4 Kasım 2016 Cuma

Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri




Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri




 
Ferhat Pirinççi

2016-05-03














Suriye’de 2011 yılının Mart ayında patlak veren krizin kısa ve orta vadeli etkileri kendisini hissettirmeye devam ediyor. Özellikle radikal örgütlerin faaliyetleri ve Avrupa’ya yönelik Suriyeli mülteci akını nedeniyle Suriye krizi küresel bir sorun haline geldi. Dünya, Suriye krizinin doğrudan etkilerine 2016 yılı itibarıyla maruz kalıp bu etkileri tartışırken Suriye’ye komşu Türkiye, Irak, Ürdün ve Lübnan bu gerçek ile 2011 yılının başından beri yüzleşiyor. Suriye’ye komşu dört ülke, Suriyeli mülteciler ve DAEŞ ve diğer gruplar ile bağlantılı güvenlik risklerinin ötesinde Suriye krizinden kaynaklanan çeşitli meydan okumalarla mücadele etmeye çalışıyor.

Suriye krizinin komşu ülkeler üzerinde farklı boyutlarda ve derinliklerde etkisi oldu. Her bir ülkenin kendine özgü yapısı, krizin etkilerinin ve buna karşı verilen tepkilerin farklı olmasını kaçınılmaz hale getiriyor. Ancak krizin komşu ülkeler üzerindeki etkileri birbiriyle yakından ilişkili olduğu için söz konusu etkileri bir diğerinden tam olarak ayırmak mümkün değil ve hiçbir bölge ülkesinin Suriye krizinin etkilerinden bağışık olmadığını vurgulamak gerekir.

"Krizin en büyük yükünü Türkiye taşıyor"

Suriye krizinin etkileri, her bir ülke açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde göç açısından krizin en büyük yükünü Türkiye’nin çektiği gerçeği ile karşılaşılıyor. Suriye krizi nedeniyle Türkiye, günümüzde dünyada en fazla mülteci/sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumunda. Türkiye’nin Suriye kaynaklı göçe yönelik politikası özü aynı kalmakla beraber uygulamalar açısından zaman içinde gelişti ve bu gelişme hep ilerlemeci bir şekilde oldu. AFAD, Kızılay, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere bütün devlet kurumları entegre bir stratejiyle krizin göç etkisinin Suriyeliler ve Suriyelilerin yerleştiği bölgelerde yaşayan yerel halk açısından minimize edilmesi için çalıştı. Ayrıca bu süreç içinde STK’lar da kendisini geliştirerek söz konusu yükün azaltılmasına yardımcı oldu.
Ürdün, Türkiye ile kıyaslanmasa da gerek geçmişteki göç tecrübesi gerekse bağışçılardan aldığı yardımlar sayesinde Lübnan ve Irak’a göre daha sistemli mülteci politikası geliştirebildi. Ancak burada Türkiye ve Ürdün’ün göç etkisine yönelik önemli bir farkı var. Türkiye, ev sahipliği yaptığı Suriyeliler için uluslararası örgütler ve bağışçılardan minimal ölçüde destek aldı ve harcamaların büyük kısmını öz kaynaklarıyla gerçekleştirdi. Ürdün de ülkesindeki Suriyeliler için kendi kaynaklarından harcamalar yapmakla beraber uluslararası örgütler ve bağışçılardan anlamlı bir destek aldı.
Suriye krizinin göç etkisini ülkesine gelen Suriyeliler bağlamında en az hisseden ülke Irak oldu. Suriye’den nispi olarak çok az göç alsa da Suriye krizi ile ilişkili gelişmeler nedeniyle “Yerinden Edilmiş Kişiler” durumu Irak için önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Lübnan, krizin göç etkisini en fazla hisseden ülkelerden biri. Siyasi açıdan kırılgan yapısı krizin göç etkisine yönelik kapsamlı bir politika uygulanmasını engellerken, Lübnan’ın geçmişteki göç tecrübesi de Suriyelilere yönelik politikaların geliştirilmesinde etkili oldu.

Türkiye-Ürdün/ Irak-Lübnan karşılaştırmalı perspektifi

Suriye krizinin devlet yapısına etkisine karşılaştırmalı bir perspektiften bakıldığında, Türkiye ve Ürdün ile Irak ve Lübnan’ı ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. Zira Türkiye ve Ürdün’deki devlet kurumlarının ve siyasi yapıların kriz öncesindeki durumu, krizin bu ülkelerdeki devlet yapılarını olumsuz etkilemesini engelledi. Aksine Türkiye ve Ürdün devlet yapılarının kurumsallığı, krizin bütün etkileriyle mücadelede önemli bir destek sağladı.

Irak ve Lübnan açısından ise durum aynı değil. 

Irak’ta Suriye krizinin başlamasından önce siyasi açıdan Maliki iktidarı devam ediyor olsa da devlet yapısında aksayan sorunlar vardı. Her şeyden önce ülke içinde kamu düzeni ve otoritesi tam olarak sağlanmış değildi. Böylesi bir ortamda Suriye kriziyle ilişkili olan DAEŞ'in Musul ve diğer bölgeleri işgali, Irak’taki devlet yapısının kırılgan durumunu gözler önüne serdi. Irak siyaseti, bu kırılgan yapıyı toparlamak için girişimlerde bulunsa da kısa vadede başarı sağladığı söylenemez.
Lübnan için de krizin devlet yapısına etkisi açısından durum pek iç açıcı değil. Suriye krizinin etkisini iyiden iyiye hissettirdiği bir dönemde geçici hükümetle idare edilen Lübnan, yerel aktörlerin Suriye krizine yönelik tutumlarından dolayı iç politikada ciddi sıkıntılarla karşılaştı. Yeni hükümet 2014 yılında kurulmuş olsa da siyasi açıdan kırılgan yapı, hükümetin Suriye krizine yönelik kapsamlı politikalar izlemesini engelliyor. 

Ayrıca Lübnan 2014 yılından beri yeni cumhurbaşkanı seçilebilmiş değil ve Parlamento seçimleri iki kez ötelenerek 2017 yılına ertelendi.

Suriye krizinin radikalleşmeye etkisi açısından Suriye’ye komşu dört ülkenin de farklı derecelerde etkilendiğini söylemek gerekir. Her bir ülkeden yabancı terörist savaşçı olarak DAEŞ, Nusra Cephesi veya PKK/YPG gibi terör örgütlerine katılımlar olmakla beraber, krizin kendisi ve krize yönelik uygulanan politikalar, bazı ülkelerin kendi içinde radikalleşme eğilimini arttırdı. Bu durumla ilişkili olarak Irak ve Lübnan’ın daha ön plana çıktığı söylenebilir. Zira Suriye krizi ve DAEŞ’le mücadele bağlamında Irak’ta uygulanan politikalar, toplumun bütün kesimlerinde radikalleşme eğilimini yükseltti. Lübnanlı aktörlerin Suriye krizinde taraf olması, özellikle Hizbullah’ın askeri angajmanı ülkedeki siyasal ve toplumsal kutuplaşmayı körükledi ve bu da zaman zaman sıcak çatışmaya varacak düzeyde toplumsal gerginlikleri beraberinde getirdi. Lübnan’da farklı toplumsal kesimler arasında zaten güçlü olan mezhepsel bilincin daha güçlendiği ve bu kesimlerin dinsel kimliklerine daha sıkı bağlandığı görülüyor. Lübnan’da radikalleşme ve güvenlik risklerine ilişkin bir diğer boyut Lübnan’a gelen Suriyeliler arasında radikalleşme açısından uygun zeminin olması ve bunun radikal gruplar tarafından istismar edilmesi olasılığı.

"Kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte"

Suriye krizinin güvenlik alanında Irak’a etkisi değerlendirildiğinde daha çok DAEŞ bağlantılı gelişmeler öne çıkar. DAEŞ, Irak kökenli bir örgüt olmasına rağmen DAEŞ’in güçlenmesine zemin sağlayan Suriye iç savaşı oldu. DAEŞ saldırıları ve DAEŞ’le mücadele süreci içinde her siyasal ve silahlı aktör krizi kendi lehine çevirmek ve fırsata dönüştürmek çabası içerisine girdi. Bu sürecin doğal sonucu, uzun süreli istikrarsızlık ve her grubun kontrol ettiği bölgede tehdit olarak gördüğü toplumsal kesimleri zorunlu göçe tabi tutması oldu. Irak’ta en ciddi güvenlik riski zorunlu göçe maruz kalan bu insanların uzun vadede ülkede istikrarsızlığın kaynağı olacağı gerçeği. Bu kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte. Siyasi amaç da kontrol edilen bölgede homojen bir demografik yapı oluşturuyor. Bu da zaten fiili anlamda parçalanma süreci içinde olan Irak’ta merkez kaç kuvvetleri ve parçalanmayı tetikleyebilir.
Suriye krizinin Ürdün’e siyasi ve güvenlik etkileri açısından bakıldığında Ürdün’ün Suriye’ye komşu ülkeler arasında bu açıdan en az olumsuz etkiye maruz kalmış ülke olduğunu söylemek mümkün. Bunun temel nedeni Ürdün’ün Suriye iç savaşına doğrudan müdahil olmamaya çalışması ve sınır güvenliği konusunda krizin başından itibaren hassas davranması etkili oldu. Irak, Lübnan ve Türkiye Suriye kaynaklı çok sayıda terör saldırısına maruz kalmışken Ürdün’de henüz böyle bir gelişme yaşanmadı. Ancak Ürdün bir taraftan istikrarlı görüntüsüne rağmen kendi içinde kırılgan bir yapıya da sahip. Bu nedenle Ürdün karar alıcıları ve güvenlik bürokrasisinin Suriye krizi nedeniyle tabiri caizse “diken üstünde” olduğu söylenebilir.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancı terörist savaşçılar Türkiye üzerinden Suriye’ye ya da Suriye üzerinden kaynak ülkelerine geçmeye çalışıyor. Türkiye de sınır güvenliği için çok daha fazla enerji ve kaynak harcanmak durumunda kalıyor. Türkiye-Suriye sınırının belli bölümlerinde inşa edilen yüksek duvarlar, sınır bölgesinde askeri konuşlanmanın artırılmış olması ve sınırın teknolojik imkanlar kullanılarak denetlenmesine yönelik çaba ve yatırımlar bunlar arasında sayılabilir.

Türkiye-Suriye sınırı

Türkiye açısından Suriye krizi kaynaklı belki de en ciddi tehdit ise 910 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırının Nisan 2016 itibarıyla yaklaşık 600 kilometresini Türkiye’ye karşı mücadele yürüten PKK terör örgütünün Suriye kolu YPG tarafından kontrol ediliyor olması. Bu, sınır güvenliği açısından bir risk durumu. Suriye’nin parçalanması ihtimali ve bunun Türkiye’nin toprak ve siyasal bütünlüğünü riske etmesi olasılığı, Suriye krizinin Türkiye açısından uzun vadeli güvenlik etkisini oluşturuyor.
Suriye krizinin sınır aşan etkileri giderek artan boyutta hissediliyor. Suriye krizi, DAEŞ ve mülteciler boyutu ile tüm dünyayı etkiliyor. Buna karşın Suriye dışında krizden birinci derecede etkilenen ülkeler bu ülkeye komşu olan Irak, Lübnan, Ürdün ve Türkiye olmuştur. Ancak her bir ülkenin kendi şahsına münhasır özellikleri, krizin bu ülkelere derinliği ve boyutları açısından farklı şekillerde sirayet etmesine neden oldu. Suriye krizinin kısa vadede sona ermesi halinde bile bölge ülkeleri üzerindeki etkilerinin bir anda ortadan kalkacağını söylemek güç. Bu nedenle Suriye iç savaşını sonlandırmanın ötesinde krizin Suriye’ye komşu ülkeler üzerindeki etkilerine yönelik de kapsamlı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesine ihtiyaç var. Kriz uzadıkça bu ihtiyacın daha acil hale geldiği kaçınılmaz bir gerçek.
Bu yazı “Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri” başlığıyla Anadolu Ajansı internet sitesinde yayınlanmıştır.

2016-05-03

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/4701?s=orsam|turkish

.


15 Temmuz 2016 “ Ters Darbe ”si: AKP- Cemaat Kavgası, “ Parti Devleti ” ve Demokrasi




15 Temmuz 2016 “Ters Darbe”si: AKP-Cemaat Kavgası, “Parti Devleti” ve Demokrasi


Yazar: Bülent Şener

15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun gecesi oldu belki de. Atatürk devrimlerini ve bu devrimlerin üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere 1950’lerde harekete geçen siyasal İslamcı karşı devrimin 1970’lerden itibaren devletin tüm kademelerine (özellikle yargı, emniyet, istihbarat ve ordu) sızma ve etkinlik kazanma girişiminin 2016 yılı Temmuz’unda ulaştığı radde bir “ters darbe” olarak ortaya çıktı ve çok şükür ki başarısızlığa uğradı.

Aynı anda hem TSK yönetimini ve merkezlerini (Genelkurmay Başkanlığı, 1. Ordu Komutanlığı, Özel Kuvvetler Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Akıncılar Üssü) hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin başını ele geçirmek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içindeki siyasal İslamcıların Fethullahçı Terör Örgütü kanadının emir-komuta zincirinin dışında gerçekleştirdiği bu “ters darbe”ye karşı, gerek darbenin erken deşifre edilmesi gerekse Türk milletinin ve devletin ilgili tüm kurumlarının gösterdiği mukavemetle açıkçası Türkiye Cumhuriyeti bir uçurumun eşiğinden döndü. Bu gözü dönmüş cuntanın giriştiği bu darbenin en trajik yönü hiç kuşkusuz verilen şehit ve yaralılarla birlikte Gazi TBMM’nin tarihinde ilk defa bombalanması oldu. Bu, liyakatle ve vatan sevgisiyle bulunduğu göreve gelmiş hiçbir TSK mensubu ve unsurunun bir an bile aklından geçiremeyeceği bir şeydi.

Şimdi soru şu: Türkiye Cumhuriyeti devleti bu durumlara nasıl düştü? Bir devlet kendi içerisinde bu derece ağır bir güvenlik zafiyeti içerisine bir anda düşebilir mi? Bu sorunun cevabı aklını, vicdanını ve iradesini köreltenler için basittir: Evet… “Evet” cevabı verenlerin büyük bir kısmı şüphesiz 2010 anayasa değişikliği referandumunda da “evetçi”ydiler, Çözü(l)m(e) Süreci’nde de “evet”çiydiler, Ergenekon, Balyoz vs. davalarda da “evet”çiydiler. Bir bilim insanı olarak ben hiçbir zaman bu süreçlerde “evetçi” olmadım, olma kolaycılığına düşmedim. “Evetçi” tavra salt AKP iktidarının politikalarını beğenmediğim ve eleştirdiğim için değil, siyasal İslamcıların bu ülkeyle ilgili emellerini az ya da çok kestirebildiğim için onay vermedim. Askeri darbelere ve vesayetçi kurumlara karşı olmak ayrı bir şeydi, bunları bahane ederek devlet içinde yeni vesayetçi klikler ve yapılar oluşturmak ayrı bir şeydi.

Zamanın hükmünü icra etmesi sonucu, AKP-Cemaat ittifakının şaşaalı günlerinde hakikati savunduğunu sananlar nasıl bir yanılgı içinde olduklarını bir kez daha gördüler. 2011’lere kadar devam eden AKP-Cemaat ortaklığının devletin başına açtığı işlerin en kötüsü belki de bu darbe girişimi ve bu süreçlerde TSK’nın yıpranan imajı ve bozulan motivasyonu oldu. Daha önceki yazılarımda da defaatle söylediğim gibi, AKP iktidarının devletin temel kurumlarında, işleyişinde ve teamüllerinde yarattığı deformasyonlar, kırılmalar özellikle “17-25 Aralık Süreci”, Arap Baharı ve Çözü(l)m(e) Süreci’nde tam anlamıyla bir güvenlik zafiyetine dönüştü ve ne yazık ki bunun ağır bedelleri ödenmeye devam ediliyor. AKP-Cemaat ortaklığı sırasında kimse Cemaatin yargıda, emniyette, istihbaratta ve orduda palazlanmadığını söyleyebilir mi? Şu an 6 bine yakın askeri ve sivil (özellikle hakim ve savcı) personel gözaltına alınmış durumda ve belki bunun iki üç katı kadar daha gözaltı ve tutuklamalar olacak, futbol stadyumları bile belki gözaltılar için kullanılacak. Peki bu insanlar bu noktalara liyakatle mi geldiler? “Ne istediler de vermedik”diyen kimdi? Ergenekon Davası için “Ben bu davanın savcısıyım” diyen kimdi? Bu davalarda “bizi ne için feda ettiğinizin farkında mısınız? Bizim yerlerimize kimler yerleştiriliyor farkında mısınız?” diyenlere kulak vermeyenler kimlerdi? TSK’nın elindeki bütün istihbarat yeteneğini alıp TSK’yı elektronik harp ve istihbarat açısından kör bir ordu haline getiren kimdi? TSK’nın YAŞ’taki kararlarına muhalefet şerhi koyanlar kimlerdi? Bu sorulara makul ve “ama”sız bir cevabınız olmalı.

Gülen cemaatinin son kırk yılda, siyasal iktidarlarla kurduğu ortaklıklardan istifade ederek hem sivil toplumda örgütlenmesi hem de devlet bürokrasisinin çok önemli kademelerine nitelik ve nicelik olarak yerleşmesi, AKP iktidarıyla birlikte artık olağan kabul edilen bir durum oluşturdu Şubat 2012’deki MİT krizine kadar. Çevreden gelen AKP Türkiye’de tek başına iktidar olsa da bürokraside zayıftı ve üstelik taşıdığı siyasal kodlar ve geldiği gelenek şu ya da bu ölçüde Cumhuriyet’in değerleri ve kurumlarıyla problemliydi. İşte böylesi bir ortamda, Gülen cemaatinin iyi eğitim görmüş, modern hayat tarzını benimsemiş gözüken ve daha da önemlisi (darbecilerin kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak adlandırmasında ve darbe bildirisinde de görüldüğü gibi) adeta bir bukalemun gibi her türlü siyasal/ideolojik ortama uyum sağlama yeteneğine sahip beşeri sermayesi, Cumhuriyet’i yeni bir siyasi ve ideolojik temelde dönüştürmek noktasında AKP’ye aradığı fırsatı verdi. Hiç şüphesiz bu fırsatın oluşmasına ordunun ve laik kesimlerin AKP’ye karşı aldığı tutumlar da bir katalizör olarak işlev gördü. İşte bütün bu gelişmeler Gülen cemaatinin devleti tamamen ele geçirmek noktasında uzun zamandır beklediği fırsat kapısını aralamış oluyordu. AKP’nin ordunun siyasal hayattaki etkisini kırabilmek ve bürokratik yapıyı dönüştürebilmek için Gülen cemaatiyle yaptığı tarihsel ittifakla birlikte Cemaat on yıl içerisinde önceki dönemlerle kıyaslanamayacak bir ivmeyle devletin her kademesinde palazlandı. Bu palazlanmanın yapısal anlamda Gülen cemaatine sağladığı en büyük kazanımlardan biri, 2010 Eylül’ündeki anayasa değişikliği referandumuyla yargıyı büyük ölçüde eline geçirmesi, diğeri ise Ergenekon, Balyoz vs. kumpas dava süreçleriyle TSK’nın yapısının, geleneklerinin, motivasyonunun ve toplum nazarındaki itibarının deformasyona uğratılması oldu. İşte bu noktadan itibaren takvimler Haziran 2011 genel seçimlerini gösterdiğinde, Gülen cemaati iktidarda gerçek anlamıyla görünür ve tek yöneten olmak için AKP’yle seçim öncesinde ve sonrasında önce pazarlığa, sonra mücadeleye ve nihayet savaşa girişti. Böylece, 7 Şubat 2012’deki MİT kriziyle birlikte AKP-Cemaat tarihsel ortaklığı son buldu. Bu kriz aslında Türk devlet hayatındaki yaşanacak büyük depremin öncü sarsıntısıydı. Bunun ardından yaşanan “17-25 Aralık Süreci” AKP açısından çok daha uyarıcı oldu ve nihayet 15 Temmuz 2016 gecesinde Gülen cemaatinin TSK içindeki terör kanadı AKP’ye ve daha da önemlisi Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı açık bir savaşa girişti ve bu savaşta Erdoğan ya da AKP karşıtlığının/otoriterliğinin ordudaki diğer kesimler açısından kendine avantaj sağlayacağı şeklinde büyük bir yanılgı içerisine düştüler.

Şimdi karşımızda devlet ve toplum güvenliği açısından gerçekten korkutucu bir manzara var. Bu başarısız darbe girişimin siyasal, sosyal, ekonomik açıdan hasar raporu ilerleyen zaman dilimlerinde çok daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. Fakat görünen o ki, “Çözü(l)m(e) Süreci” ve “Arap Baharı” sırasında izlenen hatalı politikaların yaratmış olduğu güvenlik zafiyetleri, bu darbe girişimiyle birlikte çok daha büyük bir risk düzeyine taşınmış durumda. Robert Fisk’in de dikkat çektiği gibi, 15 Temmuz gecesi yaşananlar istisnai bir Türkiye gerçeği değil, tam aksine Ortadoğu’daki sınırların ve devletlerin çökmesi ile yakından bağlantılı bir duruma işaret ediyor.[1] Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşananlardan kendisini soyutlayamayacağı gerçeği bir yana, gerçekten de son 6 yıl içinde AKP iktidarının da katkısıyla (ki bu katkı hala devam ediyor, örneğin, Suriyelilere vatandaşlık verilmesine yönelik adımlar) Türkiye gerçek anlamıyla bir Ortadoğu ülkesi haline döndü. Bunun Türkiye için en net ifadesi “istikrarsızlık”, “iç çatışma”, “ulus-devletinde zayıflama” ve “çözülme”dir. Bu yalın gerçeklik karşısında meydanlarda bu darbenin atlatılmış olmasından dolayı sürdürülen kutlamalar duygusallıktan öte hiçbir anlam taşımıyor aslında. Çünkü Türkiye’de darbe tehlikesi ortadan kalkmadı. Robert Fisk’e göre darbe bir sonraki darbeye kadar engellendi ve önümüzdeki birkaç yıl içinde yeni bir darbeye hazır olunması gerekiyor. Dolayısıyla, salt “paralel devlet yapılanması” noktasından meseleye bakılıp, devletin ve kurumlarının temel ilke ve esaslarının, işleyiş mekanizmasının, yerleşik değerlerinin, teamüllerinin “parti devleti” anlayışıyla deformasyona uğratılmasının yarattığı zafiyetler AKP iktidarı tarafından bir kapsamlı özeleştiriye tabi tutulmadığı sürece, “istikrarsızlık”[ğ]ın, “iç çatışma”nın, “ulus-devletin zayıflama”sının, “çözülme”sinin ve en nihayetinde “darbe”nin bütün sosyolojik ve siyasal nedenleri var olmaya devam edecektir Türkiye’de.

Sonuç: Türkiye Kırılgan Bir Devlet Olma Yolunda (mı?)


Belli bir toprak parçası üzerinde bağımsızlığa ve münhasır bir egemenliğe sahip olmak, devlet olmanın temel koşullarından biridir. Diğer taraftan, devlet olmak, sınırları içerisinde yaşayan bireylerin temel ihtiyaçlarını (eğitim, sağlık, barınma, adalet vb.) karşılayabilmeyi, huzur ve asayişi sağlayabilmeyi ve gerek sınırlar içinden gerekse sınırlar dışından yönelebilecek her türlü tehdit ve saldırıyı ve muhtemel zararlarını minimum düzeye çekebilmeyi gerektirmektedir. Bunları tam olarak sağlayamayan devletler genellikle “kırılgan devlet” (fragile state) olarak adlandırılmaktadır. OECD’nin genel kabul gören tanımına göre “kırılganlık” devletin güvenlik, eğitim, sağlık, adalet gibi temel kamu hizmetleri sunmakta acziyet içinde olması durumudur.[2] Bunun bir adım ötesi ise “başarısız devlet”tir ki (failed state), bu noktada kontrol, idare ve eylem yeteneklerini çekirdek alanlarda kaybetmiş ve toplumsal sözleşmesi bozulmuş çökmekte olan bir devlet vardır artık 

(Bkz. Tablo 1).





1990’lı yıllarla birlikte birçok akademik kuruluşun ve uluslararası örgütün, devletlerin kırılganlığına ilişkin endeksler oluşturmaya başladığı görülmektedir. Bunlardan biri de ABD merkezli “Fund For Peace” (FFP) adlı düşünce kuruluşu ile “Foreign Policy Dergisi”nin işbirliğiyle 2005 yılından bu yana yayınlanan “Başarısız Devletler Endeksi”dir ki (Failed States Index), Haziran 2014’te onuncusu yayınlanan ve adı “Kırılgan Devletler Endeksi” (Fragile States Index)[3] olarak güncellenen bugün için son endeks Türkiye’nin kırılganlığı açısından oldukça olumsuz bir veri setini ortaya koymaktadır. Türkiye, söz konusu endekste 178 ülke arasında 74,1 puanla (puan ne kadar yüksekse kırılganlık o kadar fazladır)[4] 94. sırada yer alarak yüksek riskli (high warning) ülkeler arasında yer almaktadır ki (bkz. Tablo 2), bu durum tüm AB ve OECD üyesi ülkeler içinde Türkiye’yi kırılganlık açısından 1. sıraya taşımaktadır.




Endekste, Türkiye’nin en yüksek puan aldığı, yani en büyük kırılganlık sergilediği alanlar “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi ve “güvenlik aygıtı” göstergesidir. Söz konusu göstergelerin birincisinde Türkiye’nin 2014 puanı 9,0 iken, ikincisinde ise 7,4’tür (Bu iki göstergenin 2007-2014 arasında izlemiş olduğu trendlerin ortalaması ise sırasıyla 8,2 puan ve 7,3 puandır). Gerek “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi gerekse “güvenlik aygıtı” göstergesi her iki alanda da Türkiye’nin taşımakta olduğu aşırı risk potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu riskler dışında “mülteciler” göstergesindeki yükseliş de (Suriyeli sığınmacıların ‘vatandaşlığa’ geçirilmesi başta olmak üzere) Türkiye için daha olumsuz bir tablo yaratmaktadır

 (Bkz. Tablo 3).




Bütün bu gerçeklikler karşısında, darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmış olması Türkiye’de demokrasinin daha iyi işleyeceği anlamına gelen doğrudan bir siyasal sonuca işaret etmiyor maalesef ortada böylesine çok ciddi bir güvenlik ve beka sorunu varken. Bu güvenlik ve beka sorunu, Türkiye’nin otoriter ve son kertede totaliter bir “parti devleti” modeline sürüklenme riskiyle birlikte ele alındığında, bu başarısız darbe girişiminin yarattığı/yaratacağı etkiler, bu modele gidişteki bütün toplumsal ve siyasal itirazların çoğunluk nezdinde “gayri meşru” ilan edilmesi için elverişli bir durum da ortaya çıkarabilir. Diğer bir deyişle, “paralel devlet yapılanması”na karşı sürdürülen mücadelenin zamanı geldiğinde muhalefete kadar uzanması ve bunun da çoğunluk tarafından (gerektiğinde sokaklara çıkarak) desteklenmesi söz konusu olabileceği gibi, devlet güvenliği açısından zorunlu olarak tasfiye edilmesi gereken kadroların yerine partiye yakın isimlerin yerleştirilmesi de söz konusu olabilir. Darbenin olası artçı etkileri de (siyasal suikastler ve iç çatışma) düşünüldüğünde, bu senaryoların başka hangi endişe verici senaryolara yol açabileceğini tahmin etmek zor değildir.
Sonuç olarak, darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin “ulus-devlet”ini muhafaza ederek evrensel standartları yakalamış demokratik bir hukuk devletine ulaşma hedefine yaklaştığını söyleyebilmek düne göre artık daha da zor görünmektedir. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden bu yana defaatle işaret ettiğim gibi, Türkiye içerisine düşürüldüğü güvenlik zafiyetleri ve siyasal/ideolojik bölünmüşlük/kutuplaşma nedeniyle bir “Katastrof Çağı”nın içinden geçiyor ve belki de bunun henüz daha başlangıcındayız. Umarım tarih ve olaylar beni yanıltır…
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü internet sitesinde yer alan yazılar, sadece yazarlarının görüş ve değerlendirmelerini yansıtmakta olup, bunların sitemizde yayınlanması, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından tümüyle veya kısmen benimsendikleri veya ‘Enstitünün’ kurumsal görüşünü yansıttıkları şeklinde alınamaz.

Kaynaklar;

[1]Bkz. Robert Fisk, “Turkey’s Coup May Have Failed – But History Shows It Won’t Be Long Before Another One Succeeds”, Independent, 16 July, 2016, http://www.independent.co.uk/voices/turkey-coup-erdogan-ankara-istanbul-military-army-turkey-s-coup-may-have-failed-but-history-shows-a7140521.html
[2]Bkz. OECD, “Principles for Good International Engagement in Fragile States & Situations: Principles”, April 2007, http://www.oecd.org/development/incaf/38368714.pdf.
[3]“Kırılgan Devletler Endeksi”nde devletler, 12 ayrı sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri göstergeye dayanılarak, her bir gösterge için (0 ile 10 arasında bir rakamla (toplam 120 puan üzerinden) değerlendirilmekte, en yüksek puanı olan devletin en kırılgan olduğu tespiti yapılmaktadır. 178 ülkenin sıralandığı 2014 endeksinde en kırılgan devletlerin Afrika ve Ortadoğu’da, en az kırılgan devletlerin ise Kuzey Avrupa’da yer aldığı görülmektedir. Bkz. Fund for Peace, Fragile States Index 2014, Washington D. C., 2014,
http://library.fundforpeace.org/library/cfsir1423-fragilestatesindex2014-06d.pdf  
[4]Endeksin kriterleri konusunda daha geniş bilgi için bkz. Konur Alp Koçak, “Türkiye Ne Kadar Kırılgan”, 2023 Dergisi, Sayı: 160 (Ağustos 2014), ss. 58-64, http://tasav.org/usr_img/2023_dergisi_160._sayi_konur_alp_koCak.pdf

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/07/20/8476/15-temmuz-2016-ters-darbesi-akp-cemaat-kavgasi-parti-devleti-ve-demokrasi



Irak’ta IŞİD’le Mücadelede Kritik Eşik: Musul Operasyonu





Irak’ta IŞİD’le Mücadelede Kritik Eşik: Musul Operasyonu


 
Bilgay Duman
2016-10-27



   17 Ekim 2016 tarihinde başlayan Musul operasyonu pek çok tartışmayı beraberinde getirmiştir. 

   ABD’nin tutumu, Irak’taki güçlerin dağılımı, Türkiye’nin Başika’daki varlığı, operasyon süreci ve sonrası gibi konular gündemin ana maddelerini oluşturmaktadır. Irak’ta IŞİD’le mücadelede kritik bir eşik olacağı düşünülen Musul operasyonuna ilişkin tartışmalar daha uzun sürecek gibi görünse de operasyona ilişkin bir ön değerlendirme yapmak yerinde olacaktır.
Musul operasyonu başlangıç tarihi itibariyle bir sürpriz değildir. ABD’nin bu operasyonu Kasım 2016’da düzenlenecek olan başkanlık seçimleri öncesinde yapmayı planladığı bilinen bir gerçektir. Operasyona ilişkin ABD’li yetkililer tarafından yapılan açıklamalarda Ekim 2016 tarihinin hedeflendiği çok kez ifade edilmiştir. ABD Başkanı Barack Obama’nın, dönemini, sözlerini yerine getirmiş olarak kapatmak istediğini söylemek mümkündür. Operasyonun Demokratlara da seçimde bir avantaj sağlayacağı hesap edilmektedir. ABD’deki başkanlık seçimleri için Demokrat Parti’nin adayı olan Hillary Clinton’un başkanlık yarışında bir adım önde olduğu, yapılan çoğu ankette ortaya çıkan sonuç olmuştur. Musul operasyonuna başlanmış olmasının Clinton’a avantaj sağlayacağı düşünülmekte dir.

Ancak ABD dahil bütün ülkeler Musul operasyonunun kısa vadede bitirilemeyeceğinin farkındadır. Aslında Iraklı yetkili makamların Musul operasyonuna başlanması konusunda pek de istekli davranmadıklarını da söylemek mümkündür. Operasyon için yeterli hazırlıkların tamamlanamadığı pek çok Iraklı yetkili tarafından kabul edilmektedir. Bununla birlikte her ne kadar Erbil ve Bağdat’ın operasyon planları konusunda anlaştığı söylense de sahada tam bir koordinasyon olduğundan bahsetmek mümkün değildir. Bu durum Musul operasyonuna ilişkin olarak Irak’ta tedirginlik yaratmaktadır. Ancak Iraklıların büyük bölümü için ABD desteği olmadan operasyonun başarıya ulaşması mümkün görünmemektedir.

Neredeyse Irak’taki hemen hiçbir bölgede ABD’nin hava desteği olmadan IŞİD’e karşı büyük bir ilerleme sağlanamadığı bir gerçektir. Tikrit operasyonu bu açıdan en büyük örneği teşkil etmektedir. Tikrit operasyonunda Irak merkezi hükümeti önce ABD’nin hava desteği olmadan operasyon yapmaya kalkışmıştır. ABD’nin hava desteği olmadan yaklaşık 3 ay süren Tikrit operasyonunda ilerleme sağlamak mümkün olmamıştır. Hatta ilerleme sağlanamaması nedeniyle sahadaki güçler arasında koordinasyon dahi kopmaya başlamış ve sorunlar çıkmıştır. Bunun üzerine Irak merkezi hükümeti operasyonu durdurmak zorunda kalmıştır. Operasyon durduktan kısa bir süre sonra ABD’nin hava desteği ile başlatılan operasyon sonucu Tikrit alınabilmiştir. Irak merkezi hükümeti, ABD’nin desteği olmaksızın Musul’da büyük çaplı bir ilerleme olmayacağının farkındadır. Bu nedenle ABD’nin öncelikleri ve yönlendirmesine uygun davranmak zorunda kalmaktadır. Bu durum sadece operasyonun başarısıyla ilgili değildir. Irak merkezi hükümeti özellikle Erbil tarafından ortaya konabilecek aşırı istekler konusunda da ABD’nin bir denge rolü oynadığını bilmektedir. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin son Bağdat ziyaretinin bunun bir göstergesi olduğunu söylemek mümkündür. ABD, Erbil’i Bağdat’la anlaşması için teşvik etmiştir. Barzani de ABD desteğinden mahrum kalmamak için Bağdat’la uzlaşma yolunu seçmiş görünmektedir. Bu nedenle hem Erbil hem de Bağdat, ABD ile uyum göstermek zorunda kalmaktadır. Erbil ve Bağdat için bu durum bir tercihten çok zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Zira ABD’nin desteğindeki ağırlık merkezinin bir tarafın lehine kayması, dengeleri büyük oranda değiştirebilecek niteliktedir. Kısacası Musul operasyonunun zamanlamasındaki ilk tercihin ABD’de olduğu, ancak Erbil ve Bağdat’ın da buna uyum gösterdiğini söylemek mümkündür.

Musul Operasyonunda Son Durum

Operasyona 15 bin civarında Peşmerge ile 30 bin civarında Irak güvenlik güçlerinin katıldığı bilinmektedir. Bu güvenlik güçleri içerisinde Irak Ordusu çoğunluğu oluştururken, federal polis, yerel polis, aşiret birlikleri de bulunmaktadır. Ayrıca Irak’taki en tartışmalı aktörlerden biri olan Haşdi Şaabi’nin de operasyona katılıp katılmayacağı konusunda belirsizlik yaşanmaktadır. Ancak Haşdi Şaabi’nin operasyona katılsa bile Musul şehir merkezine girmeyeceği söylenmektedir. Bununla birlikte sayısal çoğunluktan öte IŞİD’e karşı savaşan güçlerin askeri yeterliliği de savaşın gidişatında belirleyici olacaktır. Musul operasyonuna katılan Irak güvenlik güçlerinin yeterli oranda eğitim almadığı ve tecrübesiz oldukları yönünde tartışmalar bulunmaktadır.
IŞİD’in kullandığı farklı yöntemler, Musul operasyonuna katılan Irak güvenlik güçlerinin IŞİD’le savaşmadaki yeterliliğinin sorgulanmasına yol açmaktadır. IŞİD, standart savaş yöntemlerinin dışında yöntemler kullanmaktadır. Özellikle IŞİD’in tünelleri kullanarak Musul’daki güvenlik güçlerine verdiği karşılık, zaman zaman beklenmeyen, şaşırtıcı eylemler olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle IŞİD’le savaşta sadece doğrudan savaş yöntemleri yeterli görünmemektedir.
Operasyona uluslararası koalisyon güçlerinin eğittiği Irak güvenlik güçleri de katılmaktadır. Musul operasyonu bu güçlerin sınavı olacaktır. Burada sadece Musul’un IŞİD’den geri alınması değil, Musul’un korunması ve muhtemel çatışmaların da önüne geçilmesi önemli olacaktır.

Irak Başbakanı Haydar El-Abadi, operasyonun ilk haftasında beklenenden hızlı bir ilerleme sağlandığını açıklamıştır. Ancak büyük ilerleme Peşmergeler ve Irak Ordusu’nun ortak operasyon hattında gerçekleşmiştir. Özellikle Peşmergelerin ilerlediği doğu-batı hattında önemli bir ilerleme sağlanmıştır. Operasyon planlarına göre, Peşmergelerin Irak’ta tartışmalı bölgeler olarak bilinen ve Irak Anayasası’nın süresi geçmiş 140. Maddesi kapsamına giren bölgelerin ötesine geçmeyeceği bilinmektedir. Musul şehir merkezine sadece Irak merkezi hükümetine bağlı güvenlik güçlerinin girmesi planlanmaktadır. Peşmergeler operasyonun başlangıcından itibaren Musul’un güneyinde bulunan Dicle nehrinin batısındaki Mahmur’dan başlayarak, Musul’un kuzeyine doğru bir cephe açmış durumdadır. Peşmergeler bu hat doğrultusunda doğu-batı yönlü ilerleme sağlamıştır. Yani Erbil’den Musul’a doğru birkaç cephe açılmıştır. Bu hat şehrin dış çeperini oluşturmaktadır. Bu bölgeler daha çok Kürt nüfusla birlikte azınlık nüfusun yaşadığı yerlerdir. Ancak bu bölge neredeyse insansız bölgelerdir. IŞİD’in 2014’te Musul’u işgal etmesinin ardından buradaki nüfusun büyük bölümü göç etmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle Peşmerge savaş alanında rahat ilerleme sağlayabilmiştir. Bu bölgelerin bir kısmında Erbil ve Bağdat’ın anlaşmasına dayalı olarak Irak Ordusu da Peşmerge ile ortak operasyon yapmaktadır. Yapılan operasyonlar sonucu 20’ye yakın yerleşim yerinin IŞİD’den temizlendiği bilinmektedir. Diğer taraftan Irak Ordusu da yine Musul’un güneyinde bulunan Dicle Nehri’nin batısındaki Geyyara’dan hareket etmiştir. Geyyara’dan bulunan hava üssü de aynı zamanda ABD öncülüğündeki koalisyonun operasyon merkezi konumundadır. Irak Ordusu ve güvenlik güçleri buradan güney-kuzey yönünde ilerlemekte ve Dicle Nehri’nin kıyısından kuzeye doğru önemli bir koridor açmıştır. Burada Irak güvenlik güçleri için ciddi bir zorluk bulunmaktadır. Nitekim Irak güvenlik güçlerinin açtığı koridorun hem doğusu hem batısı IŞİD’in elindedir. Yani Irak güvenlik güçleri operasyonu kuzeye doğru genişletirken, aynı zamanda batı ve doğu cephelerini de akılda tutmak zorundadır. Ancak bu konuda Peşmergeler daha rahattır. Zira Peşmerge arkasını güvenli bölgeye, yani Erbil’e dayamış durumdadır. Ancak Irak Ordusu dört bir yanını kollamak zorundadır. Bu durum önümüzdeki süreçte Irak güvenlik güçleri için bir problem ortaya çıkarabilir.

Ayrıca IŞİD’in Musul şehrinin dış çeperinde değil, daha çok şehir merkezinde ana savaş için hazırlık yaptığı söylenmektedir. Bu nedenle merkeze yaklaştıkça çatışmaların artması ve ilerlemenin zayıflaması beklenmektedir. Hatta zaman zaman IŞİD’in geri kazanım sağlayabileceği bölgeler ortaya çıkabilir. Musul’da halen yaşayan 1.5 ila 2 milyon arasındaki sivil nüfus da hesaba katılmalıdır. Bu nedenle şehir merkezine yaklaştıkça hava operasyonları konusunda da sıkıntı yaşanabilir. Zira sivil bölgelerde yapılacak hava operasyonlarında sivil kayıpların yaşanmaması için daha dikkatli davranılması gerekmektedir. Aksi takdirde büyük sivil ölümlerine ve insani krizlere yol açılabilir.

Musul operasyonunu çevresinden bağımsız düşünmemek gerekmektedir. Musul şehir merkezinin alınması, Musul operasyonunun sonuna gelindiğini göstermeyecektir. Önemli olan Musul’daki istikrarın sağlanmasıdır. Ancak Musul’un çevresi temizlenmeden ve IŞİD’in lojistik destek hatları kesilmeden yapılan operasyonun kısa vadede başarılı olması zor görünmektedir. Telafer, Havice, Kaim’deki IŞİD varlığı halen dikkat çekici boyuttadır. İşte Kerkük’te Musul operasyonundan sadece günler sonra yaşanan IŞİD baskını önemli bir mesajdır. Musul’dan çok daha küçük bir yer olan Kerkük’ün ilçesi Havice’deki IŞİD varlığı temizlenmeden operasyona başlanmıştır. IŞİD’in başka bölgelerdeki uyuyan hücrelerini de harekete geçirmesi muhtemeldir. Bu nedenle beklenmeyen gelişmeler yaşanabilir ve operasyon beklenenden uzun sürebilir.

Türkiye’nin Pozisyonu

21 Ekim 2016 tarihinde ABD Savunma Bakanı Ashton Carter’ın Türkiye ziyareti sonrasında Türkiye’nin Musul operasyonuna ilişkin pozisyonu daha netleşmiş görünmektedir. ABD Savunma Bakanı Carter ziyaret sonrası yaptığı açıklamada, Türkiye’nin operasyona dahil olmasını istediklerini ve Türkiye ile Irak merkezi hükümetinin prensipte anlaştığını açıklamıştır. Bu kapsamda Türkiye, Musul operasyonunda aktif rol alacak gibi görünmektedir. Zira Türkiye, IŞİD’e karşı yapılan hava operasyonlarına destek vermeye başlamıştır. Ayrıca istihbarat, lojistik ve askeri yardım desteği de sağlanabilir. Türkiye’nin Başika’daki askeri varlığı halen tartışılırken, Türkiye, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve siyasi birliğinin sağlanması konusundaki hassasiyetlerini sürdürmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin Başika’daki askeri varlığı, sadece Irak’ın terörle mücadelesine bir destek olarak algılanmalıdır. Zira Başika’daki Türk varlığı, ABD Başkanı Barack Obama’nın 2014 Eylül’ünde açıkladığı, IŞİD’le mücadele stratejisine ters bir durum oluşturmamaktadır.
Başika’daki Türk varlığı IŞİD’e karşı mücadele ederken aynı zamanda IŞİD’e karşı savaşan gruplara de eğitim desteği vermektedir. Nitekim Türkiye’nin Başika’da eğittiği gruplar operasyonda yer almaktadır. Irak tarafı da bu gücün operasyona katılmasına onay vermiştir. Bu bir anlamda Türkiye’nin Başika’daki varlığının kabullenildiğinin bir göstergesi olarak ifade edilebilir. Türkiye’nin hiçbir şekilde ne Irak’ta ne de başka bir ülkede toprak kazanma hedefi yoktur. Irak, Türkiye’nin eğitim vermesine karşı olmadığını, Türkiye’nin Başika’da bulunan askeri yığınağının rahatsızlık verdiğini açıklamaktadır. Ancak, burada eğitim veren birliğin korunması söz konusudur. Irak güvenlik güçlerinin bu bölgede denetimi olmadığı bilinmektedir. Başika’da bulunan eğitim üssünün çevresinde IŞİD varlığı vardır. Bu nedenle Türkiye de kendi korumasını sağlamıştır. Nitekim Türkiye, Başika’daki kampa yapılan IŞİD saldırılarında şehit bile vermiştir. Başika çevresinde Türkiye’nin IŞİD’e karşı yaptığı saldırılarda 700’e yakın IŞİD üyesinin öldürüldüğü bilinmektedir. Türkiye, Musul operasyonunda uluslararası koalisyon güçleri ve Irak güvenlik güçleri ile koordineli olarak hareket etmek istemektedir.
Bu noktada Türkiye’nin hassasiyetlerinin anlaşılmaya başladığı görülmektedir. Öncelikle Türkiye, bölgede terör örgütü PKK’nin yeni bir yapılanma ve ikinci bir Kandil oluşturmasından endişe duymaktadır. Musul operasyonu ve sonrasında Irak’ın ve koalisyon güçlerinin bu konuda adım atmaması durumunda Türkiye kendisi inisiyatif alacaktır. Ayrıca bölgeden Türkiye’ye yönelik bir göç hareketi de Türkiye açısından bir endişe kaynağıdır. Bu sürecin doğru yönetilmesi Türkiye açısından kritik bir meseledir. Suriye’de yaşanan tecrübe, Irak konusunda daha dikkatli davranılmasını beraberinde getirmektedir. Eğer bu süreçte Irak ve uluslararası kamuoyu yetersiz kalırsa Türkiye yine önlemlerini alacaktır. Ayrıca bölgedeki Türkmenlerin durumu da Türkiye için önemlidir. 
  Özellikle Telafer hassasiyeti üst düzeydedir. 
Telafer’in kurtarılması sonrasında bölge halkının geri dönmesi durumunda etnik ve mezhep çatışması çıkmaması Türkiye’nin öncelikleri arasındadır. Ayrıca terör örgütü PKK’nın da Telafer üzerinde baskı kurabileceği söylenmektedir. Böyle bir tehlikenin ortaya çıkması durumunda da Türkiye hamle yapacaktır. Başika meselesi iki ülke ilişkilerini her zamankinden fazla germiştir. Ancak her iki ülke de uzlaşma yollarını aramaktadır. Türkiye bölgedeki istikrardan yana. Irak’ın istikrara kavuşması için de her türlü yardıma hazırdır. Bu yüzden Irak’ın Türkiye’den fayda sağlamayı gözetmesi yerinde olacaktır. İlişkilerin daha fazla gerginleşmesi ne Türkiye’ye ne de Irak’a bir fayda sağlayacaktır.


29 Ekim 2016 Cumartesi

Muzaffer Özdağ Kitapları



Muzaffer  Özdağ  Kitapları,




Atatürk ve Türk Milliyetçiliği

Yazar: Muzaffer Özdağ



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2013/06/26/7086/ataturk-ve-turk-milliyetciligi


****

Turk Aleviliginin Yükselişi
Yazar: Muzaffer Özdağ




http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2013/06/26/7085/turk-aleviliginin-yukselisi


****

Türk Dünyası ve Doğu Türkistan Jeopolitiği Üzerine

Yazar: Muzaffer Özdağ




http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2013/06/26/7084/turk-dunyasi-ve-dogu-turkistan-jeopolitigi-uzerine


****

Türkiye ve Türk Dünyası Jeopolitiği

Yazar: Muzaffer Özdağ





http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2013/06/26/7083/turkiye-ve-turk-dunyasi-jeopolitigi


****

Örtülü İstila ve Psikolojik Savaş

Yazar: Muzaffer Özdağ




http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2013/06/26/7082/ortulu-istila-ve-psikolojik-savas


****

Türklük ve İslamiyet

Yazar: Muzaffer Özdağ




http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2013/06/26/7081/turkluk-ve-islamiyet





...



Meşruiyetçi İhtilalci




Meşruiyetçi İhtilalci



Yazar: Muzaffer Özdağ

Bu makale Adnan Öksüz tarafından Aksiyon Dergisi'nin 384. Sayısı için kalame alınmıştır. 
27 Mayıs İhtilali’nin görkemli albaylarından Muzaffer Özdağ’ın hayatındaki ince çizgiler öldükten sonra ortaya çıkmaya başladı. Azerbaycanlı askeri öğrencilerin Türkiye’de eğitilmesine ilk Özdağ’ın önayak olması gibi birçok noktalar yeni yeni ortaya çıkıyor. Ünlü yazar Ergun Göze ise Özdağ’la ilgili ilginç bir nitelemede bulunuyor: Meşruiyetçi ihtilalci 
“1992 yılıydı. Dönemin Azerbaycan Milli Savunma Bakanı Rahim Gazi’nin makamına çıktım. Azerbaycanlı askeri öğrencilerin Türkiye’de eğitilmesi için bakandan istekte bulundum. Etraflıca oturup konuştuk. Sonunda bakan bunun çok iyi bir fikir olacağını ancak Ruslar’ın buna izin vermeyeceğini söyledi bana. Ben bu noktada pes etmedim, mücadelemi sürdürdüm, bu konuda Türkiye’den bir saygın insan bana yardımcı oldu ve o dönem Haydar Aliyev’in de destekleriyle ilk etapta 75 öğrenci askeri eğitim almaları için Türkiye’ye getirildi..”



Henüz askerken köyleri dolaşırdı

Bu sözler Azerbaycanlı akademisyen Doç. Dr. Eflatun Neimetzade’ye ait. Neimatzade’nin ‘Türkiye’de saygın bir kişi’ diye ifade ettiği kişi ise geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden ve sessiz sedasız toprağa verilen, 27 Mayıs’ın kudretli albaylarından Muzaffer Özdağ’dan başkası değildi. 1933 Nisan’ında Kayseri Pınarbaşı’nda Abdülkerim-Nuriye hanım çiftinin yedi çocuğundan üçüncüsü olarak dünyaya gelen Muzaffer Özdağ’ın hayat serüveni başarılarla doludur esasen. 

Okula başlamadan okuma yazmasını öğrenir, altı yaşında okula yazılır, küçük Muzaffer. 1947’li yıllara gelinip 14 yaşına bastığında kararını vermiştir; askeri okula gidecektir. 

1950’de Kuleli Askeri Lisesini, 1952’de Kara Harp Okulunu, 1953–54 yıllarında Meslek Hazırlama sınıfını ve Piyade Okulunu birincilikle bitirir. 
1956 yılında Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olur.
 Askeri okul serüveninde bir ilki de gerçekleştirir Özdağ; kıta hizmetinde yoğun bir savaş eğitimi sürdürürken ordu kurumu ve silahlı kuvvetlerin modernizasyonu üzerinde de çalışan Muzaffer Özdağ Kara Harp Akademisinden 1960 yılı Mayıs’ında Cumhuriyet döneminin en genç kurmay subayı olarak mezun olur. 
Bu arada yöneticilik vasfı da dikkat çeker. 

İşte bu yüzdendir ki, 1950’de Harp Okulu 1. Tabur 1. Bölüğü’ne kaydolduğunda, bölük komutanı Osman Fazıl Polat kendisini bölük başçavuşluğuyla görevlendirir. Bu görev, önemli bir görevdir ve Özdağ bunu başarıyla yürütür. 

Çünkü bölükte bulunanların bitmek tükenmek bilmeyen istekleri bir yanda, komutan Polat’ın talepleri öbür taraftadır. İşte bu mekik diplomasisini kimseyi kırmadan, incitmeden sürdürür Muzaffer Özdağ. Bu özelliğinin sonucunu da alır; sınıfta sık sık yapılan ‘anket’ sonuçlarından ‘en çok sevilen kişi’ olarak çıkar. Özdağ’ın bir başka özelliği de yine bu yıllarda ortaya çıkar. 

Bekar subaylar normal olarak kurmaylık yolunda ders kitaplarına sarılırken Özdağ, ders kitaplarının dışında genel kültür kitapları da okuyarak kendisini başka açılardan da geliştirir. 

Bu yıllar Özdağ’ın asker kimliğinin/kişiliğinin dışında arayışlarda olduğu yıllardır. Piyade okulunda iken çevre köylerdeki gezintileri ve temasları, köylülerle konuşmalar, dertleşmeler işte bu özelliğinin bir sonucu olarak kendisini gösterir.

Karşı darbe

Ve 27 Mayıs İhtilali’nin içinde bulur kendisini. 1960 müdahalesinin planlama ve icrasında ön safta yer alır. Geçici olarak TBMM görevini yüklenen MBK (Milli Birlik Komitesi) için geçici anayasa ve iç tüzüğü hazırlar. 

MBK Başkanlık divanı üyesi ve basın sözcüsü olarak görevlendirilir. Fakat işler istediği gibi gitmez. Bir zamanlar ‘ak devrim’ olarak nitelediği 27 Mayıs İhtilalini yapanların büyük kısmı arzuladığı çizgiden çıkmışlardır, kendisine göre. ‘Milli Birlik Komitesinin partiler üstü tarafsız ve inkılapçı bir çizgiden ayrılmaması görüşünü savunduğu için’ 13 Kasım 1960’ta gerçekleşen bir karşı darbeden sonra Japonya’da Türkiye Büyükelçiliği nezdine hükümet müşaviri unvanı ile yurtdışına gönderilir.




Türkeş’le birlikte..

Yurtdışına gönderilenler arasında 27 Mayıs’ın güçlü albayı Alparslan Türkeş de vardır. Fakat Özdağ, hayal kırıklıklarıyla gittiği Japonya’da da boş durmaz. 1961–62 yıllarında Japon modernizasyonunu inceler. Türkiye için modern milliyetçi/inkılapçı bir siyasi parti programı hazırlar. 1963 yılında Türkiye’ye döndüğünde ise Özdağ ve arkadaşları –daha sonra fikir ayrılığına düştükleri– Türkeş’in yanındadır artık. Merhum Osman Bölükbaşı’nın lideri olduğu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde siyaset yapmaya başlar ve 1965 yılında yapılan seçimde Afyon Milletvekili olarak parlamentoya girer. Muzaffer Özdağ, TBMM’nde yaptığı konuşmalarla bütün partilere gençliğin sürüklendiği ideolojik buhran, örtülü saldırı ve bölücü ihanet tehdidi konusunda uyarılar yapar. Partiler arası iktidar mücadelesinin hizmet yarışı olmaktan çıkarak cepheleşmeye yöneldiğini görünce de bir sonraki seçimlere katılmaz, politikadan çekilmeye karar verir. Serbest avukat olarak çalışmaya başlar. Türkiye ve Türk dünyası jeopolitiği ile ve Türk kültürü ile ilgili ilmi çalışmalara yönelir. Bu çerçevede 1990’lı yıllarda bağımsızlıklarını kazanan Türk cumhuriyetleriyle ağırlıklı olarak ilgilenir. Türk–Azerbaycan Dostluk Derneği’nde görev üstlenir.

Think–thank gibi çalıştı

Muzaffer Özdağ aktif politikadan çekildikten ölümüne kadar adeta bir think–thank kuruluşu gibi çalıştı. Özellikle mesaisinin büyük bölümünü sarfettiği Orta Asya Türk cumhuriyetleriyle son derece ilgiliydi. Bu ülkelere yönelik bir hizmetin aksaması halinde Özdağ bulunur ve o da hemen duruma ‘el’ koyardı. Bu ülkelerde okutulmak üzere Türk Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılan kitaplar bir süre ortada görünmeyince Özdağ’ın müdahalesi sonucu kitapların bakanlık bodrumlarında çürümeye terkedildiği anlaşılmış ve bu kitaplar hemen yerlerine gönderilmişlerdi. Ancak Özdağ, Türk işadamlarının, Türk cumhuriyetlerine yönelik gerekli hassasiyeti göstermediğine inananlardandı. “Keşke bu ülkeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra hazırlıksız, plansız, programsız olarak işadamlarımız bu ülkelere turist gibi gitmeselerdi. Çünkü orada yaşayan insanlar için biz büyük bir hülya idik. Bizim bu durumumuzu gördüler ve o hülyaları, rüyaları yıkıldı, sona erdi” değerlendirmeleri kendisine aitti.






Yakın arkadaşları

Bugün Muzaffer Özdağ’ın oğlu ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) Başkanı olan Prof. Ümit Özdağ, babasının anılarını yaşatmak için büyük çaba harcıyor. Yakın arkadaşları da.. “Cephe arkadaşımdı benim, hukuk cephesinden. İstanbul Barosu’nu Tercüman’da eleştirdiğim için Baro beni mahkemeye vermişti. Kendimi savunmak için Tercüman’ın avukatlarını istemedim. Aklıma Özdağ geldi. Kemal Ilıcak’a ‘Ben Göze’nin avukatlığını alırım, Tercüman’ın değil’ dediğini çok iyi hatırlıyorum. Özdağ mahkemede beni savunmaya başlayınca karşı tarafın avukatlarını görecektiniz, perişan oldular” cümleleri yazar Ergun Göze’ye ait. Göze’nin, Özdağ’la ilgili bir tesbiti çok ilginç; ‘meşruiyetçi ihtilalci’. Ve bir şairin sözlerini, yakın ahbabının ölümünün ardından şöyle kullanıyordu; ‘Evvel giden ahbaba, selam olsun erenler’...

Özdağ, son zamanlarda yazdığı şiirlerini küçük kitapçıklar halinde bastırıp dağıtırdı. İşte bu kitapçıklardan birinde yeralan bir şiiri;

Genel durum

Acuna hükmeden güç çoktan beri Batıdır,
Mağlubuna tutumu Roma’dan da katıdır.
Batının galebesi zulmün saltanatıdır.
Yunus meşrep Türk için Ademoğlu kutludur.
Batının nizamında evrensellik arama!
Onda insanlık hissi özüyle hudutludur
Kan içmeye doymayan çılgın Ermeni gibi,
Bulgar, Yunan, Sırp, Hırvat kanımıza susuzdur.
Dökülen Türk kanıysa Avrupa kaygusuzdur.
Dünya halen pek elim bir durum içindedir.
Uygarlıklar özünde kokuşmuş biçimdedir.
Sistem kamikazeyi bünyesinde taşıyor.
Her tarafta kıyamet virüsü kaynaşıyor.
Uygarlık uygarlığın mezarını eşiyor

13.04.2002