22 Mart 2015 Pazar

Muhtemel Tehditler Çerçevesinde 2020’li Yıllarda Türkiye’nin Ordu Yapılanması Nasıl Olmalı? 1





Muhtemel Tehditler Çerçevesinde 2020’li Yıllarda Türkiye’nin Ordu Yapılanması Nasıl Olmalı?



SALI, 31 TEMMUZ 2012 16:28  
Giriş:
Devletler sahip oldukları toprakları üzerinde yaşayan vatandaşlarının sosyal, ekonomik ve askeri anlamda her türlü güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Devlet, onu oluşturan vatandaşlarını ulusal sınırlar içerisinde meydana gelebilecek herhangi bir tehdide karşı korumakla sorumlu olmanın yanı sıra onları ulusal sınırlar ötesinde de korumakla sorumludur. Vatandaşının güvenliğini sağlamakla sorumlu olan devlet, bu misyonu bünyesinde yer alan siyasi ve askeri kurumlar aracılığıyla yürütür. Ülkemizde iç güvenliğin tesis edilmesi Emniyet ve Jandarma Teşkilatlarına ait iken, devletimizin dış tehditlere karşı savunulması Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesidir. Gerek iç gerek dış tehditlere karşı bilgi akışının sağlanması, bilginin elde edilmesi gibi unsurlar ise istihbarat teşkilatının görevidir. İşte bu kapsamda 2020’li yıllarda ülkemizi bekleyen ulusal tehditler çerçevesinde ordu yapılanmasına yönelik bir değerlendirme yapılacaktır.
1) Güvenlik Tehditlerine Karşı Ordular
İnsanoğlunun tarih sahnesine çıkışını göz önüne aldığımız zaman, tarihsel süreç içerisinde ilk insan topluluklarının bir araya gelişi, sonrasında da sistemli bir organizasyon olan “ devlet ” kavramını yaratmalarıyla birlikte güvenlik insanoğlu için vazgeçilmez bir unsur haline gelmiştir. Günümüzden 5.000 yıl öncesinde Mezopotamya’ya gelerek tarihteki ilk imparatorluğu kuran Akadların kurmuş olduğu düzenli ordu sisteminin tarihçesi kadar eskilere götürebiliriz sistemli güvenlik yapılanmasını.
Önceleri tekil ya da 3-5 kişilik gruplar halinde dolaşan insanoğlu için güvenlik kavramı günümüzdeki kadar çeşitlilik arz etmiyorken, günümüz dünyasında insanoğlunun temel yapı taşını oluşturduğu devlet içerisindeki güvenlik kavramı oldukça karmaşık ilişkiler üzerine kurulu bulunmaktadır. Devlet, kendisini oluşturan vatandaşlarını içeride ve dışarıda her türlü tehdide karşı korumakla sorumludur. Günümüzde bu karmaşık yapının önemli taşlarından bir tanesi de ordu’lardır. Akadların kurmuş olduğu ilk düzenli ordudan bu yana devletin güvenliğinin sağlanmasında hayati bir önem sahip olan orduların günümüz dünyasında birden çok tehditle karşı karşıya olmalarından dolayı, geçmişe nazaran daha sistemli, daha teknolojik ve daha eğitimli bir yapıya sahip olmaları gerekmektedir.
1648 Westphalia sonrası oluşan Avrupa temelli dünya sisteminde ortaya çıkan ulus devlet kavramıyla birlikte, ordu, devletler için daha fazla önem taşıyan bir yapıya kavuşmuştur. Düzenli orduların sayısındaki artış, zamanla zorunlu askerlik gibi uygulamaların sisteme eklemlenmesiyle birlikte, ordu, devlet içerisinde gerek personel gerek ekonomik açıdan büyük pay sahibi olmaya başlamıştır. Bu düzen yaklaşık olarak 1900’lü yılların, diğer bir deyişle 20. yüzyılın ilk yarısında patlak verecek olan iki dünya savaşına kadar böyle sürmüştür. 1. ve 2. Dünya savaşlarında tarihte eşi görülmemiş şekilde cereyan eden çatışmalarda modern teknoloji, askeri eğitim, strateji ve taktik, harp sanatı gibi unsurlar oldukça önplana çıkmıştır. Çünkü 2. Dünya Savaşı esnasında eğitim, strateji ve taktik yoksunluğuna bağlı olarak ortaya çıkan coğrafi bilgi yoksunluğu 1944 Ocak ayında Korgeneral Mark Clark’a büyük bir yanlış yaptırmıştı. Korgeneral Clark’ın yanlış talimatıyla birlikte Amerikan piyade birliklerinin Rapido Nehrini (İtalya) geçmeye çalışırken, bu nehrin Almanlara sağladığı avantajı görmezden gelmesiyle birlikte Amerikalılar için trajik sonuç kaçınılmaz oldu: 2.000’den fazla ölü, yaralı ve esir.2
Yukarıda bahsi geçen örnekte görüldüğü üzere savaşlarda kullanılan silah ve araçlar arttıkça, savaşlar anakara’dan daha uzak coğrafyalarda gerçekleştiğinde iyi bir eğitim, stratejik ve taktik gibi unsurlar oldukça büyük önem taşımaktadırlar. Bunların bir tanesinin bile eksik olmasının ne kadar ciddi sonuçlar doğuracağı da ortadadır.
1970’li yıllara geldiğimizde Vietnam Savaşı sonrasında Amerikalılar için ortaya çıkan tablo oldukça vahim bir görüntü içeriyordu. Ordunun anakara’dan uzaklarda ne uğruna olduğu bile belli olmayan bir savaşta büyük kayıplar vermesi ve bu süreci uygun bir dille halka aktaramaması üzerine halkın verdiği tepkiler artmış, artan bu baskılarında bir sonucu olarak Amerika’da zorunlu askerlik Vietnam Savaşından sonra geri çekilmiştir. 1973 yılından sonra ise kademeli olarak “Profesyonel Askerlik” sistemine geçilmiştir.
Yine 1979’da Sovyetlerin Afganistan topraklarına girişi ve beraberinde 10 yıllık sürecek olan çatışmalarla ve büyük kayıplarla geçecek olan Sovyet İşgali dönemi askeri açıdan yine bir takım derslerin çıkarılmasına sebep olmuştur. 10 yıllık Sovyet İşgali döneminden çıkarılması gereken ders hızlı hareket etme anlamında zorluklar yaşayan, manevra kabiliyeti düşük olan bir ordunun direnişçilerle, milis güçlerle dolu bir coğrafyada nasıl başarısız olduğunun tablosuydu. Bu da ortaya milis güçlere karşı, harekât ve manevra kabiliyeti yüksek birliklerin oluşturulmasını gerekli kılıyordu.
Yıllar ilerledikçe, teknoloji geliştikçe orduların çağa ayak uydurabilir olması, iyi bir eğitime sahip olması her geçen gün önemini artırdı. 21.yüzyıla geldiğimizdeyse artık karşımızda bilgisayar altyapısına dayalı savaş araç ve gereçlerinin ağırlıklı olduğu ordular vardı. Bu ordular içerisinde eğitim çok daha önemli bir unsur olarak karşımıza çıkarken, strateji ve taktik gibi harp sanatının iki önemli kavramı her zaman olduğundan çok daha hayati boyutlara varan önem taşımaktaydı. Bilgiye ulaşmanın daha kolay olduğu bir dönemde, uzun uğraşlar ve planlamalar ile yapılmış olan bir stratejik planın ve taktiksel hareketlerin karşı güçler tarafından teknolojinin de sunmuş olduğu destek ile birlikte ele geçirilmesi kaçınılmazdı.
Enerji ve Su gibi iki hayati kavramın sorun haline geldiği, terör odaklı eylemlerin arttığı, nükleer yarışın hız kazandığı dönemde bu tür tehditlere karşı ordu yapılanmaları çok daha güçlü olmayı gerektirmektedir. Bu yüzden 21. yüzyıl orduları geçmişe göre, çok daha donanımlı olmayı gerekli kılarken, bunu sağlamanın koşulu da profesyonel bir askerlik sistemi ve modern bir ordu yapısı tesis etmekten geçiyordu.
2) Türkiye’yi İçin Yakın Gelecekteki Muhtemel Tehditler ve Ulusal Güvenlik Algılaması
a) Enerji Kaynaklarının ve Enerji Nakil Hatlarının Güvenliği
Önceleri enerji üretiminin kömür aracılığıyla sağlandığı dünyamızda, kömüre dayalı enerjinin yerini petrol, doğalgaz ve su gibi diğer doğal kaynaklar almıştır. Petrol ve doğalgazın II. Dünya Savaşı sonrasında artan kullanımı, küresel güçlerin ilgisi enerji kaynaklarının olduğu coğrafyaları çekmiştir. 1950’li yıllardan itibaren dünyadaki artan kentleşme ve sanayileşmeyle birlikte her geçen gün enerjiye olan ihtiyaç artmaktadır. Enerji ihtiyacına paralel bir şekilde enerji kaynaklarının tespit edilmesi ise başka bir sorun olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Enerjiye olan ihtiyacın her geçen gün artması ve enerji kaynaklarının konumlarına baktığımızda ise bu bölgelerin dünya üzerinde en çok silahlı çatışmaların yaşandığı, siyasal istikrarsızlıkların cirit attığı coğrafyalar olarak tabir edebileceğimiz Hazar Coğrafyasından Orta Doğu’ya kadar uzanan bir bölge üzerinde yer aldığını görüyoruz. Bu coğrafya üzerinde yer alan önemli bir projeden bahsedecek olursak, BTC iyi bir örnek teşkil edecektir. Eğer ki Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan arasında sorun bulunmuyor olsaydı BTC boru hattı Gürcistan üzerinden nakledilmek yerine Ermenistan aracılığıyla Türkiye’ye ulaştırılabilecekti. Fakat siyasal sorun, ülkeler arasındaki gerilimli ilişkiler projeye etkisi oyuncu değişikliğine sebep oldu. Böylece, Azerbaycan’dan çıkarılıp,Gürcistan üzerinden Türkiye aracılığıyla dünya’ya açılan enerji koridoru olan BTC Boru Hattının ne kadar stratejik bir bölgede yer aldığına tanık oluyoruz (Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki askeri gerilim, Türkiye – Ermenistan arasındaki siyasal gerilim). Ayrıca, BTC Boru Hattının gerek Azerbaycan ekonomisi için gerek Gürcistan ve Türkiye ekonomisi için ne kadar büyük önem arz ettiğini de unutmamak gerekiyor ve Ermenistan bu durumdan ne kadar zararlı çıktığını da görebiliyoruz. Bu tür enerji koridorlarının güvenlik altında bulunması gelecekteki projelere ev sahipliği yapmaya hazırlanan Türkiye’yi diğer projelere karşı güvenlik notu yüksek bir ülke haline getirecektir. Bu noktada Fırat Bayar’ın yaptığı tespiti de değinmek faydalı olacaktır:
Türkiye, dünya enerji kaynaklarının dörtte üçünün bulunduğu Orta Doğu ve Hazar Denizi havzasına yakın bir coğrafyada yer almakta; bu itibarla 21’inci Yüzyılın İpek Yolu olarak adlandırılan Doğu-Batı Enerji Koridorunda en önemli transit ülkeyi oluşturmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, Hazar Denizi petrol ve doğalgaz rezervlerinin Batılı enerji tüketicisi ülkelere taşınması açısından en kısa, maliyeti düşük, teknolojik ve çevresel açıdan uygun ve güvenilir seçeneği sunmaktadır.3
Bayar’ın tespitinden yola çıkacak olursak, düşük maliyet, ulaşım ve güvenlik gibi unsurlar Batılı devletlerin Türkiye’yi enerji koridoru haline getirmek istemelerinde başlıca unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu hattın sunmuş olduğu avantajlardan yararlanamayacak olan ülkeler ise boru hatlarının güvenliğini bozmak için her türlü yola başvurabileceklerdir. Bu yüzden hat boyunca ortaya çıkabilecek terör saldırılarına karşı tedbir almak ise dış tehdit çerçevesinde ordunun – yani Türk Silahlı Kuvvetlerinin - yapacak olduğu stratejik planlar dâhilinde bulunmalıdır.
NABUCCO ve TANAP gibi projelerin başarıyla tamamlanıp, aktif hale getirilmesiyle birlikte Türkiye’nin stratejik önemi daha da artacaktır ve bu süreci bozmak isteyen devletler / devlet destekli oluşumlar muhakkak bulunacaktır.
Ayrıca, İran’ın Türkiye’ye karşı enerji kartını kullanması durumunu göz önüne alarak Azerbaycan ile olan ilişkilerimizin artırılması gerekiyor. Yine İran’ın, yıllardır Türkiye’nin düşük yoğunluklu savaş kapsamında mücadele ettiği PKK ile tekrardan temas kurarak Türkiye için tehdit yaratabileceği hususunu da hesaba katmakta yarar var. Aynı şekilde enerji koridorundan pay alamayan bir Ermenistan’ın ise önümüzdeki yıllarda “ Sözde Soykırım ” iddiaları üzerine önceki dönemlere göre daha fazla düşerek Türkiye’nin enerjisini başka alanlara çekmeye çalışması muhtemel tehditler arasında değerlendirilmelidir.
b) Su Kaynaklarının Güvenliği
İnsanoğlunun dünyaya adım atım attığı ilk günden bu yana yaşamının en temel tüketim maddesi olan su, günümüz dünyasında da sadece insan sağlığı için vazgeçilmez bir tüketim maddesi olmanın ötesinde birçok değere sahip bulunmaktadır. Sanayileşmeye paralel şekilde kentleşmenin, kentleşmeye paralel şekilde de nüfus artışının hız kazandığı dünyamızda günden güne su kaynakları hızlı bir şekilde tüketilmektedir. Hızlı tüketim sadece nüfus artışına bağlı bir gelişme olmamakla birlikte, insanların bilinçsizce su tüketimi gibi başlıca etkenlerde bulunmaktadır.
Ülkemizin içerisinde yer aldığı Orta Doğu gibi bir coğrafya içerisinde su kaynaklarının önemi diğer bölgelere nazaran daha fazla ön plana çıkmaktadır. Çünkü istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bu coğrafyada II. Dünya Savaşı sonrası İngiliz hükümranlığının yerine ABD’nin geçmesi siyasal sorunları daha da alevlendirmiştir. Ayrıca, devletlerin su için gereken tartışmaları, önlemleri hala masaya yatıramadığını görmekteyiz. (Irak Savaşı, Arap Baharı gibi etkenler devletlerin şu an için dikkatini su meselesine yöneltmesini engellemektedir)
1950’li yıllara gelindiğinde Türkiye ve Suriye’nin Fırat ve Dicle üzerinde izlediği su politikalarına bağlı olarak ortaya çıkan su sorunu, zaman içerisinde bölge içinde yer alan diğer devletlerin de kendi aralarında sürtüşme konusu haline gelmiş önemli bir konudur. Bu konuda Orta Doğu’da nasıl bir sürtüşme yaşandığına dair Şattülarap Su Sorununa bakmak faydalı olacaktır4.
Şu an bölgede yer alan siyasal istikrarsızlıklardan dolayı gerek Irak’ın gerekse Suriye’nin su sorununa dair yoğun bir mesai harcadığını söylemek oldukça güç olacaktır. Fakat bu iki devletin yakın gelecekte iç sorunlarını halledip, siyasal istikrarlarını düzene soktuklarında, su sorunu tekrardan bölgenin en önemli sorunu haline gelmesi kaçınılmazdır. Irak’ın mevcut yapısı ve çözülmenin eşiğinde bulunması, su sorununun geleceğine dair başka aktörlerinde – ABD ve İran gibi - sürece dâhil olmasını ister istemez sağlayacaktır. Irak’ın kuzeyinde yer alan Kürt yönetimi ile güçlü ilişkileri olan İsrail, küresel ve bölgesel manada su ihtiyacının daha belirgin hale gelmesiyle birlikte bölgede var olan su sorununun önemli aktörlerinden birisi haline gelecektir. Bu konuda Stratejik Araştırmalar Enstitüsünden Metin Saltürk’ün önemli bir tespiti bulunmaktadır:
Kimi çevrelerce su savaşları olarak adlandırılan muhtemel senaryolar da 30-40 yıl sonrasının konjonktürel yapısı mevcut durum itibariyle değerlendirildiğinde; bölgede askeri, ekonomik ve teknolojik alanda baskın gücün İsrail olduğu görülmektedir. Bölgede suyun en fazla sorun olduğu veya olabileceği ülkelerden biri İsrail'dir. Bölge ülkeleri içerisinde İsrail’in dışında hali hazırda su yüzünden savası göze alacak ülkenin bulunmadığı düşünülmektedir.5
Saltürk’ün de belirttiği gibi şu an için İsrail’den başka su için doğrudan savaşa girişebilecek bir ülke bulunmamaktadır. Arap Baharına kapılan Suriye’nin ve siyasal parçalanmanın eşiğine gelen Irak’ın durumunu göz önüne aldığımızda, bölgede yer alan terör hareketlerini de hesaba katacak olursak “ Orta Doğu’da Suyun Geleceği ve Kullanımı ” adına sıcak günlerin yaşacağı görülüyor. İsrail gibi önemli bir aktörün Türkiye ile ilişkilerinde yaşadığı kara günler, İsrail’i Türkiye’nin yaralarına tuz basmaya itmektedir. İsrail’in PKK ile olan yakınlığı su sorununda terör kartını kullanmasını sağlayabilir. Bu tespitimizi güçlendirecek olan unsuru Saltürk’ün çalışmasında şu şekilde görebiliriz:
Suların kullanımı ile ilgili olarak bir devletin kendi iradesini kabul ettirmek için hedef ülkedeki barajlar, tüneller, boru hatları ve tuz arıtma tesisi gibi kritik noktalara tahrip ve sabotaj yapmaları ve Suriye örneğinde olduğu gibi o ülkede faaliyet gösteren terör örgütlerini desteklemek suretiyle çıkarılan alçak yoğunlukta çatışmalar kullanılabilmektedir.6
Görüleceği üzere bölgede aktif şekilde hazır bulunan bir terör örgütünün, İsrail’in su çıkarları için kullanılabilir olması kaçınılmaz gözükmektedir. Hâlihazırda Türkiye’nin terörle mücadelesi devam ederken ve somut anlamda bir sonuca ulaşılamamışken bu konu üzerine gidilmesi Türkiye için büyük önem arz etmektedir.
Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda nükleer enerjiyi devreye sokacak olması ve yenilebilir enerji kaynaklarını artırması durumunda, hidroelektrik santrallere bağlı elektrik üretimin azaltılarak su kaynaklarında tasarrufa gidilmesi sağlanabilir. Bu şekilde ülkemizde yer alan dere ve akarsular üzerinde birçok baraj oluşturularak suyun kontrol altına alıp Orta Doğu’ya yönelik güçlü bir kart olarak kullanılması muhtemel planlar dâhiline alınabilir.
c) Nükleer Silahların Yayılması
Orta Doğu coğrafyasında yer alan devletler, konvansiyonel olarak bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’ye karşı başarı elde edemeyeceklerinin bilincindedirler. Fakat devletlerin bu bilince sahip olmasının ötesinde konvansiyonel savaş dışında herhangi bir devlete karşı gerek Türkiye gerekse başka bir devlete karşı nükleer güç kullanabilecek bir devlet bulunmaktadır: İsrail.
İsrail, kuruluşundan bu yana her devlet gibi temel felsefesi varlığını sürdürmektir ve bu politikasını oldukça sert güvenlik politikaları takip ederek gerçekleştirmektedir. Orta Doğu’daki devletlerin Türkiye’ye karşı olan askeri dengeleri 1968 yılına gelindiğinde İsrail nükleer güce ulaşmasıyla birlikte ortadan kalkmıştı. Tarihler 1968 yılını gösteridiğinde, ‘CIA müdürü Richard Helms’in Beyaz Saray’a gelip Başkan Johnson’a Amerikan istihbaratının İsrail’in hâlihazırda bir nükleer güce ulaştığına dair bilgilendirmesi’7, Orta Doğu’da bozulan dengelerin göstergesiydi. Bugüne kadar Türkiye ile İsrail arasında herhangi silahlı bir krizin patlak vermemesi Türkiye ile İsrail arasında gelecekte herhangi bir sorunun yaşanmayacağı anlamına gelmiyordu. Peki, Orta Doğu’da nükleer tehlike sadece İsrail miydi?
1970’li yıllarda Fransa ile işbirliği yaparak ülkesini nükleer yarışa dâhil etmek isteyen Irak’ın inşa etmekte olduğu Oşirak Nükleer Tesisi 7 Haziran 1981 günü İsrail Hava Kuvvetleri tarafında bertaraf edilmişti. Diğer yanda çalışmalarını hız kesmeksizin, gerek İsrail gerek ABD tehditlerine boyun eğmeyerek Rus bilim adamlarının da desteğini alarak sürdüren İran bölge içerisinde nükleer güce sahip olmak isteyen 2. güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Ya Türkiye?
Türkiye şu an için NATO paylaşımlı B61 nükleer bombaları haricinde herhangi bir nükleer güce sahip değildir. Yeni dönem içerisinde yapılacak nükleer santral ile birlikte, bu santrallerin hayata geçmesini takip edecek dönemde Türkiye’nin nükleer silah konusunda çalışmalara yönelebileceği tahmin edilmektedir. Bölgede İsrail gibi nükleer silah sahibi, İran gibi nükleer silah sahibi olma yolunda ilerleyen serseri devletlere (rogue states) karşı, gerek Orta Doğu’nun istikrarı için gerekse devletinin varlığını sürdürmesi adına Türkiye’nin nükleer silaha sahip olmazı kaçınılmaz bir gerekliliktir. Nükleer silah sahibi bir Türk Silahlı Kuvvetlerinin caydırıcılık gücünün artmasıyla birlikte, Orta Doğu’da dengelerin Türkiye lehine değişeceği ve diğer devletlerin ise adımlarını daha dikkatli atacağı aşikârdır.
d) İstikrarsız Coğrafyalardaki Silahlı Gruplar & Terör Eylemleri
Lübnan’ın yıllardır siyasi istikrarı yakalayamaması, 2003 yılında Irak’ın işgali sonrasında ortaya çıkan tablo ve günümüzde cereyan eden Arap Baharıyla birlikte Orta Doğu coğrafyası oldukça tehlikeli bir süreçten geçmektedir. Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkelerde ortaya çıkan istikrarsızlık tablolarına bağlı olarak ülke içerisinde yer alan ayrılıkçı fraksiyonların mevcut durumdan yararlanıp ortamı gerçek bir anarşi ortamına çevirmesiyle birlikte durum daha da işin içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Gerçekleştirilen terör faaliyetleriyle birlikte Orta Doğu adeta barışın uzun bir süre daha uğramayı ertelediği coğrafya haline dönüşmektedir. İsrail’i huzursuz eden ve Lübnan’a yerleşik olan İran destekli Hizbullah, Irak’ın kuzeyinde yerleşik bulunan İsrail, Almanya, ABD gibi devletlerin desteğini alan PKK ve açık desteğini şu an için hangi devletlerden aldığı belli olmayan El-Kaide gibi terör grupları bölge ülkelerinin huzurunu ve dolayısıyla da ülkemizin varlığını tehdit etmektedir. Bu tür terör grupları arkasında var olan devlet desteklerinin önümüzdeki dönemlerde azalmadığı takdirde Orta Doğu coğrafyasının hak ettiği istikrara kavuşması daha da ertelenecektir. İsrail’in PKK’ya olan desteği, İran’ın Hizbullah’a olan desteği kesilmediği müddetçe devlet arasındaki güvensizlik artacak ve en ufak bir gerilimin daha büyük silahlı çatışmaya dönüşme riski artacaktır. Fakat teröre devletlerin desteğinin de ötesinde işin daha tehlikeli boyutlara ulaştığını Steven Metz’in State Support for Terrorism çalışmasındaki ifadesinde bulabilmekteyiz:
Günümüz dünyasında terör hareketleri kendilerini devlet desteği olmadan da finanse edebilmektedirler. Teröristler, işledikleri suçlar ya da yasal alanlardaki girişimlerle ve hayırlarla kendilerini finanse edebilmektedirler.8
İşte bu noktada terör faaliyetlerinin devlet kontrolünden çıkıp bağımsız bir hareket olarak ortaya çıkması, “nerede, ne zaman ve nasıl harekete geçeceklerine ve hangi hedeflere yöneleceklerine” karşı bir belirsizlik yaratmaktadır. Bu noktada terör, belirli bir devletle ilişkilendirilmekten sıyrılıp, küresel alanda hareket serbestîsi kazanmaktadır. Bu yüzden sınırlar ötesinden gelecek tehditlere karşı ordumuzun terörle mücadele politikalarını geliştirmesi, kısa, orta ve uzun vadeli stratejik değerler dâhilinde ele alması gerekmektedir.
Ayrıca az önce yukarıda bahsettiğim enerji ve su gibi iki önemli unsurun bu coğrafyanın temel taşı olduğunu da göz önüne alırsak, gelecekte bu kaynaklar üzerindeki hâkimiyet mücadelesinin artması da kaçınılmazdır. İşte bu noktada Türkiye olarak, terör grupları ile yürütülecek olan savaşlarda 30 yıldır PKK ile yürüttüğü mücadelede TSK’nin kazanmış olduğu tecrübeyi rehber edinip, sadece ve sadece terörle mücadeleye odaklanmış, harekât ve hareket kabiliyeti yüksek, asimetrik savaş unsurlarının gerektirmiş olduğu her türlü donanıma sahip, modern harp araç ve gereçleri ile donatılmış bir birimi ordu bünyesinde kurmamız gerekmektedir. Şu an var olan yapılanmamızın gözden geçirilip bu şekilde revize edilmesiyle birlikte ülkemiz sınırlarına yakın bölgelerde ortaya çıkacak ve ülkemize tehdit olarak yönelecek olan her türlü oluşumu yerinde yok etmek daha kolay olacaktır.


..


18 Mart 2015 Çarşamba

Örgüt Ceza ve Tutukevleri




Örgüt Ceza ve Tutukevleri


10 Temmuz 2000 Pazartesi 

"BANA BENDEN OLUR NE OLURSA, BAŞIM RAHAT OLUR DİLİM DURURSA..."

T.B.M.M. yasama yılını tamamlayarak yaz tatiline girdi. Milletvekillerimiz görevini yerine getirmenin huzuru ile tatil yörelerine ve seçim bölgelerine dağıldılar. Meclis gündeminde sıra bekleyen pek çok acil konunun görüşülmesi ancak bu uzun tatilden sonra mümkün olabilecek. Gündemde sıra bekleyen önemli konulardan biride MAHKUMLARIN AFFI ile ilgili olanı idi. Büyük bir ümitle verilen AF sözünün tutulmasını bekleyen mahkum ve tutuklular meclisin tatilini müteakip yine Türkiye'nin gündemine oturdular.
 Gündemimiz yurdun çeşitli yerlerinden gelen isyan ve başkaldırı haberleri ile doldu. Bu gidişle daha da dolacağa benzer. Konu ile ilgili olarak bir başkaldırı haberide İnfaz Koruma Memuru olarak çalışan hapishane görevlilerinden geldi. Gardiyanlar yaptıkları basın açıklamasında; " can güvenlikleri olmadığını anlattılar ve çok az para aldıklarından" yakındılar. Demekki hem içeridekiler ve hemde dışarıdakiler dertli.
 Acilen çözüm bulunması gereken bu önemli konu hakkında bundan 5 ay önce kaleme aldığım fikir ve düşüncelerimi güncelliği dolayısıyla yeniden yayımlamayı uygun buldum. İnşallah yetkililer ve ilgililer sağduyunun sesine kulak verirler ve bu yara kangren olmadan ve bütün ülkeyi huzursuz etmeden iyi bir sonuca bağlarlar. Bekleyelim ve görelim.( T.T.K )

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

TARİH : 26 OCAK 2000.

Jandarma özel timleri Metris Ceza ve Tutukevindeki İBDA-C örgütünün kaldığı koğuşlara ŞAFAK BASKINI adı altında bir operasyon düzenliyor.

Operasyonun hedefi; bir yılı aşkın bir süredir tutuklu olduğu halde üç seferdir koğuşundan alınamadığı için mahkemeye götürülemeyen ve her mahkeme günü isyan eden örgüt lideri bir sanığı hakim önüne çıkarmak. İfadesinin alınmasını sağlamak. Operasyon başarı ile sonuçlanıyor, isyan bastırılıyor. Bu defa sanıklar koğuşundan alınıp hakim önüne çıkartılıyor.

Basın ve yayın ordumuzun fedakar çalışanları önceden mevzilenmişler. Bu büyük ve son derece önemli olayı canlı olarak kamuoyuna duyurmanın telaşı içindeler.Adalet sisteminin, yakalayıp tutukladığı 65 İBDA-C örgüt üyesi karşısındaki aczini sergilemeye gelmişler sanki.

Bu kaçıncı isyan bilmiyoruz. Örgüt; lideri Salih MİRZABEYOĞLU'nu vermiyor. Onlar vermeyince de biz alamıyoruz. Onlar isyan ediyor. Ceza ve Tutukevi bir kere daha yakılıyor, yıkılıyor. Cezaevi çalışanları yine rehin alınıyor. Karşılıklı silahlı mücadele yapılıyor. Devletle pazarlığa oturuyorlar. Saatler süren pazarlıklardan sonra verilen tavizleri beyler lütfen kabul edip lütfederek isyanı bitiriyorlar. Tabi çoğunlukla onların dediği oluyor. Adalet Bakanımız " malesef hapishanelerde yönetimi tam olarak sağlayamadık" diyerek seminerlerde ve basın karşısında açıklama yapıyor. İşte kendi çok küçük fakat neticesi devlet otoritesine indirilen darbe olarak çok vahim olan bu olaylar basınımız tarafından kamuyu oluşturmak için çok güzel fırsatlar olarak değerlendiriliyor.

İsyanlar bastırıldıktan sonra tutuklu koğuşlarına girerek arama yapan kolluk kuvvetlerimiz basını çağırarak ele geçirdikleri bir cephaneliği dolduracak çap ve vüsatteki silah ve cephaneyi göstererek başarılarını vurguluyorlar. Bu haber malzemesini alan tecrübeli basınımız bu görüntüleri ballandıra ballandıra yayınlıyor. Her isyanda ayni yakma, yıkma, silah, cephane ve hapishanede bulunması yasak bir yığın malzemenin sergilenmesine herkez alıştı. Artık bu görüntüler haber niteliğini yitirdi.

Adaleti sağlayamayan bir adalet sistemi ile devlet işlerinin sağlıklı yürüdüğünü iddia etmek mümkün değildir. Efendim;" hapishaneler koğuş sistemi olarak inşa edilmiş. Ondan böyle imiş. Hücre sistemi olsa imiş bunlar olmazmış."

Özür; kabahatinden büyük. Yapmak istedinizde kim size engel oldu.? Paranız mı yoktu ?, Demiriniz mi yoktu ?, Çimento mu bulamadınız? Yoksa bugünlerde Türk müteahhit ve mühendisleri yurtdışında dünyayı inşa ettikleri için elde inşaatçımız mı kalmadı?

Yapmıyorsunuz, veya yapmak istemiyorsunuz. Bu millet sizin 3 ayda 35000 ev yaptığınızın şahididir. Dünyaya karşı haklı kasılıyorsunuz. Japonların altı ayda yaptığını biz 3 ayda yaptık diye. Mazeretiniz bu olamaz sayın yetkililer. Lütfen devletimizi; Türk ve dünya kamuoyunda güçsüz gösterecek olayların gerçek sebebini açıklayınız. Gücünüz yoksa istediğiniz gücü bu millet size verir. Anlamak ve vatandaşın anlamasını beklemek mümkün değil.

Gelelim işin esas yanına, BU GÖRÜNTÜ ASLINDA DEVLET OTORİTESİN'İN ÇÖKTÜĞÜNÜN GÖRÜNTÜSÜDÜR. HUKUK SİSTEMİNİN ÇÖKÜŞÜDÜR. 65 milyonu temsil eden ve Cihan İmparatorluğunun mirası üzerine inşa edilen koca bir sistemin getirildiği yerin resmidir. Devletin koyduğu yasaları dinlemeyerek,yakalanıp cezalandırılmak için Ceza ve Tutukevine kapatılan 65 kişi; 65 milyonun gözünün içine baka baka " Biz senin yasalarını kabul etmiyoruz. Mahkemeni tanımıyoruz. Tanımadığımız bir sistemin mahkemesine de gelmiyoruz." diyorlar ve gelmiyorlar. Getirilemiyorlar.

Aslında kendi çok küçük ama yansıması çok büyük olan olayı, cezaevlerinin koğuş sistemi şeklinde inşa edilmesine bağlamanın yanlış olduğu görüşümü bir daha vurgulamak istiyorum. Olayların meydana gelmesinin sebebi devletimizin ve hukuk sistemimizin aczi ve sistemin bozukluğu değildir. Yetersiz ve yeteneksiz kadroların cezaevlerinde görevlendirilmesidir. Adam gibi adamların yokluğundandır. Bu sistemde , bu yönetmelikler ve kurallarla devletin gücü en iyi şekilde gösterilebilirdi. Gösterildi de. Bu cezaevleri yeni inşa edilmedi . İlk defa cezaevlerimize sanık ve suçlular getirilmiyor. Biz bu sistemle yıllarca hukukumuzu tatbik ettik. Bu derece acz içinde olduğumuz hiç bir dönem olmadı. Sorunun başı ve aslı personel zaafiyeti ve eğitim noksanlığıdır. Buradaki görüntünün asıl sebebi; gücünü gösteremeyen, yetkisini kullanamayan, basiretsiz ve cesaretsiz cezaevi yöneticileridir.

Binlerce yıllık köklü gelenekler üzerine inşa edilmiş devletimiz güçlüdür. Hiç kimse, hiç bir örgüt veya kuruluş devletten daha güçlü olamaz. Olmamalıdır. Fakat bugün devletimiz örgütler karşısında güçsüz durumda gösterilmiştir. Cezaevlerimiz devletin kontrolundan çıkmış ve ÖRGÜT CEZA VE TUTUKEVLERİ haline dönüşmüştür. Kanun ve kural dışı herşey buralarda yönetimin gözü önünde açıkça yapılabilmektedir. Buna ait haberler basınımız tarafından adeta dizi proğram halinde yayınlanmaktadır. Her türlü anarşi ve terör olayları buradan yönetilebilmekte, yeterince yetişmemiş militanlara buralarda akademik ve silah eğitimleri verilmektedir.

Burada mahkumlardan ziyade , onlara göz yuman, bilerek veya bilmeyerek cezaevlerini bu hale getiren yönetim başlıca sorumludur. Kanunları uygulamak yerine kanunsuzlukları destekler durumdaki sıralı yöneticilere bugüne kadar hiç hesap sorulmamıştır. Veya sorulamamıştır. Halkımız bu sorumsuzlardan hesap sorulmasını bekliyor. Üzülerek ve içi kan ağlayarak gelinen vahim durumu seyretmekle yetiniyor.

İsyan eden koğuşta ele geçen malzemeyi utancımızdan saklayacağımıza özenle bir araya toplar, gururla basını çağırır," işte biz bunları hapishanenin içinde ele geçirdik" diyerek takdir bekleriz. Gülelim ağlanacak halimize. Girmemize ramak kaldığımız avrupalı komşularımız bunları gördüğü zaman gülüyor halimize....

 - Kim bunlar ?
 - Kim bunları bu sorumlu mevkilere getirdi ?
 - Görevini bilmeyen, yetkilerini kullanmaktan aciz, asli sorumluluklarını yerine getiremeyen bu yönetim kadrolarını kimler atadı?
 - Hangi hak ve selahiyetle bu insanlar hala ayni görevlerinde tutuluyorlar?
 - Bu memlekette nice yetişmiş beyinler, "merkez valisi, merkez emniyet müdürü, APK Uzmanı" gibi uydurma isimlerle boş oturup hizmet beklerken bu millet bu yeteneksiz kadroları beslemeye mecburmu?

Birkaç gün önce Ulaştırma Bakanı Prof.Dr.Enis Öksüz'ün talimatıyla polis Sivil Havacılık Genel Müdürü Beyefendiyi 50.000 dolar rüşvet alırkan suç üstü yakaladı. Tutuklanan genel müdürün bürosunda yapılan aramada daha pek çok rüşvet olayının belgeleri çıktı. Balık baştan kokar. Genel Müdür, bunu bu kadar açık ve serbestçe yaptığına göre kimbilir aşağısı ne yapıyor.

Kızılay, Türk Hava Kurumu, anlı şanlı devlet ve özel sektör bankalarımız, Turban gibi en büyük turizm kuruluşumuz ve daha nice kuruluşun sayın yöneticileri, batırdıkları kuruluşları için bugün yargı önündeler. Yani hep yönetim , yönetici ve insan hatası.

Suçluya hesap sormayan ve ona ceza veremeyen bir ülkede adalet tesis edilemez. Adaleti tesis edemeyen devlet, devlet olma vasfını muhafaza edemez. Atamız Osmanlı Devletinin 3 kıt'ada, 24 milyon km.kare topraklarda, 600 sene süren hakimiyetinin tek özelliği; her hal ve şartta adaleti mutlaka uygulaması olmuştur.

Devletimizin birinci ve temel görevi; devletin gücünü yeniden tesis etmek ve bunu dosta-düşmana göstermektir. Suçluya kendini saydıramayan devlet; normal yurttaşına hiç saydıramaz. Avrupalı olmak gayret gösteren sayın büyüklerimize duyurulur.

Lütfen gücünüzü bilin ve kullanın. KENDİ MİLLETİNİN SAYMADIĞI BİR DEVLETİ BİLİN Kİ BAŞKALARI HİÇ SAYMAZ VE DİKKATE ALMAZ.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
10 Temmuz 2000 Pazartesi
http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=55

Sivil Toplum Örgütleri ve TESUD



Sivil Toplum Örgütleri ve TESUD


4 Temmuz 2000 Salı 

"SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ" kavramı çok yeni olmasına rağmen toplumumuz tarafından benimsendi ve yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Sendikalar, dernekler, vakıflar, üniversiteler, barolar, meslek kuruluşları, esnaf kuruluşları, hareket ve grup adı altındaki birliktelikler gibi geniş halk kitlelerini temsil eden organizasyonların faaliyetlerine sıkça şahit olmaktayız. Bu kuruluşlar işlevlerini yönetimin beğenmedikleri yaptırımlarına karşı çıkarak veya destek vererek yerine getirmektedirler.

"Kamuoyu tepkisi" batı demokrasilerinde çok etkilidir. Bu tepkiler yönetim tarafından yeterince ciddiye alınmaktadır. Çünkü bu kuruluşlar temsil ettikleri kitlelerin oylarını etkileyebilecek güce sahiptirler ve bu güç sonunda siyasi tabloyu belirlemektedir.

Batıda yönetim kolaylıkla ve acımasızca eleştirilmesine rağmen ülkemizde yönetimin ve devletin dokunulmazlığı vardır. Eleştirilemez ve eleştirilmesi kamuoyunda normal karşılanmaz ." O her zaman halkı için en iyiyi ve güzeli düşünür. O'nun izni ve iradesi olmadan hareket etmez bizlere yakışmaz. " İşte bu hususlar binlerce yıllık köklü Türk Kültürü içindeki devlet geleneğinin günümüze yansımalarıdır. Doğrudur. Bizim farkımız ve ayrıcalığımız burdadadır.

Bu fark ve ayrıcalığın tek ve en önemli kötülüğü tepkisiz ve her şeyi almaya hazır bir kamuoyu yaratmasıdır. Tepkisiz kamuoyu yöneticilerini daima yanıltır. Onları, olayları derinliğine incelemeden ve irdelemeden karar vermeğe zorlayarak yanlışlara yöneltir. Tepki beklenmediğinden yanlış ve geri dönülmez kararlar alınması daima beklenmelidir. Bu son derece doğal bir sonuçtur.

Oysa etkili bir kamuoyu tepkisi; yönetimin alacağı kararlarda bilimsel, tutarlı, dengeli, ve uygulanabilir olmasını sağlamak için titiz ve detaylı bir çalışmayı zorunlu kılar. Meydana gelebilecek istenilmeyen durumlara karşı önceden tedbir alınması zeminini hazırlar. Diğer bir deyişle KAMUOYU TEPKİSİ YÖNETİCİLERİN EN ÖNEMLİ VE VAZGEÇEMEYECEKLERİ BİR ÖN DENETLEME MEKANİZMASIDIR.

Türk yöneticileri SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ'ni yeni yeni tanımaya ve az da olsa etkilerinin farkına varmaya başlıyor.

Mensubu olmakla gurur duyduğum Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD) en önemli ve etkin sivil toplum örgütlerinin içinde yer almaktadır. Mevcut yapısı, potansiyeli, bilgili, şuurlu, kültürlü ve Atatürk Milliyetçiliği ile yoğrulmuş dinamik kadroları ile bu kutsal görevi en iyi bir şekilde başaracak güce sahiptir.

Coğrafi konumumuz ve jeopolitik özelliğimiz Türk Milletinin Türkiye ve Türk Dünyasının düşmanlarına karşı daima uyanık bulunmamızı gerektiriyor. Bu gerçeği bilerek, ülkemiz üzerinde milli menfaati olan şer güçlerinin yıkıcı ve bölücü faaliyetlerine karşı kutsal vatan topraklarını ve milli çıkarlarımızı korumak görevini sadece yönetimden beklemek kanaatimce doğru değildir.

Bugün TESUD kadrolarına düşen en önemli görev; tecrübe, bilgi birikimi ve yeteneklerinden yararlanarak her alanda ve her platformda sesini duyurmaktır. Bu şekilde atıl kalan potansiyel harekete geçirilerek dostlarımıza güven duygusu, düşmanlarımıza ise daha dikkatli olmaları mesajı verilebilecektir.

Planlı, proğramlı ve zamanlı çalışmaya alışkın asker kişilerden oluşan TESUD kadrolarının yapacakları sivil toplum hareketlerinin her alanda diğer sivil toplum örgütlerine örnek olacağı açıktır. Bu şekilde Türk yöneticileri atacakları adımlarda ve verecekleri kararlarda milletin istek ve düşüncelerini ve desteğinide alarak daha somut ve doyurucu hizmetleri gerçekleştireceklerdir.

Ben böyle düşünüyorum ve başarılı olunacağınada inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
4 Temmuz 2000 Salı

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=54

15 Mart 2015 Pazar

Fahrî Doktora



Fahrî Doktora



19 Haziran 2000 Pazartesi 

Bilimadamları dünya insanlığının emniyet süpabıdır. Onlar devamlı araştıran, mevcut ile yetinmeyip bilgisini geliştiren, bilgisini bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklerle sonuçlandırıp, bunları önce ülkesinin ve sonra bütün insanlığın hizmetine sunan çok özel kişilerdir. Geçmişten ve halden gelecek için yenilikler ve güzellikler üretirler. Fikir ve düşünceleri ile çevrelerine huzur ve güven verirler. Bilinmeyenleri ve anlaşılamayanları açıklayarak insanların gelecek ile ilgili korkularını yokederler.

Onlar bizim herşeyimiz. Onlar çölde birer vaha, onlar heryerde yetişmeyen nadide çiçeklerdir. Onlar eli öpülesi yüce insanlardır. Ülkelerin gücü ve kuvveti yetiştirdikleri bilimadamlarının sayısı ve kalitesi ile ölçülür.

Biz Türkler tarihimizde bilim adamlarımıza toplumdaki en yüce mevkileri vermiş olmaktan haklı ve büyük bir kıvanç duyarız. Cihan İmparatorluklarına hükmeden Türk Hakanlarının en yakınındaki kişilerin bilimadamları olduğunu dünya tarihçileri gururla kaydetmektedir.

Bütün bu tarihi olguya rağmen Türk bilimadamlarının son yıllarda Türk kamuoyu nezdinde yeterli rağbeti gördüğü ve itibarını hala koruduğunu söylemek çok zordur. Hele 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi sonrasındaki çok sayıdaki bilimadamımızın medyatik tutum ve davranışları halkımız nezdinde puan kaybetmelerine ve güven yitirmelerine sebep olmuştur. Bu bilinen bir gerçektir. Ayrıca maddi bakımdan çok zor durumda bırakılmaları sonucunca onların pekçoğu yeni geçim kaynakları aramaya zorlanmış ve buda bilim dışı alanlara kayılmasına sebep olmuştur. Buda kamuoyumuzca yakından bilinmektedir.

Bilim adamı camiasına 35 yaşından sonra katıldım. Son derece zor ve özveri isteyen çalışmalardan sonra "ATATÜRK'ÜN EKONOMİK GÖRÜŞLERİ" konulu tezimi vererek "DOKTOR" ünvanını kazandım. 4 yıl boyunca bütün tatillerim ve izinlerim bu büyük neticyi alabilmem için harcandı. Aileme ve çocuklarıma ayıracağım bütün vaktimi bu güzel neticeyi alabilmek için araştırma ve çalışma ile geçirdim. Ayrıca aile bütçeme de çok büyük bir ek yük getirdim. Ama sonunda başardım ve kazandım. Bilimde alınabilecek en büyük rütbeye eriştim. Bu benim ve ailem için son derece önemli ve gururlandırıcı bir sonuç idi.

Bilindiği gibi " DOKTOR" ünvanı bir insanın kazanabileceği en önemli rütbelerden biridir. Önce üniversiteyi bitireceksiniz. Sonra MASTER imtahanını kazanıp, bu alanda TEZ vereceksiniz. Tez' iniz o güne kadar hiç kimsenin yapmadığı bir alanda insanlık alemine yeni fikirler, düşünceler ve buluşlar getirecek. İlgili Bilimadamları bunu değerlendirecek ve sizin TEZ'inizi kabul edecekler. Bu aşamadan sonra bir imtahan daha kazanacaksınız ve Doktora için yeni bir eğitim ve öğretim alacaksınız. Yeterlilik imtahanlarını kazanacaksınız ve bunu müteakip yine bir TEZ hazırlayacaksınız. Bu da yine kendi alanında ilk defa olan bir konuyu içerecek ki bilimadamları sizi de BİLİM ADAMI saflarına katsın. Son derece zor, yorucu, fakat elde edildiğinde ise çok gurur verici bir netice.

Bunları niye yazdım?

Doktora'nın nasıl verildiğini birilerine öğretmek için mi? Hayır.

14.6.2000 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan bir haber beni bu konudaki hissiyatımı açıklamaya adeta teşvik etti. Haberi aynen yazıyorum.

"EGE ÜNİVERSİTESİ SENATOSU, İLETİŞİM SEKTÖRÜNE VERDİĞİ DESTEKLER NEDENİYLE DOĞAN HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI AYDIN DOĞAN'A "FAHRİ DOKTORA " ÜNVANI VERİLMESİNİ KARARLAŞTIRDI. PROF.DR.IŞIK ÖZKAN, PROF.DR. NURİ BİLGİN, PROF.DR. SUAT ÖKSÜZ, PROF.DR. ÖZCAN ÖZAL VE PROF.DR. AHMET BÜLENT GÖKSEL'DEN OLUŞAN KOMİSYON'UN HAZIRLADIĞI TEKLİFİ ÜNİVERSİTE SENATOSU OYBİRLİĞİ İLE KABUL ETTİ."

Haber aynen böyle. Hayırlı olsun Sayın Aydın Doğan'a verdiğiniz doktora payesi.

Gazetelerimizde bilim adamlarımıza gereken önemin verilmediği ve pek çoğunun maddi sıkıntı içinde olduklarına dair haberlerin adeta süreklilik kazandığı bir ortamda böyle uluorta bilimadamlığı payesi dağıtmanın anlamını ve sebebini kestirebilmek çok zor. Bu rütbeyi bakkallar kurulu değil, koca bir üniversitenin en yetkili profesörlerinden oluşan en büyük kurulu dağıtıyor.

Bu ne güzel bir ikram. Kimin malını kime dağıtıyorsunuz. Sizi böylemi bilim adamı yaptılar sayın hocalarım..? Halen elinizin altındaki yüzlerce vatan evladı binbir zorlukla ve adeta yokluklar içinde büyük masraflar yaparak, inanılmaz özveriler göstererek sizlerden bilimadamı payesi almaya çalışmaktadır. Onlara ne diyeceksiniz. Sizde zengin olun gazete kurun. Sizede verelim diyebilirmisiniz?

Kusura bakmayın sayın hocalarım. Sizin artık ağlayıp sızlanmaya hakkınız yok. Siz kendi kendinizi kabullenmedikten, kendi değerinizi bizzat kendiniz değerlendiremedikten sonra, başkalarına bir şey söylemeye hiç hakkınız yoktur.

Başkalarını kendi bulunduğunuz bilimin bu en son noktasına çekeceğinize, siz başkalarının yanına iniyorsunuz. Size bu makam ve mevkileri veren yetkilileri ve kamuoyunu tatmin edici makul bir sebebiniz mutlaka vardır. Fakat ben aranızdan biri olarak bu davranışınızın meslek kuralları açısından son derece sakıncalı ve bilimsel seviyemizi küçültmesi yönünden çok yanlış bir davranış olduğunu değerlendiriyorum.

Bu konunun bir diğer yanıda var. Sayın Aydın Doğan bu ülke insanının ufkunu açan ve onlara gerçek bir girişimcinin ne derece başarılı olabileceğini isbat etmiş örnek alınacak mümtaz bir iş adamıdır. Onbinlerce vatandaşımıza iş ve ekmek vermiştir. Sözlerim kendisinin tamamen dışındadır. Her türlü övgüyü fazlasıyla haketmiştir. İsminin hatırlatılması ve değerlerinin gösterilmesi için bilim adamı payesi almasına hiç ihtiyacı yoktur.

Sayın Aydın Doğan'ın ülkemizin en zengin iş adamlarından biridir. Türkiye'nin diğer 72 üniversitesinden birinden değilde özellikle EGE ünivesitesi tarafından Fahri Doktor yapılma isteğinin arkasında bu üniversiteye önemli maddi katkıları olduğu değerlendirilmektedir. Bunun mükafatının ise Üniversitenin kampüslerine, binalarına, caddelerine, kütüphane veya spor salonları gibi herkezin görebileceği yerlere isminin konulması ile daha iyi verilebileceğini değerlendiriyorum.

Kendilerinden sonra gelen nesillere kötü örnek olduklarını değerlendirdiğim sayın hocalarımın bu tarz girişimlerinin artık son bulmasını diliyorum. Yoksa bir nesil sonra bilimadamları olarak saygınlığımızın hiç kalmayacağını vurgulamak istiyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
19 Haziran 2000 Pazartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=50


NOT;  TÜRK SİYASİ TARİHİNE VE  GENÇ NESİL  TÜRK GENÇLERİNE BİLĞİ BİRİKİM VE GÖRÜŞLERİNİZLE  REHBER OLDUGUNUZDAN DOLAYI  BU MUTLU GÜNÜNÜZÜ BENDE KUTLARIM .. SAYGILAR SUNARIM..
DUATEPE  POLATLI, ( TANER  ÇELİK )


Cumhurbaşkanı İran'a Gitmelidir




Cumhurbaşkanı İran'a Gitmelidir


7 Haziran 2000 Çarşamba 

Ülkeler arasındaki ilişkilerde karşılıklı dostluk ve kardeşlik konusu genellikle ön planda tutulan bir kavramdır.Fakat esas olan karşılıklı menfaatlerin sağlanması bu ilişkilerde önemli unsur olmaktadır..

Komşumuz İran'la uzun süren savaşlardan sonra 1639 tarihinden itibaren çizilen sınırda hiç bir değişiklik yapılmadan ve oldukça huzurlu denilebilecek yüzyıllar dostça geçirilmiştir. Türk -İran sınırı halen bölgenin bilinen en eski sınırıdır. Dünyada sınırların en çok ve süratle yer değiştiren bölgelerinin başında gelen Ortadoğudaki bu 361 yıllık istikrar tesadüfi değildir. İşte burada karşılıklı dostluk, kardeşlik ve işbirliği kavramı ile birlikte her iki ülkenin binlerce yıllık devlet gelenek ve tecrübeleri devreye girmektedir.

Evet. Türk ve İran halkları kardeş halklardır. Türk ve Fars kültürleri kardeş kültürlerdir. Sınırlarımızın ötesinde yaşayan İran nüfusunun yarıya yakını Türk kökenlidir. Bu halk; binlerce yıllık Türk kültür öğelerini aynen muhafaza etmektedir ve Türkçe konuşmaktadır. Fars kültürü ile binlerce yıldır içiçe yaşamaktadırlar. Bu iki kültür adeta birbirlerini bütünlemiştir. İki ülkenin yönetim farklılıkları hiç bir zaman ülke insanlarının birbirlerine karşı olan yakınlığını ve kardeşliğini bozamamıştır.

Bunun çok canlı misalini 1977 yılında Şah yönetiminin en görkemli olduğu bir dönemde Harp Akademileri ile Tahrana yaptığımız gezi esnasında bizzat şahit oldum. Kafilemizin kaldığı Tahran yakınlarındaki Olimpiyat köyünün merkezi yayın sistemi yeni güne Emel Sayın şarkıları ile başlamakta idi ve yayın Barış Manço şarkıları ile kapanmaktaydı. "Acaba bizim kafile için mi böyle davaranılıyor." demek lüzumunu dahi hissetmedik. Çünkü bizimle beraber ayni köyde Asya gençler Olimpiyatları dolayısıyla 38 ayrı ülkeden gelen daha binlerce kişi kalıyordu. Tahran sokaklarında insanlarla Türkçe konuşarak anlaştık. Merakımızı mucip olan hadiselerden biride Tahran sinemalarında oynayan filimlerin tamamına yakını Türk filimleri idi. İşte burada" acaba bunlar neden filim çevirmiyor" sorusunu sorduğumuzu hatırlıyorum. Bu yakın dostluğu yakından yaşayan bir kişi olarak şah sonrası Humeyni İle başlayan yeni dönemin iki halk arasındaki bu tarihi yakınlığı bozabileceğine de ihtimal vermiyorum.

İki ülkenin ilişkileri Atatürk döneminde en en üst düzeyine erişmiştir.16-25 Haziran 1924 tarihinde İran Şahı Rıza Pehlevi'nin ziyareti münasebetiyle ulu önder Atatürk'ün söylediği şu sözler bunun önemli bir kanıtıdır.

"Büyük dostumuz ve Aziz Biraderim Şehinşah Hazretleri;
Kardeş İran milletinin Ulu Reisi'ni Türkiye'de selamlamakla duyduğum sevinç büyüktür. Ziyareti şahaneniz bütün Türk milletini bahtiyar etti. Türkiye-İran münasebetlerinin tarihi gözden geçirilirse bu iki milletin dostluktan ayrıldıkları zamanlar en müşkül devreleri yaşadıkları görülür. Halbuki milletlerimizin tabii temayülleri ve yüksek menfaatleri icabı olan dostluk bağları kuvvetlendikçe her iki millet kuvvetli hale geldi ve refah buldu. Türkiye Cumhuriyeti, bu hakikati tamamen idrak ederek İran dostluğunu siyasetinin en esaslı amaçlarından biri haline getirmişti. Nasıl ki Zatı Şahanelerinin kudretli idaresi altında komşu ve kardeş memlekette de aynı duygulara, ayni görüşlere kıymet ve ehemmiyet verilmiş ve böylece sarsılmaz ve silinmez bir Türkiye-İran dostluğu kurulmuştur. Türkiye ve İran binlerce yıldan beri deruhte etmiş oldukları yükselme ve yükseltme rolünde bugünde kuvvetli ve kudretli adımlarla ilerliyorlar..."

İranla son yıllarda önemli sorunlarımız olduğu doğrudur. Fakat sorunlar tek taraflı çözülmez. Karşılıklı diyalog ve işbirliği ile çözülür. Bu diyalog hiç bir sebep ve bahane ile kesilmemelidir. Türkiye ile İran arasında sıcak bir çatışmanın çıkmasını isteyen dış mihraklar vardır.

Bunlar bu şekilde bölgede güven ve istikrarın temel dayanağı olan bu iki büyük ve güçlü devleti birbirine kırdırarak asrın stratejik maddesi petrole daha kolay erişebileceklerinin hayalini kurmaktadırlar. Bilindiği gibi; bölgenin süper gücü olacağını görkemli törenlerle açıklayan İran Şahı en kudretli olduğunu sandığı bir anda tahtını ve ülkesini Humeyni taraftarlarına emanet edip ülkeyi terketmiştir. Yıllar süren kardeş kavgasının ardından yüzbinlerce İranlı kardeşimiz rejim adına çok sıkıntılı günler geçirmiş, milyonlarca aydın İranlı ülkesini terk etmek zorunda bırakılmıştır. Bu zaiyat komşumuza az görülmüş 1979 da başlatılan İran-Irak harbi kesintisiz 10 yıl devam ederek milyonlarca insanın ölümüne ve bir neslin tamamen yokolmasına neden olmuştur. Ayni dönemde ülkemizin İrana komşu olan bölgelerinde 20 yıla yakın bir süre ile tamamen dış destekli PKK terör örgütü faaliyetlerini sürdürmüştür.İran ve Irakı tamamen güçsüz kılan bu savaştan silah ve askeri malzeme satıcıları son derece büyük kazançlar elde etmişlerdir.

Tam 10 yıl süren bir savaş ile İran her alanda nekadar geriye götürüldü ise aynı oyunların benzeri bugünde oynanmak istenmektedir. Fakat bugün oyunun bir tarafında süper güç adayı Türkiye vardır. Son günlerde Türkiyede birbiri arkasına çözülen faili meçhul cinayetlerin uzantılarına İranın içinde rastlanması da bir tesadüf değildir.İRAN'ın Şah yönetiminin yıkılmasından sonra kendisini islamın koruyucusu olarak gören ve bu yöndeki fikirlerini Türkiye başta olmak üzere komşusu islam ülkelerine yayma politikası açıkça bilinmektedir.Bunu kendiside gizlememektedir.

Şah yanlılarına karşı verilen mücadeleyi takiben Irakla süren 10 yılı aşkın savaş ve yeni rejimi yerleştirmek için yapılan bütün çabalara rağmen İran'da istikrarlı ve her tarafı kontrol edebilen bir yönetim olduğunu bugün söylemek zordur. 20 yıldır yönetimde ağırlığı olan Mollalara karşı büyük bir zafer kazanarak yönetimde hakim duruma geçen Cumhurbaşkanı Hatemi yanlılarının demokratikleşme yolunda büyük çabalar harcandığı görülmektedir.

İran yakın komşumuzdur. Her alanda ikili ilişkilerimizin geliştirilmesi hem iki ülke ve hemde bölge barışı açısından hayati önemi haizdir. Her fırsattan istifade ile ilişkilerimizi geliştirmenin yollarını aramalıyız. Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in ilk yurtdışı seyahatini bu ülkeye yapmasında ülkemiz açısından ve bölge barışı açısından sayısız yararlar vardır. Basının anlamsız yaygaralarına aldanıp mevcut diyalog ortamından uzaklaşmak ve cepheleşmek Türkiye'ye yarar değil zarar getirir. Varsa.Ki vardır. Sorunlarımızın, iki ülke Cumhurbaşkanları tarafından başbaşa konuşulup sonuçlandırılması gerekmektedir.

Atatürk Türkiyesi'nin İran rejimini benimsemesi mümkün değildir. Zaten İran halkı da bunu değiştirebilmenin sancılarını çekmektedir. Rejimler farklı da olsa ortak dostluk ve kardeşlik paydasında biraraya gelinmelidir. Bize düşen Atatürk'ün belirttiği şekilde mevcut olan binlerce yıllık dostluğumuzu bozabilecek engelleri ortadan kaldırmaktır.

Sayın Cumhurbaşkanımızın duygusal değil, devlet adamı mantığı ile hareket etmesinin gerekli olduğuna inanıyorum. Bu ziyaretin iki ülke arsındaki ilişkileri gerginleştirmek isteyen tarafların oyunlarını bozacağınıve bölge barışına büyük katkıları olacağını değerlendiriyorum. Bu ziyaretin mutlaka yapılmasının gerekliliğini vurgulamak istiyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
7 Haziran 2000 Çarşamba

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=45

BEN BİR TÜRK'ÜM


BEN BİR TÜRK'ÜM



10 Haziran 2000 Cumartesi 

BEN BİR TÜRK'ÜM

BEN; ORTA ASYA'DAN TÜREYEN,
ANADOLU'DA BÜYÜYEN,
AVRUPA İÇLERİNE YÜRÜYEN TÜRK'ÜM!

BEN; DAĞLARDA GEMİ GEZDİREN,
TAŞLARA DESTANLAR KAZDIRAN,
TARİHİ BAŞTAN YAZDIRAN, TÜRK'ÜM!

BEN ADALETE, BEN MERTLİĞE ÖRNEKLER VEREN,
ÖLÜM-KALIM SAVAŞINA GÜLEREK GİDEN,
YERYÜZÜNDE HER MURADA EREN TÜRK'ÜM!

BEN; SANCAKLARA, TUĞLARA BAŞ EĞDİREN,
BEYLERE, PAŞALARA HİL'AT GİYDİREN,
KILICINI ÜÇ KIT'ADA GEZDİREN TÜRK'ÜM!

BEN; ATİLLA'YI, YAVUZ'U, FATİH'İ VAR EDEN,
KRALLARI, İMPARATORLARI KENDİSİNE YAR EDEN,
DÜŞMANINA DÜNYASINI DAR EDEN TÜRK'ÜM!

BEN; ŞAHLARI, SULTANLARI KUL EDİNEN,
ALTINLARI, ELMASLARI PUL EDİNEN,
İNCİLİ KAFTANLARI ÇUL EDİNEN TÜRK'ÜM!

BEN; ZAFER RÜYASINI GÖRENLERE SAÇ YOLDURAN,
HEZİMETE UĞRATIP, ÜMİTLERİ SOLDURAN,
MÜZELERDE BAŞKÖŞELERİ DOLDURAN TÜRK'ÜM!

BEN; DAMARLARINDA ASİL KANIN AKTIĞI IRKIM,
BENDEN BAHSEDER DESTANIM, AĞITIM, TÜRKÜM,
BEN TÜRKÜM, TAA İLİKLERİME KADAR ATATÜRK'ÜM!

SİZ KİMSİNİZ?

Ertuğrul Zekai Ökte Bey'in 1995 tarihinde yayınlanan ve Türkler'in 12.000 yıllık şanlı geçmişini bütün ayrıntıları ile ortaya koyarak geleceğimine ait hareket tarzlarını belirleyen; " BEN BİR TÜRK'ÜM-TÜRK DÜŞÜNCE VE HAYAT TARZININ TARİHİ GELİŞİMİ isimli kitabının 15 nci sayfasında yer alan ve aziz milletimizi en veciz şekilde ifade eden bu şiiri Türk'ü tanımamakta ve anlamamakta direnen örümcek kafalardaki beyinlere sunuyorum...

Dr. Tahir Tamer Kumkale
10 Haziran 2000 Cumartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=46

ÖĞRETMENİM


ÖĞRETMENİM


12 Haziran 2000 Pazartesi 

TARİH: 1 HAZİRAN 1998
OLAY: DİPLOMA TÖRENİ
KİŞİ: HAYŞİ AYKERİM (KAZAK LİSE ÖĞRENCİSİ)
YER: BAYAN ÖLGİY-MOĞOLİSTAN 
(ALTAY DAĞLARI ETEKLERİNDEKİ OVADA KURULMUŞ MOĞOL-TÜRK FEN LİSESİ)

Öğretmenlerimiz her şeyimiz. Bizi biz yapan, toprakları vatanlaştıran, devletleri devlet yapan, milletleri çağların gerisinden çağların ötesine taşıyan, değerleri ölçülere sığmayan aziz insanlar. Kutsal varlıklarımız. Sizleri anlatmaya çalışan yüzlerce şiir okudum. Kitap okudum. Ama hiçbirinde aşağıda okuyacağınız şiir kadar beni duygulandıranına rastlamadım.

Anavatandan 10.000 kilometre ötede, adeta ortaçağ şartlarını andıran bir ortamda, eski anavatanımız orta asya bozkırında, Türk bayrakları altında bir Moğol genci Anadoludan gelerek kendilerini bilim ve teknoloji çağına taşımaya çalışan vefakar Türk Öğretmenleri için yazdığı ve ağlayarak Türkçe okuduğu şiiri sunuyorum.

Bana bu bulunmaz ve erişilmez hazzı tattıran aziz öğretmenleri bir kere daha saygıyla anıyorum. Başarılı çalışmalarının devamını diliyorum.

ÖĞRETMENİM,

Öğretmenim,
Ben bir gülüm, sen bahçıvan,
Çok açarsam eser eser senin,
Mis kokarsam hüner senin,
Ama bir de solarsam,
Günah senin, günah senin öğretmenim.

Ben tohumum, çiftçi sensin,
Çok sularsan ürün senin,
Bol olursam verim senin,
Ama bir de çürütürsen,
Hata senin, hata senin öğretmenim.

Ben elmasım, sarraf sensin,
Pırlanta isem emek senin,
Parlıyorsam yaldız senin,
Ama bir de parçalarsan,
Kırık senin, kırık senin öğretmenim.

Ben boş defter,kalem sensin,
Doğru yazsan yarın senin,
Güzel yazsan ikbal senin,
Ama bir de karalarsan,
Vicdan senin, vicdan senin öğretmenim.

Öğretmenim,
Ben öğrenci, sen öğretmen,
Başarırsam hüner senin,
Kazanırsam zafer senin,
Ama bir de kaybedersem.
Yok diyecek başka sözüm.
Yorum senin, yorum senin öğretmenim.

Varolasın Hayşi Aykerim. Beynine, kalemine ve eline sağlık.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
12 Haziran 2000 Pazartesi

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=47

Suriye Halkına Geçmiş Olsun..( İÇ SAVAŞIN 5. YILI )





Suriye Halkına Geçmiş Olsun

13 Haziran 2000 Salı 

Dünyadan bir diktatör diktatör daha göçtü. Evet Suriye'nin merhum devlet başkanı Hafız Esad iktidarı ele geçirdiği 1971 yılından itibaren iktidarını baskı, şiddet, kan ve terörle ayakta tuttu. Yakaladığı iktidarı elinden kaçırmamak için önce kendi halkına zulmetti. Sonra bu zülmü çevresine taşıdı. Uluslararası teröre her alanda tam destek vererek Türkiye başta olmak üzere çevre ülkelerdeki terörist eylemlerin baş destekçisi oldu.

Komşumuz Suriye halkı 500 seneyi aşkın bir süre Türk idaresinde sakin ve mutlu bir yaşam sürdü. Başkent ŞAM, her alanda gelişmiş kültür ve ticaret merkezi olarak asırlarca bölgenin en önemli şehri olarak tarihteki yerini korudu. HALEP şehri ise çoğunluğu Türklerle meskun çok önemli bir merkez olarak günümüze kadar geldi.

Bilindiği gibi 1 nci Cihan Harbini müteakip İngiliz ve bilahare Fransız hakimiyetine geçen Suriye dış politikalarını Türkiye ve Türk düşmanlığı üzerine inşa etti. Ortadoğuda petrolün bulunmasını takiben BÖL-PARÇALA-YÖNET politikasını bölge ülkeleri için uygun bulan İngilterenin destek ve himayeleriyle Suriye içinde iç kargaşalıklar hiç bitmedi. Ve bitmeyeceğide kesin gibi görünüyor.

Suriye nüfusunun takriben % 80'i sünni müslümandır. 30 yıldır ülkeyi demir yumrukla idare eden Devlet Başkanı Hafız Esad nüfusun % 18 kadarını teşkil eden alevi kökenli Araptır. Suriye'de Alevi nüfus; sayıca çok az olmalarına rağmen ülkenin başkenti ve en büyük şehri olan ŞAM ile ikinci büyük kenti ve en büyük limanı olan LAZKİYE' de çoğunlukta bulunmaktadır. Yönetimde üst kademelerde de Hafız Esad'ın yakını alevi kökenliler bulunmaktadır. Ordunun üst kademelerinde yine Hafız Esad'ın yakın akrabaları olan alevi kökenliler mevcuttur. Rejimin gerçek koruyucusu olan en seçkin birlikler ile iyi yetiştirilmiş Özel Kuvvetler'in başında da kardeşi Rifat Esad vardır. İktidardaki BAAS Partisi üst yönetiminin tamamına yakını Esad'ın yakınlarıdır. Bunlar yıllardır kilit noktalardaki görevlerini hemen hemen hiç değiştirmeden korumuşlardır.

Bunlar çok doğaldır. Çünkü diktatör ve dikta rejimlerinin ayakta kalabilmesinin bilinen başka bir yolu yoktur. Diktatörler ya çok akıllı ve zeki olurlar; ki bunlar halkın gerçek desteği ile yerlerini korurlar. Yada liderlik kabiliyetinden yoksun olurlar; ki bu çeşit diktatörler ise baskı, terör ve kanlı katliamlarla zorla iktidarlarını devam ettirirler. Merhum Hafız Esad işte bu ikinci grubun en yetenekli temsilcilerindendi.

Tamamen kapalı bir baskı rejimiyle idare edilen Suriye'de çoğunluğu teşkil eden sünni müslümanların azınlık oyları ve desteğine dayanan bir lider tarafından idare edilmelerine başkaldırmaları çok doğaldı. Nitekim Hafız Esad'tan öncede ülkenin bağımsızlığı için mücadele eden çoğunluktaki sünni müslümanları temsil eden MÜSLÜMAN KARDEŞLER ÖRGÜTÜ ; başa geçtiği andan itibaren çoğunluğun sesini duyurmak için her fırsattan istifade ile rejime ve diktatöre karşı ayaklanmıştır. Fakat her defasında bu ayaklanmalar ; 20 asrın insanlarını utanca boğacak tarz ve metotlarla kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Dökülen kardeş kanının ve halka yapılan eza ve cefanın haddi ve hesabı yoktur. İnsan hakları şampiyonu batılı dostlarımız dökülen bu kanları hiç görmemişler, yahut görmüşler ama üzerinde durmak menfaatlerine uygun gelmemiştir. AMA TARİHÇİLER BU ÜLKEDE YAŞANAN İNSANLIK AYIBINI MUTLAKA YAZACAKTIR.

Başlıktaki GEÇMİŞ OLSUN SURİYE HALKI sözünü bilerek ve isteyerek kullandım. Bundan maksadım; fevkalade kötü muameleye reva görülen ve dikta rejimi ile diktatörden ancak allahın lütfu ile ölüm sebebiyle kurtulan dost ve kardeş Suriye halkına gerçekten büyük geçmiş olsun diyerek onların hissine ortak olmaktı.

Boyalı basınımızda yer alan ve sansasyon haber şampiyonu televizyonlarımızdan gösterilen ağlayan insan tablolarına bakarak Suriye halkının çok üzüldüğünü sanmayın. Suriye halkı 30 yıldan beri ilk defa gülüyor. İlk defa geleceğinden emin ve güvenli bir güne başlamanın sevincini yaşıyor. Yakın bir gelecekte Hafız Esad'ın ölüm gününü bayram olarak kabul ederlerse hiç şaşırmayın.

Gelelim bundan sonra ne olacağının tahliline.
Hafız Esad'ın en sadık ve has adamlarının yer aldığı Şam Parlamentosu acilen kanun değişikliği yaparak Hafız Esad'ın oğlunu yeni başkan olarak atadı. Kendi düşüncelerine göre bu şekilde gösterdikleri vefa borcu ile yeni gelen oğul Esad aynen babası gibi onlara sahip çıkacak ve sular aynen Hafız Esad dönemindeki gibi kendi menfaatleri doğrultusunda akacaktır..!

Bunun böyle olamayacağını bir miktar tarih kültürü bulaşmış insanlar kolaylıkla anlarlar. Diktatör bir kişidir. Diktatörlüğün ömrü bu kişinin ömrü ile sınırlıdır. Diktatörlüğün en büyük dezevantajı bu rejimlerde kesinlikle ikinci adamların bulunmasına müsaade edilmemesidir. Yani gidenin yerini ismi ve makamı ne olursa olsun kimse alamaz. Artık bu devir bitmiştir. Her hangi bir sebeple diktatör görevinden ayrıldığı takdirde dikta rejimi anında çöker ve biter. O ülke halkı, yıllardır hayalini kurduğu hürriyet ve demokrasi adına sokağa dökülür. Sokağa dökülen halkı da ancak çok güçlü yeni bir diktatör durdurabilir ki, burada oğul Esad'ın bu konuda hiç bir şansı görünmemektedir.

Şimdi komşumuz Suriye büyük bir kargaşa ve kaos ortamına sürüklenecektir. Bu kaos ortamından yararlanmak üzere emperyalist güçler bölgeye doluşacaktır. Bu güçlerin teşvik, destek ve kışkırtmaları ile çok yakın bir gelecekte çok kanlı bir Alevi -sünni mücadelesinin başlayacağına hep birlikte şahit olunacaktır. Bunun için fal bakmaya , rüyaya yatmaya gerek yoktur. Çünkü açıkça görülmektedir.

Türkiye ve Suriye halkları kardeştir. Hele bu kardeşlik ve dostluk Hafız Esad rejiminin bütün olumsuz politikalarına rağmen iki ülke sınırlarına yakın bölgelerde hiç azalmadan ve değişmeden devam etmiştir. Şimdi bu safhada komşumuz Suriye'nin, Türkiyenin yardımına ve her alanda desteğine ihtiyacı vardır. Yeni Suriye yönetiminin bize doğru adım atmasını beklemeden Türkiye süratle yeni bir Suriye politikası geliştirerek eski rejim ile olan , sun'i olarak yaratılmasına rağmen çok önem arzeden sorunlarını derhal çözmelidir.

Bölgede gerçek bir barış ve huzur ortamı tesisi ile Türkiyenin bölge devleti olarak buraya ait politikaların üretilmesinde söz sahibi olabilmesi için hiç bir yerden ve makamdan icazet beklemeden, akıl ve bilgi almadan ağırlığını ortaya koyması gerekmektedir. Cumhurbaşkanımız Sayın Sezer'in Hafız Esad'ın cenaze törenine katılması çok önemli bir adımdır. Bunun devamının sağlanması görevi her seviyedeki bürokratlarımıza düşmektedir.

Körfez krizinde herkez kazanırken, en fazla kazanması gereken ülkemiz en fazla zarara uğrayan ülke olmuştu. Bakalım bu defa ne yapacağız . Bunuda beceremezsek bakalım nasıl bir mazeretin arkasına saklanacağız. Bekleyelim ve görelim.

Dost ve kardeş Suriye halkına 30 yıllık dikta rejimi ve diktatörden kurtuldukları için tekrar geçmiş olsun diyorum. Mutlu, huzurlu, güvenli ve demokrasi dolu günler diliyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale

13 Haziran 2000 Salı

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=48

.

Kerkük, Kürtlere Zindan Olacak!





Kerkük, Kürtlere  Zindan Olacak!





Ali Özsoy
07.02.2005/Sayı:75


30 Ocak seçimleriyle birlikte ABD ve Kürt işbirlikçileri Irak’ı parçalamak için, sözde resmi bir plebisit yapmış oldu.
Irak’taki silahlı direnişin büyümesiyle birlikte, ABD’nin Irak’ta iç savaş çıkartarak ülkeyi üçe bölme planı hızlandı.







Bu planın temel hedefi, Irak’ın kalbinde barınamayan işgalcilerin, kuzey ve güneye çekilerek tutunmaları ve Ortadoğu’da yeni saldırılar için güvenli bir zemin yaratmalarıdır. İran ve Suriye saldırısı artık yakın geleceğin gündemi oldu. Bundan dolayı Türkiye ile ABD arasında, “görüşmeler yapıyoruz”, “sorunları aşacağız” dönemi ve üslubu çoktan aşıldı.
Kerkük ve Musul’u, ABD’nin Kürtlere vereceği, ABD’li yetkililerin en son Ankara temaslarında açıkça belirtilmiş oldu. Şimdi artık Türk yetkililerine de sert açıklamalarını biraz daha sertleştirmek kaldı ya da harekete geçmek.
Tayyip’in resti, Barzani’nin resti
Tayyip Erdoğan’ın son aylarda ABD’ye karşı “kişilikli” politika yürütmeye çalıştığını görüyoruz. Sözde sert çıkışlar her gün gazete manşetlerinde. “Türkiye’nin hukukunu çiğnetmeyiz”, “Irak’ta seçimler demokratik değil” gibi açıklamalarla ABD’ye karşı “müttefikini darıltma” politikası yürütülüyor. Ancak bu tür bir diplomasi Türk-ABD ilişkilerinde çoktan kapanmış bir dönemin yadigarı.
Diğer yandan Barzani ve Talabani’nin restini görüyoruz. 30 Ocak seçimlerinden önce seçimi boykot etme tehdidini savuran Kürt aşiretleri, Musul ve Kerkük’e sadece Irak’tan değil Türkiye ve İran’dan da Kürt akıtmak için ABD’nin yeşil ışığını aldı.
ABD Tayyip’in restiyle “muhatabınız demokratik Irak yönetimidir” diyerek dalga geçti, Barzani ve Talabani’ye ise Kerkük ve Musul’a giriş için kırmızı halılar serildi. İşte Amerikancı siyaset ve medyanın, ABD’ye “sert” çıkışlarını, komediye dönüştüren sahne. 60 yıllık “dost ve müttefik ABD” palavrası en rezil şekilde sona erdi.
İki tane Kürt aşiret reisinin alaycı ifadeleri ve küstah tehditleri arasında Amerikancıların büyük jeopolitikaları tarihe karıştı. “ABD bize muhtaç” saçmalığına dayanan dış politika dehası, ABD’nin Türkiye’deki işbirlikçilere Kuzey Irak’taki iki köpek kadar bile muhtaç olmadığının ortaya çıkmasıyla çöktü.
Amerikancılar Suriye, Rusya, Çin dolaşarak, ABD’ye zavallıca mesaj vererek, kendi çöken politikalarını kurtarma çalışmalarına devam ediyorlar. Bize ise Türk milletinin her gün küstahça çiğnenen onurunu ve geleceğini kurtarmak kalıyor.
Türk-Kürt değil, Türk-Amerikan Savaşı
Kimse Barzani ve Talabani’ye bakarak, sorunu bir kukla Kürdistan-Türkiye çatışması olarak algılamamalı. Türk-ABD ilişkilerinin Kuzey Irak’ta kopacağını ve Türk-Amerikan savaşının ufukta olduğunu daha önce belirtmiştik.
Şimdi Barzani ve Talabani ABD adına Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor. Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ ve Tayyip Erdoğan’ın Kürt aşiretleri uyaran sert açıklamaları üzerine Türkiye’nin söyleyemediğini, Barzani ve Talabani söyledi.
Bilindiği gibi Türkiye en “sert” açıklamasında bile “Kerkük’e gireriz” demedi. Çokça bahsedilen “kırmızı çizgi”ler ise artık alay konusu haline geldi. ABD’li yetkililerin alaycı açıklamalarını bir yana bırakalım ve Barzani’yle Talabani’nin son iki aydaki küstah tehditlerini alt alta koyalım.
Talabani: “Asıl bizim Kürdistan’ın kopmaz parçası Musul ve Kerkük konusunda kırmızı çizgilerimiz var”; Barzani: “Bağımsız Kürdistan kurulacak mı sorusu anlamsız. Sorulması gereken ne zaman kurulacak?”; yine Talabani 30 Ocak seçimlerinden hemen sonra: “Türkler Kerkük üzerinde hak iddia ederse yarın Araplar da Antakya, diğer Kürtler de Diyarbakır üzerinde hak iddia eder.”
Bu sözlerin sahibi Türkiye’nin Amerikancı iktidarlarının “denge politikası” yürütmek adına 2 yıl öncesine kadar ceplerine harçlık ve pasaport koyduğu iki bölücü kabile reisi. Türkiye, Kerkük’e girmeyi rest olsun diye bile ağzına alamazken, Diyarbakır’a gireriz diyorlar. Ve Türkiye’de Tayyip ve Gül “huzursuzluk çıkarmayın” gibi çıkışlar yapmakla yetinmek zorunda çünkü Barzani ve Talabani’nin tasmasını tutanların, tanıdık bir efendi olduğunu biliyorlar.
Türkiye’deki üst düzey açıklamalar 30 Ocak seçimlerinden sonra biraz sertleşince, işi alttan alan ABD sesini yükseltti ve Kuzey Irak’taki köpeklerin sahibinin kendisi olduğunu hatırlattı. Güya Türkiye’nin isteklerini dinlemeye gelen ABD Savunma Bakanlığı’nın üçüncü adamı Feith, Türkiye’yi uyardı. “Kerkük Iraklıların iç sorunu.” Ve ABD’nin, Tayyip’in 30 Ocak’tan sonra yaptığı açıklamaya net yanıtı: “Türkiye Irak’ın sahibi değil. Irak’ta demokratik bir rejim kuruldu. Türkiye karışamaz.”
Diyarbakır’a Barzani ve Talabani saldırmayacak. ABD saldıracak. Ve artık kartların bu kadar açık oynanmasının nedeni, diplomasinin silahla yapılacağı günlerin çok yakınlaşması.
ABD’nin İran işgali ufukta netleştikçe, hem İran hem de Irak işgaline karşı çıkan Türkiye’yle çatışma da yaklaşıyor.
Kimse Barzani ve Talabani’ye bakarak, sorunu bir kukla Kürdistan-Türkiye çatışması olarak algılamamalı. Türk-ABD ilişkilerinin Kuzey Irak’ta kopacağını ve Türk-Amerikan savaşının ufukta olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi Barzani ve Talabani ABD adına Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor.


Kimse Barzani ve Talabani’ye bakarak, sorunu bir kukla Kürdistan-Türkiye çatışması olarak algılamamalı. Türk-ABD ilişkilerinin Kuzey Irak’ta kopacağını ve Türk-Amerikan savaşının ufukta olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi Barzani ve Talabani ABD adına Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor.
Kimse Barzani ve Talabani’ye bakarak, sorunu bir kukla Kürdistan-Türkiye çatışması olarak algılamamalı. Türk-ABD ilişkilerinin Kuzey Irak’ta kopacağını ve Türk-Amerikan savaşının ufukta olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi Barzani ve Talabani ABD adına Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor.


Irak’ın geleceği de netleşti

Irak’ın geleceği artık çizildi. Sünnileri kazanma, Kürtleri frenleme, Şiileri memnun etme gibi komik ifadeler, Amerikancı dış politika alimlerinin köşe yazılarında mizah unsuru olarak yer alabilir.
30 Ocak seçimleri ise, ABD’nin ilk günden beri söylediğimiz gerçek planının resmi deklarasyonu oldu. ABD, Arap direnişini bastıramayacağını biliyor. Kendisi için en iyi ihtimalle Şii-Sünni iç savaşı çıkarabilir. Kuzey’de ise bütün Irak içi denge ihtiyaçları ve direniş unsurlarından kurtarılmış kukla Kürt devleti garanti altına alınırsa, Irak üçe bölünecek. ABD de Ortadoğu sömürgeleştirilmesine kaldığı yerden devam edecek.
Bu noktadan sonra Irak için tek şans direnişin zaferi. Üçe bölünmüş Irak bugünün fiili tablosudur. ABD’yle orta yol bulmak derdine düşen Türkiye ve İran bu tablonun en çok kaybedenleri ve en büyük sorumlularıdır. Özellikle İran Şii direnişini destekleyerek ve sözde Şii Irak’a oynayarak kendi sonunu daha da hızlandırmıştır.
O yüzden Irak’ın direnişi, şu anda tek başına. Tabii Türkiye, Suriye ve İran istemeden de olsa, ABD saldırısına muhattap olduğunda bu tablo değişecek. Çok daha büyük güçler Ortadoğu’da silahlı direnişin içine çekilecek. Ancak ABD şimdilik hâlâ savaşın zamanı ve şeklini seçme üstünlüğüne sahip. Şimdi çırpınan Türkiye’deki Amerikancı iktidar, iki yıl boyunca uyguladığı bilinçli ihanet politikasıyla ABD’ye bu avantajı sağladı.

Bush: İran ve Suriye ilk hedef

ABD bu noktada kendini Irak’a hapsedip, her gün direnişçilerin onlarca ABD askerini ve peşmergeyi avlamasını bekleyecek bir aptallık yapamaz.
Irak’ın kalbi, hatta Bağdat’ı bile zaptedemese de ABD üç parçalı, iç savaşlı Irak sonucuna ulaşıp, emperyalist işgallerine kaldığı yerden devam etmeyi düşünüyor. Yoksa Suriye ve İran’a girmeden, kukla Kürdistan’a yönelik Türkiye tehdidini ortadan kaldıramadan Irak’ta kalmak canlı hedef olmaktan başka bir anlam taşımaz.
Bush seçildikten sonra İran ve Suriye’nin ilk hedefleri olabileceğini, defalarca yinelemişti. En sonunda ABD parlamentosunda Bush, Suriye ve İran’ın topraklarında terörist yetiştirmeye devam ettiğini, yakın hedeflerinin bu iki ülke olduğunu açıkça belirtti. İran’ın nükleer potansiyelinin, yok edileceğini duyurdu. İki ülke halkını isyan etmeye çağırdı.
Kimilerinin iddia ettiği gibi İran, ABD için yutulamayacak bir lokma değil. Tersine Irak’ın işgalinde ABD’nin elinde olmayan imkanlar şimdi var. ABD’nin karada 200 bin kişilik bir gücü var. İran’da ise Saddam Irak’ın da hiç var olmayan bir Amerikancı iç muhalefet var. Bu muhalefet o kadar güçlü ki mollalar iktidarı son 10 yıldır Batıcı işbirlikçilerle paylaşmak zorunda kaldı. Ayrıca İran’da da bölücü akımlar güçleniyor.
ABD’nin ilk darbesiyle, rejim değişikliği İran’da hızla başlayabilir. Sonraki halk direnişinin boyutu ne olur bilemeyiz ama molla rejiminin kalıntılarının Irak’ta ilk direnişi başlatan Saddam’ın Baas kadroları kadar savaşabileceği hiç mümkün görülmüyor. Ultra-şeriatçı Şii ulemasının ve Ayetullah Sistani’nin Irak’ta iki üç bakan koltuğu için 30 Ocak’ta içine düştüğü ihanet her şeyi sergiliyor.

Türkiye, İran ve Irak’a ders

Hz. Ali’nin türbesini bombalayan Haçlıların çizmelerini daha bir yıl geçmeden öpen Irak mollaları, Kerbala ağıtlarıyla, Sünni kardeşlerine ve esas olarak Arap ulusuna ihanetlerini saklamaya çalışıyorlar.
Buradan ise hem İran ve Türkiye hem de Arap direnişi için iki büyük ders çıkıyor.
Birincisi İran ve Türkiye kendi kuyularını kazdı. Türkiye ve İran yakınlaşması baştaki iktidarların karakterinden dolayı ABD’ci politikanın, ABD’ye rest çekip, taviz koparma unsuruna indirgendi. ABD aptal değildi. Birbirine yakınlaşan iki çaresiz ülkeyi de kullandı.
Daha iki hafta öncesine kadar 30 Ocak seçimlerini “demokratik Irak için büyük atılım” olarak değerlendiren AKP iktidarı şimdi “seçimler anti-demokratik ve hileliydi” diyor. Oysa iş işten geçti. AKP’nin “demokrasi sandıklarının” yanına Barzani ve Talabani, Kürdistan referandumu sandığı koydu. Kendi ilan ettiklerine göre %99.5’lik bir oranla bağımsız Kürdistan kararı alındı.
K.Irak’ta Araplar ve Türkmenler seçimlere büyük oranda katılmadı. Zaten Irak Türkmen Cephesi Kerkük’e 350 bin Kürdün sadece Irak’tan değil, İran ve Türkiye’den taşındığını, seçimlerin meşru olmadığını ilan etmişti.
Bu noktada Araplar, Musul ve Kerkük’te seçimleri tamamen boykot ettiler. Arap bölgelerinde zaten sandık bile kurulamadı. Türkmenler ise seçimlere genel olarak katılmadı. Katılmak isteyenler ise oy atacak sandık bulamadı.
Seçimden bir gün önce tüm Türkmen büroları, ABD askerleri tarafından basıldı. Irak’taki tek Türkçe TV kanalı Türkmeneli TV saldırıya uğradı. Ortada topyekün soykırım için tezgahlanan açık bir seçim oyunu vardı.
Ancak AKP’nin hatalı politikası sonucu seçimlerin yasadışı olduğu, boykot edileceği ve sonuçlarının kabul edilmeyeceğini ne Türkmenler ne de Türkiye, açıklamaya cesaret edemedi. Bu seçim hileli, antidemokratik diyorsunuz. Bu seçimlerle bağımsız Kürdistan kurulup, Musul ve Kerkük Türkmen ve Araplar’dan temizlenecek diyorsunuz ama seçimleri tanımadığınızı ilan edemiyorsunuz.
İran yönetimi ise; Şii Bağdat, Şii Irak hayalleriyle Arap direnişine karşı ABD’yi ve seçimleri destekledi. Sadr’ın “aslanları” İran ajanı Sistani’nin talimatıyla kediye döndü.
Şimdi İran, kara kara düşünebilir. Sözde Şii Irak kuruldu. Şii ama Amerikan uşağı mollalar Irak’ta hükümet oluyorsa, aynısını ABD niçin İran’a hediye etmesin? Böylelikle Hasan Hüseyin’in intikamını, Araplardan, İranlılar için ABD almış olacak!!! Ama karşılığında İran da Haçlı çizmelerinin altında çiğnenerek parçalanacak.

Direnişçilere ders

En önemli derslerden biri ise önce Irak sonra da tüm Ortadoğu’daki direniş güçlerine. Direnişi şeriat veya mezhep davası üzerine kurmak, baştan yenilgiyi kabul etmek demektir. Irak’a Şii şeriatı veya Sünni şeriatı getirerek “kâfirlerden kurtaracağız” diyenler, kendi şeriat yorumları uğruna kafir dediklerinin, kucağına oturmaya mahkum. Şii bölgeleri seçim hayaliyle 30 Ocak’ta sandıklara gitti. Tek gerçekleşen, kukla Kürdistan’ın ve Irak’ın parçalanmasının kendi elleriyle onaylanması oldu.
Ortada işbirlikçi bile olsa, Şii bir rejimin en ufak bir belirtisi bile yok. Zaten Barzani ve Talabani, yeni Irak hükümet başkanlığını “ödül” olarak talep ettiler. Sadece “Kürdistan” kendilerine yetmiyor. İleride üzerlerine yürüyecek birleşik bir Irak’ın sonsuza değin ortadan kaldırılmasını amaçlıyorlar.
Irak’ta ise direnişin hâlâ en yoğun olduğu bölgeler, Arap ulusçusu Baas’ın, geleneksel olarak güçlü olduğu bölgeler. Bu gelenek, direnişin hakim çizgisi. Hem “kafirlerle” hem Şiilerle savaşalım şeklindeki Zerkavi ve Sünni şeriatçı çizgi, hâlâ egemen değil. İç savaş çıkmadan Arap milliyetçiliği ve Irak bağımsızlığı çizgisindeki direnişin tüm Irak’ta egemen olması ve işbirlikçi Şii “din liderlerinin” saf dışı edilmesi, sadece Irak’ın değil, İran’ın da tek şansı.

ABD Nihai saldırı için Kürtleri Silahlandırıyor

Şimdi tekrar Türkiye-ABD cephesine dönelim: ABD’nin İran işgali başlayınca, Türkiye’nin Kerkük müdahalesi, iyice imkansızlaşacak. Çünkü Türkiye’nin kuşatılması tamamlanmış olacak. Ayrıca İran’daki bölücülerle birleşen PKK, Barzani ve Talabani; ABD’nin ilk öncü gücü olarak Doğu ve Güney’den sınırlarımıza saldıracak stratejik konuma kavuşmuş olacak.
İran’ın işgalinin ötesinde, Türkiye’nin işgali için ABD bugünden lojistik hazırlıklarına başladı. Barzani’ye tank ve ağır silah takviyesi devam ediyor. En son Kandil’deki PKK’lı teröristlere ABD tarafından pek çok devlette bile bulunmayan ısıya hassas, yüksek teknolojili, güdümlü füze takviyesi yapıldı.
Barzani ve Talabani’nin ağzından köpükler çıkarmalarının nedeni, ellerine tarihi bir fırsatın geçtiğini düşünmelerinden.
Türkiye, ABD’ye “hassasiyetlerini” hatırlatmaya çalışırken, son bir ayda Türkiye’ye gelen üç üst düzey ABD’li yetkili de aynı açıklamaları yaptı. Irak’taki işgal güçlerinin komutanı General Abazaid, Pentagon’dan Feith ve yeni Dışişleri Bakanı Rice, Türkiye’den İncirlik’i, daha önce talep ettikleri diğer üsleri ve İran’a Türkiye’den saldırma yetkisini istediler.
PKK ve Kerkük konusunda ise hiçbir şey yapmayacaklarını açıkça ilan ettiler. Yani ABD Türkiye’nin hiçbir şey talep edip, dayatamayacağını o kadar net dillendiriyor ki, yetkilileri Türkiye’yi yatıştırmak için değil yeni dayatmalar için ziyaret ediyor.

Kerkük’e ne olur?

Kerkük’e Türkiye bugün müdahale etmese bile Barzani ve Talabani Kerkük’e el koyamaz. Binlerce yıllık Türk ve Arap toprakları, birkaç on yıllık ihanetin ürünü üç beş aşirete kalmaz. Musul’a Kürdistan’ın kalbi diyenler, 30 Ocak’ta oraya sandık bile sokamadı. Ancak bugün için Türkiye ve Türkmenler değil, Arapların direniş hareketi Musul’un geleceğinde söz sahibi.
Kerkük’te ise 30 Ocak’tan hemen sonra “Irak ordusu” üniforması giymiş, 12 peşmerge cezalandırıldı. Geleceğe yönelik küçük bir işaret.
Türkiye olaylara seyirci kaldığı için, Talabani ve Barzani sadece Kerkük’ü Kürdistan’a başkent yapıyoruz demiyor, “Irak’a da talibiz” diyorlar. 30 Ocak seçim “zaferini” kutlayan Barzani ve Talabani, KYB ve KDP’nin anlaştığını, Talabani’nin Irak hükümet başkanı, Barzani’nin ise Kürdistan devlet başkanı olacağını açıkladı.
Peki bu ihanet bayramı ne kadar sürer? Çok merak edenler 100 yıl öncesinin Ermenilerinin akıbetine baksınlar. Adana, Maraş, Antep, Van ve daha nicesi için bizim diyenler onlar değil miydi? Büyük Ermenistan haritaları çizilmemiş miydi? Bugün Musul ve Kerkük’te yürütülen Türkmen ve Arap soykırımının bin misli, Anadolu’da Türklere karşı Ermenilerce yapılmıyor muydu? Ve o zaman ki Osmanlı başkenti İstanbul’un göbeğinde, Ermeni alkışları arasında, Türk devlet adamları yargılanıp asılmıyor muydu?
Ancak bu topraklar ihanet kaldırmaz. Kerkük’e dışarıdan kelle taşıyıp, “sayım yapalım, seçim yapalım” diyerek kuduranlar, çok değil 90 yıl öncesine bir baksınlar. Şimdi Van ve Adana’da bir sayım yapsak acaba kaç Ermeni çıkar?
Kerkük’e bir elinde ABD bayrağı, bir elinde kirli çaputlarıyla halay çekerek girenler, kendi mezarlarına girdiklerinin farkına varacaklar. Ama bir yıl ama on yıl sonra. Her emperyalistin Ortadoğu’da ömrü sınırlı. Ama Türk, Arap ve Fars halkları burada kalıcı.
Peki Türkiye bugün üzerine düşen görevi yerine getirmezse ne olur? Bilinçli ve başarılı bir şekilde, ABD’ye karşı yürüteceğimiz askeri direnişi, köşeye sıkışmış bir şekilde ve Diyarbakır önlerinde başlatmak zorunda kalırız.
Ya şimdi Kerkük için savaşmalı ya da Diyarbakır’ı savunmak üzere geri çekilmeyi göze almalıyız. Bu Türk için yegâne bakış açısı ve seçenektir. Ankara’da devletin bir yerlerinde Türk kalmış mı göreceğiz.


AHMET HAKAN'DAN ERDOĞAN'A 7 KRİTİK İSRAİL SORUSU




AHMET HAKAN'DAN ERDOĞAN'A 7 KRİTİK İSRAİL SORUSU,



AHMET HAKAN'DAN ERDOĞAN'A 7 KRİTİK İSRAİL SORUSU

Erdoğan'a 7 kritik İsrail sorusu
Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Erdoğan'a İsrail'le ilgili 7 soru sordu.
İktidar ve Başbakan Tayyip Erdoğan hakkındaki iddiaları hatırlatan Ahmet Hakan, birbirinden çarpıcı 7 soruyu sıraladı ve Erdoğan'dan cevap vermesini istedi.
NUTUKSUZ OLUR AMA SORUSUZ DEMOKRASİ OLMAZ
İsrail bağlamındaki soruların iyice biriktiğini savunan Ahmet Hakan, "Acaba Tayyip Erdoğan, bu 'soru birikmesi' nedeniyle mi her türlü soruya muhatap olacak ortamlardan uzak duruyor? Bilmiyorum" dedi ve ekledi:
"Ama bildiğim şeyler var:
- Nutuksuz olur ama sorusuz demokrasi olmaz.
- Şiirsiz olur ama sorusuz demokrasi olmaz.
- Haykırmasız olur ama sorusuz demokrasi olmaz."
NEDEN İSRAİL'LE İLİŞKİLERİ KESMİYORSUNUZ?
"Cevapsız kalsa da, kalmasa da... Biz görevimizi yapalım" diyen Ahmet Hakan şu 7 soruyu sıraladı:
"BİR: Neden İsrail'le her türlü ilişkiyi kesmiyorsunuz? Bu tutumunuzun gerçekçi, akılcı politikalar izlemekle bir ilgisi varsa... Neden bu gerçekçi ve akılcı gerekçeleri halkınıza izah etmekten kaçınıyorsunuz?
İSRAİL'E JET YAKITI SATIYOR MUYUZ?
İKİ: Türkiye'den İsrail'e jet yakıtı satıldığına dair çok ciddi iddialar var. En önemsiz iddialara bile uzun cevaplar verirken bu iddiayı neden görmezden geliyorsunuz? Neden buna bir cevap vermiyorsunuz
NEDEN 'EYYY OBAMA!' DEMİYORSUNUZ?
ÜÇ: Obama "İsrail'in kendini savunma hakkı vardır" dedi... Neden Obama'nın bu korkunç açıklamasına şöyle gür bir seda ile "Eyyy Obama!" diye karşı çıkmadınız? Herkese "Eyyy" diyen dudaklar, sıra Obama'ya gelince neden tek "y" ile de olsa bir "ey" diyemiyor?
SURİYE VE IRAK'TA OLANLARIN ROLÜ VAR MI?
DÖRT: İsrail'in pervasızlığının ve küstahlığının artmasında Suriye ve Irak'ta yaşanan gelişmelerin rolü oldu mu? Bu konuda neden bir analiz yapmıyorsunuz? Bu konu bir analiz yapmaya bile değmeyecek bir konu mudur?
EN ACİL KONUDA BİRŞEY YAPAMIYOR MUSUNUZ?
BEŞ: Katliamın derhal durması ve ateşkesin hemen sağlanması... Şu anda en acil konu bu... Bu konuda hiçbir şey yapamıyor olmak nasıl bir duygu? Ne hissediyorsunuz?
2 YIL ÖNCE İSRAİL'E VETO'YU KALDIRDINIZ MI?
ALTI: "Türkiye'nin 50 yıllık vetosunu kaldırması sonucu İsrail'in OECD'ye girdiği" iddiası var. Bu iddia hakkında hiçbir şey söylemeyecek misiniz? İsrail bundan iki sene önce sayenizde OECD'ye girdi mi? Vetoyu kaldırdıysanız neden kaldırdınız?
YAHUDİ CESARET MADAYLASI İÇİN NEDEN SUSUYORSUNUZ?
YEDİ: Bazı muhalifleriniz aldığınız "Yahudi Cesaret Ödülü" nü iade etmenizi istiyor. Bu konuyu neden geçiştiriyorsunuz? Neden "madalya" konusunda hiçbir şey olmamış gibi yapmayı tercih ediyorsunuz?
Neden " Ne Alakası var ya " bile demiyorsunuz?



..