NATO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NATO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2020 Perşembe

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYE YE YANSIMALARI BÖLÜM 1

11 EYLÜL SONRASI ABD NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE TÜRKİYE YE YANSIMALARI., BÖLÜM 1 


11 Eylül 2001’den itibaren ABD’nin küresel ve bölgesel politikasında meydana gelen farklılaşmalar ve buna bağlı olarak önce Afganistan’ın arkasından Irak’ın işgali ile gerek bölgesel politikada gerekse global politikada meydana gelen köklü değişiklikler çalışmamızın hazırlanmasında belirleyici motivasyon unsurları olmuştur. 

Çin ve Hindistan’la birlikte Ortadoğu, dünyanın en eski kültür ve uygarlık merkezlerinden biridir. Ortadoğu tarih boyunca birçok devletin hedef coğrafyası olmuştur. Bunun nedenleri ise; eski dünyanın tam orta yerinde olması, kavimler in geçiş bölgesinde bulunması, uygarlığa elverişli doğal yapısı ve bunun sonucu olan zenginliğidir. Bu anlamda Ortadoğu coğrafyasında yönetimler ve yöneticiler, dinler ve inananlar, toplumlar ve kültürler sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisinde olmuşlardır. 

Farklı siyasi ve dini akımlar beraberlerinde bölgeye farklı etnik, dini ve kültürel yapıları getirmişlerdir. Bu durum tarih boyunca hep devam etmiştir. Bugün de devam etmektedir. Değişim ve dönüşüm, tarihi ve toplumsal geçmişin bir birikimi olarak Orta doğu için adeta karakteristik bir özellik olmuştur. Çalışmamızın ana konusu olan Büyük Orta doğu Projesi (BOP) girişimi de bu 
bölge karakteristiği çerçevesinde değerlendirilebilir. 

ABD’nin Ortadoğu’ya olan ilgisi 1920’li yıllarda başlamıştır.1920’lerde Ortadoğu’da petrolün bulunması ile birlikte ABD petrol şirketleri çıkarılan petrolden pay alabilmek amacıyla bu bölgeye ilgi göstermeye başlamışlardır. Ancak ABD’nin bölgeye hem politik hem de askeri olarak asıl ilgisi II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır. 

ABD, Truman Doktrini ile 1947’de Soğuk Savaş’ın kendisi için de başlamış olduğunu ilan etmiş ve Komünist tehlike karşısında özgür ulusları koruma kararlılığında olduğunu deklare etmiştir.1957’de Eisenhower Doktrini ile bunu bir adım ileri götürerek uluslararası komünizmin tehdidi ile karşı karşıya olan uluslara, istemeleri durumunda doğrudan askeri yardımda bulunabileceğini 
açıklamıştır. Ancak bu müdahaleci politikanın Vietnam’daki olumsuz sonuçları üzerine 1968’de işbaşına gelen Nixon’ın adıyla bilinen Nixon Doktrini ile bundan sonra bölgesel çatışmalarda Amerikan askeri kullanılmayacağını açıklanmıştır. 
Ancak Nixon Doktrini bağlamında izlenen politika bloklar arası ilişkilerde yumuşamayı ve beraberinde getirmişse de 1970’li yılların sonunda meydana gelen İran devrimi, Afganistan işgali, Nikaragua’da Somoza yönetiminin devrilmesi, Somali ve Güney Yemen’de Marksist rejimlerin işbaşına gelmesi, ABD’nin 1980’de Carter Doktrini adıyla müdahaleci politikaya yeniden geri dönmesine yol açmıştır. 

   Söz konusu politika öncelikle Orta Doğu için düşünülmüşken, Reagan ile beraber Amerikan çıkarlarının tehdit edildiği tüm bölgeleri kapsayacak şekilde genişletilmiştir. 1979 devrimi ve arkasından gündeme gelen rehine krizinin etkisiyle İran’la 1980’de yollarını ayıran Washington yönetimi, SSCB’nin yanı sıra bölgenin güvenliği ve kendi çıkarları için İran’ı da tehdit olarak görmeye başlamıştır. 1990’da SSCB’nin dağılmasına karşılık Irak’ın yeni bir tehdit unsuru olarak görülmesi üzerine Clinton yönetimi bu iki ülkeye karşı “çifte çevreleme” politikasını uygulamaya başlamıştır. 

Genel olarak, Soğuk Savaş süresince Orta Doğu, iki kutuplu dünya düzenin politikalarına uygun olarak kutuplar arasında güç mücadelesinin yapıldığı bir bölge olmuştur. 

Çalışmanın birinci bölümünde Soğuk Savaş sonrası dönem genel olarak değerlendirilmiş ve ABD’nin bu yeni dönemde izlediği dış politika incelenmiştir: II. dünya savaşı sonunda ABD ve SSCB iki yükselen yeni süper güç olarak ortaya çıkmış ve iki kutuplu bir dünya düzeni kurulmuştur. Bu yeni düzenin genel özelliklerine bakıldığında, dünya ülkeleri iki kampa ayrılmıştır: 

liberal demokratik ülkeler Batı bloğu ve Komünist ülkeler Doğu Bloğu olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki kutupluluk, beraberinde farklı askeri ve ekonomik güç örgütlerini de getirmiştir. Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri askeri örgüt olarak NATO çatısı altında biraraya gelirken, Sovyetler Birliği ve onun etkisi altındaki Doğu Avrupa ülkeleri Varşova Paktı’nı kurmuşlardır. NATO ve Varşova paktlarının sahip oldukları nükleer güç nedeniyle her iki taraf da dünya düzenini değiştirmeye yönelik herhangi bir girişimde bulunmaktan kaçınmışlardır. Dehşet dengesi adı verilen bir sistematik içerisinde iki blok arasında yoğun düşmanlık 
yaşanmasına rağmen, sıcak bir çatışma gerçekleşmemiştir. 20.yüzyıla damgasını vuran bu kutupluluk ve Soğuk Savaş, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöktüğünün resmen açıklanmasıyla sona ermiştir. 1985 yılında Sovyetler Birliği’nde işbaşına gelen Gorbaçov’un, ülkenin ekonomik açıdan ilerlemesi için başlattığı Glasnost (açıklık) ve Perestroika (yeniden yapılanma) politikalarının 
kaçınılmaz sonucu olarak, önce ülke içindeki muhalefetin sesini yükseltmesi ve sonra da uydu ülkelerdeki (Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya) bağımsızlık girişimlerinin başarılı olması sonucu, 70 yıl boyunca süren sosyalist sistem ve dolayısıyla Sovyetler Birliği dağılmıştır. 1991 yılının Aralık ayında Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın “Bağımsız Devletler Topluluğu”nu kurduklarını deklare etmeleriyle birlikte Sovyetler Birliği tarihe karışmıştır. Uluslararası sistem, Sovyetler Birliğinin dağılması sürecinin sonunda başka bir görünüm kazanmıştır. 

20.yüzyılın son 10 yılında meydana gelen köklü değişiklikler ve gelişmeler, şimdiki duruma ve geleceğe yönelik birtakım kavramları da beraberinde getirmiştir. 

    Bu yeni dönemin en önemli özelliklerinden biri küreselleşmenin daha önce hiç olmadığı kadar hız kazanmış olmasıdır. Küreselleşme tüm sorunların ve çözümlerin bireysel boyutta etkilerinin birlikte yaşanmasına yol açmıştır. Dünyanın herhangi bir yerinde söz konusu olan bir güvenlik sorunu ya da bir toplumsal, siyasal ve ekonomik sorun, ilgili bölgeye veya ülkeye özgü kalmamakta, bundan tüm insanlık belli derecelerde ama bir şekilde etkilenmektedir. 

    Küreselleşme beraberinde açık toplum, demokrasi, insan hakları, liberalizm gibi kavramları evrensel değerler haline getirmiştir. 

Yeni dönemde tehdit algılamaları da değişmiştir. Soğuk savaş sonrası dönemin, Soğuk Savaş süresince varolan fakat iki kutuplu sistemin iç dinamiklerinden dolayı su yüzüne çıkmayan sayısız mikro problemin dünya toplumlarına ve siyaset tablosuna yerleşmesini de beraberinde getirdiği görülmektedir. 

Toplumlar arasındaki, Kültürel, tarihi, dini ve iktisadi kökenli ayrılıklar, çatışma potansiyelleri ile birlikte kendini göstermiştir. Ayrıca, terörizm başta olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, kitlesel göç hareketleri, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı, çevrenin korunması gibi konular küresel güvenlik sorunları olarak ortaya çıkmıştır. Biyolojik ve kimyasal silahların yayılması, sadece devletlerin değil, terör örgütlerinin de kolayca sahip olabilmesi olasılığı, tehdit ve caydırıcılık gibi kavramların anlamlarının yeniden tanımlanmasını beraberinde getirmiştir. 

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliğinin ortadan kalkmasının ardından ABD, dünya politikasına hâkim yegâne küresel güç olarak kalmıştır. Yani Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle ABD bir anda global sistemin tek süper gücü haline gelmişti. Amerika bu dönemi “Yeni Dünya Düzeni” olarak görmüş ve ABD’nin düşlediği dünya sistemi ve sistemin onun egemenliğinde şekillenmesi talebinden hareketle, Pax Americana, yani “Amerikan Barışı” olarak isimlendirmiş tir. Yeni Dünya Düzeni, ABD’nin dünya üzerindeki askeri, siyasi, diplomatik, hukukî, teknolojik, iktisadi ve ticari üstünlüğünü içermekteydi. Kavramın hareket noktası, dünya üzerindeki tek süper güç olarak ABD’nin, dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir krize müdahale edebileceği ve ağırlığını koyabileceği iddiasına dayandırılmıştır. Yeni dünya düzeninde her şey, ABD’nin gözetiminde yürüyecektir ve bu düzeni bozmaya yönelik her harekete müdahale edilecekti. 

ABD, yeni dünya düzenini kendi istekleri çerçevesinde oluşturabilmek ve ortaya çıkan bu yeni tehditleri etkisiz hale getirebilmek amacıyla politikalar belirlemeye başlamıştır. Liberal Demokrasi, evrensel barış, İnsan haklarına saygı gibi kavramlar ABD’nin Yeni Dünya Düzeni’nde kullanabileceği kavramlar olmuştur. Yeni dünya düzeninin itici gücü olarak da küreselleşme ve oluşturduğu fırsatlar ön plana çıkmıştır. Bu nedenle Amerika küreselleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasını bir ulusal güvenlik konusu olarak ilan etmiştir. 

    11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin Washington ve New York kentlerine yönelik terör saldırılarının ardından, kısaca asimetrik tehdit olarak adlandırılan ve uluslararası sistemde terörist gruplar gibi küçük aktörlerin büyük güçlere ağır kayıplar verdirmesini ifade eden yeni tehlike, dünyanın tek süper gücü olan ABD’nin güvenlik politikalarının da yeniden tanımlanmasına neden olmuştur. 
ABD’nin yeni tehdit algılamalarında terör ilk sıraya yerleşirken, eskiden beri teröre destek veren ülkeler de düşman olarak nitelendirilerek bunlarla acımasızca mücadele edileceği açıklanmıştır.11 


    Eylül terör kavramının nedenli önemli olduğunu, terör örgütlerinin neler yapabileceğini ortaya koymuştur. Terör saldırılarından sonra Eylül 2002’de yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisiyle ortaya konan “önleyici müdahale” kavramı ABD’ye henüz saldırı gerçekleşmeden mevcut bir tehdit durumu yada ihtimaline karşı harekete geçebilme yetkisi vermiştir. Saldırılar sonrasında Amerikan yönetimi terörle mücadele kapsamında uluslararası alanda işbirliği arayışına girmiş ve büyük oranda sağlanan konsensüsle birlikte, terörizmle mücadele çerçevesinde Afganistan müdahalesi yapılmıştır. Irak’taki rejimin değiştirilmesi ve bu ülkenin kontrol edilebilir bir yapıya dönüştürülmesi amacıyla da, uluslar arası konsensüs olmamasına rağmen, Önleyici saldırı doktrini çerçevesinde bu ülkeye müdahale etmiştir. 

İkinci bölümde Büyük Ortadoğu Projesi’nin Ortaya konulması ve ABD’nin bu projedeki amaçlarına yer verilmiştir: 11 Eylül saldırılarının ardından uluslararası teröre karşı “küresel bir güvenlik anlayışı” benimseyen ABD, tüm kurumları ile Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması çalışmalarına başlamıştır. Bu yaklaşımdan hareketle ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen projeyi geliştirmiş ve uygulayacağı politikalar çerçevesinde, gerektiğinde askerî güç kullanmak da dahil olmak üzere, demokrasinin oluşturulması ve geliştirilmesi adı altında çeşitli yöntemlerle bu bölgelerde hakimiyet kurmayı amaçlamıştır. 

   Büyük Orta Doğu adı verilen bu coğrafyanın Akdeniz’den Afganistan ve muhtemelen Pakistan’a kadar uzanan bir alanı kapsamasının öngörüldüğü 
değerlendirilmiştir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

9 Şubat 2020 Pazar

Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve Savunma Politikaları

Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve Savunma Politikaları 


Türkiye’nin Bu Politikaya Olası Katkıları 

Arda DİLMAÇ 


Özet 

Bu çalışmanın konusu, Avrupa Birliği Güvenlik ve Savunma Politikasını inceleyip, Türkiye AGSP ilişkilerini değerlendirmek ve Türkiye’nin olası katkılarına araştırmaktır. 

Avrupa güvenlik sisteminde Türkiye önemli bir parçadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında NATO ve Birleşmiş Milletler kurumlarına da üye olan Türkiye AGSP içinde yer almalıdır. Bu çalışmada Türkiye’nin olası bir katılma sonucunda AGSP’ye yapabileceği katkılar vurgulanmıştır. Özellikle Türkiye’nin NATO ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi operasyonlarında yaptığı katkılar ve 
11 Eylül Sonrası dönemde ortaya çıkan yeni güvenlik endişeleri üzerinden duruşu araştırılmıştır. Türkiye’nin gerek bu tecrübesi gerekse ülke duruşu ile AGSP için önemi gösterilmiştir. 


Giriş 

Avrupa Birliği ekonomik merkezli kurulmuş ulus-üstü bir organizasyondur. 
Başlangıçta ekonomik ilişkilerini geliştirmeyi planlayan AB, Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenliğini de toplu (kolektif) bir savunma örgütü olan NATO üzerinden sağlıyordu. Lakin hem Soğuk Savaş’ın bitişi hem de Birliğin ortak politikaları kapsamındaki hareketler AB içerisinde ortak bir güvenlik ve dış politika kurulması konusunu gündeme getirdi. 

Soğuk Savaş’tan sonra AB'nin güvenlik konularına olan ciddiyeti arttı. Soğuk Savaş boyunca Avrupa, o dönemdeki Toplulukları üzerinden ekonomik gücünü arttırıyor ve NATO üzerinden de dış tehditlere karşı toplu savunma yapıyorlardı. 267 Özellikle kendi sınırları etrafında ve gücünü hissettirmek istediği sınır dışı alanlarında meydana gelen olaylara müdahil olamama konusu da AB’yi NATO karşısında güçsüz bir konuma getirmekteydi. 

Avrupa ve çevresindeki olaylara daha fazla dahil olmak isteyen AB, ekonomik anlamda büyük güç iken askeri ve siyasi anlamda çok güçsüz görünüyordu. Ayrıca NATO’nun Avrupa üzerindeki etkisini biraz daha kırıp ABD bağımlılığından kurtulmak isteyen AB üye devletleri, hızlı bir şekilde güvenlik ve savunma politikalarını kurmak ve geliştirmek istiyordu. Böylelikle NATO karşısında Avrupa’da rüştünü de ispat edebilecekti. 

AB kamuoyu da Avrupa’da bir güvenlik politikası kurulmasını destekliyordu. Örneğin 2004 yılında “Eurobarometer” tarafından yapılan ankete göre AB vatandaşlarının %78’i Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın oluşturulmasını istiyordu.268 Ayrıca AGSP’nin geliştirilmesinin Avrupa bütünleşmesine de katkı yapacağına inanılmaktaydı.269 

Soğuk Savaş sonrasında AB'nin kendine bir yer bulma çabaları dış ve güvenlik 
konuları üzerinden yeni bir “Avrupa Kimliği” yaratarak başladı.270 Sonra antlaşmalar ve AB Zirveleri ile kapsamı daha da geliştirildi ve mevcut halini aldı. 

Türkiye, AB'nin savunma ve güvenlik konularını destekleyen bir tutum almıştı. 
Özellikle AB'nin güvenlik yapısının dışında kalmak istemiyordu. AB kriz yönetimlerinde yer almak ve bu politikalara katkı sağlayarak içerde olma hakkını korumak istiyordu.271 Ayrıca Türkiye, 11 Eylül sonrası oluşan yeni güvenlik endişeleri kapsamında AB ile ortak çıkarlara sahiptir ve AB’nin dış politikalarına gerek diplomatik gerekse askeri anlamda hatırı sayılır katkılar da yapabilir. 

Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası 

1990’lı yıllara gelindiğinde AB güvenlik ve savunma politikaları alanında adımlar 
atılmaya başlandı. 1990-1991 Körfez Savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde askeri alandaki yetersizlikler ve askeri gücün kısıtlılığı iyiden iyiye kendini gösterdi. Bu süreçte Avrupa Birliği, ABD’nin liderliğine ve askeri gücüne bel bağlamıştı. Bu da Birlik içerisinde tartışmalara sebep olmuştu. Fakat Balkanlardaki krizlerde ABD, AB’ye “yükün paylaştırılması” konusunda baskı yapıyordu. İşte bu gelişmelerin ışığında 1994 senesinde Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK-ESDI) için girişimler başladı.272 

Birlik içerisindeki St. Malo toplantısı bir dönüm noktası olmuş ve bu toplantıyı takip eden Köln, Helsinki ve Nice Zirveleri, AGSP’nin özerkleşmesi ve daha etkin hale gelmesi için kilometre taşı özelliği göstermişlerdir.273 

Haziran 1999 Köln AB Zirvesi’nde “Avrupa Ortak Savunma ve Güvenlik Politikasının Güçlendirilmesi Bildirgesi” yayınlanmış ve bu bildirge kapsamında “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” amaçları belirtilmiştir.274 

Aralık 1999 Helsinki Zirvesi'nde, Köln Bildirgesi’nin içeriği teyit edildi ve 
“Petersberg Görevleri” dahilindeki tüm etkinlikleri gerçekleştirebilecek bir askeri güç oluşturulması konusu onaylanarak “Temel Hedef” belirlendi. Bu hedef kapsamında “Acil Müdahale Gücü” oluşturulmasına ve bu güce AB üyesi olmayıp da NATO üyesi olan devletlerin katılımı hakkında düzenleme yapılmasına da karar verildi. 275 

Nice Zirvesi’nde AGSP’nin kurumsal yapısına son şekli verildi ve yeni askeri yapılar getirildi. Zirvede BAB'ın işlevine son verildi ve AB "Acil Müdahale Gücünün" kurulmasına karar verildi.276 

Türkiye ve AGSP İlişkileri 

Türkiye ve AGSP ilişkilerini anlayabilmek için öncelikle BAB ve Türkiye ilişkilerine göz atmak gerekmektedir. Türkiye BAB’a ortak üye olmuştu ve operasyonların planlama ve kuvvet oluşturma sürecinde bazı avantajlara sahip olmuştu. Fakat BAB’ın Nice Zirvesi ile faaliyetlerine son verilmesiyle Türkiye bu hakları da yitirmiş oldu ve AB savunmasına dair konularda karar mekanizması içinde yer alma hakkını da kaybetmişti.277 Nice Zirvesi’nin BAB’ı tasfiye etmesi sonucunda Türkiye’nin AB güvelik ve savunma politikalarına dahil olması ancak NATO destekli harekatlar boyutuna kalmıştı. Bu durum da Türkiye AGSP 
ilişkilerinde yeni bir dönem başlayacağını işaret ediyordu. 

Kasım 2001 itibariyle Türkiye’nin AGSP çerçevesinde uzlaşma sağlayamadığı iki 
nokta vardı. Bu noktalardan birincisi AGSP dahilindeki uygulamaların müttefik ülkelere karşı kullanılmamasının garantisinin verilmesiydi. İkincisi ise Türkiye’nin yakın coğrafyasında meydana gelecek AB operasyonlarına Türkiye’nin katılımının garanti edilmesiydi. 278 Kıbrıs ve Ege konusunda muhtemel bir çatışma durumunda AB Ordusu’nun Yunanistan tarafında yer alması Türkiye tarafında kaygı yaratmıştı.279 

İşte bu durumlar ışığında, Türkiye AB’nin NATO planlama tesislerine erişebilmesini engelleyen bir tutum belirledi ve bunu NATO üzerinden gösterdi. Bu tıkanıklık, ABD, Britanya ve Türkiye arasındaki anlaşma ile son buldu. Ankara Mutabakatı (2 Aralık 2001) olarak bilinen bu uzlaşıda iki önemli sorunun aşılmasıyla Türkiye’nin vetosu kaldırıldı.280 

2001 tarihinden sonra gerek Türkiye’nin hem NATO üyesi hem de AB aday üyesi olmasından gerekse mevcut çekincelerin çözülmesinden dolayı AGSP ve Türkiye ilişkilerine dair ciddi bir gelişme olmadı. Türkiye kendi güvenlik çıkarlarının ortada olduğu veya sınırları yakınındaki konularda danışılma garantisi almıştı. Ayrıca NATO üyesi ve AB aday ülkesi olduğu için AGSP hakkında söz sahibiydi. Ama Türkiye’nin AGSP’ye yapabileceği katkılar 
azımsanamayacak kadar fazladır. 

Türkiye’nin AGSP’ye Katkısı 

Türkiye’nin olası AB üyeliği ile AGSP yapabileceği katkıların büyüklüğü konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmanın son kısmı da olası üyelik durumda Türkiye’nin AGSP’ye yapabileceği katkıların gerekçeleri belirtilmiştir. Ortak çıkarlar ve endişeler çerçevesinde Türkiye ile AB arasında ciddi bir bağ olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Türkiye’nin yapabileceği katkılarının kökleri güvenlik ağırlıklı birçok alan üzerinden açıklanabilir. Bu alanlar arasında Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik konumu, AGSP ve NATO arasındaki organik bağ, Türkiye’nin çok kültürlü ve çok yönlü ülke yapısı, Soğuk Savaş bitişi sonunda ortaya çıkan konjonktür, Türkiye’nin askeri kuvveti ve özellikle Balkanlarda gerçekleşen çatışmaların barışla sonuçlanması için Türkiye’nin yaptığı çalışmalar sayılabilir. 

Öncelikle Türkiye’nin stratejik konumu yeni güvenlik endişeleri açısından önemli bir yer tutmaktadır. 11 Eylül sonrası oluşan konjonktürde Türkiye bulunduğu coğrafya ve bu coğrafyadaki laik ve demokratik ülke duruşu ile diğer ülkelere nazaran sivrilmektedir. AGSP içerisinde Türkiye gibi bir ülkenin olması gerek diğer ülkelerin AB algısı adına gerekse AB’nin Türkiye ile ortak olan güvenlik endişeleri adına pozitif bir imaj yaratabilir. Özellikle bu coğrafyadan bir ülkenin AB içersinde güvenlik karar mekanizmalarında bulunması AB’nin güvenile  bilirliğini arttıracaktır. 

Ayrıca Türkiye jeopolitik konum açısından AB’nin önceliği olan bir noktada 
bulunmaktadır. Türkiye Avrasya ana kıtasında sahip olduğu yer ile hem Akdeniz Havzası’na hem de Orta Doğu’ya ulaşılabilirliği ile stratejik bir noktada yer almaktadır.281 AB Komşuluk Politikalarının geliştirilmesiyle bu bölge üzerindeki AB’nin çıkarları ve uygulamalarında ciddi artışlar olmuştur. Bu artan çıkarların kontrolü için Türkiye’nin jeopolitik konumu, zamanında ABD’nin de yaptığı gibi, AB için de önemli bir yer tutmaktadır. 282 AB bu bölge üzerindeki ülkelerle gerek Komşuluk bağlarını daha da ileri götürmek gerekse bölge üzerinde 
oluşabilecek olaylara daha etkili bir şekilde dahil olabilmek için Türkiye’nin bu jeopolitik konumunun getirilerine ihtiyaç duymaktadır. 

Türkiye Soğuk Savaş boyunca Avrupa savunması için önemli bir rol oynamıştı 283 ve NATO-Varşova Paktı ülkeleri sınırlarının üçte birini savunan bir ülke olmuştu. 284 Günümüzde ise güvenlik endişelerinin yeniden ateşlendiği bir bölgede yer alan ülke olarak yine bu denli ciddi meseleler için Türkiye eskisi kadar önemli bir rol alacak pozisyondadır. Zaten Avrupa güvenlik ve savunması bölünmez bir bütündür ve Türkiye de bu savunmanın ayrılmaz bir parçasıdır. 

Bu sebeple Türkiye’nin dışlanmaması ve Avrupa bünyesindeki her savunma 
organizasyonlarında var olması gerekmektedir.285 

AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı 11 Eylül saldırıları sonrasında yeni tehditler sebebiyle 
artmıştır. Özellikle 2003 İstanbul, 2004 Madrid ve 2005 Londra saldırıları AB ve Türkiye arasında organik bir bağ yaratmıştı. Ayrıca küresel terör, insan kaçakçılığı, uyuşturucu ve kitle imha silahları kaçakçılığı, kara para aklama, etnik ve dini çatışmalar gibi Avrupa’nın ve Türkiye’nin günümüzde karşı karşıya olduğu sorunların286 çözümü konusu da AB ve Türkiye’yi yan yana getirmektedir. 

AB’ye Türkiye’nin üye olmasıyla AB’nin sınırlarının genişleyeceği ve bu genişleme ile AB’nin istikrarsız ülkelerin sınırlarına ulaşacağını287 iddia eden kişiler bulunmaktadır. Fakat bu genişleme ile sınırların ulaştığı noktaları farklı bir bakıştan da inceleyebiliriz. Türkiye’nin üyeliği ile Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Akdeniz bölgelerine AB politikaların daha hızlı etki edebileceği, daha sağlam temellerde hareket edeceğini, komşuluk politikalarının daha inanılır ve hızlı nüfuz edebilecek şekilde yürütüleceğini de görmezden gelmek yanlış olur.288 Ayrıca şu anki AB sınırlarının ve politikalarının, her ne kadar kara 
bağlantısı olmasa da, bu bölgelere ulaştığını da söylemek yanlış olmaz. Aksine Türkiye’nin de Birliğe dahil olmasıyla 11 Eylül sonrası oluşan ve bu coğrafyalar merkezli yeni güvenlik sorunlarının çözümü ve kontrolünde daha güçlü bir AB görebiliriz. 

Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğu ve NATO-AB bağından önceki bölümde 
bahsetmiştik. Türkiye’nin NATO içerisinde aldığı aktif roller ve katkıları da AGSP için Türkiye’nin olası rolleri ve katkılarının bir tanıtımı gibi durmaktadır. Öncelikli olarak AB’nin son genişlemelerine rağmen, mevcut vatandaşlarının % 95’e yakın kısmı aynı zamanda NATO üye ilklerinin vatandaşlarıdır ve görüldüğü gibi NATO üye ülkelerinin AB içersindeki yoğunluğu NATO ülkelerinin AGSP adına konumunu göstermektedir.289 Bununla birlikte Türkiye NATO içerisinde ABD’den sonra en güçlü ikinci orduya sahip290 ve 800,000 kişilik güçlü ordusuyla Avrupa’nın en büyük ordu olarak AB’nin savunma kapasitesini arttırabilecek tir.291 Türkiye NATO’nun en büyük ikinci kara ordusuna sahip olmakla birlikte 
beşinci büyük deniz gücüne, NATO’nun hava jetlerinin %20.5’ine, kargo uçaklarının %20’sine ve envanter jetlerinin (inventory jets) %22.5’ine sahiptir.292 

NATO içersindeki operasyonlarda yaptığı katkılarla etkinliği gösteren Türkiye, bu 
krizlerdeki çözüm süreçlerinde edindiği tecrübe, bölgesindeki güvenlik ciddiyeti ve barış yanlısı duruşuyla AB’nin ihtiyaç duyduğu hem askeri hem de politik özelliklere sahiptir. Bunun yanında Türkiye ve AB’nin çakışan güvenlik kaygıları ile çözüm önerileri de birleşince AGSP içerisinde yapabileceği katkılar ve yardımlar tahmin edilebilir hale gelmektedir. 

Türkiye’nin Balkanlarda, Somali’de ve yakın zamanda Afganistan’da barışın 
kurulması için önemli ölçüde katkıları olmuştur. Örneğin, 1995 senesinde 1450 kişilik birlikle UNPROFOR’a katıldı. NATO bünyesinde IFOR ve SFOR’a 1200 kişilik birlikle katıldı ve Bosna Hersek ile Makedonya’daki polis operasyonlarına katkıda bulundu. Ayrıca Temmuz 2002 senesinde Afganistan’daki NATO’nun ISAF birliklerinde 9 ay bulundu ve 2005 senesinde tekrardan bu operasyona katıldı. 293 Dahası Türkiye, Kosova’da istikrarsızlığın ortadan kaldırılması için azami çabayı göstermiş ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi çerçevesinde kurulan Kosova Uygulama Kuvveti (KFOR), Bileşmiş Milletler Kosova Geçici İdari Misyonu (UNMIK) ve AGİT Misyonu’na da katılmıştır.294 

Özellikle Avrupa’nın içinde ve AB’nin hemen yanında Balkanlarda meydana gelen çatışmalar ve bu çatışmaların çözümü konusunda Türkiye çok ciddi inisiyatifler almıştır. 

Bölgede etkili ulus-üstü örgüt olan AB, uluslararası örgüt olan NATO, Birleşmiş Milletler ve AGİT gibi örgütlerle birlikte Türkiye’de coğrafi bağlarının bulunduğu Balkanlar çatışmalarının çözümünde aktif rol almıştır.295 

Türkiye’nin Bosna’da IFOR, SFOR ve UNPROFOR’a birlikler gönderdiğini yukarıda 
belirtmiştik. Bunun yanında Bosna’da Dayton Barışı'ndan sonra ABD’nin “Eğit ve Donat” programı çerçevesinde kurulan MPRI adlı özel bir şirket üzerinden Bosna’da askeri katkılarda bulunmuş ve bu çerçevede ABD’nin silah yardımının yanında Türkiye de eğitim kısmıyla ilgilenmiştir.296 

 Türk Hükümeti Kosova’da baş gösteren krizin ilk anlarından beri çatışmanın 
diplomatik yollarla çözümü için ciddi çaba göstermişti, fakat sonuçlar umulduğu gibi olmayınca 1999 senesinde NATO müdahalesinde aktif rol almıştı. NATO’nun hava harekatları için uçak (önce 10 sonra 8 adet F-16 ve 3 tanker uçağı) tahsis etmişti. Dahası Arnavutluk’ta konuşlandırılan İnsani Yardım Kuvveti’ne (AFOR) Sahra Hizmet Bölüğü ile katılmıştır. Mart 2005 itibariyle de Kosova’da görev yapmakta olan Polis Gücü’ne (UNMIK-CIVPOL) toplamda 214 personel ile katkıda bulunmuştur.297 

Son olarak da Türkiye Makedonya’daki silahlı militanların silahsızlandırılması adına 2001’de başlayan NATO bünyesindeki Zorunlu Hasat (Essential Harvest) ve Sarı Tilki (Amber Fox) harekatlarına katılmıştır. 2003’de yetkiyi NATO’dan devralan AB’nin Concordia harekatına iki “Hafif İrtibat Timi” ile destek vermiştir. AB tarafından Makedonya’da oluşturulan PROXIMA Polis gücüne de jandarma personeli bazında katkı sağlamıştır. 298 

Görüldüğü gibi Avrupa’da meydana gelen bu çatışmalarda gerek NATO üyesi kimliği ile gerekse NATO görevi AB’ye devrettikten sonra destekleyen Türkiye’nin AGSP’den ayrı bir biçimde anılması yanlış bir ifade olur. Bunun yanında bu NATO ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kapsamındaki operasyonlarda gösterdiği başarı ve kazandığı tecrübeler ile AB’nin müdahil olacağı bütün alanlarda da AGSP için önemli bir ülke olacağı da aşikardır. 

Son olarak da Türkiye’nin hem çok-kültürlü yapısı hem de demokratik-laik devlet şekli 11 Eylül sonrası dönemde ortaya çıkan yeni güvenlik sorunlarında AB’nin dahil olduğu konularda gerek çözüm süreçleri için gerekse inandırıcılığı için AGSP içersinde olması gerekir. Çünkü Türkiye’nin İslam modeli AB’nin de vurguladığı Batı değerlerine uygun ve bu değerlerle bağdaşan bir modeldir.299 Ayrıca AB’nin müdahil olduğu konularda Türkiye’nin de yer alması demek, Türkiye gibi Müslüman nüfusun fazla olduğu ülkelerde AB algısı üzerinde 
pozitif etkiler yapar. 

Sonuç 

AB, savunma ve güvenlik konularında NATO’ya ciddi anlamda bağımlıydı ve 
NATO’nun bu konu üzerinde AB’ye baskı yapabileceği, diğer bir ifadeyle Birliğin ABD bağımlılığı, AB içinde tartışmalara yol açmaktaydı. Ayrıca ciddi bir dış politikanın da eksikliği hissedilmekteydi. İşte bu eleştirilerden ve baskılardan kurtulmak isteyen AB dış politika, savunma ve güvenlik meselelerine ciddi yaklaşmaya başladı ve AGSP oluşturuldu. 

Türkiye, kurulduğu ilk aşamadan beri, Avrupa’ya olan yakınlığını her fırsatta 
belirtmiştir. Soğuk Savaş boyunca NATO’da yer alması ve gerektiğinde üzerine düşeni yapmasıyla, Soğuk Savaş sonrasında yine NATO ve Birleşmiş Milletler destekli, çatışmaların önlenmesi ve barış ortamının kurulması için yapılan girişimlerin ve operasyonların da hem destekçisi hem de gerektiğinde aktörlerinden biri olmuştur. 

Bu çerçevede kendisini ilgilendiren ve aynı zaman da AB’yi ilgilendiren sorunlarda söz hakkı olması gerekmektedir. Ayrıca AGSP kapsamında Türkiye’yi ilgilendiren konulara da müdahil olması gerekmektedir. Bunun yanında AB’nin güvenlik ve savunma konularında hem Türkiye’nin sahip olduğu tecrübe, hem de ulusal kimliğinin getirdiği ve yeni güvenlik sorunlarına karşı arabulucu özelliği gösterebilecek yapısı gereği etkin bir rol almalıdır. 

Yukarıda da görüldüğü üzere Türkiye’nin AGSP içerisinde bulunmak için yeterince sebebi vardır ve göz ardı edilemeyecek kadar önemli katkıları olacaktır. 

Kaynakça 

Baç, M., M,.“Turkey’s Accession to the EU: its Potential Impact on Common European 

Security and Defense Policy”, Turkey And European Security: IAI-Tesev Report, Giovanni 

Gasparini (Edt.), Roma, 2006, ss. 13-28. 

Bilgin, P., “A Return to ‘Civilization Geopolitics’ in the Mediterranean? Changing 

Geopolitical Images of the European Union and Turkey in the Post-Cold War Era” 

Geopolitics, Cilt: 9, Sayı: 2, Oxfordshire, 2007, ss. 269-291. 

Buharalı, C.,“Turkey’s Foreign Policy Towards Eu Membership: A Security Perspective”, 

Turkish Policy Quarterly, Cilt: 3, Sayı: 3, İstanbul, 2004, ss. 1-18. 

Büyükbaş, H., “Avrupa Güvenlik Strateji Belgesi ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi SBF 

Dergisi, Cilt: 61, Sayı: 1, Ankara, 2006, ss. 37-66. 

Caşın, M. H., Özgöker, U., Çolak H., Küreselleşmenin Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve 

Savunma Politikasına Etkisi: Avrupa Birliği, Nokta Kitap Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2007. 

Chaıbı, D., Akçapar, B., “Turkey’s EU Accession: The Long Road from Ankara to Brussels”, 

Yale Journal of International Affairs, Cilt:1 Sayı: 2, New Haven, 2006, ss. 50-57. 

Çayhan, E., “Towards a European Security and Defense Policy: With or Without Turkey?”, 

in: Turkey and the European Union Domestic Politics, Economic Integration and International 

Dynamics, Editör: Ali Çarkoğlu - Barry Rubin, Frank Cass Publisher, Londra, 2003, ss. 35- 55. 

Demirdöğen, Ü., “Nice Zirvesi Sonrasında Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve 

Türkiye”, İstanbul Kültür Üniversitesi Güncesi, Cilt: 1, Sayı: 2, İstanbul, 2002, ss. 69-76. 

Desai, S., “Turkey in the European Union: A Security Perspective – Risk or Opportunity”, 

Defense Studies (Routledge), Cilt: 5, Sayı: 3, Londra, 2005, s. 366-393. 

Efe, H.,“AB’nin Gelişen Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye“, Gazi 

Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 3, Ankara, 2007, ss. 127-145. 

Elbasan P., Şeker, B. Ş.,“Balkanlarda Güvenliğin Sağlamasında Türkiye’nin Rolü ve 

Karşılıklı Çıkarlar”, in: 21’inci Yüzyılda Uluslararası Örgütlerin Güvenlik Yaklaşımları ve 

Balkanlar’ın Güvenliği, Uluslararası Balkan Kongresi, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli, 28-29 Nisan 2011, ss. 603-618 

Gasparini, G., Silvestri, S.,“A Strategic Approach”, Turkey And European Security: IAI 

TESEV Report, Giovanni Gasparini (Edt.), Roma, 2006, ss. 65-75. 

Tangör, B., Avrupa Güvenlik Yönetişimi: Bosna, Kosova ve Makedonya Krizleri, Seçkin Yayınları, 1. Baskı, 2008, s. 175. 

Tangör, B., “Dış Güvenlik ve Savunma Politikaları” Avrupa Birliği: Tarihçe, Teoriler, 
Kurumlar ve Politikalar, Editör: Belgin Akçay – İlke Göçmen, Seçkin Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2012, ss. 579-610. 

Yılmaz, S., “Turkey and the European Union: A Security Perspective”, Turkey And 

European Security: IAI-Tesev Report, Giovanni GASPARINI (Edt.), Roma, 2006, ss. 51-65. 

Zhussipek, G., “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın Tanımı ve Düşünsel Arka Planı”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 
Cilt: 5 Sayı: 19, Uşak, 2009, ss. 71-88. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

267 Seiju DESAI, “Turkey in the European Union: A Security Perspective – Risk or Opportunity”, Defense Studies (Routledge), Cilt: 5, Sayı: 3, 2005, s. 369 
268 http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/eb/eb62/eb62_en.htm (erişim tarihi 16.05.2013) 
269 Galym ZHUSSIPBEK, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın Tanımı ve Düşünsel Arka Planı”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt: 5 Sayı: 19, 2009, s. 77 
270 Pınar BİLGİN, “A Return to ‘Civilization Geopolitics’ in the Mediterranean? Changing Geopolitical Images of the European Union and Turkey in the Post-Cold War Era”, Geopolitics, Cilt: 9, Sayı: 2, 2007, s. 270 
271 Can BUHARALI, “Turkey’s Foreign Policy Towards EU Membership: A Security Perspective”, Turkish Policy Quarterly, Cilt: 3, Sayı: 3, 2004, s. 6 
272 Burak Tangör, “Dış Güvenlik ve Savunma Politikaları”, İçinde: Avrupa Birliği: Tarihçe, Teoriler, Kurumlar ve Politikalar, Belgin AKÇAY ve İlke GÖÇMEN (Edt.), Seçkin Yayınları, Ankara, 2012, s. 589 
273 Ülkü Demirdöğen, “Nice Zirvesi Sonrasında Avrupa Güvenlik Savunma Politikası ve Türkiye”, İstanbul Kültür Üniversitesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2, 2002, s. 70 
274 Tangör, 2012, s. 590-591 
275 Haydar Efe, “AB’nin Gelişen Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye“, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 3, 2007, s. 133 
276 EFE, 2007, s. 135 
277 Burak Tangör, Avrupa Güvenlik Yönetişimi: Bosna, Kosova ve Makedonya Krizleri, Seçkin Yayınları, 2008, s. 175 
278 Demirdöğen, 2002, s. 74-75 
279 Esra Çayhan, “Towards a European Security and Defense Policy: With or Without Turkey?”, İçinde: Turkey and the European Union Domestic Politics, Economic Integration and International Dynamics, Ali Çarkoğlu ve Barry Rubin (Edt.), Frank Cass Publisher, Londra, 2003, s. 176 
280 Çayhan, 2003, s. 48 
281 Efe, 2007, s. 139 
282 Giovanni Gasparini ve Stefano Silvestri, “A Strategic Approach”, Turkey And European Security: IAI-Tesev Report, 2006, s. 69 
283 Çayhan, 2007, s. 46 
284 Efe, 2007, s. 129 
285 Çayhan, 2003, s. 46 
286 Efe, 2007, s. 129 
287 Hakkı Büyükbaş, “Avrupa Güvenlik Strateji Belgesi ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 61, Sayı: 1, 2006, s. 62 
288 Efe, 2007, s. 139 
289 Büyükbaş, 2006, s. 45 
290 Çayhan, 2003, s. 46 
291 Denis Chaıbı ve Burak Akçapar, “Turkey’s EU Accession: The Long Road from Ankara to Brussels”, Yale Journal of International Affairs, Cilt:1 Sayı: 2, 2006, s. 54 
292 Meltem Müftüler Baç, “Turkey’s Accession to the EU: its Potential Impact on Common European Security and Defense Policy”, Turkey And European Security: IAI-Tesev Report, Giovanni Gasparini (Edt.), Roma, 2006, s. 25 
293 Suhnaz Yilmaz “Turkey and the European Union: A Security Perspective”, Turkey And European Security: IAI-Tesev Report, Giovanni Gasparini (Edt.), Roma, 2006, s. 61 
294 Pınar Elbasan ve Burak Ş. Şeker, “Balkanlarda Güvenliğin Sağlamasında Türkiye’nin Rolü ve Karşılıklı Çıkarlar”, İçinde: 21’inci Yüzyılda Uluslararası Örgütlerin Güvenlik Yaklaşımları ve Balkanlar’ın Güvenliği, Uluslararası Balkan Kongresi, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli, 28-29 Nisan 2011, s. 615 
295 Elbasan ve Şeker, 2011, s. 618 
296 Tangör, 2008, s. 197 
297 Tangör, 2008, s. 198-200 
298 Tangör, 2008, s. 200-201 
299 Baç, 2006, s. 23 

***

30 Mayıs 2019 Perşembe

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 8

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 8



   ABD, özellikle Orta Doğu açısından Türkiye’ye önemli roller biçmekte, Orta Doğu politikasında Türkiye’ye önemli bir yer vermektedir. 

Türk yöneticiler de bunu bildikleri için özellikle zor zamanlarında ABD’ye bölge olaylarında büyük destek verirken, bölgedeki konumlarının kötüleşmemesi için de ihtiyatlı davranmaya, bir denge durumu bulmaya çalışmaktadırlar. Savunma alanındaki ortak projeler, Türk liderler açısından iki devletin çıkarlarının eşit şekilde korunmasını, ilişkileri daha samimi ve âdil temele oturtmasını, veren-alan ilişkisinden uzaklaşılmasını temsil etmesi açısından özellikle önemlidir. Türk liderlerin beklediği Amerikalıların ilişkilerde tek yönlü ve tek yanlı bir durumun 
ortaya çıkmamasına özen göstermeleri ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren konularda kendilerinin görüşünü almadan tek taraflı uygulamalara gitmemeleri dir. Kısacası onlar yeni dünya şartlarında çok daha dengeli, eşit, çok yönlü ve mâkul bir ittifaktan yanadırlar. 

DİPNOTLAR;

1 R. L. Rothstein, Alliances and Small Powers, New York: Columbia University Press, 1968, ss. 24, 25, 29, 49, 50, 118, G. Liska, Alliances and Third World, Baltimore: The John Hopkins Press, 1968, ss. 26, 27, O. R. Holsti ve di¤. (der.), Unity and Disintegration in International Alliances, New York: Willey, 1973, s. 97. 
2 M. Gönlübol, "NATO, USA and Turkey", içinde, K. H. Karpat (der.), Turkey's Foreign Policy in Transition, Leiden: E.J. Brill, 1975, ss. 47, 49. 
3 G. S. Harris, Troubled Alliance, Washington D.C.: American Enterprise Institute, 1972, s. 21. 
4 M. Handel, Weak States in the International System, Londra: Frank Cass, 1981, s. 179. 
5 Holsti ve dig., a.g.e., s. 13, G. Liska, Nations in Alliance, Baltimore: John Hopkins Press, 1968, s. 14. 
6 L. Tansky, U.S. and U.S.S.R. Aid to Developing Countries: A Comprehensive Study of India, Turkey and the U.A.R., New York: Frederick A. Praeger, 1967, ss. 39, 46. 
7 W. C. Olson ve di¤., The Theory and Practice of International Relations, Englewood Cliffs: Prentice Hall, 1983, s. 220, Rothstein, a.g.e., ss. 118, 121, Handel, a.g.e., s.126, 128. 
8 Holsti ve di¤., a.g.e., ss. 12, 30, 54, 265, 268 Liska, Nations in Alliance, a.g.e., s. 90., 
9 ``Türkiye'yle siyasî değerler, ekonomik çıkarlar ya da ortak tarihî tecrübeden çok güvenlik endişesini paylaştık.'' M. Stearns, Entangled Allies: U.S. Policy Toward Greece, Turkey and Cyprus, New York: Council on Foreign Relations Press, 1992, s. 21. 
10 Handel, a.g.e., s. 148, Liska, Alliances..., a.g.e., ss. 28, 29. 
11 Rothstein, a.g.e., ss. 32, 117, 247, Handel, a.g.e., s. 121. 
12 E. B. Haas, Beyond the Nation-State, Stanford: Stanford University Press, 1964, s. 13. 
13 Rothstein, a.g.e., ss. 44, 47, 48, 61-62, 120-121, 123. 259, Liska, Alliances..., a.g.e., s. 28, E. N. Botsas, 
"The U.S. Cyprus Turkey Greece Tetragon", Journal of Political and Military Sociology, c. 16, no. 2, 1988, s. 252. 
14 Rothstein, a.g.e., ss. 124-126, 260. 
15 Olson ve di¤. (der.), a.g.e., ss. 220, 221, Holsti ve di¤., a.g.e., ss. 23, 57, 263.Rothstein, a.g.e., s. 56. 
16 R. C. Campany, Turkey and the United States, New York: Praeger, 1986, ss. 80, 82, Stearns, a.g.e., s. 16. 
17 H. A. Kissinger, The Troubled Partnership, New York: McGraw Hill, 1965, s. 226, Rothstein, a.g.e., ss. 57, 120, 121-124, Olson ve di¤. (der.), a.g.e., ss. 28, 32-33, 222, Harris, a.g.e., ss. 204, 205. 
18 Campany, a.g.e., s. 81. 
19 Campany, a.g.e., ss. 5-6, Holsti ve di¤., a.g.e., ss. 16, 17, 58, 88, 92, 93, 97. 
20 C. C. Shoemaker, J. Spanier, Patron-Client State Relationships, New York: Praeger, 1984, ss. 13-15, 18-22, Handel, a.g.e., ss. 132-137, B. E. Moon, ``Consensus or Compliance? Foreign Policy Change and External 
Dependence", International Organisation, c. 39, No. 2, 1985, ss. 308-309. 
21 E. R. Witkoff, ``Foreign Aid and United Nations Votes: A Comparative Study", The American Political Science Review, c. 67, No. 3, Eylül 1973, ss. 868-888, Richardson, a.g.e., ss. 1098-1109, Moon, a.g.e., ss. 297-329, 
Witkoff, a.g.e., ss. 879-880, Middle East Record, c. 2, 1961, ss. 4, 7-13, c. 3, 1967, ss. 91-103. 
22 T. A. Couloumbis, The United States, Greece and Turkey, New York: Praeger, 1983, ss. 171-195. 
23 F. Ahmad, The Turkish Experiment in Democracy, Londra: the Royal Institute of International Affairs, 1977, ss. 390, 395, 396, F. A. Vali, Bridge Across the Bosporus: the Foreign Policy of Turkey, Londra: John Hopkins Press, 1971, ss. 38, 126. 
24 Documents on International Affairs, The Royal Institute of International Affairs, Oxford University Press, 1951, s. 65, 1956, ss .341-342, 1957, s. 259. 
25 Harris, a.g.e, ss. 221-223. 
26 Aynı eser, ss. 53-54, 55, 81. 
27 Campany, a.g.e., ss. 103-123. 
28 D. A. Rustow, Turkey: America's Forgotten Ally, New York: Council on Foreign Relations, 1987, ss. 104-105. 
29 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, c. II, Ankara: Türkiye İş Bankası, 1994, s. 297. 
30 Aynı eser, ss. 304-305, Rustow, a.g.e., s. 106. 
31 P. B. Henze, "Out of Kilter: Greeks, Turks and U.S. Policy", National Interest, c. 8, 1987, s. 82, Stearns, a.g.e., ss. 43,167n. 
32 Stearns, a.g.e., ss. 40, 42-44, Richard Perle, "Turkey and U.S. Military Assistance" içinde G. S. Harris (der.), The Middle East in Turkish-American Relations, Washington: The Heritage Foundation, 1985, s. 23, E. B. 
Laipson, "U.S.-Turkish Friendly Friction", Journal of Defense and Diplomacy, c. 3 (9), 1985, s. 22. 
33 George McGhee, The US-Turkish-NATO-Middle East Connection, Londra: Macmillan, 1990, ss. 168-169, 173, R. N. Haass, "Managing NATO's Weakest Flank: the United States, Greece and Turkey", ORBIS, c. 30, 
No. 3, 1986, ss. 466-467, Stearns, a.g.e., ss. 43,49-50. 
34 Rustow, a.g.e., ss. 108-111, Stearns, a.g.e., ss. 52,150, McGhee, a.g.e., ss. 176, 177. The Economist, "Star of Islam", 14.12.1991, s. 4. 
35 Rubin, "U.S. Middle East Policy in the Turkish Context" içinde Harris (der.), a.g.e., ss. 78, 79. 
36 The Economist, "Star of Islam", s. 4. 
37 Stearns, a.g.e., ss. 68-69, 81. 
38 M. H. Yavuz and M. R. Khan, "Turkish Foreign Policy Toward the Arab-Israeli Conflict: Duality and the Development (1950-1991)", Arab Studies Quarterly, c. 14 (4), 1992, ss. 81-82, Rustow, a.g.e., ss. 115, 133n. 
39 Rustow, a.g.e., ss. 106, 124, Hasan Köni, "Yeni Uluslararas› Düzende Türk-Amerikan ‹liflkileri", Yeni Türkiye, No. 3, 1995, s. 435, McGhee, a.g.e., s. 180. 
40 The Economist, 'Star of Islam', s. 4, Yavuz and Khan, a.g.e., s. 86, Newsweek, 06.04.1992, s. 15. 
41 McGhee, a.g.e., ss. 161-167, Köni, a.g.e., s. 429. 
42 L. H. Bruce, "Cyprus: A Last Chance", Foreign Policy, No. 58, 1985, ss. 115-116, 119, 129, 133. 
43 Rustow, a.g.e., ss. 101-102, 103, McGhee, a.g.e., ss. 167-168. 
44 Şükrü Gürel, "A General Appraisal of Current Turkish Foreign Policy" içinde M. Ayd›n (der.), Turkey at the Threshold of the 21st Century, Ankara: International Relations Foundation, 1998, ss. 11-12, S. Demirel, "Turkey and NATO at the Threshold of a New Century", Perception, c. 4, No. 1, 1999, s. 7. 
45 Beyaz Kitap Savunma 1998, Ankara: Millî Savunma Bakanl›¤›, 1998, ss. 2, 3, 60, Duygu B. Sezer, "Turkey’s New Security Environment, Nuclear Weapons and Proliferation", Comparative Strategy, c. 14, No. 2, 1995, 169. 
46 Ian O. Lesser, Bridge or Barrier: Turkey and the West After the Cold War, Santa Monica: Rand, 1992, s. 24, Malik Müfti, "Daring and Caution in Turkish Foreign Policy", Middle East Journal, c. 52, No. 1, 1998, ss. 35, 36, 40. 
47 William Hale, "Turkish Foreign Policy After the Cold War", Turkish Review of Balkan Studies, 1993, No. 1, ss. 233-234, Shireen Hunter,  "Bridge or Frontier? Turkey’s Post-Cold War Geopolitical Posture", The International Spectator, c. 34, No. 1, s. 65. 
48 Lesser, a.g.e., ss. vii, 14, 26, 35, 43, James Brown, Delicately Poised Allies: Greece and Turkey, Londra: Brassey’s, 1991, ss. 87, 93. 
49 Muzaffer Özsoy, "Dünü ve Bugünüyle Türk Savunma Stratejisi" içinde Türkiye’nin Savunmas›, Ankara: D›fl Politika Enstitüsü, 1987, ss. 80-81. 
50 Ömür Orhun, "The Uncertainties and Challenges Ahead: A Southern Perspective", Perceptions, c. 4, No. 1, 1999, s. 30. 
51 Beyaz Kitap, a.g.e. ss. 25-26. 
52 Lesser, a.g.e., ss. 12, Brown, a.g.e., s. 66, fiadi Ergüvenç, "Turkey: Strategic Partner of the European Union", Foreign Policy, c. 20, No.1-2, 1996, ss. 5-9. 
53 Nur-Bilge Criss, "International Institutions and European Security: A Turkish Perspective" içinde M. Carnovale (der.), European Security and International Institutions After the Cold War, Londra: Macmillan, 1995, s. 202. 
54 John Barrett, "Current Political Agenda of the Atlantic Alliance and Turkey" içinde Ayd›n, a.g.e., s. 35, Beyaz Kitap, a.g.e. ss. 25, 28, Demirel, a.g.e., s. 10, Orhun, a.g.e., ss. 27, 28. 
55 Lesser, a.g.e., ss. vi, 1, 5. 
56 Beyaz Kitap, a.g.e. ss. 7, 27, 33, Demirel, a.g.e., s. 10, Orhun, a.g.e., s. 27. 
57 Criss, a.g.e., ss. 207-208, Sezer, a.g.e., ss. 153-155, 158, Müfti, a.g.e., s. 40. 
58 Brown, a.g.e., ss. 141, 142, Sezer, a.g.e., s. 152. 
59 Hale, a.g.e., ss. 242, 245, , Müfti, a.g.e., ss. 37, 47. 
60 Gürel, a.g.e., s. 15, Beyaz Kitap, a.g.e., s. 36. 
61 Turan Yavuz, ABD’nin Kürt Kart›, ‹stanbul: Milliyet Yay›nlar›, 1993, ss. 103, 163, 231-235, 262, 273-274, 276, 
M. Hüseyin Buzo¤lu, Körfez Krizi ve PKK, Ankara: Strateji (ty), ss. 134, 136-138. 
62 Lesser, a.g.e., ss. 22, 23, 
63 Gürel, a.g.e., ss. 13, 21. 
64 Obrad Kesic, "American-Turkish Relations at a Crossroads", Mediterranean Quarterly, c. 6, No. 1, 1995, ss. 105-106, Hale, a.g.e., s. 238. 
65 Alain Gresh, "Turkish-Israeli-Syrian Relations and Their Impact on the Middle East", Middle East Journal, c. 52, No. 2, 1998, s. 191. 
66 Gürel, a.g.e., ss. 12, 14, Beyaz Kitap, a.g.e., s. 3, Kesic, a.g.e., s. 98, Demirel, a.g.e., ss. 8-9, Hunter, a.g.e., s. 71. 
67 fiadi Ergüvenç, "Turkey’s Strategic Importance in Military Dimension: A Regional Balance Holder" içinde Aydın, a.g.e., ss. 62-63, 65-67, 
     Brown, a.g.e., ss. 112, 114, 159, Jed C. Snyder, Defending the Fringe: NATO, the Mediterranean and the Persian Gulf, Londra: Westview Press, 
     1987, ss. 45, 122-123. 
68 Gürel, a.g.e., ss. 14-15, Beyaz Kitap, a.g.e., ss. III, 7, 25, 32. 
69 Lesser, a.g.e., ss. 26, 37. 
70 Kesic, a.g.e., ss. 98, 101, Hale, a.g.e., ss. 239, 243, 247, Hunter, a.g.e., ss. 69, 75, 78. 
71 Lesser, a.g.e., ss. 1, 5, 7, Hale, a.g.e., s. 244, Demirel, a.g.e., ss. 8, 10. 
72 Gresh, a.g.e., ss. 189-193, 203. 
73 Brown, a.g.e., ss. 152, 153, 155, Beyaz Kitap, ss. 125-126, 129. 
74 Lesser, a.g.e., ss. vii, 34-35, 38, 43-44, Beyaz Kitap, s. 28. 


***

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 7

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 7



    Yukarıdaki sorunlarda ve başka uluslararası olaylarda Batı’nın Türkiye’nin beklediği tepkiyi vermemesi ve Türkiye’ye artık fazla önem vermediğini gösterir şekilde Türk yöneticilerin hassasiyetlerini dikkate almaması, bir taraftan geleneksel Türk yönetici kesimini, Türkiye’nin büyüklüğünü ve Batı’ya muhtaç olmadan yaşabileceğini vurgulayan açıklamalar yapmaya iterken,63 diğer taraftan da Batı’ya güvenilemeyeceği savını öne süren İslamcı ve Milliyetçi kesimleri haklı çıkararak onların Türk iç politikasında olduğu kadar dış politikasında da etkilerini artırmalarında rol oynamıştır.64 Bu noktada geleneksel yöneticiler ve askerî çevreler, Batı’nın, tavrını devam ettirmesi hâlinde 
Türkiye’de ve bölgede fundamentalizmin hâkimiyet elde ederek Batı’nın güvenliği için büyük bir tehdit haline geleceği uyarısında bulunsalar da, aynı zamanda kendileri de başka seçenekler aramaktadırlar böylece Batı’nın kendilerine gereken önemini vermesini sağlamayı da ummaktadırlar.65 

Daha bağımsız hareket edildiği görüntüsü verme dışında Türk yöneticilerinin Batı’nın gözünde Türkiye’nin önemini vurgulamaya yönelik açıklamalar yapmaları ve bu arada içeride İslamî muhalefete karşı harekete geçmeleri, Türk iç ve dış politikasının son dönemlerdeki en önemli konularıdır. 
Türkiye’nin, Batı’yla bütünleşmeye ve Batı yönelimini korumaya kendini adamış, serbest piyasa ekonomisine sahip, laik ve demokratik bir devlet olarak Orta Doğu’daki ve Orta Asya’daki devletler için mükemmel bir model sunduğu ve bölgede İran’ın temsil ettiği fundamentalist İslam’ın etkinliğini artırmasına karşı panzehir oluşturduğu Türk liderlerin en fazla dile getirdikleri söylemdir.66 

Onlara göre Türkiye, Batı’ya yönelik tehditleri önlemede ön cepheyi teşkil eden, Batı’nın güvenliği için büyük askerî kuvvet ayırabilecek durumda olan, petrol gibi stratejik kaynakların bulunduğu bölgelere ulaşmada kapı ya da köprü vazifesi gören, fizikî gücüyle ihmal edilemeyecek, dengelerde gözetilmesi gereken bir bölgesel devlet konumunda bulunan, sağladığı üsler ve işbirliğiyle Batı’nın 
bölgede etki kurmasında ve müdahale etmesinde kilit rol oynayan bir ülkedir.67 Ayrıca Türkiye, bölgesinde ve dünyanın başka yerlerindeki krizlerde BM kararlarına ve çağrılarına uyarak, saldırgan devletlere karşı girişilen operasyon lara ve barışı sağlama projelerine askerî kuvvet vererek, krizleri önleme ve yönetme misyonlarına dahil olarak dünya ve bölge barışına ve istikrarına katkıda bulunabileceğini ortaya koymuştur.68 Kendisini de içine alacak bir savaşın çıkmaması, istikrarın sağlanması ve tarihî bağları bulunan toplulukların soykırıma tabi tutulmaması için Türkiye’nin Balkanlarda eskisinden çok aktif bir tavır takınması da onun Batı sisteminin ve güvenliğinin bir parçası olduğunu 
tasdik etmektedir. Türkiye’nin Orta Doğu krizlerinde Batı’ya yapacağı yardım ve Batı adına oynayacağı rol ise ABD ve Batı gözündeki önemini vurgulamak için elinde tuttuğu en önemli kozlardan bir tanesidir. 

Türkiye, genelde ABD’nin Orta Doğu’da gerçekleştirdiği girişimlerden bölge devletleriyle arasını bozmamak için uzak durmakta ve Ortadoğu’nun girift sorunları içine girmemek gibi bir politika izlemektedir. Ancak son zamanlarda Irak’a ambargo uygulanmasına uymak, İncirlik üssünü Irak’a yapılan saldırılarda kullandırtmak, İsrail’le güvenlik ilişkilerine girmek gibi cesur hareketlerde bulunarak ABD’nin politikalarındaki yerini ortaya koymaya çalışmaktadır. Yine de bölgede kendi politikalarının ABD’ninkilerle uzlaşmaması ihtimalinin oldukça yüksek olduğunun ve bu yüzden Ortadoğu barış sürecinde İsrail ve Filistinlileri eşit oranda desteklemek örneğinde olduğu gibi denge politikası izlemenin birçok durumda en iyi yol olduğunun bilincindedir. 

NATO’nun kendi bölgesi dışında sorumluluk kabul etmesinde de Türkiye ihtiyatlı davranmakta, uygun gördüğü durumlarda önemini göstermek için sonuna kadar destek vermekte, karmaşık durumlarda da çekinikler kampında yeralmaktadır.69 Bazı Türk politikacıların Orta Asya Devletleri’yle ilişkilerle ilgili olarak Adriyatik’ten Çin’e kadar uzanan bölgede bir Türk birliğinin oluşturulmasından bahsetmeleri de hem Türkiye’nin dünya politikasındaki ağırlığını ortaya koymaya, hem de Türkiye’yi ihmal eder görünen Batı’ya Türkiye’nin her zaman onlara muhtaç olmayacağı yolunda ikazda bulunmaya yöneliktir. Ancak Türkiye’nin Orta Asya’yla bağlantılarını Batı’yla ilişkilerine alternatif olarak değil, fakat onları kuvvetlendirici bir araç olarak gördüğü, Orta Asya devletlerinin de Türkiye’ye ağabeylik rolü biçmedikleri kabul edilen bir gerçektir. Türkiye, zamanında Orta Asya’da çok geniş bir role soyunmuş, ancak kapasitesinin yeterli olmadığını ve Rusya’nın buna müsaade etmeyeceğini görerek ikinci plana çekilmiştir. Sonuçta Rusya’nın da eski etkin konumuna gelemeyeceği anlaşılmış, Türkiye ise daha akılcı politikalarla Orta Asya devletleriyle ilişkisini sağlam bir tabana oturtmayı bilmiştir. Orta Asya devletleri, daha çok Batı’yla yakın 
ilişkiler kurmuş olduğu için Türkiye’yle ilişkilerine değer vermekte, bu da Türkiye’nin Batı nezdindeki konumunu güçlendirmektedir.70 

Türk liderlerin Orta Asya’yla ilgili olarak en fazla Bakü-Ceyhan petrol hattının gerçekleştirilmesine önem atfettikleri açıktır. Bu şekilde Türkiye, ekonomik gelir elde etme yanında önemli bir enerji terminali haline gelerek Batı gözündeki ve dünya politikasındaki etkisini artıracak, Avrupalıların kendisine bağımlı hâle gelmesiyle onlar karşısında daha rahat hareket edebilecek ve en önemli rakipleri Rusya ve İran karşısında bölgedeki konumunu güçlendirecektir. 

Türk yöneticiler, Batı’nın tavrından duyulan hayal kırıklığı karşısında Türkiye’nin Batı yönelimli politikalarının garanti olmadığını, Batı karşısında alternatiflerinin 
de bulunduğunu ve oldukça bağımsız, çok boyutlu ve esnek politikalar takip edebileceğini göstermek için KEİ, ECO ve D-8 gibi uluslararası projelere de girişmişlerdir ki, aslında bu girişimlerin temelinde de Batı’nın gözünde önem kazanmak ve Batı’yla ilişkileri geliştirmek yattığı bilinmektedir.71 Türkiye’nin yeni dönemde Batı’nın yanında yer alabilmek, özellikle ABD’nin gözünde değerini artırmak ve çıkarlarını daha iyi koruyabilmek için en önemli adımlardan bir tanesi de İsrail’le ilişkilerini güvenlik boyutunu içerecek derecede geliştirmektir. 
Bölgedeki dengeleri değiştirme ve Türkiye’nin bölgedeki konumunu tehlikeye atma potansiyeline sahip bu gelişme, Türkiye’nin bölge ülkelerinin tepkisini çok ciddiye almayacak kadar kendini güçlü gördüğünü göstermesi ve iç ve dışta Batı’nın desteğini kaybetmenin olumsuzluklarını en iyi girişimi yönlendiren Türk ordusunun hissettiğini ortaya koyması açısından da ilginçtir.72 Son olarak, Türkiye’nin uzun süredir savunma ihtiyaçlarını büyük ölçüde kendi imkânlarıyla karşılamak için projeler üretmeye çalışması, bu alanda tek bir kaynağa 
bağlı kalmamak için değişik seçenekler üzerinde durması, kendi özel firmaları dışında Batı firmalarıyla ortak projelere girişmesi de kendi güvenliğini en iyi şekilde sağlamanın yanında Batı’nın gözünde önemini artırmaya yöneliktir.73 

Sonuç 

Avrupa’yla ilişkilerin eskiden beri hep zor olması ve daha az güvenilir olması karşısında, Türkiye’nin yeni düzende tehdit algılaması ve ileriye dönük düşünceleri ve çabaları konusunda yukarıda yapılan açıklamalarda Batı sözcüğü pratikte daha çok ABD yerine geçmektedir. Türkiye’nin eskiden beri ilişkilerinin ve özellikle savunma temaslarının Amerikan ağırlıklı olduğu, ABD’nin dünya sistemine eskiden çok daha fazla hâkim durumda bulunduğu, olayların gelişiminde en etkili güç olma özelliğini koruduğu, Batı güçlerini hâlâ kendi çizgisinde ve peşinde götürmeyi başardığı ve Orta Doğu gibi Türkiye için de önemli stratejik bölgelerde en etkin güç olduğu göz önüne alındığında bu 
durum daha iyi anlaşılmaktadır. 

Türkiye ve ABD hâlâ birbirlerine yerleri kolay kolay doldurulamayacak müttefikler olarak bakmaktadırlar. Ancak Türkiye iki devlet arasındaki ittifakın, savunma boyutu dışındaki ekonomi gibi boyutlarına da önem verilerek yeni bir çehre kazandırılmasını, değişik ayaklar üzerine oturan, iki tarafa da fayda sağlayan bir ittifak haline getirilmesini istemektedir. Savunma boyutu üzerinde yoğunlaşılması demek, ABD’nin Türkiye’den gerçekleştirdiği müdahalelere daha aktif katılmasını, topraklarını ve üslerini Amerikan kullanımına daha fazla 
açmasını istemesi demek olup, bunun Türk yöneticileri oldukça rahatsız edeceği açıktır.74 

Onların beklediği ise iki devletin birbirlerinin güvenliklerine karşı sorumlulukları na tam olarak sadık kalmaları, savunma ilişkilerinin ve yardımın yabancı unsurlardan arındırılması, yardım olma konumundan uzaklaşmış yardımın rasyonel temellere oturtulması, savunma malzemesi alış verişindeki haksız kısıtlamaların kaldırılması, ekonomi alanında Türkiye’nin kalkınmasına yardım edecek unsurlara özel önem verilmesi, ekonomik ilişkilerdeki engellerin ve kısıtlamaların kaldırılarak ithalat-ihracat dengesindeki aşırı haksızlığın 
hafifletilmesi, ve iki devletin birbirlerinin gururlarını rencide edecek davranışlardan kaçınmalarıdır. 

ABD açısından Türkiye’nin bölgedeki girişimlerine ve stratejik öneminin artmasına destek verilmesi önemli faydalar getirecek gibi gözükmektedir. Türkiye bölgede ABD’den farklı çıkarlara ve politikalara sahip olabilecekse de önemli projelerinde ABD’den destek gördüğünde iki devletin çıkarlarını koruyacak şekilde hareket edebilecek, bu da ABD’nin bölgedeki konumunu güçlendirecektir. 

8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 6

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 6



Türkiye için SSCB gibi büyük bir tehdit ortadan kalkmıştı ama hem onun devamı Rusya bölgede etki kurmaya çalışarak zaman zaman Türkiye’nin karşısına çıkabiliyor, hem de İran, Irak, Suriye, Yunanistan ve Ermenistan gibi devletlerin oluşturdukları tehditler ve onların kendi aralarında yaptıkları anlaşmalar Türkiye’yi güvenlik açısından eskisinden daha rahat bırakmıyordu.46 

Türkiye’nin kriz merkezleriyle çevrili olarak dünyanın en stratejik bölgelerinden birinde bulunması göz önüne alındığında, güvenlik boyutunu vurgulayarak Batı’yla bağların sıkılaştırılmasını savunan yukarıdaki görüşler haklı görünmekte dir. Ancak diğer taraftan Soğuk Savaş sonrası dönemde güvenlik açısından Türkiye’nin konumunun güçlendiği de açıktır. Türkiye artık SSCB gibi süper bir gücün tehdidi altında değildir. Düşmanca emeller besleyebilecek komşuları vardır, ancak onlar da fizikî güçlerinin yetersiz olması yanında gerek uluslararası 
toplumdan soyutlandıkları ve maddî manevî baskı altında tutularak güçleri zayıflatıldığı, gerekse SSCB’nin desteğini kaybederek etkilerini yitirdikleri için Türkiye için tehdit oluşturmaktan uzak gözükmektedirler.47 

Belki devletlerin Türkiye’ye karşı ortak harekete geçmeleri bir tehdit oluşturabilecek tir, ancak o da uluslararası sisteme büyük darbe vurarak kapsamlı çatışmalara neden olacağı için hem ABD gibi büyük güçlerin tepkisini çekebilecek, hem de Türkiye böyle durumda kendi bağlantılarını devreye sokabilecektir. Sonuçta güvenlik boyutuna aşırı önem verilerek tamamen Batı’ya yönelinmesi gerektiği görüşünün, II. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi bir abartı taşıdığı izlenimi edinilmektedir. 

Güvenlik endişelerinin ciddiyeti ne olursa olsun yeni ortamda Türkiye’nin birçok sorunla karşı karşıya olduğu açıktır. Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla Türkiye’nin, stratejik açıdan öneminin azalıp azalmadığı, Batı’nın gözünde değerini yitirip yitirmediği sorusu bunlardan biridir. Gerçekte Soğuk Savaş sonrasında Türk yöneticilerin birçok girişimlerinin arkasında Türkiye’nin önemini ispatlamak olduğu birçok gözlemci tarafından teslim edilmektedir. Körfez Savaşı ve sonrasındaki bölgesel krizlerde Türkiye’nin hep ön planda yer almasıyla stratejik öneminin kendiliğinden ispatlandığı belirtilmektedir ama Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Türkiye’nin sürekli bir önem taşımaması, marjinalleşme 
eğilimi içine girmesi ve zaman zaman Batı tarafından önemli kararlarda ve olaylarda dikkate alınmaması bir olasılık olarak ortada durmaktadır. Eskiden Türkiye’nin ikinci plana atıldığı durumlarda sistem belirgin olduğu için geri dönüş her zaman mümkün olmuştu. Ancak yeni sistemin kurulması aşamasında AB’ye üyelik konusunda olduğu gibi Türkiye’nin çok geri planda kalması ve sistemin 
vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edilmemesi Türk yöneticiler açısından ciddî bir endişe kaynağıdır. 

Güvenlik konusunda tamamen Batı’ya güvenilip güvenilemeyeceği Türk liderlerin kafasını meşgul eden diğer bir konudur. Eskiden saldırıya uğrama durumunda NATO’nun yardıma gelip gelmeyeceği tartışma konusu yapılmıştı. Karşı blokun ortadan kalktığı, NATO’nun yapılanma, tehdit belirleme, genişleme, yeni görevler üslenme gibi alanlarda bir değişim süreci geçirdiği yeni ortamda ise NATO’nun 
Türkiye’ye yönelik bir saldırıya nasıl karşılık vereceği daha belirsiz hâle gelmiştir. Ayrı ayrı ABD ve Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik gelişmelerde tepkisiz kalabileceği endişesi yanında, NATO’nun hangi saldırılara otomatik karşılık vereceği konusunda bir gri alanın söz konusu olduğu, bunun da en çok Türkiye’yi ilgilendirdiği söylenmektedir. Kanıt olarak öne sürülen de, Körfez Krizi sırasında Türkiye’nin yardım beklentisi karşısında başta Almanya olmak üzere Avrupalı devletlerin oldukça isteksiz davranmasıdır. Zaman zaman Türkiye’ye karşı güvenlik garantisini teyit edici açıklamaların yapılması, ABD’nin bunu göstermek için Türk toprakları üzerinde hava kuvveti bulundurması ve NATO’nun 
Türkiye’nin bulunduğu kanatta varlığını artırmak için AMF gibi projeler sunması da endişeleri tamamen giderememektedir.48 Bu arada Türkiye’nin NATO’ya kapasitesinin üstünde katkıda bulunduğu, karşılığında yeterli yardım, askerî malzeme ve teknoloji alamadığı, ABD’nin belirlediği NATO stratejilerinin Türkiye’nin gerçeklerine uymadığı, onu komşularından uzaklaştırdığı, NATO kararlarında Türkiye’nin etkisiz kaldığı dile getirilen diğer eleştirilerdir.49 Yine de Türk yöneticiler ABD ve NATO bağlantısına Türkiye’nin güvenliği için en iyi 
çözüm olarak bakmaktadırlar.50 Yeni ortamda bekledikleri ise NATO’nun eskiden beri sürdürdüğü kollektif savunma ve saldırılara otomatik karşılık verme ilkelerine bağlı kalması ve Rusya gibi tehdit oluşturacak unsurları gerçek anlamda caydırmasıdır. NATO’nun, Türkiye’nin Batı’ya üyeliğinin sembolü olması, Türkiye’ye Batı forumlarında daha fazla söz hakkı tanıması ve Türkiye üzerindeki Amerikan kontrolü ve baskısını dengelemesi, Türk liderlerin vazgeçemeyeceği diğer hususlardır. 

NATO’nun genişlemesi ve Avrupalı devletlerin NATO’yla ilişkilerini yeniden düzenleyerek kendi savunmalarında daha fazla söz sahibi olmak için AB ve NATO çerçevesinde girişimlerde bulunmaları, hangi noktalara varacaklarının belli olmaması açısından Türk liderleri tedirgin eden konular arasında bulunmaktadır. Türk yöneticiler, kaçınılmaz bir gelişme olarak görünen NATO’nun genişlemesine destek verdiklerini ifade etmektedirler, ancak genişlemeyle birlikte Türkiye’nin öneminin azalacağından da endişe etmekteler ve kademeli bir şekilde 
yapılmasını, NATO’yu zayıflatmaması nı, üçüncü bir tarafa karşı yönetilmemesini ve Rusya’yı üye ülkelerin karşısına dikmemek için Barış İçin Ortaklık projesiyle birlikte yürütülmesini genişlemenin şartları olarak ortaya koymaktadırlar.51 Güvenlik alanında Türk liderlerin başını ağrıtan önemli bir konu da AB üyesi devletlerin Batı Avrupa Birliği ve Avrupa Güvenlik Savunma Kimliği çerçevesinde NATO’dan ayrı olarak Avrupa savunma konsepti ve mekanizmalarını oluşturma yoluna gitmeleri ve Türkiye’yi bu savunma oluşumunun dışında tutma 
eğilimi içine girmeleridir.52 Bu gelişmenin, Türk yöneticiler açısından, içteki Batılılaşma çabalarının darbe alması, Batı karşıtı muhalefetin güçlenmesi, ABD karşısında daha zayıf duruma düşülmesi, güvenlik seçeneklerinin önemli oranda azalması, belli konularda Avrupa’nın dayatmasıyla karşılaşılması, Yunanistan’la sorunlar ve Kıbrıs gibi hayatî konularda zor durumda kalınması gibi ciddî mahzurları olduğu açıktır.53 

ABD’nin istemeyerek de olsa Avrupalıların savunma alanındaki girişimlerine destek vermesi ve genel olarak Batı’nın Rusya’ya, Türkiye’ye göre daha hoşgörülü gözle bakmasıyla da Türkiye’nin marjinalleşmesi gibi ciddî bir olasılık da ortaya çıkabilir gözükmektedir. Türk yöneticilerin bu aşamada yaptıkları, ABD’nin de gelişmelerden hoşnut olmayarak Avrupa’nın çabalarını kontrol etmesini beklemek, NATO’nun Transatlantik bağlantısını özellikle vurgulamak, Avrupa’nın güvenlik sorunlarının tartışılması ve çözülmesi için en uygun ve tek 
forumun NATO olduğunu söylemek ve bu arada ABD’nin de desteğini alarak BAB’a tam üye olmak için çaba göstermektir.54 Ortaya çıkan krizlerde 
Türk liderlerin ön planda rol almaya çalışması ve Türkiye’nin Avrupa’nın çıkarları ve güvenliği için vazgeçilmez olduğunu göstermeye gayret etmeleri de büyük ölçüde Avrupa savunma düzenlemelerinin dışında kalmamaya yöneliktir. Avrupalı devletlerle Türkiye’nin güvenlik kaygılarının son zamanlarda farklılaşıp yolların ayrılmaya başlamasının yanında AB’nin, genişleme sürecine Türkiye’yi dahil etmemesi de Türk liderler açısından ciddî bir gelişmedir. Avrupa dışında kalmak Türk dış politikasının temel, vazgeçilmez amaçlarına ulaşılamaması demek anlamına gelecektir, ancak Avrupa’nın isteklerine boyun eğmenin de Türk devletinin doğrudan varlığını tehdit edeceği düşünülmektedir.55 

Rusya’yla ilgili gelişmeler, Türk yöneticileri en fazla ilgilendiren ve kaygılandıran ve ABD’yle ilişkilerine etkide bulunan konuların başında gelmektedir. Türk liderler Rusya’nın BİO’yla ve NATO’yla ilişkilendirilmesine ve AGİT süreci ve AKKA’yla Batı güvenlik sistemi içinde denetim altında tutulmasına büyük önem vermekte ve bu projelere samimi olarak katkıda bulunmaktadırlar.56 Bu çerçevede üzerinde durdukları diğer konular da Ukrayna gibi Rusya’nın önemli komşularıyla ilişkileri geliştirmek, Rusya’nın NATO’da kararlara etkide 
bulunabilecek bir konuma gelmemesi ve Türkiye aleyhine olabilecek davranışlar da bulunmamasıdır. Nükleer silahlara sahip bulunan, Orta Asya ve Kafkasya’da etkisini yeniden kurmaya yönelen, Türkiye’nin düşman kabul ettiği ülkelerle yakın ilişkilere giren, Boğazların kullanımı ve Orta Asya petrolünün Batı’ya taşınmasında Türkiye’yle anlaşmazlıklara düşen Rusya konusunda Türk liderlerin dikkatli olması beklenen bir durumdur.57 Düşmanlığını çekmemek, iç politikasına etkisini sınırlamak ve ekonomik ilişkileri devam ettirebilmek için Türkiye, Rusya’yla ilişkilerini normal düzeyde tutmak durumunda kalmaktadır ama Rusya’nın, NATO’nun genişlemesine muhalefet etmemesi ve Baltık 
devletlerini serbest bırakması karşılığında Batı’nın anlayışını kazanarak AKKA tavanlarını ihlâl etmesi Türk yöneticiler için sorun oluşturmaktadır.58 
Bu şekilde Rusya Türkiye aleyhine bölgedeki önemini artırmak-ta, ayrıca Batı’nın bazı durumlarda Rusya’yı Türkiye’ye tercih edebileceği de ortaya çıkmaktadır. 

Türkiye’nin ABD’yle ilişkilerini etkileyecek sorunları yukarıdakilerle sınırlı değildir. Azeri-Ermeni çatışmasında Türkiye’nin haklı taraf olan ve kendisiyle kültürel ırksal bağları bulunan Azerbaycan’a yardım edememesi, ABD’yle bağlarının getirdiği kısıtlamaya iyi bir örnektir. 

Kamuoyunun Azerilere yardım edilmesi yönündeki yoğun baskılarına rağmen Türk yöneticiler, başta ABD olmak üzere Batılı devletleri kızdırmamak için Azerbaycan’ın yüzde 20’sinin işgal edilmesini ve Elçi Bey’in iktidardan uzaklaştırılışını seyretmek ve Azerilerin savunma ittifakı teklifini geri çevirmek zorunda kalmışlardır.59 Ermenilere yardım gönderilmesine aracı olması konusunda Amerikan baskısı altında kalan Türkiye, Irak sorununda ABD’nin isteklerine uymaktan dolayı büyük ekonomik kayıplara uğramış, Irak ve bölge devletleriyle ilişkilerini bozmuş, Irak’ın parçalanmışlığından ve güçsüzlüğünden dolayı ayrılıkçı PKK hareketinin güçlenmesiyle güvenliği tehlikeye girmiş, Çevik Güç’e destek vermek ve sınır ötesi operasyonlar yapmak zorunda kalarak bölgenin karmaşık politikalarının ve çatışmalarının içine çekilmiş, Batı’yla 
ilişkilerinin kötüleşmesinin zeminini hazırlamış ve Irak’ın bölünmüşlüğünün önüne geçemeyerek bölgenin dengelerini sarsacak bir faktörün varlığını devam ettirmesini kabullenmek durumunda kalmıştır.60 ABD’nin, politikalarıyla Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasının yolunu açması, Kürtlerle fazla ilgilenerek Kürt kozunu bölge ülkelerine karşı kullanabileceği izlenimini vermesi, zaman zaman Türkiye’nin Kürt sorununa karışarak insan hakları suçlamalarında bulunması ve siyasî çözüm önermesi de Türkiye’nin ABD’yle ilişkilerinde katlanmak zorunda kaldığı diğer olumsuzluklardır.61 Ancak diğer taraftan Türkiye’nin, ABD’ye, PKK’yı terörist örgüt olarak kabul etmesi, PKK’ya karşı sınır ötesi operasyonlarına göz yumması ve Avrupalıların aksine terörizmle mücadelesini desteklemesi açısından muhtaç olduğu da bir gerçektir. Türkiye’nin hayatî gördüğü Yunanistan’la ilgili sorunları ve Kıbrıs meselesini ABD’nin rahatsızlık unsurları olarak görerek çözüm yolunda baskı yapması da Türk yöneticileri ABD’yle ilişkilerinde sıkıntıya sokmaktadır. Türk liderler, bir 
taraftan bu konularda tâviz vermemek için diretmekte, bir taraftan da Batı’dan uzaklaşmasına neden olabilecek bu sorunların bütün meselelerde 
karşısına çıkarılmasından rahatsızlık duymaktadırlar.62 

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 5

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 5



1980’lerde Türk-Amerikan ilişkilerine olumlu yönde etki eden bir gelişme Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini geliştirme sürecine girmesiydi. 

İki devlet ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarları için büyük önem taşıdığı ve Yahudi lobisinin etkin olduğu Kongre’de İsrail’le ilişkilere önem verdiği için Türkiye’nin bu devletle ilişkilerini düzeltmesi ABD gözündeki değerini daha da artıracaktı. Türkiye, Avrupa’da yalnızlaştığı ve Kıbrıs sorununda destek aradığı 1980-1982 döneminde Arapları memnun etmek için İsrail’le ilişkileri düşük düzeyde tutarken, daha sonra Suriye ortak tehdidinin de etkisiyle özellikle terörizmle mücadelede İsrail’e yakınlaşmaya başladı. Kongre’de İsrail lobisinin Türk tezlerini desteklemesi beklentisi ise ilişkilerin gelişmesi sürecini hızlandırdı. Körfez Krizi başlamadan önce Türkiye ve İsrail özellikle ticaret ve istihbarat 
paylaşımı alanında oldukça yol katetmişti.38 

Özal’ın ekonomiyi serbestleştirme, yolunda Amerikan modeli çerçevesinde gerçekleştirdiği reformlar, Türk ekonomisini Amerikan şirketlerine açtığı için ABD tarafından da olumlu karşılanacak bir gelişmeydi. Bu arada ekonominin gelişmesiyle birlikte Özal’ın ABD’yle ilişkilerde daha fazla yardım yerine daha fazla ticaret ilkesini ön plana çıkartması ve bu doğrultuda Amerikan pazarlarının Türk mallarına açılmasını istemesi Amerikalıları pek hoşnut etmeyecekti. Özellikle Türk tekstil mallarına uygulanan kota bundan sonra Türk-Amerikan 
ilişkilerinin değişmez konularından biri olacaktı. Türk-Amerikan ticaret ilişkilerinde Türkiye aleyhine işleyen büyük dengesizlik de, Türk liderleri 
rahatsız etmeye hep devam etti. Amerikan Hükümetinin Türkiye’nin AB üyeliği için verdiği destek ise Türk yöneticileri teselli etmeye yönelik pek mâliyeti olmayan bir karşılıktı.39 

Türkiye’nin rejiminin niteliği, askerî darbelere açık olması, insan haklarıyla ilgili suçlamalar ve siyasal İslam’ın sahip olacağı etki de 1980’lerde Amerikan yöneticilerinin ve özellikle Kongre üyelerinin kafalarını meşgul eden konulardan dı. Askerî idareden sonraki Özal döneminde demokrasi konusunda da bir silkinme yaşanmakta ise de Amerikalılar yine de Türk demokrasisinin her an bir kriz yaşamasından, siyaset ile ordu arasında kurulan dengenin bozulmasından endişe etmekte idiler. Sistemin halkın isteklerini tatmin etmede başarısız olması durumunda İslamcı kesimin etkisini artırması da Amerikalıların dikkatle takip ettikleri bir konuydu. Türkiye’nin kendi sistemini dinin etkisinden kurtararak Müslüman ülkeler için demokratik bir sistem modeli sunması yanında İslam Konferansı’ndaki rolüyle İran’ın bölgedeki etkisini dengelemesi ABD için büyük önem taşımaktaydı.40 

Türkiye’nin güvenliğini korumak için güneydoğusundaki Kürt ayrılıkçı grupla yaptığı mücadelede Batı’dan ve Amerikan Kongresinden insan hakları suçlamalarıyla karşılaşması ise model olması açısından pürüz oluşturan bir noktaydı. Demokrasi tecrübesi farklı olan Amerikalı milletvekilleri, zaman zaman Türkiye’nin bölge ülkelerinden o kadar farklı olmadığını söyleyebilmekte, ağır suçlamalar yöneltebilmekte, bu da Türk yetkililerini fazlasıyla rahatsız etmekteydi. Türkiye’nin 1980’lerin başında olduğu gibi çıkarlarını korumak için zaman zaman Müslüman devletlere yönelmesi ya da Batı’nın tavrından hayal kırıklığına uğrama neticesinde dış politikasının genel yönünü değiştirme olasılığı da uzak görünse de Amerikalıların hesaba katmaları gereken bir faktördü.41 

Türkiye ile Yunanistan’ın aralarında yaşadıkları sorunları ABD’yle ilişkilerine taşımaları, çatışma olasılığıyla hem ABD’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını tehdit etmeleri, hem de NATO ittifakının tesanüdüne zarar vermeleri, iki devletin de müttefiki olan ABD’nin sürekli başını ağrıtan bir konuydu. Amerikan çıkarları ve güvenliği açısından stratejik bir konumda bulunan Kıbrıs adasının iki devlet 
arasında sürekli sorun olma özelliğini koruması ise Amerikalıları oldukça rahatsız etmekteydi. Amerikan Kongresi güçlü Rum lobisinin de etkisiyle konunun peşini hiç bırakmıyor, yönetim de hem sorunun Türk-Yunan savaşına yol açmasından korkuyor, hem de adanın Batı çıkarları için tam olarak kullanılamamasından hoşnut olmuyordu. 

Türkiye açısından ise en önemli dâvalarından birinde baskı altında bırakılmak pek kabullenilebilecek birşey değildi.42 Türk yöneticilerin en fazla anlayamadıkları da diplomatlarının Ermeni terör örgütleri tarafından öldürüldüğü sırada Amerikan Kongresi’nin Ermeni katliamını anma tasarıları görüşerek hem Türkiye’yi dünyanın gözünde küçük düşürme içine girmesi, hem de teröristleri Türk devletine karşı mücadelelerinde teşvik etmesiydi. Bu şekilde Türk halkının Amerikalıların kendilerine nasıl baktıkları konusunda hoş olmayan bir 
imaj edinmeleri sağlanırken, ikincil önemde bir konunun iki müttefik devletin arasını bu derece açmasının anlaşılamaz ve kabul edilemez olduğu ise iki tarafta da ilişkilerin savunucuları tarafından dile getiriliyordu.43 

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türk-Amerikan İlişkilerini İlgilendiren Konular Küreselleşmenin temel akım olduğu, ABD ve AB önderliğinde Batı’nın dünya hâkimiyetinin daha belirginlik kazandığı ve dünya devletlerinin başat güçlerin müdahalesine daha açık hâle geldiği Soğuk Savaş sonrası yeni dönemde Türk liderler II. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi yine yeni düzene dâhil olmayı ve düzenin yürütücüsü ABD’yle birlikte hareket etmeyi seçmişlerdir. Şimdi SSCB gibi tek ve belirgin bir tehdit kaynağı bulunmamaktadır ama Türk liderler belki 
eskisinden daha fazla tehditlerle kuşatıldıklarını söylemektedirler. Türk ekonomisi eskisine göre oldukça güçlüdür, ancak küreselleşme sürecinde rekabet edebilmek için ABD ve AB’yle dengeli ekonomik birlikteliğe gitmesi büyük önem taşımaktadır. Yüksek teknoloji ürünü askerî malzemenin sağlanabileceği en önemli kaynak yine Batı’dır, fakat onları elde etmenin koşullarının eskisi kadar uygun olmayacağı beklenmektedir. Türkiye yine Batı’dan kopmamak için iç sisteminde küresel değerler paralelinde önemli değişiklikler yapmakla karşı karşıya bulunmaktadır. Siyasal İslam’ın yeni düzende temel tehditlerden kabul edilmesi gerçeği doğrultusunda Türk yöneticilerin iç İslamî muhalefete karşı bastırma kampanyasına girişmelerinin bu bakımdan yeterli kabul edilip edilemeyeceği ise belli değildir. Kısacası Türkiye, yeni dünya düzeninin oluştuğu önemli bir dönemeçte bu düzene eskisinden daha aktif bir dünya gücü olarak intibak etme ve katılma süreci yaşamakta 
ve bu süreçte yine ABD’yle ilişkiler temel öneme sahip bulunmaktadır. 

Soğuk Savaş sonrasında Türk liderlerin en fazla üzerinde durduğu şey, Türkiye’nin dünyanın yeni kriz merkezlerinin tam ortasında bulunduğu 
savıdır. Onlara göre Soğuk Savaş döneminde Türkiye, SSCB’nin genişleme yolları üzerinde bulunması açısından stratejik öneme sahip olmasına rağmen, Batılılar tarafından NATO’nun asıl koruması gereken merkez bölgesinden uzakta, SSCB’yi durdurmak için gözden çıkarılabilecek bir kanat ülkesi olarak görülebiliyordu. Şimdi ise merkez bölge nispeten güvenliğe kavuşurken dünya sistemini etkileyebilecek olayların merkezi Balkanlar, Orta Doğu, Orta Asya ve Uzak Doğu’ya doğru kaymış, Türkiye de tam bu bölgenin merkezinde yer alarak 
NATO’nun en önemli ülkesi ve en stratejik merkez cephesi hâline gelmişti.44 Türkiye tam bir istikrarsızlık denizinin ortasında güvenli bir ada konumundaydı. Çevresindeki bölgesel savaşlar, etnik çatışmalar, terörist faaliyetler, dinî fundamentalizm başta olmak üzere radikal akımların eylemleri, komşu devletlerin kitlesel imha silahlarına ve nükleer silahlara sahip olma çabaları ve bazı devletlerin bölgede hâkimiyet kurma girişimleri hem bölge istikrarının sağlanmasında Türkiye’nin Batı için önemini ortaya koymakta, hem de kendi güvenliği için Türkiye’nin Batı’nın garantisini sağlamasının gerekliliğini vurgulamaktaydı.45 

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***