoritesinin bir devamı şeklinde görür oysa çocuk merkezli yaşamda çocuk otoriteden uzaktır, ailesi ona her türlü imkanı vermiştir; o istediği oyuncağı istediği bilgisayarı veya cep telefonunu almayı başarmıştır.Kendi hakkı olduğu bilincine bu şekilde alışmıştır. Bu onun önünde devlet otoritesini tanımama anlamına gelecektir. Bunların sayısı oldukça yoğundur buna benzer çocuklar 1960’li yıllardaki çocuklarda dar kapsamlı olarak görüldü. Bu tür ailelerin çocuklarının o günkü şartlarda devrimciliğe yönelmesi bununla ilgiliydi. Ancak o zaman bunun kapsamı ve topluma yaygınlığı çok azdı. O dönemki çocuklar, yoksullara ve işçi sınıfına karşı duyarlıydılar, şimdikiler ise duyarlı değiller. Hatta bunların çoğu AKP’ye  oy verdiği için onları “sürü veya koyun” olarak adlandırıyorlar. Onları dışlayıcı bir dil kullanırlar. Aslında bu süreci onların ebeveynleri başlattılar şimdi onlar değişik bir şekilde sürdürüyorlar. AKP, aslında bunu fark etti kendi içinde ekonomik imkan elde edenler çocuklarını tıpkı diğer aileler gibi o okullarda eğitmeye başladılar. İdeolojik olarak kendi ideolojik yapılarını aktarma imkanı bulamadılar ya da başaramadılar. Bu da AKP için bir açmaz gibi görünüyordu. Böyle yaptıkça kendi eliyle karşı olduğu kesimi daha da güçlendirmiş oluyorlardı. Böylece kendi içinde oluşturduğu orta sınıfına kendi ideolojik düşüncesini aktarama paradoksu ile karşı karşıya kaldığını gördükçe  bunu geriye döndürmek için politikalar üretmeye çalıştıysa da karşısında tepki oluşmaya başladı. Bir sosyal geçeklik haline gelen duruma müdahalenin sonuç vermesi o kadar kolay değildi. 

Örneğin, 

4+4+4 sistemiyle amaçlanan buydu. Orta sınıfların yoğun olduğu yerlerde imam hatip okullaşması olmadı, din dersi veya kuran kerim dersleri seçilmedi bu okullar daha çok yoksul semtlerde tuttu. Bunun amacı ailelerin çocuklarının dini eğitim alması içindi,  ancak genel eğitimin çok yetersiz  olduğu bu okullarda dini eğitimin sıradanlaşması nedeniyle bunun dini eğitimde bir yozlaşma ve dışlama mezhepçi yönelişi teşvik edişi dikkate alındığında toplumsal eğitimin amacı olan belirli bir birey yetiştirme tarzına da aykırılık teşkil eder. Günümüzde büyük bir tehlike olan dinsel çatışmalara zemin hazırlar. Ekonomik olarak da tabakalaşmanın yoğunluğu dikkate alındığında bunun yaratacağı tehlike görülmelidir. Dini eğitime zorlama laik ailelerin çocuklarını dini eğitimden daha da uzaklaştırma sonucunu doğurdu. Laikliğin anlamı  “din devlet ayrılığı” iken bu şekilde üzerine gidildikçe neredeyse laiklik, “laiklik dini” haline gelmeye başladı. Aslında buna sebep olan AKP’nin kendi İslami anlayışını topluma dayatmasına karşı bir tepkiydi. Sonuç olarak geniş orta sınıfların İslam’la yakınlaşması bir tarafa daha da uzaklaşmasına neden olur. Böylece CHP’nin dahi İslam’a yaklaşımında belirli düzenleme ve değişiklik yapma çabasını da gereksiz hale getirir.

Özerkliğin ötesinde özgür yetişen bu gençliği ailenin durdurması bir yana, Taksim Gezi olaylarında görüleceği gibi  ailelerin onların peşinden sokaklara döküldüğü görüldü. İstanbul valisinin ailelere hitaben çocuklarınıza sahip çıkıp,  oralardan çekmelerini istemene rağmen bunun tersine aileler de alanlara çıkarak onlara destek sundular. Devletin son olarak ortaya koymak istediği ve daha önce 
DHKP-C soruşturmalarında olduğu gibi aile ile çocuğunu karşı karşıya getirme planı tutmadı. Bu da Taksim Gezi olaylarındaki tepkinin daha fazla toplumsallaşmasını beraberinde getirdi. AKP’nin en çok korktuğu da buydu. Daha önceleri AKP kendi politikalarını bunların karşısında toplumsallaştırırken Taksim olaylarında görüldüğü gibi devlet ilk kez farklı toplumsal kesimlerin desteğinden yoksun kaldı. 1990’lı yıllarda polisin sokakta insan öldürmesini alkışlayan halkı yanında göremedi. Devletin imkanlarını zorlayarak kendi tabanını göstericilere karşı kışkırttı. Bunda da yeterli toplumsallık ve meşruiyet olmadığından dolayı bu da geri tepti.  Burada üzerinde durulması gereken en önemli bir husus bu gençlerin kendi anne babalarından daha fazla cesur olduğunun ortaya çıkması ve bu cesaretini kendi ailelerine de geçirmeyi başarmış olmasıdır. Bu aynı zamanda gençliğin olaya el koyup, kendi perspektifini ortaya koymasıdır. Bunun giderek politik yeni gençlik önderliklerinin çıkışını hızlandırdıkça toplumsal demokrasinin gelişimi için önemli bir şanstır. Geçmişte toplum adına ortaya çıkan bazı çevrelerin etkinliğinin bittiği anlamına gelen bu durum sivilleşme için de önemli imkanlar sunuyor. Bundan hükümetin de önemli dersler çıkarması gerekiyor.

Bu Çocuklar nasıl her istediğini ailelerine yaptırdılarsa da bu eylemleri de onlara yaptırdılar. Bu ailelerin çoğu bir veya iki çocuklu ailelerdir. Bunlar ailenin göz bebeği ve anlamıdırlar. Böyle yetişen bir gençliği askere göndermek ve onları askeri otoriteye tabi tutmak da kolay değildir. İleriki aşamalarda bunların askere gidişi zaten çoğu kısa dönem veya bedelli yapacaklar. Hiç kimsenin ummadığı bir gençliği karşılarında bulacaklar en iyi en yüksek puanlı üniversite öğrencileri içindeki anti AKP’lilik dikkate alındığında bunun erken sonuçları görülüyor. 

Bu gençliğin örgütlülüğü ve kendi liderliğini oluşturması halinde toplumun özgürlüğü için olumlu olacaktır. Ancak bunlarda en önemli eksiklik bunların halen AKP’ye oy veren geniş yoksul kesimleri anlamada yaşadıkları zorluklardır. 

Bu gençlik, 1960’lı yıllarda olduğu gibi toplumun geniş yoksul kesimlerini de anladıkça bunun toplumsal özgürlük için doğuracağı imkanlar daha da somut hale gelecek ve mücadeleleri anlamlı hale gelecektir.

***

TOPLUMLAR ARASI DOĞRUDAN İLİŞKİLERİN ÖNEMİ

TOPLUMLAR ARASI DOĞRUDAN İLİŞKİLERİN ÖNEMİ



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
21.06.2013 

Demokratikleşmenin muhatabı devlet görünse dahi devletin demokratikleşmesi doğrudan doğruya toplumun demokratikleşmesi sonucunu doğurmuyor. Her ikisinin bir arada olması anlam ifade eder. Bunun da olabilmesi için farklı toplumlar arası ilişkilerin devlet/toplum ilişkisinden toplum/toplum ilişkisine geçmesi zorunludur. Türk toplumunun Kürt toplumu ile ilişkisinin devlet öncülüğünde yapılıyor olması Türk toplumu ile Kürt toplumu arasındaki ilişkilerin normalleşmesine engel oluyor. Devlet de bu sürekli olarak bu şekilde yapıyor, merkeziyetçiliği esas tutarak bunu daha da katılaştırıyor. Böylece Türk toplumu ile Kürt toplumu arasında doğrudan doğruya ilişkiyi engellemiş oluyor. Var olan ilişkilerin çoğu da devlet müdahalesine açık durumdadır. Halklar ve topluluklar birbirinden farklı olsalar da birbirlerini anlayabilecek tarihsel kodlara sahiptirler. Devlet ilişkisi işin içine girdiğinde bu tarihsel kodlar üzerinde baskı uygulayarak uyumsuzluk/farklılaşma daha da derinleşir. Devlet, Kürdistan’a ve Kürt toplumuna yaklaşımı hep doğrudan ilişkiyi engellemek oldu. Bu da her iki toplumun olaylar karşısındaki tavırlarını farklılaştırdı. Örneğin devletin sert bir operasyonla Roboski ’de 34 köylüyü öldürmüş olması yılbaşı arifesinde olmasına rağmen bunun acısını o gün itibarıyla Türk toplumu yaşayamadı. Normal eğlencesini dahi durdurmadı.
Taksim Gezi olaylarının yarattığı toplumsallığın Kürt toplumu tarafından gerektiği şekilde desteklenmeyişi veya Kürt toplumunda hissedilişinin zayıf olmasının en önemli nedenlerinden biri de toplumlar arasındaki ilişkilerdeki devletin başat rolünden ileri gelmektedir. 2013 yılının başından itibaren Kürt Siyasal Hareketi ile Türkiye devleti ile yürüttükleri çözüm sürecinde devlet/Kürt siyaseti arasındaki ilişki içinde Türk/Kürt toplum ilişkisinin zayıflığı bunun en önemli etkenlerden biridir. Kürt toplumu ve siyaseti yıllarca karşısında mücadele ettiği devletin demokratikleşme adımları atması halinde sorunun çözüleceğine inanmaktadırlar. Oysa gerek Kürt siyasal hareketi gerekse devlet mekanizmalarının bu konuda araçsal olmaları zorunludur. Bu aracın her iki toplumu yakınlaştırma ve bunun sonuca her iki toplumu demokratikleştirme yolunda kullanılması gerekmektedir. Oysa bunun tersi yapılarak her iki siyasal aracın kullanılmasında sorunun çözüleceğine inanılmaktadır. Kürt toplumu veya Kürt siyasal hareketi devletle yaşadıkları çatışmalı sürecin bir ürünü olarak neredeyse Türk toplumu ile doğrudan ilişkiyi unutmuş durumdadır. Bu Kürt siyasal hareketinde devletin bakış açısından öteye gitmiştir. Kürt siyasal hareketi devletle bir anlaşmanın olması halinde devlet/Türk toplumu birlikteliğine inanarak toplumun bunu kabul edeceğine inanmaktadır.

Devletin, hukuki ve siyasal yapısıyla Kürtleri yok sayışı da Kürtlerin çözüm olarak devleti zorlama yönünde mücadele etmesini beraberinde getirmiştir. Kürtler bunun bütün günah ve sevabını devlete yüklemişlerdir. Bu da Kürtlerin siyasal muhatap olarak devleti görmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu aynı zamanda Kürtlerin devletle ilişkilerinde toplumsal bir söylemden çok siyasal söylemleri ön plana çıkarmıştır. Bu da Kürt toplumunun hızla politikleşmesi anlamına geliyor. 

Bir toplum gerektiği kadar politikse bu olumlu olur, politiklik düzeyi düşükse veya çok yüksekse bu olumlu değildir. Belki devlet politik dilin yüksekliğinden rahatsız olmaz ancak bundan habersiz yaşamış Türk toplumu ile yan yana geldiğindeki farklı düzeydeki politiklik iki toplumun toplumsal/ekonomik/kültürel ilişkilerinde sancıya neden olabilir. Şu anda yaşanan budur. Kürt toplumu yüz yılı aşkın süreye dayalı, otuza yıla yakın çatışmalı geçen bir süreçten dolayı aşırı politikleşen Kürt toplumu karşısında politik düzeyi oldukça düşük kalan Türk toplumunun olayları algılayışı, olaylar karşısındaki duygusal yönelimleri üzerinde etkili oluyor. 
Örneğin 
Taksim Gezi olaylarında politik Kürtlerin en önemli söylemi “yıllardır ormanlarımız yanıyordu, TOMA’lar Kürtleri katlederken, faili meçhul cinayetler vs. yaşanırken Türk toplumu neredeydi, şimdi onlar kendi devletlerinin gerçek yüzünü görsünler” gibi söylemler oldu. Aslında bu söylem sorunlu bir söylemdir. 

Evet Türk toplumunun Kürtlerin yaşadıkları konusunda duyarsızlık içinde olduğu doğrudur. Bunun en önemli nedenlerinden biri de Türk toplumunun bölgede Kürtlere yaşatılandan bilgi sahibi olmayışıdır. Devlet yoğun bir yalan ve karalama kampanyasıyla Türk halkının gözünün açılmasını hep engelledi. Enformasyon ve bilginin yayılışı bu kadar hızlı olmasaydı aynı durum Roboski katliamı için de olacaktı. Kürt siyaseti ve Kürt toplumu artık Türk toplumu ile devleti aracı kılarak ilişkiye geçme yoluna son vermelidir. Taksim olaylarındaki halkın tepkisinden de anlaşılacağı gibi doğrudan doğruya ilişki kurma kanallarının açılması halinde Türkiye’nin demokratikleşeceğinin anlaşılması gerekiyor. Taksim olaylarındaki toplumsal tepkinin arkasında genel bir demokratikleşme çabasının görülmesi gerekiyor. Bu da ilişkileri demokratikleştirmekle kalmayacak;ilişkileri sivilleştirecek tir.

***

YARGISIZ CEZALANDIRMA: GEZİ PARKI NA MÜDAHALE

YARGISIZ CEZALANDIRMA: GEZİ PARKI NA MÜDAHALE


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
17.06.2013 


Taksim Gezi Parkı’nda ağaç katliamı ile başlayan direniş genişleyerek AKP iktidarına karşı siyasi bir yönelime girmiş durumda. Taksim dayanışması adı altında gevşek bir örgütleme yapısı olarak bir araya gelen Taksim Direnişçilerinin kararlarını alırken gece boyunca yaptıkları forum ve toplantılarla karar almış olmaları tartışmacı bir demokrasi anlayışı bakımından önemli bir aşamadır. Öncelikle Taksim Dayanışmasının kararını tartışmaya dayalı olarak almış olması bu kararın arkasında toplumsal destek olduğu anlamına gelmektedir. Böylece günlerce süren görüşme ve müzakere süreçlerinden de sonuç alınmadığı ortaya çıkmış oldu. Bunun en önemli nedeni hükümetin sorunu halen “ağaç sorunu” olarak görmeye devam etmiş olmasıdır. Hükümetin bazı sanatçıları da dahil ederek bunu sonuçlandırma çabası kamuoyuna “müzakereye açık” bir hükümet olduğu imajını vermek içindi. Aynı politikayı “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan Kürt Sorununda da kendisini göstermektedir. Orada da çeşitli müzakereler yapılmakta, akil insanlar heyetleri oluşturulmaktadır. Orada da tıpkı Taksim’de olduğu gibi bakış açıları birbirinden farklıdır. Her iki taraf da çözümü istemekte ancak çözümün kapsamı ve içeriği konusunda bir uzlaşma olmadığından dolayı hükümet sahip olduğu güç kullanma özelliğini kullanarak kendi çözümünü dayatmaya çalışıyor. İktidar hangi yolu denerse denesin amacı kendi istediğini yaptırabilmektir. Başbakanın “Tayyip değişmez” lafı da Erdoğan’a olan inancı da sarsan bir tavır.

Bernard Russel İktidar adlı kitabında İktidarın birey/toplumu etki alma yollarını göstermiştir. Ona göre birey şu yollardan etki altına alınabilir: 1-Bedeni üzerinde doğrudan doğruya güç uygulayarak (hapsetmek, öldürmek) 2-Kandırma ve belli bir yöne sevk etme aracı olarak ödül ya da ceza vererek(iş vermek, işsiz bırakmak), 3-Fikirlerini etkileyerek, propaganda) 4-başkalarında bulunulması istenilen alışkanlıkların, örneğin askeri eğitim yoluyla yaratılması. AKP iktidarına bakıldığında diğer yolları da kullanmakla birlikte daha çok havuç/sopa veya ödül/ceza yolunu kullandığı görülüyor. Üstüne üstlük ceza vermek için herhangi bir mahkeme kararına da gerek görmüyor. Gösterici ve protestolara müdahaleyi bir cezalandırma yöntemi olarak kullanıyor. Nitekim İstanbul Valisi, hükümetin “Taksim’i boşaltın emrine uymayanlar cezalandırılacaktır” şeklindeki beyanı bu anlayışı gösteriyor. Yine avukatlar hakkında tamamen keyfi yakalama yapılması, polis zoruyla yaralananları tedavi eden doktorlar hakkında soruşturma açılmış olması idari/siyasi kararla cezalandırma anlamına geliyor. İktidarın Gezi Parkına müdahalesi yargısız bir cezalandırmadır. Bu cezalandırmanın boyutunu orantısız güçle açıklamak yetersizdir. Açıkça kanunsuzluk söz konusudur. Uygulanan yöntem de işkencedir. Sokaklar karakola, polisler hakim haline gelmiştir. Yine göstericileri tutuklamayan hakim ve mahkemeler de hükümetin hedefi durumundadırlar.

İktidarın da anlamak zorunda olduğu ancak anlamaktan kaçındığı gerçeği kabul etmesi gerekiyor. Olay, Taksim Parkı’ndaki ağaç katliamını durdurmak başlayan bir eylem olmaktan çıkmış etkileri Türkiye sınırlarını dahi aşmış durumdadır. Dış politikadan ekonomiyi doğrudan etkilemektedir. İktidar bunu küçümseyip bahaneler üretme yerine buna kendisinin sebep olduğunu da bilmek durumunda dır. Reyhanlı olayında olduğu gibi işi basite alıp CHP’ye yükleme yoluna bahanesi gerçekçi değildir. Sorun, karar alma sürecine halkın katılımını sağlayacak genel demokratikleşme sorunu olduğunu unutmamalıdır. Sorununun genel demokratikleşme sorunu olduğunu gösterici ve protestocuların da anlaması gerekiyor. Protestocuların sorunu demokratikleşme olarak görmeyip bir AKP sorunu gibi görmesi AKP’nin yaptığı yanlışlara göstericilerin düşmesi anlamına gelecektir.

Taksim Gezi Direnişinin her şeyden önce sivil bir direniştir. Direnişe Kemalistlerin, Ulusalcıların bayrak ve Atatürk posterleriyle katılmış olması sivil olmadığı anlamına gelmez. Tersine kendisini devletle bir gören bir anlayışın devlete dayanmadan kendi gücüyle taleplerini dile getirmiş olmasıdır. Bunun farkına varmaları dahi Türkiye’de demokrasinin toplumsallaşması bakımından çok önemlidir. Yaşam standardı, eğitimi, etkinliğiyle bu kesimin sivil demokratik yaşamda yer alışı demokrasi mücadelesi açısından önemsenmelidir. En önemlisi de bu kesimin sivil örgütsel yapılarla bir arada hak arama mücadelesi vermesi geçmişte vesayet güçlerinden medet umma anlayışını da toplum yaşamında gerilemesini sağlayacaktır. Toplumu oluşturan farklı görüşlerin demokratik yöntemlerle mücadelelerini verdikçe demokratik yöntemin herkes için ne kadar gerekli olduğu bilincine de ulaşacaklardır. Yine Türk toplumunun Kürtlerin hak arayışına terör gözüyle bakmaktan vazgeçmesi yönünde eğilim içine girmesi, onları hak arayışını anlamaya başlaması da Taksim direnişiyle mümkün oldu. Roboski katliamı olduğu dönemde sessiz kalan bu kesimin Taksim Direnişinde Roboski katliamını gündeme getirişi önemsenmelidir. Gecikmiş olsa da Roboski’deki acının ilk kez Türkiye’nin batısında yaşayanlarca hissedilmesi, hükümetin unutturma, oyalama siyasetini de boşa çıkarmıştır.

Bayrak, Atatürk vs. adı altında ne olursa olsun sivilleşen bir Kemalizm (Siyasal İslam iktidarda değilken baş örtüsü mücadelesi demokratik sivil bir mücadeleydi, günümüzde siyasal İslam iktidarda olduğu için bu konuda yapılacak gösterilerin sivilliği tartışmalıdır. Yine AKP’nin Taksime karşı Kazlıçeşme çıkışıyla yapacağı miting de sivil değildir, devletin imkanlarıyla oluşturulmuştur.) varlığı ilk kez otorite karşısında birlikte ayağa kalkışı Kürtlerin de onlara bakış açısını değiştirdi. AKP karşısında ilk kez beklemediği bu kesimler doğrudan doğruya diyaloga girmiş oldu. Her iki taraf birbirini tanımaya çalıştıysa da AKP kendi açısından devletliliğini onlara kabul ettirdi. Devlete veya sivilliğe dayalı olma farkı görüldükçe Kürtlerin de hükümete yönelik sokakları hareketlendiren kesimlere “geçmişte Kürtlere bombalarla saldırılırken siz neredeydiniz?” şeklinde suçlamalar getirmenin bir anlamı yoktur. Bu kesim sivilleşip, sivil/demokratik eylemler yaptıkça Kürtlere şimdiye kadar yaşatılanları da anlamaya başlayacaktır. Onlar “Kürtlere destek vermedi” denilerek onları muhafazakar otoriter yapı karşısında yalnız bırakmanın haklı bir nedeni de olamaz.

Taksim Dayanışmasının “Yaşam hakkı dahil tüm insan haklarının ayaklar altına alındığı bir süreç içindeyiz.” tespiti ne kadar doğruysa “Ancak bu zulüm; kalabalıkları dağıtacağı yerde büyüttü, birbirlerini mücadele içinde tanıyan insanların dayanışmasını güçlendirdi, bütün canlıları boğan gaz bombalarının altında her türlü şiddete karşı sokakları doldurdu, direnişi birleştirdi ve bir halk hareketine dönüştürdü” tespiti de o kadar doğrudur. Olayın Gezi Parkı olmaktan çıktığı, Gezi Parkındaki direniş çadırları kaldırılsa bile bunun Gezi direnişini büyütmekten başka bir sonuç doğurmayacağı da gece yarılarına kadar eyleme geçen yüzbinlerle ortaya çıkmış oldu.

Taksim Dayanışmanın dediği gibi bunun sadece bir başlangıç olduğu düşünülürse bundan sonraki sürecin kolay olmayacağı anlaşılıyor. Direnişin hangi yöne gideceği, örgütlülüğünün nasıl olacağı henüz belli değildir. Ayrıca Taksim dayanışması adına direnişe devam kararı veren platformun temsil gücünün ne kadar olduğu da bilinmemektedir. Eylem alanında, direnişin heyecanına kapılan, kitlenin coşkunluğu içerisinde kendi düşüncesini oluşturmaktan çok orada anlık olarak oluşan görüşlerin etkisiyle verilen kararların siyasi sonuçlar doğurmayacağı da bilinmelidir. Başbakanla yapılan görüşmeler sırasında görüşme yapanların taksim direnişini temsil edip etmediği tartışıyordu. Bu da bu şekilde ortaya çıkan platformların karar verme noktasında ne kadar yetersiz olacağını ortaya koyuyor. Durum böyle olunca platform temsilcisi olarak ortaya çıkanların bir iradelerinin ortaya çıkışından çok orada direnişi devam edenlerin verilen kararlar üzerinde etkili olacağı görülüyordu. Eylemi bitirme şeklinde karar almaları halinde bunun da kendilerinin bitmesi anlamına geleceğinden dolayı direnişe devam kararı almalarından başka seçenekleri de yoktur. Bunun nedeni ortaya çıkanlar her ne kadar direnişe başlangıcından bu yana katılanlar olsa bile geçen günler içerisinde direnişe katılımların giderek artmış olması gerçeği karşısında dayanışmanın bu toplumsallıkla paralel olarak çatı örgütlemesini genişletmesi gerekliydi. Doğrudan doğruya temsilin çok zor olduğu Taksim’de buna katılan toplulukların bu güne kadar ilçe/mahalle/sokak örgütlemelerini yapıp temsilcilerini seçmiş olması gerekliydi. Anlaşılan böyle olmamış, başlangıçta oluşan dayanışma olduğu gibi kaldığı için kararlaşma noktasında yetersiz kalmıştır. Bu da direnişe devam kararı verilmesi halinde bunun devamlılığının nasıl olacağını belirsiz duruma getirebilir.
Başbakanın eylemlerin bitirilmesi için kamuoyunu yanıltması, kendisiyle görüşecek kişilere müdahale edişi, taksim dayanışmasını gerçek anlamda muhatap almayışı, kendi kendine almış olduğu kararların sanki müzakerenin bir sonucu gibi göstermesi de dayanışmanın kararı üzerinde etkili olmuştur. 

Taksim dayanışmasının eyleme devam kararı verilmesinin doğruluğu Gezi Parkına yapılan müdahale karşısında halkın kendiliğinden sokağa çıkıp sahiplenmesiyle de karşılığını bulmuştur. Hükümet veya hükümete yakın çevrelerin eylemin devamının yanlış olduğu konusundaki yorumlarının tek taraflılığı ve propaganda amaçlı olduğu ortaya çıkıyor. Taksim Dayanışmasının “farklı eğilimlerin zenginliği ile bir araya gelebildiğimizi, tartışabildiğimizi, ortaklıklar yaratabildiğimizi ve birlikte mücadele edebildiğimizi gördük” şeklindeki açıklaması Taksim Direnişinin yaygınlaşması için önemli bir tespit. Ancak bunun Kürtler açısından anlamlı olabilmesi için pratik adımların atılması lazım.  

Hükümet hem sertlik hem de müzakereye açık olduğunu gösterdi. TV’lerde canlı yayınlarla bunu yansıttılar. Kendilerini anlatabilmek için çaba harcadıklarını göstermiş oldular. Gösterilerin devam etmesi halinde önceki gibi kamuoyu ve halk desteğinin devam edip etmeyeceği direnişin haklılığının toplum tarafından sürekli hissedilmesiyle mümkün olabilir. 2000 Yılında “Hayata dönüş operasyonunda” olduğu gibi sonuçlar da doğabilir. O zaman da müzakereler yapılıyordu ancak bir anda müdahale oldu onlarca kişi öldürüldü. Hiç kimsenin beklemediği ancak önceden hazırlıklı olduğu anlaşılan polis müdahalesinin 2000 yılındaki hayata dönüş operasyonunun ruhu ile yapıldığı söylenebilir. Psikolojik etmenler de kullanılarak direnişe katılanlar arasında çatlaklar da yaratıldıkça bunda belki başarılı da olabilir. Ancak bu direnişe destek veren geniş halk kitlelerinin varlığı iktidarın bu oyununu bozabilir.

Taksim direnişinin başarılı olabilmesi için barış süreci ve demokratikleşme süreciyle bağının gelişmesi gerekiyor. Bu sorunların temelinde yer alan en önemli husus siyasetin yerellikten çıkıp giderek merkezileşmesidir. Şehirle ilgili kararların merkezi yönetim tarafından değil de yerel yönetimlerce halkın katılımı sağlanarak alınmasın savunulması gerekmektedir. Dayanışmanın açıklaması bu bakımdan “…katılımcı demokrasi önündeki engeller kalkıncaya ve haksızlıklar bitinceye kadar” gibi soyut belirlemeler yapılmıştır. Somut demokratikleşme adımlarından söz edilmemiştir. “Haksızlıklar bitinceye kadar”ın ölçüsü ve sınırı nedir? Bu belirsiz ve siyasi perspektiften yoksundur. Kürt sorunun çözümü konusunda hiçbir talep yoktur. Bu başından itibaren Kürtlerin desteğinden yoksun kalmak anlamına geliyor.

Başbakan Erdoğan’ın Ankara mitinginde söyledikleri başbakanın bundan sonraki süreçte daha fazla sertleşeceğini gösteriyorsa da üzerinde durulması gereken en önemli husus başbakanın yaklaşan yerel seçimlerde Saadet(SP) ve Büyük Birlik Partilerine (BBP) yapmış olduğu seçim ittifakı teklifidir. Bu teklifin anlamı ittifaktan öte kendisine katma şeklinde olduğu görülüyor. Böylece Erdoğan hükümeti giderek bir tür Milliyetçi Cephe hükümetine dönüşmektedir. Mitingde bozkurt afişlerini ve MHP bayraklarını  selamlaması, onlara “MHP’li kardeşlerim” şeklinde hitap etmesi MHP Genel Başkanını rahatsız etmiş gibi görünse de milliyetçiliğe oynayarak milliyetçi kesim içinde de bir bölünme yaratmak amaçlıdır. Başbakanın bu yöndeki politika değişikliğinin en önemli nedeni kendisine yakın kesimleri kendisine daha fazla bağımlı hale getirip onlardan gelecek eleştirilerin önünü kesmektir. Bunu İstanbul’daki mitingde daha da ileri bir aşamaya getirecektir. Miting öncesi Taksim’de kendisine göre “mıntıka temizliği” yaptığını sansa bile eylemlerin yaygınlaşması ve kitleselleşmesi genişledikçe “Taksim’deki mıntıka temizliğinin” anlamsız hale geleceğinin bilinmesi gerekiyor. Ancak ne olursa olsun hükümet yargısız, hükümsüz, idari/polis kararı ile cezalandırma/işkence yoluna giderek nice hukuksuzluklarına yeni hukuksuzluklar katmaya devam ediyor.



***

TAKSİM DİRENİŞİ SİYASAL ANALİZİ 2 "KÜRTLERİN TAVRI"

TAKSİM DİRENİŞİ SİYASAL ANALİZİ 2  "KÜRTLERİN TAVRI"



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
08.06.2013 

Feyzi Çelik, ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ, Sırrı Süreyya Önder, Gezi Parkı, Reyhanlı saldırısı,


Bu durumda Kürtler ne yapmalı? Kürtler örgütlemeleri ni devam etmeli, CHP benzeri partilerle birlikte hareket etmenin koşulları olmuş olsaydı onlarla birlikte hareket edebilirlerdi. Ancak Kürtler şu anda kendilerini CHP’ye göre AKP’ye daha yakın görüyorlar. O yüzden AKP’ye karşı CHP benzeri partilerle birliktelik kurmaları zor görünüyor ancak bu durumda güç kaybeden AKP’nin Kürtler tarafından ayakta tutulmasına gerek de kalmıyor. Çünkü Kürtler, AKP’nin güçlü bir hükümet olduğunu ileri sürerek Kürt sorununu çözebileceklerine inanıyorlardı. Bu kadar gücü olmadığı, varsa da bunu kullanmak istemediği ortaya çıktı. Bu aşamada AKP’yi Kürt sorunundan çok kendisinin varoluşu söz konusu olacaktır. Kendi varoluşu sorgulanan AKP’nin Kürt sorununu çözmedeki yetersizliği de ortaya çıkacaktır. Bu durumda Kürtlerin örgütlü bir şekilde Suriye’deki Kürtlere benzer tutum geliştirmeleri daha uygun olacağı görülse de Kuzey Kürdistan ve Türkiye’nin şartlarıyla Suriye’nin şartları aynı değildir. Kürtler, doğrudan doğruya AKP’yi karşısına aldıkça AKP’nin gidişi de kolay olacağından dolayı AKP’nin yerine gelecek Ergenekoncu güçlerin AKP’ye olan kızgınlıklarını Kürtlerden alacakları konusunda kaygı duyabilirler.  Kürtlerin olası siyasi krizden AKP’nin zarar görmesini istemeyişinin arkasında bu kaygılar rol oynamış olabilir.

Kürtlerin önünde iki tecrübe var. Kuzey Irak’ta tavırları Saddam’a karşı netti. Muhaliflerin yanında yer aldılar, ABD’nin işgali ile birlikte Irak Anayasasına göre federal bir statü elde ettiler. Bundan dolayı fazla kayıpları da olmadı. Bunda Kürtlerin Irak’ta belirli bir bölgede yaşamaları da etkili oldu. Araplarla birlikte yaşadıkları Kerkük’te ise barış ortamı hiç olmadı. Kerkük’ün durumunun netleşmemesi dışında Kürtlerin muhalif Şiilerle birlikte hareket etmeleri onlar açısından doğruydu.

Suriye tecrübesine bakıldığında, Suriye’de Kürtler Irak’a göre daha dağınık bir yerleşim düzenine sahipler. Çoğu yerde Kürtler, Araplar, Hıristiyanlar birlikte yaşamaktadırlar. 2004 yılında meydana gelen çatışmalar nedeniyle Kürtler PYD’de örgütlüydüler. PYD lideri Salih Müslim tutukluydu. 2011 yılında gösterilerin başlamasıyla birlikte Kürtler beklemeyi tercih ettiler. Ne muhaliflerin yanında yer aldılar ne de Esad’a karşı eyleme geçtiler. Esad içinde bulunduğu açmazdan kurtulmak için çıkarılan af yasası ile birlikte PYD için serbest bir alan oluştu. Kürtler hem idari hem de savunma olarak örgütlenerek kendi bölgelerini koruma yoluna gittiler. Türkiye ilk günlerde Esad’ın adım atabileceğini düşündü. Onunla sürekli görüşmeler yapıyordu. Bu arada muhalifleri kendi ülkesinde örgütlüyordu. Muhalefetin Kürtlere yönelik olumsuz bir tavrı olmamasına rağmen Türkiye Kürtleri muhaliflerin içinde görmeme yolunu seçti.Bu politikasını da Suriye muhaliflerine kabul ettirdi. Türkiye, Mısır’daki gelişmelerden hareketle Müslüman Kardeşlerin iktidarı ele geçirebileceği üzerinden politika yapıyordu. Kürtlerin Suriye’de üçüncü güç olarak ortaya çıkışı ilk meyvelerini Temmuz 2012’de muhaliflerin Suriye’ye önemli bir darbe vurduğu anda oldu. Artık Esad, Şam’a sıkışmış durumdaydı. Kürtler etkin oldukları şehirleri teker teker teslim alıp kendi yapılarını oluşturdular.

Kuzey Kürdistan özellikleri itibarıyla ne Güney’e ne de Rojava’ya benzer. Yine Türkiye, ne Irak ne de Suriye gibidir. İşleyen bir ekonomiye sahiptir, dünyanın en büyük ekonomileri arasında 16. Sıradadır. Yoğun çalışan ve işçiye sahiptir. Ekonomisi de küresel ekonomiye bağlıdır. Toplumsal bağlar oldukça iç içe geçmiş durumdadır. Kürtlerin bu bağlamda tarafsız kalmaları oldukça zordur. Kürtler kendilerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir parçası olarak görüyorlarsa hükümetin bu anti demokratik uygulamaları karşısında muhalif güçlerin yanında yer almaları onlardın da lehinedir.

Öcalan’ın 7 Haziran 2013’te BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş aracılığıyla gönderdiği mesajında Gezi Olayları ile ilgili olarak "Direnişi anlamlı buluyor ve selamlıyorum. Elbette ki bu duruş yeni bir siyasal kırılma yaratmıştır. Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere de kendini kullandırmamalı. Bu hareketin onların denetimine girmesine Türkiyeli demokrat, devrimci, yurtsever ve ilerici çevreler izin vermemeli dir." Demiştir. 

Öcalan’ın bu mesajı ile olayların ilk günlerinde BDP’nin yaptığı açıklamalar birbiriyle örtüşmektedir. Ancak gelinen aşamada Kürt Siyasal hareketinin Türkiyeli demokrat, devrimci ve ilerici çevrelerle ilişkisi de giderek zayıflamış durumdadır. Bu anlamda bakıldığında Öcalan’ın bu mesajının yeterli karşılık bulacağını sanmıyorum. Eğer kamuoyuna yansıyan yorumlar doğruysa Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’ya gidişi hükümet tarafından veto edilmişse, vetoya rağmen BDP buna tepki göstermemişse  Öcalan’ın mesajında adı geçen Türkiyeli demokrat, devrimci ve ilerici çevrelerle Kürtlerin ilişkisini sağlayan önemli bir bağın kopmuş olduğunu da kabul etmek gerekiyor.

Taksim Direnişine bütünsel olarak bakmakta fayda vardır. İlahi bir benzetme yapmak gerekiyorsa 2007 yılında Hrant Dink’in cenazesinde bir araya gelen farklı çevrelerden oluşan kitleye benzetilebilir. O günkü koşullarda hiç kimsenin tahmin edemeyeceği oranda katılımın sağlandığı bu cenaze töreninden sonra burada oluşan dinamizm hiçbir zaman örgütlü bir yapıya dönüşüp kendisini devam ettirmedi. Ancak Taksim direnişinde bir devamlılık ve genişleme var, sokakta görülmemiş bir dayanışma, heyecan var, insanlar olağanüstü bir diriliş sergiliyor lar. Hiçbir parti, siyasi klik tek başına etkili olamıyor. Aynı safta toplanan insanlar birbirine karşı son derece saygılı, sorumlu. Haklı bir direniş dosta karşı nezaket, düşmana karşı hiç dinmeyen bir dirençle sürüyor. Kürtler bu direnişi değerlendirirken bu gerçeği göz önünde bulundurmalıdır.

Kürtler Taksim direnişinin demokratik bir arayış olduğunu kabul ediyorlar; kaygıları bunun Kürtlere karşı siyasi bir komplo ve ulusalcı bir akıma dönüşmesidir. Bu kaygıları haklı çıkaracak bir şey olacağını sanmıyorum. Tersine bu kaygıları taşıyıp uzak durmanın siyasi komplo ve ulusalcılara yer açacağını görmek gerekiyor. Taksim direnişinin meşrulaşması ve değişik çevrelerin desteğini alışında BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in mücadelesi de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Başbakanın Sırrı Süreyya Önder’e takındığı olumsuz tavrın Önder’in bu mücadelesiyle bağlantısı vardır.

Çözüm sürecine sahip çıkan kararlı bir başbakan ortalıkta görünmüyor. 
Başbakan gerçekten çözüm sürecine sahip çıkıp bazı adımlar atmış olsaydı o zaman Kürtler kaygılarında haklı olabilirlerdi. Reyhanlı saldırısıyla sarsılan, bu sarsıntı geçmeden Suriye’deki gelişmelerin dışında kalan AKP’nin bunu topluma anlatmasının zorlaştığı bir dönemde AKP’den çözüm sürecinin arkasında durabileceğini sanmak bundan sonraki aşamada saf dillikten öte bir anlamı da olmayacaktır. 
Yine ulusalcı ve ülkücü kesimlerin süreci Kürt karşıtlığına dönüştürmesinde AKP Kürtleri koruyamamıştır. Batı il ve ilçelerinde Kürtler hem saldırı ile karşı karşıya kalmış hem de Kürt karşıtı bir söylemin gelişmesine neden olmuştur. Bir yıl önceki güçlü Tayyip Erdoğan imajı da giderek dökülmüştür. Bu gerçekler dikkate alındığında Kürtlerin AKP ve başbakanı koruyan bir anlayış giderek Kürtleri AKP önünde mayın eşeği haline getirmek tehlikesini içinde taşımaktadır. 
Bunun Kürt karşıtlığına dönüşmeyişi biraz da Kürtlerin varlığına/direnişine bağlı olacak.

***

TAKSİM DİRENİŞİN SİYASAL ANALİZİ 1

TAKSİM DİRENİŞİN SİYASAL ANALİZİ 1



Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
08.06.2013 


BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in Gezi Parkında ağaçları sökmeye çalışan kepçenin önüne atılmasıyla başlayan eylemlerin devasa eylemlere dönüşüp Türkiye çapında yayılacağını hiç kimse tahmin etmezdi. Reyhanlı saldırısının şokunu henüz üzerinden atmadan Taksim’deki eylemlerin bu boyuta ulaşacağını hükümet de tahmin etmedi. Böylece hükümetin giderek halktan kopukluğu ortaya çıkmış oldu. AKP, sadece kendisine oy vermeyenlerin dışında kendisine oy vermiş olan kesimlerle de kopukluk yaşamaya başlamış durumdadır. Bunun ilk belirtisi liberal kesimlerin AKP’ye olan desteklerini çekmeleri ile kendisini gösterdi. AKP’nin gerek sistemle gerekse değişik kesimlerle bağlantının meşruluğunu bu kesim sağlıyordu. 2010 Yılında Anayasa oylamasında “yetmez ama evet” deyip Anayasa değişikliğinin yapılmasında rol oynayan liberal kesimlerin Anayasa oylamasından sonra AKP’nin yargı üzerinde siyasi etkinlik kurmaya başlamış olması bu kesimlerde AKP’ye karşı bir güvensizlik yaratmaya başladı.

Son olayların üzerinden analiz yapan bazı kesimler, daha önceden AKP’ye destek vermeleri nedeniyle AKP’nin bu hale gelmesinden sorumlu tuttukları liberal solculara büyük bir ateş püskürtmektedirler. Aslında uzun süredir liberaller de bunun farkına vardıkları için AKP’ye daha mesafeli yaklaşmaya başlamışlardı. Onların AKP’yi destekler mahiyette bulunmaları halinde bir anlamda AKP üzerinde bir emniyet sübabı görevi görüyorlardı. Taksim eylemlerinin en önemli sonuçların dan biri de liberallerle sol kesimlerin uzun süren ayrılığından sonra yeniden bir araya gelmeye başlamış olmasıdır. AKP, oy oranını yükseltip, devletin içine iyice girince, medyayı kontrolü altına aldıkça bu kesimlere ihtiyacı olmadığı sonucuna vardı. Bu anlamda iktidarının ustalık dönemi olarak adlandırdığı dönemi ideolojik bagajını gerçekleştirmek için kullanmaya çalıştı. Çok çocuk yapma kampanyası, Kürtaj tartışmaları, alkol yasakları, 4+4+4 uygulaması, Taksim’e ve Çamlıca’ya Cami projeleri bunun görünümlerinden bir kaçıdır. 

Bu uygulamalar öyle bir boyuta geldi ki AKP Parti olarak icraatların dışında kalmış gibi görünüyor. Başbakan ve etrafındaki birkaç bakan ve danışmanların etkinliği adeta partinin organları üzerine çıkmış durumdadır. Bakanlar kurulunda tartışılıp kararlaştırılmadan çok önemli yasalar kanun teklifi olarak doğrudan doğruya TBMM’nin önüne getirilip kabul edilmektedir. Bunlardan en önemlisi de eğitim sistemini baştan aşağı değiştiren 4+4+4’le ilgili kanundur. Yine alkolle ilgili düzenleme de bu şekilde meclise gelmiştir. Bir anlamda AKP içinde genel başkan etrafında oluşan dar bir grup önce partiyi giderek toplumu hakimiyetleri altına almaya başlamıştır. Yerel yönetimleri de etkisiz hale getiren bu dar grup AKP içinde de sıkıntıya neden olmaya başlamış tır. Bundan en çok rahatsızlık duyanların başında da cemaat gelmektedir. Cemaat kendi yayın organlarında bundan dolayı sitemlerini, eleştirilerini seslendirmeye başlamıştır. 

Dikkat edilirse Çözüm Süreci de bu dar grup etrafında yürütülmeye çalışılmaktadır.

AKP’nin 2011’den başlayarak ılımlı İslam düşüncesi doğrultusunda hızlı adımlar atmaya başlaması başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’ı ikame etme çabası ve bu konuda AKP’nin güdümündeki Türkiye’nin İslam Dünyasında rol-model olarak ileri sürülmesi politikasının hayata geçirilişidir. 
Arap Baharı olarak adlandırılan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da meydana gelen olayların gerisinde Ilımlı İslam’a geçiş işaretleri veren Müslüman Kardeşler örgütünün bulunduğu da dikkate alındığında AKP’nin bu örgütle olan ilişkilerini geliştirmek adına kendine daha fazla İslami renk vermek için içeride Anayasa ve yasalarda değişiklik yapma gereği duymuştur. Böylece kendisinin İslami bir hareket olduğu imajını İslam ülkelerinde yaygınlaştırıp AKP modelinin Arap Baharı yaşayan ülkelere benimsetmeyi amaçlamıştır. Ancak ne Müslüman Kardeşler istedikleri başarı elde ettiler ne de AKP onları üzerinde etkili olabildi. Tersine İslam Dünyasında mezhep çatışmaları eskisinden daha fazla görülmeye başladı. 

Bu İslam dünyasının Filistin/İsrail konusundaki görünürde de olsa ortak görülen politikalarında bölünmelere yol açtı. Bu açıdan bakıldığında İsrail’in kuruluşundan bu güne kadar en rahat günlerini yaşadığı söylenebilir. Özellikle İsrail’in gözünü sürekli korkutan Lübnan Hizbullah’ının Esad’ın yanında yer alarak Suriye’deki Muhaliflere karşı savaşmaya başlaması İsrail’e karşı zayıflama ve bölünme anlamına geliyor.
Başbakan Reyhanlı olayında da görüldüğü gibi kendi politikasının hatası olarak ortaya çıkan olumsuz sonucun sorumluluğunu kendisinde bulmak yerine başkasında bulma yoluna gitmektedir. Neredeyse Reyhanlı olayını CHP’nin üzerine atacaktı. Buradaki amacı gerçekleri kamuoyundan gizleme çabasıydı. Gezi olaylarına getirdiği yorum Reyhanlı’dakinden farklı değildi. Başbakan Erdoğan’ın eylemlerin en yoğunlaştığı 2 Haziran günkü açıklamaları olaya yeni bir boyut getirdi. Günlerdir polisi göstericilerin üzerine salan hükümet bundan sonuç alması bir yana bunu daha da büyüttüğünü söyleyebiliriz. Başbakanda bir panik havası vardır. Suriye’yi hatırlayacak olursak Suriye’de ayaklama ve gösterilerin ilk günlerinde göstericilerin üzerine güvenlik güçlerini gönderdi. Kısa bir süre içinde ince dengeler üzerinde bulunan Suriye’de mezhebe dayalı çatışmalar başladı. Bunda Beşar Esad’ın etkisi oldukça belirgindi. Ülkesinde bulunan Nusayri ve Hıristiyanların Sünni Müslüman kardeşlerin gelmesi halinde kendi gelecek güvenliklerini tehlikeye gireceğinden dolayı onlar sıkı sıkıya rejime bağlandılar. Yine Müslüman Kardeşlerden endişe duyan “Türkiye’deki Sünni/Laiklere” benzer kesimler de Esad’dan yana tavır koyunca ülke iyice iç savaş bataklığına saplanmış oldu. Erdoğan, güvenlik güçleriyle bunu engelleyemeyeceğini anladıkça kendi partililerini sokağa dökmeye çalışıyor. “Benim de bir partim var, ben istersem bir milyon kişiyi sokağa dökerim.” Diyebiliyor. Başbakanın bu söylemi tehlikeli bir söylemdir. Bu aynı zamanda tükenmişliğin de ifadesidir. Çünkü güvenlik veya başka bir yolla olayları durdurma imkanı olan birinin kendi yandaşlarını sokağa çağırmasına gerek yoktur.

Başbakan Erdoğan tüm enerjisini iktidarda kalmak amacıyla kullanıyor. Demokratik bir ülkede birilerinin gelip kendisinden iktidarı alma ihtimalini aklına getirmek istemiyor. Kendisini ilelebet kendisinin iktidarda kalacağını düşünüyor. Bunu sağlayabilmek için toplumun kendi içindeki dengelerle oynayarak kutuplaş ma yaratmaktan dahi geri durmuyor. Bunun en önemli nedeni 2014 Yılının ilk aylarında yapılacak yerel seçimler ve yaz aylarında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimidir. 

Ortadoğu’da bölgesel güç olma çabası gerçekleşmeyen hükümetin bundan sonraki bütün çabası yerel seçimleri kazanmak üzerine kurulmuştur. Bunu da kutuplaşma üzerinden yürütebileceğini sanıyor. Kendisine oy verenlere: “bunların amacı AKP karşıtlığıdır, iktidarı elimizden alırlarsa hepimizin defterini dürerler.” diyerek kendisine oy verenler üzerinde de baskı oluşturuyorlar. Böylece kendisine verilen oyları korumaya çalışıyor. Yerel seçimlerde yaşanacak bir gerileme Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı bir yana AKP’li bir Cumhurbaşkanının seçilmemesi sonucunu dahi doğurabilir. Bunun siyasal sonucu da Kutuplaşmanın oluşu seçimleri kazanabileceğini sanıyor 2015’te yapılacak genel seçimlerin kaybedilmesi dir. Başbakanın bir korkusu da AKP’yi oluşturan farklı kesimleri bir arada tutup tutmayacağı korkusudur. Kendi içinde demokratik yapıyı ortadan kaldırması buradaki kırılmayı önlemek amacıyla da olsa bunu önlemsi de oldukça zordur. Bu itibarla AKP, ciddi bir bölünmeyle karşı karşıyadır.

Tayyip Erdoğan, gerginlik politikasına sarılmış durumda, çok ileri tarihlere kadar iktidarda kalacağını sanıyor diyelim ki iktidarda kaldı ancak Türkiye karıştıysa bu iktidar olmak ona ne fayda getirecektir. Ön görüleri de doğru değildir. 

Reyhanlı’dan tutalım Gezi Parkına kadar tüm olayların sorumlusu olarak CHP’yi görmüş olması ön görüsüz olduğunu gösteriyor. Zaten Reyhanlı’da görüleceği gibi kendi istihbaratı arasında bile bir uyumsuzluk olduğu görüldü. AKP, ideolojik yönelimlerle hareket ederek kendisine oy veren %50’lik kesimi kendisine bağlı olarak görüyor oysa AKP’ye çok farklı çevre ve saiklerle oy verenleri unutmamak gerekiyor. AKP’ye İslami duyarlılıkla bağlı olanların oranı %15 civarındadır. Bunun bir kısmı da AKP’nin güç kaybetmesi durumunda gitmeye hazır Saadet Partisine oy verenlerdir. Şemsiye görevi gören bu partinin ilk fırtınada gitme tehlikesi yeni şemsiye arayışına götürebilir. AKP iktidara geldiği zaman Türkiye çok önemli bir ekonomik krizi üzerinden atmaya çalışıyordu. Ekonomik krizin mevcut partileri bir anda barajın altında bırakıp silmesi AKP’ye tek başına iktidara gelme yolunu açmıştı. Kemal Derviş’in küresel ekonomiye uyum politikasını tereddütsüz sürdüren AKP hükümetinin yönetimindeki ekonomi her zamankinden daha fazla Küresel Kapitalizme bağlanmıştır. 
Hangi nedenlerden olursa olsun Türkiye’de meydana gelecek herhangi bir kriz kırılgan yapılı ekonomiyi de olumsuz etkileyecek tir. Bunda menfaati olan çevreler de bu anlamda kaderini AKP’ye bağladıklarından dolayı AKP’nin toplumu kutuplaştırıcı ve çatışmacı tavırları bu çevrelerin AKP konusundaki düşüncelerini gözden geçirmesine neden olacaktır. Yine KOBİ olarak adlandırılan küçük ölçekli işletmelerin kendilerini yaşatmaları için huzur ve güvene ihtiyaç duydukları bir gerçektir. Çoğu gönülden Fethullah Gülen’e bağlı olan Zaman gazetesine abone olan bu orta ölçekli işletme/esnafların AKP’nin kutuplaştırıcı politikasından rahatsız olacağı da bilinmektedir.

Geçmişte devlet halkı sokağa döküyordu. Tayyip’in bir milyon kişiyi sokağa dökerim demesi gerginliği devlet/toplum gerginliğinden toplum/toplum gerginliğine dönüştürmesidir. Geçmişte onlara karşı olan korkunun benzeri onlar tarafından diğerlerine karşı hissedilmesidir. Bu korku iktidarı kaybetme korkusu dur. İktidarda kaldıkça iktidarı kendisine ait bir alanmış gibi görmeye başlar. AKP’nin iktidarının sarsılması durumunda gemiden ilk ineceklerden biri cemaat olacak.

Suriye ve Ortadoğu politikasında yanlışları ortaya çıkan hükümetin özellikle Reyhanlı Saldırılarından sonra yönetme sorunu yaşadığı gün yüzüne çıkmıştı. Her ne kadar kurumlar arası koordinasyonsuzluk denilse bile istihbaratı bir elde toplayan hükümetin koordinasyonsuzluktan şikayetçi olması kendi politikasızlığının bir sonucuydu. Aynı zamanda halka yönelik yalan ve manipülasyonun da ortaya çıkışıydı. Halkın sokaklara dökülmesini belirli bir nedene bağlamak mümkün değildir. Kimisi için Suriye konusu, kimisi için çözüm süreci, kimisi için çevre sorunları, kimisi için AKP ben Sünni çoğunluğa dayanırım mezhep kışkırtması benim işime yarar anlayışının ne kadar yanlış olduğu Suriye’de ortaya çıktı. Çoğunluk olan Sünniler lehine bir şey olmadı. Irak’ta Şii çoğunluk iktidarı aldı ancak iç savaşı durduramadı Suriye’den daha beter durumda. Huzur olmadıktan sonra %60 alsanız ne olacak. Kaldı ki Sünni/Laik gerçekliği de vardır. 
Bunların AKP’yi desteklemesi mümkün değildir. Her ne kadar Alevilerin arasından AKP’ye oy verenler çok az olsa da CHP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu Sünnilerden oluşuyor. Bu anlamda CHP’ye mezhep temelli bir parti olarak bakmak yanlış olacaktır. Şehirleşmiş, politikleşmiş Sünni kesim önemli oranda oy veriyor bu partiye. Tıpkı Suriye’de Sünni/Laiklerin Esad’a destek vermeleri gibi.

Muhafazakar demokratlıktan muhafazakar otoriterliğe doğru gidiş. Reyhanlı dış politikanın çöküşüydü. Yeni bir dönemin başlangıcı dedik ancak AKP bunu algılamak yerine bunu kendi partisinin iktidarına yönelik bir CHP komplosu gözüyle baktı. Bu bakış doğru değildi, kendi başarısızlığını başkasının üstüne yüklemek amacı vardı. Bundan gerekli dersler çıkarmış olsaydı bu olaylar meydana gelmeyebilirdi. Tersine bu olaydan sonra mezhepçi söylemlerine hız verdi, alkol yasası, taksim düzenlemesi..Taksim olayları ise iç politikada oluşan belirsizliklerin doğurduğu panik havasıdır. İstanbul’u kaybetme korkusu onun paniklenmesini artırıyor. Taksim olaylarını da alıp CHP’ye bağlaması bununla ilintilidir.

AKP’nin Taksim Projesini toplumdan gizlemesi, gizli niyetleri ortaya çıktıkça toplumdan daha fazla tepki topluyor. Hiç söylenmediği halde Kilisenin önünün açılıp karşısında yeni cami yapılması, AKM’nin yıkılması, AVM olarak açıklananın otel ve residansa dönüşümü öfkeyi daha da artırdı. Ben karar verdim havasına girdikçe yerelliğin ruhunu da yok etti. Milyonlarca insanı görmezlikten geldi. Taksim’i bir fetih edasıyla kendi damgasını vurmaya çalışıyor.

Olayların yaygınlaşması halinde Ordu ne yapabilir. Ordunun politik olarak hükümete bağlılığı görünüşte olsa da ordunun NATO bağlılığı göz önünde bulundurulduğunda AKP’nin mevcut orduyu istediği şekilde kullanması mümkün değildir. Ordu özerk bir şekilde hareket ederek durumdan faydalanabilir. Mısır’da olduğu gibi yapabilir. İktidarını AKP’yle paylaşımı gibi.  Kuşkusuz bu da Türkiye demokrasisi için büyük bir geri çekilme anlamına gelecektir. Bu nedenle direnişin başlangıcındaki ruhun canlı tutulması, görülmemiş büyüklükteki bu hareketliliğin  güçlü bir demokratik değişime yol açabilmesi için herkesin çaba harcaması ve mücadeleye katılması gerekiyor.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***