16 Şubat 2015 Pazartesi

YANIT,


YANIT,




Yekta Güngör Özden

18.08.2003/Sayı:37

Dolap çevirme ustaları
Dolap çevirme ustalarının, çeviremeyecekleri şey yoktur. İşlerine gelmeyen her şeyi tersine çevirip kendi yansıttıkları-tanıttıkları ya da anlattıkları gibi olduğunu benimsetmeye çalışırlar. Anlamamış da olabilirler ama gerçekte anlamalarına karşın, kendilerine göre anlamayı yeğlerler. Bunların kimisi de “yavuz hırsız ev sahibini kurtarır” sözünü anımsatan bir tutumla kendi eylem ve söylemini size ilişkin gösterir. Hiç ilginiz olmayan, aklınızdan hiç geçmeyen durumlarla bağlantı kurmaya, sizi sorumlu tutup suçlamaya çalışırlar. Arkalarındaki patron desteği, bu şerefsiz tetikçileri giderek şımartır ve azdırır. Bunlar arsız, yüzsüz, onursuz, soysuz, hırsız, ahlâksız, dönek bağnaz, yobaz, bilgisiz, saplantılı, sapkın, sayrılı (hasta), yalancı, karaktersiz, kişiliksiz, iğrenç ve aşağılık yaratıklardır. Her kötülüğün kaynağıdırlar, her kötülük beklenir. Daha neler söylenebilir ama bu tür kararmış ve küçülmüşlerin, “üfürük” bile olmayanların düzeyine inerek dilimi ve kalemimi kirletmeyi kendime yakıştıramıyorum. Dün görüşmek-konuşmak için saatlerce kapınızda bekleyen, gölgeniz gibi dolaşan, fırlayıp koşarak isteğinizi yerine getirmek üzere bakışlarınızı izleyen, birlikte görünmeyi, aynı ortamda ve masada bulunmayı mutluluk, onur ve övünme nedeni sayanlar, yetkiniz sona erip etkiniz kalmayınca ya da azalınca sırtını döner, görmezlikten gelir. Dahası, tüm bozukluklarını ortaya koyarak karşıtlıklar sergiler, yalanlar sıralar, olaylar uydurur, yeni yetkililere yaranmak çabasıyla düşüklüğün her biçimine, âdiliğin her kılığına, alçaklığın her kalıbına girer. Yurtdışına kaçmışlar, yasadışı örgütlerde de çalışmışlardır. Sonra dönüp para karşılığında, ömründe demokrasi dışı önerisi olmamış, alnı açık, yüzü ak insanlara çamur atarlar. Yağcılığını yaptıkları siyasetçiler de bu yılışık ve şımarıkları devlet olanaklarından yararlandırarak şişirirler.
Mütareke Basını işgal altında idi, ya bugünküler?
Kendi mide bulandırıcı niteliklerini ve mârifetlerini (!) başkalarına yüklemeye çalışan bu düzenbazların nasıl oynayıp oynaştıkları ibretle izleniyor. Toplumsal yaşamımızın çirkinliklerinin önünde, kimi köşebaşlarını-özellikle medyada bir gün orda bir gün burada olsa da-tutan bu kokuşmuşlar geliyor. Sömürgeci-işgâlcilerle işbirlikçi patronları övüp desteklemeleri uyduluk ve uşaklık olmuyor, Silâhlı Kuvvetler’in önemini belirtmek, konumunu anlatmak, yanlışlık ve sakıncaları önlemek çabası askere dayanmak ve faşistlik oluyor. Böyle sapla samanı ayıramayan, “Ramazan haftası”nı “mangal haftası”na çeviren yabanıl kafalar kendi Maoculuklarını, Stalinciliklerini, Hitlerciliklerini, Mussoliniciliklerini, Saddamcılıklarını, köktendincilik ve mezhepciliklerini, önceleri kimlerin yanında kuyruk ve tükrük hokkası gibi dolaştıklarını, neler yazıp yaptıklarını unutuyorlar. Ama unutturtamazlar. Şeriat şakşakçılarını, işkence, yakma, yaralama, öldürme, bölme, parçalama, yağma, soygun, hortum olaylarını alkışladıklarını birlikte, oldukları siyasal kişilerin buyruğunda ve nelere ortak olduklarını örtme açıkgözlülüğüyle çalakalem yazıyorlar. Mütareke Basını işgal altında idi, ya bugünküler? Sapkınlığın (ihanetin) bahanesi ve özrü olmaz. 12 Eylül’de biz uyarılarımızı yapar, baştakilerin demokrasiye geçiş sözünü tutmaları için önerilerimizi sıralarken, Anayasa taslağının yalnızca yargı bölümünü otuzdan fazla yazıyla eleştirirken, ulusumuzun hak ve özgürlüklerini savunmak için ağır görevleri özveriyle yürütürken “dut yemiş bülbül” gibi susanların seçilmek ve bir yerlere gelmek için kimlere nasıl yalvarıp yakardıklarını, sonra nasıl açılıp inkâr ve ihânet korosuna katıldıklarını ilgililer biliyor.
İşgalcileri ve işbirlikçi paralı güçlerin kucağındalar
Daha çok kendilerini niteleyip tanımladıkları yazılarıyla hiçbir ya da yararlı, yeterli bilgileri olmayan konularda dedikodu üretip karıştırıcılık yaparak medya vitrinlerinde boy gösteren “aklıevvel”ler, birbirinin elinden tutarak, 12 Eylül ortamını ve siyasal kodamanları kullanarak yerleşip yerleştirildikleri mevzilerden serseri atışlarla saldırıyorlar. Ne insanlık, ne saygı, ne yurt, ne yurttaş, ne hak, ne kişilik, ne onur, hiçbirşey umurlarında değil. Kendisi gibi düşünmeyeni düşman gören bir ilkellik. Bağımlılık, çıkar ve çekemezlik iliklerine işlemiş. Sormadan, öğrenmeden, araştırmadan, kanıtlamadan, atıp tutarak sütun dolduruluyor. Yurtdışından yurtiçindeki koroya eşlik eden pişkinleri, düşkünleri de var. Kimlere yaslandıkları, kimlerin bunlara dayandığı önemli değil. Hiçbirşey olmadıkları ve olamayacakları, saldırdıkları değerler, kavramlar, kurumlar gözetilince daha iyi anlaşılıyor. Düzeysizlikleri, terbiyesizlikleri, kişiliksizlikleri sırıtıyor. İşleri güçleri yağcılık, yalakalık, maskaralık, madrabazlık, şarlatanlık, şapşallık. Dün asker-sivil güçlüleri alkışlarlar, etmedikleri dalkavukluk kalmazdı. Bugün işgalcileri ve işbirlikçi paralı güçlerin kucağındadırlar. Yarın nerede, nasıl, kimlerle olacakları kestirilemez. Çoğu medyadaki bu yanar-sönerlerin şımarıklığı kendilerini kullandığını sanan, “Bizim itlere söylerim, yazar / yazmaz” dediği de anlatılan patronlarını istedikleri gibi kullanmaktan geliyor.
Silahlı Kuvvetler’i savunanları suçlamak niye?
Demokrasi, bir eğitim, bir disiplin, bir öğreti, bir siyasal terbiyedir. Çoğulcu, katılımcı, kurumlar ve kurullar düzeni, kendi kendini yönetim biçimi, bir dünya görüşü olması, insan ve insanlık üzerine kurulma gerçeğini değiştiremez. Ülkesini, ulusunu, devletini, namusumuzu ve onurumuzu canlarını adayarak koruyan Silâhlı Kuvvetler’i, hak ve özgürlüklerle demokrasiyi, düşünce ve inancın güvencesi lâikliği özveriyle savunan kurum ve kişileri karalayıp suçlamak niye? Görüşlere katılmaz, davranışları uygun bulmaz, yapılanları eleştirirsiniz. Bu her bireyin en doğal hakkı, hatta kamusal konularda ödevi. Ama kişilerle, kişiliklerle uğraşmak yaradılışından yakınlarına kadar konuyla ilgisiz sataşmalara ve saldırılara kalkışmak yakışıksızdır. Kimin ne olduğunu halkımız bilmiyor mu? Yolsuzluk, ahlâksızlık olaylarına karışanlara, ülkesini parselleyip satmak isteyenlere söz etmeyeceksin, gezi, armağan, harçlık ve başka sunuşlarla yaklaşanları öveceksin. Onlardan ve adamlarından korkacaksın, efendiliğini, terbiyesini, düzeyini bozmayan, özel savunma olanağı bulunmayan kurumlarla görevlilerine, güçsüz sandığın emeklilerle, emekli olacağı yakınlaşanlara çatacaksın. Ve hiçbir utanma, çekinme, haklı neden olmadan, üstelik yalanın, palavranın, pisliğin bini bir paraya, vasiyeti “vesayet”, raptiyeyi “zaptiye” sanarak, yaşamında kimsenin adamı olmamış, ancak ilkeleri savunmuş karanlık tek noktası bulunmayan insanları, kerpiç beynin, çürük yüreğin, paslı dilin, küflü kaleminle yıpratıp yıkmaya çalışacaksın. Bu azgınlığı, yurt kurtarıp yepyeni bir devlet kurana, yaşamını, namus ve onurunu borçlu olduğun insanlara kadar genişleteceksin. Bu kötü davranış, bu değerleri anlamamanın ve bunlara yaraşır olamamanın kanıtıdır. Yurtseverliği, Silahlı Kuvvetler’e önem verişi, kurumlara ve vatandaşlara saygıyı, “askere dayanmak, asker ve siyaset yandaşlığı” saymak, sakat bir anlayış, sapkınca bir yaklaşımdır. Dalkavuklarla dönekler herkesi kendileri gibi zanneder. Kimi zavallı da bilmediği konuda eleştiri yazmaya kalkışarak, kendine ilgi çekmek ister.
Atatürkçülükte birleşmek kötü mü?
Uslanması ve düzelmesi zikzaklar ve gelgitleriyle olanaksız görülen bu türediler, barışı, anlaşmayı, uyum ve uzaklaşmayı da bilmezler. Uygarlık gereklerini gösterişte, parayla ve bu yolla edinilip sağlanan olanaklarla bulurlar. Kişiliğe, niteliğe, kafa yapısına, düşünce ve duygu değeriyle, yürek ve ahlak temizliğine önem vermezler. Dinleri, imanları paradır. Bu nedenle olayları para gözüyle algılar ve yorumlarlar. Kimi doğrularda birleşmeyi, kimi uygunlukları paylaşmayı olağan bulmayıp kendi kıt düşüncesiyle amaçlı biçimde değerlendirir. Kendi yanlışını, tersine çevirdiği durumun doğrusu olarak verir. Kimi doğrularda buluşmak, ilkelerinden ödün vermeden kimi kötülük, yanlışlık ve aykırılıklara birlikte karşı çıkmak, neden kurumsal birleşme ve yeni bir yapılanma sayılsın? Olsa olsa yeni bir görünüm yeni bir karşı koyma yöntemi ve biçimidir. Karşıt düşünce, karşıt görüş ve değişik yolda olanların birleştikleri doğrular, buluştukları noktaların varlığı bir yaşam gerçeğidir, yadırganamaz ve kendince başka nedenlere bağlanamaz. Kavgaya ne gerek var? Yanlışı düzeltmek, yanılgıdan dönmek, hata nedeniyle özür dilemek erdemlilik değil mi? İnsanların tüm görüşleri birbirininkinin aynı ya da ayrı mı olur? Aykırılıkları, ayrılıktan temelde ya da ayrıntıda olsa bile birleştikleri görüş, buluştukları doğru, anlaştıkları konu olamaz mı? Genelde ve ilkede, örneğin ulusu ve ülkeyi kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olan devlette; kurtarıcı ve kurucu Atatürk’te; tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaçlayan Atatürkçülükte, ahlâkta, adalette, insanlıkta, demokraside, bilimsellikte, eşitlikte birleşmek kötü mü? İlkelerinden, düşüncesinden, inancından ödün vermeden kimi birleşme ya da yöntemde ayrılma neden sakıncalı olsun? Parayla, pulla değil, özveriyle, onurla yürünüyor. Bir yere bağlı, aylıkla yazmıyoruz. Bağımsız, özgür, kişisel görüşümüzü açıklıyoruz. Yalnız kendi yazımızdan ve imzamızdan sorumluyuz. Atatürk milliyetçiliği, çağdaş milliyetçiliktir. Tutuculuk, ırkçılık-turancılık değildir. Atatürkçü olmak, her iyiyi, güzeli, doğruyu her konuda ve her alanda benimsemek, insanlıktan, usdan, bilimden, barıştan, çağdaşlıktan, demokrasiden, eşitlikten yana olmak demektir. İlkelilik, tutarlılık demektir. Atatürkçü olunca başka şey olmaya, başka kurama, öğretiye ve ilkeye özenmeye, öykünmeye hiç gerek yoktur. Bunları anlamadan yazmaya kalkışmak gülünçlüğüne düşen medya papağanlarına ne dense azdır. Birbirlerine taktıkları adlar zaten neleri çağrıştırıyor...
Solun ulusalcılıkla bağdaşmayacağını savlayan kafalarla biryere varılmaz
Bölücü-yıkıcı, soykırımcı; inanç sömürücüsü, sahte dindar, şeriatçı; mandacı, numaracı; hortumcu, soyguncu; kaçakçı, çıkarcı rüşvetçi, mafyacı, yerli yabancı işbirlikçiler, tüm kötüler ve sakıncalılar birleşiyor, büyüyor, bir şey olmuyor da ülkesini, ulusunu seven, devletine bağlı, insana saygılı, namuslu insanların, belli konularda, görüşüp konuşmadan, önceden anlaşmadan, tutum, davranış, tepki benzerliği niye eleştiriliyor? Nedeni açık: Korkuyorlar. Hele kimi siyasal kurumların daha birleşme, bütünleşeme, katılma, yeniden yapılanma gibi üzerinde anlaşmış, kararlaştırılmış bir yöntem belirlenmeden dayanışmaları olasılığı duyulunca “mâlumlar”ın etekleri tutuşuyor. Anlamıyorsanız hiç değilse susmasını ve beklemesini biliniz. Solun ulusalcılıkla, ulusalcılığın da solculukla bağdaşmayacağını savlayan kafalarla tartışılmaz ve biryere varılmaz.
İyiliklere karşı, kötülüklerden yana olanlara “Tu.. size!” demek hakkımız, gerçekleri konuşmaktan çekinmemek, kaçınmamak görevimizdir.
Açıklama
Emekli olduktan sonra, söz gelmemesi için beş yıl bekleyip Atatürkçüleri birleştirmek amacıyla siyasal görevi koşullu kabûl etmeme karşın, bozukluklarına yenik düşen kimilerinin, olanaklarım dışında kalan aygıtları ve yöntemleri kullanarak adlarını da vermeden, gerçekdışı savlarla beni suçlayıp kötü tanıtmaya çalıştıklarını duydum. Kişilik, eğitim ve ahlâk sorunluların bu tür çabalarını, önceki davranışlarının tersine, değişik biçimde sürdürdüklerini biliyor ve asla önem vermiyorum.
Ancak kimi tanıdıkların isteği üzerine, özellikle gençlerin bilmesi için, özetle şu açıklamaları sıralıyorum:
1.Ankara Barosu Başkanlığım sırasında (1972-1974) benim neden olduğum bir avukatın tutuklanması olayı yoktur. Baromuz da böyle olumsuz bir duruma neden olmamıştır. Tersine, tutuklanan kimi hukukçularla ilgilenilmiş, istenmeyen durumlara düşmemeleri için gerekli başvurular yapılmıştır.
2. Baro işlemleri, Yönetim Kurulu kararıyla yürütülür. Başkan ancak imzasıyla iletir, uygulamayı yapar. Başvurular ve Cumhuriyet Savcılığı kanalıyla gelen ihbarlar zorunlu olarak incelenip karara bağlanır. Disiplin Kurulu'nun uyarı niteliğindeki kararı vardır. Siyasal tutumu nedeniyle cezalandırılan avukat yoktur. Başkanlık yazısına yanıt vermeyen bir avukatın yasa gereği aldığı para cezasını partili oluşuna bağlaması amaçlıdır. Dönemimde hiçbir parti etkisini kimse söz konusu etmemiştir.
3. ODTÜ’nün 1961’den beri aralıklarla yaptığım avukatlığından Rektörlüğün tutumunu uygun bulmadığım için 1971 Mart ayında, yurt olayları günü, alacaklarımı da bırakarak ayrıldım. Bu arada Öğrenci Birliği’nin ve Mezunlar Derneği’nin de avukatı idim. Hiçbir öğrenciyle kişisel bir sorunum, karşılıklı işlem konumuz olmadı. Kimseyi şikâyet ya da ihbar etmedim. Ulaş Bardakçı ile Taylan Özgür sanırım ortaokuldan öğrencilerimdi. İçtenlikli bir yurttaş, özenli bir hukukçu olarak, hukukdışı, yasadışı olaylara, kargaşa ve kavgaya, anarşi ve teröre hep karşı olduğumu söyleyip yazdım, şimdi de aynı tutumumu sürdürüyorum. Hiçbir aşırılığın içinde ya da yanında olmadım. Ün, san, çıkar gözetmedim.
Yanlışları doğru sanarak yaparız. Varsa bir aykırılığım öğrenmek hakkımdır. Kimseye veremeyecek bir hesabım yoktur. Avukatlığını yaptıklarım, meslektaşların, öğrencilerim, dostlarım, arkadaşlarım üstelik bilinen basın. Hepsine açığım. Amaçlıları kendi kararıyla baş başa bırakıyorum.
Yalan ve iftirayla her şey yakıştırılabilir. Bilerek, isteyerek ve amaçlı biçimde kimseye bir kötülüğüm, zararım dokunduğunu sanmıyorum ve anımsamıyorum. Gitmediğim yerlerde -üstelik şehir dışı- bulunduğum yazıldı. Kullanmadığım sözler bana bağlandı, yapmadığım davranışlarla eleştirildim. Yanıtlarım, düzeltmelerim yayımlanmadı. Anlattıklarımı kendi sözcükleri ve yorumlarıyla benim sözlerimmiş gibi yansıttılar. Fotoğraflarımı ters bastılar. Daha neler. düzeysizlik, düşüklük.
Kimi karşıtlık ve bağımlılık nedeniyle duygusallığa kapılıp yanlı yazıp konuşanlar özür dilediler. Yine de herşeyi tersine çevirip, sıkılmadan kuyruklu yalanlara yer verdiler. Adı geçen birisi olarak sormadılar bile. Kaç kez açıklamama, gerçekdışı yayınlarını Mahkemede tazminata bağlatmama karşın “mason” olduğumu, üstelik masonları üye yazıp yönetici yapanlar, yayıyorlar. Böyle bir üyeliğim yok. Olsam çekinmeden söylerim. Sakıncalı bulmuyorum. Tıpkı “Saddam’dan değil, barıştan yanayız. ABD’ye değil, savaşa karşıyız” içerikli yazımı, Karen Foog’u kınamamı tersine çevirdikleri, “AB’ye eğilmeden, ezilmeden, eşit girelim” dememi “Girmeyelim” diye verdikleri gibi.
Dedikoduyu, yalanı, terbiyedışı davranışları kendilerine nasıl yakıştırıyorlar? Amaçları ne, neye yarıyor? İnsanları yormanın, insanlara kıymanın, karşılıksız ve özveriyle yapılan hizmetlerin gücünü kırmanın ne anlamı var?
Benim kimsenin cezalandırılması, cezasının yerine getirilmesiyle ilgili sözüm yoktur. Namuslu ve şerefli insanlar yalan söylemezler. Utanmadan yazmaya çalıştıkları yalanlarının kanıtını, benim bu açıklamamın tersini ortaya koyan belgelerini -lâf değil, belge- getirsinler, görüşelim. Ankara Barosu dergileri, yazılarım, kitaplarım, Anayasa Mahkemesi kararları ve tören konuşmalarım ortada. Buyursunlar.. Dayanak gösterip eleştirsinler.. İlgisiz kimseleri araya katmadan, yormadan.. Saklanmadan, eveleyip gevelemeden. Mertçe, uygarca..



..

ÇUVALLAMA,



ÇUVALLAMA,




Hüseyin Mümtaz


Yukarıdaki başlık, “Patlıcan Oturtma” ya da “Kuzu Kapama” benzeri çok sevilen bir tür Türk yemeğinin adı değildir.
Yukarıdaki başlık; tarih, coğrafya ve Türk toplumunun gerçeklerine sırt çevirdiği için 59’uncu Cumhuriyet Hükümeti’nin 2003 ilkbaharında içine düştüğü perişan çaresizliği aksettiren ruh halinin fotoğraf alt yazısıdır.
Ulusal güçleri “dışarıdan kuşatmak” için 2002 3 Kasımı’nın hemen ertesinde önce batıya, özellikle de ABD’ye kendini tanıtmak endişesi taşıyan Akepe Genel Başkanı, derhal kabul edildiği Beyaz Saray’da mesai saatleri içinde Bush ile tanıksız-tutanaksız; mesai saatleri dışında da “Amerikan yetkilileri ile” Emperyal Otel köşelerinde gizli kapaklı yaptığı görüşmelerin hesap pusulalarının bu sefer 2003 ilkbaharında 59’uncu hükümetin başı olduktan sonra önüne çıkarılmasının izahını yapmaya çalışmanın telaşı içinde.
ABD-Akepe koalisyonunun; Türk askerinin etkisizleştirilmesi için kendilerine göre hayli nedenleri vardır.
ABD; Türk toplumundaki tarihi-örfi-ahlaki etkinliği en fazla kurum olan askerin itibarını azaltmak-kemirmek istemektedir. Çünkü ancak öylelikle Ege-Irak-Kıbrıs-İran-Azerbaycan’da istediği gibi at koşturabilecektir.
Akepe’nin ise toplumu, ulus kültüründen cemaat kültür seviyesine indirebilmesi için aynı şekilde askerin toplum içindeki hareket kabiliyetinin son derece kısıtlanmasına ihtiyacı vardır.
ABD ve Akepe hedefte birleşmektedirler.
Akepe iktidarının askeri çok kritik iki olayda yalnız bıraktığının farkında mısınız?
Önce hatırlayacaksınız Yunanistan, Selânik’teki AB Zirvesi arifesinde AB üyelerini etkileyebilmek için Ege’de bir “it dalaşı” senaryosu yazdı, Türk savaş uçaklarının Yunan hükümranlık sahasını defalarca ihlâl ettiğini, hâttâ sivil yolcu uçaklarını bile tâciz ettiklerini duyurdu. Türkiye’ye “nota” verdi.
Bu “ucuz” nota nedense 11 askerin başına çuval geçirilince “ciddi” bir iş oldu, bir türlü verilemedi.
Yunan iddiaları karşısında 59’uncu Hükümet ısrarla sustu. Uyumu bozmamak için suskunluğunu özenle korudu.
Bir hafta kadar beklendikten sonra, gereken açıklama Genelkurmay tarafından yapıldı, “Yunan iddiaları yalandır” denildi.
Yunan Hükümetinin muhatabının Türk Genelkurmayı mı olması gerekirdi?
Süleymaniye olayında da “Korgeneraller Komisyonu”nun açıklaması nedense yine Genelkurmay tarafından yapıldı.
Türkiye’nin başına çuval geçirilen, el ve ayakları kelepçelenen bir olayda konuyu hükümetin sahiplenmesi gerekmez miydi?
Üstelik Genelkurmay açıklamayı yaptığı saatlerde daha Amerika’dan onay gelmemişti. Nedeni, kimsenin inanmadığı saat farkı mazereti ile izah edildi.
Halbuki onay değil ama Rumsfeld’in mektubu gelmişti.
Parti Genel Başkanı iken Bush ile gayet samimi “hasbıhal” edebilen Başbakanın karşısına kriz ânında nedense ve tam 50 saat sonra Başkan Yardımcısı çıkıyordu.
Korgeneraller Komisyonu daha açıklamasını yapmadan bu sefer Savunma Bakanı Rumsfeld, “Bush’un talimatı ile” Başbakan’a mektup yazıyordu.
Halbuki Başbakan; 9’uncu Cumhurbaşkanı’nın “Neden Cheney ile görüştü?” eleştirisini; “Demirel karıştırıyor, bizde başkanlık sistemi yok. Benim muhatabım Başkan Yardımcısıdır” açıklaması ile karşılıyordu.
Peki Başbakan, kendisine mektubu Cheney’in değil de Rumsfeld’in yazmasını nasıl izah edecek?
Rumsfeldin muhatabı Vecdi Gönül değil mi, yoksa Amerika Türkiye’nin Başbakanı’nı kendi bakanı seviyesinde mi görüyor?
Peki seviyede bu kadar irtifa kaybı ve bunca istiskalden sonra Gül’ün ısrarla Amerika’ya gitmek istemesi ne demektir?
Genelkurmay da açıklama yapmak için 1. Amerika’nın onayını; 2. 59’uncu hükümetin, belki de açıklamaya etki edecek Rumsfeld mektubunu hazmetmesini beklemiyor.
Akepe her iki olayda da Genelkurmayı yabancı devlet organlarıyla karşı karşıya getirmiş, yalnız bırakmıştır.
İki amacı olabilir.
1. “Bak asker bizi aşıyor, kendi başına iş yapıyor, Türk demokrasisinde asker vesayeti var” demek:
2. Aradan çekilip askeri Batı, ama özellikle ABD ile karşı karşıya getirmek.
Asker hem kendisine yetkili hükümet tarafından gerektiği gibi sahip çıkılmamasının, hem % 34 oyla tek başına iktidar-hâttâ anayasal çoğunluğa sahip olan hükümetin değiştiğini ifade ettiği dini-milli görüş çizgisindeki düşünce yapısının rahatsızlığını yaşıyor.
Üstelik bu oy çoğunluğundaki bir hükümetle de gemiyi batırmadan yüzdürebilme işbirliğini gösterme açmazını hissediyor.
Yıpranıyor, direnek noktaları iç ve dış baskılar sonucu teker teker elinden alınıyor.
Karen Fogg-Bush çocukları da alkış tutuyor. Fakat çaresizliğin anlamı yoktur.
MGK’nın da başına son uyum paketi ile, eski bir İstanbul Büyükşehir Belediye çalışanının getirilmesi yolunun açılmasından ve bu kompozisyondaki bir Meclis tarafından Cumhurbaşkanının seçilmesinden sonra;
Yâni Cumhuriyetin en önemli dört makamının; Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı, Başbakanlık, MGK Genel Sekreterliği koltuklarının Akepe’liler tarafından doldurulmasından sonra neyi koruyup-kollayacaksınız?
Hadi şimdi Ata uçağının karşılandığı yer kamusal alan mı değil mi tartışması yapıyorsunuz; ondan sonra Cumhurbaşkanı’nı da mı karşılamayacaksınız?
Protesto edebildiğiniz bir 23 Nisan resepsiyonu vardı, sıra 30 Ağustos’lara, 29 Ekim Cumhuriyet balo’larına gelince ne yapacaksınız?
“Milli” günlerin hepsini şalvarlı-haşemalı-türbanlı “milli görüşçülere” mi terk edeceksiniz?
Cumhuriyet yalnız alkışla olmaz.
Yalnız alkışla ve yerli yersiz 10’uncu yıl marşını söylemekle de olmaz.
Marş ağızla değil, yürekle söylenir.
Türkçülük de sadece Cumhuriyete sahip çıkıp öncesini yok farz etmek değildir.
Daha öncesini bir kenara koyarak-görmezden gelerek-vazgeçerek veya külliyen reddedip sadece Cumhuriyete sahip çıkmakla Türkçülük yapılmaz.
Ağaç kovuğundan çıkmadıysak eğer; eğer bu coğrafyaya 80 yıl önce paraşütle indiğimizi düşünmüyorsak; sadece sefasına değil, geçmişin cefasına, vefasına, yenilgisine de sahip çıkmalıyız.
Çünkü Cumhuriyet kuşağı Türkler, bu gün bu coğrafyada sırat köprüsünü geçerken, ateşle 80 yıl sonra tekrar sınanırken sadece son 80 yılın değil, sadece Cumhuriyetin değil, 6000 yıllık bir geçmişin mirasını yaşamaktadır.
Cumhuriyet; Lozan’da kapitülâsyonları kaldırırken yüklendiği Osmanlı Düyunu Umumiye Borçlarını 25 Mayıs 1954’te tamamen ödeyerek bitirmişti.
Cumhuriyet, İmparatorluğun vârisi idi ki bu borçları üstlenmişti. Bu borçları eski imparatorluk ahalisi olan diğer 26 devlet değil Türkiye Cumhuriyeti üstlenmişti.
Miras sadece alacak veya borç para ile ölçülmez. Boğazımıza şimdi sarılan AB/ABD elleri 100 yıl önceki sömürgecilerin “çağcıllaşan” küresel üslûplarıdır.
Ama siz de imparatorluğun, bugünkü Yunanistan-Romanya-Bulgaristan-Irak-Kıbrıs ve Suriye’ye intikal eden Türk nüfusu ile; Kafkaslar ve İran’daki imparatorluk öncesi Türk nüfusuna arkanızı dönerek bu günün politikalarına yön veremezsiniz.
Tarih eteğimize yapışmış, geleceğimizi çiziyor farkında değil misiniz?
Türkiye bugün eğer sırat köprüsünden geçiyorsa tarihin dinamiklerini yeterince değerlendiremediğinden; 80 yıl sonra tekrar ateşle sınava giriyorsa tarih ve coğrafyayı gözardı ettiğindendir.
İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş bir üst yapı devrimidir. Ulus devlet, jakoben bir yaklaşımla kurulmuştur.
Devrimin dinamik gücü, imparatorluk harbiye, tıbbiye, mülkiyesinin mezunu sivil ve asker bürokratlar idi.
Hep ve daima yürekten söylenegelmiş olan Harbiye Marşı; “kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti” demektedir.
Sadece kanla değil, irfanla da..
Ve; “cehennemler kudursa ölmez nigâhbanıyız-koruyucusuyuz” diye de devam etmektedir.
Yoksa Harbiye Marşı’nın söylenemeyeceği, söylense bile bu mısraların atlanacağı-sansür edileceği günlere mi geliyoruz?
“Cumhuriyeti kuran parti”nin hâlinden sual edecek olursanız;
Milletvekili Zülfü Livaneli, Rum tarafında Farandouri ile beraber barış konseri veriyor. Milletvekili Muharrem Doğan, Naomi’yi Mardin Fahri Konsolosu ilan ediyor. Milletvekili Sinan Yerlikaya MED-TV’de “Dersim Parlamenteri” altyazısı ile demeç veriyor.
Kanla-irfanla kurulan “Cumhuriyet”; Türk’ün hâkim olduğu, Türkçülük ideolojisinin baskın olduğu bir “ulus devlet”tir.
İmparatorluklarda mozaik-azınlıklar olur. Fakat ulus-devletlerde ne mozaikten, ne de azınlıktan söz edemezsiniz..
Ederseniz, modern emperyalist(harici bedhahlar)lere hizmet eden bölücüler, “dahili bedhahlar” olursunuz.
Devleti kuran asker-sivil bürokratların sivil kısmı zamanla siyaset-tarikat-sermaye üçgenine teslim olarak Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini askere terk etmiş, sadece askerin omuzlarına yıkmıştır.
İşte ABD-Akepe koalisyonunun halledilmesi gereken öncelikli işler listesinin en başında onun için asker vardır.
MGK, bilmem kaçıncı uyum paketi ile onun için sulandırılmaktadır. Halbuki bizim, boynumuzda kırılacak zincirlerimizden başka kaybedecek çok şeyimiz vardır.
Tek kutuplu, Washington merkezli yeni küresel bakışın dayattığı İsrail-Kürdistan-Ermenistan eksenli Ortadoğu-Kafkasya düzeninin tekerine çomak ancak; önce Tuncer Kılınç, arkadan Hilmi Özkök Paşaların bahsettiği Avrasya sentezi ile sokulur. Bunun yolu da kuzeyden saat yelkovanı istikametinde Gürcistan-Azerbaycan-Türkiye-İran-Suriye-KKTC birlikteliğinden geçer.
Kimse Hurşit Tolon Paşa’nın seslendirdiği “Bize nasıl bilgi verilmedi? Türk askeri cani mi? Benzeri görülmemiş iğrenç bir olay” ve Özkök Paşa’nın: “Bu olay Türk-ABD ilişkilerinde ve iki ülke silahlı kuvvetleri arasındaki en büyük güven bunalımını yaratmış ve bir krize dönüşmüştür. Türkiye ve ABD’nin ilişkileri kadar önemli olan bir şey daha vardır, milli onur ve TSK’nın onuru...” sözleriyle ifade bulan tepkilerin; “Korgeneraller komisyonu”nun sade suya tirit açıklaması ile ve bunu, Rumsfeld’in mektubu sonucunda sindirerek yeterli bulduğu anlaşılan 59’uncu hükümetin ısrarla sergilemekte olduğu “ılımlı-uyumlu” yaklaşım ile durulacağını zannetmemelidir.
Sakın Genelkurmay, komisyon raporunu; ABD ve Akepe tarafından daha da yumuşatılacağı düşüncesiyle “erken” açıklamış olmasın?
Türk-ABD “dostluğunun” arasına her şeye rağmen “virüs” sokulmasını istemeyenler var da!..



..

ATEŞ ÇENBERİ,




ATEŞ ÇENBERİ,



Yekta Güngör Özden
Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi (CDP) Genel Başkanı

Lozan Barış Antlaşması’nın 80. yılında tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı utkusuyla başlayan Türk Devrimi’nin kazandırdıklarını yitirmek tehlikesiyle karşı karşıyayız. Oy almak, iktidara gelmek, iktidarda kalmak için usa, bilime, gerçeklere aykırı söylemleri beceri sayan, yurttaşı aldatan, siyaseti yozlaştıran, sayısız ödünlerle lâik Atatürk Cumhuriyeti’nin niteliklerini bozan içtenliksiz, çıkarcı, aymaz ve sapkın “demokrasi” oyuncularının ülkemize düşürdükleri gölge karanlığa dönüşmektedir. İnanç ve düşünce özgürlüğünü sömürerek, üstelik inanca ilişkin sakıncalı açılımlarla belirginleşen terörü düşünce özgürlüğü kapsamında göstererek demokrasiyi temel öğesi olan disiplinden yoksun kılıp kargaşaya çağrı çıkarmaktadırlar.

Sevr’i yeniden gündeme getiriyorlar

1930’ların görkemli cumhuriyetlerinin başında sayılan Türkiye Cumhuriyeti giderek güçsüzleşen, yoksullaşan, saygınlığı ve güvenilirliği konularında kuşku duyulan bir yapı durumuna düşmektedir. Yeterince eğitim almamış, okumamış, incelememiş, değerlendirme yeteneği gelişmemiş, yurt, ulus, devlet kurumlarıyla ulusallık ve yurttaşlık kavramlarını bilincine yerleştirememiş saplantılı kimilerinin asla yaraşır olmadıkları olanaklar içinde varlık nedenimiz ve yaşam felsefemiz ilkelere saldırılarıyla birleşen yeni sömürgecilerin elkoyma, yıkma ve yoketme çabaları, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının tarihin çöplüğüne attıkları Sevr’i yeniden gündeme getirmektedir. Irak’ın kuzeyinde ulusal onurumuzun temsilcisi Silâhlı Kuvvetlerimizin görevlilerine yönelik çirkin ve düşmanca davranışta özür dilemek yerine, özür diletmeyi yeğleyen ABD’nin yakışıksız tutumu bu kanıyı doğrulamaktadır. ABD yetkililerinin niteliklerini ve düzeylerini yansıtan savunmalarını uygun bulan günümüz iktidarının tutumu ise en az ABD kovboylarının yaptıkları kadar üzücü, düşündürücü, onur kırıcıdır. Türkiyemiz içten ve dıştan kuşatılmaktadır. Çanlar Türkiye için çalmaktadır.
AB bekleme odasında bizi oyalayarak istediğini alıyor
AB sorumlularının çelişkili, aldatıcı sözleri, istedikleri her şeyi alıncaya değin bekleme odasında bizi oyalayıp tutacaklarını göstermektedir. AB içinde kaynaşmamız olasılığından söz edilirken Yunanistan’ın deniz ve hava alanları için diretmesi, Güney Kıbrıs’ın anlaşmalara aykırı biçimde AB’ye alınması kesinleşmişken, “2004’e kadar sorunlar çözümlenmezse Lahey Yüksek Adalet Divanı’na gidileceği” tehdidi, Megalo İdea ve Enosis güdülerinden vazgeçilmediğinin kanıtıdır. Tüm bu çelişkilere karşın kimi siyaset adamlarımızın geleneksel konukseverliğimizin dışındaki yaklaşımları, herşeyi vermeye hazır gülücükleri uyanıklık yerine uyurgezerlik belirtisi yılışıklıkları kötü sonuçların habercisidir. ABD’nin PKK/KADEK elebaşlarıyla ilişkileri, kamuoyundan gizlendiği söylenen “Mutabakat”larla Türkiye’den toprak koparmak isteyen bölücü çetelerden esirgenmemesi istenen hoşgörü, Irak’taki Kürt liderlerinin ABD’nin kuklası olmaya katlanarak kalkıştıkları kabadayılık gösterileri, ilkel efelenmeler. Hiçbiri gereken yanıtı alamıyor, hiçbirine gereken karşılık verilemiyor. Barışçı anlayış, dostluk duyguları, kimi ortaklık ilişkileri ulusal onuru savunmaya yönelik korumaya, bu temel görevin gereklerini yerine getirmeye engel değildir, olamaz. “Devlet yönetmenin bakkal dükkânı çalıştırmak olmadığını” söyleyerek teslimiyetçiliği, beceriksizliği, pısırıklığı savunanların bakkal dükkânı bile çalıştıramayacakları anlaşılmıştır. Güdümlü iktidarlar, ulusunun desteğinden çok dış desteğe dayananlar edilgenlikten kurtulamazlar. Uydu, uşak ruhlular bağımlılıktan yakınmazlar.
Biz, kimseden bir şey istemiyoruz. Kimsenin toprağında, havasında, suyunda başka bir şeyinde gözümüz yok. Yayılmacı ve saldırgan değiliz. Kendi öz yurdumuzda bağımsız, özgür, mutlu yaşama istememiz, en doğal hakkımızdır. İçimizdeki kökten dincilerin Türkiye’den ne istediklerini sormak da hakkımızdır. Türk Devrimi’nin en önemli ilkelerinden lâiklikle din ve vicdan özgürlüğü güvenceye alınmışken, dünya örnekleri bizi doğrularken küreselleşmeyi körü körüne savunan yeni mandacıların, Yeni Sevr’cilerin, çıkarcıların, etnik ve kökten dinci teröre gülümseyenlerin, tüm bölücü ve yıkıcılarla bağımlıların birleşmesi ilginçtir. İçte ve dışta yaşananları göre göre, duya duya işbirlikçiliğine soyunmaları hangi bataklığın kurbağası olduklarını ortaya koymaktadır. Bu durumda Türkiyemizin hedef tahtası seçildiği, tehditler ve tehlikelere karşı karşıya bulunduğu görüşü geçerliğini korumaktadır.

AB’nin ve ABD’nin gerçek dost olduğunu kimse savunamaz

Ülkemizi bölüp parçalamak isteyen sözde Kürt milliyetçileri ile, şeriat düzenini gerçekleştirerek toplumu karanlığı sürüklemek isteyen sözde dindar köktendinci sayrılıları besleyip barındıran Avrupa’nın, kışkırtmasını destekleriyle giderek arttıran ABD’nin gerçek dost olduğunu aklı başında hiç kimse savunamaz. ABD’ni “Güney komşumuz” olarak gösteren, “ABD ile bundan böyle anlaşarak Irak’tan çekilmemizi” öneren sivri akıllılar, bilinen torunlar, kimi ardıllar Türkiye’nin nasıl kurulduğunu, nereden nereye geldiğini bilmeyecek kadar bağnaz ya da bilmezlikten gelecek kadar kötü amaçlıdır. Dinginliğe kavuşup bağımsız yapısı içinde halkına yararlı olmasını istediğimiz Irak, başlıca tehlike köşesi olmuştur. Türkiye-ABD ortak açıklama-sının düşkırıcı içeriği, yaralanan ulusal onurumuzun sızısını kemiklerimizden iliklerimize indirmektedir.

Dini siyasallaştırarak demokrasiyi dinselleştiriyorlar

Sorun çok boyutludur. Ancak, temelde iç ve dış boyutunu ele alarak irdelemek, yararlı sonuca ulaşmak için en uygun yöntemdir. Ülkemiz karanlıktadır. Güç günler geçirmektedir. Kendi çağdışı sayılacak anlayışına uygun düzeni kurmak için her yolu geçerli sayan bir iktidar çoğunluğu vardır. Sayısal durumuna güvenerek her istediğini yapacağını sanan bu çoğunluk, kendi diktasını gerçekleştirmektedir. Anayasa’yı, yasaları kendileri için değiştirmekte duraksamamakta, şaibeli-sanık kimi yakınlarını kurtarmak için seçim alanlarında verdikleri sözleri unutmakta, yolsuzluk ve aykırılıkları değişik bahaneler ve aldatıcı söylemlerle savunmakta sakınca görmemektedir. İnsan hakları, özgürlükler ve demokrasi kendi amaçlarına uygun oluşumlar için vardır. Hukukla, yargı bağımsızlığıyla, laiklikle, toplumsal yarar ve ulusal çıkarla hiçbir ilişkileri yoktur. Kişisel ya da partisel kazanımları önde gelmektedir. Dini siyasallaştırarak demokrasiyi dinselleştirme ereklerine kadrolaşmayla hız vermişlerdir. Onlar için öğrencinin, işçinin, memurun hiçbir değeri yoktur. Köktendinci ve mezhepçi anlayışla davrananlar, her istediklerini yapanlar, yaptıklarına katılanlar, ses çıkarmayanlar, verdiklerini alanlar, beklediklerini verenler önemlidir. Esnaf, sanatçı, sporcu, bilim adamı vd. onların umurunda değildir. İşçiler için önerdikleri “sıfır-eksi zam”, memurlara verdikleri oran, getirdikleri yeni zamlar, rakam oyunlarıyla açıkladıkları enflasyon düşüşü, batık bankaların devlete getirdiği yük, hastahane koridorlarında ve mahkeme kapılarında yurttaşların çektikleri, demiryollarını ihmal edip ülkeye ihanet edilme de içinde birçok ulusal konuda süren aymazlık, trafik kıyımı, orman yangınları, SİT alanları yağması, kaçakçılık, çirkin saldırılar, tanınmayan yargı kararları, süründürülen görevliler, ayrılmaya ve emekli olmaya zorlanan çalışanlar, kayırıcı yükseltmeler, fetva-ferman dönemini anımsatan işlemler, eğitimi dinselleştirme girişimleri, YÖK’e, Silâhlı Kuvvetler’e ve Cumhurbaşkanlığı’na yönelik budama ve etkisizleştirme tasarıları, mezhepçilik, ayrıcalık, kollama, yandaşlık, partizanlık uygulamaları, “İslam Devleti” söylemiyle geliştirilen lâik cumhuriyet karşıtlığı, işsizler, özürlüler, yaşlılar, ilaçlar konusundaki umursamazlık ve daha niceleri günümüz güdümlü iktidarının “Düşünceler” bölümünü doldurmaktadır. ABD güvencesiyle yeniden azgınlaşan etnik teröre ve büyük kentlerimizde yakalanan şeriat yapılanmalarına karşı etkin önlem almak yerine “Pişmanlık Yasası” ve “Belediye sınırlarını yeniden düzenleme”yle geliştirilen hoşgörü, devleti savunan görevini en yansız ve en bağımsız biçimde yerine getirmeye çalışanlardan esirgenmekte, devlete yaraşan sınırlı önlemler ve çok yalın olanaklar da kaldırılarak her tür teröre açık duruma getirilmektedirler. Seçimler için aldatıcı sunuşlara ağırlık verilmekte, iktidarda kalmak için içten ve dıştan ne istenirse yerine getirilmektedir.

AB’ye girilerek her sorunun çözüleceği sanılıyor

ABD gibi AB de kendi amacına en uygun araç saydığından günümüz iktidarını desteklemektedir. Ege, Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunlarını bu iktidarla istedikleri gibi çözümleyeceklerdir. Onlar için bundan sonrasının önemi yoktur. Avusturya’da Haider, Fransa’da Le Pen için gösterdikleri duyarlık Türkiye için söz konusu değildir. İstediklerini aldıktan sonra Türkiye’nin ne olacağı, nasıl yönetileceği onları ilgilendirmemektedir. Çünkü, Türkiye kendilerinden değildir, içlerinde değildir, Avrupalı değildir. Bu yanlış anlayış ve sakat yönelişle hem Avrupa’ya, hem Türkiye’ye zarar vermektedirler. Avrupa’da dinci parti yoktur. Demokrasiyle asla bağdaşmayan “siyasal islâm, ılımlı islâm, dinci parti, İslâmcı parti” sözleri Türkiye’ye özgüdür. Doğunun batısında, batının doğusunda lâikliği kökten dinci düzenler için, demokrasisi diktatörlükler için kötü örnek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin değerini, ABD, AB bilmediği için bizdeki kimileri de bilmemektedir. Bunların başında da bugünün iktidarı ile çoğu medyanın baş köşelerinde yardakçıları gelmektedir. Bugün borçlu oldukları kişileri, kurumları, ilkeleri ve değerleri unutmuşlar, AB’ne girmekle her sorunun çözümleneceğini, her sıkıntının giderileceğini, her olanağa kavuşulacağını, her yerin güllük ve gülistanlık olacağını sanmaktadırlar. Ne ABD’nin, ne AB’nin, ne gibi komşuların ve sözde dostların amaçları önemlidir. Varsa yoksa kendi bencilliklerini doyurmak, olanaklarını arttırmak, yaşamlarını herşeye karşın giderek çoğalan desteklerle sürdürmek başlıca kaygılarıdır. Bağımsızlık, özgürlük, saygınlık, onur, geçerliğini yitirmiştir. Sömürge durumuna düşmek de onların derdi değildir.
Yeni liberaller ve süzme demokratlar ülkeyi içten kemiriyor
Herşeye, herkese dokunulur, onlara dokunulamaz. Kendileri gibi düşünmeyenler düşmandır. İşte bizim yeni liberallerimiz, süzme demokratlarımız, kendilerinden başkasına yaşam hakkı tanımayan, değişik düşüncelere kendilerine yaraşır nitelikleri uygun gören çağdaş aydınlarımız. Kulisçiliği, klikçiliği, partizanlığı karakter edinmiş, kavgayı ustalık sayan kimileri de bunlara eklenebilir. Kendini hiçbir yönden yükümlü saymayan kimi dernek, vakıf, kulüp, parti ağaları da böyledir. Feodalitenin, aşiret, tarikat ve ticaret kıskacının aygıtı durumuna gelenlerle medya militanları, kimi gösterişçiler yalanla, karalamayla yürüttükleri etkin konumlarını sürdürmek için herşeye göz kırpmadan kıyabilirler. Sahte Atatürkçüler, gerçek Atatürkçüleri suçlar, kötüler. Tepkisizlik, suskunluk, sessizlik, ilgisizlik, umursamazlık, en tehlikeli toplumsal hastalık olarak sürmektedir. Kimi aydınların bencilliği, tutarsızlığı, birbirine karşıtlığı, anlaşmazlığı ve dağınıklığı, karşı devrimcileri gücünü, güdülerinin pençesinde kıvrananların zayıflığı ülkemize pahalıya mal olmaktadır. Özetle, Türkiyemizi içerden kemirmekte, dışardan çevirmektedirler. Amaç, kötülerin semirmesi, yabancıların devirmesidir.
Geçen yüzyılda ağırlık kazanan yönelişler bu yüzyılda da gündemdedir. Etnik ayrımcılık, köktendincilik, terör, güç dengesizliği, doğal kaynak edinmeleri, askeri güç artımı, uluslararası kuruluşlar aracılığıyla devletleri gütmek, ulusları bağımlı duruma getirmek, dünyanın merkezi ve tek güç, tek egemen olmak, ekonomik ve teknik imparatorluğu gerçekleştirip silâhlı güçle bunu geliştirip korumak, tartışmasız üstünlük sağlamak. Boyun eğmeyenin boynunu vurmak, istenen sonucu almak için içerden işbirlikçiler bulmak, kaleyi içten ele geçirmek, ağacı kendi kurduna yıktırmak. İçimiz sızlayarak izlediğimiz olaylar dizinin yinelendiğini bunlar göstermektedir.

Saldırılara karşı Atatürkçü anlayışla başa çıkabiliriz

Siyasetin gerçek anlamıyla, siyaset adamının özlenen niteliği ile bağdaşmayan sözler ve tutumlarla geçen günlerimizin karamsar olmayanları bile umutsuzluğa düşürdüğü bir gerçektir. Giderek her yönden gelişecek, kalkınacak, daha iyi duruma, daha iyi düzeye gelecekken, inanç katılığı, koşullanma, yanlış ve amaçlı eğitimle geldiğimiz çizgi tehlikeler ve tehditlerle doludur. İçten ve dıştan ulusal varlığımıza yönelik saldırılara dönüşen bu aykırılıklara karşı Atatürkçü bir anlayışla başa çıkabiliriz. Atatürk’ün tam bağımsızlıkla, özgürlüklerle, ulusal egemenlikle, cumhuriyet-demokrasiyle, gençlikle, laiklikle, eğitimle, dostlukla, uluslararası ilişkilerle, Silâhlı Kuvvetlerle ilgili sözlerini her gün bir kaç kez okumalı ve hiç unutmamalıyız. İçeriklerinin derin anlamı, bugün çektiğimiz sıkıntıların, yaşadığımız acıların, düş kırıklıklarının nedeni ile birlikte çözümlerini de ortaya koymaktadır. Yönümüzü gösterdiği gibi yolumuzu ve yöntemimizi de göstermektedir. Türk Gençliği’ne, Türk Orduları’na, Türk öğretmenlerine seslenişleri, 6 Şubat 1933 Bursa konuşması, Onuncu Yıl Söylevi, Türk TBMM’ni açılış konuşmaları, hepsi hepsi özdeyiş niteliğinde gerçekçi, anlamlı, örnek değinimlerdir. Batılıların istedikleri, yandaşlarının öngördükleriyle gündeme getirilen Sevr değil midir? Karşılaştırıp Lozan’ı inceleyenler gerçeği saptayabilirler. Amasya Genelgesi’nin, 1921 Anayasası’nın 1. maddesini okumak, anlamak yeter.
Konuşup yazacak çok şey var. Zaman ve yer sınırlı. Unutmamak gerekir, yabancıya güvenen, kendisine güvenmeyen kimseye kimse güvenmez. Oyun oynayan, bir gün oyuncak durumuna düşebilir. Kötülerin övgüsünü alanlar kötülerdir. Çirkinliği, sapkınlığı, alçaklığı, içlerine sindirenler bunlara yaraşır olanlardır. İnsan olmayan dindar da olamaz. Türkiye Cumhuriyeti sevdalıları, insanlık ve demokrasi için Atatürkçülükle taşıdıkları bayrağı sonsuza değin dalgalandıracaklardır. Ateş çemberi, bu yola baş koymuş, kendini yurduna ve ulusuna adamış kişilerle kırılacak ve yok edilecektir. Ahlaksızlığın ve alçaklığın, soysuzluğun ve onursuzluğun, satılmışlığın ve namussuzluğun büyüğü-küçüğü olamaz. Ulusalcılar tam bağımsızlıkçıdır. Boyunduruk, adam olan için ölümdür.





..

Kuvayı Milliye’yi tabanda halk kuracaktır





Kuvayı Milliye’yi tabanda halk kuracaktır

Sadettin Tantan
Yurt Partisi Genel Başkanı

Türkiye yıllardan beri bir kuşatma altındadır. Ama kuşatma yeni başlayan bir kuşatma değildir. Atatürk’ün ölümüyle birlikte, bölgedeki tehditlere karşı müttefik arayışları, Türkiye’yi NATO kanalıyla Amerika ve Batı’ya bağlamıştır. Bu bağımlılığın geldiği son nokta bugünkü kuşatılmışlıktır.
Cumhuriyetin kuruluşundaki temel felsefesede kültür birliği, tarih birliği, dil birliği ve inanç birliği vardır. Türkiye Cumhuriyeti teba devletten medeni devletler safına geçerken, yurttaş bilinicinin gelişmesi gerekiyordu. Bunun için Atatürk’ün başlattığı kültür hareketi çerçevesinde Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Halkevleri, Köy Enstitüleri kuruldu.
Osmanlı Devleti aslında sıradan bir doğu devleti değildi. Hep Avrupa’ya yönelmiş, Avrupa’ya hakim olmak istemiş bir devletti. Batı’nın Türkiye’ye karşı düşmanlığı ve Türklere yönelik kuşatma ve yok etme planları aslında 500 yıl öncesinden kaynaklanmaktadır. Batı Türklerin Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmasını içine sindirememiştir. Bunu bir intikam meselesi haline getirmiştir.
Batı Türk kimliğinin bu coğrafyadan silinmesini istiyor. Milli Mücadele yıllarındaki ve bugünkü Batı’nın Türkiye’ye yönelik kuşatmasının temelinde aynı amaçlar ve güdüler vardır. Batı’nın temel amacı Türk kimliğini yok etmektedir. Toplumumuz bu amaç doğrultusunda kimliksizleştirilmektedir.
Kimliksizleştirme politikalarına en iyi örnek İstanbul’dan verilebilir. Fatih Sultan Mehmet Türk ve İslam kimliği açısından önemli bir isimdir. Kendisi Peygamberimizin cennet müjdelediği bir komutan ve askerdir. Türk kimliği açısndan da Fatih İstanbul’u fetheden isim olarak önemli bir şahsiyettir. Şimdi bu iki kimlik aşındırılmak istenmektedir.
Küresel imparatorluk İstanbul’u Türkiye’den ve Türk kimliğinden bağımsız bir metropol, kendi müstakil finans merkezlerinden biri yapmak istemektedir. Bugün de İstanbul’a yönelik uygulamalar bu amaçla paralel ilerlemektedir. Bunun en büyük yansımalarından biri vakıf arazilerinde görülmektedir. Vakıf arazileri satılmak istenmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in özellikle Okmeydanı’yla ilgili vakfiyesine baktığınızda açık ve net bir şekilde Türk kimliğinin devamının amaçlandığını görüyoruz. Bugün bu vakfiyelerin satılmasıyla bu kimlik de ortadan kaldırılıyor.
Acımasızlık, maddiyata önem vermek ve yağmacılık Batı’nın kimliğinde zaten yer alıyor. Sömürge anlayışı, emperyalizm zaten onların tarihinde hep yer almış. Bizim önce kendimizin ne yapmamız gerektiğine karar vermemiz gerekiyor.
Atatürk tarihi ve bu coğrafyayı çok iyi analiz etmiş ve millet olarak bize doğru hedefleri göstermiş. Bu hedefelere ulaşmak için gerekli altyapıyı kurmuş. Biz bu hedeflerden saptıktan sonra Türkiye’nin kuşatılmışlığı kaçınılmaz olmuştur.
Kuşatılmışlığın Türkiye için belirgin bir şekilde yaşandığı bir diğer nokta ise Kıbrıs. Kıbrıs’ta etkin konuma gelecek olan siyasetçi, iş adamı, bürokrat, sivil toplum örgütü lideri gibi insanlar Batı tarafından kendi kültürleriyle yetiştirildi ve adaya geri gönderildi. Şimdi o insanlar Batı’nın aktörü konumundadır. Türkiye ise burada kendi yapması gerekeni yine yapmadı.
Eğitim sadece okulla sınırlı değildir. Okullarda sadece ulusal eğitimin bir takım standardları belirlenir. Esas eğitim aile eğitimidir, cemiyet eğitimidir, işyeri eğitimidir. Aile, cemiyet ve işyeri eğitimi Batı’nın gizli perdesi altındaki kişi ve kuruluşlara teslim edildi. Toplum farkında olmadan kendi kimlik ve kültüründen uzaklaştırıldı.
Tüm bunların temelinde Türkiye’de hak kavramından uzaklaşılması yatmaktadır. Türkiye’de hak kavramının yerini imtiyazlar kavramı aldı. İmtiyazlar öne çıkınca sahiplenme duygusu ve hak kavramından uzaklaşıldı. Halbuki Allah’ın insana vermiş olduğu hak kavramı vazgeçilmez bir kavramdır. Devredilemez bir kavramdır.
Hak kavramından ödün verilip, imtiyazlar öne çıkarıldığı için ülkenin yönetiminden de dış güçler lehine taviz verilebilmektedir. İmtiyazlar ülke içinde bir takım kişi, odak ve kurumlara verilirken, bu çevrelerin tabi olduğu uluslararası güçler de bu imtiyazlar sayesinde ülkemize egemen olmaktadır.
21. yy’da ABD başkanı ulusal güvenlik belgesinin açıklarken politikasını açıkça ifade ediyor. Ya bana tabi olacaksın ya da bana karşı olacaksın diyor. Eğer benim tarafımdaysan benim emirlerime uyacaksın diyor. Türkiye ise burada yine kimliksizlik içinde.
Türkiye AB’ye girmek için bir telaş içinde. AB ise diyor ki sana karar organımda değil, kullanıcı organımda yer verebilirim diyor. Yeni açıkladıkları stratejiye göre ise Türkiye yine karar mekanizmasında değil, onun dışında ayrı bir statüde yer alıyor.
Amerikalıların Irak’ta bizim askerlerimize yaptıkları davranışın, ulusumuzun onuruna yapılan hakaretin kabul edilmesi mümkün değil. Ama bizi bu duruma düşüren kendi hatalarımızı ve eksikliklerimizi öncelikle görmeliyiz. Biz, bugün K. Irak’ta ABD’ye hizmet eden ve bize karşı davranan yapıyı kendi elimizle yarattık, destekledik, besledik ve adeta kurumlarıyla yarı bağımsız bir hale getirdik.
AKP hükümetinin nasıl geldiği ABD’li bürokrat Paul Wolfowitz’in kendi açıklamalarıyla ortaya çıkarılmıştır. Bu hükümeti biz destekledik ama savaşta istediğimizi vermedi dedi. Bu hükümeti artık tartışmanın hiçbir anlamı yoktur. Bu hükümetin gelmesinde hepimizin suçu vardır.
Batı’nın Evangalist ve yobaz yaklaşımları ve onların kendi kimlikleri çerçevesinde bakıldığında aslında kendileri açısından doğruyu yapıyorlar.
Burada biz ne yaptık? Birinci savaştan bizim çok maddi zararımız var, Amerika bunu karşılamalı dedik. İktidar tezkere karşılığı para pazarlıklarına girdi. Amerika ise kendi bilgi savaşları kanalıyla dünyaya, Türkiye’yi parayla satın alınabilir aşağılık bir ülke olarak karikatürlerle, yazılarla takdim etti. Biz birşey yapabildik mi? Bugün yaşananların işaretleri o zaman verilmemiş miydi?
Türkiye’nin hiçbir şeye, hiçbir dış güce ihtiyacı yoktur. Türkiye’nin AB’ye de ihtiyacı yoktur. AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı vardır.
Türkiye’deki ulusal altyapının altı boşaltılmak istenmektedir. Örneğin Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesi kaldırılıyor, kaldırılırken PKK’lılar affediliyor, MGK’nın gücü zayıflatılıyor, İkiz Yasalarla bir takım bölünme mekanizmaları kurulmaya çalışılıyor. Ayrıca Türkiye için terörün tanımı bulandırılmaktadır. Oysa ABD, Almanya, İngiltere ve diğer Batı devletleri kendi ülkelerinde veya başka bir ülkede kendi menfaatlerinin zarar gördüğü her türlü eylemi terörist suç kabul ederlerken bizim terörle mücadelede elimiz, kolumuz bağlanmak isteniyor.
Amerika dünyadaki tek küresel güç olmak için uyguladığı politikalarla, hedeflediği ülkelerde kargaşa ve terörü destekliyor. Batı, özellikle Amerika ve İngiltere bu politikayı açıkça yürütmektedir.
Hepimizin bütünleşerek sokağa yürümesi gerekiyor. Tabi ki kargaşa yaratmak için değil. 21. yüzyılın anlayışı içerisinde yeni bir Kuvayı Milliye anlayışına ihtiyacımız var. Bu Kuvayı Milliye ruhunun gelişmesi için de sokakta aydınların halkla birleşmeleri gerekmektedir. Atatürk beklememiş bana gelsinler diye. Atatürk Anadolu’ya, sokağa, halka gitmiş.
Bugün artık Türkiye’de siyasi partiler hukuk tanımaz bir noktadadır. Türkiye’de siyasi partiler ekonomik menfaatlere ve güce ulaşmak için kullanılan araçlara dönüşmüştür. Siyasi partilerin mekanizması ekonomik çıkar için işlemektedir. Türkiye’nin kurtuluşu, Kuvayı Milliye siyasi partilerden ayrı olarak, tabanda halkın birleşmesiyle gerçekleşecektir. Geçmişte bizi ayrıştıran anlayışları bir kenara iterek, örgütlü bir şekilde tabanda birleşmek lâzımdır. Bu birleşmeyi sağlayacak önderler sokağa inmelidir.
Bugün ülkemizin içine girmiş olduğu kuşatmayı yarmak ve milleti yeniden uyandırabilmek için kendi kimliğimize dönerek yönetimi yeniden ele almak şarttır. Atatürk’ün Cumhuriyetinin prensiplerinin devam ettirilmesi görevi siyasi partilere yüklenmişti. Ancak siyasi partiler menfaat çevrelerinin araçlarına dönüştü. O yüzden tabandan yeni bir oluşum gereklidir. Tabandan gelecek bu yeni oluşum siyasi bir kimliğe börünüp, Türkiye’nin yönetimine talip olmalıdır.
Namuslu ve nitelikli insan gücünün bir araya gelmesi gerçekleşmemiştir. Atatürkçü gençler kendi çabalarıyla mücadele etmektedir. Ülkenin değişik noktalarındaki insanlar kendi çabalarıyla mücadele etmektedir. Aslında söylemler, istekler ve talepler üst üste konduğu zaman aynı, yollar farklı gözükmektedir. Fakat bu yolların farklılığı çeşitliliktir. Bu önemli değildir. Önemli olan ülkeyi ve halkı sahiplenme duygusunun öne çıkmasıdır. Bu duyguların ve güçlerin birleşmesi, örtüşmesi ve bir araya gelmesi Türkiye’nin en hayati ve güncel ihtiyacıdır.


..

15 Şubat 2015 Pazar

ARAP BAHARI PANDORANIN KUTUSU AÇILIYOR



ARAP BAHARI PANDORANIN KUTUSU AÇILIYOR







Ozan Örmeci 

30 Kasım 2011 Çarşamba


Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor,

Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya’da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye’de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir.
18 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerin, 2011 yılı içerisinde Mısır, Libya, Suriye başta olmak üzere Cezayir, Bahreyn, Ürdün, Yemen ve Lübnan gibi Arap dünyasının başlıca ülkelerinde yol açtığı halk ayaklanmalarına siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründe Arab Spring (Arap Baharı) adı verilmiştir.[1] Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya'da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye'de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir. Arap Baharı'nın henüz demokratik rejimlerle tanışamamış Arap halklarının çağdaş dünyaya eklemlenmesi, diktatörlük rejimlerinin yıkılması gibi olumlu etkileri ve rejim değişikliği yaşayan ülkelerdeki yer altı kaynaklarına Batılı büyük güçlerin göz dikmesi gibi olumsuz sonuçları medyada ve akademide yoğun bir şekilde tartışılmış ve incelenmiş, bu doğrultuda yeni bir akademik literatür dahi oluşmaya başlamıştır. Arap Baharı sürecinde internet ve sosyal 
medyanın rolü, gençlik hareketlerinin halk ayaklanmalarındaki etkisi gibi konular da yine sıklıkla araştırılmış, Arap Baharı sürecinde Tahrir Meydanı gibi semboller, Muhammed Bouazizi gibi kahramanlar da ortaya çıkmıştır. Fakat siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından ve dünyanın mevcut güç dengeleri de incelendiğinde Arap Baharı'nın esas anlamı, bu sürecin bölgedeki en önemli aktörler olan Türkiye, İsrail ve İran'ın birbirleri ve diğer aktörlerle olan ilişkilerine nasıl etki edeceği sorusuna cevap bulunabilirse ortaya çıkacaktır. Bu nedenle ben bu yazıda Arap Baharı sürecinin Türkiye'yi merkeze alarak Türkiye, İsrail ve İran'a olası etkileri üzerinde duracağım.



Arap Baharı sürecinde görünürde en kârlı çıkan ülkelerden biri olarak nitelendirilen Türkiye, aslına bakılırsa bu sürecin devamında ciddi risklerle 

karşı karşıya kalacaktır. Kâğıt üzerinde demokratik ve laik bir ülke olan Türkiye, Arap Baharı sürecinde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batılı güç merkezleri ve kanaat önderleri tarafından muhalif gruplara model olarak gösterilmiş, bu doğrultuda Tunus'ta seçimleri kazanan Ennahda Partisi lideri Raşid El-Gannuşi kendisine Recep Tayyip Erdoğan'ı örnek aldığını belirtmiş, partinin önemli isimlerinden Abdülhamid Cilasi ise "Erdoğan bizimle aynı dili konuşuyor, bu yüzden o konuştuğu zaman dinliyoruz" demiştir.[2] Erdoğan Mısır'da bizdeki 27 Mayıs'a benzer şekilde şimdilik askeri yönetimle sonuçlanan devrim sonrası bu ülkeye şaşalı bir gezi düzenlemiş ve burada coşkuyla karşılanmış, fakat Erdoğan'ın yaptığı "laiklikten korkmayınız" açıklaması, seçimler sonrası iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel Müslüman Kardeşler örgütü tarafından tepkiyle karşılanmıştır.



Arap Baharı sürecinde Türkiye önceden çok iyi siyasi ilişkilerinin ve çok önemli ekonomik menfaatlerinin bulunduğu Libya gibi bir müttefiki başta Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı güçlere kaptırmıştır. Dahası Suriye'deki mevcut yönetimle ilişkiler ciddi şekilde bozulmuş ve eğer iktidar değişikliği olmazsa bu ülkenin PKK'ya vereceği olası destek ve ekonomik ilişkilerin şimdiden bozulması ve daha da bozulacak olması sonucu Türkiye ciddi bir kayba uğrama riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkede bir iktidar değişikliği olması halinde ise Türkiye için daha iyi bir durum söz konusu olabilir. Fakat iktidar değişikliği sürecinin Nusayriler ve Sünniler arasında bir mezhepsel iç savaşa dönüşmesi kuşkusuz Türkiye'yi de olumsuz şekilde etkileyecektir. Tunus'ta yeni dönem için ilk pozisyon alan ülke olan Türkiye, buna karşın henüz bu durumu somut bir kazanca dönüştürmeyi başaramamıştır. Birazdan anlatacağım sebeplerden ötürü bu süreçte İran'la da ilişkileri bozulan ve daha da bozulacak olan Türkiye, 

bu yüzden yine ciddi bir ekonomik kayıp ve bu ülkenin PKK'ya verebileceği destek[3] ve istikrarsızlık yaratacak faaliyetleri nedeniyle siyasi 
sorunlar yaşayacaktır. Suriye ve İran konusunda Batı'ya meydan okuyan bazı açıklamalar ve hamleler yapan ve önümüzdeki sene Vladimir Putin'in yeniden devlet başkanı olmasıyla bu tarz açıklama ve hamlelerini arttırması muhtemel Rusya ile ilişkilerin bozulması da Türkiye'nin bu süreçte yüzleşmek zorunda kalacağı bir diğer ciddi risktir. Özellikle Türkiye'nin İran ve Rusya'ya enerji alanındaki bağımlılığı ilerleyen yıllarda Türkiye'yi zorlayacak bir etkendir. Mısır'da kurulacak yeni yönetimin Türkiye ile Sünni hâkimiyeti konusunda rekabet içerisine girmesi de Türkiye'nin elini zayıflatabilir. 


Bu doğrultuda Arap Baharı sürecinde Türkiye'nin ekonomik kayıpları bedelli askerlikle finanse edilemeyecek kadar büyük olacak, dahası Türkiye çok ciddi siyasi risklerle karşı karşıya kalacaktır.




Türkiye aslına bakılırsa Batılı güçler tarafından 2002'den bu yana adım adım, ABD'nin Irak işgali (II. Körfez Savaşı) sonrası çok güçlenen, nükleer enerji konusunda çalışmalar yapan[4] ve Arap Baharı sürecinde iyice güçlenmesinden korkulan İran'ı dengeleyecek ılımlı İslami bir Sünni rejimi olarak hali hazırda dizayn edilmekteydi. Önceden İran ve Şii hilali karşısında laik, demokratik Atatürk modelini öne çıkaran Batılı güçler, İran'ı bu model cazibesiyle içeriden karıştırıp yıkmayı başaramayınca, bu defa İran'ın karşısında bir Müslüman blok oluşturmak amacıyla Sünni-Şii çatışmasını gündeme getirmişler, bu doğrultuda Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyiminden istifade etmişlerdir. Hakikaten üç dönemdir oylarını arttırarak iktidara gelen ve içeride uyguladığı otoriter politikalara karşın dışarıda olumlu algılanan AKP de, İslamcı Milli Görüş kökleri nedeniyle başlarda bocalamasına karşın, kısa sürede "eksen kayması" tartışmalarıyla hizaya sokulmuş, sonuçta bir NATO üyesi ülkenin iktidarı 

olarak füze kalkanı projesinde Batı ile uyumlu davranmak zorunda kalmıştır. Bu deneyimler sonrası kuşkusuz AKP ve ılımlı İslam modeli Batı ve İsrail için daha da değer kazanmış, Başbakan Erdoğan Time dergisinde kapak dahi yapılmıştır. Fakat önceden "komşularla sıfır sorun" politikası doğrultusunda komşu ülkelerle ticaret hacmini ve bu ülkelerde kültürel etkinliğini arttıran Türkiye, şimdi Şii bloğuyla kaçınılmaz bir şekilde çatışma içerisine girecek ve yine Soğuk Savaş'takine benzer şekilde "NATO'nun ileri karakolu" olarak görev yapacaktır. 
Bu süreç Türkiye'nin Davutoğlu doktrininden giderek uzaklaşması ve İslam dünyasının yine içerisindeki ikilikler kullanılarak Batılılar tarafından kontrol edilmesi anlamına gelecektir. Nitekim daha şimdiden İranlı yetkililerdenİran'a olası bir saldırı durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye (füze kalkanının yerleştirileceği Malatya) olduğu yönünde açıklamalar gelmektedir.[5]



Şu son yıllarda yaşadığımız birçok tartışmanın temelinde de aslına bakılırsa Türkiye'nin bu yeni soğuk savaş dönemi için yeniden dizayn edilmesinin etkili olduğunu düşünülebilir. Zira 1950-1990 dönemindeki Soğuk Savaş sürecinde Kemalizm'i dayanak yaparak gerçekleştirilen ve toplumsal karşılığı da oldukça yüksek olan askeri müdahaleleri önlemek amacıyla şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri acımasız bir şekilde eleştirilmekte ve yıpratılmakta, Kemalizm ve Atatürk'e yönelik saldırılar ("Atatürk diktatördü" tartışmaları, Dersim olaylarına yönelik eleştiriler vs.) her gün televizyon kanallarından izlenmekte ve gazetelerden okunmaktadır. Bu tartışmaların amacı yeni soğuk savaş döneminde TSK'yı dizginlemek, hatta siyasal gücü ve yeni vesayet yapısını mümkün olduğunca ordudan emniyet teşkilatına doğru kaydırmaktır. Son yıllarda yaşanan çeşitli adli süreçleri de bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır.




Davos Ekonomik Forumu'ndaki "one minute" krizi ve Mavi Marmara olayı gibi ciddi krizlere karşın, Türkiye'de yaşanan bu süreç İsrail tarafından da büyük ölçüde desteklenmektedir. Hatta bir komplo teorisi olarak, İsrail'in bu tarz olaylarla Türkiye'deki ılımlı İslami Sünni modelini bilinçli olarak İslam dünyasında yücelttiği bile iddia edilebilir. Zira İsrail için asıl büyük tehlike nükleer güce ulaşması muhtemel ve İsrail karşıtı hareketlere daima destek veren İran'dır. Mısır'da demokrasiye geçiş sonrası İslamcı hareketler Türkiye ve Tunus'ta olduğu gibi Batı ile uyumlu hale getirilemezse bu da İsrail açısından Camp David statükosunun bozulması açısından ciddi tehlike arz edebilir. İran'ın bölgedeki önemli müttefiklerinden olan Suriye'deki Esad rejiminin düşürülmesi de İsrail açısından kritik bir faktördür. İsrail'in 2014 yılında İran nükleer güce ulaşmadan önce bu ülkeye bu müdahalede bulunmak istediği açıktır. Bu nedenle İsrail önümüzdeki aylarda kendisine müttefikler arayacak ve Amerika'daki Yahudi lobisinin bu ülkeye yapacağı baskıyı da kullanarak Türkiye'nin ve Körfez ülkelerinin kapısını çalacaktır. 



Bölgedeki en anti demokratik rejimler olan Körfez ülkeleri ise Arap Baharı sürecinden ciddi rahatsızlık duysalar bile, Amerika ve İsrail'e yakın durarak sistemlerini koruyabileceklerine inanmaktadırlar. Ancak Mübarek'in yaşadıkları göz önüne alınırsa; Batı ve İsrail müttefiki olmalarına karşın, sıra bir gün onlara da gelebilir.




İran açısından bakıldığında ise Arap Baharı Tunus ve Mısır'da yaşanan iktidar değişiklikleri sonrası umut yaratmış, fakat bu süreçlerin sonunda Batı yanlısı laik yönetimlerin yerini Batı yanlısı Sünni İslami rejimlerin aldığını görmek İran'ı ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Mısır'da süreç henüz sonuçlanmasa da, bu ülkede güçlü bir İslami yönetimin ortaya çıkması İran'ın İslam dünyasında da herşeye rağmen hala bölgedeki en Batılı rejim olan Türkiye'den daha güçlü bir rakip bulması anlamına gelebilecektir. Bu sürecin Suriye gibi İran'ın önemli bir müttefikini düşürmesi riski kuşkusuz İran'ı endişelendirmektedir. Esad yönetiminin düşmesi Suriye'de Sünni çoğunluğa dayalı ve İran'la husumet güdecek yeni bir rejimin 

kurulması anlamına gelebilir. Fakat İran Esad'ı kurtarmanın mümkün olmadığına kanaat getirirse bu noktada kendisini güvenlik altına almak adına Batı ve İsrail ile geçici bir uzlaşmayı tercih edebilir. İran ayrıca yakın gelecekte olası bir İsrail-Batı müdahalesi ya da hava saldırısına karşı Rusya ve Çin'den destek alarak konumunu sağlamlaştırmayı deneyecektir. Yine sınır komşusu Türkiye ile oluşacak dengeler İran açısından belirleyici faktörlerden birisi olacaktır. İran'ın Türkiye'ye PKK ile mücadelede aktif destek sunması bu noktada Türkiye'nin Batı ittifakı içerisinde olmasına rağmen bu ülkeyi mümkün olduğunca askeri bir operasyondan korumaya çalışması seçeneğini gündeme getirebilir.


Sonuç olarak Arap Baharı süreci, diktatörlük yönetimlerinin değiştirilmesi ve Arap halklarının demokratik seçimlerle tanışması gibi çok olumlu özelliklerinin yanında, bölgede çok tehlikeli gelişmelere neden olabilecek bir Pandora'nın kutusunun açılması hadisesidir. Umutla ve olumlu düşüncelerle başlayan bu süreç; nükleer çatışma, İslam dünyasında iç savaş ve dünya savaşını da içeren felaket sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle Türkiye'deki siyasal iktidarın kendi üzerinde oturduğu rejimi kötülemek ve zaten zayıf olan muhalefete vurmak yerine, bir an önce Türkiye'deki milli birlik ve toplumsal mutabakatı arttıracak çalışmalar içerisine girmesi ve dış politikada muhalefet ve farklı devlet organlarıyla da görüşerek meşruiyet seviyesi yüksek ve ihtiyatlı bir çizgi belirlemesi gerekmektedir. Türkiye bu süreçte izlediği politikaların bir-iki değil, 

en az üç beş hamle sonrasını görebilecek kadar dikkatli ve bilgi sahibi olmalıdır. Zira Türkiye'nin karşısında ölüm-kalım mücadelesine girişmiş İran ve İsrail gibi ideolojik devletler bulunmaktadır.


KAYNAKLAR



- Byman, Daniel, "Israel's Pessimistic View of the Arab Spring", The Washington Quarterly, Summer 2011, sayfa 123-136.

- Ghosh, Bobby, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.
- "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.
- Oğuzlu, Tarık, "Arap Baharı ve Değişen Bölgesel Dinamikler", OrtadoğuAnaliz, Haziran 2011, Cilt: 3, Sayı: 30, sayfa 33-40.
- Sağsen, İlhan, "Arap Baharı, Türk Dış Politikası ve Dış Algılaması", OrtadoğuAnaliz, Temmuz-Ağustos 2011, Cilt: 3, Sayı: 31-32, sayfa 57-64.


[1] Bu terimin ortaya çıkışında 1968'de Çekoslovakya'daki Sovyetler Birliği karşıtı halk ayaklanmalarına verilen isim olan Prag Baharı'ndan 

(Prag Spring) esinlenildiği tahmin edilmektedir.


[2] Bobby Ghosh, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 

http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.


[3] İran devleti bu kartı çekinmeden kullanabileceğini PKK terör örgütü liderlerinden Murat Karayılan'ın yakalandığına ilişkin sonradan yalanlanan 

haberler vasıtasıyla Türk devletine üstü kapalı olarak iletmiştir.


[4] İran'ın 2014 yılında nükleer güce ulaşacağı 2011 yılına kadar MOSSAD başkanlığı görevini yürütmüş Meir Dagan tarafından ifade edilmiştir. 

Bu açıklamayı İsrail'in İran'a 2014'ten önce bir müdahale planladığı şeklinde okumak mümkündür. 
(Haaretz, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.haaretz.com/news/mossad-iran-will-have-nuclear-bomb-by-2014-1.278192.)


[5] "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.





..

14 Şubat 2015 Cumartesi

TÜRKİYE'NİN SURİYE KÜRTLERİNE BAKIŞ AÇISI ( SÖYLEŞİ )




TÜRKİYENİN  SURİYE KÜRTLERİNE BAKIŞ  AÇISI ( SÖYLEŞİ )



IMPR Başkanı Doç. Dr. Veysel Ayhan Cenevre 2, Suriye ve Rojava (Batı) Kürdistan’daki gelişmeler hakkında Rojeva Kurd’e bir söyleşi verdi. Ayhan Rojava’daki halkın isteklerine dikkat çekip, Rojava’nın Kürdistan Federal Hükümetinden beklentilerine de dikkat çekti. Söyleşinin yayına hazırlanmasını IMPR Okul Gazi Üniversitesi Temsilcisi Leyla Kaya gerçekleştirilmiştir.
Cenevre 2 Konferansı Suriye üzerinde nasıl bir sonuç ve etki yaratır?
Cenevre 2 süreci hala devam etmektedir. Cenevre 2 ile ilgili dört konu önem kazanmıştır. Bunlardan birincisi Geçiş Hükümetinin kurulmasıdır. İkinci konusu ise İnsani boyuttur. Üçüncüsü ise ikincisiyle ilişkili taraflar arasında bazı bölgelerde ateşkes sağlanmasıdır. Dördüncüsü ise tüm aktörleri bir masa etrafında toplanmalarını sağlamaktır. Geçici Hükümetin kurulması şimdilik mümkün görünmüyor; çünkü Suriye’deki bütün kesimler Cenevre’de temsil edilmemektedirler. Kürtlerin, İran’ın, İslami Cephe ve DAİŞ (Devletil İslami-IŞID) temsilcileri Cenevre’de bulunmamaktadır. Şayet bir bölgede savaşan tarafların barış görüşmelerinden dışlanması söz konusu olursa, görüşmelerden siyasi bir sonuç elde edilmesini beklemek oldukça güçtür. Çünkü, Cenevre’de alınacak herhangi bir kararı uygulayacak olan güçlerde nihai aşamada Suriye içerisinde güç kullanan aktörler olduğu açıktır. Ancak, insani yardımlar ve geçici ateşkes için, Cenevre 2’nin bir etkisi olabilir. Ama yine de bütün tarafların katılımı ve oluşumları önemlidir. Aynı zamanda Esad rejiminin temsilcileri de oradadır, bundan üç sene önce bazı ülkeler biz Esad’ı tanımıyoruz, hiçbir meşrutiyeti yok ve haftalar içinde düşecek diyorlardı. Ama bugün görüyoruz ki onunla oturuyorlar, ilişki kuruyorlar ve bu da Esad’ın kendini kabul ettirmeyi başardığını göstermektedir.
Neden Kürtler orada değildiler ve katılan Kürtler kimdi, ne istiyorlardı?
Cenevre 2’den önce Yüksek Kürt Konseyi, Kürtlerin üçüncü taraf olarak katılması gerektiğini ifade etmişti. Aynı zamanda Rusya da bunu yönelik açıklamalarda bulunmuştu. Eğer Kürtler üçüncü taraf olarak katılsaydılar, Dünya da onları meşru bir güç olarak kabul edecekti. Irak’taki Kürtler gibi, çünkü Irak’taki Kürtler de 1991-2003 arası dönemdeki tüm müzakere süreçlerine bağımsız katılmışlardır. Bu yüzden Irak Kürtleri bugün hepimizin tanık olduğu gelişmişlik seviyesini yakalamayı başarmışlardır. Suriye’de her halkın ve kesimin kendi çıkarlarını diğerlerinden daha iyi koruyacağı açıktır.
Kantonların ilan edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu Kantonların bir örneği var mı?
Kanton ismi Ortadoğu’da yeni olan bir kavram olmasına karşın toplumsal yaşamlarına baktığımızda buna uygun olduklarını görmekteyiz. Halı hazırda ilan edilen sistem incelendiğinde kısmı düzeyde İsviçre’nin sistemine benzediğini düşünmekteyim. Şimdilik iki Kanton’ın bağımsızlığını ilan ettiler. Cizîrê ve Kobanê ve sonra da Efrîn Kantonu ilan edilecek. Kantonların en önemli özelliği kantonlar düzeyinde Yasama, Yürütme ve Yargı’nın yerel otoriteye devredilmiş olmasıdır. Ayrı ayrı olarak her üç Kanton’un kendine ait bir parlamentosu olacak. Her Kanton kendi içinde Irak’taki Kürdistan bölgesi gibi özerk olacaktır. Kanton hükümetleri kendi içinde sağlıktan eğitime, asayişten sınırların korunmasına kadar geniş bir alanda tek yetkili organ olacaktır. Bu yönüyle Kanton içinde yaşayan halklar kendi kendilerini yöneteceklerdir. Esasında bu sistem halı hazırda Suriye’de farklı isimler ve şekillerde vücut bulmuş bulunmaktadır. Örneğin IŞID aynı yöntemle Rakka’yı yönetmektedir. Tevhid, Halep’in bir kısmını yönetmekte, Baas rejimi ise diğer bölgede. Dolayısıyla Suriye’de halı hazırda farklı rejimlerin ve otoritelerin oluştuğu görülmektedir.
Sizler Suriye’deki Kürtlerin, Kürdistan Bölgesi Hükümetinden ne istedikleri hakkında bir raporu kısa süre içerisinde yayınlayacaksınız. Bu kapsamda Rojava’daki Kürtler Güney’den ne istiyorlar?
Suriye’deki Kürtler diyorlar ki, üç tarafımız sarılmış ve ölümlerle kaplıdır. Ancak Güney bizim açımızdan nefes alacağımız bir vatandır. Biliyoruz ki Kürdistan halkı bizimledir, bizim başarılı olmamızı istiyorlar ve yürekleri bizlerledir. Suriye halkıyla yapılan görüşmede Suriyeliler açık bir şekilde yıllarca kimliksiz yaşadıklarını bugün Dünya tarafından tanındıklarını ifade etmişlerdir. Suriyeli Kürtler Suriye içerisinde yaşanan Şii-Sünni, El Kaide ve diğerlerinin arasındaki savaşta taraf olmadıklarını belirtmişlerdir. Mücadelelerinin Rojava’nın korunmasına odaklı olduğunu ve Suriye’nin geri kalanında yer almadıklarını belirtmektedirler. Bazıları bu savaşta yanlışlıkların olabileceğini çünkü ağır bir savaş yaşandığını ifade etmişlerdir. Özellikle insani yardım konularında büyük bir yokluk ve kıtlık yaşandığını ve Kürt hükümetinin kendilerine yardım elini uzatması gerektiğini belirtmişlerdir. Siyasi partilerin farklı beklentileri elbette vardır; ancak halk insani yardımların olmasını istiyor.
Türkiye’nin Rojava’daki rolü nedir?
Suriye Kürtlerinin algısına bakıldığında simdiye kadar Türkiye’nin rolü olumsuzdur. Suriye Kürtlerinin önemli bir kısmına göre Türkiye El-Kaide’ye yardım etti ve Rojava’daki mücadeleyi etkisizleştirmek istedi. Cenevre 2’de Kürtlerin temsilcilerinin orada olmamasını, insani yardımlar konusunda, duvar örülme politikası gibi bazı konularda yanlışlar yapıldığını düşünmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin siyasetine güvenmiyorlar; Türkiyenin onlara yardım eli uzatmadığını ileri sürmektedirler.
Türkiye’nin Rojava politikasını nasıl değerlendirmek gerekir?
Bir asırdır Kürt sorunu Türkiye’deki en büyük sorunların başında geldiği açıktır. Irak’taki özerk bölgenin Irak Anayasasında var olmasına rağmen uzun bir süre tanımama sorunu yaşandı. Şimdi de Suriye’de özerk bölgeler oluşmaktadır. Irak ve Suriye’den sonra gündemde Türkiye’deki Kürtlerin de statüleri söz konusu olacağı düşünülmektedir. Barış görüşmelerinde de Türkiye Kürtlerin istekleri, Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarından farklı bir şey olmayacağını öngörebiliriz. Eğer Suriye’deki Kürtler otonomilerini elde etseler, Türkiye’deki Kürtler de otonomiyi isteyeceklerdir. Suriye ve Irak Kürtlerinden daha alt düzeyde bir hakkı kabul etmeleri biraz güç gözüküyor. Daha açık bir deyişle Suriye’de Kürtlerle ilgili her gelişme doğrudan Türkiye Kürtlerini de ilgilendirme ve ikisi de birbirlerinden etkilenmektedirler.
http://www.impr.org.tr/rojeva-kurd-rojavadaki-kurtler-cenevre-2-ve-kanton-yonetimleri/#.VN93K_msWSo