BEŞAR ESAD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BEŞAR ESAD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2017 Salı

ŞAM DEKLARASYONU,



ŞAM DEKLARASYONU,


Şam Deklarasyonu Genel Sekreteri ve Suriye Adalet ve Kalkınma Hareketi Genel Başkanı Anas Abdullah ile Söyleşi 




15 Haziran 2011 
2011 SURİYE SÖYLEŞİLERİ 
0RTADOGU  ANALİZİ,
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 


2005 yılında imzalanan Şam Deklarasyonu, dağınık haldeki Suriye muhalefetini bir araya getirmek için hayata geçirilmişti. Deklarasyona; liberaller, Arap aşiretleri, işadamları, Kürtler ve sivil toplum kuruluşlarından oluşan farklı muhalif gruplar imza atmıştı. Suriye rejimi deklarasyonun yayınlanmasından sonra birçok kişiyi tutuklamış ve neticesinde imzacılar Suriye dışında faaliyet göstermek zorunda kalmıştı. Antalya’daki Suriyeli muhalifler toplantısına katılanlardan biri de Şam Deklarasyonu grubu olmuş, oluşturulan Komite’de gruba dört sandalye ayrılmıştır. Grubun Genel Sekreterliği’ni yürüten, Antalya toplantısının organizasyonunda rol alan ve aynı zamanda Türkiye’de AK Parti’den esinlenerek kurduğu Suriye Adalet ve Kalkınma Hareketi’nin Genel Başkanlığı’nı yürüten Anas Abdullah ile Suriye’deki muhalif halk hareketlerinin geleceğini, Antalya toplantısının sonuçlarını ve Türkiye’den beklentilerini konuştuk. 

ORSAM: Suriye’de Değişim Konferansı’nındüzenlenmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? 



Anas Abdullah: Her şeyden önce Türk halkına ve devletine minnettar olduğumuzu söylemek isteriz. Bu da Türkiye’de şu anda yaşamakta olduğumuz özgürlük ve demokrasi deneyiminden kaynaklanmaktadır. Bu konferansı Türkiye’de yapabilme imkanına kavuştuk. 
Bu konferansı düzenlemek için izin almamıza gerek kalmadı. Konferansı herhangi bir Avrupa ülkesinde de yapabilirdik. Ancak burada da aynı standartlara sahibiz ve burada düzenlenen bir konferans bizler için çok daha büyük anlam ifade etmektedir. Bizlerin tarihe dayalı ilişkileri bulunmaktadır. 

ORSAM: Konferansın burada düzenlenmesi sizin seçiminiz miydi yoksa Türkiye mi sizi teşvik etti? 

Anas Abdullah: Bizim seçimimizdi. Bunun ilk nedeni Türkiye’nin komşumuz olmasıdır. İkinci olarak Türkiye’ye karşı duygusal yakınlığımız bulunmaktadır. Türkiye bizim için olumlu şeyler ifade etmektedir. Özellikle son on yılda AK Parti’nin sağladığı başarı bize ilham kaynağı oldu. Hatta ben de arkadaşlarımla beraber Adalet ve Kalkınma Hareketi adıyla Türkiye’yi model alarak örgütlenmeye gittim. Suriye’de neredeyse herkes Türkiye’ye olumlu bakmaktadır, Türkiye’yi takip etmektedir. Bu bize çok fazla yardımcı oldu. Bu nedenle konferansı Türkiye’de yapmaya karar verdiğimizde bunu herkes olumlu karşıladı. Suriye ile problemli olan başka bir ülkeye gitmek istemedik. Komşu bir ülkeye geldik. Antalya Türkiye’nin güneyinde yer alıyor. Bizim anavatanımıza da çok yakın. Bu da konferansı daha anlamlı kılmaktadır. 

ORSAM: Müslüman Kardeşler ile diğer gruplar arasındaki problemin temeli, aradaki görüş farklılığının özü nedir? 

Anas Abdullah: Ciddi bir görüş ayrılığı olduğunu söylemek doğru olmaz. Fikir alışverişi demek daha doğrudur. Sonuç bildirgesi üzerinde pazarlıklar, görüşmeler yapılmaktadır. Herkes kendine göre sonuç bildirgesi için önerilerini vermektedir. Bu önerilerden biri de kurulacak yeni Suriye’nin laik bir devlet yapısına sahip olmasıdır. Bazı gruplar bu durumun zaten sonuç bildirgesinde yer aldığını ifade etti. Buna laiklik denmemesini, İslam’ın önemli bir rol oynamasını savundular. Bunlar sadece önerilerdir. Sonuç bildirgesini hazırlayacak olan bir komitemiz çalışmaktadır. 

Büyük ihtimalle bu hassas konu komitede ele alınmayacaktır. Bizim isteğimiz demokratik ve halka dayalı (sivil) bir devlet yapısıdır. Halk tarafından yönetilen ve denetlenen bir yapı. Bundan sonrasını Suriye halkının kararına bırakalım görüşü ön plana çıkıyor. Suriye halkı yeni anayasanın doğasını, İslam’ın ve diğer dinlerin rolünü belirlesin görüşü kabul görecek. 
Bazı gruplar bu önerileri sonuç bildirgesinin parçası olarak düşündü ancak bunlar sadece öneri idi. 

ORSAM: Bazıları Komite’nin seçilme şeklini eleştiriyor. Siz Komite’nin seçilmesi gerektiğini ancak diğer bazı gruplar ise her gruba eşit sayıda sandalye verilmesini istiyor. 

Sorun tam olarak nedir? 

Anas Abdullah: 31 kişilik bir Komite seçmek konusunda anlaşıldı. Listelerin yarışması konusunda da anlaştık. Her kim bir liste sunmak istiyorsa 31 kişilik bir liste sunabilir ve buradaki herkes istediği listeye oy verecektir. Böylece mümkün olduğu kadar çok temsilcimiz olacaktır. Eğer liste olmadan doğrudan bir seçime gitseydik ulusal kompozisyonumuzun bir kısmını gözden kaçırmış olacaktık. Bildiğiniz gibi burada çok fazla Hıristiyan, Arap Alevi ve Dürzi bulunmamaktadır. 

Eğer doğrudan seçimlere gitseydik Suriye toplumunun bu önemli unsurlarını gözden kaçırmış olacaktık. Bu nedenle listeler oluşturulması ve listelere oy verilmesi düşüncesi öne çıktı. 

ORSAM: Eğer talepler karşılanmaz ve bazı gruplar konferanstan tatmin olmazsa çekilme olasılığı var mıdır? 

Anas Abdullah: Toplantıdan çekilme söz konusu olmayacaktır. İnsanlar konuşacak ve uzlaşacaktır. 
Bu normal olan yoldur. Şu da unutulmamalıdır ki Suriye halkı ilk kez bir araya gelerek konuşmakta, tartışmaktadır. 

ORSAM: Suriye Müslüman Kardeşler örgütünün İslami Devlet konusuna yaklaşımı nedir acaba? 

Anas Abdullah: Ben Suriye Müslüman Kardeşler örgütünden değilim. Ancak Suriye Müslüman Kardeşler örgütünün bu konuda önemli ilerleme kaydettiğini söyleyebiliriz. Şu anda hiçbir belirli dini grup tarafından kontrol edilmeyen halka ait (sivil) bir devlet çağrısı yapmaktadır. 

ORSAM: Türkiye’nin Suriye muhalefetini desteklemek adında daha fazla ne yapabileceğini düşünüyorsunuz? 

Anas Abdullah: Bence Türk halkı otokratik bir Suriye’den ziyade demokratik bir Suriye’nin çok daha fazla ülkelerinin çıkarına olduğunun farkına varması gerekmektedir. 
Beşar Esad Türkiye için sorun anlamına gelmektedir. 
Türkiye, AK Parti döneminde Beşar Esad ve rejimine siyasi ve ekonomik olarak çok fazla yatırım yaptı. Zaten bu nedenle Başbakan Erdoğan ve çevresi Suriye’den rahatsızdır. 
Çünkü bu kadar yatırım yaptıktan sonra bazı geri dönüşler beklemeniz normaldir. Erdoğan Beşar’ı uyarmak için yapabileceğinin en fazlasını yaptı. Suriye’de devrim başlamadan önce bu uyarılar yapıldı ama Beşar “hayır bizde sorun yok, sorun çıkmaz” dedi. Ancak Erdoğan haklı çıktı, Beşar yanıldı. Erdoğan Suriye halkına destek anlamında çok önemli açıklamalar yaptı. Ancak Türkiye bundan sonra muhalefeti desteklemek konusunda daha fazla adımlar atmalıdır. Çünkü demokratik bir Suriye Türkiye’nin çıkarınadır. Beşar Esad’ın bölgede istikrarsızlık kaynağı olmasından Türkiye’nin memnun olmadığını biliyoruz. Türkiye bölgede istikrarsızlık istememektedir. Bu nedenle biz de mümkün 
olursa barışçıl bir geçiş dönemi arzulamaktayız. Eğer olmazsa eminim ki geçiş döneminde Türkiye’nin yardımına ve desteğine ihtiyacımız olacaktır. Anayasanın oluşturulması, yeni kanunlar, iş kanunları, dernek kanunlarının yapımı süreçlerinde Türkiye’nin vereceği bilgi desteğine ihtiyacımız olacaktır. Umuyorum ki yakın zaman içinde Türkiye deneyimini Suriye’de uygulama imkanına kavuşacağız. Ve yine umuyorum ki Suriye Adalet ve Kalkınma Hareketi bu süreçte başrolü oynayacaktır. 

ORSAM: Sayın Abdullah değerli bilgilerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. 

* Bu Söyleşi 2 Haziran 2011 tarihinde ORSAM Ortadoğu Danışmanı Doç. Dr. Veysel Ayhan ve ORSAM Ortadoğu Uzmanı Oytun Orhan tarafından Antalya’da düzenlenen “Suriye’de Değişim Konferansı” sırasında gerçekleştirilmiştir. 


***

Batı’nın Beşar Esad’a, Beşar’ın Batı’ya Olduğundan Daha Çok İhtiyacı var




 Batı’nın Beşar Esad’a, Beşar’ın Batı’ya Olduğundan Daha Çok İhtiyacı var 



Prof. İbrahim Süleyman
19 Mart 2011 
2011 SURİYE SÖYLEŞİLERİ 
0RTADOGU  ANALİZİ,
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 





Şam Hükümeti’yle sıkı bağları bulunan ve 2004-2006 arası Suriye-İsrail gizli barış görüşmelerinde aracılık yapmış olan Suriyeli-Amerikan işadamı Prof. İbrahim Süleyman; 

İsrail ve Suriye arasındakı barış olasılığı, Amerika’nın Ortadoğu’daki rolü, Ortadoğu siyasetindeki mevcut hareketlilik ve Suriye-Türkiye ilişkileri ile ilgili değerlendirmelerini ORSAM’la paylaştı. 

ORSAM: 2004-2006 yılları arasında İsviçre’de Suriye ve İsrail arasındaki gizli ve resmi olmayan barış müzakerelerinde Suriye tarafını temsilen ara buluculuk rolünde bulundunuz. Şimdi İsrail ve Suriye arasında barış ihtimalini nasıl görüyorsunuz ? İsrail’i barış konusunda samimi buluyor musunuz? 





İbrahim Süleyman: İsrail ve Suriye arasındaki barış ihtimali için öncelikle sorulması gereken soru İsrail gerçekten barış istiyor mu ve barışa hazır mı olmalıdır. 
Aynı zamanda Suriye gerçekten barış istiyor mu ve barışa hazır mı? Bundan emin değilim. 

İsviçre’deki müzakereler boyunca Suriye son derece uluslararası baskı ve izolasyon altındaydı. Suriye bu izolasyondan kurtulmak istedi ve İsrail ile barış için uzlaşmaya hazırdı. İsrail için de aynı şey geçerliydi. Başbakan Olmert hakkındaki suç duyurusu ve soruşturma sürecinden geçiyordu, kendi sorunla-rına odaklanan dikkatleri dağıtmak istiyordu ve Suriye ile uzlaşmaya hazırdı. Başbakan Olmert artık iktidarda değil, Başbakan Netanyahu iktidarda. Şimdi Suriye de uluslararası izolasyondan kurtulmuş durumda. Suriye artık izole olmadığını ve çok güçlü olduğunu hissediyor. Suriye’nin Türkiye, Hizbullah, Filistin Yönetimi ve Hamas’la olan ittifakı, ona özgüven hissi ve bölgede üstünlük veriyor. Suriye Batı’nın kendisine, kendisinin Batı’dan daha çok ihtiyacı olduğunu hissediyor. 

Bu soruların cevapları problemin merkezinde yer alıyor. Eğer Suriye ve İsrail gerçekten barış istiyorlarsa, o zaman barış mümkündür ve ellerinin altındadır. İsrail ve Suriye’nin barış için tüm gereksinimleri üzerinde İsviçre’nin Bern kentinde İsviçre Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin iyi niyet diplomasisi ve yardımlarıyla sürdürülen ve iki sene boyunca (2004-2006) süren gizli görüşmelerde anlaşmaya varıldı. 

Suriye ve İsrail şimdi barış istediklerini söylüyorlar. Cumhurbaşkanı Beşar Şam’ı ziyaret eden her uluslararası lidere barış istediğini ve barışa hazır olduğunu söylüyor. Başbakan Netanyahu da dünyaya Suriye ile barışa hazır olduğunu söylüyor. Bence ikisi de barış sürecini istiyor, barışı değil. 

Gerçekten barış isteseler, İsviçre’de üzerinde anlaşılana göre barış yapabilirler. Daha fazla sürece gerek yok. İsviçre’deki gizli görüşmeler sırasında yapbozun tüm parçaları yerine konmuş ve taraflarca kabul edilmişti. Hep beraber Suriye ve İsrail’i test edelim ve kim gerçekten barış istiyor, kim hazır ya da değil, görelim. 

Suriye ve İsrail liderleri Ortadoğu’daki sahip olmak istedikleri her şeye ve fazlasına sahipler. Amerika, Avrupa, Türkiye ve diğerleri onlara barış yapmazlarsa ne kadar kaybedeceklerini göstermeli, barış yaparlarsa ne kadar kazanacaklarını değil. 

ORSAM: 50 senedir Washington DC, Amerika’da yaşıyorsunuz. Amerika’nın Ortadoğu’da ilişkin son durumunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bölge’de Amerikan gücünün azaldığına dair geniş bir kanı oluşmuş gibi görünüyor. 

İbrahim Süleyman: Üzücü ama gerçek, bu günlerde Amerika Birleşik Devletleri konuştuğunda kimse dinlemiyor ya da önemsemiyor. 
Başkan Obama’nın ve yönetiminin dünyanın genelinde ve özellikle Ortadoğu’da Amerika’nın etkisini baltalamış olması çok talihsiz bir durum. Başkan Obama’nın yatıştırma politikaları işlemiyor ve özellikle Arap dünyasında asla işlemeyecek. Amerika hem dost hem de düşmanlarının güvenini ve inandırıcılığını kaybetti. 

ORSAM: Ortadoğu’da olanları nasıl görüyorsunuz? Bazıları buna bölge için “yeni dönem” adını veriyor. Size göre bu yeni dönemin özellikleri neler olacak? Örneğin Amerika’nın gücünde daha fazla düşüş bekliyor musunuz? 


İbrahim Süleyman: Geçtiğimiz 60 yıl boyunca Amerika Ortadoğu halkının iradesini unutarak bölgedeki diktatörleri destekliyor ve rüşvet veriyordu. Şimdi bölge halkı yüksek ve etkin bir sesle konuşuyor. Değişim istiyorlar. Arap devletlerindeki isyanların sadece Amerika’nın dostu olan devletlerde çıktığına dikkat edin. Suriye, Lübnan, Batı Şeria, Gazze, İran ve Türkiye gibi Amerika ile iyi ilişkilerde olmayan bölge ülkelerinde istikrar ve güvenlik var. 

İsyan eden ülkelerin yeni hükümetleri Amerika ile iyi ilişkiler içine girmeyecek. Yeni hükümetler belki Amerika’nın maddi yardımını almaya devam edip, kendilerini asla açıkça Amerika’nın müttefiki olmayacaklar. İsrail tüm yeni rejimlerin ebedi düşmanı olmaya devam edecek. Bu bağlamda, bölgede Batı için yeni bir dönem olacak. Batı, özellikle Amerika, bölgedeki yeni kurulan rejimler ve halklarıyla anlaşmak için onlar hakkındaki kitaplarını yeniden yazmak zorunda. 

ORSAM: Mısır’dan sonra Suriye’nin sıradaki domino olması beklenirken, neden ve nasıl Suriye şimdiye kadar sakinliğini korudu? 

Beşar Esad’ın dediği gibi Suriye’nin bu tür toplu protestolara karşı bağışıklığı olduğuna inanıyor musunuz? 

İbrahim Süleyman: Suriye halkı ülkelerinin Suriyelilerin Suriyelileri öldürdüğü bir savaş alanına dönmesini istemiyor. Cumhurbaşkanı Beşar Esad diğer Arap liderleri gibi nefret edilen bir lider değil. Suriye’nin korkacak hiçbir şeyi yok. Cumhurbaşkanı Beşar is güvende ve ülkesinde tam kontrole sahip. Suriye halkı her şeyden çok istikrar ve güvenlik istiyor. Beşar Esad da halkına her şeyden çok istedikleri güvenlik ve istikrarı sağlıyor. 

ORSAM: Sizce Suriye’nin halk ayaklanmalarından etkilenmemesinin Suriye dış politikası yani Amerika ve İsrail karşıtı duruşu ile ilgisi var mı? 

İbrahim Süleyman: Suriye halkı Amerika’ya güvenmiyor ve kesinlikle İsrail’i sevmiyor. İsrail Golan Tepeleri’ni Haziran 1967’den beri işgal altında tutuyor. Suriye Amerika ile iyi ilişkiler içinde olmak istiyor, fakat bunun için ne gerekirse yapacak değil. Amerika Suriye’ye kendi iç ve dış politikalarını dikte etmek istiyor; Suriye bu tür şartları asla kabul etmeyecek. 


ORSAM: İktidardaki son 10 yılının ardından Beşar Esad’ın dış politikası hakkındaki görüşlerinizi paylaşabilir misiniz? Hafız Esad dönemi ile fark ya da benzerlikleri nelerdir? 

İbrahim Süleyman: İktidardaki 10 yılı geride kalırken, Beşar Esad iyi bir liderlik gösterdi ve bölgesel ve dış politikayı da olması gerektiği gibi yönetti. Uluslararası izolasyondan her zamankinden daha güçlü çıktı. Politikalarını değiştirmeden uluslararası camianın saygısını kazandı. Cumhurbaşkanı Beşar’ın etrafında iyi danışmanları var. Halkının güven ve desteğine sahip. Tüm Ortadoğu ateşe de düşse, Suriye etkilenmeyecektir. 

Beşar’ın Türkiye, İran, Lübnan ve Filistinlilerle dostluğu ve iyi ilişkileri uluslararası camia ile ilişkilerinde kendisine büyük bir artı sağlıyor. 

Suriye Beşar’ın liderliğinde doğru yolda ve yönde ilerliyor. Batı’nın Cumhurbaşkanı Beşar Esad’a, Beşar’ın Batı’ya olduğundan daha çok ihtiyacı var. Suriyesiz bir barış mümkün değildir. 

ORSAM: Son olarak Türkiye ile ilgili olarak; Suriye açısından Türkiye, Suriye için neden önemli sizce? 

İbrahim Süleyman: Türkiye, Suriye için son derece önemli. Türkiye bölgede barışın sağlanmasında çok büyük bir rol oynayabilir. Etkili olmak içinse, Türkiye İsrail de dahil olmak üzere, tüm bölge ülkeleri ile, iyi ilişkiler içinde olmalı. 

*Bu Söyleşi 18 Mart 2011 tarihinde ORSAM Ortadoğu Uzman Yardımcısı Selen Tonkuş Kareem tarafından gerçekleştirilmiştir. 




***

30 Aralık 2016 Cuma

İsrail’in Eski ABD Büyükelçisi Rabinovic: “ Beşar Esad Tehlikeyi Ancak Şimdilik Bertaraf Edebilir ”




İsrail’in Eski ABD Büyükelçisi Rabinovic:  “ Beşar Esad Tehlikeyi Ancak Şimdilik Bertaraf Edebilir ”


İsrail’in Eski ABD Büyükelçisi Rabinovic: “ Beşar Esad Tehlikeyi Ancak Şimdilik Bertaraf Edebilir ” 

22 Nisan 2011 




İsrail’in eski Amerika Büyükelçisi, Suriye ile Başmüzakerecisi ve şu anda Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu Tarihi Bölümü’nde Onursal Profesör, New York Üniversitesi’nde Seçkin Global Profesör ve Brookings Enstitüsü’nde Seçkin Akademi Üyesi olan Itamar Rabinovich, Suriye dış politikası ve Suriye-İsrail ilişkileri konularında ORSAM’ın sorularını cevapladı. 



ORSAM: Suriye dış politikası ile başlamak gerekirse, sizce Suriye’nin tarihi ve devlet oluşumu süreci bugünkü dış politikasını ne derece etkiliyor? 

Itamar Rabinovich: Ortadoğu’nun bu kısmındaki birçok devlet yapaydır. Irak ve Suriye gibi devletlerin sadece isimleri antik fakat sınırları değil. Şu anki sınırları içinde uzun bir tarih ve devlet geleneği olan tek devlet Mısır, göreceli olarak yeni bir devlet olduğu için, Türkiye bile değil. 100 yıl önce Suriye dendiğinde Büyük Suriye akla gelirdi, bugünün Suriye’si değil. Bazı kazalar ya da İngilizce 
ve Fransız politikaları sonucunda şu anda bu sınırlarla karşı karşıyayız ve mevcut sınırları içindeki bir Suriye devleti kimliği oluşturmak, Suriyeli liderlerin oldukça fazla zamanını aldı. Güçlü bir Suriye devleti oluşturmayı başaran tek lider ise Hafız Esad oldu, bu onun büyük katkısıdır. Kendisi bile Büyük Suriye fikrini zikrettiğinde, bazen Lübnan, Filistin, Ürdün hakkında konuştu ve bazı belli başlı iddialarda bulundu, ama sonuç olarak güçlü, bütüncül bir Suriye devleti inşa eden ilk kişiydi. 

Oğlu da kendi izinden gidiyor. Suriye’nin tarihi üzerindeki ilgisi bunun bir kanıtıdır. Beşar Esad arkeoloji, tarih ve Elba, Emar, Ugarit gibi Suriye’nin binlerce yıllık geleneğini taşıyan antik yerlerin kazılmasına çok ilgi duyuyor. Ama bu da Hafız Esad’ın eseridir. 

Birçok Müslüman ülkede Paganizm denen İslam öncesi tarih ihmal edilir. Mısır örneğin. Firavun dönemine sadece 1930 ve 1940’larda ilgi duyuluyordu. O zamanlar Mısır Batı’ya bakan bir Akdeniz ülkesiydi, Doğu’ya bakan bir Müslüman ülke değil. Daha sonra İslam ve Arapçılık önem kazanınca Firavun dönemine yönelik olumsuz bir tavır oluşturuldu. Sedat iktidar olduğunda Mısırlılığı yeniden inşa etti. Tabiki bugün Müslüman Kardeşler’e göre Paganizm hüküm sürüyor. 
Aynısı Türkiye için de geçerli. Bernard Lewis’in “ History-Remembered, Recovered, Invented” isimli bir kitabı var, Atatürk’ün Sizin Orta Asya değil, 
Hitit kökenli olduğunuza dair tarih mitini nasıl yarattığını anlatıyor. Bu tarihin, Osmanlılık ya da Turancılık ya da Müslümanlık yerine, bir Türk Millet-Devleti 
yaratmak üzere pozitif yönde manipüle edilmesidir. Dolayısıyla tarihe olan bakış açısı her zaman devlet başkanlarının görüşlerinin yansıtıcısıdır. 
Saddam Hüseyin gibi, aniden Babil’i keşfetmişti çünkü kendisine sadık bir Irak kimliği yaratmak istiyordu. 

ORSAM: The View from Damascus: State, Political Community and Foreign Relations in the Twentieth-Century (Şam’dan Görünüm: 20. Yüzyılda Devlet, Siyasi Topluluk ve Dış İlişkiler) isimli son kitabınızda “çatlak Suriye devletinin temelinde, zayıf doğdu ve zulüme maruz kaldığı hissine sahip oldu” diyorsunuz. Bu ezilmişlik hissi hala var mı ve dış politikayı etkiliyor mu? 

Itamar Rabinovich: Sanırım bu Suriye için karakteristik bir özellik, Beşar Esad için de öyle. Suriye’de mod ezilmişlikten kibirliliğe oldukça vahşi bir şekilde gidip geliyor. 2005’te Beşar’a bakıldığında, Hariri suikastı, Bush yönetimi ile birlikte, korkunç durumdaydı. İki sene sonra bu durumdan sıyrıldı, Türkiye ile ilişkilerini düzeltti, Lübnan’ı geri alıyor, iyi hissediyor ve elinde birçok dış politika kartı 
bulunduruyor. Yani bu geniş ölçekli hislere sahipler. 

ORSAM: Göreceli olarak küçüklüğü, sınırlı materyal gücü ve saldırıya açık jeopolitik konumu bir tarafta ve hırsları bir tarafta düşünüldüğünde, bu ikisi arasında bir denge kurmak ve dış politika kartlarına sahip olmak zor olsa gerek. 

Itamar Rabinovich: Kesinlikle. Suriye bağımsızlığına kavuşur kavuşmaz, diğer bölge devletleri üzerinde hak iddia ettiler. Daha fazla dayanamadı ve 1958’de Mısır ile birleşti. 1961’de Suriye Mısır’dan ayrıldı, fakat Mısır onu tanımadı. Mısır’ın baskısı karşısında bağımsızlığını yeniden kurması on yıllar aldı. Esad güçlü devletini inşa ettiğinde, Lübnan ve Filistinliler üzerinde hakimiyet kurarak pazarlık kozları ve kartları yaratabileceğini fark etti. Zaten Suriye tüm bu alan üzerinde, yani Levant ya da Verimli Hilal dediğimiz alan üzerinde her zaman kendisinin meşru etki alanı olduğu hissine sahip. Her ülke elinde dış politika kartları olmasını ister. Eğer masaya küçük bir devlet olarak oturursa Suriye’nin kartları ne olur? Ama Lübnan’ı kontrol ederse, Filistinliler üzerinde etki sağlarsa, Amerika Suriye ile konuşmak zorunda çünkü Suriye Irak konusunda anahtar ve İran konusunda da köprü devlet konumunda. Bunlar Suriye’nin kartları ve varlıkları. Eğer bugün Türkiye dış politikasın bakarsak, durum aynı. Türkiye harika bir jeostratejik konuma sahip ve şimdi diyor ki; eğer biz yakın çevremizde, Orta Asya’da, Orta Doğu’da etkili olursak, Irak’la sınırımız var, İran’la sınırımız var, o halde Avrupa bizimle konuşmakta istekli olacaktır. Suriye bu varlıklara sahip değil ve varlıklarını Filistinliler ve Lübnan üzerinden maksime etmeye çalışıyor. 

Tabiki bu zor bir iş, toprağını işgal eden İsrail var, ilişkilerinin gergin olduğu ama aynı zamanda da ihtiyaç duyduğu Amerika var. 
Dolayısıyla Suriye dış politikasında birçok öğe var ve tutarlı bir politika da yok. 

ORSAM: Kitapta Hafız Esad’ın 8 Mart 1974’te devrim kutlamasında sarf ettiği “Filistin, esasında Güney Suriye’nin temel parçasıdır” sözüne yer vermişsiniz. 

Itamar Rabinovich: Evet, bu aslında Golda Meir’in bir sözüne karşılıktı. Hala tüm bu bölgenin Büyük Suriye’nin parçası olduğuna ilişkin düşünce var. Ama aniden Tiberya Gölü ya da Celile Denizi üzerinde de iddiada bulunuyorlar. 1949’da Hüsnü Zaim olayında bile, Zaim 1949’da barış yapmak istediğinde, Tiberya Gölü’nde hak iddia etmişti. Bu bir öğe. Bir devlet asla tüm dış politikasındaki tüm öğeleri aynı anda kullanmaz. Eğer Suriye ve İsrail barış yaparsa, Suriye bunları kullanmayacaktır, ama aralarında çatışma olduğu sürece iddialarını en yüksek seviyede tutmak istiyorlar. 

ORSAM: Zaim olayından bahsetmişken, The Road Not Taken: Early Arab-Israeli Negotiations (Seçilmeyen Yol: İlk Arapİsrail Müzakereleri) isimli başka bir kita-bınız daha var, kitapta olayı detaylı anla-tıyorsunuz. Özetle nedir bu olay? Eğer seçilmeyen yol seçilseydi, yani Ben Gurion, Hüsnü Zaim’in barış teklifini kabul etseydi, ne fark olurdu? 

Itamar Rabinovich: Ben Gurion neden Zaim’in teklifini kabul etmedi ? Zaim 1948’de CIA ajanıydı ve ülkesini bir milyon Dolar’a satmaya hazırdı, o halde Ben Gurion bir sene sonra ona nasıl güvenebilir? Bilemeyiz, belki eğer teklif kabul edilseydi, tarihin akışında bir farklılık olabilirdi ama aslında Hüsnü Zaim bir şakaydı ve onunla yapılan barış Suriye-İsrail ilişkilerinde bir fark yaratmazdı. 

ORSAM: Son kitabınıza geri dönersek, coğrafik bir terimden devlete olan dönüşüm bitmeyen bir hikayedir diyorsunuz. Bu hikaye Suriye için hala bitmedi mi? 

Itamar Rabinovich: Bitmedi çünkü hala Lübnan üzerinde iddiası var, daha az ama var. 

Dahası, Suriye bri aile şirketi. Sivil toplumu olan ve toplumun hükümeti yansıttığı normal bir siyasi düzeni olan bir devlet değil. Esadlar ve Alevi cemaat 
öncelikle kendilerini korumak zorunda. Kendileri de bunun anormal bir durum olduğunu biliyorlar. Bugün Suriye kimliği 30-40 sene öncesine göre, daha tutarlı 
ama hala gerçekten bitmemiş bir iş. 

ORSAM: Bazı uzmanlar Suriye dış politikasını açıklarken rejimin bekası faktörüne çok fazla vurgu yapıyor. Sizce Suriye dış politikası yapımında rejim bekası endişesi ne ölçüde etkili? 

Itamar Rabinovich: Daha önce de dediğim gibi bu ezilmişlikten hayatta kalmaya ve hayatta kalmadan da kibirliliğe uzanan bir spektrum. Suriye bölgesel hegemon güç olamayacağını biliyor, ama elindekileri Amerika ve Avrupa ile diyalog kurabilmek için ve etkili bir aktör olabilmek için en iyi şekilde kullanmaya çalışıyor. Yani amaç rejim bekasının ötesinde. 

Örneğin Suriye’nin Irak ile ilişkileri. Suriye Irak ile sınırı olmasını istemiyor, Irak’ta Amerikan varlığı istemiyor, İran hakimiyeti istemiyor, zaten Lübnan’da İran etkisi var, o yüzden Türkiye bu anlamda Suriye için dengeleyici güç. Suriye aynı zamanda Irak’ta anarşi de istemiyor çünkü Kürt sorunu var, kendisine de sıçrayabilir. Saddam zamanındaki gibi güçlü bir Irak devleti de istemiyor. Yani her zaman bölgede önemli bir aktör olma ve tehlikelere karşı da aynı zamanda denge kurma isteği var. 

ORSAM: Arap milliyetçiliği ne derece etkili? 


Itamar Rabinovich: Arap milliyetçiliği dramatik şekilde etkisini yitirdi. 1978’de Fuat Ajami “Arap Milliyetçiliğinin Sonu” isimli bir makale yazmıştı. 
Bu önemli çünkü Suriye İran-Irak savaşında İran’ın yanında yer aldı ve şimdi de Körfez ülkeleri tehdit algıladıklarını söylerlerken, Suriye İran’la dost. 
Yani Arap milliyetçiliği önemli değil. 

ORSAM: Suriye’de dış politika yapımı hakkında bilgi verebilir misiniz? 

Itamar Rabinovich: 1960’larda tüm rejim kurumsallaşmamış, kişisel bir nitelikteydi, Filistinliler kullanılıyor, onlar da Esad’a karşı, Cedid ile birliktelerdi. Şimdi rejim daha kurumsal ve sağlam. Ama Suriye dış politikayı devlet çıkarlarına göre idare edecek bir dış politika müessesesine sahip değil. Dış politika alanı aile ve Alevi çevre tarafından domine ediliyor. 

Dış politika aktörleri açısından Hafız Esad iktidardayken, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haddam ve Dışişleri Bakanı Şara vardı. Birçok aktör vardı. Irak, İsrail gibi konularda istihbarat liderleri ya da Genelkurmay Başkanı Şihabi gibi kişiler söz sahibiydi. Şimdi Dışişleri Bakanı Muallim daha güçlü, Şara daha zayıf, Haddam devre dışı, hukuk uzmanı olsa da Riyad Davudi etkili. Dolayısıyla
dış politika hala tek bir adamın ve küçük bir grup insanın elinde. Beşar başta zayıftı, ama şimdi kendini hem iç hem dış politika alanında sağlamlaştırdı. Önce Şam Baharı girişiminde bulundu, ama daha sonra istihbarat Beşar’ın ateşle oynadığını ve bu girişime son vermesi gerektiğine karar verdi. Şu anda kesinlikle Beşar konumunu daha sağlamlaştırmış durumda. İran ile ilişkiler, Amerika, Lübnan, barış süreci konularında son söz kendisine ait ve ülkede dış politika müessesi mevcut değil. 

ORSAM: Beşar Esad’ın iktidardaki 10. yılının ardından dış politikasını ve liderliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? 
            Hafız ve Beşar Esad arasındaki benzerlikler ya da farklar nelerdir? 

Itamar Rabinovich: Beşar az çok aynı politikayı uyguluyor. Ama örneğin Hafız Esad’ın İran ile ilişkisi, eşitler arasındaki bir ittifaktı, Beşar ise İran patronken, 
Suriye’yi İran’ın müşterisi haline getirdi. Hafız Nasrallah’la hiç bir araya gelmedi, ama Beşar geliyor. Beşar modern bir adam ama Hafız ile aynı duruşa 
sahip değil. Baba Esad müzakere etme ve askeri seçeneği de aynı anda bulundurma oyununu daha iyi oynuyordu. Beşar babasından daha az özgüvene sahip. Benim her zaman dediğim gibi Baba Esad havada ateş topları tutardı. Beşar birçok hata yaptı, Irak’ta Amerika ile ikili oynadı ve neredeyse İran üzerinden bir savaşla sonuçlanacaktı. 

Beşar 10 yıldır iktidarda, çok şey öğrendi artık daha özgüvenli. Tabi ki Beşar tamamen bir hatadan ibaret değil. Soru ülkenizle ne yapmak istediğiniz. Oyun mu oynamak istiyorsunuz, rejiminizin bekasını mı sağlamak istiyorsunuz, ülkenizi geliştirmek, modernleştirmek, uluslararası çizginin merkezine mi taşımak istiyorsunuz? 20 milyon civarında genç nüfusunuz var, onlara nasıl istihdam edeceksiniz? 
Üniversite sisteminiz nasıl? Ülkedeki aydınların durumu nasıl? Bu konularda Beşar başarılı değil. Fakat rejimin bekasını sağlamak, oyunlar oynamak konusunda, önceye göre daha başarılı. 

ORSAM: Kitapta, Beşar babasına göre bazı konularda geri adım attı diyorsunuz. 

Itamar Rabinovich: Mesele şu ki; Beşar çok fazla konuştu ve her şeyi söyledi. Babasının üzerinde anlaştığı ya da savunmayı bıraktığı konularda geri adım attı, örneğin Filistin meselesini şart koşmak ya da tam normalizasyon konuları. Mesela Faruk el Şara Washington’da Ehud Barak ile buluştuğunda İsrail ile artık varoluşa ilişkin sorunumuz yok, sadece toprak sorunumuz var dedi. Suriye 1948’de olanları unutmaya hazır. Oslo anlaşması imzalandığında Suriye, Filistinlilerin yollarını kendilerinin çizmek istediklerini düşünmüştü, 
ama şimdi Filistinlilerin geri dönüş hakkını ve diğer haklarını savunan Hamas var, Suriye Mısır gibi Filistin sorunundan kendisini soyutlayarak bir barış anlaşması imzalamaya sıcak bakacaktır. Dolayısıyla İsrail gelip barış yapmak istediğini söylerse, Beşar’ın babasının üzerinde anlaştığı şartlarda barış imzalayacaktır. 
Soru kendini İran ve Hizbullah’tan uzaklaştırması ve ikili oyunu oynamayı bırakması. Ama İran, Hizbullah ve Hamas’la bağlarını koparmamaya çalışacaktır. 

ORSAM: İsrail’de Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iade edilmesi konusunda, statükoyu korumak ve risk yaratmama yönünde geniş bir kanı var ve Suriye ile barışı ertelemenin altındaki temel motivasyon bu. Bu konudaki fikriniz nedir? 

Itamar Rabinovich: Golan Suriye toprağıdır. Mesela Golan’ı Batı Şeria ile kıyasladığınızda, Batı Şeria farklı, yasal durumu net değil. Sina da farklıydı. Sina Mısır ve İsrail arasında tampon bölge niteliğindeydi ve barış anlaşması imzaladıklarında Sina için bir rejim oluşturdular. 
Golan tampon bölge olmak için çok küçük. Aynı zamanda konvansiyonal savaş bakımından İsrail’in tepede olması, vadide olmasından daha iyi. Ama bugün tabiki savaş teknolojisi değişti, füzeler var. Ama bence Batı Şeria ve Golan Tepeleri arasındaki en büyük fark, Batı Şeria hiçbir zaman İsrail’in parçası olması, İsraillilerin gittiği bir yer değil ama Golan ülkenin bir parçası ve İsrailliler 
gidiyor, vakit geçiriyorlar. Golan’dan çekilme acılı bir süreç olacak. 

ORSAM: İsrail’in başmüzakerecisi olarak Suriye’yi barış konusunda samimi buluyor musunuz? 

Itamar Rabinovich: 2000’de Esad günün sonunda barış anlaşmasını imzalamak istememiş olabilir. Biz her zaman Suriye’nin barış süreci içinde olmak istediğini, Amerika ile iyi ilişkiler içinde olmak istediğini fakat karar anı geldiğinde her zaman geri çekildiği için, barış anlaşması imzalamaktaki isteğinden şüphe duyduk. Edwin G. Corr’un 2000’de Barak’ın bir fırsat kaçırdığına ilişkin bir argümanı var. Ben buna katılmıyorum, çünkü Esad o sırada koltuğunu devretmekle ilgiliydi, barış ile değil. 


Eğer Suriye, Mısır’ın yaptığı gibi bir barış yapmak istiyorsa, neden 1979’da yapmadı? Çünkü Mısır’dan daha fazla kazandım demek istiyor. Suriye İsrail’in küçük düştüğü, “galibin barışını” barışını istiyor. 

ORSAM: 2007’de İsrail Suriye’nin nükleer tesislerine saldırdığında sizin “İsrail Suriye’nin ikili oyununu nasıl oynayacağını öğrendi” şeklinde bir yorum yaptığınızı hatırlıyorum. 

Itamar Rabinovich: Evet, Olmert’in Türkiye’nin arabuluculuğunu kabul etmesi bir hataydı, Türkiye olduğu için değil, arabuluculuk olduğu için. Biz daha önce direk ve üst düzey müzakereler yapmıştık. Suriyeliler için süreç ve içeri aynı şey. Zaten eğilim süreci azaltma yönündeydi, görüşmeleri daha dolaylı ve düşük düzeyli hale getirmek yönündeydi bu yüzden Olmert bunu nasıl kabul etti bilmiyorum. 
Diğer taraftan, İsrail Suriye ile görüşürken, aynı zamanda saldırı gerçekleştirdi. Tıpkı daha önce Suriye’nin İsrail’e yaptığı gibi, hem bizimle konuşup hem de Hizbullah arayıcılığıyla oyun oynadıkları gibi. Yani İsrail Suriye’yi üç kez vurdu; biri nükleer tesis, diğeri Murniye ve Muhammed Süleyman. Sanırım Suriye bunu takdir ediyor, çünkü bu Suriye’nin kendi oyunu. 

ORSAM: Suriye’de bu saldırıya ilişkin nasıl bir algı oluştu? Saldırı Suriye’nin İsrail politikasını etkiledi mi? 

Itamar Rabinovich: Muhtemelen biri bizim oyunumuzu açığa çıkardı ve oldukça iyi şekilde oynuyor demişlerdir. Fakat bu Suriye’nin politikasını etkilemedi, hala çok cesur adımlar atıyorlar, geçen sene Hizbullah’a füze vermeleri gibi. Aslında bu durum mevcut Amerikan yönetimi çok güçsüz olduğu sürece, İsrail ile çok ilintili değil. Buna ek olarak Suriye’nin Türkiye ile olan yeni ilişkisi, Suriye’ye çok fazla özgüven veriyor. 

ORSAM: Son olarak, Suriye’deki mevcut karışıklık hakkında yorumunuz nedir? 

Itamar Rabinovich: Beşar Esad mevcut tehlikeyi bertaraf edebilir ama artık muhalefeti saf dışı bırakamaz. Suriye rejimi çökertildi. 

ORSAM: Görüşlerinizi ve zamanınızı bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. 

* Bu söyleşi ORSAM Ortadoğu Uzman Yardımcısı Selen Tonkuş Kareem tarafından 14 Nisan 2011’de Tel Aviv, İsrail’de gerçekleştirilmiştir. ORSAM 

****



29 Aralık 2016 Perşembe

BÖLGESEL GELİŞMELER İRAN VE SURİYE İÇ SAVAŞI



   BÖLGESEL GELİŞMELER  İRAN VE SURİYE İÇ SAVAŞI






KOALİSYON SİYASETİ VE ARTAN MALİYETLERİ 

Askeri müdahalesini hava harekâtları ile sınırlı tutan Rusya ile tesis ettiği koalisyonda, Tahran yönetimini rahatsız eden başlıca hususlardan biri, sahada fiili olarak çatışan ve askeri kayıplar veren tarafın İran olması. Buradaki ikilem, koalisyonun askeri maliyeti İran tarafından ödenirken, siyasi faydanın Rusya tarafından devşirilmesi. 

İran’ın Suriye İç Savaşı’na mü dahalesi, İran’ın devam eden iç savaştaki muhtelif iç ve dış aktörlere karşı, muhtelif iç ve dış aktörler ile birlikte diplomatik iş birliklerine ve askeri koalisyonlara yönelmesini beraberinde getirdi. İçeride, başta Esad rejimi olmak üzere, Hizbullah ve yabancı Şii sa vaşçılar ile koalisyona giden İran, dışarıda, Rusya ve bir ölçüde Irak ile koalisyon tesis etti. Diploma tik ve askeri boyutlarıyla koalisyon siyaseti, İran’ın Suriye ve Ortadoğu politikasına faydalar sağlamasının yanında, çeşitli maliyetleri ve riskleri de süreç içerisinde ortaya çıkarmakta. İran’ın iç savaş bağlamında içeride ve dışarıda icra ettiği koalisyon siyasetinin geleceğini, getirdiği faydalar ve maliyetler arasındaki dengedeki değişimler belirleyecek. 

Son gelişmeler, İran’ın koalisyon siyasetinin askeri ve diplomatik maliyetlerinde göreceli bir artışa işaret etmekte. 

Eyüp ERSOY 

Her Müzaheretin Bir Maliyeti Var! 

Arap Baharı sürecinde Suriye ile birlikte Irak ve Yemen’e müdahil olarak, birçok cephede siyasi, iktisadi ve askeri maliyetleri göze alan İran, özellikle IŞİD’in Suriye’de harekete geçmesiyle sertleşen iç savaşta, Suriye’deki askeri birlikleri vasıtasıyla parçası olduğu koalisyonu takviye etmeyi sürdürmekte. 

Esad iktidarının devamını müzakere kabul etmeyen tek hedef olarak tespiteden Tahran yönetimi, İran kamuoyunda ve uluslararası kamuoyunda Suriye’deki askeri mevcudiyetini meşrulaştırma adına, tüm muhalif grupları terör örgütleri olarak nitelemekte ve özellikle IŞİD tehdidini sürekli gündemde tutmakta. 
Ek olarak, İran kamuoyuna bakan yönüyle bu söylem, İran’ın Suri-ye’de artan ve daha da görünür hale gelen askeri kayıplarına dair iç kamuoyunun 
tolerans eşiğini yükseltmeyi amaçlamakta. 

Hususen, Şam, Halep ve Laz-kiye bölgelerinde yoğunlaşan İran askeri varlığı, son zamanlardaki operasyonel kayıpları ile iç savaşın maliyetlerini Tahran yönetimi için artırmaya devam etmekte. 

Öncelikli olarak, İran’ın iç savaşta parçası olduğu koalisyonun diğer aktörlerinin de oldukça fazla sayılabilecek askeri zayiatlar verdiği ifade edilmeli. İsrail medyasındaki haberlere göre iç savaşın başlangıcında bu yana Hizbullah’ın askeri kayıpları 1,500’e ulaştı. Toplam rakamları kesin olarak bilmek mümkün olmasa da, Aralık başında Lübnan-Suriye sınırda IŞİD ile yaşanan çatışmalarda 14 Hizbullah militanının hayatını kaybetmesi, Hizbullah’ın kayıplarının sürdüğünü gösteren bir örnek. 

Tahran yönetimi, Suriye’de düzenli askeri birlikleri olduğunu resmi söyleminde kabul etmese de parçası olduğu koalisyonun iç savaştaki konumunu muhafaza 
etme ve elden geldiğince destekleme hedefiyle, koalisyonun diğer üyeleri ile ortaklaşa icra ettiği harekâtlarda artan askeri maliyetler ile karşı karşıya kalmakta. Her müzaheretin bir maliyeti bulunmakta ve bu maliyet İran için Suriye’de artmakta. 

İlk olarak, 

Çatışmalarda hayatını kaybeden İran askerlerinin sayısı günden güne artmakta. 
Uluslararası basına yansıyan haberlere göre Ekim ve Kasım ayları içerisinde en az 67 İran askeri Suriye’deki çatışmalarda hayatını kaybetti. Burada önemli bir husus, Suriye’deki operasyonlarda hayatını kaybeden İran askerlerinin giderek artan sayıda Devrim Muhafızları Ordusu’ndan oluşu. Askeri olarak, İran’ın dış operasyonlarından Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü birlikleri sorumlu ve bu birlikler Suriye’de faal olarakoperasyonlara katılmakta. Öte yandan, düzenli ordu birlikleri denilebilecek Devrim Muhafızları’ndan daha fazla sayıda askerin iç savaşa müdahil olması, Kudüs Gücü’nün ve elbette Esad rejimine bağlı güçlerin, İran’ın parçası olduğu koalisyonun iç savaştaki operasyonel hedeflerine ulaşmakta yetersiz kaldığını göstermekte. 

İkinci olarak, 

İran’ın son dönemdeki askeri kayıpları içerisinde oldukça üst düzey İran subayları bulunmakta. Bu kayıpların en ciddi olanı, 8 Ekim’de Suriye’de 
hayatını kaybeden Devrim Muhafızları komutanlarından Tümgeneral Hüseyin Hamedani. İran askeri hiyerarşisinde en üst rütbenin Serleşker/Tümgeneral rütbesi olduğu düşünüldüğünde, en az üç yıldır Suriye’deki İran askeri operasyonlarından sorumlu bulunan Hüseyin Hamedani’nin hayatını kaybetmesi, hem askeri moral hem de operasyonel etkinlik açısından İran için ziyadesiyle ciddi bir kayıp. İlaveten, Kasım sonunda İdlib civarındaki çatışmalarda çok sayıda İran subayının hayatını kaybettiğine ve özellikle Kudüs Gücü Komutanı Tümgeneral Kasım Süleymani’nin Halep yakınlarındaki çatışmalarda yaralandığına dair haberler uluslararası basına yansıdı. 

Üçüncü olarak, 

Artan sayıdaki askeri kayıplar karşısında Tahran yönetiminin Suriye’deki İran askeri varlığını azaltmakta olduğuna dair emareler bulunmakta. 
ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford’a göre Ekim sonu itibarıyla İran’ın Suriye’de 2,000 civarında askeri aktifti. Daha önceki haber ve raporlar göz önüne alındığında ve bu rakam doğru kabul edildiği takdirde, İran’ın Suriye’deki birliklerinin bir kısmını geri çektiği söylenebilir. 

Hem Sahada Hem Masada Kaybetmek! 




Suriye İç Savaşı’nda, İran’ın en önemli ve Irak sayılmadığı takdirde, tek koalisyon ortağı Rusya. Rusya, Suriye’de başlattığı ve aralıksız sürdürmekte olduğu askeri harekâtları ile İran’a bir kısım diplomatik ve askeri faydalar sağlamış görünmekte. İlk olarak, Rusya’nın askeri müdahalesi, İran’ın siyasi hareket alanını genişletti. 30 Ekim’de gerçekleştirilen Viyana görüşmelerine İran’ın da davet edilmesinin sebeplerinden birisi, Rusya’nın Suriye’de fazlasıyla belirleyici birtaraf olarak ortaya çıkması. Özellikle Batılı ülkelerin, Rusya ile İran arasındaki Suriye konusuna dair diplomatik tercih farklarını ortaya çıkarma ve kendi adlarına kullanma gayesine matuf olsa da, bu konudaki uluslararası diplomatik müzakerelere İran’ın ilk defa davet edilmesi, İran açısından mühim bir diplomatik kazanç. Böylece, İran hem sahada hem de masada bir yer kazanmış oldu. İkinci olarak, Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesinin, İran’ın hem Suriye’de hem de Ortadoğu’da Batılı ülkeler ile muhtelif mevzulara dair müstakil müzakerelerindeki konumunu kuvvetlendirdiği ifade edilebilir. 

Üçüncü olarak, Rusya’nın hava harekâtları, sahadaki askeri operasyonlarında İran destekli rejim yanlısı kara birliklerin hayati ihtiyacı olan hava desteğini sağladı. Özellikle istihbarat paylaşımı neticesinde, kara birliklerinin operasyonel etkinliği böylece hatırı sayılır ölçüde artmış oldu. 

Ne var ki, Rusya’nın Suriye’de hâkim bir aktör olarak ortaya çıkması, bu faydalarının yanında bir kısım potansiyel maliyetleri de İran için ortaya çıkarmış bulunmakta. İlk olarak, İran ciddi bir ikilem ile karşı karşıya. 
Askeri müdahalesini hava harekâtları ile sınırlı tutan Rusya ile tesis ettiği koalisyonda, Tahran yönetimini rahatsız eden başlıca hususlardan biri, sahada fiili olarak çatışan ve askeri kayıplar veren tarafın İran olması. Buradaki ikilem, koalisyonun askeri maliyeti İran tarafından ödenirken, siyasi faydanın Rusya tarafından devşirilmesi. 

İkinci olarak, Rusya müdahalesi ile İran, diplomatik marjinalleşme olasılığı ile karşı karşıya kaldı. Rusya müdahalesinden önceki süreçte, uluslararası aktörler 
tarafından muhatap alınmasa da, iç savaştaki taraflardan biri olarak Esad rejiminin asli ve tek dış destekçisi iken, Rusya müdahalesinden sonraki süreçte tali dış destekçisi konumuna düşmüş durumda. 

Son zamanlarda, İran resmi ve yarı-resmi medyasında, İran’ın Suriye’deki askeri mevcudiyetinin aleni kabulü olarak yorumlanabilecek haberlerin alışılmadık şekilde yer almaya başlamasının, İran’ın karşı karşıya kaldığı diplomatik marjinalleşme olasılığını bertaraf etmeye yönelik alınmış bir tedbir olduğu söylenebilir. 

Örnek olarak, 5 Kasım’da Fars Haber Ajansı, Suriye’de hayatını kaybetmiş olan Kadir Sarlak isimli Devrim Muhafızları’ndan bir askerin cenaze merasimine dair 
bir video yayınladı. Ek olarak, Dini Rehber Ali Hamaney, Tümgeneral Hüseyin Hamedani’nin evindeki taziye ziyaretinde çekilmiş bir fotoğrafı sosyal medyada paylaştı. 

Bu tür haber ve paylaşımların, hem iç kamuoyuna hem de dış kamuoyuna İran’ın Suriye’deki varlığını gösterme ve önemini hatırlatmaya yönelik olduğu ifade edilebilir. 

Bir başka örnekte, İran Kara Kuvvetleri Komutanı Ahmet Rıza Purdastan, Fars Haber Ajansı’na verdiği mülakatta, İran’ın Suriye’de hava operasyonları icra edebileceğini belirtti. Bu söylem de, Rusya’nın askeri müdahalesi karşısında beliren İran’ın diplomatik marjinalleşme olasılığına karşı bir adım olarak yorumlanabilir. 

Üçüncü olarak, İran ile Rusya’nın Suriye içindeki müttefik tanımlamalarında farklılaşma olasılığı, Tahran yönetimini endişelendirmekte. Rusya için ise geçiş 
sürecinde ve sonrasında bütün yolların Şam’a çıkması yeterli görünmekte. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova’nın Viyana görüşmeleri sonrasında Beşar Esad’in bekasının Rusya için bir kırmızı çizgi olmadığı ifadesi, bunun bir göstergesiydi. Ancak, İran için, Suriye’de tüm yollar Beşar Esad’e çıkmakta. Ali Hamaney’in dış politika danışmanı Ali Ekber Velayeti’nin 29 Kasım’daki Şam ziyaretinden bir hafta sonra, Suriye halkı tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak Beşar Esad’in İran’ın kırmızı çizgisi olduğuna dair beyanı, bu politikanın ve Rusya’nın tavrına dair endişenin son ifadesi. Bu tavizsizliğin bir sebebi, Beşar Esad yönetiminde olmayan bir Suriye’nin İran’ın Lübnan siyasetini oldukça menfi etkileyeceği düşüncesi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 23 Kasım’daki Tahran ziyareti, biraz da İran’ın 

Tahran yönetimi, Suriye’de düzenli askeri birlikleri olduğunu resmi söyleminde kabul etmese de parçası olduğu koalisyonun iç savaştaki konumunu muhafaza etme ve elden geldiğince destekleme hedefiyle, koalisyonun diğer üyeleri ile ortaklaşa icra ettiği harekâtlarda artan askeri maliyetler ile karşı karşıya kalmakta. bu endişelerini teskin etmeye yönelik gerçekleştirildi. Özetle, koalisyonun askeri maliyetlerini tek taraflı olarak karşılayan İran, hem sahada hem masada kaybetmek istememekte. 


İran, Suriye İç Savaşı’nda hem içeride hem dışarıda iki koalisyonun parçası. Bu koalisyonların İran’a hem faydaları hem de maliyetleri bulunmakta. Son dönemdeki gelişmeler, maliyetlerin faydalar karşısında arttığı yönünde. İran’ın iç savaşa yönelik siyasetini, her iki koalisyonun kendisine kazandırdıkları ve kaybettirdiklerine dair yapacağı değerlendirmeler ve alacağı tedbirler belirleyecek. Önümüzdeki süreçte ise, İran’ın yukarıda ifade edildiği şekliyle artan askeri ve diplomatik maliyetleri azaltmaya yönelik tedbirler alması beklenebilir. 

Doktora Adayı, Bilkent Üniversitesi 

***

23 Aralık 2016 Cuma

ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ


ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ 




Beşar Esad’ın ılımlı politikalar izlemesi, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. 
Yrd. Doç. Dr. Mehmet DALAR 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 





< Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı bu nehir konusunda Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle bu nehrin uluslararası nehir değil, ulusal nehir olduğu yönündedir. >

Giriş 

Lübnan’dan kaynaklanıp, Suriye’ye geçtikten sonra Türkiye topraklarında Akdeniz’e dökülen Asi Nehri, Türkiye ile Suriye’nin sınırları aşan sular konusundaki ilişkilerinde önemli bir yere sahiptir. Devletlerin sahip oldukları su kaynaklarını bütünleşme ve işbirliği aracı olarak kullanmaları noktasından hareket eden bu çalışmamızda, Asi nehrinin hidrolik niteliklerine ve nehir üzerinde yapılan çalışmalara değinildikten sonra, nehrin kullanımı ve hukuksal statüsüyle ilgili ortaya çıkan sorunların Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkileri etkileme ve yönlendirme özelliği üzerinde durulmuştur. Nehrin kullanımıyla ilgili taraf devletlerin farklı görüşleri, nehirle ilgili yapılan hukuksal düzenlemeler ile Türkiye ve Suriye’nin nehrin kullanımıyla ilgili anlaşmazlıklarının nedenleri ve bunları etkileyen faktörlerin neler olduğuna değinen bu çalışma, Türkiye ve Suriye arasında son yıllarda görülen yakınlaşma ve sıcak ilişkilerin kalıcı hale getirilmesi için, bu nehrin kullanımından kaynaklanan sorunların işbirliği temelinde bir an önce çözüme kavuşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir. 

Nehrin Hidrolik Özellikleri 

Asi Nehri Lübnan sınırları içinde Lübnan dağları ve Cebelüşşarki (Anti Lübnan dağları) arasındaki Beka Vadisinde Baalbek kentinin yakınlarında Rasul-Ayn ve Al-Labwah adlı akarsuların birleşmesinden oluşur. Kuzeye doğru yaklaşık 35 km aktıktan sonra Suriye topraklarına geçer ve buradaki Hama Gölünü besler. Humus kentinin sulama ihtiyacını da karşılayan nehir, Hama yakınlarında kendisini besleyen diğer ırmaklarla Ghab ovasının sulanmasında kullanılmakta dır. Bölgede genellikle güneye doğru akan nehirlerin aksine kuzeye doğru aktığı için “Asi” olarak adlandırılan ve ulaşıma elverişli olmayan bu nehir, yatağı boyunca ova ve tekne şekilli geniş vadiler ile dar ve derin boğazlar içinde akar. Asi Nehri, Türkiye ve Suriye arasında 22 km.’lik sınır oluşturduktan sonra Türkiye’ye geçmektedir. Amik Gölünün kurumasıyla Karasu, Balıklı gölü kanalı 
ve Afrin Çayının birleşmesiyle oluşan bir akarsuya dönüşen Küçük Asi kolunu alır. Toplam uzunluğu 386 km olup, bunun 88 kilometresi Türkiye’de akmaktadır. Toplam yıllık kapasitesi 2,5 milyar m3 olan nehrin sularının tamamına yakın bölümü yapılan projelerle tüketilmektedir. 

Suriye’nin kullanımı nedeniyle yaz aylarında debisi 3 m3/sn.’ye düşmesinin yanında aşırı kullanımdan dolayı nehir suları kirlenmektedir.1 
Nehrin yıllık ortalama su kapasitesiyle ilgili farklı raklamlar bulunmaktadır: Lübnan’daki kaynaklara göre, Suriye sınırını geçmeden önce nehrin ülkede ki su hacmi 512 milyon m3, Suriye topraklarında ise 414 milyon m3 tür. Suriye ise nehrin kendi ülkelerindeki hacminin 2 milyar 715 milyon m3 olduğunu belirtmektedir.2 Başka bir kaynağa göre bu nehrin yıllık kapasitesi 1.2 milyar m3 olup bunun % 6’sı Lübnan, % 92’si Suriye ve % 2’si Türkiye topraklarından geçmektedir.3 Gerçeğe en yakın ölçüm 2 milyar 470 milyon m3 olarak değerlendirilmiştir.4 Aslında ülkeler arasında su kaynaklarının miktarıyla ilgili verilerin farklı ifade edilmesi su kullanımı konusunda anlaşmazlığa yol açan etkenlerin başında gelmektedir.5 Bu nedenle su miktarı üzerinde devletlerin ortak bir anlayışa sahip olmaları Asi gibi sınır aşan suların kullanımı için hayati önem arz etmektedir. 

Suriye’nin Nehir Üzerindeki Projeleri ve Türkiye’nin İtirazı






Suriye’nin Fransız mandası altında olduğu 1930’lu yıllarda ilk kez bu nehrin potansiyelinin değerlendirilmesiyle ilgili çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. 


< Suriye’nin Asi nehrinin kaynaklarını aşırı kullanımından dolayı debisi düşmekte ve suları kirlenmektedir. >

Asi nehri boyunca Hama’dan Humus’a kadarki alan, Ghab bölgesi ve Amuk Ovası olmak üzere üç bölgedeki tarımsal arazinin sulamasını kapsayan kalkınma planıyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. 30-32 bin hektar (ha) bataklık alanından drenaj sularını çekerek Asi nehri sularıyla desteklenecek Ghab Projesini gerçekleştirmek için Suriye 1950 yılında dünya bankasından kredi talep etmiştir. Banka projeyi kredilendirilebilir bulmakla birlikte projenin Lübnan’dan daha fazla suyu çekmemesi ve Türkiye’yle antlaşma yapılması gerektiğini ön görmüştür.6 
Diğer taraftan Afrin suyunun da saptırılması planlanan projeye Türkiye’nin itirazları olmuştur. Türkiye’nin itirazı, projeyle ilgili inşaat çalışmaları sırasında Türk toprakları taşkınlıklara uğrayacağı ve projenin tamamlanmasıyla sulama döneminde Türkiye’ye fazla su bırakmayacağı yönündeydi. Şam’da iki ülke heyeti arasında yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.7  Bazı kaynaklara göre görüşmelerin başarısız olmasının nedeni Suriye’nin Türk toprağı olarak kabul etmediği nehrin denize döküldüğü Hatay iliyle ilgili iddialarından kaynaklanmıştır. Suriye bu yöndeki anlaşmazlık giderilemediği için, Dünya Bankasından kredi alamamıştır.8 

<  Suriye ve Lübnan’ın sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hassas olmadıklarını ve çifte standartlı davrandıklarını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda bu sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır. >



O dönemdeki siyasal konjonktürün de etkisiyle Türkiye, Asi nehri üzerinde yapılacak projelere karşı etkin bir şekilde tavrını sürdürmemesi, Suriye’yi 
bu projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmesini beraberinde getirmiştir.9 Bu nedenle projeyle ilgili çalışmalar 1951 yılında yeniden değerlendirmeye 
alınmıştır. Hollanda firması Nedeco’nun oluşturduğu proje planı doğrultusunda Bulgaristan, Yugoslavya ve İtalya’dan şirketler ile Sovyetler Birliği’nin malzeme desteğiyle 1955’ten 1967 yılına kadar iki baraj, iki büyük drenaj kanalı ve diğer tarımsal kanalları içeren proje tamamlanmıştır.
10 Bu nehir üzerinde Rustan, Hifaya-Mehadeh, Ziezoun ve Kastoun olmak üzere dört önemli baraj kurulmuştur.11 Suriye tarafından nehrin geniş ölçekte kullanılması beraberinde önemli bir kirlilik sorunu getirmekte içme suyu niteliğini kaybettiğinden ülkede nehir sularını içen halkta tifo, kolera gibi çeşitli salgın hastalıklar baş göstermiştir. Ghab projesi azami kapasitesine ulaşmış bulunmakta ve Suriye halkının % 12,5 oranındaki 1,5 milyonluk nüfus Ghab Vadisinde yaşamaktadır.12 Bu nedenle Suriye, Ghab Vadisi boyunca yaptığı tarımsal sulama ile Asi sularının çok azının Türkiye’ye geçmesine izin verdiğinden Hatay’daki Amik Ovası susuz kalmakta ve kurak mevsimlerde, nehir suları denize bile ulaşamamaktadır.13 

Asi Nehri’yle İlgili Suriye-Lübnan Antlaşması

Asi nehri konusunda Lübnan ve Suriye arasında yapılan görüşmeler, 1962 yılına kadar dayanmaktadır. Bu görüşmeler, ancak 1994 yılında bir antlaşmayla sonuçlanmıştır. Suriye, Lübnan’la kendisine bu nehirden daha fazla kendisine hak tanıyan antlaşmayı 20 Eylül 1994 tarihinde imzalamıştır. Aşağı çığır ülkesi olan Türkiye’yle ilgili herhangi bir düzenleme getirmeyen “Asi Sularının Paylaşılması Antlaşması” adını taşıyan bu antlaşma, 9 maddeden oluşmaktadır. 
Bu antlaşmayla nehir suları müşterek sular olarak adlandırılmış, nehrin yıllık ortalama hacminin 403-420 milyon m3 olduğu kabul edilerek bu miktar üzerinde paylaşıma gidilmiştir. Buna göre Lübnan’a ayrılan pay 80 milyon m3 olarak belirlenmiş, geri kalan önemli kısım Suriye’ye tahsis edilmiştir. 
Suyun yıllık akımının 400 milyon m3’ün altına düşmesi durumunda Lübnan’ın kullanacağı miktarın suyun düşüşüyle orantılı olarak azalacağı hükmü benimsenmiştir.14 

Buna karşı su miktarının yıllık akımın üzerinde olması durumunda Lübnan’ın kullanacağı su miktarıyla ilgili bir hükme antlaşmada rastlanmamaktadır. 
Bundan da anlaşılmaktadır ki su miktarı ne kadar artsa bile Lübnan’ın alacağı pay 80 milyon m3’ü geçemeyecektir. Lübnan aleyhinde 
antlaşmanın getirdiği önemli bir düzenleme de 

8. maddeyle hükme bağlanmıştır: Antlaşmanın yapıldığı 20 Eylül 1994 tarihinden sonra Lübnan tarafına nehirle ilgili herhangi bir tesis yapılmasına 
gerek duyulması halinde bu durumun Suriye tarafına bildirileceği ve bu tesislerde kullanılacak suyun veya yeni bir kullanımın Lübnan’ın 80 milyon m3 lük payından düşürüleceği esası benimsenmiştir. Bu antlaşmayla Suriye nehri denetleme yetkisine sahip olurken Lübnan, Asi nehri üzerinde herhangi bir tesis kurma ve bunları işletme konusunda istediği gibi davranamayacaktır.15 Lübnan’ın Suriye’nin avantajına olarak bu antlaşmayı imzalamasının nedeni, Lübnan’ın su ihtiyacının Suriye’den az olmasının yanında, Suriye yönetiminin Lübnan hükümeti üzerinde etkin role sahip olmasına bağlanmıştır.16 Türkiye ve Suriye’nin Asi Nehri’yle İlgili Anlaşmazlıkları 

Asi nehriyle ilgili önemli uluslararası düzenleme, 

Suriye’yi bağımsız yapmak isteyen o dönemin mandater ülkesi Fransa ile Türkiye arasında 19 Mayıs 1939 tarihinde imzalanan protokolün 

3. maddesidir. Buna göre Karasu Çayı, Asi ve Afrin Nehirlerinin sınır teşkil eden kısımlarında bu çay ve nehirlerin en derin noktası olan Thalweg hattı sınır olarak kabul edilecek ve sınır boyunca bu sulardan her iki taraf halkı eşit biçimde faydalanacaktır.17 Bununla birlikte söz konusu protokol, Suriye tarafından akan suların ne kadarının Türkiye’ye tahsis edileceğiyle ilgili bir düzenleme getirmemiştir. Bu sınırlar temelinde Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına tepki göstermekle beraber Suriye, bağımsızlığını kazandıktan sonra 1944 yılında Şam’daki yabancı misyona gönderdiği bir notada Suriye hükümetinin Fransa’nın Suriye adına yaptığı uluslararası ve ikili antlaşmalara saygılı olduğunu bildirmiştir. Buna göre 1939 antlaşması da Suriye tarafından tanındığı kabul edilmektedir.18 Bununla birlikte 1950 yılından sonra Suriye, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşı çıkmış ve bu bölgenin ülkesinin bir parçası olduğunu iddia etmiştir.19 Suriye’nin bu tutumu iki yönden uluslararası hukuka aykırılık 
teşkil etmektedir: 

a) 1978 tarihli devletlerin antlaşmalara ardıl olmalarıyla ilgili Viyana Sözleşmesinin 15. Maddesi, el değiştiren ülke parçaları için sonraki 
devletin antlaşmaları geçerli olacağı şeklindeki teamül kuralını hükümselleş tirerek önceki devletin bu topraklarla ilgili antlaşmalarının bağlayıcı 
olmayacağını belirtmektedir.20 Sömürge iken bağımsızlığına yeni kavuşan devletlerin ardıllığıyla ilgili aynı sözleşmenin 16. Maddesi bu devletlerin 
önceki sömürgeci devletin yaptığı bu tür antlaşmalarına bağlı olup olmayacağı rızalarına bağlı olacağını öngörürken, 11. Maddesine göre sınır antlaşmalarının kural dışı olarak her zaman bağlayıcı olacağını hükme bağlamaktadır.21 Bu madde hükmüne göre Suriye, Hatay konusunda Fransa’nın Türkiye ile yaptığı 1939 antlaşması ve protokolü tanımak zorundadır. 

b) Yukarıda da değinildiği gibi, Suriye bağımsızlığına kavuştuktan sonra 1944 yılında Fransa’nın yapmış olduğu antlaşmaları tanıdığını bildirmiştir. 
Dolayısıyla Hatay ile ilgili Türkiye’nin imzaladığı 1939 tarihli protokol esas alınması gerektiğinden, uluslararası topluluğa yansıtılmış olan Suriye’nin iradesiyle oluşturduğu bu iç hukuk işlemi, Suriye’nin Hatay ile ilgili iddialarını hukuksal dayanaktan yoksun kılmaktadır. 

Suriye’nin Asi Nehriyle ilgili Yaklaşımı

Suriye’nin Fırat ve Asi’ye yönelik su politikası birbiriyle çelişmektedir. Ayrıca Hatay üzerindeki Türk egemenliğini tanımadığı için, Asi Nehri’ni Türkiye ile görüşmekten kaçınmaktadır.22 Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle nehrin uluslararası değil, ulusal nehir olduğu yönündedir.
23 Bu nehirle ilgili anlaşmazlığın temel nedenlerinden biri Suriye’nin Hatay’la ilgili bu tür iddialarından kaynaklanmaktadır.24 Suriye, aşağı 
çığır ülkesi konumunda olduğu Fırat ve Dicle bakımından sulardan faydalanma hakkıyla ilgili “doğal durumun bütünlüğü”, “öncelikli kullanım” ve “adil kullanım” doktrinlerine dayanırken, Türkiye’ye göre yukarı çığır ülkesi olduğu Asi nehri konusunda Türkiye’yi dışlayarak “mutlak egemenlik” doktrinine yakın bir eğilim göstermektedir. Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınmamasından da kaynaklanan Suriye’nin bu yaklaşımı, sular konusunda sürekli ve istikrarlı bir politika izlememesine yol açmaktadır.25 1993 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunlarının çözülmesiyle ilgili yapılan görüşmelerde Türkiye tarafından Fırat-Dicle nehriyle birlikte Asi nehrinin de görüşmelere dahil edilmek 
istenmesinden dolayı Suriye görüşmelerden ayrılmış ve Asi nehriyle ilgili sorunların tartışılmasını reddetmiştir.26 

Suriye’nin Dicle ve Fırat nehirlerinde aşağı kıyı ülkesi olmasından dolayı ileri sürdüğü tezler ve dayandığı doktrinler, Türkiye tarafından Asi Nehri için kendisine karşı ileri sürülmektedir. Bundan dolayı, Suriye’nin Asi nehri konusunda görüşmelere karşı çıkması, bu ülkenin kendisi için hayati önem arz eden Fırat Nehri konusunda ödün vermemek istemediğinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır.27 Asi sularından yararlanmanın en doğal hakkı olduğunu ve nehir üzerindeki her türlü tasarrufu Lübnan ile birlikte kullanabileceğini ileri süren Suriye, 2. Dünya Savaşı başlangıcında Fransa ile anlaşarak İskenderun (Hatay) sancağını “zorla gasp ettiğini” iddia ettiği Türkiye ile Asi nehrinin görüşülmesi, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınması anlamına geleceğini belirtmekte ve bu sancağın Suriye’ye iade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.28 

< İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde getirmiştir. 
Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. >



2002 yılının haziran ayı başlarında Asi nehri üzerinde Suriye’nin yaptığı barajın yıkılması ile oluşan sel, Suriye’deki birçok yerleşim birimlerini etkilerken Hatay bölgesini de olumsuz etkilemiştir. Suriye yetkililerinin bu durumla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi ve işbirliğinden kaçınmaları, konunun Suriye’nin iç sorunu olarak görmelerinden ve dolayısıyla Hatay’ı kendi toprakları olarak saymalarından kaynaklanmaktadır.29 Hatay bölgesiyle ilgili Suriye’nin iddiaları, Asi nehri konusunda Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapılması olanağını önlemektedir. 20 Eylül 1994 tarihinde Lübnan ile yaptığı “Asi sularının paylaşılması” antlaşmasında Türkiye ile ilgili bir düzenleme yapılmamasının ve bu antlaşmadan Türkiye’nin haberdar edilmemesinin nedeni budur.30 

Türkiye’nin Yaklaşımı ve Suriye’nin Sorumluluğu 

Esasen Türkiye 1950 yılında Suriye’nin Ghab projesine itiraz etmesinden sonra itirazını 1995 yılına kadar Suriye’nin Asi nehri kullanımına ilişkin olarak etkin bir şekilde sürdürmemiştir. 1995 yılından itibaren Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Hatay bölgesinin daha önceki nehir akımının ancak onda birini aldığını bildirerek, nehir akımın yıllık olarak 1,55 milyar m3’ten 0,14 milyar m3’e düştüğüne işaret etmiştir. Suriye, ise nehir akımındaki su azalmasının kendi kullanımından değil kuraklıktan kaynaklandığını savunarak Türkiye’nin suçlamalarına cevap 
vermiştir.31 Türkiye, Suriye’nin sular konusunda çelişkili davrandığını, aşağı kıyı devleti olduğu Fırat sularından daha fazla hak isterken, Asi nehrinin aşağı kıyı devleti olan Türkiye’nin sulardan faydalanma hakkını engellediğini belirtmektedir. 

Suriye’nin nehri aşırı kullanımı zaman zaman Türkiye tarafına gelen suyun tamamen kurumasına yol açmaktadır. Türkiye’ye ulaşan sularda ise yoğun olarak zehirli atık bulunmakta ve Hatay bölgesini olumsuz etkilemektedir.32 Bu durum zamanımıza kadar devam etmektedir. Son yıllarda Suriye’nin barajlarında su tutması ve aşırı sıcaklar, Türkiye’nin en verimli topraklarına sahip Hatay’daki Amik ovasını sulayan Asi nehrinin tamamen kurumasına yol açmıştır. 

Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki barajlarla su hakimiyetini sağlamasının ardından iki ülke arasında yaşanan su gerginliği, Suriye’nin Asi nehrinin üzerine Katina, Moharda, Mostar, Direslin ve Elzeyzun barajlarını yapmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Kışın, zaman zaman doluluk nedeniyle 5 barajın kapağını birden açan Suriye, aynı barajları yazın kapatmaktadır.33 Suriye’nin bu
kullanımı, kendisinin taraf olduğu 1997 tarihli suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanılmasına dair BM sözleşmesinde geçen “önemli zarar vermeme” ve suların “ Adil ve Makul ” kullanımını öngören hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede öngörülen zararın somut ve ölçülebilir olmasının unsurları yukarıda da işaret 
edildiği gibi oluşmuştur. Bölgenin kurak olmasının da etkisiyle tarımsal kullanımdan dolayı su miktarında azalma olması mümkün olmakla birlikte, akan sularda zehirli atıkların bulunması Suriye’yi sorumlu kılmaktadır. Sularda zehirli atıkların bulunması açık ve somut zarardır. 

Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi Suriye’nin yıkılan barajlarıyla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi veya Türkiye’ye haber vermeden baraj kapaklarını 
açması sonucunda Hatay bölgesinde nehirden kaynaklanan taşkınlıkların yol açtığı zararlar da bu türden somut zararlardandır. Yukarı devletler suları kullanırken, aşağı devletlere zarar vermeme yükümlülüğü altındadır.34 Türkiye’nin üzerinde durduğu diğer konu ise, Suriye’nin Asi nehriyle ilgili yaptığı projeler ve imzaladığı antlaşmalar konusunda kendisine bilgi verilmemesi, Türkiye’ye karşı iyi niyetli yaklaşım sergilenmemesi ve bu tür işlemlerde kendisinin göz ardı edilmesidir.35 Açıktır ki Suriye’nin bu tutumu, taraf olduğu söz konusu BM sözleşmesinin suyollarının kullanımında devletlerin katılım ve işbirliğinde bulunmaları gerektiğiyle ilgili 5. Madde hükmüyle çelişmektedir.36 

Türkiye, Asi ve Fırat nehirleriyle ilgili bir kıyaslamada bulunarak, Fırat’ın debisinin saniyede 100 m3e indiği zaman bile 500 m3/sn tutarındaki 
suyu Suriye’ye bıraktığına dikkat çekerek, Asi sularının Suriye ve Lübnan tarafından tamamen tüketilerek Türkiye’nin göz ardı edildiğini belirtmektedir. 
Bu devletlerin sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hasssas olmadığı ve çifte standartlı davrandığını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır.37 

Son yıllarda Suriye’den kaynaklanan kirliliğin giderilmesi için Türkiye tarafından yürütülen çalışmalar kapsamında planlanan Antakya Belediyesi’nin başlattığı Asi Nehri Islah Projesinin önemli bir parçası olan Lastik Set Barajın temel atma töreninde konuşan Hatay Valisi, kirliliğe büyük ölçüde Suriye’nin neden olduğunu, konunun son yıllarda Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bulunduğu Suriye makamlarına iletildiğinde onların da kirliliğe sebep olduklarını doğruladıklarını ve Asi Nehri’nin ekolojik dengesinin korunması için çalışma yapacaklarını belirttiklerini bildirmiştir.38 

Değişik amaçlarla Suriye tarafında kurulan sanayi tesislerinin nehre karıştırdıkları zehirli atıklarının Hatay bölgesinde neden olduğu önemli 
çevresel zararların giderilebilmesi için Suriye’nin Türkiye ile işbirliği yapması gerekir. Türkiye’nin aşağı kıyı devlet, Suriye’nin ise ara havza devleti 
durumunda olduğu Asi Nehriyle ilgili politikaya Türkiye şu nedenlerden dolayı önem vermektedir:39 

a. Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili yapılacak herhangi bir antlaşmaya Asi Nehri’ni de dahil etmek istemektedir. 

b. Türkiye, Fırat sularının paylaşılmasını isterken Asi Nehri’nin kullanımı ve paylaşımı konusunda aynı politikayı izlemek istemeyen Suriye’yi, uluslararası 
alanda sorunun kaynağı olarak göstermektedir. 

c. Suriye, nehrin sularını Türkiye’ye yetmeyecek kadar aşırı kullanması nedeniyle Hatay bölgesinin tarımsal arazilerinin zarar görmesine ve bölgede 
önemli kuraklığa yol açmaktadır. 

Sonuç 

Su potansiyeli Fırat’tan çok küçük olmakla birlikte, Türkiye’nin aşağı-kıyıdaş konumda olduğu Asi Havzasının durumu yukarıdaki hususlar açısından özel önem taşımakta ve Suriye ile su görüşmelerinde tartışılacak birçok yönü bulunmaktadır. Kaldı ki Türkiye, Asi Havzasında 165,000 hektar arazinin sulanmasını öngörmekte [Devlet Su İşleri (DSİ)-1995] olduğundan, bunun tamamının Türkiye’den kaynaklanan sularla sulanması pek mümkün değildir. Türkiye’den Ortadoğu’ya hangi kaynaktan ne kadar suyun aktarılacağı konusunda yapılacak antlaşmalarda, Türkiye’ye ek yük getirilmeden, Asi Havzasının durumunun da kesinliğe kavuşturulması gerekmektedir.40 Ne var ki şimdiye kadar bu konuda henüz bir antlaşma yapılmış değildir. 

Suriye’nin Asi Nehri konusunda Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili izlediği politikadan ayrılması, sular konusunda Türkiye ile antlaşma zemininin oluşmasını zorlayan önemli nedenlerden biridir. Bununla beraber son yıllarda Türkiye ile Suriye ilişkilerinde bir yakınlaşma gözlemlenmiş, Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümü sonrasında yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasından farklı olarak ılımlı politikalar izlemesi ve 6 Ocak 2004 tarihinde Türkiye’yi ziyareti, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarakdeğerlendirilmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk doğrultusunda ülke tanımlarının yer aldığı çifte vergilendirmenin önlenmesi ve yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşmalarının imzalanması, Suriye’nin Hatay konusundaki iddiasından geri adım atacağı41 sonucunu doğurabilir. İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının 
kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması 42 iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde 
getirmiştir. Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. 

Asi nehrini da içerecek Dicle ve Fırat nehirleriyle ilgili yapılacak kapsamlı ve kalıcı antlaşmanın yapılması, her iki ülkenin ekonomik ve sosyal entegrasyonunu güçlendireceği gibi bölgede sürekli ve istikrarlı bir barışın kurulmasını mümkün kılacaktır. Türkiye ve Suriye’nin sular konusunda 
yapacağı işbirliği, Ortadoğu’nun hem su kaynaklı hem de diğer sorunlarının çözümüne önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. 


DİPNOTLAR; 

1 Salha, Samir , Türkiye, Suriye ve Lübnan İlişkilerinde Asi Nehri Sorunu, Dış Politika Enstitüsü y. , Ankara 1995, s.13.; AnaBrtitannica, Hürriyet Gazetesi Yayınları, 1993, İstanbul, C. 3, s. 153.; Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunu ve Türkiye, TESAV y. , Ankara 1996, s. 103.; Ezeli Azarkan, “Asi Nehri Sorunu”, 
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, s.7, 2003, s. 5. 
2 Salha, a. g. e. , s. 15. 
3 Azarkan, a. g. e. , s. 5.; Salha, a. g. e. , s. 15. ; Akmandor, Neşet, “Su Sorununun Fiziksel Boyutları”, Ortadoğu Devletlerinde Su Sorunu, TESAV y., No.4, Ankara, 1994, s. 27. 
4 Salha, a. g. e. , s. 15. 
5 İbrahim Mazlum, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısında Sınıraşan Sular Sorunu”, En Uzun On Yıl, der: Gencer Özcan-Şule Kut, Büke yayınları, İstanbul, 2000, s. 378. 
6 İbrahim Mazlum, Water in the Middle East: The Scarce Resource of Region, Marmara University, unpublished Master Thesis, 1996, s. 88 
7 Ibid., s. 88. 
8 Greg Shapland, Rivers of Discord International Water Disputes in the Middle East, published by C.Hurst&Co., London, 1997, s. 146; 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/sondonem/su/su.html
9 Shapland, a. g. e. , s. 147. 
10 Mazlum, age, s. 89. 
11 Salha, a. g. e. , s. 11. 
12 Arnon Soffer, Rivers of Fire, pub. by Rowman and Littlefield, 1999, Maryland, s. 208. 
13 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil” , 24 Mart 2000, 
www.milliyet.com.tr 
14 Salha, a. g. e. , s. 26. 
15 Salha, a. g. e. , s. 27. 
16 Münevver Aktaş Acabey, Sınıraşan Sular, Beta yayınları, İstanbul, 2006, s. 272. 
17 Orhan Tiryaki, Sınır Aşan Sular ve Ortadoğu’da Su Sorunu, TSK yayınları, Cem ofset matbaacılık, İstanbul, tarihsiz, s.59. 
18 Ömer Osman Umar, Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940), Fırat Üniversitesi Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi yayınları, Elazığ, 2003, s.250.; Azarkan, a. g. e. , s. 12. 
19 Umar, a. g. e. , s. 250. 
20 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, 3.baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 36.; Salha, a. g. e. , s. 42. 
21 Pazarcı, a. g. e. , s. 32 ve s. 34. 
22 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil”, Milliyet Gazetesi , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr 
23 Salha, age, s. 22.ve 23. 
24 İbrahim Kaya, “Türkiye’nin Sınıraşan ve Bölgesel Sular Politikası: Hidropolitik ve Hukuksal Bir Yaklaşım”, 19802003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003, s. 107. 
25 Azarkan, a. g. e. , s. 9-10.; Konuralp Pamukçu, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der: Faruk Sönmezoğlu, Der yayınları, no. 137, İstanbul, 2004, s. 265. 
26 Ali Çarkoğlu ve Mine Eder, “Domestic Concerns and the Water Conflict over the Euphrates-Tigris River Basin”, Middle Eastern Studies, Vol. 37, No. 1, (Jan., 2001), s. 68. 
27 Azarkan, a. g. e. , s. 12. 
28 Salha, a. g. e. , s. 38.Tiryaki, a. g. e. , s. 218.; Azarkan, a. g. e. , s. 12; Shapland, a. g. e. , s. 146. 
29 Kaya, a. g. e. , s. 107. 
30 Salha a. g. e. , s. 21. 
31 Shapland, a. g. e. , s. 147. 
32 Salha a. g. e. , s. 40. 
33 Asi nehri çöle döndü, 2007-08-09, 
http://www.yenibursa.com/Asi-nehri-cole-dondu-7855.html 
34 Mehmet Dalar, Su Sorununda Ulusal ve Uluslararası Legal Perspektifler: Fırat ve Dicle, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2007, s. 69, s. 78, s. 250. 
35 Salha a. g. e. , s. 37. 
36 Dalar, a. g. e. , s. 69. 
37 John Bulloch and Adel Darwish, Su Savaşları, çev: Mehmet Harmancı, Altın kitaplar y., 1994, İstanbul, s. 64.; Tiryaki, a. g. e. , s. 218. 
38 Mehmet Hüseyin Zorkun, 17.07.2007, http://www.flasgazetesi.com.tr/haberDetayMiddle.asp?ID=399 
39 Salha, s. 23-24. 
40 Öziş, Ünal ; Baran, Türkay ; Özdemir, Yalçın ; Fıstıkoğlu , Okan ; Türkman, Ferhat ve Dalkılıç, Yıldırım, “ Türkiye’nin Sınır - Aşan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu ”, s. 6, 
www.suvakfi.org.tr/sinira-san.DOC, 03.Aralık 2002. 
41 NTV, “Ankara-Şam ilişkilerinde yeni dönem”, 31 Ocak 2004, 
http://www.ntvmsnbc.com/news/251405.asp. ; Kaya, a. g. e. , s. 107.; Veysel Ayhan,“Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem:Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Orsam y., (Kasım 2009), sayı 11, s. 27. 
42 Ayhan, a. g. e. , s. 27. 

...