3 Temmuz 2016 Pazar

Libya ve Suriye’de Ayaklanmaları ve Rus Deniz Üsleri



Libya ve Suriye’de Ayaklanmaları ve Rus Deniz Üsleri 

Yazar: Ümit Özdağ
24 NİSAN 2012 SALI

Libya'nın federasyona dönüşmesi talepleri daha çok isyanın merkezi olan ve sürekli geri bırakıldığını düşünen Bingazi bölgesinden geliyor. Bölgenin bir diğer özelliği de Libya petrollerinin büyük bir bölümünün bu bölgede bulunması. Üstelik Bingazi bölgesinde federasyon taleplerini gündeme getiren ve yoğunlaştıran toplantıları düzenleyen Libyalı Amerikan vatandaşı olan bir petrol mühendisi. Bu mühendis, Batılı petrol şirketlerine Libya petrolleri konusunda danışmanlık yapıyormuş.
Şimdi biraz geriye gidelim. Kaddafi, Libya'da demokrasiyi sona erdirerek değil, mutlakiyetçi bir monarşiyi devirerek, garip bir diktatörlük kurmuştur. Kaddafi Libya petrollerini millileştirmiştir ancak Libya halkı Kaddafi döneminde ne ekonomik ne sosyal olarak herhangi bir ilerleme kaydetmemiştir. Büyük petrol gelirlerine rağmen ne temel sosyal hizmetler tamdır ne de ciddi herhangi bir devlet yatırımından bahsedilebilir. Esasen Kaddafi Libya'da 20. Yüzyılın anladığı anlamda bir devlet ve orduda oluşturmamıştır. İşleyen rasyonel bir bürokrasi ve kurumsallaşmış bir ordu yapılanması olmadığı isyan başlaması ile derhal ortaya çıkmıştır. Kaddafi'yi ayakta tutan aşiretler koalisyonu çökünce sistem çökmüştür.

Kaddafi, Libya halkının kaynaklarını israf etmiştir. Petrolden gelen büyük paralar İtalya'da oğlu için futbol takımı satın almak dahil anlamsız işler için harcanmıştır. Kaddafi Libyayı boyundan büyük fantezi işlere sürüklemiştir. Afrika'nın lider ülkesi olmak için kara Afrika'daki savaşlara müdahale, Mısır ile birleşmek için yüz binlerce Libyalının Mısır-Libya sınırına yürütülmesi, IRA gibi örgütlerin desteklenmesi 2.5 milyonluk bir ülkenin gücünü çok aşan işlerdir.

Petrol gelirlerini anlamlı bir şekilde kullanmak yerine fantezilere harcaman Libya'yı geri kalmış bir ülke olarak tutmuştur. Kaddafi'nin devrilmesinden kısa bir süre önce Libya'ya yaptığım bir ziyarette gördüğüm husus Libya'nın başkentinin 2011'de 1960 Ankarasından daha geri bir kent görünümüne sahip olduğu idi. Muhalefet üzerinde büyük bir baskı uygulanarak en küçük bir muhalif gelişmeye izin verilmemiştir. Bütün bunlara rağmen Libya halkının önemli bir bölümü Kaddafi'yi sevmiş ve desteklemiştir. Ancak yukarıda anlattığım şeylerden hiçbirisi NATO'nun Libya'ya müdahale etmesinin gerekçeleri değildir. Eğer sadece anti demokratik rejimlere sahip olmak veya halk ayaklanmaları NATO müdahalesi için gerekçe olsaydı, NATO'nun Suudi Arabistan ve Katar'a da müdahale etmesi gerekirdi. Veya Bahreyn'de çoktan NATO güçleri yerleşmiş olmalıydı.

Peki, Kuveyt'i ve halen devam etmekte olan süreci, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi anti demokratik rejimlerden farklı kılan ve NATO tarafından müdahale edilmeye değer hale getiren ne? Libya ve Suriye halklarının demokrasiyi anılan diğer ülke halklarından daha fazla hak etmeleri mi? Tabii ki değil ve tabii ki sadece bir nedeni de yok. Ancak bir çok 16 Ocak 2009 tarihli Alman Die Welt gazetesinin İngilizce yayınında çıkan "Rusya, Suriye, Libya ve Yemen'de deniz üsleri planlıyor" başlıklı haber Libya, Suriye ve Yemen'de olanları aydınlatmaktadır.

Haberde şöyle denilmektedir: " Moskova'nın büyüyen dış politik hedeflerinin bir göstergesi olarak Rusya, Libya, Suriye ve Yemen'de gelecek birkaç sene içinde deniz üsleri kurma kararı aldı. Bir askeri yetkili "Donanmamız için bu ülkelerde üsler kurmamızın ne kadar zaman alacağını söylemek zor ama şüphesiz birkaç yıl içinde bu gerçekleşecek" dedi. Itar-Tass ajansına açıklama yapan Rus Genelkurmay Başkan yardımcısı Korgeneral Anatoly Nogovitsyn, "yabancı hükümetler ile pazarlıklar gerçekleştirildi. Üsler ile ilgili yayınlar bu tür görüşmeleri olumsuz etkiliyor" demiştir. Ayrıca basına bu deniz üslerinin Yemen'de Sokorta Adasına, Libya'da Tripoli'de ve Suriye'de zaten bir tamir tesisinin bulunduğu Tarsus'da inşa edileceği yer almıştır.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Çevre, Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi Başkanı Dr. Tuğçe Varol ise bu konuda" Son donemde Rusya'da belli çevrelerin bu tür açıklamaları ABD'nin Rusya etrafına kurduğu füze savar sistemlerine karşı bir blöf olarak değerlendirmektedirler. Fakat Rusya Savunma Bakanlığı bu tur bir planlarının olmadığını açıklamıştır." Değerlendirmesini yapmaktadır. Tabii NATO'yu tedirgin eden bir diğer gelişme Libya ile Rusya arasında 140 milyar Dolar tutarında, bedeli petrol ile ödenecek ve S 300 hava savunma sistemlerini de kapsayan bir silah anlaşmasını yapılmış olmasıdır.

NATO'nun Rusya'nın denizlerde tekrar varlık göstermesinden çok rahatsız olduğu bir sır değildir. Bir devletin dünya denizlerinde etkili olabilmesi yaygın bir deniz üssü ağına sahip olmasına bağlıdır. 

Moskova'nın Akdeniz ve Hint Okyanusunda etkin olma girişiminin şimdilik önü kesilmiş görünmektedir. 

Nisan 2012'de Uzakdoğu'nun açık sularında başlayan Rus-Çin büyük deniz tatbikatına bir de bu açıdan bakmakta fayda vardır.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/libya/2012/04/24/6578/libya-ve-suriyede-ayaklanmalari-ve-rus-deniz-usleri

..


Rauf Denktaş Kıbrıs’ın Milli Mücadelesinin Önderi Önünde Saygıyla Eğilerek



Rauf Denktaş Kıbrıs’ın Milli Mücadelesinin Önderi Önünde Saygıyla Eğilerek,



Yazar: Ümit Özdağ,

13 OCAK 2012 CUMA


Bütün hayatını Kıbrıs'ta Türk milleti üzerinde kurulmak istenen Rum ortadoks egemenliğine karşı mücadele ederek geçirdi. Ancak onun mücadelesi sadece Rumlara ve Yunanlılara karşı değildi.

Denktaş, Rum-Yunan ittifakının arkasındaki ABD-AB ittifakının oyunları, Birleşmiş Milletlerin tuzakları ile de mücadele etmek zorunda kaldı. Arkasında Türkiye'nin desteği olduğu sürece Denktaş'ın bütün bu bloğa karşı mücadelesi zorda olsa devam eden bir mücadele idi.

Rauf Denktaş 21. Yüzyıla taşıdığı mücadelesinde ne yazık ki, 2002 Kasımında iktidara gelen AKP Hükümeti tarafından yalnız bırakıldı. Annan Planı adlı Birleşmiş Milletler tuzağı Türkiye ve Kıbrıs Türküne karşı kurulurken, New York'ta ameliyattan çıkmış Denktaş'a karşı küresel bir psikolojik savaş " Mister No " sloganı ile başlatıldı.

AKP Hükümeti ise önce sustu. Denktaş'ı küresel psikolojik saldırının önüne attı. Hatta bu sorun bir an önce çözülmeli diyerek, Annancı bir tavır aldı. AB'nin Türkiye lobisi daha okumadığı Annan Planına televizyonlarda övgüler dizdi. Denktaş, buna rağmen tek başına direndi. Annan Planını iki kez değiştirdi. Ancak artık Türkiye Denktaş'ın arkasında değildi. Hatta AKP Denktaş'ın karşısındaydı. Denktaş, mücadelesini kendisine kalan tek alan ART televizyonuna taşıdı. Her hafta yaptığı televizyon programları ile Türk milletine seslenmeye devam etti.

Bu arada tarih Denktaş'ı haklı çıkardı. Annan Planını Rumlar reddetti. Rumlar ile anlaşmak konusunda çok hevesli olan CTP iktidarı bile Rumlar ile anlaşamadı. Denktaş, kurduğu devletin bayrağının altında hayata gözlerini yumdu. Eminim cennette Atatürk, " Hoş geldin oğlum Rauf " diyerek karşılayacak ve gözlerinden öpecektir.

Allah rahmet eylesin.




..


LİBYA’YI BÖLDÜNÜZ SIRA SURİYE’DE Mİ?



LİBYA’YI BÖLDÜNÜZ SIRA SURİYE’DE Mİ?



Yazar: Ümit Özdağ
08 MART 2012 PERŞEMBE

Bingazi'de yapılan ve yarı-özerkliğin ilan edildiği "SirenaykaHalkının Kongresi" adlı toplantının öncülüğünü ise Amerikan vatandaşı bir petrol mühendisi olan Muhammed Buysiyer yaptı. Buysiyer'in Libya'yı bölmek dışında ikinci işinin petrol şirketlerine danışmanlık olduğu görülüyor.

Ülkenin doğusunda yarı-özerklik ilan edilirken, ülkenin batısında Kaddafi'yi deviren aşiretlerin önde gelenlerinden Misrata ve Zintanlı aşiretleri arasında başkent Trablus'da iç çatışmalar devam ediyor. Kaddafi'nin devrilmesinden sonra yönetimi eline alan Ulusal Geçiş Konseyi artık ülkede gizli bir iç savaş olduğunu kabul ediyor. Hala Kaddafi'ye bağlı olan güçler de varlıklarını sürdürüyorlar. Kısa bir süre önce büyük bir kasaba Kaddafi güçleri tarafından ele geçirildi.

Özetle Libya hızla parçalanmaya doğru sürükleniyor. Sudan'ın güney petrol bölgesinin Ocak 2011'de bölünme kararı alması ve 9 Temmuz 2011'de resmen bölünmesinden kısa bir süre sonra Libya komşusu Sudan'ın ayak izlerini takip ediyor. Batı'nın saygın sesi BBC'de bir süre önce yayınlanan bir yorumda İngiliz tarihçi Peter Jones yaptığı yorumda Libya'nın 1911'de İtalyanlar tarafından yaratıldığını ileri sürerek, iki devletli çözümün en iyi çözüm olduğunu ileri sürerek parçalanmasının tarihsel ve politik meşruluk zeminini hazırlıyor. 
Ülkeler birkaç ayda bölünmez. 

Sudan'da uzun bir iç savaştan sonra bölündü.

Libya'yı bölen güçler şimdi Suriye üzerine odaklanmış durumda. Suriye'de Esat rejimini zor kullanarak devirecek bir askeri müdahalenin Irak benzeri bir iç savaşa neden olması kaçınılmaz. Irak'ta nasıl iktidarı elinde tutan sunni Arap azınlık (%20-25) temsilcisi Saddam'ın devrilmesinden sonra bugüne kadar devam eden bir iç savaşı sürdürdü ise Suriye'de de Nüsayri azınlık kendilerine yönelik intikam, dışlama ve cezalandırma politikalarına tepki olarak Esad öldürülse bile savaşı sürdürecektir. Üstelik, Nüsayrilerin bölgedeki stratejik müttefikleri Irak'taki sunni Arapların sahip olduğu müttefiklerden daha güçlüdürler. İran ve Hizbullah, Suriye iç savaşının mümkün olduğunca uzaması ve sunni Müslüman Kardeşler iktidarının kurulmaması için savaşacaklardır. Nüsayrilerin, Dürziler ve Hristiyanlardan da müttefikler bulması büyük bir olasılıktır.

İsrail'de Suriye'de Müslüman Kardeşlerin iktidarı yerine parçalanmış bir Suriye tercih edecektir. Washington ne düşünür ise düşünsün, İsrail, Mısır ve Suriye'de iki Müslüman Kardeşler iktidarı arasında yaşamak istemeyecektir. 1982'de Dünya Siyonist Örgütü'nün yayın organında çıkan bir makalede İsrail'in güvenliği için Irak'ın şii, sunni ve Kürt olmak üzere üçe, Suriye'nin ise Nüsayri, Dürzi, Şam ve Halep cumhuriyetleri olmak üzere dörde ayrılması fikri savunulmuştur. Irak bölünmüştür. Suriye bu dört bölgeye Kamışlı bölgesinde beşinci bir parçalanma bölgesi olan Kürt bölgesinin katılımı ile beş parçaya bölünmeye doğru ilerlemektedir. Suriye'nin bölünmesi, Türkiye'nin toprak bütünlüğü üzerinde olağanüstü bir yük oluşturacaktır.

Bu arada PKK, İran ile yapılan pazarlık neticesinde ve yüklü bir para alarak, 2000 teröristi Esad rejimine destek vermesi için Suriye'ye kaydırmıştır. Esad'ta PKK'nın önemli bir gücünü Halep'in kuzeyine Türk bölgelerine baskı yapacak şekilde yerleştirmiştir. PKK bugün için Esad'ın yanındadır. Ancak Esad'ın devrilmesi durumunda Kamışlı bölgesinde en etkin politik-askeri güç haline gelmesi muhtemeldir.

PKK, Türkiye içinde de DHKP/C, TKP/ML gibi terörist örgütler ile işbirliği yaparak, elindeki terörist unsurların önemli bir bölümünü Suriye'ye kaydırdığı için askeri birliklerin yoğun ve teyakkuz halinde olduğu Güneydoğu Anadolu'dan çok büyük kentlerde toplumsal çatışmaları da körükleyecek eylemler ilemuhtemelen Karadeniz, Akdeniz, Osmaniye-Adana hattı gibi çok ses getirecek bölgelerde eylemlere yönelecektir. PKK, Suriye sürecini "Kürt Baharına" dönüştürmenin arayışı içindedir.

Bu arada AKP Hükümetinin PKK ile tekrar müzakerelere başlaması bir şey değiştirmeyecektir. "Suriye normu" diye, devletlerin terör örgütlerine karşı isyan bastırma eylemlerini sınırlayıcı bir kuralın devletler hukukuna taşınmaya başladığı bir dönemde PKK, kendisini her zaman olduğundan daha güçlü hissetmektedir.

AKP Hükümetinin Suriye'de Müslüman Kardeşleri iktidara taşımak amacı ile izlediği ve milli menfaate değil, ideolojik parti dayanışmasına dayanan dış politika AKP dahil herkese zarar verecek bir noktaya doğru hızla ilerlemektedir. Suriye'de muhalifler ile Esad arasında uzlaşma zemininde gerçekleşecek bir demokratikleşmeyi sağlayabilecek tek ülke Türkiye'dir. 

Başbakan Erdoğan'ınŞam'a yapacağı bir ziyaret böyle bir süreci başlatabilir.



..

Kuzey Irak’a Türkiye’nin Cevabı-Ezici ve Kucaklayıcı Diploması



Kuzey Irak’a Türkiye’nin Cevabı-Ezici ve Kucaklayıcı Diploması



Yazar: Ümit Özdağ
01 ARALIK 2011 PERŞEMBE

Barzani'nin Türkiye ziyaretinden sonra yine Barzani ve Talabani'nin Türkiye ile PKK arasında ara buluculuk yaptıklarına dair haberler yükselmeye başladı. Bizde bu haberleri ısrarla okumaya devam ediyoruz. Oysa bu haberlerin hiçbir anlamı ve faydası yok. Türkiye'nin doğru dürüst bir Kuzey Irak politikası oluşturmadan PKK ile mücadelesinde sonuç alması da mümkün değil. Önce PKK politikası değil, önce Kuzey Irak politikası gerekiyor terörü sona erdirmek için.

Türkiye'nin Kuzey Irak'a yönelik izlemesi gereken politikayı bir cümlede ifade etmek gerekir ise "Kuzey Irak'ın, Irak'ın bütünlüğü içinde kalması veTürkiye ile samimi dostluğa zorlanması" şeklinde ifade edilebilir. Türkiye'nin K.Irak'ta yaşayan Kürtlere yaklaşımı dünya Türklüğünün diğer unsurları olan Özbek, Kazak, Kırgız, Azerbaycan Türklerinden farklı olmamalıdır. Kuzey Irak'taki Kürtlere yönelik politika ile Barzani/KDP ve Talabani/KYB'ye yönelik politikalar birbirinden ayrılmalıdır.

Bu ise Türkiye'nin Kuzey Irak'a yönelik Ankara politikalarının PKK endeksli olmaktan çıkarıp, çok daha geniş bir algılama zeminine oturtulmasına bağlıdır. Daha açık bir ifade ile, Kuzey Irak'ta PKK olsa da olmasa da Türkiye'ye düşmanca davranan KDP ve KYB eksenlibir siyasal akım Türkiye için tehdit olacaktır.


Ancak bu tehdidin ortadan kaldırılması Türkiye'nin tek askeri eksenli değil, nihai olarak ve sırası ile "ezici ve kucaklayıcı diplomasi" şeklinde tanımlanabilecek çok boyutlu politikalar izlemesine bağlıdır. Amerikan askeri varlığının ve politik desteğinin de ABD'nin Irak'tan çekilmesinden sonra da bu bölgede kalarak, Kürt siyasi varlığına destek olacağı/olabileceği göz önünde tutulur ise Türkiye'nin saldırgan ve yayılmacı politikalar izleyen bir Kuzey Irak'a karşı etkili önlemler almasının gereği bir kez daha açığa çıkacaktır. 

Barzani'nin Türkiye'ye karşı yıkıcı faaliyetler gösteren bir tehdit unsuru olmasını engellemek için uyuşturucu kaçakçılığının ikinci Afganistan'ı olma yolundaki bu coğrafyaya yönelik olarak çok yönlü, "ezici diplomasinin" bütün unsurlarını barındıran bir politik uygulama demeti geliştirilmelidir.

Bu politikanın temel unsurları yedi boyutlu güç uygulaması olarak, 

a) Ekonomik,

b) Kültürel,

c) Politik, 
d) İstihbarati,

e) Anti-terörist,

f) Diplomatik ve

g) Askeri konuları kapsamalıdır. 

Türkiye'nin gücünü özel kuvvetler değil, maliye müfettişleri, gümrük muhafazaelemanları ve televizyonlartemsiletmelidir. Türkiye için Irak'a askeri baskı ve müdahale son seçenek olmalıdır.Askeri yöntemlerin üzerinde çok konuşulmamalı, kamuoyunun gündemi işgal etmesine izin verilmemelidir. Diğer milli güç unsurlarını ve yöntemlerini kullanmadan askeri güç unsurunu kullanmak bir devletin yapabileceği en büyük hatadır. Çünkü askeri güç kullanılmadan alınacak sonuç için askeri güç kullanmak kadar akıl dışı birtutum olamaz.Ancak askeri güç kullanmak kaçınılmaz olduğu zaman,tereddüt etmeden bir politik hedefi gerçekleştirecek şekilde, sonuç alacak biçimde uygulanmalıdır. 

Bütün bunlar yapılırken, Türkiye Cumhuriyeti Kuzey Irak politikasının "Kürt düşmanlığı veya sadece Kürt devletikarşıtlığı" olmadığını çok iyi anlatmalıdır

Hedef alınması gereken 1990'lı yıllar boyunca Ankara'dan aldıkları hayati desteğe rağmen nankör davranan Türkiye düşmanı yöneticilerdir. Bu yöneticilere Türkiye düşmanlığının kendilerine ne kadar pahalıya mal olacağı öğretilmelidir.Halka yönelik politikanın temelini ise işbirliği, dostluk ve kardeşlik oluşturmalıdır. Bu politikayı uygulamak hiç de zor değil. Üstelik Amerikan Ordusu'nun çekildiği günlerde daha da rahat uygulanabilecek bir politika. Ancak önce içerideki Barzani lobisinin etkisinin kırılması gerekiyor. Bunlar üç kuruş para kazanmak için Türkiye'nin güvenliğini ve askerlerin hayatını tehlikeye atıyorlar.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2011/12/01/6392/kuzey-iraka-turkiyenin-cevabi-ezici-ve-kucaklayici-diplomasi

..


Savaş Başlıyor ve Seçimler



Savaş Başlıyor ve Seçimler,



Yazar: Ümit Özdağ
10 AĞUSTOS 2015 PAZARTESİ


Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 5 Ağustos’ta Malezya’da yapmış olduğu açıklamada “ ABD ile yaptığımız anlaşma çerçevesinde , üstlerimizin, özellikle de İncirlik Üssü’nün açılması konusunda mesafe kat ettik… İnsanlı ve insansız Amerikan uçaklarının gelmeye başladığını görüyoruz. 
  Yakında IŞİD’e karşı hep birlikte kapsamlı bir savaş başlatacağız ” demiş. Bakan bu açıklamayı yaptığında İncirlik’ten kalkan insansız uçaklar Suriye’de ilk saldırıyı gerçekleştirmişlerdi. Önümüzdeki günlerde ABD Hava Kuvvetleri’nin 480. Filosu Almanya’dan Türkiye’ye gelecek ve İncirlik hava alanından Suriye ve Irak’taki IŞİD hedeflerine saldırıya başlayacak. Amerikan Hava Kuvvetleri'ni, IŞİD’e karşı koalisyonda yer alan diğer ülkelerin savaş uçaklarının gelmesi de izleyecek. Özetle, Türkiye bir savaşa girmiş durumda. Bu iki ordu arasında cephede gerçekleşen bir savaş değil. Konvansiyonel savaş değil bu. Düşük yoğunluklu bir savaş. Bu savaş bütün Türkiye’nin cephe olduğu bir terör saldırısı şeklinde gerçekleşecek bir savaş. Türkiye bu savaşı hem PKK hem IŞİD’e karşı sürdürüyor.
Tabii ki IŞİD, Türkiye’den kendisine yapılan saldırılara cevap verecek. IŞİD’in Irak ve Suriye dışında terör eylemi gerçekleştirme kabiliyetinin küçümsenmemesi gerekiyor. 

IŞİD ile organik bağı olmasa dahi IŞİD adına saldırı düzenlemeye hazır bir çok radikal unsuru dünyanın bir çok ülkesinde görmek mümkün. IŞİD; Mısır, Cezayir, Libya, Yemen, Suudi Arabistan, Afganistan, Nijerya, Tunus, ve Rusya’da örgütlüdür. IŞİD, bu ülkelerde etkili ve kitle imha amaçlı terör eylemleri gerçekleştirdiği gibi, bir kısmında elinde bölge tutmaktadır. Türkiye için IŞİD’i daha vahim hale getiren IŞİD’in Türkiye içinde de örgütlenmiş olması. AKP Hükümetinin gösterdiği hoşgörü sayesinde IŞİD Türkiye’yi, Suriye-Irak iç savaşının cephe gerisi olarak örgütledi. Türkiye’den binlerce insan IŞİD saflarına savaşmaya gitti. Bir bölümü hala savaşıyor, bir bölümü geri döndü. Gidemeyip, IŞİD’in amaçlarına hizmet etmek için yanıp tutuşanların sayısı da az değil. Ancak daha önemlisi IŞİD’in Türkiye içinde uyuyan hücreleri. Bunlar da muhtemelen kitlesel kıyım hedefli eylem gerçekleştirecek. IŞİD, yayınlamış olduğu bildiride: “İslam Devleti’nin bomba yüklü kamyonlarının hedefi olmak istemiyorsanız, acilen elinizi bu savaştan çekin. O güvendiğiniz ABD sizi kurtaramayacak. Yarın İslam Devleti size saldırınca, ansızın bir bomba patlatılınca oturup ağlamayın. Bunu siz istiyorsunuz. Ey Türkiye halkı, başınızdakiler sizi Haçlı ABD’ye köle yapıp savaşa sürüklüyor. Bugün İslam Devleti’nin bombalandığı için mutlu olanlar, yarın hilafet aslanlarının bombalarını yiyince bakalım ne diyecek” diyerek ülkemizi tehdit etmiştir. Bu tehdit IŞİD gibi bir terör örgütü söz konusu olduğunda ciddiye alınmalıdır.

Öte yandan AKP’nin müzakere sürecinde teslim olduğu ve Güneydoğu Anadolu’yu fiilen devrettiği PKK terör örgütüne karşı devlet güçlerinin zorlaması ile başlayan bir terörle mücadele süreci vardır. Bu terörle mücadelenin geleceği belirsizdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ Açılım bitti ” derken, Başbakan Davutoğlu ve AKP’li bakanlar, açılımın devam edeceğini ifade etmektedirler. PKK ise müzakere sürecini çatışmasız olarak, sürekli meşruluk ve güç kazanarak değerlendirdiğini gördüğü için, şimdi devletin tepki göstermesine neden olan Ceylanpınar’daki 2 polisin şehit edilmesi eyleminden pişmandır. Örgüt, bu eylemi gerçekleştirirken, devletin son 3 senede olduğu gibi tepki göstermeyeceği noktasından hareket etmiştir. 

Şimdi örgüt bir yandan “ Tekrar müzakerelere dönelim ” derken, diğer yandan terör eylemlerini bölgesel ayaklanmaya dönüştürecek hazırlıklar içindedir. 

PKK terörü büyük bir hızla tırmanmaya başlamıştır. Güneydoğu Anadolu’da bir çok ilçede devlet güçleri kontrolü yitirmiş durumdadırlar. Şırnak, Cizre, Silopi gibi merkezlerde durum vahimdir. Çünkü, güvenlik güçlerine hala kapsamlı bir iç operasyon için talimat verilmemiştir. AKP Hükümeti, devletin gücünü göstermesini engelleyerek, PKK’nın Türkiye içindeki ayaklanmanın şartlarını hazırlaması için zaman kazanmasına neden olmaktadır. Terör Ağustos sonuna kadar tırmanmayı sürdürecek, Eylül-Ekim’de belirli il ve ilçe merkezlerinde büyük çaplı ayaklanmalar başlayacaktır.  Öte yandan gerek IŞİD gerek PKK’nın büyük şehirlerde özellikle AVM gibi yerlerde bombalı saldırılar düzenlemesine çok müsait şartlar güvenlik güçlerinin ısrarlı uyarılarına rağmen, AVM yönetimlerinin umarsız tavrından dolayı devam etmektedir.

Özetle, IŞİD ve PKK ile savaş yeni başladı, ancak önümüzdeki dönemde savaşın temposu artarak yükselecek. Savaş ortamında genel seçim olmaz. Olur ise bedelinin yüksek olma ihtimali çok yüksek olur. Terör ortamında genel seçim yapmak kitleleri terör saldırılarına açık hale getirmek demektir. Mitingler, terör örgütlerinin açık saldırı alanı haline gelir. 

Terör örgütleri kitlesele kıyım hedefine ulaşmak amacı ile eylemlerine hedef teşkil edecek faaliyetler seçim döneminde yoğunlaşır.  Hiçbir ülke terör ile karşı kapsamlı bir çatışmanın içine girdiği bir dönemde genel seçim yapmaz. Türkiye’nin 2010’lu yıllarda karşı karşıya olduğu terörün doğası 1990’lı yıllarda karşı karşıya olduğu terörden çok daha farklıdır. 1990’lı yıllarda IŞİD gibi konvansiyonel/gerilla/terör karışımı eylem bütünlüğüne erişmiş bir terör örgütü dünyada yoktu. Bugün var ve onun ile savaşıyoruz. Ayrıca PKK bugün 1990’lı yıllarda olduğundan çok daha güçlüdür. 1990’lı yıllarda PKK ile çatışmalar kırsal kesimde yoğunlaşıyordu. Bugün ise PKK kentlerde AKP’nin kentleri PKK’ya teslim eden politikalarının sonucunda büyük bir silahlı etkinlik kazanmıştır.  

Bugün yaşadıklarımız büyük ölçüde PKK’ya teslim olan AKP’nin yanlış politikalarının sonucudur. 

AKP, müzakerelerde alanı PKK lehine boşaltmıştır. Kalekolların inşaatı büyük ölçüde durduruldu. Güvenlik güçleri alan boşaltıp, operasyonlarını durdurup, garnizon ve karakollarına sığınmaya zorlanırken, terör örgütü her geçen gün Güneydoğu Anadolu bölgesinde otoritesini inşa etmiştir. AKP Hükümeti ise devletin en temel gayesi olan vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini korumak olan görevini bir kenara bırakarak, PKK’nın bölgede vatandaşların rutin yaşamına müdahale edecek noktaya gelmesini seyretmişlerdir. Terör örgütü, Hükümetin sağladığı dokunulmazlık ile örgütlenme, istihbarat, yeni adam temini gibi çalışmalarını yürütürken ve kırsaldan il ve ilçe merkezlerine doğru örgütlenerek inerken, güvenlik güçlerine müdahale etmeme emri verilmiştir.

Oslo’da müzakerelerde PKK temsilcilerine PKK’yı aldığı önlemler ile rahatsız eden vali ve emniyet müdürlerini Hükümete şikayet edebilecekleri ifade edilmiştir. PKK’yı rahatsız eden  Türkiye Cumhuriyeti valileri tasfiye edilmiş, yerine TSK’nın operasyon taleplerini reddeden, Öcalan’a “çözüm sürecine katkılarından dolayı” teşekkürlerini sunan valiler atanmıştır.

Terör örgütü ise müzakereleri, AKP’nin sürekli taviz verdiği, örgütün ise Güneydoğu Anadolu’da devlet iktidarı yanında örgüt iktidarı inşa etmek için kullandığı bir süreç olarak değerlendirmiştir.

 İmralı’da Öcalan ile AKP’li bürokratlar arasında Yeni Türkiye’nin anayasal yapısının pazarlığı yapılırken, terör örgütü, Güneydoğu Anadolu’da yol kontrolü, vergi toplanması, yargılama yapılması, hazırlanan bir ayaklanmanın askeri/politik altyapısının oluşturulması çalışmalarını sürdürülmüştür.

 Sonuç olarak, PKK ile mücadele 1990’lı yıllardan daha zor olacak. Çünkü AKP Hükümetleri müzakere sürecinde PKK’nın güçlenmesine yardımcı oldular, önünü açtılar. 3 Ağustos 2015’te Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, bir televizyon kanalında şunları söyledi: "Bizim prensibimiz zaten bugüne kadar onlar ateş etmedikçe, eylem yapmadıkça biz yapmayacağız idi. Bunu biz son güne kadar, 10-15 gün evveline kadar hep uyguladık. O yüzden bizi halk da eleştirmiş olabilir, 'Bunlar silahlarıyla her gün köylerde ama siz bunlara bir şey yapmıyorsunuz.' Halkın şöyle söylediğini biliyorum, 'Üzerinde silah olan PKK'lı teröristler karakolun önünden geçiyorlar, onlara el sallıyorlardı. Asker de onlara hiçbir şey yapmıyordu.' Durum biraz böyleydi. Ama bunun bir tek sebebi vardı, tekrar terörün hortlamaması, siyasi görüşmelerin, müzakerelerin sonuca ulaşması. 

Meğer onlar alay ediyorlarmış. Yani el sallarken, 'Biz buradayız bak, sen de bize karışamıyorsun.' “AKP’nin yapmış olduğu hataların bedelini şimdi bütün Türk Milleti ve devleti ödemektedir.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/08/10/8267/savas-basliyor-ve-secimler

..

Nükleer bir İran ve Türkiye-İran Dengesinin Bozulması,




Nükleer bir İran ve Türkiye-İran Dengesinin Bozulması,


Yazar: Ümit Özdağ
18 NİSAN 2012 ÇARŞAMBA

Uzun bir süreden beri dünya stratejik gündeminin en önemli meselelerinin başında İran'ın nükleer güç olma ve nükleer silah üretme çabaları geliyor. Her ne kadar İran nükleer silah yapmayı hem de dini nedenler ile reddettiğini açıklasa da ABD, AB ve İsrail üçlüsü buna inanmak istemiyor. Öte yandan bu üçlünün Irak savaşı öncesi Saddam Hüseyin'in kitle imha silahları iddiası ile bu ülkeyi işgal etmesi ve iddiaların istihbarat yalanları olduğunun ortaya çıkması, ABD ve AB'nin İran'a karşı kendi kamuoyları başta olmak üzere destek almasını zorlaştırıyor.

ABD'nin 2002-2012 sürecinde Irak ve Afganistan'da devam savaşları İran kendi lehine olağanüstü bir soğukkanlılık ve başarı ile kullanmıştır. Tahran bir yandan hem Afganistan hem Irak'ta kendi müttefiklerini ABD'nin müttefiki haline getirerek Washington'un dolaylı stratejik müttefiki olarak ABD'nin İran'a karşı hareket alanını tamamen sınırlandırmış, diğer yandan 10 yıl boyunca yarattığı kontrollü krizler ile petrol fiyatlarının yükselmesini, hazinesi için bir ek kaynağa dönüştürmüştür. Bu ek kaynak ve ABD'nin savaşlarının sağladığı ek zaman hem nükleer projesini geliştirmesini sağlamış hem de İran halkının fakir sınıflarına sağlanan sosyal yardım destekleri ile rejime destek zeminini güçlendirmiştir.
ABD ve AB'nin nerede ise İran'ın nükleer çalışmalarına kayıtsız laştıkları bir aşamada İsrail özellikle ABD'nin dikkatini çekmek amacı ile gerekir ise İran'ı tek başına vuracağını açıklayarak, İran-Batı nükleer görüşmelerinin tekrar başlamasını sağlamıştır.  

Nihayet Nisan 2012'de İstanbul'da P5+1 diye anılan Batılı güçler ile İran'ı bir araya getiren toplantı ile son aylarda yükselen gerilim düşürüldü. Yeni toplantının Mayıs 2012'de Bağdat'ta yapılmasına karar verildi.

Bütün bunlar olurken, Türk kamuoyu, güvenlik çevreleri ve bilim dünyası İran'ın nükleer güç ve silah üretmesi meselesine " Marslılar ile Venüslüler " arasında geçen bir tartışmayı izler gibi nerede ise kayıtsız bir şekilde izlemeyi tercih etti. Oysa, İran'ın nükleer güce dönüşmesi ve nükleer silah sahibi olması Türkiye'nin güvenliğini birinci dereceden ilgilendiriyor.

" İran'ın nükleer güce sahip olması ve bu teknolojiye dayanarak nükleer silah yapmasına nasıl bakarsınız? " sorusuna Türkiye'de her eğitim ve gelir seviyesinden büyük bir çoğunluk, " İsrail'in atom bombası var ise İran'ın da atom bombasına sahip olması gerekir. Müslüman bir ülkenin atom bombasına sahip olmalıdır " cevabını verecektir. Bu cevapta şüphesiz Batı dünyasının ahlaki zeminden yoksun çifte standardına duyulan tepkide büyük rol oynayacaktır. Ancak soruyu " İran'ın nükleer silaha sahip olması Türkiye'nin menfaatine midir? " şeklinde değiştirirsek, Türkiye'de büyük bir çoğunluk önce derin bir sessizliğe gömülecek ve sonra büyük bir çoğunluk düşünmek için zaman isteyecektir. Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi meseleyi sadece " İran-İsrail " denklemi içinde düşünmeye alışmış Türk kamuoyu bu soruya hemen cevap vermeye hazır değildir.

Oysa bu sorunun cevabı basittir. 

Türkiye'nin değil, nükleer silah nükleer teknolojiye dahi sahip olmadan İran'ın nükleer silaha sahip olması, Türkiye ile İran arasında 1639'da Türkiye ve İran arasında imzalanan Kars-ı Şirin anlaşması ile iki ülke arasında tesis edilmiş olan stratejik dengeyi, güçler dengesinde köklü bir değişiklik yapacağı için ortadan tamamen kaldıracaktır. Türkiye'nin hemen yanı başında, Türkiye'nin nüfusuna sahip, Türkiye'nin iki katı büyüklüğünde, dünya petrol ve doğalgaz kaynaklarının küçümsenmeyecek bir bölümüne sahip bir ülkenin nükleer silah üretmesi Türkiye'nin lehine bir gelişme değildir.
AKP'nin yaptığı büyük hatalara rağmen Türkiye'nin stratejik ortağı Azerbaycan'ı düşman olarak gören, İran'ın % 50'sini oluşturan Türk nüfusundan dolayı Ankara'ya büyük bir şüphe ile bakan bir İran'ın nükleer silah sahibi olması, İran'dan daha güçlü bir orduya ve daha güçlü bir ekonomiye sahip Türkiye'nin elindeki bütün avantajları bir anda elinden alacaktır. Nükleer güç sahibi olan ülke ile olmaya ülke arasındaki ilişkiler, birisi elinde tabanca olan diğer olmayan iki insanın ilişkisine benzer.

Türkiye ile İran'ın arasında bir askeri çatışma tehlikesinin olmadığı, iki ülkenin dost olduğu noktasından hareket ederek, Tahran'ın nükleer silah sahibi olmasının Türkiye-İran ilişkilerine olumsuz yansımayacağını söylemek çok yanlış olur. Çünkü ülkeler arasındaki ilişkiler hızla değişebilir. Birkaç sene önce Türkiye-Suriye sınırının mayından temizlenmesi projesini İsrail'e vermek isteyen Türkiye, bugün İsrail ile ağır bir sürtüşme süreci içinde görünmektedir. Daha on ay önce Türkiye-Suriye hükümetleri ortak kabine toplantısı yaparken, bugün Ankara, Şam hükümetini devirmek isteyen güçlerin başında gelmektedir.

Türkiye-İran ilişkilerinde 1639'dan buyana bir stratejik denge kurulmuş olsa da aradan geçen yüzyılların tamamen sorunsuz olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün de Ankara ve Tahran karşılıklı menfaatlerden dolayı, aralarındaki büyük çelişkilere rağmen geliştirdikleri "tahammül politikası" ile birbirlerine katlanmaktadırlar. Yarın iki ülke arasındaki ilişkiler çok iyi olabileceği gibi çok kötü de olabilir. Üstelik İran'ın nükleer silaha sahip olmasından sonra Türkiye üzerinde baskı gücü artacak, Tahran'da bazıları, "Türkiye ile ilişkileri eskisi gibi dengeli tutmasak da olabilir" noktasına daha kolay gelebilecektir.
Hazar Denizi'nde İran savaş gemilerinin Azerbaycan gemilerini taciz etmesinden sonra Türk savaş uçakları Bakü üzerinde gösteri uçuşu yaparak, Tahran'a "buraya kadar" mesajı vermişlerdi. Nükleer bir İran'a bu kadar kolay mesaj vermek veya İran'ın mesajı kolay algılaması mümkün olmayacaktır. Öte yandan İran eğer bugün nükleer güç olsaydı, Türkiye'nin mevcut Suriye politikasını izlemesinin çok daha güç olduğu hatırlanmalıdır. Üstelik, nükleer bir İran karşısında nükleer silahı olmayan bir Türkiye Batıya daha fazla savunma konusunda bağımlı olacaktır.

Dünyanın en büyük ekonomik güçleri arasında olan ve son 20 yılda askeri alanda yaptığı önemli atılım ile dünyanın en etkin ordularından birisini kuran Japonya, fakir ancak nükleer güç olan Kuzey Kore karşında haklı bir tedirginlik içinde iken Türkiye'nin nükleer bir İran ile rahat bir şekilde yan yana yaşaması mümkün görünmemektedir.

Bu noktada akla gelebilecek temel soru, İran'ın nükleer silah yapmasının Türkiye'nin de nükleer silah yapmasına yol açıp açmayacağıdır. Ne yazık ki Türkiye İran gibi bağımsız bir ülke değildir ve içinde olduğu ittifak yapısı Türkiye'nin nükleer silah yapmasına izin vermeyecektir.

Bu anlamda İran'ın nükleer silah elde etmesini engelleyecek bütün barışçıl girişimler Türkiye'nin lehinedir.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2012/04/18/6569/nukleer-bir-iran-ve-turkiye-iran-dengesinin-bozulmasi


..

Ortadoğuya İkinci Kez Hoşgeldin veya Reyhanlı Saldırıları




Ortadoğuya İkinci Kez Hoşgeldin veya Reyhanlı Saldırıları,



Sibel Kalemdaroğlu & ÜMİT ÖZDAĞ,

13 MAYIS 2013  PAZARTESİ,

Ortadoğu’ya İkinci Kez Hoş geldin veya Reyhanlı Saldırıları

Yazar: Sibel Kalemdaroğlu




Suriye sınırındaki Reyhanlı ilçesinde 11 Mayıs 2013 13.45’de şiddetli bir patlama yaşandı. Bunu 15 dakika sonra ikinci patlama izledi.  Bombalı araçla yapılan saldırıların ilki, Reyhanlı Belediye binası önünde meydana geldi. İkinci patlama ise PTT binasının bulunduğu Cumhuriyet Caddesi’nde gerçekleşti. 46 kişinin ölmesi, 140 kişinin yaralanması, 735 işyeri, 62 araç, 8 kamu binası ve 120 konutun tahrip olması ile sonuçları açısından ortaya bir katliam ve yıkım çıkaran, Türkiye gibi 1968’den bu yana terörizm deneyimi olan bir ülkede en büyük can kaybı ile ortaya yaşatan bu saldırının kapsamlı bir inceleme sonucunda gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.[1] İlk patlamanın olduğu yer cumartesi günleri Reyhanlı pazarının kurulduğu ve insanların toplandığı bir alandır. Bombalamayı yapan ekip, arabaları mobese kameralarının görüntü alamadığı yerlere park etmişlerdir.[2]



Reyhanlı Türkiye’den Suriye’ye yapılan yardımların merkez noktasıdır.  Dolayısıyla Türkiye’den Suriye’deki muhaliflere yapıldığı söylenen silah kaçakçılığının da kilit noktası olarak öne çıkmaktadır. Bölgedeki Cilvegözü- Bab El Hava sınır kapısı Suriyeli isyancıların elinde bulunmaktadır. Yayladağı sınır kapısı araçlı geçişler için kullanılmaz iken Cilvegözü sınır kapısı araç geçişlerinin yapıldığı kapıdır. Suriyeli mülteciler ya Reyhanlı’daki kamplarda kalmakta ya da burada kiraladıkları evlerde yaşamaktadırlar.

Suriye'de yaşanan çatışmaların Türkiye'ye daha önce de önemli yansımaları olmuştu.  3 Ekim 2012 tarihinde Suriye'den Akçakale'ye düşen top mermisi sebebiyle biri anne 4 çocuk hayatını kaybetmiş, 2'si polis 13 kişi de yaralanmıştı.11 Şubat 2013’te ise Cilvegözü’nde (Bab El-Hava) meydana gelen ve 14 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalama olayı yaşanmıştı.  Olayda 4'ü Türk 10'u Suriyeli 14 kişi yaşamını yitirmiş, 30'u aşkın kişiyse yaralanmıştı. Katliamı gerçekleştirdikleri öne sürülen 4 Suriyeli 1 Türk Suriye'ye yapılan nokta operasyonuyla  yakalanıp getirilmiştir. Patlamaların ardından bölge halkının “Erdoğan istifa” sloganları atması da ilgi çekmiştir.[3]

Reyhanlı’nın bir özelliği de nüfusun büyük bir bölümünü Sünni Türkmen, Sünni Arap ve Kuzey Kafkasya kökenli grupların oluşturmasıdır. Bu durum, iki olası gelişmenin önünü açmaktadır. Birincisi, Reyhanlı’da yaşanan patlamaların ardından Suriyeli mülteciler ile Türk vatandaşları arasındaki gerilimin artması ve çatışmalara dönüşmesi olasılığıdır. Bunun ilk örnekleri de 11 Mayıs patlamalarının ardından Reyhanlı halkının Suriyelilerin arabalarına saldırmaları ile yaşanmaya başlanmıştır.[4]

Reyhanlı'da 5 gün önce de Suriyeliler ve Türkler arasında bir lokantada bir Suriyeli ile lokanta sahibi arasındaki hesap tartışmasının büyüyerek tüm gece süren kavgaya dönüştüğü belirtilmektedir.[5] Öte yandan bundan sonra Reyhanlı’ya ve Türkiye’ye Suriye’den gelen göç azalma eğilimi gösterebilir ya da geri dönüşler başlayabilir.

İkincisi ise katliamın ardında Nusayri rejimi bağlantılı Antakyalı Nusayri unsurların çıkması durumunda, Hatay’da Nusayriler ile Sünniler arasında büyük bir gerilim ortaya çıkma olasılığıdır.8 Mayıs 2013’de TBMM’de bir basın toplantısı düzenleyen MHP Hatay milletvekili Şefik Çirkin’in şu açıklamaları Hatay’ın ve Türkiye’nin büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir:“Hatay, son haftalarda çok farklı olaylara sahne oldu. Sınırlarımız Ali Baba’nın Çiftliği gibi. Giren belli değil, çıkan belli değil. Adeta elek gibi olmuş. Geçtiğimiz günlerde Alevi kanaat önderi Ehli Beyt Vakfı Başkanı Ali Yeral’ın evine gizlice girilerek, çoluğu çocuğu olduğu bir zamanda bir tehdit mektubu bırakıldı. Geçen pazartesi Reyhanlı’da sabahın beşine kadar büyük olaylar oldu. Vatandaşlar ellerinde Türk bayraklarıyla sokaklara döküldü. Olay daha büyümeden yatıştırıldı; ancak her zaman bu kadar şanslı olamayabiliriz. Burada ‘Bayrağımıza hakaret edildi’ dedikodusuyla bir anda olaylar gelişti. Hatay bir bombanın üstünde oturuyor. Uyarıyoruz, yarın çok daha büyük olaylar olabilir. Suriye’deki rejimin değiştirilmesi Türkiye’nin felaketi olur. Alevi Nusayri kesiminden büyük göç dalgaları gelecektir. Hükümet buna hazırlıklı değildir. Cebinde pasaportu dahi olmayan Suriye vatandaşı günde beş kere girip çıkabiliyor. Böyle devlet olmaz.”[6]




Reyhanlı Türkiye'nin Suriye rejiminin kimyasal silah kullandığı yönündeki iddialarını ispatlama çabalarında da oldukça önemli yer teşkil eden bir bölgedir. Öyle ki, hem yerel hem de yabancı basında son dönemde çıkan haberlerde, kimyasal silahla yaralandığı iddia edilen bir grup Suriyelinin Reyhanlı'da tedavi edildiği söylenmiştir. Ancak bu vakalarda kimyasal silah kullanımını kanıtlayabilecek veriler bulunamamıştır. Öte yandan Türkiye’nin Reyhanlı'nın hemen yanındaki Cilvegözü sınır kapısına kimyasal, biyolojik ve nükleer maddeleri tespit eden bir cihaz yerleştirdiği de söylenmektedir .[7]
Özetle, Reyhanlı katliamı sonuçları açısından değişik ihtimalleri gündeme taşıyan, Türkiye’ye yönelik stratejik nitelikli bir saldırıdır. Bu saldırının Türkiye’ye daha ağır zararlar vermemesi, saldırının, faillerinin, motiflerinin doğru tahlil edilmesine ve doğru bir cevabın geliştirilmesine bağlıdır. Bu çalışma, kapsamlı bir değerlendirme sürecinin ilk adımını oluşturmaktadır.

Türkiye’ye Ortadoğu’ya İkinci Hoş geldin Partisi


Reyhanlı saldırısı, AKP Hükümeti ile birlikte Ortadoğu’da  etkin olma, belirleyici olma iddiasını taşıyan Türkiye’ye ikinci kez “Ortadoğu’ya hoş geldin” partisi düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Birinci parti deneyimini Mavi Marmara krizi ile İsrail ile yaşayan Ankara ikinci deneyimi de Reyhanlı katliamı ile yaşamıştır.[8]Ortadoğu, siyasetin dünyanın bir çok yerinden farklı araçlar ile yapıldığı bir bölgedir. Diplomatlardan daha çok istihbaratçıların, konvansiyonel ordulardan daha çok teröristlerin ve eylemcilerin ülkeler arasındaki ilişkilerin aracı olduğu bu coğrafyaya angaje olan bir ülkenin etkin olma iddiasını ortaya attığı andan itibaren bölgenin hesaplanması zor dinamikleri ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. SSCB’yi yıkan Amerikan Başkanı olarak tarihe geçen Ronald Reagan, 1983’de Lübnan iç savaşını durdurmak amacı ile müdahalede bulunmuş ancak bir intihar saldırısı ile bir gecede 241 Amerikan deniz piyadesi Hizbullah tarafından öldürülünce Lübnan’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.[9] Türkiye de Suriye iç savaşına müdahil olur ve bir tarafı uzlaşmasız bir şekilde destekler iken Ortadoğu siyasetinin bölge içi ve bölge dışı asimetrik unsurlarını değerlendirmiş olması gerekirdi.




Suriye Afganistan Olur İse Türkiye Pakistan Olur

Ortadoğu’da bir iç savaşa müdahil olan devletin göz önünde tutması gereken bir başka husus ise böyle bir durumda iç savaşı sadece kaynak ülkede tutmanın mümkün olmadığı ve iç savaşın bölgesel bir nitelik kazanma eğiliminin yüksek olduğudur. Diğer bir ifade ile Ortadoğu iç savaşları bir ülke ile sınırlı kalma eğilimde değildir. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü birçok kez Suriye’de gerçek iç savaşın bir mezhep ve etnik savaş olarak Esad rejiminin Şam’da devrilmesi ve Lazkiye’ye taşınması ile başlayacağını, kaçınılmaz olarak, iç savaşın hala sonlanmadığı Irak ve iç savaşın yaralarını sarmaya çalışan Lübnan coğrafyalarını da kapsayan bir bölgesel iç savaşa dönüşeceğinin altını çizmiştir.[10] (21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü aynı zamanda bu bölgesel iç savaştan Türkiye’nin stratejik anlamda Ürdün ile birlikte en ağır darbeyi alan ülke olacağı gerçeğinin de altını çizmiştir.)

Üstelik Suriye’de bir iç savaşın yayılma dinamikleri sadece bölgesel değil, küresel bir nitelik de taşımaktadır. Çünkü, Esad rejimine karşı savaşan selefi ve radikal unsurlar Kafkasya, Afganistan, Libya ve Avrupa’daki Müslümanlar arasından olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelerek Suriye iç savaşını Afganistanlaştırmaktadırlar.   Bu konu son zamanlarda ABD thinktanklerinde gündeme getirilmektedir. 

Batılı muhafazakar bir tahmine göre, Suriye’de 60 bin direnişçi vardır ve bunların 5500 tanesi Suriye dışından gelmiştir. Ayrıca Suriye’ye sadece selefiler, Batı’da “ cihadist ” diye nitelendirilen El Kaide sempatizanları gelmemektedir. Değişik Batı ve Basra Körfez ülkelerinin özel kuvvet ve istihbarat elemanları da Suriye’de savaşmaktadır. 
Bu konu Prof Dr. Ümit Özdağ tarafından 12 Nisan 2012’de şu şekilde izah edilmiştir: 
“ Fransız, İngiliz, Katar özel kuvvetleri mensupları ile İngiliz İstihbarat servisi MI6 mensuplarının Suriye’de isyancılar ile birlikte savaştığı ileri sürülmektedir. Ortadoğu konularında uzman isimlerden birisi olan Michel Chossudovsky bu konuda önemli iddialar ortaya atmaktadır. 
Chossudovsky, 5 Mart 2012 tarihli Daily Star gazetesine dayanarak, Şubat 2012 sonunda Humus’da Suriye Ordusu’nun rejim muhalifleri ile birlikte savaşan Fransız özel kuvvet mensuplarından bazılarını tutukladığını kaydetmektedir. Fransız Savunma Bakanlığından bir yetkili, “ Bu konuda bilgimiz yok. Ne teyit ederiz ne de reddederiz ” açıklamasını yapmıştır.

İsrail istihbaratına yakın Debka ise Humus’da İngiliz ve Katar özel kuvvetlerinin isyancılar ile birlikte savaştığını ve Katar özel kuvvetlerinin ayrıca Irak ve Libya’dan Suriye’ye gelen bir grup Sünni Arap’a özel kuvvet eğitimi verdiğini kaydetmiştir.

Öte yandan İngiliz Özel Kuvvetleri konusunda uzman bir sitede İngiliz özel kuvvetlerinin Türkiye’de Fransız özel kuvvetleri ile birlikte Suriyeli isyancıları eğittiği haberi yayınlanmıştır. İngiliz özel kuvvetlerinin ayrıca Libya ve Kuzey Lübnan’da da isyancıları eğittiği belirtilmektedir. Suudi Arabistan’ın ise Ürdün üzerinden isyancılara büyük miktarda silah sevk ettiği Debka tarafından ileri sürülmüştür. Aynı kaynak Suudi Arabistan’ın Ürdün’e bir Suriye intikamına karşı askeri savunma sözü vermiş.

Tabii ki muhaliflere gelen yabancı destek olduğu gibi Esad Hükümetine de gelen yabancı destek var. Özellikle İran özel kuvvetleri mensuplarının isyanların bastırılması sürecinde Suriye güvenlik güçlerine danışmanlığın ötesinde bir destek verdikleri görülüyor.( Mayıs 2013 itibarı ile sayılarının 8000 civarında olduğu ileri sürülmektedir. Buna 8.000 civarında Hizbullah üyesini de eklersek, önemli bir güç ortaya çıkmaktadır ) Keza Rus istihbaratının sahada bulunduğu ve Suriye güvenlik güçlerini yabancı özel kuvvet ve ajan sızmaları konusunda bilgilendirdiği anlaşılıyor. MİT’in Suriye’deki unsurlarının ve Fransız özel kuvvet mensuplarının Rus istihbaratının yönlendirmesi ile Şam tarafından yakalandığı ileri sürülüyor.”[11]2012’den 2013’e uzanan süreçte, Suriye’de yabancı güç sayısı azalmamış, aksine artmıştır. İsrail, güneyde isyancı güçlere sağlık desteği vermeye, yaralıları İsrail hastanelerinde tedavi etmeye başlamıştır. İsrail’in Suriye sınırındaki artan hareketliliği, Hizbullah’ın İsrail’deki varlığının da artmasına neden olmuştur. Bir anlamda İsrail ve Hizbullah, Lübnan’daki cephelerini Suriye’ye taşımışlardır.[12]

Bu ihtimal yine Prof. Dr. Ümit Özdağ tarafından Reyhanlı katliamından bir gün önce Yeniçağ gazetesinde 11 Mayıs 2013’de şu şekilde izah edilmiştir. “ Öte yandan Suriye Ortadoğu’nun merkezinde bir Afganistan olmaya doğru hızla ilerliyor. Dünyanın dört bir yanından, Afganistan, Pakistan, Orta Asya, Kafkasya ve Avrupa’dan Suriye’ye El Kaide saflarında savaşmak üzere yeni savaşçılar katılıyorlar. Bazı kaynaklar, Suriye’de toplam 60 bin direnişçinin olduğunu ve bunun 5500’ünün Suriye dışından geldiğini ileri sürseler de esas sayı daha yüksek görünüyor. Üstelik savaşçı olarak değerleri daha yüksek, daha radikal ve silaha ulaşma yetenekleri daha fazla olan bu insanlar özellikle ABD’nin büyük endişesinden dolayı en azından ABD’den silah desteği almasalar da Suriye Ordusuna karşı en etkin grupları oluşturuyorlar.,

Bu arada Türkiye’deki Afganistan, Bosna, Kafkasya savaşı deneyimli El Kaidecilerin sayısının 2000 civarında olduğu, MİT ve Emniyet İstihbarat tarafından tespit edildiği ileri sürülüyor.(Cumhuriyet, 10 Mayıs 2013)( Suriye’de savaşan El Kaideci gruplar da Türkiye-Suriye sınırını rahatlıkla kullanıyorlar. Sınırdan geçmeleri, lojistik alt yapı oluşturmaları konusunda Türkiye El Kaide’ye bir zorluk çıkarmıyor. 

Yani Suriye, Afganistanlaşırken, Türkiye Pakistanlaşıyor. 

Ancak Afganistan savaşının nasıl Pakistan’ın kırılgan olan istikrarını ortadan kaldırdığını ve bugün Pakistan’ın parçalanma senaryolarının gündeme gelmesine yol açtığı unutulmamalı.”[13]

Sonuç olarak 877 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırı bugün denetim dışı bir sınırdır. Sınırın bir bölgesi PKK-PYD tarafından denetlenmektedir. Diğer bölgelerde Özgür Suriye Ordusu ve El Kaide kontrol etmektedir. Özgür Suriye Ordusu, El Kaide ve dünyanın bir çok istihbarat örgütü gözlemci veya eylemci olarak, Türkiye-Suriye sınırını, Afgan mücahitlerin 1980’lerde, daha sonra Taliban’ın 1990 ve 2000’lerde Afganistan-Pakistan sınırını kullanması gibi kullanmaktadır. Özetle, Suriye iç savaşının bu ülkeyi Afganistanlaştırması durumunda, Türkiye’nin de Pakistanlaşması süreci başlayacaktır hatta başlamıştır.

Olası Failler ve Motifler Arasında Bir Gezinti

İçişleri Bakanı Muammer Güler, Hatay'ın Reyhanlı ilçesindeki bombalı saldırıları gerçekleştiren örgüt ve bağlantılı olduğu kişilerin belirlendiğini ifade ederek, "Saldırganlar Suriye'deki rejim ve istihbarat yanlısı örgütle bağlantılı" açıklamasını yapmıştır.  Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da, Reyhanlı'da patlamaları gerçekleştirenlerin Suriye'deki El Muhaberat'la bağlantılı olduğunun belirlendiğini söylemiştir. 12 Mayıs 2013’de yapılan açıklamada saldırıların faili olan 9 kişinin yakalandığı ve faillerin olaya katıldıklarını itiraf ettikleri açıklanmıştır.[14] Suriye Enformasyon Bakanı Umran el-Zubi ise Türkiye’nin suçlamaları kesin bir dille reddederek ”Türk hükümeti sınır bölgelerini terör merkezlerine çevirdi. Suriye'ye silah, patlayıcı, bomba düzenekleri, bombalı araçlar, para ve teröristlerin girişini kolaylaştırdı. Halen de bunları yapmaktadır. Bu yüzden Türk hükümeti ve başkanı siyasi ve ahlaki olarak Türkiye, Suriye ve bölge halklarına yönelik direk bir sorumluluk taşımaktadır..” demiştir.[15]
Gerçekten bu saldırı Suriye istihbarat servisi ile bağlantılı olan bir sol örgüt tarafından gerçekleştirilmiş midir? Bu soruya bir cevap vermeden önce teorik olarak olası faillerin tamamı incelenmelidir. 

Bu failler sırası ile,

a)Şam rejimi, 

b)katliamın Şam rejiminin üstüne kalmasını hedefleyen bir Avrupa istihbaratı, 

c)Türkiye’nin Suriye politikasını savaş çizgisine taşınmasını isteyen Suriye muhalefeti ve 

d)Türkiye’nin Suriye politikasını savaş çizgisine taşınmasını isteyen Ortadoğu ülkesi istihbarat servisi olmak üzere dört ana başlık altında toplamak mümkündür.

İlk olası fail Esad’a bağlı güçlerdir. Türkiye’ye muhalefete verdiği destekten ötürü ceza vermek isteyen Esad yönetimi Türkiye'yi Suriye'den uzak tutmak için bir uyarı mesajı vermiş, özellikle Erdoğan’ın NBC’deki açıklamalarının ardından Türkiye’nin ABD müdahalesini desteklemesi halinde Esad güçlerinin karşılık vereceği mesajı göndermiş olabilir. Esad ordusu son dönemde oldukça güçlüdür ve basında Esad’ın savaşı kazanmaya çok yakın olduğu yorumları [16]  yapılmaktadır. 

Son 2 aydır Suriye ordusu Özgür Suriye ordusu ve El Kaide’ye yakın mücahit savaşçıları Deraya, El Uteybe, El Kusayr, Rubaya, Kinsiba, El Bayda, Ras el nabi (Banyas) ve son olarak Deraa yakınlarındaki KirbatGazala’da yenilgiye uğratmıştır. Şam, Humus, Lazkiye,  Hama ve Haseki illerinin büyük bölümü rejimin kontrolü altındadır.   Öte yandan Moskova ve Washington da Esad yönetiminin de dahil edileceği bir çözümü gündeme getirmektedirler. Suriye güçlü olduğu bir dönemde Türkiye’ye Suriye’deki krize daha fazla müdahil olmaması için gözdağı vermek istemiş olabilir. Öte yandan eğer Esad yönetimi saldırıyı gerçekleştirdiyse bir taraftan Erdoğan hükümetinin politikalarına karşı halkın tepkisini uyandırmayı hem de bölgedeki halk arasında mezhepsel ayrımları derinleştirmeyi hedeflemiş olabilir.

Saldırıların 9 Mayıs 2013’te Erdoğan’ın NBC’deki açıklamalarının ardından gelmesi önemlidirNBC Röportajındaki 'kara harekatına destek' ifadesi gündeme oturmuştu. Başbakanlık o ifadeyi kesin bir dille yalanlamış, NBC de o bölümleri haberden çıkartmış, skandalın çevirmen hatasından kaynaklandığı söylenmiştir. NBC’de yer alan Erdoğan’ın kullandığı söylenen cümlenin ilk hali, "ABD önderliğinde karadan yapılacak bir Suriye harekâtını ve Suriye üzerinde uçuşa yasak bölge ilan edilmesini destekleyeceği" şeklindeydi.  Bu açıklamalar da Şam rejimini böyle bir saldırı gerçekleştirmeye teşvik etmiş olabilir. 

Bu noktada tersinden düşünmek de mümkündür. Reyhanlı patlamalarının zamanlama açısından bir diğer önemi de 7 Mayıs'ta ABD ve Rusya’nın Suriye’de muhalefet ve yönetimin yer aldığı uluslararası bir konferans düzenlenmesi konusunda mutabakat sağlamasının ardından gelmesidir. Şam rejimi, olayların kendi lehine geliştiğini düşündüğü bir aşamada Ankara’ya karşı Washington’u tahrik ederek, lehine bir süreç olarak gördüğü uluslararası kongre girişimini baltalayacak bir adım atmak istemeyebilir. Nitekim, Rusya Parlamentosu Uluslararası İlişkiler Komitesi Başkanı A. Pushkov, twitter hesabından yaptığı açıklamada Reyhanlı saldırılarının arkasında uluslararası kongreyi sabote etmek isteyen güçler olduğunu ileri sürmüştür.[17]

İkinci olası fail, Suriye-Türkiye çatışmasını hızlandırmak ve böylece çekimser duran ABD ve NATO’nun Suriye’ye müdahalesini hızlandırmak isteyen bir Avrupa ülkesi istihbarat servisi olabilir.

Üçüncü olası fail, Türkiye’den destek almak ile birlikte, Ankara’dan bunun ötesinde bir beklenti içinde olan Suriye muhalefetidir. Olay, Türkiye’yi Suriye’de bir savaşın içine sokmak isteyen Özgür Suriye Ordusunun bir provokasyonu olabilir. Baba El Hava sınır kapısının muhaliflerin elinde olması bu seçeneği kuvvetlendirmektedir. Suriyeli muhalifler Türk ordusunu Suriye’ye sokarak Esad’ın devrilmesini hızlandırmak istemiş olabilirler. Patlamalar sırasında çekilen videonun[18]

Özgür Suriye Ordusu tarafından çekildiği iddiaları da bu bağlamda önemlidir. Saldırılar, son dönemde Suriye iç savaşında muhaliflerin en güçlü unsurları olan El Nusra Cephesi ve diğer selefi örgütler tarafından gerçekleştirilmiş olması da olasıdır. Bu örgütlerin amacı Suriye’de Esad’ın içinde olduğu bir çözüm sürecini engellemek olabilir, zira Suriye’de İslami bir düzen kurmak bu örgütlerin nihai hedefidir ve Türkiye’nin muhaliflerin ılımlı unsurlarını desteklemesi bu hedefin önünde engel teşkil etmektedir.

Dördüncü olası fail ise Türkiye-Suriye savaşını kışkırtmak isteyen bir Ortadoğu ülkesinin istihbarat servisidir. Bu noktada akla gelebilecek ülkeler sırası ile Suudi Arabistan, Katar ve en son olarak İsrail istihbaratıdır.Bu ülkeler özellikle Suriye yönetimi ve muhalefet arasında yapılması planlanan uluslararası konferansı engellemek için böyle bir provokasyon gerçekleştirmiş olabilirler.

Birinci Olası Fail Suriye Tezinin Değerlendirilmesi

Hükümet yetkilileri THKP-C Acilciler örgütü mensubu 9 kişinin katliamdan sonra yakalandıklarını ve suçlarını itiraf ettiklerini açıklamışlardır. İddialara göre Milli İstihbarat Teşkilatı 23 Nisan 2013’de THKP-C Acilciler tarafından Rakka kentinde 3 otomobile bomba yüklendiğini ve bu bombaların hedefinin Türkiye olduğunu Türkiye’de güvenlik güçlerine bildirmiştir.[19] Burada sorulması gereken birincisoru, Türkiye tarafından desteklenen muhaliflerin elinde bir kent olan Rakka’da Suriye istihbaratının ve THKP-C Acilcilerin nasıl bu kadar rahat hareket edebildiğidir. Ayrıca, İç İşleri Bakanı Muammer Güler’in 12 Mayıs günü ilerleyen saatlerde yaptığı açıklamada arabaların Türkiye’de satın alındığı ve bombaların Türkiye’de yerleştirildiğini açıklaması MİT’in ihbarını değersiz hale getirmiştir.
İddialara göre MİT tarafından bu bilginin güvenlik güçlerine verilmesine rağmen arabalardan ikisi Reyhanlı’ya kadar ulaşabilmiş ve güvenlik güçleri ulaşamadan arabalar patlatılmıştır. Burada sorulması gereken ikinci soru, arabalar havaya uçurulduktan birkaç saat sonra muhtemelen Reyhanlı’da ya da Hatay’ın bir başka bölgesinde ele geçirilen 9 deneyimli terörist nasıl birkaç saat içinde polis/jandarma tarafından yakalandıkları ve hemen itirafta bulunduklarıdır.
Bu kadar kapsamlı bir istihbarat/terör örgütü saldırısında saldırının failleri ile ilgili olarak birkaç saat içinde sonuç almak genellikle mümkün değildir. Eğer alınıyor ise çok büyük bir şans eseridir. Reyhanlı’da da katliamın durdurulması konusunda şanslı olmayan güvenlik görevlileri muhtemelen üç arabayı bulmak için yoğun bir operasyon içinde oldukları için failleri yürüyen bir operasyonun parçası olarak hemen saldırıdan sonra yakalamış olabilirler.

Öte yandan THPK-C Acilciler örgütünün  Suriye iç savaşı birlikte tekrar faaliyete geçtiği ve Suriye’de iki ayrı bölgede iki Acilciler kampı kurulduğu bilinmektedir. Bu örgütün Hatay kökenli bir Nusayri olan lideri Mihraç Ural 35 seneden bu yana Suriye’de yaşamaktadır. Şam’ın Türkiye’nin Suriye politikasına Türkiye’de Nusayriler üzerinden bir cevap geliştirilebileceği ihtimali  21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü çalışmalarının bir sonucu olarak Prof. Dr. Ümit Özdağ tarafından 25 Şubat 2012’de şu şekilde ifade edilmiştir: “AKP Hükümetinin Suriye’de demokratikleşme adına iç savaşa giden bir süreci desteklemesi, çıkacak bölgesel bir iç savaş ile Türkiye’nin de güvenliğini doğrudan tehdit etmektedir. Böyle bir iç savaşın Türkiye üzerinde iki farklı boyutta etkisi olacaktır.Birinci etkiyi, Türkiye’de Hatay-Adana-Mersin hattında yaşayan Nusayri kökenli yurttaşlarımızın bir bölümünün Suriye’de gerçekleşecek iç savaşta dindaşlarının yanında savaşmaları oluşturacaktır. Bundan birkaç sene önce yabancı istihbarat servislerinin Türkiye’de yaşayan Nusayriler arasında “Türkiye-Suriye savaşı çıkar ise hangi tarafta yer alırsınız?” sorusu ile bir sadakat araştırması yapmış olması ilginçtir.”[20]21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından yapılan bu uyarıdan sonra Suriye’de “El Mukavvime” adıyla hareket eden Acilcilerin Suriye’nin Lazkiye kentinde iki ayrı kamp açıp faaliyetlerine başladığı, ve yaklaşık 500 kişilik kadrosunun bulunduğu bilgileri basında yer almıştı.[21] Suriye rejimi açısından Acilcilerin örgütlenmesinin iki amacı vardır. Bunlardan birisi, Türkiye’den giderek, Şam rejimine destek vermek amacı ile çatışmalara katılmak isteyen Nusayri Türk vatandaşlarının örgütlenmesi daha stratejik olan diğeri ise Türkiye’de gerçekleştirilecek eylemler için kadro oluşturmaktır.  



Reyhanlı katliamının THKP-C Acilciler tarafından gerçekleştirildiği doğru ise ve katliamı gerçekleştirenlerin Hataylı Nusayri yurttaşlarımız olduğu tespit edilir ise Hatay’da Sünni yurttaşlarımız ile Nusayri yurttaşlarımız arasında bir gerginlik zemini oluşacaktır. Şam’ın böyle bir adım atması Türkiye’yi tehdit etmekten çok çatışmayı Türkiye’ye taşıma, Türkiye’de mezhep çatışmasını körükleme politikasını uygulamaya koyduğunun göstergesi olabilir. Bu durumda bu saldırıyı gerginliği daha yükseltmek amacıyla başka saldırıların izlemesi ihtimalinin yüksek olduğu söylenebilir. 

Sonuç Yerine

Ortadoğu’da etkin siyaset, öncelikli olarak derin bir Ortadoğu bilgisine dayanmaktadır. Türk dışişleri, istihbaratı ve ordusunun Ortadoğu konusunda derin bir bilgisinin olduğunu söylemek zordur. “Türk dışişleri bakanlığında kaç Arapça bilen büyükelçi var?” sorusuna verilecek cevap, Ortadoğu konusundaki devlet aklı ve bilgisinin seviyesini de gösterecektir.  Bu bölgede dost servislerden alınan bilgiler ile yürümek mümkün değildir. AKP Hükümeti Ortadoğu politikasını rasyonel milli menfaat esasında değil, dogmatik ve ideolojik parti menfaatleri doğrultusunda şekillendirmektedir.

Ortadoğu’da etkin olma iddiasında bulunan bir ülkenin tek başına sonuç alabilecek eylemleri de gerçekleştirebilecek bir ülke olması gerekir. Oysa Türkiye Ortadoğu’da tek başına sonuç alabilecek durumda olmadığı gibi, Suriye gibi bir ülke üzerinde dahi caydırıcı etkisi olmayan bir ülkedir. Bunun nedeni Türkiye’nin “dışarıdan kendi ordusu ile savaşan bir ülke” görünümü vermesidir. Ortadoğu’da kendi ordusu ile savaşan bir ülkeden kimse korkmaz. Bundan dolayı Türkiye bir süreden bu yana Ortadoğu’da sürekli etkili darbeler yemektedir. Temmuz 2003’de Süleymaniye baskını ile başlayan Irak ve Kuzey Irak politikamızın çöküşü, Kerkük’ün Barzani tarafından işgal edilmesi ve diğer Türkmen bölgelerinin de Barzani tarafından “tartışmalı bölge” ilan edilmesi karşısında kırmızı çizgilerinin pembeleşmesinden başka bir şey yapamamıştır. Ortadoğu’da Türkiye’ye ağır bir darbe indiren ikinci husus ise PKK’nın önce Kuzey Irak’tan Türkiye’ye düzenlediği terörist eylemlerin durdurulamaması, sonra Suriye’de iç çatışmalardan istifade eden terör örgütünün Suriye’nin kuzeyinde PKK devletini kurmasıdır. 

Şüphesiz Ortadoğu’da Türkiye’ye ağır bir darbe indiren diğer husus, İsrail’in Mavi Marmara gemisine baskın düzenlemesi ve 9 sivil Türkün öldürülmesidir. Nihayet, Suriye tarafından Türk savaş uçağının düşürülmesi ve bu saldırı karşısında sessiz kalınması Türkiye’nin caydırıcılığına indirilmiş bir başka darbe olmuştur. İsrail hava kuvvetleri, Esad’ın başkanlık sarayının 14 kilometre uzaklığında Hizbullah’a askeri malzeme verdiğini iddia ettiği karargahı vururken, Türkiye uçağının hesabını soramamıştır.


Öte yandan Suriye’de çatışma uzadıkça, Türkiye’nin gördüğü zarar artmaya devam etmektedir. Reyhanlı saldırısı bunun en somut göstergesidir. Eğer Şam, Türkiye’de Sünni-Nusayri çatışmasını kışkırtma üzerine bir politika benimser ise Türkiye’nin önümüzdeki dönem büyük bir gerilim yaşayacağı açıktır.  


[1]“Reyhanlı'daki patlamalarla ilgili 9 gözaltı”, Anadolu Ajansı, 12 Mayıs 2013
[2] Ulusal Kanal, 11 Mayıs 2013, gazeteci Fatih Ertürk’ün Reyhanlı’dan verdiği bilgiler.
[5]Reyhanlı’da Gergin Saatler”, Hürriyet, 7 Mayıs 2013
[6]“MHP’li Çirkin saldırıyı üç gün önce bildi”,Akşam,12 Mayıs 2013
[7]“Kimyasal iddiaların merkez üssü: Reyhanlı”, Hürriyet, 11 Mayıs 2013
[8]Ümit Özdağ-Şanlı Bahadır Koç, “Mahalleye hoş geldin”-Türkiye’nin Ortadoğu’da İlk Günü”, 21. Yüzyıl, Haziran 2010, Sayı 18, s. 5-12
[9] Talha KÖSE, “Değişen Ortadoğu Denkleminde İsrail-Lübnan Krizi ve Türkiye’nin Rolü”, Akademik Ortadoğu, 3 Aylık Dergi, sayı s.73
[11]Ümit Özdağ, “Suriye’de yabancı ordular savaşıyor mu?”,Yeniçağ, 12 Nisan 2012,
[12]“Israeli- andHizballah-controlledenclaves inside Syria”, Debkafile, 8 Mayıs 2013, http://www.debka.com/article/22959/Israeli--and-Hizballah-controlled-enclaves-inside-Syria-
[13]Ümit Özdağ, “Beyaz İnsan, Kimyasal Silahlar ve Türkiye”,Yeniçağ, 11 Mayıs 2013,
[14]“Reyhanlı'daki saldırıyla ilgili önemli açıklamalar”, Hürriyet, 12 Mayıs 2013
[15] “Hiç Kimse Suriye'ye  Gelişigüzel İthamlarda Bulunamaz”, SANA, 12 Mayıs 2013
[16]Mahir Zeynalov, “Assad is winningwar in Syria”, Today’s Zaman, 11 Mayıs 2013
Michael Kelly, “AssadThinksHe'sWinningTheSyrianWar — And He May Be Right”, Business Insider, 25 Nisan 2013
[17] “Pushkov: Türkiye'deki Terör Saldırısı Suriye İçin Barış Konferansını Bozmak İçin Kullanılabilir”,DHA, 12 Mayıs 2013
[19] Vatan, 12 Mayıs 2013, “Flaş İddia:Askerler Biliyormuş”
[20]Ümit Özdağ, , “Suriye’de iç savaş-3”Yeniçağ,25 Şubat 2012
[21]“‘Suriye Sınırı’ Alarm Veriyor”, Milliyet, 28 Ekim 2012,  http://gundem.milliyet.com.tr/-suriye-siniri-alarm-veriyor/gundem/gundemdetay/28.10.2012/1618077/default.htm



http://www.21yyte.org/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/05/13/6998/ortadoguya-ikinci-kez-hos-geldin-veya-reyhanli-saldirilari