Atilla Sandıklı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Atilla Sandıklı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2018 Salı

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 6



IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 6


<  IŞİD Arapça ve İngilizce Dabık ve el-Şamıh adında iki ayrı aylık dergi çıkarmaktadır. Ayrıca Musul’da ve Rakka’da yayın yapan iki Radyo İstasyonu bulunmaktadır..  >

<  Irak ordusunun, Musul’da direnememesi güvenlik güçlerinde kurumsallaşmanın sağlanamadığını, etnisite ve mezhebe dayalı yapının başarısız olduğunu göstermiştir.. >

IŞİD’in finansman temin etmek için çeşitli yöntemler izlediği görülmektedir.
Bu yöntemler şu şekilde sıralanabilir:

• Bağış ve hibe: Uluslararası medyada çıkan raporlara göre, birçok Körfezli zengin ve iş adamı Irak ve Suriye’de IŞİD’e para ve lojistik destek vermektedir.
• Zekât ve sadakalara el koyma: Özellikle 2011-2012 yılarında pek çok din adamı ve dini televizyon kanalları Suriye’de Esed rejimine karşı direniş gösteren halka destek amacıyla zekât, fitre ve bağış yapma çağrısında bulunmuştu. Suriyelilere yapılan zekât ve sadaka gibi bağışların doğrudan veya dolaylı olarak IŞİD’e ve el-Nusra Cephesi’ne gittiği belirtilmektedir.
• Fidye: Örgüt yabancı gazetecileri, diplomat ve devlet memurlarını kaçırarak serbest bırakılmaları karşılığında milyonlarca dolar elde etmektedir. IŞİD iki Japon rehine için 200 milyon dolar para talep etmiştir.
• Petrol ve diğer doğal kaynaklar: Örgüt Irak ve Suriye’de irili ufaklı yaklaşık 80 petrol kuyusunu kontrol etmektedir. IŞİD, kontrolündeki petrol kuyularından ayda 2 milyon dolar elde etmektedir.
• Vergi adı altında haraç: Örgüt kontrolündeki bölgelerdeki esnaf, sanayici, çiftçi ve işadamlarından haraç toplamaktadır. IŞİD’in aylık topladığı miktarın 6 milyon dolar olduğu belirtilmektedir.
• Tesislere el koyma: IŞİD’in eline geçen bölgelerdeki hastaneler, alışveriş merkezleri, restoranlar ve elektrik santrallerden milyonlarca dolar kazandığı ifade edilmektedir. Suriye’de elde ettiği bazı bölgelerden Esed rejimine elektrik ve petrol sattığı örnek gösterilebilir.
• Kamu kuruluşlarından elde edilen gelir: Örgüt ele geçirdiği bölgelerde hükümet binalarından ve bankalardan büyük miktarlarda nakit ele geçirmiştir. Örneğin Musul’u kontrol ettiğinde Musul bankasından 420 milyon dolar ve altın elde etmiştir.
• Tarım ve hububattan elde edilen gelir: IŞİD Irak ve Suriye’de çok sayıda ekili tarım arazileri ve çiftliğe el koymuştur. Örgütün hâlihazırda Irak’ın buğday üretiminin üçte birini kontrol ettiği tahmin edilmektedir.46

3.1. IŞİD ve Musul Krizi 

IŞİD’in Irak’ın en büyük ikinci kenti Musul’u ele geçirmesi hem Irak hem Orta Doğu açısından tarihi bir gelişme olarak nitelendirilebilir. IŞİD Haziran
2014’te 1500-2000 kişilik silahlı bir grupla, Irak ordusuna bağlı 30 bin askerin konuşlu bulunduğu Musul’u 48 saat içerisinde ele geçirmiştir. Askerlerin büyük
çoğunluğunun kenti savaşmadan terk etmesi Irak’taki etnisite ve mezhebe dayalı güvenlik yapısının başarısız olduğunu göstermiş, Musul Valisi’nin İçişleri
Bakanlığıyla yaptığı görüşmenin basına yansıması ise kentin düşmesinde Maliki’nin ihmalinin bulunduğuna işaret etmiştir. Krizin ardından Erbil’e
sığınan Vali Etil el-Nuceyfi’nin dönemin İçişleri Bakanı Vekili Adnan Esedi ile Musul’un ele geçirilmesinden bir gün önce yaptığı görüşmeler yayımlanmıştır.
Yayımlanan görüşmeler, Vali el-Nuceyfi’nin Bağdat’ı IŞİD tehlikesiyle ilgili bilgilendirdiğini, Kürt Yönetimi’nden Peşmerge gücünün gönderilmesini
talep ettiğini ancak bu talebin dönemin Başbakanı Maliki tarafından reddedildiğini ortaya çıkarmıştır.

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, Irak’ın insani kaybını ağırlaştırmış, özellikle Sünni Arap nüfusun yaşadığı bölgelerde ağır insan hakkı ihlallerine ve ciddi
bir demografik değişime neden olmuştur.47 Örgüt fiilen hâkim olduğu bölgelerde şiddet eylemleriyle korku yayarak halkı baskı altına almış, Hıristiyan
ve Yezidileri dinlerini değiştirmeleri için ölümle tehdit ederken Ramazan Bayram’ında Müslümanlara bayram namazı kılmayı yasaklamıştır. Haziran
2014’te Musul’un düşmesinden itibaren başta Musul olmak üzere Telafer, Sincar, Mahmur, Selahaddin, Diyale, Tuzhurmatu, Tikrit, Anbar kentlerinden
göç etmek zorunda kalanların sayısı 2,6 milyonu aşmıştır. Birleşmiş Milletler Irak’a Yardım Görev Gücü’nün (UNAMI) Irak raporunda, 2014 yılı Irak
için oldukça kanlı bir yıl olarak nitelendirilmiştir. Raporda Irak’ta, Musul’un IŞİD’in denetimine geçmesinin ardından terörist eylemler ve saldırılar neticesinde 11.844 kişinin öldüğü, 17.235 kişinin yaralandığı açıklanmıştır.48 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ayrıca Irak’ın mali kaybını artırmış ve kültürel mirasına zarar vermiştir. Örgüt Musul’a girdikten sonra kentteki tüm kamu
kuruluşlarına el koymuş, merkez bankasında bulunan külçe altınları ve 420 milyon doları gasp etmiştir. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden önce Irak’ta
işsizlik oranı yüzde 12 iken yüzde 25’e kadar yükselmiştir. Musul’un düşmesiyle gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 28’den 38’e yükselmiş, yoksulluk
sınırının altında kalan nüfus oranı ise yüzde 19’dan yüzde 30’a çıkmıştır.49 

IŞİD, Musul Müzesi’ndeki heykelleri parçalamış, içinde değerli elyazması eserlerin bulunduğu Musul Kütüphanesi’ni yakmıştır. Örgüt, Musul’u
ele geçirdikten sonra kentteki Hz. Yunus Camisi’ni ve türbesini, 1400 yıllık İmam Yahya Ebu’l Kasım Camisi ile Osmanlı döneminden kalma Hema Kado
Camisi’ni, Hz. Şit Camisi ve türbesini yıkmıştır.


3.2. IŞİD Krizinin Türkmenlere Etkileri


Irak’ta Türkmenler IŞİD krizinden doğrudan etkilenmiş, örgüt enerji zenginliği ve verimli tarım arazileriyle bilinen Türkmen bölgelerini istila etmiş
ve bu bölgelerdeki nüfus yapısının değişmesine yol açmıştır. IŞİD’in 10 Haziran’dan itibaren Musul’un Telafer ilçesi ve civar köyleri, Selahattin iline
bağlı Tuzhurmatu, Süleyman Beg, Yengice, Emirli, Bastamlı, Kerkük’e bağlı Tazehurmatu ilçesi, Tirkalan, Yayçı ve Beşir köyü, Diyale’ye bağlı Karatepe,
Hanekin, Sadiye gibi Türkmenlerin yoğunlukta olduğu bölgelere saldırmış, Türkmenleri hedef almıştır. Örgüt, saldırdığı yerleşim birimlerinde Türkmenlere
karşı katliamlar gerçekleştirmiş, yerlerini terk eden ve sığınabilecek yer bulamayan Türkmenler kırsal bölgelerde kendi kaderine terk edilmiştir.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından takriben 300 bin Türkmen ülke içerisinde yerlerinden olmuş, 5 binden fazla Türkmen ailesi ülkeyi terk ederek
Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır. Bununla birlikte yaklaşık 500 Türkmen ise IŞİD tarafından katledilmiş veya kaldıkları mülteci kamplarının olumsuz
şartlarından dolayı hayatını kaybetmiştir. Sadece Temmuz ve Ağustos aylarında sıcaklığın 50 derecenin üzerinde olduğu günlerde neredeyse her gün 
5-10 çocuk yaşamını yitirmiştir.50 Türkmen nüfusunun 20 bin civarında olduğu Emirli nahiyesi, IŞİD’in kuşatmasına karşı 84 gün direnmiş, ancak Şii milis 
gücü Bedir Tugayları ve İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’nün desteğiyle kurtarılmıştır.

  <  Bölgelerini terk etmek zorunda kalan Türkmenler hâli hazırda coğrafi olarak Arap ve Kürt bölgeleri arasında sıkışmış durumdadır.   >

  < BM ve diğer uluslararası teşkilatlar, 10 Haziran’dan itibaren IŞİD’in denetimindeki Türkmen bölgelerinde yaşanan İnsani Dram karşısında SESSİZ Kalmayı tercih etmiştir.   >

Musul krizinde, uluslararası toplum Irak’taki insani dramlar karşısında seçici ve ayrımcı bir tavır sergilemiştir. Başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve
bölge ülkeleri IŞİD’in Ağustos 2014’te Musul’daki Yezidilerin yaşadığı Sincar (Kürtçe Şengal) ilçesine ve Mahmur’a düzenlediği saldırılara ivedilikle tepki 
göstermiş, ancak aynı dönemde Türkmenlerin maruz kaldığı insan hakkı ihlalleri karşısında benzer bir tepki göstermemiştir. BM ve diğer uluslararası
teşkilatlar, 10 Haziran’dan itibaren IŞİD’in denetimindeki Türkmen bölgelerinde yaşanan insani dram karşısında sessiz kalmayı tercih etmiş, Batılı ülkeler
Emirli nahiyesinde Türkmenlerin 84 gün boyunca IŞİD tarafından kuşatılmasına tepki göstermemiştir. Gerek bölgesel aktörler gerekse uluslararası
toplum, IŞİD kuşatmasındaki Telafer, Tuzhurmatu’ya bağlı Yengice, Bastamlı ve Emirli, Diyale’ye bağlı Karatepe, Hanekin ve Celavla’da Türkmenlerin yaşadığı
insani dramın sona erdirilmesi için harekete geçmemiştir. Ancak BM, ABD ve Avrupa Birliği, IŞİD Sincar’a girdikten sonra Yezidi göçmenlere insani
yardım göndermeye ve Peşmerge’ye silah desteği sağlamaya başlamıştır.

Türkmenlere ise IŞİD’e karşı mücadele etmek için silah desteği sağlanmadığı gibi insani yardım da gönderilmemiştir.

IŞİD’in Irak’ta belirli bölgelere fiilen hâkim olmasıyla birlikte Türkmenlerin iki büyük tehditle karşı karşıya kaldığı ifade edilebilir. Birincisi IŞİD karşısında
güvenliği sağlanamayan ve Irak’taki diğer unsurların aksine hamisiz kalan Türkmenlerin kendi bölgelerinden göç etmek zorunda kalmasıdır.

















Harita 3: Irak ve Suriye’de IŞİD Denetimindeki Bölgeler (Nisan 2015)


Göçlerle birlikte, Irak’ta Türkmen nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki baskın kimliğin değişmesi ve gelecekte Türkmenlerin asimilasyonu ihtimali ortaya
çıkmıştır. Bu kapsamda IŞİD saldırılarının Türkmen coğrafyasını ve kimliğini hedef alması, Türkmen nüfusun dağılmasına neden olması düşündürücüdür.
Bölgelerini terk etmek zorunda kalan Türkmenler hâlihazırda coğrafi olarak Arap ve Kürt bölgeleri arasında sıkışmış durumdadır. Dolayısıyla IŞİD krizi, Türkmenlerin temel sorununun kuzey Irak gibi kendilerine münhasır bir güvenli bölgelerinin olmamasından kaynaklandığını göstermiştir.
İkincisi ise, mezhep farklılıklarının Türkmenler arasında ayrışmaya yol açması ihtimalidir. Türkmenler arasında mezhepsel farklılıklar olsa da geleneksel
olarak Türkmen kimliği üst kimlik olarak kabul edilmektedir. 

Ancak IŞİD krizinin Türkmen bölgelerinde yol açtığı demografik değişim, yakın gelecekte Türkmen kimliğinin bölünmesine yol açabilir. IŞİD Telafer’i 
ele geçirdikten sonra kentten göç eden Türkmenlerin Erbil’e girişleri Kürt Yönetimi tarafından engellenmiş, Türkmenlerin bir bölümü Bağdat, Necef, Kerbela ve güneydeki diğer vilayetlere göç etmiştir. Şii Arap nüfusun yoğun olduğu bu vilayetlere gerçekleşen göçler, Türkmenlerde mezhep eksenli bir bölünmeye ve Şii Türkmenler üzerinde İran etkisinin artmasına hizmet edebilir. Irak işgali sonrasında nasıl Arap kimliğinde Şii-Sünni ayrışması meydana geldiyse, IŞİD kriziyle birlikte başlayan süreçte Türkmenlerin de mezhepsel olarak bölünmesine dönük planlı bir program söz konusu olabilir.


3.3. IŞİD’in Suriye ve Irak’taki Petrol Yataklarını Denetimi


IŞİD, Suriye ve Irak’ta öncelikli olarak stratejik önemi haiz bölgelere yönelmiş, enerji açısından zengin ve barajların bulunduğu sahaları ele geçirmeye
çalışmıştır. IŞİD hâlihazırda Irak ve Suriye’de toplamda günlük 350 bin varil petrol üretilen yataklara sahiptir. Örgüt sadece Musul bölgesinde 12 petrol sahasını kontrol etmektedir. Suriye’de ise ülke petrolünün yaklaşık yüzde 60’ının çıkarıldığı Deyrizor Temmuz 2014’ten beri örgütün fiili hâkimiyetindedir.
IŞİD ayrıca Suriye petrolünün yüzde 40’ının üretildiği Haseke bölgesindeki petrol sahalarının bir bölümünü elinde tutmaktadır. Haseke’ye bağlı Şaddadi,
Cibisa ve Cubeyda petrol yatakları IŞİD’in denetimindedir. IŞİD, Irak ve Suriye’de hâkim olduğu kuyulardaki petrolü varili 10-25 dolar karşılığında
enerji kaçakçılarına satmaktadır. Ekim 2014 verilerine göre IŞİD’in Suriye ve Irak’ta kontrol ettiği kuyularda günlük 50-60 bin varil petrol üretilmektedir.
Örgüt sadece petrolden günde yaklaşık 2 milyon dolarlık bir gelir sağlamakta, bu miktar yıllık 800 milyon dolara tekabül etmektedir.51


    BM Güvenlik Konseyi Şubat 2015’te Rusya’nın önerisiyle IŞİD ve el-Kaide bağlantılı örgütlerin petrol kaçakçılığı, yasa dışı antika ticareti ve rehinelerden
elde ettikleri gelirleri önlemeye yönelik hazırlanan karar tasarısını kabul etmiştir. Kararda, IŞİD, el-Nusra Cephesi ve diğer el-Kaide bağlantılı gruplarla
doğrudan ya da dolaylı biçimde yapılan ticaret kınanmış, BM’nin mevcut kararlarının bu gruplarla petrol ve petrol ürünü ticareti yapılmasını yasakladığı
hatırlatılmış ve yasakları ihlal eden aktörlerin yaptırıma maruz kalacağı ifade edilmiştir. Güvenlik Konseyi ayrıca bütün üye devletlerin, bu örgütlerin
ve aracılarının malvarlıklarını dondurmak zorunda olduklarını vurgulamıştır.
   BM Sözleşmesi’nin yaptırım içeren 7’nci bölümü kapsamında kabul edilen 2199 sayılı kararla birlikte, başta Türkiye olmak üzere bütün bölge ülkeleri
IŞİD’le mücadelede sorumluluk üstlenmiştir. 2199 sayılı karar, üye devletlere ilgili örgütlerle mücadelede attıkları adımları dört ay içinde el-Kaide Yaptırımlar
Komitesi’ne rapor etme zorunluluğu getirirken, BM’nin terörle mücadeleden sorumlu organlarına bu adımları takip etme çağrısında bulunmuştur.52

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 5



IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 5



2.3. Suriye’nin Kuzeyindeki PYD Örgütlenmesi

PKK terör örgütü, kuruluşundan itibaren Suriye’nin kuzeyini Orta Doğu’da planladığı bağımsız devletin sınırlarına dâhil etmeyi hedeflemiş, Hafız Esed
iktidarının sağladığı himaye örgütün bu ülkede faaliyet göstermesini sağlamıştır. Örgüt, 1990’lı yıllarda özellikle finansman ve militan elde etmek için
Suriyeli Kürtlere yönelik yoğun bir propaganda yürütmüş, dağ kadrosunun bir kısmını bu bölgedeki çocuk ve gençlerden oluşturmuştur. 1999’da Öcalan’ın
yakalanmasının ardından yapısal değişikliklere giden PKK, 2002’deki 8. Kongresinde teröristbaşının avukatları aracılığıyla gönderdiği talimatlar doğrultusunda Suriye’de örgütlenme kararı almıştır. Örgüt bu kararın ardından 17 Ekim 2003 tarihinde PYD’nin (Parti Yekitiya Demokrat-Demokratik Birlik
Partisi) kuruluşunu ilan etmiş, müteakip günlerde örgüte müzahir medya ile örgütün Türkiye ve Avrupa’daki uzantıları PYD’nin kuruluşuyla ilgili propaganda
amaçlı yayınlar yapmıştır. Bu dönemde Ankara-Şam ilişkilerindeki olumlu gelişmelere rağmen örgüt, Suriye’nin kuzeyindeki faaliyetlerini PYD
adı altında sürdürmeye devam etmiştir.

2003-2006 döneminde terör örgütü içinde PYD’nin Suriye’deki Kürt siyasi partileri karşısında zayıf kaldığı, KONGRA-GEL sisteminin bu bölgede tesis
edilemediği yönünde tartışmalar öne çıkmış ve örgütlenmeye ağırlık verilmesi yönünde kararlar alınmıştır. Örgüt bu doğrultuda 2007’den itibaren PYD’yi,
KCK projesinin Suriye’deki parça örgütlenmesi32 şeklinde yapılandırmaya başlamıştır. PYD, terör örgütünün Türkiye, İran ve Irak’taki diğer uzantıları
gibi “demokratik konfederalizm” olarak takdim ettikleri paradigmayı esas almış ve Suriye’nin kuzeyinde ilk etapta özerklik elde etmeyi hedeflemiştir.
Terör örgütü, 2011’de Arap ayaklanmalarının Suriye’ye sıçramasıyla bu ülkedeki faaliyetlerini artırabileceği bir konjonktür yakalamış, ülkenin kuzeyinde
muhalefete karşı Esed rejimine işbirliği teklifinde bulunmuş ve olumlu cevap almıştır. 2012’de iç savaşın şiddetlenmesiyle Esed rejimi, kuzeyden çekilirken
Suriyeli Kürtlerin muhalefet saflarına katılmasını engellemek ve muhaliflerin etkinliğini sınırlandırmak maksadıyla bu bölgeyi fiilen terör örgütüne
teslim etmiş, daha önce Suriye’ye girişini yasakladığı Salih Müslim’i ülkeye davet etmiştir.

<  PYD, 2013’ten itibaren Suriye’nin Kuzeyindeki örgütlenmesini Afrin, Kobani ve Cezire’de Özerk bir yönetime dönüştürmeye, Bölgedeki siyasi ve silahlı varlığını Kurumsallaştırmaya yönelmiştir.  > 

Esed rejiminin, terör örgütü yöneticilerinden Fehman Hüseyin ve Mustafa Karasu’yla yapılan görüşmelerin ardından örgüte mali destek sözü verdiği basına
yansımış, bu süreçte İdlip, Kobani ve Kamışlı’da örgütün kamp açmasına ve örgüt mensuplarının Irak’tan Suriye’ye geçişine müsaade edilmiştir.33 Örgüt
diğer taraftan Türkiye’de 2013’te başlatılan çözüm sürecindeki çatışmasızlık ortamını Suriye’deki faaliyetlere odaklanmak için kullanmaya, bu ülkedeki
özerklik hedefine ağırlık vermeye başlamıştır. Terör örgütü bu kapsamda Suriye’nin kuzeyindeki silahlı militan varlığını artırmaya öncelik vermiş, ilk
etapta mevcut dağ kadrosunun bir kısmını, daha sonra ise çözüm sürecinde Türkiye’den dağa çıkardığı çocuk ve gençleri Kandil’de kısa bir eğitimin ardından
bu bölgeye sevk etmiştir. Örgüt aynı zamanda Suriye’nin kuzeyindeki özerklik teşebbüsü için Türkiye’de ve uluslararası kamuoyunda “Rojava Devrimi”
sloganıyla propaganda yürütmüş, Esed rejiminin desteğiyle yerleştiği bölgedeki örgütlenmesine halk devrimi kisvesi kazandırmaya çalışmıştır.34

PYD Esed rejiminin sağladığı destekle Suriye’nin kuzeyinde kendi tekelinde hareket edecek bir idari yapı kurmaya çalışmış, bölgedeki Kürt siyasi partilerini
devre dışı bırakmak amacıyla Ulusal Konsey (daha sonra Batı Kürdistan Halk Meclisi) adlı çatı örgütü tesis etmiştir. Ancak PYD bu girişimden sonuç
alamamış, Suriyeli Kürt siyasi partilerin büyük çoğunluğu Barzani’nin öncülüğünde 2011’de kurulan Kürt Ulusal Konseyi’ne katılmayı tercih etmiştir.
PYD, Esed rejiminin devrilme ihtimalini dikkate alarak Temmuz 2012’de imzaladığı Erbil Anlaşması’yla Kürt Ulusal Konseyi’ne katılmışsa
da, bölgede tek taraflı hareket etmeye devam etmiş ve KCK projesi çerçevesindeki nihai bağımsızlık hedefinden vazgeçmemiştir.35 

PYD bu süreçte bölgedeki varlığına rakip olarak gördüğü Kürt siyasileri, aşiret liderlerini ve aktivistleri suikastlarla etkisiz hale getirmiş, Esed rejimi 
aleyhinde protesto gösterileri düzenleyen Suriyeli Kürtleri şiddet kullanarak bastırmıştır.36
PYD, 2013’ten itibaren Suriye’nin kuzeyindeki örgütlenmesini Afrin, Kobani ve Cezire’de özerk bir yönetime dönüştürmeye, bölgedeki siyasi ve silahlı
varlığını kurumsallaştırmaya yönelmiştir. PYD, Nisan 2014’te bir “siyasi partiler kanunu” çıkardığını ilan etmiş, bu sözde kanunla hedeflediği özerk bölge
dâhilindeki Kürt siyasi partileri sindirebileceği “yasal” zemini oluşturmaya çalışmıştır.37 PYD’nin bölgede özellikle Kürt muhaliflere karşı gerçekleştirdiği
insan hakkı ihlalleri38 ve otoriter bir yönetim tesis etme girişimi, Suriye’de olduğu gibi, bölgedeki diğer Kürtlerde de rahatsızlığa yol açmış, Avrupa,
Irak ve Türkiye’den 115 Kürt aydın Mayıs 2015’te PYD’ye karşı bir bildiri yayımlamıştır. Kürt aydınlar bildiride PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde şiddet
kullanarak otoriter bir yapı kurduğunu, Kürt Ulusal Konseyi’ndeki partileri baskı altına almaya ve kendisine muhalif Kürt gazeteci ve yazarları etkisiz
hale getirmeye çalıştığını ifade etmiştir.39

Türkiye’nin ve Kürt aydınların PYD’yle ilgili rahatsızlığına rağmen, IŞİD’in Suriye iç savaşında artan görünürlüğüyle birlikte başta ABD olmak üzere Batılı
devletler bu örgüte yönelik tutum değiştirmeye başlamıştır. PYD, Batılı devletlerin kamuoylarında radikal IŞİD’e karşı savaşan seküler ve işbirliği yapılabilecek bir örgüt olarak öne çıkarılmış, IŞİD’in Kobani saldırısı sonrasında Batı medyasında PYD/YPG hakkında propaganda sayılabilecek ölçüde olumlu
yayınlar yapılmıştır. Kobani çatışmalarında IŞİD’e karşı netice alınmasını mümkün kılan koalisyon güçlerinin hava harekâtı, ÖSO ve Peşmerge’nin desteği
göz ardı edilerek suni biçimde PYD’nin rolü vurgulanmıştır. Batılı medya organlarında örgütün özellikle kadın militanlarının fotoğraflarına yer verilmiş,
“cinsiyet ayrımı yapmayan PYD” imajı oluşturulmuş ve IŞİD’e karşı savaştığına dikkat çekilerek PYD’nin desteklenmesi gerektiği görüşü işlenmiştir.
Bu süreçte bazı Batılı uzmanlar, Türkiye’deki çözüm süreci ve PYD’nin IŞİD karşısındaki mücadelesinden dolayı ABD ve Avrupalı devletlerin PKK’yı 
terör örgütü listelerinden çıkarması gerektiğini dile getirmeye başlamıştır.40

PYD ayrıca 2013’ten itibaren yurtdışı temaslarını artırarak muhatap kabul edilmeye çalışmış ve uluslararası destek arayışına girmiştir. PYD lideri Salih
Müslim Nisan 2013’te İsveç’i, aynı yıl içinde Ağustos’ta İran’ı, Aralık ayı içinde de Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni ziyaret etmiş, bu
ziyaretler çerçevesinde Suriye’deki faaliyetlerinin desteklenmesini talep etmiştir.

PYD, Ocak 2015’te Moskova’da Esed rejimi ile muhalefet temsilcileri arasındaki toplantıya katılmıştır. Örgütün muhatap kabul edilme girişimlerden
sınırlı da olsa netice almaya başladığı gözlenmiş, PKK’yı terör örgütü olarak tanıyan Batılı ülkeler de PYD ile ilgili belirgin bir tutum değişikliğine
gitmiştir. Washington, Kobani çatışmaları sırasında Türkiye’nin PYD’ye destek koridoru açmasını talep etmiş, Amerikan Dışişleri Bakanlığı, PKK ile
PYD’nin ayrı gruplar olduğu yönünde açıklamalarda bulunmuştur. 8 Şubat 2015 tarihinde ise PYD’nin iki kadın temsilcisi Fransa Cumhurbaşkanı Hollande
tarafından Elysee Sarayı’nda ağırlanmıştır. Paris tarafından organize ve finanse edilen görüşmede PYD temsilcileri Fransa’dan daha fazla silah ve lojistik
destek talep etmiştir.

SURİYE İÇ SAVAŞINDA DEĞİŞEN DENGELER  GENELTESPİTLER 

• Suriye iç savaşı, Esed rejimine sağlanan istikrarlı desteğe karşılık muhalefet içindeki bölünmüşlük, Özgür Suriye Ordusu’nun yeterince desteklenmemesi 
ve savaşa farklı silahlı grupların müdahil olmasından dolayı sonuçlanamamıştır.
• İç savaşta el-Kaide bağlantılı grupların görünürlüğü arttıkça dünya kamuoyunda rejime karşı savaşan muhalefetin büyük ölçüde radikal gruplardan 
oluştuğu yönünde bir algı oluşmuştur.
• Rusya gerek Güvenlik Konseyi’ndeki tutumuyla gerekse silah sağlayarak Esed rejimine verdiği desteği istikrarlı biçimde sürdürmüş, İran ise Devrim 
  Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’yle iç savaşa katılmış, ÖSO’ya karşı Hizbullah’ı ve Irak’taki Şii milisleri seferber etmiştir.
• ABD, kitle imha silahlarının kullanılmasını kırmızı çizgi olarak belirlemesine rağmen Esed rejiminin devrilmesine yönelik bir müdahaleye sıcak bakmamış, 
Doğu Guta’daki kimyasal saldırının ardından Rusya ile Suriye’deki kimyasal silahların imha edilmesi konusunda anlaşmayı tercih etmiştir.
• II. Cenevre Konferansı’yla birlikte Esed rejimi Batılı ülkeler tarafından yeniden muhatap alınmış, rejimle muhalefet arasında bir uzlaşı hükümetiyle 
krizin çözülebileceği yaklaşımı öne çıkmıştır.
• Suriye’de çözüme yönelik gerçek bir değişimden bahsedilmesi için Esed’siz bir Şam yönetiminden ziyade Baas rejiminin devrilmesinin daha sağlıklı bir 
sonuç olacağı ifade edilebilir. Baas rejiminin devrilmesi ise Suriye’de devlet otoritesinin tamamen ortadan kaldırılması şeklinde olmamalı, devlet kurumları 
ve düzen korunarak bir rejim değişikliği sağlanabilmelidir. Krizin çözüme kavuşturulması sadece bir ailenin iktidardan uzaklaştırılmasına indirgenirse, 
bu çözümün ülkedeki totaliter yönetimin el değiştirmesinden başka bir sonuca hizmet etmeyeceği değerlendirilmektedir.
• İç savaştan dolayı Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayısı gayrı resmi verilere göre 2 milyonu aşmış, ancak uluslararası toplum sığınmacılar meselesinde 
   kayda değer bir destek sağlamamıştır. Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların hukuki statüsüyle ilgili belirsizlik devam etmekte, Sığınmacılar Barınma, Dil, 
   Eğitim ve Sağlık alanlarında sorunlarla karşılaşmaktadır.*
• İç savaşın yol açtığı şartlarda, PKK/KCK Esed rejiminin desteğiyle Suriye’nin kuzeyinde PYD örgütlenmesine ağırlık vermiş ve Türkiye’deki çözüm sürecini 
istismar ederek Kandil’deki dağ kadrosunun bir bölümünü bu ülkeye kaydırmıştır. Terör örgütü KCK projesi çerçevesinde Suriye’nin kuzeyinde özerk bir yönetim inşa etmeye odaklanmış, Batılı devletler ise IŞİD tehdidiyle birlikte PYD ile ilgili tutum değiştirmeye başlamıştır.

* Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar hakkında ayrıntılı veriler ve değerlendirmeler için bkz. Ek -1: Türkiye’ye Suriyeli Sığınmacı Akını 


3. IŞİD’İN YAYILMASI VE GÜÇLENMESİ 


<  2007’de ABD liderliğindeki koalisyon kuvvetleri, Irak güvenlik güçleri ve Sahva Gücü’nün operasyonları neticesinde oldukça zayıflayan
Irak el-Kaidesi Anbar ve Diyale’den çekilmiştir.     >


IŞİD, ilk defa 1999 yılında Ürdün asıllı Ebu Musab el-Zerkavi liderliğinde “Tevhid ve Cihad” adı altında örgütlenen radikal unsurlardan neşet etmiş, işgalin
ardından Irak’ta faaliyet göstermeye başlamıştır. “Tevhid ve Cihad” adlı örgüt, el-Kaide ile yapılan görüşmelerin ardından Ekim 2004’te Usame Bin
Ladin’e bağlılığını bildirmiş, bu tarihten itibaren “İki Nehir Topraklarındaki el-Kaide” (Kaidet el-Cihad fi Bilad el-Rafideyn) ismini kullanmıştır. IŞİD
unvanının ortaya çıkışına kadar örgüt farklı adlar kullanmışsa da, 2004’te benimsenen bu isme istinaden basında ve ilgili literatürde örgüt kastedilirken
daha çok “Irak el-Kaidesi” ifadesi tercih edilmiştir.

Irak el-Kaidesi, Şii karşıtlığına dayalı söylemler geliştirerek Irak’ta örgütlenmeye başlamış, işgalin ilk yıllarında Şii camilerini ve din adamlarını hedef
alan intihar saldırılarıyla dikkat çekmiştir. Örgüt, işgalle birlikte öne çıkan mezhepsel ayrımı istismar ederek taraftar toplamaya çalışmış, Sünni direnişçi
silahlı gruplara nüfuz etmeyi, bu gruplara dâhil olmayı amaçlamıştır. Zerkavi, bu amaç doğrultusunda örgüt yönetiminde yerli militanlara yer vermeye başlamış,
Iraklı Ebu Abdurrahman’ı yardımcısı olarak atamış41 ve Ocak 2006’da Mücahitler Şura Konseyi adı altında bazı Sünni direnişçi gruplarla birleşme girişiminde bulunmuştur. Irak el-Kaidesi böylece Sünni direnişçi grupların terörle özdeşleştirilmesine yol açarken, Şiilere karşı terör eylemleriyle de ülkedeki
mezhepsel gerilimi tırmandırmış ve 2006-2007 yıllarındaki mezhep eksenli iç savaşı tetiklemiştir.

Irak el-Kaidesi, 2006’ya gelindiğinde Sünni nüfusun yoğun olduğu Anbar, Bağdat, Diyale, Selahaddin ve Musul’da etkili bir aktöre dönüşmüş, farklı
mekânlarda eşzamanlı eylemler gerçekleştirebilen eğitimli militanlardan oluşan hücreler teşkil etmiştir. Bu dönemde ABD, Irak el-Kaidesi’ne yönelik operasyonlara öncelik vermiş ve örgütle mücadele hedefiyle Sünni Arap aşiretlerin Sahva Gücü’nü kurmasına destek olmuştur. Haziran 2006’da ABD güçleri tarafından düzenlenen operasyonda Zerkavi öldürülmüş, ancak Zerkavi’nin öldürülmesi örgütün dağılmasına yol açmamış, Ebu Ömer el-Bağdadi (Hamid Davut el-Zavi) yeni lider olmuştur. Örgüt, Ebu Ömer el-Bağdadi liderliğinde Ekim 2006’dan itibaren “Irak İslam Devleti” ismini kullanmaya başlamış, ilk hükümet kabinesini kurduğunu duyurmuş ve sözde devletin sınırlarının Anbar, Kerkük, Musul, Diyale, Selahaddin, Babil ve Vasıt vilayetlerini kapsadığını beyan etmiştir.42

2007’de ABD liderliğindeki koalisyon kuvvetleri, Irak güvenlik güçleri ve Sahva Gücü’nün operasyonları neticesinde oldukça zayıflayan Irak el-Kaidesi
Anbar ve Diyale’den çekilmiş, 2008’e gelindiğinde örgütün faaliyet alanı Musul’la sınırlı hale gelmiştir. Nitekim örgüt 2009’da sözde devletin başkentini
Musul olarak açıklamış ve bu dönemde Sünni Araplar nezdinde oldukça marjinalleşmiştir. Nisan 2010’da ABD ve Irak güçlerinin, Sisar bölgesinde
Ebu Ömer el-Bağdadi ve örgüt yönetiminde son yıllarda öne çıkan Ebu Hamza el-Muhacir’in kaldıkları eve düzenledikleri operasyonda iki lider de öldürülmüştür.

Mayıs 2010’da Ebu Bekir el-Bağdadi (İbrahim Avad İbrahim el-Bedri el-Sammarrai) örgütün yeni lideri olmuştur.43 2008-2011 yılları arasında neticede
liderlik kadrosu büyük ölçüde etkisiz hale getirilen ve etki alanı daralan örgüt düşük profilli eylemler dışında Irak’ta ciddi bir varlık gösterememiştir.
Irak el-Kaidesi, Amerikan askerlerinin çekilmesini müteakiben 2012-2013 döneminde ise 2004-2006 yıllarında elde ettiği etkinliği yeniden kazanma fırsatı
yakalamıştır. 2012’den itibaren Maliki’nin Sünni karşıtı politikalarının Irak’ta mezhepsel ayrışmayı derinleştirmesi ve Suriye iç savaşının yol açtığı
güç boşluğu örgüte yeniden güçlenebileceği şartları sağlamıştır. Örgüt Irak’ta işgalin ilk yıllarında olduğu gibi Şubat 2012’den itibaren Sünni Araplar adına
Şii karşıtı propagandalara başlamış ve müteakip aylarda güvenlik güçlerine karşı bomba yüklü araçlarla onlarca saldırı gerçekleştirmiştir. Örgüt Temmuz
2012-Temmuz 2013 döneminde Irak’ta gerçekleştirdiği hapishane baskınlarıyla serbest kalmasını sağladığı tecrübeli militanlarını bünyesine dâhil etmiş,
böylece eylem kabiliyetini geliştirmiş ve faaliyet alanını genişletmiştir. Aralık 2012’de Rafi el-İsavi’nin tutuklanmasının ardından başta Anbar olmak üzere
Sünni nüfusun yoğun olduğu bölgelerde başlayan Maliki karşıtı protestolar, örgüte taraftar toplayabileceği bir konjonktür sağlamıştır.44

Irak el-Kaidesi, Ağustos 2012’den itibaren Suriye iç savaşındaki el-Kaide bağlantılı diğer unsurlarla koordinasyon kurmuş, İran destekli Esed rejimine
karşı Iraklı Sünni nüfustan, yakın coğrafyadaki Müslüman ülkelerden ve Batılı devletlerdeki Müslüman nüfustan savaşçı teminine yönelik yoğun
bir propaganda başlatmıştır. Ebu Bekir el-Bağdadi, örgütün faaliyet alanını Suriye’ye genişletmek maksadıyla Nisan 2013’te örgütün ismini “Irak-Şam
İslam Devleti-IŞİD” olarak değiştirmiş, bu ülkedeki el-Kaide irtibatlı el Nusra Cephesi’ne hâkim olmaya çalışmıştır. Suriye iç savaşı ve Irak güvenlik
güçlerinin yetersizliğinden dolayı iki ülke sınırının geçirgen oluşu, örgüte sınırın iki tarafında da hareket edebileceği şartları sağlamış, örgüt Irak’ta silahlı
militan varlığını artırırken Suriye’ye doğru yayılma imkânı elde etmiştir. Irak el-Kaidesi, Suriye’ye doğru yayıldıktan sonra el-Nusra Cephesi’yle birleşme
hususunda el-Kaide’nin merkezi yönetimiyle ters düşmüş, 2013’ten itibaren müstakil hareket etmeye başlamıştır.

IŞİD’in ortaya çıkışı Esed rejiminin Batılı ülkeler nezdindeki imajını nispeten düzeltirken Irak’ta Şii karşıtlığına dayalı söylemlerle hareket etmesi Şii-Sünni
gerilimini tırmandırmıştır. 2014 yılına gelindiğinde yaklaşık 30 bin silahlı militana sahip olduğu tahmin edilen IŞİD, Irak’ta özellikle Sünnilerin yaşadığı
bölgeleri ele geçirmeye teşebbüs etmiş, güvenlik güçleriyle çatışmaya girmiş ve sosyal medyada çarpıcı biçimde sürekli görünür olmaya çalışmıştır. IŞİD,
Irak’ta ötekileştirilen ve Maliki iktidarı döneminde baskıya maruz kalan Sünni Arapların bir kısmının tepkisel desteğini almayı başarmış, başta yakın çevredeki
Müslüman ülkeler olmak üzere yurtdışından binlerce çocuk ve gencin Irak ve Suriye’deki çatışmalara katılmasını sağlamıştır. IŞİD böylece Irak’ta
Sünni Arapların bölünmesine ve siyaseten zayıflamasına yol açmış, Suriye iç savaşında muhalefetin Esed rejimi karşısında zayıflamasına neden olmuş
ve dünya kamuoyunda terörizmin Sünni Müslümanlarla ilişkilendirilmesine yönelik yürütülen propagandaya malzeme oluşturmuştur.45

IŞİD Arapça ve İngilizce Dabık ve el-Şamıh adında iki ayrı aylık dergi çıkarmaktadır. Ayrıca Musul’da ve Rakka’da yayın yapan iki radyo istasyonu bulunmaktadır.
Örgüt bütün açıklamalarını İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Urduca ve diğer birkaç yabancı dile tercüme ederek yayımlamaktadır.
Propaganda araçlarını iyi kullanan IŞİD, Haziran 2014 tarihinde “Hudutları Aşmak” adını verdiği önemli bir video yayımlamış ve sözde İslam Devleti/Hilafet
Devleti’ni ilan etmiştir. Bu tarihten sonra örgüt, IŞİD yerine “İslam Devleti” ismini kullanmaya başlamıştır. Sözde halifenin ise Ebu Bekir el-Bağdadi
olduğu duyurulmuş, IŞİD lideri Bağdadi 5 Temmuz 2014’de Musul’da Cuma hutbesi vermiştir.


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 4


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 4


< ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin 
sahadaki askeri etkinliğini zayıflatmıştır. >

<İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir.  >


ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin sahadaki askeri etkinliğini zayıflatmıştır. İç savaşın başlangıcından beri Suriye’de ÖSO’nun yanı sıra başta el-Faruk Tugayı, el-Sahabe Tugayları, Ahrar elŞam, Fecrul el-İslam, el-Fetih Tugayı ve Sukur el-Kurd Tugayı olmak üzere 100’den fazla silahlı grup ortaya çıkmıştır. Bu bölünmüşlük, Esed rejimi karşısında muhalefetin elini zayıflatmış, özellikle el-Nusra Cephesi gibi el-Kaide bağlantılı bazı grupların ise rejime karşı savaşmaktan ziyade ÖSO’yu hedef alması rejime bağlı kuvvetlerin belirli bölgelerde üstünlük sağlamasına imkân tanımıştır.22 PYD’nin silahlı kanadı YPG (Halkçı Koruma Birlikleri), Esed rejiminin desteğiyle ülkenin kuzeyinde belirli bölgeleri ele geçirmiş, IŞİD ise Rakka bölgesini kontrol etmeye başlamıştır. ÖSO’nun kontrol ettiği bölgelerde YPG ve IŞİD’le çatışmak zorunda kalması, rejime bağlı güçlerin bazı bölgeleri tekrar ele geçirmesine yol açmıştır. Muhalefet hareketinin uluslararası toplum nezdindeki konumu, muhalif gruplar arasındaki radikal unsurlardan dolayı süreç içinde zayıflamıştır.23

Esed rejimi, muhalefetin sahadaki silahlı varlığına karşı Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle üç aşamadan oluşan bir strateji takip etmiştir. Rejim
birinci aşamada radikal unsurların ÖSO içindeki silahlı gruplara dâhil edilmesini, böylece muhalefetin dünya kamuoyundaki itibarına zarar vermeyi
amaçlamıştır. Esed rejimi bu amaç doğrultusunda hapishanelerdeki el-Kaide bağlantılı aşırılık yanlısı tutukluları serbest bırakmış, Rusya ve İran ise bu 
dönemde Suriye’de çatışmalara katılan radikal unsurlarla ilgili uluslararası medyada çok sayıda yayın yapılmasını sağlamıştır. İkinci aşamada, Esed rejimi
kuzey bölgeleri PYD’ye; Rakka, Halep kırsalı ve İdlip bölgelerini de IŞİD’e bırakmak suretiyle iç savaşta ÖSO dışında silahlı grupların ortaya çıkmasını
sağlayarak kendisine karşı savaşan kuvvetleri birbiriyle mücadele eden aktörlere dönüştürmeye çalışmıştır.24

Üçüncü aşamada ise Esed rejimi, IŞİD ve el-Nusra Cephesi’nin sahada öne çıkmasını ve güçlenmesini sağlamış, başta bu iki silahlı grup olmak üzere radikal
grupların ÖSO’ya karşı savaşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim 2013’de IŞİD, el-Nusra Cephesi ve aynı çizgideki diğer radikal grupların Esed rejimine
bağlı kuvvetlerden ziyade ÖSO’ya karşı savaştığı görülmüş, bu grupların faaliyetlerinin rejimin konumuna dolaylı biçimde destek olduğu anlaşılmıştır.

Gelinen aşamada Esed rejiminin Suriyeli muhalif gruplara yönelik izlediği stratejide büyük ölçüde başarılı olduğu gözlemlenmiştir. Suriye’deki radikal
unsurlardan oluşan silahlı gruplar güçlendikçe ÖSO bünyesindeki kuvvetlerin etkinliği azalmış, dünya kamuoyunda rejime karşı savaşan muhalefetin büyük
ölçüde radikal gruplardan oluştuğu yönünde bir izlenim oluşmuştur. Bu izlenim Batılı ülkelerin Esed sonrası Suriye ile ilgili kaygılarının artmasına yol
açmış, muhaliflere askeri ve mali destek vermesini engellemiştir.

İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir. Suriye muhalefetinin zamanla toparlanması
beklenirken gerek bölünmeler gerekse muhalefeti destekleyen ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) farklı gruplara öncelik vermesi muhalif
güçlerinin zayıflamasına neden olmuştur. Bazı silahlı grupların ÖSO’dan ayrılması ve İslam Ordusu adı altında yeni bir yapılanmaya gitmesi muhalefetin
silahlı kanadını iyice zayıflatmıştır. Diğer taraftan İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine istikrarlı bir şekilde yardım sağlarken, Suriye muhalefetinin
örgütlenmesi ve güçlenmesi için çaba harcayan ülkelerin sağladıkları destek ise muhalefetin farklı yapılara bölünmesine yol açmaktadır. Örneğin Suudi
Arabistan’ın Kasım 2013’te 7 Selefi gruptan oluşan İslami Cephe’yi kurmasının muhaliflerin bölünmesine hizmet ettiği gözlenmiştir. İslami Cephe, IŞİD
ve el-Nusra Cephesi’ne karşı ÖSO ile birlikte hareket edecek şekilde teşkil edilmişse de, cephenin tam olarak kontrol altında olduğunu ifade etmek mümkün değildir.

2.2. Doğu Guta, Cenevre Konferansları ve Rejimin Dış Desteği

Esed rejiminin 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın Doğu Guta banliyösünde kimyasal silah kullanması ve uluslararası toplumun bu girişim karşısında sessiz
kalması Suriye krizi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Doğu Guta’da düzenlenen kimyasal saldırıda 450’ye yakını çocuk olmak üzere 1500’den
fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırıyla birlikte ABD, Fransa ve İngiltere tarafından Esed rejimine yönelik sınırlı bir hava operasyonu yapılabileceği
gündeme gelmiş, BM denetleme ekibi kimyasal silahın kim tarafından kullanıldığının anlaşılabilmesi için Suriye’ye giderek incelemelerde bulunmuştur.
Bütün bu tartışmalar yaşanırken Suriye krizinde 2011 yılından beri farklı politikalar izleyen Washington ve Moskova beraber hareket etmeye başlamış,
Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasına gösterilen tepkilerin dozu azalmış ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Suriye iç savaşındaki tutumunun
giderek belirsizleştiği gözlemlenmiştir.

















Harita 2: IŞİD’in Suriye İç Savaşında Etkili Olduğu Bölgeler 

ABD, Suriye’ye operasyon kararında kitle imha silahlarının kullanılmasını kırmızı çizgi olarak belirlemesine rağmen, Esed rejiminin devrilmesine yönelik
herhangi bir müdahalede bulunmamış, ABD-Rusya arasında Suriye’deki kimyasal silahların imha edilmesi konusunda mutabakat sağlanmıştır. Birleşmiş
Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 27 Eylül 2013 tarihinde Suriye’nin kimyasal silahlarının imha edilmesini öngören karar tasarısını oy birliğiyle
kabul etmiştir. 2118 sayılı bu karar kriz boyunca BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yaptırım öngören ilk kararıdır.25 Ancak 2118 sayılı karar aynı zamanda ABD ve Batılı ülkelerin Esed rejimine yönelik askeri müdahalede bulunmayacağının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu kararla beraber Kasım 2013’te Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü, Halep yakınlarındaki kimyasal silah üretme tesisinde imha işlemine başlamış, ABD ve Rusya’nın
anlaşması sonucunda Esed rejimi olası bir müdahaleden kurtulmuştur.

Haziran 2012’deki Eylem Grubu adı verilen I. Cenevre Konferansı’ndan sonra Ocak 2014’te İsviçre’nin Montrö kentinde yaklaşık 40 ülkenin dışişleri bakanı
ve temsilcisinin katılımıyla II. Cenevre Konferansı düzenlenmiştir. İkinci konferansta kimyasal silahlarının imha edilmesini kabul eden Esed rejimi ile
Suriye muhalefeti arasında görüşmelerin 24 Ocak’ta yapılması ve bu görüşmeler neticesinde bir geçiş hükümeti oluşturulması planlanmıştır. Esed rejimi
ile muhalefet arasında görüşmeler konferansın üçüncü gününde başlamış, ancak taraflar arasında -Esed’e bağlı kuvvetlerin kuşatması altındaki Humus
kentinden güvenli çıkış dışında- uzlaşma sağlanamamış ve herhangi bir sonuç elde edilememiştir. Konferans öncesinde, Suriye krizindeki mevcut dengelerden
dolayı Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin kurulması amacıyla gerçekleşen görüşmelerin başarılı olamayacağı öngörülmüştü. Konferanstan
sonra Humus’tan güvenli çıkış da uygulamaya dönüşmemiş, Esed rejimi kentten çıkış serbestliğini birkaç saatle sınırlı tutmuş ve Cenevre’deki anlaşmaya
riayet etmemiştir.

II. Cenevre Konferansı, Esed rejimi için üç açıdan bir dönüm noktası niteliğindedir.

Birincisi, 2011 yılından bu yana uluslararası ölçekte meşruiyetini kaybeden Esed rejimi Cenevre’de yeniden muhatap kabul edilmiş, muhalefet karşısındaki eski konumunu muhafaza etmiştir. 
Esed rejiminin Suriye iç savaşında gerçekleştirdiği katliamlara karşın II. Cenevre Konferansı’nda muhalefetle aynı ortamı/masayı paylaşması, rejimin  sahadaki askeri üstünlüğünün bir göstergesi anlamına geldiği düşünülebilir. Rejimin ayrıca konferansta ülkedeki iç savaşı terörle mücadele olarak yansıtması ve Esed’siz bir geçiş hükümetinin mümkün olmayacağını ifade etmesi, krizin sürüncemede kalmaya devam edeceğini göstermiştir. 

<  İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. >

İkincisi, konferansın amacının Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tesisi olarak belirlenmesi, gerek muhalefetin gerekse uluslararası toplumun
ülkeyi yaklaşık 40 yıldır yöneten Baas rejimiyle bir probleminin olmadığı yönünde bir izlenime yol açmış, Suriye krizinin bir rejim sorunu olduğu gerçeğinden uzak bir tutum sergilenmiştir. 

Üçüncüsü, Esed rejimi II. Cenevre Konferansı’nda görüşmelerin içeriğini muhalefeti zayıflatmak için kullanmış, Suriye iç savaşını uluslararası bir 
platformda terörizmle mücadele olarak takdim etme imkânı elde etmiştir. II. Cenevre Konferansı’nda ayrıca ABD ve Rusya bir araya gelmiş, iki ülke 
arasında Suriye kriziyle ilgili bir işbirliği ortamı oluşmuş, rejim ve muhaliflerin anlaşması amaçlanmıştır. 

Ancak konferans, sonucu itibariyle Suriye krizine bir çözüm getirmekten ziyade tavsiye niteliğinde göstermelik demeçlerin verildiği bir faaliyetten ibaret kalmıştır.

II. Cenevre Konferansı’nda rejim ve muhalefet heyeti Suriye’de geçiş hükümeti gibi siyasi konuları görüşmüş olmasına rağmen 3 Haziran 2014 tarihinde
Esed rejimi kontrolündeki bölgelerde cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştır.

Seçimde katılım oranı yüzde 73,4 olarak belirtilmiş, Beşşar Esed toplam oyların yüzde 88,7’sini alarak seçimi kazandığını duyurmuştur.26 Esed’in II.
Cenevre Konferansı’ndan sonra seçimle meşruiyet arayışına girdiğini ifade etmek mümkündür. Ancak Suriye’nin 23 milyonluk nüfusunun 10,5 milyonunun
yurtiçinde veya dışında mülteci olarak yaşaması, dolayısıyla seçimlerin ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 45’inin olmadığı bir ortamda yapılmış olması
sonuçların meşruiyetine gölge düşürmüştür.27

II. Cenevre Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması ve Esed’in cumhurbaşkanlığı seçimi yapmasının ardından BM ve Arap Birliği Suriye temsilcisi Cezayir asıllı el-Ahdar el-İbrahimi 30 Mayıs 2014’te görevinden ayrılmıştır. El-İbrahimi’nin görevi bırakmasının ardından Temmuz 2014’te BM Suriye Özel Temsilciliği’ne Staffan de Mistura sadece BM temsilcisi olarak atanmıştır.

Temmuz’da göreve başlayan de Mistura 30 Ekim’de BM Güvenlik Konseyi’ne ilk sunumunu yapmış ve eylem planını açıklamıştır. De Mistura,
planında çatışmalı bölgelerdeki çatışmaların dondurulmasını önermiş ve bu planın ilk önce Halep’te uygulanmasını talep etmiştir.28 

De Mistura ayrıca söz konusu planını 9 Kasım’da Şam’ı ziyaret ederek Esed rejimine sunmuş ve Esed rejimi de çatışmalı bölgelerde çatışmaların 
dondurulması planını olumlu karşıladıklarını açıklamıştır. Fakat Suriyeli muhalefet koalisyonu de Mistura’nın sunduğu plana karşı çıkmış, çatışmaların 
sadece dondurulduğu bölgeler öngören bu planın Esed rejiminin ömrünü uzatacağını beyan etmiştir.

Neticede Esed rejimi envanterindeki kimyasal gazların imhası dışında bir yaptırıma maruz kalmamış, başta Doğu Guta saldırısı olmak üzere işlediği
ağır insan hakkı ihlallerine rağmen II. Cenevre Konferansı’yla birlikte yeniden muhatap kabul edilmiştir. Batılı ülkeler krizin ilk dönemlerinde Esed iktidarının
sona ermesi yönünde demeçlere vermişse de ÖSO’ya yeterli desteği sağlamamış, Suriye muhalefeti sahada rejime karşı sürdürülebilir bir askeri
üstünlük elde edememiştir. Batılı ülkelerin ÖSO’nun güçlendirilmesi konusundaki tereddüdü ve rejimle ilgili tutum değişikliğine rağmen, İran ve Rusya
Federasyonu Esed rejimine sağladığı desteği krizin başlangıcından itibaren istikrarlı biçimde artırarak sürdürmüştür.

İran, 2011 yılında Suriye’de başlayan ilk protesto gösterilerinden bugüne Esed rejiminin ayakta kalması için yoğun çaba harcamış, rejime siyasi, ekonomik
ve askeri açıdan güçlü bir destek sağlamıştır. İran, Rusya ve Esed rejimiyle birlikte Suriye muhalefetini terörizmle ilişkilendirmeye yönelik kapsamlı bir
propaganda yürütmüş, Batılı ülke kamuoylarında ÖSO’nun radikal unsurlarla birlikte anılmasını sağlamaya çalışmıştır. Suriye ekonomisi İran’ın sağladığı
kredilerle ve mali yardımlarla ayakta kalmış, Esed rejimi Tahran’ın fon desteğiyle Rusya’dan silah alımını sürdürebilmiştir. Nitekim Suriye’de gelinen
aşamada ekonomi büyük zarar görmüş, gayrisafi yurtiçi hâsıla yarı yarıya düşmüş, petrol üretimi neredeyse durma noktasına gelmiş ve enflasyon yüzde 50 düzeyine çıkmış durumdadır.29 İran kaynaklarının yaptığı açıklamalara göre Tahran, Esed rejimini ayakta tutmak için dört sene içinde yaklaşık 50 milyar
dolar harcamıştır.

<  Rusya, gerek BM Güvenlik Konseyi’nde Esed rejimine karşı alınabilecek yaptırım kararlarının engellenmesinde gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde büyük rol oynamaktadır. >

İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. Tahran yönetiminin
Suriye’ye yaptığı askeri yardımlar İran Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar dan sorumlu birimi Kudüs Gücü tarafından organize edilmektedir.
General Kasım Süleymani’nin komuta ettiği Kudüs Gücü’ne bağlı 2 bin civarında İranlı asker Suriye’de rejime bağlı ordunun yanında muhaliflere karşı
savaşmaktadır. İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve Irak’ta desteklediği Şii milis güçlerini (Ebu’l Fazıl Abbas Tugayı) Suriye’ye sevk etmiş, özellikle milislerin harekete geçirilmesinde Suriye’deki Şii kutsal mekânların korunması argümanını kullanmıştır. Tahran yönetimi ayrıca Afganistan’daki Şii unsurlardan Esed rejimi saflarında savaşmak üzere Fatimiyyun Tugayları ve Afgan Hizbullahı adı altında silahlı gruplar teşkil etmiş, bu grupları Kudüs Gücü komutasında İç savaşa dâhil etmiştir.30

Küresel ölçekte ise Rusya Federasyonu, Suriye krizi sürecinde Esed rejimini destekleyen en önemli aktör olmuştur. Rusya, gerek BM Güvenlik
Konseyi’nde Esed rejimine karşı alınabilecek yaptırım kararlarının engellenmesinde gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde büyük rol oynamaktadır.

Ancak Rusya, İran’dan farklı olarak Esed rejiminin bekasından ziyade ABD veya Batı ile Orta Doğu’daki güç mücadelesini göz önünde bulundurarak hareket
etmekte, Suriye’deki Tartus deniz üssünü muhafaza etmeye çalışmaktadır.
Dolayısıyla Moskova, mutlak surette Esed ailesinin iktidarda kalmasını değil Suriye’de Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir siyasi iradenin sürekliliğini
hedeflemektedir. Nitekim Moskova’nın 2014 yılından itibaren Suriye dışındaki muhalefet güçleri içinden Rusya çizgisinde bir muhalefet oluşturma girişimleri
bu yaklaşıma işaret etmektedir.

Rusya’nın Suriye krizini çözmek için hazırladığı plan doğrultusunda Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tartışılması öngörülmemektedir.
Rusya’nın tasarladığı yol haritasında, Esed rejimi ile SMDK eski Başkanı Muaz el-Hatib’in oluşturduğu muhalefet gücünün siyasi geçiş süreciyle ilgili
bir anlaşma sağlaması amaçlanmaktadır. Moskova’nın Esed rejimiyle ve Muaz el-Hatib liderliğindeki muhalefetle iki aşamalı bir siyasi geçiş süreci üzerinde
mutabık kaldığı belirtilmektedir. Birinci aşamada Nisan 2015’te Suriye’de parlamento seçimlerinin yapılması, ikinci aşamada Suriye’de yeni hükümetin
kurulması öngörülmüştür. Kurulması kararlaştırılan yeni hükümette ise Muaz el-Hatip başbakan olacak, dışişleri bakanlığı ve savunma bakanlığı Esed rejimine
verilecek, İçişleri Bakanlığı da muhalefete geçecektir.

Rusya, Kasım 2014 içerisinde iki önemli ziyarete ev sahipliği yapmıştır. Birincisi SMDK eski Başkanı Muaz El-Hatib beraberindeki heyetle Moskova’yı
ziyaret etmiştir. Esed rejiminin temsilcilerinden oluşan bir heyet de 26 Kasım’da Soçi’de Devlet Başkanı Putin ile görüşmüştür. Her iki tarafın Rusya
ziyareti doğrultusunda Moskova’nın girişimiyle III. Cenevre Konferansı yerine I. Moskova Konferansı hazırlığı içerisine girilmiştir. 26 Ocak 2015’te
Rusya, Esed rejimi ve muhalefet temsilcilerini Moskova’da ağırlamıştır. Üç gün süren görüşmelerde belirli bir anlaşmaya varılamamış, bu nedenle ortak
bir belge veya bildiri hazırlanmamıştır.31 Moskova’daki toplantı sonrasında Suriyeli muhalifler ile rejim temsilcileri, bir ay sonra görüşmelerin tekrar başlaması konusunda anlaşmaya varmıştır.


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 3


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 3


1.3.Abadi Hükümetinin Kurulması 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve Irak’ın diğer bölgelerine yayılması 30 Nisan 2014’teki genel seçimlerden sonra hükümet kurma sürecinde siyasi taraflar 
arasında yaşanan krizin uzlaşıyla sonuçlandırılmasını hızlandırmıştır. Irak’ta 15 Temmuz’da Parlamento Başkanı olarak Sünni Arap kökenli Selim el-Cuburi seçilmiş ve ardından da Kürtler tarafından aday gösterilen KYB yetkilisi Muhammed Fuat Masum Cumhurbaşkanı olmuştur. Şiilerin en kapsamlı 
koalisyonu olan Şii Ulusal İttifakı ise tekrar başbakan olmak için ısrar eden Nuri el-Maliki yerine Dava Partisi üyesi Haydar el-Abadi’yi aday gösterdiğini 
açıklayarak ülkedeki hükümet kurma sürecini tamamlamıştır. Şii Ulusal İttifakı tarafından aday gösterilen el-Abadi, siyasi gruplarla uzlaşı sağlayarak 8 
Eylül 2014’te parlamentonun onayını almıştır. 

Şii ittifakı, Abadi hükümetiyle merkezi yönetimde siyasi güç kaybına uğramamış, Şiiler güçlü konumlarını muhafaza etmiştir. Şii siyasi aktör olarak 
Haydar el-Abadi Başbakan olurken, eski başbakan İbrahim el-Caferi Dışişleri Bakanlığı konumuna getirilmiştir. Şii siyasiler arasında konumunu mu.
hafaza edemeyen Maliki ise Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı gibi nispeten pasif bir göreve getirilmiştir. Abadi hükümetinde Sünni Araplara Savunma 
Bakanlığı’nın verilmesi önemli bir adımdır. Ancak bu gelişme Sünni Araplarla Bağdat hükümeti arasında 2003 yılından bugüne devam eden sorunların 
çözüleceği anlamına gelmemektedir. Abadi hükümeti Sünni Arap siyasilerle yaşanan sorunları gidermeye yönelik irade gösterse de, Sünni aşiretlerle 
Bağdat arasındaki anlaşmazlıkların çözülmesi zor görünmektedir. 

Irak’ta Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı elinde bulunduran Kürtler, Abadi hükümetiyle birlikte merkezi yönetimde Şii Arapların ardından 
en etkili ikinci unsur olmaya devam etmiştir. Abadi hükümetinde Maliye Bakanlığı Kürtlere verilmiş, Irak Yüksek İslam Konseyi’nin önemli üyelerinden 
ve Kürtlere yakınlığıyla bilinen Adil Abdülmehdi Petrol Bakanı seçilmiştir. Abadi kabinesinde Türkmenlere ise bir bakanlık verilmiş, Bedir Tugayı yetkilisi 
Muhammed Mehdi el-Beyat İnsan Hakları Bakanı olmuştur. Maliki hükümeti döneminde üç bakanlıkla (Tarım, Gençlik ve Spor ve İllerden Sorumlu 
Devlet Bakanlığı) temsil edilen Türkmenlere yeni kabinedesadece bir bakanlık verilmesi güç kaybı olarak değerlendirilebilir. 

Abadi hükümetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki anlaşmazlıkların çözümü doğrultusunda önemli adımların atıldığı bir dönem başlamıştır. 
Kürt Yönetimi yeni kabinede Maliye Bakanlığı’nı elde ederek bütçe sorununun çözümünde merkezi yönetimi etkileme imkânı elde etmiş, Adil 
Abdülmehdi’nin Petrol Bakanı seçilmesiyle de Maliki dönemine nazaran Bağdat’la daha iyi ilişkiler sürdürebileceği bir konjonktür yakalamıştır. 
Nitekim ABD’nin çekilmesi sonrasında Kürt Yönetimi, kuzey Irak’taki yataklardan çıkardığı petrolü uluslararası enerji piyasalarına ihraç etmeye başlamış,
bu girişim Bağdat merkezi yönetimiyle krizlere yol açmıştı.

Nuri el-Maliki, Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin yabancı enerji şirketleriyle yaptığı petrol arama ve çıkarma anlaşmaları üzerine Şubat 2014’ten itibaren 
enerji gelirlerinden bölgeye verilen %17’lik bütçeyi kesmiş, Maliki’nin bu adımı Bağdat-Erbil arasında gerilime neden olmuştur. IŞİD’in Musul’u ele 
geçirmesinin ardından Kürtlerin Temmuz 2014’te Kerkük’ü fiilen kontrol etmeye başlaması, kentteki en büyük petrol yatakları olan ve günlük 120 bin 
varil petrol çıkarılan Kerkük ve Bayhasan kuyularını ele geçirmesi taraflar arasındaki petrol krizini tırmandırmıştır. Kuzey Irak’a tahsis edilen enerji 
gelirlerinin kesilmesi ve Kerkük’ün el değiştirmesi Kürtlerin bu süreçte bağımsızlık söylemini sık sık dile getirmesine neden olmuştur. Başbakan Neçirvan Barzani, 12 Kasım 2014 tarihinde Kürt Parlamentosu’nu petrol ihraç ve satışlarıyla ilgili bilgilendirmek üzere yaptığı konuşmada, Kürt Yönetimi’nin ihraç ettiği petrolün denetimini hiçbir şekilde Irak Milli Petrol Pazarlama Şirketi’ne (SOMO) vermeyeceğini, sadece petrolün taşınmasındaki ve satışındaki bütün aşamaları şeffaf bir şekilde SOMO ile paylaşmaya açık olduğunu ifade etmiştir. Bu dönemde ayrıca Kuzey Irak’ta ayrı bir petrol arama ve üretme şirketi kurmak için düzenlenen yasa tasarısı Bakanlar Kurulu’nda kabul edilmiş ve parlamentoya gönderilmiştir. 

Irak Petrol Bakanı Adil Abdülmehdi krizin aşılması amacıyla 13 Kasım 2014 tarihinde Erbil’i ziyaret etmiş, Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, 
Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani ve Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hevrami ile görüşmüş, görüşmeler sonucunda taraflar petrol konusunda anlaşmaya 
varıldığını açıklamıştır. Anlaşma kapsamında Kürt yönetiminin günlük ihraç ettiği petrolün 150 bin varilini SOMO üzerinden ihraç etmesi, Bağdat merkezi 
hükümetinin ise 150 bin varile karşılık Erbil’e 500 milyon dolar ödemesi kararlaştırılmıştır. Görüşmelerin ardından Neçirvan Barzani başkanlığındaki 
Kürt heyeti Bağdat’a iade-i ziyarette bulunmuş, ziyaret sırasında merkezi hükümetle üç önemli konuda anlaşma sağlanmış, anlaşmanın Ocak 2015’ten 
itibaren yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Anlaşma doğrultusunda taraflar, Kerkük’ten günlük 300 bin ve Kürt bölgelerindense 250 bin varil petrolün 
Türkiye üzerinden ihraç edilmesi konusunda mutabakata varmıştır. Bağdat merkezi hükümeti, petrol gelirlerinden Kürt Yönetimi’ne yüzde 17’lik pay 
vermeye devam etmeyi kabul etmiştir. Taraflar ayrıca Peşmerge güçlerine ulusal savunma bütçesinden kaynak tahsis edilmesini kararlaştırmış, Bağdat 
böylece Peşmerge’nin maaşını, silah ve teçhizat giderlerini üstlenmiştir. 

ABD sonrası dönemde, Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerden kaynaklanan sorunlar Bağdat-Erbil ilişkilerini etkilemeye devam etmiştir. Kürt 
Yönetimi, ABD’nin desteğiyle işgal döneminde Kerkük’ün nüfusunu Kürtler lehine değiştirmiş, tarım arazileri ve petrol bakımından zengin olan bu 
kenti uzun vadede ele geçirmeye yönelik bir strateji takip etmiştir. 2005’te kabul edilen Irak anayasasının 140. maddesine göre ise Kerkük’te 31 Aralık 
2007’tarihine kadar normalleşme sağlanması öngörülmüş, nüfus sayımı ve referandum yapılarak kentin merkezi yönetime veya Kuzey Irak’a bağlanma.
sı planlanmıştır. Ancak Kerkük’ün statüsü hususunda gerek Irak’taki siyasi gruplar arasında gerekse bölgesel ve uluslararası arenada referanduma ilişkin 
bir uzlaşı sağlanamamıştır. Kerkük’ün statüsüyle ilgili sorunun çözüme kavuşturulması amacıyla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında özel statü ve ortak idari paylaşım gibi öneriler tartışılmaktadır. Tarihi olarak çoğunluğu Türkmen olan Kerkük’ün yönetimiyle ilgili taraflar kentin idari paylaşımının 
%32’lik oranlarla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında yapılmasını, geri kalan %4’lük dilimde Keldaniler ve Asurîler gibi diğer etnik ve dini unsurla.
ra yer verilmesini öngörmüşlerse de bugün bu paylaşım uygulanmamaktadır. 

Tarihi gerçekler, sosyolojik yapı ve işgal döneminde kentin nüfusundaki suni değişiklikler dikkate alınarak Kerkük’ün Irak içinde özel bir statüye 
kavuşturulmasının hakkaniyete uygun olduğu değerlendirilmektedir. 


ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER GENEL TESPİTLER 

• Irak’ta işgalin ardından “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurlar tasfiye edilmiş, ordu ve kolluk kuvvetleri 
büyük ölçüde Şii Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
• Sünni Arapların güvenlik kurumlarından dışlanması, Irak’taki güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol açmış, ordu ve polis teşkilatı içinde 
İran çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler ortaya çıkmıştır. 
• İşgal döneminde terör örgütleri Irak’taki faaliyetlerini artırmış, PKK Kandil bölgesindeki varlığını güçlendirerek devletleşme hedefiyle KCK yapılanmasını 
kurmuş, el-Kaide bağlantılı gruplar belirli bölgelerde örgütlenmeye başlamış, Şii din adamlarına ve kutsal mekânlarına saldırılar düzenleyerek 2006-2007 iç 
savaşını tetiklemiştir. 
• İran, işgalin ardından Irak güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları üzerindeki etkisini sürdürmüş, Şii direnişçi Mehdi Ordusu’na büyük ölçüde hâkim 
olmuş, Irak’ta kendi güdümünde hareket edecek Şii silahlı gruplar teşkil etmiştir. 
• Nuri el-Maliki’nin güvenlik bürokrasisini tekeline almaya çalışması, Sahva Gücü’nü dağıtırken bağımsız Şii milis güçlerine müdahale etmemesi ve iç 
güvenlik tehditlerinde orduyu kullanmaya devam etmesi güvenlik güçlerini siyasallaştırmıştır. 
• Maliki’nin giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasiler üzerinde baskı kurması ülkedeki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, Anbar krizine yol açmış, 
Irak el-Kaidesi’nin IŞİD adı altında tekrar güçlenmesine ve faaliyet alanını genişletmesine neden olmuştur. 
• IŞİD tehdidi Irak’ta seçimlerin ardından bir uzlaşı hükümetinin kurulmasını zorunlu kılmış, IŞİD militanlarının başta Musul olmak üzere belirli bölgeleri 
direnişle karşılaşmadan işgal etmesi, Irak güvenlik güçlerinde ciddi bir kurumsallaşma problemi olduğunu göstermiştir. 
• IŞİD krizi sırasında Peşmerge kuvvetleri başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bölgelerin bir kısmını ele geçirmiş ve Haydar el-Abadi liderliğinde kurulan 
uzlaşı hükümetiyle birlikte Bağdat-Erbil arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde ilerleme sağlanmıştır. 

<  Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi 
içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. >

2. SURİYE İÇ SAVAŞINDA DEĞİŞEN DENGELER 

Esed rejimine karşı ilk protestoların üzerinden yaklaşık dört yıl geçmesine rağmen Suriye krizinde henüz çözüm sağlanamamış, rejimve muhalefet güçleri 
birbirine karşı kesin bir başarı elde edememiştir. Krizin başlangıcından itibaren Esed rejimi, protesto gösterilerine silahlı kuvvetle müdahale etmiş, 
sivilleri hedef almış, muhalefetin de silahlanmasıyla çatışmalar kısa süre içinde iç savaş halini almış ve 200 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine yol 
açmıştır. İç savaş, Esed rejimine sağlanan kararlı desteğe rağmen muhalefetin parçalı yapısı, yeterli askeri destekten mahrum olması ve savaşa farklı silahlı 
grupların müdahil olmasından dolayı sonuçlanamamıştır. El-Kaide bağlantılı grupların ortaya çıkması muhalefetin dünya kamuoyundakiimajını zedelemiş, 
Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) sahadaki etki alanını sınırlandırmıştır. Esed rejimi el-Kaide bağlantılı gruplara ve PKK/KCK’ya hareket alanı açmış, bu 
terör örgütlerini dolaylı biçimde muhalefeti zayıflatmak için kullanmıştır. 

Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi 
içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. Destek sağlayan ülkelerin farklı grupları öne çıkarma girişimlerinin de etkisiyle Suriyeli muhaliflerin belirginleşen 
siyasi ve askeri bölünmüşlüğü, muhalefetin Esed rejimi karşısında etkili bir aktöre dönüşmesini engellemiştir. İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine verdikleri
desteği istikrarlı biçimde sürdürmüş, İran Devrim Muhafızları bizzat Kudüs Gücü’yle iç savaşa katılmış, ÖSO’ya karşı Hizbullah’ı ve Irak’taki Şii  milisleri 
seferber etmiştir.18   

Batılı ülkeler ÖSO’ya gerekli desteği vermemiş, başlangıçtaki siyasi desteğe rağmen sahada rejime karşı netice alınmasını sağlayacak silah ve teçhizatın 
tedariki söz konusu olduğunda çekimser kalmıştır. 
Türkiye ise muhalefete sağladığı desteği devam ettirmiş, Ağustos 2011’den beri Beşşar Esed’in iktidardan ayrılması yönündeki politikasını ısrarlı biçimde 
sürdürmüş, iç savaştan kaçan sığınmacılara sınır kapılarını açık tutmuştur. 

Ekim 2011’de İstanbul’da teşkil edilen Suriye Ulusal Konseyi (SUK), etnik, mezhepsel ve ideolojik olarak bir bütünlük sağlayamamasından dolayı tek çatı 
altında hareket edememiş, uluslararası toplum tarafından ilk etapta yeterince desteklenmemiştir. Bu nedenle Suriye muhalefeti siyasi yapısını genişleterek 
Kasım 2012’de Katar’ın başkenti Doha’da Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Koalisyonu (SMDK) adı altında daha kapsamlı bir yapı kurmuştur. SMDK’nın 
ilk Başkanı olarak Muaz el-Hatip seçilmiştir.19 Hatib, Mart 2013’te özgürce çalışmak istediğini ve bunun da mevcut teşkilatla mümkün olmadığını açıklayarak istifa etmiştir. SMDK üyeleri başkanlıktan istifa eden Hatib’in yerine Temmuz 2013’te Ahmed el-Carba’yı başkan olarak seçmiştir. SMDK Temmuz 2014’te görevden ayrılan el-Carba’nın yerine Suudi Arabistan’a yakınlığıyla bilinen Hadi el-Bahra’yı seçmiştir. SMDK’nın 5 Ocak 2015 tarihinde gerçekleştirilen 18. Kurul Toplantısı’nda eski başkan Hadi el-Bahra’nın yeniden aday olmaması üzerine yapılan oylamada ise Halid Hoca SMDK’nın yeni başkanı seçilmiştir.20 

Suriyeli muhalif gruplar Mart 2013’te dışarıda Esed rejimine karşı SMDK ile birlikte hareket edecek Suriye Geçici Hükümeti’ni kurmuştur. İstanbul’da tesis edilen Suriye Geçici Hükümeti’nin Başbakanı olarak Gassan Hito seçilmiş, 21-27 Mart tarihlerinde Doha’da düzenlenen Arap Birliği Zirvesi’nde Suriye’nin koltuğu 
muhaliflere verilmiştir. Bu gelişmelerin ardından Suriye Geçici Hükümeti, 27 Mart 2013’de Doha’da ilk elçiliğini açmıştır. Aynı yılın Temmuz ayında SMDK 
Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito görevinden istifa etmiş, Hito’nun yerine Ahmet Toma Geçici Suriye Hükümeti’nin Başbakanı seçilmiştir.21 

Muhalefet içindeki gelişmelere bakıldığında Suriyeli muhalifler arasında yer alan grupların yalnızca Esed rejimine karşı mücadele etmediği, kendi aralarındaki 
ayrışmalarla da uğraşmak zorunda kaldığı görülmektedir. Nitekim 2013 yılı Suriye muhalefeti açısında bir kırılma ve dönüm noktası olmuştur. 
2013’de SMDK içinde belirginleşen bölünmüşlük ve güç mücadelesi muhalefetin askeri yapısına da yansımış, ÖSO’da etnik, mezhepselve ideolojik ayrışmalar 
meydana gelmiştir. Muhalefet içerisindeki ayrışma ve güç mücadelesi ise muhaliflere verilen bölgesel ve küresel desteğin azalmasına yol açmıştır. 


2.1. Özgür Suriye Ordusu’nun Rejim Karşısında Zayıflaması 

Özgür Suriye Ordusu, Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa eden Riyad el-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker tarafından, Esed rejimini devirmek ve muhalif silahlı unsurları tek çatı altında birleştirmek amacıyla 
Temmuz 2011’de kurulmuştur. ÖSO, Eylül 2012’de karargâhını Suriye’deki kurtarılmış bölgelere taşıdığını açıklamış, emir-komuta yapısını geliştirmiş ve
Aralık 2012’de Tuğgeneral Selim İdris’i Genelkurmay Başkanı olarak atamıştır. ÖSO, bu yeniden yapılanma ile muhalefetin askeri kanadını merkezi bir
komutada toplamayı, yapılan silah yardımlarının tek elden koordine edilmesini ve Esed sonrasında düzenli orduya geçişi hedeflemiştir. Ancak ÖSO’nun
sahada rejime bağlı güçler karşısındaki etkinliği, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerden ve Körfez ülkelerinden (Suudi Arabistan ve Katar’dan) aldığı
desteğin azalması neticesinde zamanla zayıflamıştır. Bu nedenle 16 Şubat 2014 tarihinde Geçici Suriye Hükümeti’nin Savunma Bakanı Esad Mustafa
tarafından görevden alınan Selim İdris’in yerine rejimden ayrılan bir diğer komutan olan Abdullah el-Beşir getirilmiştir.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


< Irak’ta devam eden çatışma ortamında Şii siyasi partilerin güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması el-Kaide bağlantılı radikal grupların taraftar toplamasına hizmet etmiştir. >

<  ABD’nin çekilmesiyle Irak güvenlik güçlerinin planlanan kurumsallaşma süreci yarım kalmış, Maliki iktidarının merkezi  söylemiyle giderek otoriterleşmesi iç güvenliğin kolluk kuvvetlerine devrini sürüncemede bırakmıştır.  >

2006-2007 döneminde Sahva Gücü’nün desteğiyle Irak el-Kaidesi’ni büyük ölçüde etkisiz hale getiren ABD kuvvetleri Irak’ın iç ve dış güvenliğinin 
yeni orduya ve kolluk kuvvetlerine devredileceği üç aşamalı bir geçiş süreci planlamıştır. İlk aşamada iç güvenliğin ABD’den Irak ordusuna devredilmesi 
planlanmış, 2010’da bu aşama tamamlanmıştır. İkinci aşamada iç güvenliğin Irak ordusundan polis teşkilatına devredilmesi, üçüncü aşamada ise iç güven.
liği bütünüyle kolluk kuvvetlerine devreden ordunun tamamen dış güvenliğe odaklanması tasarlanmıştır. İlk aşamanın aksine ikinci ve üçüncü aşamalar 
tamamlanamamış, gerek polis teşkilatının yetersizliği gerekse Maliki iktidarının iç güvenlik tehditleriyle mücadelede Irak ordusunu kullanmayı tercih etmesi ordudan kolluk kuvvetlerine yetki devrini engellemiştir. Dolayısıyla işgal döneminde Irak, güvenlik alanında gerekli kurumsallaşmayı sağlayamamış, 
güvenlik güçleri arasındaki yetki paylaşımı gerçekleşmemiş, iç güvenlik ordunun temel önceliği olarak kalmıştır.13 

Bu süreçte ABD’de iktidara gelen Obama yönetimi, Başbakan Maliki’nin işgal kuvvetlerinin en kısa zamanda çekilmesi yönündeki tutumunun da et.
kisiyle Irak’tan çekilme takviminde değişikliğe gitmiş, Bağdat yönetimiyle Kasım 2008’de Stratejik Güvenlik Anlaşması’nı (Status of Forces Agreement-
SOFA) imzalamıştır. ABD, Stratejik Güvenlik Anlaşması’yla Bağdat Büyükelçiliğinde geniş bir askeri güç bulundurma hakkı ve Amerikan askerlerine 
dokunulmazlık imtiyazı elde etmiş, anlaşma doğrultusunda 31 Aralık 2011’e kadar Irak’tan tamamen çekilmiştir. Ancak üç aşamalı geçiş süreci 
planlandığında Amerikan askerlerinin 31 Aralık 2011 tarihinde çekilmiş olması öngörülmediğinden, ABD’nin çekilmesiyle ikinci ve üçüncü aşamanın 
tamamlanması tamamen Maliki iktidarının uhdesinde kalmıştır. 

Nitekim Genelkurmay Başkanı Babekir Zebari Amerikan askerlerinin 2020-2022 yıllarına kadar kalması gerektiğini, Irak ordusunun ülke güvenliğini 
sağlayabilecek yeterliliğe kavuşması için bu süreye ihtiyacı olduğunu ifade etmiştir.14 

ABD’nin çekilmesiyle Irak güvenlik güçlerinin planlanan kurumsallaşma süreci yarım kalmış, Maliki iktidarının merkezi yönetimi güçlendirme söylemiyle 
giderek otoriterleşmesi iç güvenliğin kolluk kuvvetlerine devrini sürüncemede bırakmıştır. Başbakan Maliki iç güvenlik tehditleriyle mücadelede yereldeki 
kolluk kuvvetleri yerine orduyu kullanmayı tercih etmiş, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı sıfatıyla Irak’ın güvenlik bürokrasisini adım adım tekeline almıştır. 
Maliki, askeri danışmanlık adı altında kurduğu Başkomutanlık Bürosu üzerinden silahlı kuvvetler içinde kendisine sadık subayların yükselmesini sağlamış ve 
gayrı resmi bir emir-komuta zinciri geliştirmiştir. 

Maliki, Başkomutanlık Bürosu üzerinden Bağdat Harekât Komutanlığı’nı, terörle mücadeleden sorumlu güvenlik birimlerini ve özel kuvvetleri yönetmiş, 
Savunma Bakanlığı’nı ve komuta kademesini devre dışı bırakarak bazı operasyonları bizzat kendisi yürütmüştür. 2009’da Askeri İstihbarat Başkanı 
Cemal Süleyman’ı görevden alarak bu görevi kendisi yürütmeye başlayan Maliki, 2010-2014 döneminde hükümet içindeki anlaşmazlıklardan dolayı 
vekâleten yürütülen İçişleri ve Savunma Bakanlıklarını fiilen kontrol etmiştir. 

Başbakan Maliki otoriterleştikçe güvenlik güçlerinin mezhepsel eğilimlerinin belirginleştiği gözlemlenmiştir. Tecrübeli Sünni bürokratların bulunduğu Irak 
Muhaberatı’na karşı ilk etapta farklı istihbarat kurumları teşkil edilmiş, daha sonra Sünni bürokratlar peyderpey görevden uzaklaştırılmış, yerlerine Dava 
Partisi mensubu ve yeterli deneyime sahip olmayan isimler getirilmiştir. Maliki bu süreçte Bağdat’taki terör eylemlerinde İran’ın rolüne işaret eden Muhaberat 
Başkanı Muhammed el-Şahvani’nin Ağustos 2009’da istifa etmesini sağlamıştır. Mehdi Ordusu dışındaki bağımsız Şii milis güçlerine müdahale edilmemiş, 
müdahale etmeye çalışan emniyet müdürleri görevden alınmıştır. Sünni aşiretlerin teşkil ettiği ve 2006-2007 döneminde el-Kaide’yle mücadelede oldukça başarılı olan Sahva Gücü ise gelecekte tehdit olabileceği endişesiyle lağvedilmiştir. Dolayısıyla Maliki iktidarı, işgalin ardından tesis edilen 
kurumlarla iç güvenlik sorunlarına çözüm üretmekten ziyade giderek otoriterleşmiş, mezhepsel menfaatler doğrultusunda hareket etmiş, böylece el-Kaidebağlantılı grupların yeniden güçlenmesini tetikleyerek ABD sonrası dönemde Irak’ı fiilen bölünmenin eşiğine getirmiştir.

<  El-İsavi’nin tutuklanması, Sünni Araplarla Maliki liderliğindeki Bağdat hükümeti arasında ciddi bir kırılma noktasıdır. Alvani’nin tutuklanması ise bu kırılmayı derinleştirmiştir.  >

1.2. Sünni Arapların Irak Siyasetinden Dışlanması ve Anbar Krizi 


Nuri el-Maliki, başbakanlığının birinci döneminde adım adım güvenlik bürokrasisini tekeline alırken aynı zamanda kendisine rakip gördüğü Şii siyasileri devre dışı bırakmayı hedeflemiştir. Bu kapsamda Maliki ilk etapta Irak’ta iktidara gelebilecek veya mevcut iktidarını zayıflatabilecek Şii aktörleri Bağdat merkezi yönetiminden uzaklaştırmaya dönük bir siyaset izlemiştir. 

Nuri el-Maliki,2006’da iktidara geldikten sonra Irak eski Başbakanı ve Dava Partisi üyesi İbrahim el-Caferi ve Sadr Hareketi lideri Şii din adamı Mukteda 
el-Sadr’ı merkezi yönetimden dışlamaya çalışmıştır. Maliki önce Dava Partisi içinde kendisine rakip olarak gördüğü İbrahim el-Caferi’ye karşı tavır almaya 
başlamış, bu tavrın neticesinde el-Caferi 2008’de partiden ayrılarak Milli Reform Hareketi’ni (Tayyar el-Islah el-Vatani) kurmuştur. İran’dan bağımsız 
hareket eden Şii din adamı Mukteda el-Sadr’ı da iktidarına tehdit olarak gören Maliki, el-Sadr’ın lideri olduğu Mehdi Ordusu’nu dağıtmaya çalışmıştır. 
Mehdi Ordusu baskılar neticesinde 2007’de önce ateşkes ilan etmiş, ardından da 2008’de silah bırakmak zorunda kalmıştır. Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı 
Adil Abdülmehdi ise Mayıs 2011’de cumhurbaşkanına ait üç yardımcının fazla olduğunu gerekçe göstererek istifa etmiştir. Irak Yüksek İslam Konseyi’nin
önemli isimlerinden Abdülmehdi’nin istifa kararında ülkedeki siyasi istikrarsızlığın ve Maliki’nin otoriterleşmesinin etkili olduğu değerlendirilmiştir

Başbakan Nuri el-Maliki, iktidarının ilk döneminde güvenlik bürokrasisini büyük ölçüde tekeline almış, Şii rakiplerini devre dışı bırakmıştır. Maliki’nin 
ikinci döneminde ise Sünni siyasilerin Bağdat merkezi yönetimindeki  etkinliğini zayıflatmaya yönelik hareket ettiği gözlenmiştir. Maliki, ABD askerlerinin
çekilmesinin ardından Irak güvenlik güçlerini terörle mücadele adı altında Sünni aktörleri sindirmeye yönelik kullanmış, Sünni siyasilerin “terörizm”
suçlamasıyla karşı karşıya kaldığı gözaltılar ve tutuklamalar başlamıştır.

2011’de Tarık el-Haşimi’nin, 2012’de Rafi el-İsavi’nin ve 2013’te Ahmet el-Alvani’nin tutuklanması hedefiyle operasyonlar gerçekleştirilmiş, özellikle
el-İsavi’nin tutuklanmasına karşı ortaya çıkan protesto gösterilerinin ardından  Sünni Arap bölgelerine de askeri operasyonlar düzenlenmiştir

Aralık 2011’de Başbakan Nuri el-Maliki’nin talimatı üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Yardımcısı (Sünni Arap) Tarık el-Haşimi’ye gizli suikast timleri
kurduğu ve teröre destek verdiği gerekçesiyle yurtdışına çıkış yasağı getirilmiş ve hakkında tutuklama kararı alınmıştır. Tutuklama kararının ardından Mayıs
2012’de Bağdat hükümetinin talebi üzerine İnterpol, Haşimi hakkında kırmızı bülten yayımlamıştır. 
Irak Ağır Ceza Mahkemesi aynı yılın Eylül ayında Tarık el-Haşimi hakkında gıyaben idam cezası kararı vermiş, mahkemenin farklı davalar kapsamında aldığı müteakip kararlarla birlikte Haşimi’ye toplam beş kez idamcezası verilmiştir. Aralık 2012’de Başbakan Maliki’nin talimatı üzerine el-Irakiye ittifakı yetkilisi ve dönemin Maliye Bakanı (Sünni Arap) Rafi el-İsavi’nin Bağdat’ın Yeşil bölgesindeki evine güvenlik güçleri tarafından baskın düzenlenmiştir. 

Baskında, el-İsavi’nin korumaları terör örgütü kurmak ve yönetmek gerekçesiyle tutuklanmıştır. Irak’ın Anbar vilayetindeki Sünni Araplar, İsavi’nin korumalarına yönelik çıkarılan tutuklama kararına tepki olarak gösteriler düzenlemeye başlamıştır.15Aralık’ta Anbar vilayetinde başlayan gösteriler kısa süre içinde Musul, Kerkük, Diyale ve Felluce’ye kadar yayılmış, bazı bölgelerde Maliki karşıtı Şiiler de gösterilere katılmıştır. 


















Harita 1: Anbar Krizi Sürecinde IŞİD’in Saldırdığı Bölgeler 


<  Anbar krizi, Irak’ta Sünni Arapların güvenlik kurumlarının ardından, siyasetten de dışlanmasının yol açtığı mezhepsel ayrışmanın düzeyini göstermiş, Sünni Arapların bir bölümünün bölgelerinde bulunan radikal unsurlara sıcak bakmasına sebep olmuştur. >

Özellikle el-İsavi’nin tutuklanması, Sünni Araplarla Maliki liderliğindeki Bağdat hükümeti arasında ciddi bir kırılma noktasıdır. Alvani’nin tutuklanması 
ise bu kırılmayı derinleştirmiş, Maliki’nin Sünni Arapları baskı altına almaya çalıştığı yönündeki kanaati güçlendirmiştir. Aralık 2013’te Maliki’nin talimatı 
üzerine terörle mücadele özelkuvvetleri, el-Irakiye listesinin Sünni Arap milletvekili Ahmet el-Alvani’yi evine düzenledikleri baskınla gözaltına almıştır. 
Baskın sırasında çıkan çatışmada Ahmet el-Alvani’nin kardeşi ve 5 koruması öldürülmüş, baskından dolayı bölgede tırmanan gerilim nedeniyle Anbar’da 
çok sayıda askeri birlik konuşlandırılmış ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Dokunulmazlığı bulunan bir milletvekilinin askeri baskınlagözaltına alınması 
miş, Aralık 2013’ten itibaren Anbar krizi adı verilen süreci başlatmıştır.16 Sünni Arapların, Maliki’nin mezhepsel politikalarına tepki olarak Aralık 2012’den 
beri sürdürdüğü protestolara kuvvet kullanılarak müdahale edilmiş, güvenlik güçleri göstericilerin Anbar valiliği önünde kurduğu çadırları kaldırmıştır. 

 Anbar krizi, Irak’ta Sünni Arapların güvenlik kurumlarının ardından, siyasetten de dışlanmasının yol açtığı mezhepsel ayrışmanın düzeyini göstermiş, 
Sünni Arapların bir bölümünün bölgelerinde bulunan radikal unsurlara sıcak bakmasına sebep olmuştur. Kriz, Sünni Arapların radikal unsurlara destek 
verenler ve radikal unsurlara karşı olanlar şeklinde bölünmesine yol açarken, Irak el-Kaidesi’nin yeniden güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Irak el-Kaidesi, 
Maliki’nin Sünni karşıtı politikaları ve Suriye iç savaşında Esed rejimini aleni biçimde desteklemesi nedeniyle daha rahat taraftar toplamaya başlamış, 

Sah.yet alanını genişletmiştir. Maliki iktidarının bu dönemde Anbar’daki protesto gösterilerini sona erdirmek için başlattığı operasyonlarla el-Kaide’ye karşı operasyonları iç içe yürütmesi ise operasyonların radikal unsurlarla mücadele adı altında aslında iç siyasi hedeflere dönük icra edildiği görüşünün ağırlık kazanmasına yol açmıştır. 

Anbar krizinde  Maliki, Sünni Araplardaki aşiret yapısı ve aşiretler arası güç mücadelesinden faydalanmış, bölgedeki operasyonları Sünni aşiretlerin bazı.
larının desteğiyle düzenlemişve kendisini destekleyen aşiretlere para ve silah yardımı sağlamıştır. Örneğin el-Ubeyd, el-Duleym aşireti ve Ebu Rişa ailesi 
Maliki iktidarının yanında yer alırken, el-Kubeysi ve el-Hadidi aşiretleri Irak güvenlik güçlerine karşı savaşmıştır. El-Duleym aşireti mensubu Anbar Valisi 
Ahmet Halef el-Duleymi, Maliki’nin bölgeye güvenlik güçleri göndermesini talep etmiştir. Maliki, 15 Şubat’2014 tarihinde Anbar vilayetinin merkezi 
Ramadi’yi ziyaret ederek bölgedeki Sünni aşiretlere mensup 10 bin kişinin Irak güvenlik güçlerine katılması emrini vermiş, 1 milyar dolar da kentin kalkınması 
için tahsis ettiğini açıklamıştır.17 

Böylece Maliki el-Kaide ile mücadele ederken aşiretler arasındaki güç mücadelesini de artırmış, Sünni Arapların bütünlük arz etmesini ve birlikte hareket etmesini engellemiştir. Nitekim Sünni bloğundaki Usame el-Nuceyfi, Selim el-Cuburi ve Salih Mutlak gibi siyasiler de tam manasıyla muhalif bir tutum sergileyememiş, hükümetten çekilmemiş, yalnızca oturumları ve toplantıları boykot etmiştir. 

Anbar krizi sürecinde Sünni Arapların ağırlıklı olarak yaşadığı Selahattin, Anbar ve Diyale il meclisleri özerklik talebinde bulunmuş, Irak’ın bütünlüğünü 
savunan Sünni Araplar artık özerklikten ve bölünmeden bahsetmeye başlamıştır. Irak’ta Sünni Arapların yanı sıra Şii din adamları ve siyasi aktörler de 
Maliki’nin mezhebe dayalı ve dışlayıcı politikalarına tepki göstermiştir. Ancak Şii siyasiler, Maliki’nin politikalarından rahatsız olsalar da İran’dan ve Şii 
din adamlarından bağımsız hareket edememekte, Şii birliğine zarar verecek herhangi bir adım at(a)mamaktadır. Anbar krizi sürecinde Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ise bağımsızlığı daha sık gündeme getirmeye başlamış, Iraklı Kürtlerin kendi kaderini tayin etme zamanının geldiğini beyan etmiştir. 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından Peşmerge güçleri, başta Kerkük olmak üzere Irak anayasasının 140. maddesinde yer alan tüm ihtilaflı bölgelere 
hâkim olmayı amaçlamıştır. Kürt yetkililer bu dönemde Irak’ın fiilen üçe bölündüğünü ve geri dönüşü olmayan bir sürece girdiğini ifade etmiş, Mesut 
Barzani, bağımsız Kürt devletinin kurulması için girişimlere başlamıştır. Barzani, Kürtlerin referanduma gideceğini belirterek 3 Temmuz 2014 tarihinde 
Kürt parlamentosuna yardım çağrısı yapmıştır. 24 Temmuz’da Kürt parlamentosu seçim komisyonu ve referandum yasasını kabul etmiş, 31 Ağustos’ta yasanın Kürt Yönetimi Başkanı Barzani tarafından onaylandığı açıklanmıştır. Seçim komisyonu ve referandum yasası doğrultusunda 90 gün içinde referandum ve 9 kişiden oluşacak seçim komisyonunun kurulması öngörülmüştür. 

Barzani’nin bağımsızlık söyleminin ardından 23 Haziran 2014 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Bağdat ve Erbil’i ziyaret etmiş, çoğulcu bir ulu.
sal hükümet kurma teklifini Iraklı taraflara ilettiğini açıklamıştır. Kerry’nin Irak ziyareti sırasında en kritik görüşmesi ise bağımsızlık ilan etme çalışma.
ları başlatan Barzani ile yaptığı görüşmedir. Kerry’nin ziyaretinden sonra ABD’nin mevcut konjonktürde Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına karşı 
olduğu anlaşılmış, görüşmeden sonra Barzani’nin bağımsızlığa ilişkin demeçlerinin belirgin biçimde azaldığı müşahede edilmiştir. Nitekim Barzani’nin 
Kürt parlamentosuna danışması, Irak parlamentosuna Kürt milletvekillerini göndermesi, cumhurbaşkanının Kürt olması ve Haydar Abadi hükümetine 
destek vermesi bağımsızlık referandumunu zamana yaydığının bir göstergesidir. 

< IŞİD kriziyle birlikte Barzani’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili açıklamalarının mevcut şartlarda bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade Kürtleri motive etmeye yönelik olduğu ifade 
edilebilir.>

< Abadi hükumetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki anlaşmazlıkların çözümü doğrultusunda önemli adımların 
atıldığı bir dönem başlamıştır. >


IŞİD kriziyle birlikte Barzani’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili açıklamalarının mevcut şartlarda bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade Kürt.
leri motive etmeye yönelik olduğu ifade edilebilir. Bağımsızlık söyleminin ayrıca Barzani’nin hem Irak’taki hem de bölgedeki diğer Kürtler üzerindeki liderlik konumuna katkı sağladığı değerlendirilmektedir. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık ilan etmesi kısa vadede başarılı olsa da, bağımsızlık girişiminin orta ve uzun vadede başarısız olma olasılığı yüksektir. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık ilan etmeleri için ülke içerisinde Arapları, bölgedeyse Türkiye ve İran’ı ikna etmesi gerekmektedir. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 1



IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 1


BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
RAPOR NO: 65 
NİSAN 2015 




















SUNUŞ 

Irak’ta işgalin ardından Şii Araplar ve Kürtler esas alınarak tasarlanan güvenlik sisteminde kurumsallaşma sağlanamamış, Maliki’nin özellikle ikinci döneminde giderek otoriterleşmesi, güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması bu ülkedeki Sünni Arap nüfusun ötekileşmesine yol açmış ve Anbar 
krizi sürecini başlatmıştır. Suriye iç savaşında 2013 yılından itibaren dengeler Esed rejimi lehine değişmiş, Rusya ve İran rejime sağladığı desteği kararlı biçimde sürdürürken Batılı ülkeler Özgür Suriye Ordusu’na gerekli askeri desteği vermemiştir. 
İç savaşın uzaması ve sahada muhalefetin yeterince desteklenmemesi 
el-Kaide bağlantılı örgütlerin faaliyet gösterebileceği şartları doğurmuş, IŞİD Irak’ta zemin kazandıktan sonra faaliyet alanını Suriye’ye doğru genişletmiş, Irak-Suriye hattında Sünni Arapların çoğunlukta olduğu belirli bölgelere fiilen hâkim olmuş ve bu bölgelerde devletleşmeye teşebbüs etmiştir. Irak’ta IŞİD tehdidi, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerdeki nüfus yapısının değişmesine yol açarken, Kürtlerin Kerkük’teki nüfuzunu artırmış ve İran’ın bu ülkede daha rahat hareket etmesine imkân sağlamıştır. Suriye iç savaşında ise IŞİD ve el-Kaide irtibatlı diğer radikal grupların etkinliğinin artması Batılı devletlerin muhalefete bakışını değiştirmiş ve II. Cenevre Konferansı’yla birlikte rejimin yeniden muhatap alındığı bir süreç başlamıştır. 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Irak ve Suriye’deki gelişmelere ve bu gelişmelerin Türkiye’ye etkilerine yönelik öngörülerde bulunarak Türk karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi çözüm önerileri ve karar seçenekleri sunmak amacıyla “Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri” raporunu yayımlamaktadır. BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı Ali Semin ve Araştırma Asistanı Bekir Ünal ile birlikte hazırladığımız rapor, 27 Şubat 2015 tarihinde düzenlenen 22. Bilge Adamlar Kurulu toplantısında değerlendirilmiş, Kurul üyelerinin görüş ve önerileri 
doğrultusunda gözden geçirilerek yayına hazırlanmıştır. Raporda, Irak’ta ABD’nin çekilmesini takip eden gelişmeler ve Suriye iç savaşında Esed rejimi lehine değişen dengelere ilişkin genel bir durum tespiti yapılmakta, başta IŞİD tehdidi olmak üzere bölgede ortaya çıkan dinamiklerin Türkiye’ye muhtemel etkileri 
değerlendirilmektedir. 

Raporun Türk karar mercilerine, akademisyenlere ve ilgili kurum, kuruluş ve kişilere faydalı olmasını temenni eder, raporu birlikte hazırladığımız Ali Semin’e ve Bekir Ünal’a, raporu yayına hazırlayan Araştırma Koordinatörü Erdem Kaya’ya, rapora değerli görüş ve önerileriyle katkı sağlayan, raporun geliştirilmesi için kıymetli vakitlerini sarf eden başta (E) Oramiral Salim Dervişoğlu olmak üzere Bilge Adamlar Kurulu üyelerine ve emeği geçen diğer BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Başkanı 


GİRİŞ 










ABD, 2003’te Irak’ı işgalinin ardından bütün kamu kurumlarını dağıtmış, Geçici Koalisyon Yönetimi, Şii Araplar ve Kürtlere ayrıcalık tanıyan bir devlet 
inşa süreci başlatmıştır. Ülke nüfusundaki etnik ve mezhepsel dağılım esas alınarak inşa edilen kurumlar, kapsayıcı bir idari yapının tesisine hizmet et.
memiş, Sünni Araplar ve Türkmenlerin dışlandığı bir Irak devleti ortaya çık.mıştır. Sünni nüfusun devlet kademelerinde temsiline ve siyasi sürece katılı.
mına yönelik girişimler, gerek ABD’nin bu yöndeki desteğini sürdürmemesi gerekse İran’ın ülkede artan etkisi ve Başbakan Nuri el-Maliki’nin Şii eksenli 
politikalarından dolayı büyük ölçüde başarısız olmuştur. Irak’ın siyasallaşan güvenlik güçleri ülkede işgal sonrası dönemde kronik bir probleme dönüşen 
terörizmle mücadelede muvaffak olamamış, ABD sonrası güç boşluğunu dolduramamıştır. Maliki iktidarının özellikle ikinci döneminde (2010-2014) 
giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasi aktörleri sindirmeye yönelik attığı adımlar ise Irak’taki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, işgalin ardından bu ülkeye yerleşen el-Kaide bağlantılı radikal unsurların tekrar zemin kazanma.sına yol açmıştır. 

Suriye’de Esed rejiminin göstericilere ateş açmasıyla başlayan çatışmalar kısa süre içinde rejimle muhalefetarasında iç savaşa dönüşmüş, 2011’den bugüne 
tarafların birbirine karşı kesin bir netice alamadığı krizde çözüm sağlanamamıştır. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler, krizin ilk iki yılında Beşşar Esed’in iktidardan ayrılması gerektiğini beyan etmiş, muhalefeti Suriye’nin meşru temsilcisi olarak kabul etmiş, ancak Özgür Suriye Ordusu’na gerekli desteği vermemiş ve 2013’ten itibaren tutum değiştirmeye başlamıştır. Esed iktidarına bağlı kuvvetler tarafından Ağustos 2013’te Doğu Guta’da sivillere karşı kimyasal silah kullanıldığı tespit edilmişse de, aynı yıl içinde iç savaş.taki dengeler ironik biçimde rejim lehine değişmiştir. Baas rejimi Rusya ve Çin’in diplomatik desteği ve ABD’nin tutum değişikliği sayesinde kimyasal gazların imhası dışında bir yaptırıma maruz kalmamış, aksine 2. Cenevre 
Konferansı’yla birlikte yeniden muhatap olarak kabul edilmiştir. 

Esed rejiminin dolaylı desteğiyle el-Nusra Cephesi ve IŞİD gibi krize sonradan müdahil edilmiştir. 

Türkiye, takip ettiği dış politika dolayısıyla Irak ve Suriye’deki krizlerle başlayan süreçte Orta Doğu’daki kazanımlarını yitirmeye başlamış, Ankara’nın bölgedeki manevra alanının daraldığı gözlenmiştir. Ankara’nın Irak’la etkileşimi Kürt yönetimiyle sınırlı hale gelmiş, Türkmenler büyük ölçüde ihmal edilmiş, Suriye krizinde Türkiye Esed rejiminin devrilmesi doğrultusundaki ortaya çıkan radikal unsurlarla mücadeleyi öncelik olarak belirlemiştir. Suriye krizinde Batılı müttefikleri tarafından yalnız bırakılan Türkiye sığınmacılar meselesi ve IŞİD tehdidiyle karşı karşıya kalırken, İran bölgesel güç olarak öne çıkmış, Irak-Suriye-Lübnan hattında etkili bir aktör haline gelmiştir. 

Türkiye’nin bu dönemde PKK/KCK1 terörünü sona erdirmek gayesiyle baş.lattığı çözüm süreci ise beklendiği gibi örgütün silah bırakmasını sağlayacak 
gelişmelere değil, gerek yurtiçinde gerekse Suriye’nin kuzeyinde PYD2 adı altında güçlenmesine yol açmıştır. 

Orta Doğu’daki mevcut gelişmelerde Irak ve Suriye’de çöken devlet yapıları, Arap ayaklanmalarının devam eden etkileri, başta ABD, Rusya, İngiltere 
olmak üzere büyük güçlerin menfaat çatışmaları ve el-Kaide bağlantılı terör örgütlerinin faaliyetlerinin belirleyici olduğu aşikârdır. Bu konular çerçevesinde
bölgedeki çatışma ve istikrarsızlığa müessir faktörler doğrultusunda yapılabilecek münferit analizler ayrı çalışmalar şeklinde hazırlanabilecek genişliktedir.
Bu rapor, bu konuların ayrıntılarına girmeksizin Irak ve Suriye’deki gelişmelere ilişkin genel bir durum tespiti yapmak ve bu gelişmelerin Türkiye’ye
muhtemel etkilerini değerlendirmekle sınırlı bir çerçeve sunmaktadır

1.ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER 

1.1. Güvenlik Sisteminde Kurumsallaşma Problemi Irak’ta işgalin ardından Geçici Koalisyon Yönetimi orduyu, kolluk kuvvetlerini ve istihbarat teşkilatlarını 
lağvetmiş, “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurları rütbe ayrımı gözetmeksizin tasfiye etmiştir. Irak güvenlik 
güçlerinin gerekli tedbirler alınmadan ve ayırım gözetmeksizin dağıtılması ülkede telafisi zor bir güç boşluğu doğurmuş; direniş amacıyla silahlanan milisler, 
İran ve Suudi Arabistan ekseninde hareket eden unsurlar ve el-Kaide’yle irtibatlı gruplar ortaya çıkmıştır. 2003’ten itibaren Irak’ta işgale karşı Sünni ve Şii 
direniş grupları teşkilatlanmış, Sünni direnişçiler 1920 Devrimi Tugayları, Irak İslam Ordusu ve Mücahitler Ordusu Ünvanlarıyla silahlı birlikler teşkil ederken, 
Arap milliyetçisi Mukteda el-Sadr liderliğindeki Şii direnişçiler Mehdi Ordusu’nu kurmuş, işgal kuvvetlerine ve Irak güvenlik güçlerine karşı savaşmıştır. 

İşgalle birlikte İran Devrim Muhafızları’nın sınır ötesi operasyonlarından sorumlu Kudüs Gücü’nün Irak’taki faaliyetlerinde belirgin bir artış gözlenmiş, 
Tahran’ın desteğiyle 2003’te Irak Hizbullahı (Muhtar Ordusu) kurulmuştur. Bedir Tugayları mensubu Vasık el-Battat liderliğinde kurulan Irak Hizbullahı, 
İran’ın Velayet-i Fakih inancını benimsemiş ve Ali Hamaney’e bağlı olduğunu beyan etmiştir.3

İşgal aynı zamanda Saddam döneminden beri ülkenin belirli bölgelerinde bulunan çeşitli silahlı örgütlerin varlığını sürdürebileceği bir ortam sağlamıştır. 
İşgal döneminde İranlı muhalif grup Halkın Mücahitleri Örgütü Bağdat ve Diyale’de faaliyet göstermeye devam etmiştir. PKK bu dönemde Kandil 
bölgesindeki varlığını güçlendirmiş, Irak’taki uzantısı PÇDK4 ülkedeki seçimlere katılmaya başlamış, 2003’te Suriye’deki uzantısı PYD’yi, 2004’te 
İran’daki uzantısı PJAK’ı5 teşkil etmiş ve Türkiye’ye karşı terör eylemlerine tekrar başlamıştır. Türkiye’nin 2007’ye kadar Irak’taki sınır ötesi harekât 
imkânı kısıtlanırken, terör örgütü bu dönemde KCK sistemiyle devletleşmeye tevessül edebilecek kadar müsait bir ortam elde etmiştir. 
İşgal döneminde ayrıca bölgedeki el-Kaide’yle irtibatlı gruplar Irak’taki faaliyetlerini artırmış ve yeni gruplar İran üzerinden Irak’a girmiştir. 
İran-Irak sınırında 2001’den beri varlık gösteren Ensar el-İslam 2003’ten itibaren Ensar el-Sünne adı altında ABD kuvvetlerine, Şii din adamlarına ve 
Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne (KYB) bağlı Peşmerge güçlerine karşı saldırılar gerçekleştirmeye başlamıştır.6 

Ebu Musab el-Zerkavi liderliğindeki “Tevhid ve Cihad” adlı örgüt ise Irak’ta işgalin ardından faaliyet göstermeye başlamış, 2004’te el-Kaide’ye bağlılığını 
beyan etmiş ve Anbar-Ninova-Selahaddin bölgesindeki Sünni direnişçilere dâhil olmaya çalışmıştır.

< Şii ve Kürt unsurlar ağırlıklı olacak şekilde tasarlanan Irak güvenlik güçleri büyük ölçüde Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. >

İşgalin ardından ABD liderliğindeki koalisyon güçleri ilk etapta, Irak Savunma Bakanlığı’na bağlı olacak yeni orduyu, akabinde de İçişleri Bakanlığı’na 
bağlı hareket edecek polis teşkilatını ihdas etmiş, Peşmerge kuvvetlerinin ise merkezi idareden bağımsız bir silahlı kuvvet olarak kalmaya devam etmesini 
sağlamıştır. Ancak konuşlandırılan koalisyon güçlerinin yetersizliği, 2003-2009 döneminde güvenlik güçlerinin kuruluş aşamasında oluşu ve farklı 
bölgelerde bağımsız hareket eden silahlı unsurların varlığından dolayı ülkedeki güvenlik zafiyeti giderilememiş, silahlı çatışmalar ve bombalı saldırılar 
Irak’ta gündelik hayatın parçası haline gelmiştir. Irak’ta yeni ordunun ve polis teşkilatının tesisinde Şii Araplara ve Kürtlere tanınan ayrıcalıklar, güvenlik 
güçlerinin işlevselliğinin ve kapsayıcı niteliğinin oldukça sınırlı kalmasına, Sünni Arapların ve Türkmenlerin dışarıda bırakılmasına yol açmıştır. Kuruluş 
aşamasında güvenlik güçlerine katılım daha çok istihdam kaygısıyla gerçekleşmiş, orduda subaylar siyasi partilerin desteğiyle yükselme imkânı elde etmiş, rütbeler gerekli eğitim ve tecrübe edinilmeden dağıtılmıştır. 

Şii ve Kürt unsurlar ağırlıklı olacak şekilde tasarlanan Irak güvenlik güçleri büyük ölçüde Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
Saddam rejimini devirmek hedefiyle 1982’de Tahran’ın desteğiyle Irak Yüksek İslam Konseyi’nin silahlı kanadı olarak kurulan Bedir Tugayları’nın 
büyük kısmı, 2003’te Irak ordusuna ve kolluk kuvvetlerine dâhil edilmiştir. Bedir Tugayları, silahlı unsurlarının büyük çoğunluğu güvenlik güçlerine katıldıktan 
sonra Hadi el-Amiri liderliğinde Irak Yüksek İslam Konseyi’nden ayrılarak Bedir Örgütü unvanını almış ve varlığını siyasi parti olarak sürdürmeye başlamıştır. 

Peşmerge kuvvetlerinden ise yaklaşık 10.000 asker Irak ordusuna katılmış, Genelkurmay Başkanlığına da Peşmerge komutanlarından General Babekir Zebari getirilmiştir.7 Kürt yönetimi ayrıca anayasal bir dayanak olmamasına rağmen Irak ordusunun Erbil-Süleymaniye-Dohuk bölgesinde varlık göstermesini engellemiş, Peşmerge birliklerinin kuzey Irak’ta fiilen yegâne güvenlik gücü olmasını sağlamıştır.

Geçici Koalisyon Yönetimi’nin Şii Araplar ve Kürtlerin menfaatlerine öncelik tanıyan yaklaşımı Irak güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol 
açmış, birkaç istisna dışında bağımsız milislerin silah bırakması sağlanamamıştır. Sünni Arapların dışlandığı bu parçalı yapı, Irak’ın milli güvenliğini 
sağlamaya çalışan kurumlar yerine etnik ve mezhepsel kaygılar temelinde faaliyet gösteren birimler doğurmuştur. Şii unsurların ağırlıklı olduğu ordu 
Sünni Arapların çoğunluğu oluşturduğu bölgelerdeki iç çatışmalara belirli dönemlerde kayıtsız kalmış, Şii askerler bu çatışmalara müdahil olmaktan 
kaçınmıştır. Parçalı güvenlik yapısı ayrıca ordu ve polis teşkilatı içinde İran çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler 
ortaya çıkarmıştır. Saddam döneminde karargâhı İran’da bulunan ve bu ülkede askeri eğitimalan Bedir Tugayları mensupları Irak güvenlik güçlerine dâhil 
edilmesine rağmen Tahran’ın güdümünde faaliyet göstermeye devam etmiş, Kuzey Irak’la Bağdat arasındaki ihtilaflı bölgeler söz konusu olduğunda ise 
Irak ordusu içindeki Kürt askerlerin Peşmerge’ye olan bağlılığı öne çıkmıştır.8 

Irak’ta devam eden çatışma ortamında Şii siyasi partilerin güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması el-Kaide bağlantılı radikal 
grupların taraftar toplamasına hizmet etmiş, bu grupların Şii din adamlarına ve kutsal mekânlarına düzenlediği saldırılar da 2006-2007 döneminde 
mezhep eksenli bir iç savaşa yol açmıştır. Amerikan kuvvetleri, bu dönemde Irak el-Kaidesi ile mücadele etmek için Sünni aşiretlerin kurduğu Sahva Gücü’nü 
desteklemiş, Sahva Gücü el-Kaide’nin büyük ölçüde etkisiz hale getirilmesini sağlamıştır. Bu dönemde Amerikan kuvvetleri ayrıca ABD karşıtı Şii direnişçi Mehdi Ordusu’nu silah bırakmaya zorlamış, Mukteda el-Sadr liderliğindeki Mehdi Ordusu 2008’de silah bırakma kararı almıştır. 2006-2007 yıllarındaki iç savaşın ardından İran’ın Irak’taki hareket serbestîsi artmış, Tahran gerek güvenlik güçleri içindeki Şii unsurları gerekse bağımsız Şii milisleri daha rahat 
yönlendirme imkânı elde etmiş, Arap milliyetçiliği çizgisinde bağımsız hareket eden Mehdi Ordusu’na hâkim olmaya çalışmıştır.9 

İran, Mehdi Ordusu içinde Mukteda el-Sadr’ın rakibi niteliğindeki Kays elHazali’yi desteklemiş, 2007’de el-Hazali liderliğinde Asaib Ehl-i Hak örgütünü 
kurdurmuştur. İran Devrim Muhafızları bünyesindeki Kudüs Gücü’nün desteğiyle öne çıkarılan Kays el-Hazali, el-Sadr’a bağlı Şii milislerin bir bölümünün Asaib Ehl-i Hak’a katılmasını sağlamış10 ve Mehdi Ordusu’nu zayıflatmıştır. Aynı yıl içinde İran, daha eğitimli Şii militanların yer alacağı ve doğrudan Kudüs Gücü’nün talimatıyla hareket edecek Hizbullah Tugayları (Kataib Hizbullah) adlı örgütü kurmuştur. Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin danışmanlarından Ebu Mehdi el-Mühendis liderliğinde teşkil edilen Hizbullah Tugayları’nın yaklaşık 400 militandan oluştuğu bilinmektedir.11 
Böylece İran, Muhtar Ordusu adlı Şii milis gücü ve güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları’nın yanı sıra 2007’de kurdurduğu Asaib Ehl-i Hak ve Hizbullah Tugayları vasıtasıyla da Irak’taki etkinliğini artırmış, bu ülkede kendi güdümünde faaliyet gösterecek silahlı gruplara sahip olmuştur.12 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***