8 Nisan 2016 Cuma

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SINAV YILI 2011 DE NELER OLDU.?




TÜRK DIŞ  POLİTİKASININ  SINAV  YILI 2011 DE NELER OLDU.?


RESİM KOY ; TÜRK DIŞ  POLİTİKASININ  SINAV  YILI 2011




TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA SINAV YILI: 
2011’DE NELER OLDU?
YAZAN; Özdem SANBERK

2011 yılı boyunca gazetelerde dış politikaya ilişkin önemli gelişmelere dair bir haber okumadığımız neredeyse tek gün olmadı. Türk dış politikası geçtiğimiz yılda oldukça yoğun bir tempo izledi. Bunun iki eksende yaşanan gelişmelerle yakın ilişkisi bulunuyor. İkili ilişkiler boyutunda Türkiye, pek çok ülke ile hızla değişen bir ilişki trafiği yaşadı. İsrail gerginliği ve İran nükleer krizi gibi gelişmeler, ikili ilişkilerde Türkiye’nin yoğun mesai harcamasına neden oldu. Çok taraflı ilişkiler boyutunda ise 2011, tüm dünya ülkeleri için sıra dışı bir yıldı. Bir taraftan küresel ekonomik kriz, diğer taraftan Arap Devrimi, adeta dış politika yapıcıları “kriz temelli bir dış politika” çizgisine mahkûm etti. Kısacası 2011, Türk dış politikası açısından hızla karmaşıklaşan dünyada ve bölgesinde zorlaşan bir çelişki yönetme ve kriz çözme yılı oldu.


Türkiye ve Arap Devrimi

2011 yılında Türk dış politikasına ilişkin gelişmeleri incelemeye Arap Devrimi ekseninde başlamak yerinde olur. Türkiye Arap Devrimi olarak adlandırılan halk hareketleri karşısında hızlı bir değerlendirme yaparak gerek inandığı değerlerin gerek çıkarlarının halkın meşru taleplerinin desteklenmesinden geçtiği sonucuna vardı. Bu tahlili yaparken ortaya çıkan halk hareketlerinin kaçınılmaz ve geri döndürülemez olduğuna inanarak, halkının desteğine sahip meşru devletlerin Türkiye için daha tercih edilir muhataplar olacağı anlayışıyla hareket etti. Türkiye, böylesine köklü bir dönüşümün kolay olmayacağını, riskler ve belirsizlikler içerdiğini de gördü. Ancak istikrar uğruna korkularla hareket etmenin geçmişte fayda sağlamadığını ve bu defa işe de yaramayacağını düşünerek halkın taleplerine destek verdi.

Bununla birlikte Ankara, sürecin barışçı bir şekilde gerçekleşmesi ve yeni bölünmelere yol açmaması konusunda da duyarlı hareket etmeye çalıştı. Libya ve Suriye örneklerinde önce rejimleri ve liderleri ikna etmek için herkesten çok çaba göstermesi bu nedenleydi. Çabalarının sonuç getirmeyeceğini görmesi ve iyi niyetinin istismar edilmesi üzerine ise, baskı yoluna giderek uluslararası toplumla birlikte hareket etmeye özen gösterdi.

Neticede Türkiye’nin Arap Devrimi’nin başlangıcından bu yana, ilgili ülkelerin kendine has özelliklerine bağlı olarak nüanslar ve üslup farklılıkları gösterse de kendi içinde tutarlı ve etik bir politika izlediği söylenebilir. Türkiye’nin bölgeyle tarihi bağları, son yıllarda artan siyasi ve ekonomik ilişkileri ve dış politikada kendisine biçtiği rolün, Ankara’nın bu süreçte aktif bir politika izlemesini şart kıldığı anlaşılıyor. Bölge halklarının büyük çoğunluğunun beklentileri bakımından Türkiye’yi kendilerine örnek veya ilham kaynağı görmesi de Türkiye’ye ilave bir sorumluluk yüklüyor. Ancak bu durum, Türkiye’yi tek başına dikkatsizce öne çıkmaya itmedi; Türkiye Arap Ligi ve uluslararası toplumla birlikte hareket etmeye oldukça dikkat etti. Keza, Bahreyn ve Yemen gibi diğer üç ülkeye (Mısır, Libya, Suriye) nazaran daha az etkili olabileceğimiz ülkelerde de doğru mesajlar dillendirilmekle birlikte pratikte somut bir rol üstlenilmedi. Yani gerçekçilik elden bırakılmadı.

Gelinen noktada, sürecin daha başında olduğumuz düşünüldüğünde, başarı veya başarısızlıktan söz etmekten ziyade doğru yönde atılmış adımlar olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Unutulmamalı ki son tahlilde başarı bölge halklarının elinde ve Türkiye bu süreçte yardımcı aktör konumunda. Öte yandan, şu ana kadar yaşananlar bize aynı zamanda, Türkiye’nin bölge halkları nezdinde itibarının yükseldiğini ama son yıllarda gelişen ilişkilere rağmen halen, varoluş refleksi ile hareket eden rejimler üzerinde belirleyici bir etki yapma gücüne sahip olamadığımızı da göstermiş durumda.

Yine de bu gözlem, Türkiye’nin politikalarının yanlışlığını veya yetersizliğini göstermekten ziyade, bölgenin gerçeklerini teyit etmiş oldu. Zira Türkiye’yle gelişen ilişkiler, rejimlere meşruiyet kazandırmadığı gibi halkı geri plana da itmedi. Aksine vizelerin kalkması ve Türk dizilerinin serbestçe gösterilmeye başlaması gibi gelişmeler, Türkiye’nin halk üzerindeki etki ve itibarını arttırarak, halkın dış dünyayı görmesini kolaylaştırdı.

Bu itibarla Türkiye önümüzdeki dönemde de bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye devam etmeli, demokrasi talepleri bakımından kendini halkın yerine koyarak dışarıdan değer empoze etme yoluna gitmemeli, ancak halktan kaynaklanan meşru ve barışçıl taleplere de duyarsız kalmayarak gelişen ilişkilerin kendisine sağladığı etki gücünü kısıtlı da olsa olumlu yönde kullanmaya çalışmaktan vazgeçmemelidir.

Sıfır Sorun Paradigmasının Akıbeti

Arap Devrimi, doğal olarak Türkiye’nin son on yılına damgasını vuran komşularla sıfır sorun yaklaşımının akıbeti üzerine de yoğun bir tartışma başlattı. Hatta kimi araştırmacılara göre 2011, bu politikanın iflas ettiği yıl oldu.

Uluslararası koşulların değişmesi hiç şüphesiz eski koşullarda izlenen politikaların yeni koşullara uyarlanmasını gerekli kılar. Arap devrimleri ile komşu bölgelerde ve daha geniş bir alanda uluslararası siyasi zemin değişmişti. Türkiye’nin de, Amerika başta olmak üzere başka ülkeler gibi, evvelce sürdürdüğü politikalarını yeni zemine adapte etmesi doğal. Bu değişiklik eski politikalarla ilgili bir çelişki değil, dış politikada pragmatizm ilkesinin bir gereğidir. Pragmatizm bir ülkenin dış ilişkilerindeki süreklilik unsurlarıyla uluslararası konjonktürdeki değişiklikler arasındaki dengenin korunmasıdır. Aynı zamanda Türk dış politikasının geleneksel bir özelliğidir.

Öte yandan sıfır sorun politikası, sorunların devamı yerine iyi ilişkilerden daha fazla yarar sağlanacağı gerçeğinden hareketle sorunların çözümü için aktif caba gösterilmesini ima eder. Bu nedenle bu politikanın yanlış bir yaklaşım olduğu veya geçerliliğini yitirdiği yolundaki eleştiriler geçerli değildir. Gerçekten sıfır sorun ilkesi son on yılda Türkiye’nin demokratik ve ekonomik güç ve potansiyeli sayesinde özgüvenli bir dış politika izlemesini mümkün kıldı. Komşularına tehdit algılaması gözlüğü yerine potansiyel fırsatlar perspektifinden yaklaşmasını daha mantıklı ve yararlı hale getirdi. Bu haliyle sıfır sorun esasen “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinden daha farklı bir söylem değildir. Bu nedenle bu gün son gelişmeler karşısında bazı komşu ülkeler bakımından uygulanması mümkün olmayan veya zorlaşan sıfır sorun politikası işlevini tamamen yitirmedi.

Bu bir yönelim ve yaklaşım tarzı ve bölgesel koşullar elverdiğinde yine devam edecektir. Örneğin Suriye ile ilişkiler zor bir döneme girmiştir. Keza, İran ile de bazı alanlarda sıkıntılar yaşanmaktadır. Neticede, sorunların çözümü sadece Ankara’nın izleyeceği tutuma bağlı değil ve ilgili taraflarında aynı iradeyi gösterebilmesi gerekiyor. İsrail ve Ermenistan ile ilişkiler de bu eksikliğin açık örneklerini oluşturuyor. Kaldı ki, sıfır sorun politikasının sorunların ne pahasına olursa olsun çözümünü veya komşularla iyi ilişkiler için Türkiye’nin ulusal çıkar tanımına girecek alanlarda taviz verilmesini öngörmediği de açık. Böyle bir yaklaşım zaten ne halk tabanında destek bulabilir ne de uzun vadede kalıcı sonuçlar verir.

Türkiye’nin sorunları çözme iradesi gerçekçi ve ilkeleriyle uyumlu bir çerçevede değerlendirilmeli. Nitekim Suriye’ye reform yönünde adım atması konusunda baskı yapılması ve bu ülkede geçiş dönemine destek verilmesi, artık normal ilişkileri devam ettirmenin mümkün olmadığı Esed rejiminden kaynaklanan sorunun ortadan kaldırılması için izlenen aktif bir politikaydı. Anlamını yitirmesi tartışması bir yana, Suriye’de halkının desteğine sahip bir rejimin iş başında olması sıfır sorun politikasına en büyük açılımı sağlayacaktır.

Benzer bir durum İran için de geçerli. Türkiye, İran’ın bölgedeki gelişmeleri doğru okuyarak yanlış adımlar atmaması için yoğun çaba sarf ediyor. Bu çabalarının boş veya başarısız olduğunu söylemek için henüz erken. Öte yandan, Türkiye’nin Yunanistan, Gürcistan, Rusya gibi diğer birçok komşusuyla ilişkileri geçmişte olmadığı kadar iyi düzeyde.

Suriye: Hızla Düzelen ve Bozulan ilişkiler

Suriye dosyasına, önemine binaen, daha yakından eğilmemiz gerekiyor. Tekrar belirtmek gerekir ki, Suriye ile ilişkilerin mevcut konumuna gelmesi Suriye’nin halkına karşı şiddet uygulaması ve bizzat Arap dünyası başta olmak üzere uluslararası toplum tarafından yalnız bırakılması sonucunda oldu. Türkiye’nin böyle bir rejimle hiçbir şey olmamış gibi ilişkilerini devam ettirmesi söz konusu olamazdı.

Ancak buradaki temel eleştiri aynı Esed rejimi ile son on yılda niye bu derece iyi ilişkiler geliştirildiği noktasında ortaya çıkıyor. Evet, Türkiye son on yıl boyunca da Suriye’nin demokratik bir rejimle yönetilmediğini biliyordu. Ve reform yönündeki beklentilerini özel görüşmelerde dile getirmesine rağmen bunları hiç bir zaman çok yüksek sesle dile getirmiyor ve bunu ilişkilerin gelişmesi için bir ön şart olarak ortaya koymuyordu. Ama bunun sebebi Suriye halkının durumuna duyarsızlığından veya sadece kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını gözetmesinden kaynaklanmadı. Türkiye’nin kendisini Suriye halkının yerine koyması ve demokrasi havariliği yapması ne doğru, ne de etkili olurdu. ABD’nin dışarıdan demokrasi empoze etmeye yönelik girişimlerinin akıbetini herkes biliyor. Kaldı ki Esed’e reform yönünde adım atmasının gerek ve yararları anlatıldığında alınan yanıtlar hep olumlu olmuş, ancak uygulama bunu takip etmemişti.

Ne zaman ki Suriye halkı demokrasi mücadelesini kendisi açıkça vermeye başladı ve Esed rejimi bu taleplere omuz silkti, o zaman Türkiye seçimini halktan yana yaparak bugüne kadar birçok alanda büyük destek verdiği Esed rejimine karşı tavır aldı. Bunu yaparken de önce yine Esed’i doğru yönde adım atması için son ana kadar ikna etmeye çalıştı, bunun sonuç vermeyeceğini anlayınca da baskıyı arttırmaya başladı. Türkiye’nin amacı ve beklentisi Suriye’de bir an evvel halkın beklentilerine uygun bir demokratik geçiş sürecinin yaşanması ve ülkede huzur ve istikrarın sağlanmasıdır. Türkiye, muhakkak ki bu yönde çaba sarf etmeye devam edecektir. Bu geçiş gerçekleştiği zaman ilişkilerde geçmişten çok daha hızlı ilerleme ve gerçek anlamda bir iyi komşuluk ilişkisi düzeyine erişilecektir.


İran: Oyun Bozucu bir Aktör

2011 yılında Türk dış politikası için diğer bir test alanı İran ile ilişkiler oldu. İran-Türkiye ilişkilerinin tarihin her döneminde zorlu bir nitelik taşıdığı sır değil. Ancak her iki ülke de tarih boyunca ilişkilerini farklılıkları ne olursa olsun sıcak çatışma noktasına getirmemeyi başardı. Türkiye özellikle son dönemde İran’ın izole edilerek iyice köşeye sıkıştırılmasının bu ülkenin istikrarsızlık çıkarma potansiyelini daha da artıracağına inanarak bu ülkeyi bölgesel istikrar çabalarına angaje etmeye çalıştı. Bunda çok başarılı olduğu söylenemese de iletişimin gerekli mesajların verilmesi bakımından yararlı olduğu görülüyor.

Öte yandan son dönemde İran’ın Suriye’deki gelişmeler ve nükleer programı yüzünden üzerinde artan baskı nedeniyle kendisini daha yalnız ve güvensiz hissetmeye başladığı, bunun da etkisiyle Irak’tan Lübnan’a kadar mezhep eksenli bir kuşak üzerinden kendisine alan açmaya çalıştığı bir gerçek. Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin politikalarıyla ters düşüyor. Ancak Türkiye bu düşüncelerini açık bir gerginlik yaratmak yerine diyalog yoluyla İran tarafına iletmeye özen gösteriyor. Bu kapsamda, NATO füze savunma sistemi çerçevesinde Kürecik’e bir radar yerleştirilmesi de Türkiye açısından İran’a yönelik bir hareket olmaktan ziyade olası bir tehdide karşı kendi savunmasını garanti altına almak ve ittifak içindeki yükümlülüklerini yerine getirmek amacına yöneliktir. İran bunu kendisine karşı hasmane bir adım olarak takdim etmeye çalışsa da Türkiye bu konuda gerekli açıklamaları yapmakta ve topraklarının İran’a karşı saldırı amaçlı olarak kullanılmayacağı teminatını veriyor; karşılığında da İran’ın Türkiye’ye karşı yıpratıcı bir kampanya içine girmemesini bekliyor.

İlişkilerin bundan sonraki seyrini, büyük ölçüde, İran’ın bölgedeki politikaları belirleyecektir. Suriye’de halkına karşı zulmeden bir rejimi körü körüne destekler ve şiddete destek olursa, ayrıca kendi dar çıkarları uğruna bölgede bir mezhep çatışmasını körüklerse, o zaman Türkiye-İran ilişkilerinde istenen düzeyi yakalamak ve hatta mevcut seviyeyi devam ettirmek mümkün olmayabilir. Ama Türkiye’nin öncelikli arzusu İran’la yakın danışma içinde olmak ve İran’ı, sorunların değil çözümlerin parçası haline getirmek.

İsrail: Dibe Vuran bir İlişki

2011 yılında en netameli dış politika konusu İsrail oldu. Türkiye, hiç şüphesiz İsrail ile ilişkilerinin geldiği noktadan memnun değil. Bunun bölgede, kendisinin yapıcı rol oynama alanını daralttığını ve aynı zamanda ABD Kongresi’nde Türkiye için sorun yaratma potansiyeli taşıdığını görüyor. Ancak, bu konuda Türk hariciyesi üzerine düşenin azamisini yaptığını düşünüyor.

Gelinen noktada ilişkilerin normalleşmesinin, İsrail’in kendisinden beklenen adımları atmasına bağlı olduğu açık... İsrail’deki mevcut hükümet yapısı ışığında Türkiye bu konuda çok umutlu olmasa da bu yönde atılan her adıma karşılık vereceğe benziyor. Türkiye’nin İsrail’e karşı açıkladığı tedbirler de uluslararası hukuk sınırları içinde makul önlemlerdir. Üzerinde çok durulan seyrüsefer serbestîsi konusunda da Ankara’nın söylediği, özünde, hukuka aykırı uygulamalara müsamaha etmeyeceği. Dolayısıyla üzerinde durulması gereken bu değil, bundan rahatsızlık duyulmasıdır. Hiçbir ülke hukukun üstünde değil ve bölgenin içinde bulunduğu hassas dönemde hukukun ihlal edilmesine izin verilmemeli.

Diğer taraftan İsrail’in ilişkileri normalleştirmek için çaba göstermek yerine “ Türkiye’yi nasıl rahatsız ederim ” şeklinde bir arayışa girmesinin son derece yanlış ve tehlikeli bir yol olduğu da açık. Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlarının belirlenmesi ve doğal gaz arama çalışmaları bu çerçevede özellikle dikkat çekici. Bu konuda İsrail kendisi inisiyatif almasa dahi Güney Kıbrıs’ın tuzağına düşmemeli ve zaten son derece çetrefil bir nitelik arz eden Kıbrıs meselesinde sorunun bir parçası haline gelmemeli. Anlaşılıyor ki, Türkiye’nin bu konuda da niyeti gereksiz çatışma yaratmak değil uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını koruma altına almak. Bunu yaparken de karşılıklı gerilimi yükseltmek yerine uluslararası platformları devreye sokmak niyetinde. Nitekim KKTC’nin Rum tarafının doğal gaz arama çalışmaları konusunda Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne sunduğu (ancak Rumlarca reddedilen) öneri bunun somut bir örneği niteliğinde.

Rumların bütün bu süreçteki tavrı, gerek girişimin zamanlaması gerek uygulanış şekli bakımından, öteden beri olduğu gibi, gereksiz bir kriz yaratmak suretiyle çözümsüzlüğü devam ettirmek ve bunun sorumluluğunu Türkiye’nin üzerine atmak hesabına dayanıyor. İç siyasette zor bir dönemden geçen Hristofyas’ın hedef saptırma arayışı içinde olduğu ve aynen selefleri gibi, Türk tarafını eşit bir ortak olarak görmediği açıkça ortaya çıktı.

Kıbrıs sorunu kıskacında Türkiye-AB ilişkileri

Kıbrıs sorunu ve Rumların tavrı, asıl yansımasını Türkiye-AB ilişkilerinde buluyor. Baştan belirtmek gerekir ki Türkiye’nin AB üyeliği hedefinde bir sapma olmadı. Üyelik halen stratejik bir hedef... Hükümetin yıl içinde yaptığı çalışmalar ve bu kapsamda Avrupa Birliği Bakanlığı’nın kurulması Türkiye’nin kararlılığının 2011 yılında en açık göstergesi oldu.

Ancak AB’nin, bazı üyelerinin ipoteği altında kalarak katılım sürecinde kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmemesi sürecin istenen hızda ve nitelikte devam etmesini engelliyor. Açık bir üyelik perspektifini görmeden bazı alanlarda açılımlar yapılmasının güç olduğunu herkes kabul etmeli. Keza Türk halkının da üyeliğe desteği halen devam etmekle birlikte, üyeliğin gerçekleşeceğine olan inancı giderek azalıyor ve üyelik için gerekli bazı zor adımlara desteği düşük düzeyde kalıyor.

Ayrıca, vize konusunda Türkiye’nin kendinden beklenen adımları atmasına karşın, AB’nin halen vize muafiyetine giden süreci açmamakta direnmesi de hem Türk kamuoyu üzerinde olumsuz etki yapıyor hem de AB kamuoylarındaki bazı yanlış algılamaların giderilmesine uygun ortam oluşmasını engelliyor. Diğer taraftan, Kıbrıs konusunda AB halen yapıcı olmaktan uzak bir tablo çiziyor ve sorunun çözümüne yardımcı olmuyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 2012 yılının ikinci yarısında dönem başkanlığını üstlenecek olması da ilişkileri geren ve ilerlemeyi zorlaştıran bir başka unsur olarak Türk dış politikasının 2012 yılında göğüslemesi gereken meydan okumalardan.

Neticede, 2011 yılının katılım süreci bakımından kayıp bir yıl olduğu belli. Hükümetin kendi inisiyatifi altında attığı adımlar ve reformlar bir ilerleme teşkil etse de Türkiye’nin, tabiri caizse, sermayeden yemeye devam ettiği bir yıl geride kaldı. Türkiye bu bağlamda esasen üyelik kriterlerini yerine getirdiğini iddia etmiyor. Eksiklikleri tabii ki var ve bunları tamamlaması gerekiyor. Ancak bunun yolu Türkiye’nin tek taraflı yürüteceği bir süreç şeklinde olmamalı ve karşılıklı bir iş birliği ve diyalog içinde yürümelidir.

Türkiye’nin ve kamuoyunun beklentisi, AB’nin artık daha sağlıklı bir Türkiye politikası geliştirmesi, kısa vadeli çıkarların değil stratejik bir bakış açısıyla katılım sürecini rayına oturtması yönünde şekilleniyor. Bu eksende Komisyon’un “pozitif gündem” önerisi doğru yönde bir açılım ama yeterli değil. Türkiye müzakere sürecinin ileri götürülmesine hazır ve istekli... Ama içinden geçmekte olduğu ekonomik kriz ve büyük ülkelerdeki seçimler nedeniyle AB’nin böylesine bir adım atabileceği konusunda Türkiye’de neredeyse hiç kimse iyimser olamıyor.

Arap Devrimi Türkiye-AB İlişkilerini Ateşler mi?

Türkiye-AB ilişkilerinde 2012 yılında parametre değişimine imkân sağlayabilecek başlıca gelişme Arap Devrimi olabilir. Küresel güç denkleminde doğuya ve güneye doğru bir kayma olduğu, ancak Batı’nın da gücünü henüz kaybetmediği, neredeyse herkesin kabul ettiği yarı-kesinlik kazanmış bir tespit. Bu da oluşan yeni dengeler içinde hâkim bir konumda kalabilmesi için AB’nin belki de her zamandan daha fazla birlik içinde hareket etmesini gerektiriyor. Keza Arap Devrimi da, AB için risk ve fırsatlarla dolu bir dönemi başlattı; AB’nin bu süreci doğru istikamette yönlendirmek konusunda ciddi bir sorumluluğu ve görevi bulunuyor.

Ancak, AB gerek içinden geçtiği ekonomik kriz, gerekse de stratejik düşünme eksikliği nedeniyle her iki alanda da kendinden beklenen performansı sergileyemiyor. Türkiye’nin üyeliği, hem ekonomik hem de stratejik derinlik bakımından AB’ye zenginlik ve güç kazandırabilir. Özellikle Arap Devrimi’nden geçen ülkeler için Türkiye-AB iş birliği büyük bir potansiyel taşıyor. Arap ülkelerine bu iş birliği içinde verilecek desteğin etkisi muhakkak ki, iki tarafın ayrı ayrı verecekleri desteklerden çok daha büyük olacaktır. Ama bunun kadar önemli bir diğer husus bu birlikte desteğin demokratik değerlerin evrenselliğini kanıtlaması ve böylece Arap sokağına geleceğe dönük olarak güçlü bir güven duygusu aşılayacak olmasıdır. Arap Devrimi kapsamında Türkiye-AB iş birliği, bu gelişmeleri yaşayan ülkeler bakımından, bu nedenle çok önemlidir. Türkiye bu konuda beraber hareket etmeye hazır ve istekli ama AB kurumsal sınırlamaları ve yine stratejik karar alma eksikliği nedeniyle bu yönde adım atılamıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriye’nin de tartışılacağı son AB Dış İlişkiler Konseyi Toplantısına, Fransa ve Almanya’nın dahi istemesine rağmen davet edilememesi bunun somut göstergesidir.

Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri: Gölgede kalan ilişkiler

2011 yılında Türkiye’nin dış politikasında en az dalgalanan alan Türkiye-Türk cumhuriyetleri ilişkileri oldu. Türk dünyası 20 yıl içinde önemli mesafe kat etti. İkili ilişkiler de bu süre içinde çeşitli iniş çıkışlardan sonra daha olgun ve ayakları yere basan bir düzleme oturdu. Ancak bu ülkelerin Kırgızistan hariç halen hepsi “tek adam” yönetimi altında ve dolayısıyla ilişkiler uzun vadede öngörülebilir olmaktan uzak kalıyor.

Şüphe yok ki, başta enerji kaynakları olmak üzere bu ülkelerin zengin doğal kaynakları büyük güçlerin bölgeye ilgisini arttırıyor. Özellikle Rusya’nın bu ülkeler üzerindeki politikaları, doğal bir demokratik dönüşümü zorlaştırıyor. Ancak Arap Devrimi’nin bir sonraki durağının bu bölge olacağı yönündeki tahminleri de tamamen dışlamamalıyız.

Bununla birlikte, Türkiye gerek bu kardeş ülkelerle etnik ve tarihi yakınlığı, gerek bölgenin stratejik önemi nedeniyle Türk dünyası ile ilişkilerini her düzeyde geliştirmeye devam edecektir. Bu doğrultuda enerji dâhil ekonomik iş birliği ve siyasi diyalogun yanı sıra, kültürel anlamdaki yakınlığını da kurumsallaştırmak için çaba göstererek geçen yıl kurulan Türk İşbirliği Konseyi’nden azami yarar sağlama stratejisi izlemeye devam edecek.


Afrika: Türk dış Politikasının yeni Ufku

Türk dış politikasında 2011 yılı sadece sorunların konuşulduğu değil, aynı zamanda yeni ufuklara da yelken açıldığı bir yıl oldu. Türkiye’nin Afrika politikası artık bir açılım politikası olmaktan çıkarak Türk dış politikasının öncelikli bir boyutu haline geldi. Bu açılım Türkiye’ye, ucuz ham madde ithal imkânı dışında, doymuş Batı pazarlarına girmekte zorlanan küçük ve orta ölçekli Türk firmaları için ihracat pazarı, uluslararası kuruluşlarda ciddi bir oy potansiyeli ve yakın çevre dışında da, dış ilişkilerde yeni bir hareket ve etkinlik sahası sağladı.

Afrika ülkeleri de Türkiye’nin Afrika’ya açılımını gayet olumlu karşılayarak Türkiye’nin çabalarına olumlu karşılık veriyor. Bugün birçok Afrika ülkesinde Türkiye Çin ile kıyaslanıyor ve özellikle Müslüman coğrafyada Çin’e nazaran daha kaliteli ve iyi servis sunan bir ortak olarak görülüyor. Gerek iş adamları gerek okulları Türkiye’ye yönelik algıyı olumlu yönde büyük oranda değiştirmiş durumda.

Bunun da sonucunda Türkiye’nin Afrika açılımı son yıllarda stratejik bir çerçeveye oturtularak ve iş birliği sahaları karşılıklı olarak bir eylem planı çerçevesinde belirlendi. Zirve düzeyinde toplanan Türkiye ile Afrika ülkeleri bu planı bakan ve daha alt düzeylerde düzenli olarak takip ediyorlar. Keza, üç yıl önce 12 olan Türkiye’nin kıtadaki büyükelçilik sayısı 2012 sonunda 34’e ulaşacak. Afrika ülkelerinin de Ankara’daki büyükelçilik sayısı bu dönemde 14’e çıkmış, 10 kıta ülkesi daha büyükelçilik açmak için girişimde bulunmuş durumda.

ABD: Türk dış politikasında aslan payı

2011 yılında dış politikada aslan payını şüphesiz ABD ile ilişkilere ayırmak durumundayız. ABD-Türkiye ilişkileri son yıllarda ciddi iniş-çıkışlar yaşadı. Nitekim İran ve İsrail ile Türkiye’nin ilişki biçimi, ABD yönetiminde ciddi rahatsızlık oluşturdu; özellikle Arap Devrimi ve füze savunmasına ilişkin gelişmeler sonrasında yerini karşılıklı iş birliği ve dayanışmaya bıraktı. Irak ve Afganistan da ortak amaçlar doğrultusunda yakın çalışılan konular arasında yer aldı.

Bu iniş-çıkışların temel sebebi, ABD’nin Türkiye’nin bölgesinde bağımsız bir dış politika izlemesine alışamaması ve Türkiye’ye uzun süre eski dönemlerdeki müttefiklik ilişkisi perspektifinden bakması. Ancak, Obama yönetiminin ilerleyen dönemlerinde Türkiye’nin artık eskisi gibi her denileni sorgusuz yerine getiren bir müttefik olmadığı, ancak ortak çıkarlar elverdiğinde eşitlik temelinde birlikte çalışabileceği güvenilir bir ortak olduğu anlayışı hâkim.

Bugün gelinen noktada iki ülke birçok konuda yakın işbirliği yapmakta ve ilişkileri karşılıklı olarak daha da ileri götürme iradesini taşımakta. PKK terörüne karşı iş birliği de buna dâhil. ABD’nin bu alanda Irak’taki zorlukları ve sınırlamaları saklı kalmak kaydıyla etkili bir tutum izlediği görülüyor.

Türkiye’nin büyüyen iddiası ve hareket alanı Türk-Amerikan ilişkilerinde bu değişimi mecbur kılıyordu. Bu nedenle ilişkilerdeki bu dönüşüm bir yerde kaçınılmazdı. Ayrıca, Türkiye, Suriye gibi birçok alanda, taktikler farklılıklar gösterse de, nihai amaç bakımından ortak değerleri paylaştığı konusunda ABD yönetimini ikna etmiş oldu. Bir başka deyişle, Türkiye’nin artan gücü ve bağımsız hareket sahası ABD’ye zarar getirmiyor, aksine belirli alanlarda yarar sağlıyor. İsrail ile ilişkiler bu konuda bir istisna gibi gözükse de, özellikle ABD yönetiminde bu konuda haklılığımızı teslim eden bir yaklaşım var. Kongre’de ise farklı bir görüşün hâkim olduğu biliniyor.

Öte yandan, ABD de artık eskisi gibi dünyanın tek tayin edici gücü olmadığının, dost ve ortaklarıyla yakın iş birliği yapmak durumunda bulunduğunun farkında. Bunda ABD’nin ilgisini giderek Asya-Pasifik bölgesine çevirmesi ve Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki liderliğini daha fazla paylaşıcı bir tutum içine girmesi de etken olabilir. Neticede, ilişkilerin günümüzde daha dengeli bir doğa kazandığı söylenebilir. Bunun nispeten az sorunlu bir şekilde gerçekleşmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendiğini ve belli bir olgunluğa eriştiğini gösteriyor. Örneğin bugün, model ortaklık anlayışı çerçevesinde hareket ediliyor. Bununla birlikte ilişkilerin ekonomik veçhesinin ise bu gelişmenin gerisinde kaldığı ve özellikle geliştirilmeye muhtaç olduğu da bir gerçek.

2012’de Türk dış Politikası: İmkânlar, zorluklar

Tarih sayfalarında geniş şekilde yer alacak olan 2011 yılı, etkisi kuşkusuz önümüzdeki yıllarda da sürecek büyük dönüşümlerin başlangıcına sahne oldu. Geçtiğimiz yıl dünyadaki iki temel gelişme Türk dış politikasını yoğun şekilde meşgul etti. Bu gelişmelerden biri Arap Devrimi diğeri ise euro bölgesinde yaşanan ekonomik ve mali krizdir.

Yıla damgasını vuran gelişme, Tunus’ta bir sokak satıcısının daha onurlu bir yaşam talebini duyurmak üzere kendisini yakmasıyla ateşlenen ve hızla bölgenin diğer ülkelerine yayılarak Arap Baharı adını alan ama aslında bir devrim hareketi olan bu kitlesel eylemlerin tetiklediği siyasi dönüşüm süreciydi. Öte yandan, 2011 yılında dünya gündemini en çok meşgul eden bir diğer gelişme, Yunanistan’dan başlayarak tüm euro bölgesine yayılan ve gelinen aşamada Avrupa Birliği’nin geleceği bakımından da ciddi bir sınama teşkil eden ekonomik krizdi.

Her iki gelişme de, biri Türkiye’nin güneyi diğeri batısı olmak üzere, hemen yanı basında, doğrudan etkileşim ve dolayısıyla ilgi alanında cereyan ediyor. Etkilerinin uzun bir süre daha devam edeceği aşikâr olan bu iki dönüşüm hattının ortasında duran Ankara, günden güne güçlenen ekonomisi, pekişen demokrasisi ve aktif dış politikasıyla istikrarlı bir güç odağı olarak yükseliyor.

Arap Devrimi, Türk dış politikasını, geleneksel çizgisi olan devletlerle ilişkiler çizgisinden ayrılıp, devlete karşı gelen muhalif grupları destekleme çizgisine getirdi ve köklü bir paradigma değişikliğine sebep oldu. Başka bir deyişle, Türkiye rejimlerin değil, halkın yanında yer aldı. Türkiye dış politikasındaki bu temel değişikliği baskıcı rejimler altındaki kitlelerin özgürlük ve değişim isteklerini, hem kendi değerlerine hem de kendi çıkarlarına uygun düştüğü inancına vardığı için yaptı. Bütün Arap dünyasına yayılmakta olan bu hareket 21ci yüzyılda güvenlik ve istikrarın baskıcı rejimlerle sağlanamayacağını göstermekte ve halkın meşru taleplerine cevap vermek gerektiğini teyid etmektedir. Uzun zaman alacak ve çeşitli inişli çıkışlı yollardan geçecek olan geri dönülmez bu tarihi süreçte Türkiye tarihin akışı istikametinde yer aldı. Türkiye’nin dış politikasındaki bu değişiklikle, değerleriyle çıkarlarını bütünleştirdiği söylenebilir.

Avrupa Birliği’ndeki kriz ise Türk ekonomisinin gücünün yapısal olarak da dayanıklılığını ortaya koydu ve bu tespit aktif dış politikaya güvenle devam olanağı sağladı. Bu itibarla, her iki kriz de Türkiye’nin gerek bölgesel ve küresel barış, istikrar ve güvenliğin tesisine katkıda bulunmaya yönelik dış politika vizyonunun, gerek bunu üzerine inşa ettiği ekonomik yapılanma ve demokratik gelişme sürecinin bugün vardığı aşamanın yerindeliğini teyid etti. Hiç şüphesiz gerek ekonomik alanda gerek demokratik alanda kırılganlıklar ve eksiklikler devam ediyor. Hiç bir ülkede, ekonomik refah, demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesinde, varılmış olunan merhalelerle yetinilemez. Hiç bir ciddi ülke hükümeti “ben artık ekonomik ve sosyal kalkınma, demokrasi ve özgürlük hedeflerine eriştim, bundan sonra ülkemde refah ve özgürlükleri geliştirmeme artık gerek kalmadı” diyemez. Türkiye’nin de refahın eşit dağılımı, bölgeler arası farkların giderilmesi ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere, temel hakların ve yargı ve adalet sisteminin daha fazla geliştirilmesi konusunda kapatması gereken mesafeler var. Türkiye’nin bu açığı kapatacak yeni bir anayasa yapma hazırlığı içinde. Bunu başarırsa en başta kendi halkının istek ve beklentilerine yanıt vermiş olacak fakat aynı zamanda Arap ülkelerindeki gelişmelerin de olumlu mecralarda seyretmesine katkısı özlü biçimde artacaktır.

Türk diplomasisi 2011 yılında, kriz üreten bir uluslararası sistem içinde meydana gelen tarihi gelişmeler karşısında, çok geniş ve zor bir coğrafyada hareketsizliğe mahkûm olmayarak akılcı bir çerçevede cesaretli adımlar attı. Yumuşak gücünü dış politika vizyonuna güçlü bir şekilde yerleştirdi. Ancak dış ilişkilerinin, bu değişken ve geniş yelpaze içinde ulusal öncelik ve hedeflerinin ne olduğu hakkında berrak bir görüntü yansıttığı söylenemez. Türk dış politikasında kaygılar ve öncelikler birbiri içinde kaybolmuş görünüyor. Oysa öncelik ve hedeflerin açıklıkla belirlenmesi, halkın kendisinden beklenen gayret ve fedakârlıkları ne için ve hangi istikamette yapacağını açıklıkla anlamasını sağlayacağından ulusal çıkarlarda sonuç alınmasını kolaylaştırabilir. Örneğin Türkiye, geçtiğimiz yıl da daha önceki yıllarda olduğu üzere, Kıbrıs ve Ege sorunları, Ermenistan’la ilişkiler, Avrupa Birliği süreci ve dış ilişkilere yansımaları aşikâr bulunan Kürt meselesi gibi bir nevi donmuş sorunlarının çözümünde kayda değer ilerlemeler sağlayamadı. Buna mukabil 2011 yılı boyunca, tarihi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçen Arap halklarına yapabileceği katkılar ve sergilediği ilkeli ve evrensel değerleri ön plana çıkaran davranışlar Türk dış politika öncelikleri arasında önemli yer tuttu. 2011’de fiilen öncelik kazanacak dış politika konuları arasında hiç şüphesiz Amerika ile ilişkiler, İran ve Afrika açılımlarını sayabiliriz. Bu arada İsrail ile diplomatik münasebetlerimizin asgariye indirilmiş olması geçen yılın diğer önemli gelişmeleri arasında yer alıyor. İçinde bulunduğumuz 2012 yılında ise Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmeleri dolayısıyla Irak konusu, güvenliğimizi yakından ilgilendirecek ve diplomasimizi en fazla meşgul edecek konular arasında yer alabilir.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/01/turk-dis-politikasinda-sinav-yili-2011-de-neler-oldu

..

Rusya'nın Suriye Çıkarması Yeni Oyun Yeni Denge



Rusya'nın Suriye Çıkarması Yeni Oyun Yeni Denge  


Serhat ERKMEN
Editörden; Gözde Kılıç Yaşın

Rusya, Suriye’de…  ABD’nin uluslararası hukukta açtığı her gediği kendince yeniden anlamlandırarak kullanan Rusya, bugün de Suriye’de “ön alıcı savunma” (preemptive strike) nam-ı diğer Bush Doktrini’ni yeniden anlamlandırıyor. Yani hedefine IŞİD’i alarak “O bana günün birinde vuracak, kanıtlarım var ya da algılıyorum, bu nedenle ondan önce ben ona vurmak durumundayım” diyor. 1999’da NATO operasyonu sürerken Sırbistan üzerinden girerek Kosova havaalanında Rus bayrağı dalgalandırdığında ya da 2009 Gürcistan’a girdiğinde veya Ukrayna’daki adımlarında da aynı yöntemi izliyordu ve NATO gibi varlığını “Sovyetler” üzerinden meşrulaştıran bir “güvenlik örgütü” tüm bu adımlarda sessiz kalmakla/ yeterli olacak düzeyde tepki vermemekle bugün Rusya’nın Suriye’deki varlığının da önünü açmış oldu. Dahası ABD zaten meşru müdafaanın alanını genişlettiği oranda kuvvete başvurma konusundaki yasağın alanını sadece kendisi için değil diğerleri için de daraltmıştı. Ancak mesele sadece uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerde yeni bir dönüşüm ya da kargaşaya yol açabilecek yeni bir adımın atılmış olması meselesi değil.  Rusya’nın operasyonu Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. İlk gününden notalar verildi, uyarılar yapıldı, tetikte bekleyiş haline geçildi… Öte yandan Yeni gelişme Avrupa’nın yüzde 80’i Suriyelilerden oluşan sığınmacı sorununu çözümünü de etkileyecektir.

Öte yandan Rusya’nın müdahalesi olmasaydı dahi Ankara, Şam, Bağdat, Tahran, Londra, Moskova ve Washington merkezli gelişmeler Suriye'de kısa bir süre içinde bir uçtan diğerine savrulma yaratmıştı ve belirsizlikler yeni tür bilinmezler yaratmıştı. Şimdi de yeni bir denklemle karşı karşıyayız.  Bu sayımızda Rusya’nın Suriye çıkarmasını ön plana aldık, iki kıymetli yazarımız konuyu sizler için farklı noktalarıyla değerlendirdi: Şanlı Bahadır Koç ve Serhat Erkmen…  Operasyonun arka planını neden, boyut, şekil bağlamında incelediğimiz gibi olası yeni gelişmeleri de inceledik. Diğer aktörlerin muhtemel tepkilerini ve bu tepkilerin Türkiye için neden olabileceği zorluk, tehdit, risk ve fırsatları değerlendirdik.

Sayfalarımıza mülteci ya da sığınmacı sorununa Avrupa’nın bakışını bir kez daha, bu kez Dilek Yiğit’in çalışmasıyla taşıdık. Rusya’nın hamlesi uluslararası gündemi bir anda değiştirmişse de yaşanmakta olan büyük göç henüz sonuçlarını doğurmadı bile… Avrupa, küresel ekonomik krizden sonra şimdi de demografik yapısının değişeceği söylemleri, gelenlerin yerleştirilmesi ya da nasıl olacaksa bir başka ülkeye doğru iletilmesi, vatandaşlarının çoktan başlamış olan protestoları, yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kalacak. Koşullar Suriye içerisinde “güvenli bölge” oluşturulmasını gündeme getiriyorsa da toplumsal hafızada kelimenin karşılığı o kadar da güvenli olmadığı için “güvenli bölge” teklifleri reddediliyor. Dünya yönetim anlayışı bakımından da haritalar ya da nüfusun dağılımı açısından da hızlı bir değişim geçiriyor. Türkiye’yi en çok ilgilendirenleri dikkatinize sunmaya devam ediyoruz.

Gelecek sayıda görüşmek üzere iyi okumalar dileriz…

http://www.21yuzyildergisi.com/haber/39-sayi-82-rusyanin-suriye-cikarmasi-yeni-oyun-yeni-denge-haberi.html

..

..

Halkı Şartlandıran Saygısızlar






Halkı Şartlandıran Saygısızlar 



Ali İhsan Gürcihan 
Açık İstihbarat
Tarih:08/10/2013 
Türü:İç Politika 
www.acikistihbarat.com



 Öyle ya  şu an en önemli ve de en acil konumuz.

Konunun ele alınış çirkinliğine bakın. “ Gül mü,Erdoğan mı olacak? ”

Demokrasi söylemleri gölgesinde halkı şartlandırma.

Sanki babalarının çiftliği.


Görsel ya da yazılı Basın..

Diğer bir tanımlama ile Medya…

Sözüm ona demokrasi de dördüncü güç..

Halkın gerçekleri öğrenme hakkı ve sorgulama gücü..

Basın denen bu gücün gündemindeki konulardan biri ne ?

Bizim için ve bizler adına ne konuşuyor ?

“Cumhurbaşkanı Gül mü olacak,Erdoğan mı olacak?”

“Gül olursa ne olur,Erdoğan olursa ne olur.”

Öyle ya  şu an en önemli ve de en acil konumuz.

Konunun ele alınış çirkinliğine bakın.

“Gül mü,Erdoğan mı olacak?”

Demokrasi söylemleri gölgesinde halkı şartlandırma.

Sanki babalarının çiftliği.

Demokrasiden biraz olsun nasiplerini almış olsalar en azından nezaketen 
“Cumhurbaşkanı kim olabilir?” diye daha genel bir çerçeve içerisinde tartışırlar.

Sözüm ona oturumu yönetenlerde,konuşanlar da demokrat.

Hadi siyasetçileri bir kenara koyalım. 

Onlar liderlerine yaranmak için beyazı siyah,siyahı beyaz diye savunabilecek kapı kulları..

Ancak,aydın diye ekranlara çıkan hiç bir bilim adamı,araştırmacı ya da basın mensubu dahi neden şunu sormuyor .

“Cumhurbaşkanlığı için neden sadece iki kişiyi konuşuyoruz.
Cumhurbaşkanlığı bu iki kişinin vesayeti ve tekeli altında mıdır ?” 

Sormadıkları gibi Gül ve Erdoğan’ın söylemlerinden akla hayale gelmeyecek,vatandaşı aptal yerine koyan sözde demokratik yorumlarda bile bulunuyorlar.

Gerçek bir demokratın düşünmesi ve sorması gerekmez mi ?  

Ülke de başka insan kalmamış gibi,daha işin başında sadece iki kişi arasında paylaşılan bir seçim uygulaması "İleri Demokrasi"’nin yaşandığı hangi Ülke’de görülmüştür?

Kanımca bu yaklaşım makam mevki düşkünü insanların sadece kendilerine odaklı,saltanatçı ve bencil anlayışlarının çok açık bir göstergesidir.

Ben varsam ve sistem beni bir yerlere taşıyorsa ” Demokrasi var ”. Ben yoksam ve sistem  bana bir şey vermiyorsa “Demokrasi yok” anlayışının kısacası demokrasi karşıtı bir anlayışın ta kendisi.

Başkalarına hayat hakkı tanımayan vesayetçi ve baskıcı bir siyaset dışı yaklaşım.
   
Seçimden çok uzun bir süre önce bu  konuyu sadece iki kişi arasında bir mesele olarak tartışan ve yorumlayanlara gelince ;

Bu aydınlarda  ne yazık ki demokrasinin özünü kavrayamadıklarını açıkça göstermekte ve halkı şartlandırma gibi de demokrasiye yakışmayan büyük bir saygısızlık yapmaktadırlar.

Tıpkı bazı araştırma şirketlerinin yaptığı “ Kamuoyu Yönlendirme ve Şartlandırma” seçim anketlerinde görüldüğü gibi. 

Halkına gerçekten saygı duyan özü ve sözü bir Demokratların konuştuğu ve güç sahibi olduğu  bir Ülke özlemi ile.


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10421


..

Hakan Fidan Gerçekten İsrail'in Hedefinde mi? Yoksa Yeni Bir İktidar Oyunu mu Oynanıyor?



Hakan Fidan Gerçekten İsrail'in Hedefinde mi? Yoksa Yeni Bir İktidar Oyunu mu Oynanıyor?



Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
Tarih:20/10/2013  
Türü:İç Politika 



Eğer, Hakan Fidan " Türkiye'nin Putin'i " olarak yakın gelecek projeksiyonlarına sokulmuşsa;

Tayyip Erdoğan'ın " Sağlık Durumu " sanıldığından ciddi demektir.

Öyledir çünkü, Putin benzetmesi kadar kritik bir benzetme yapabilen hiç kimse, böyle bir " Medyedev hatasına " düşmez..


****

Bayram gündeminde arada kaynayan çok önemli bir konu var. Amerikan ve İsrail basınında aniden MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı hedef alan makaleler yayımlanması ve bu yayınlara mal bulmuş mağribi gibi atlayan Tayyip Erdoğan medyasının, (dikkat edin, "yandaş medya" demiyorum, zira konuya balıklama dalan tek medya kesimi, Tayyip Erdoğan'a bağlı olanlar. Cemaat medyası ile Abdullah Gül'e yakın kalemler konudan uzak durdu) "Tayyip Erdoğan'ı yedirmeyiz" kampanyasına benzer bir "Hakan Fidan'ı yedirmeyiz" kampanyası başlatmaya yönelmesi.

Neler oldu, kısaca hatırlayalım:

Kurban bayramının üçüncü günü, yani 17 Ekim 2013'te Washington Post gazetesinde yayımlanan bir makalede, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın İran yetkililerine, "İsrail hesabına çalışan bir grup İranlı ajanın listesini ilettiği" yazıldı.

Makalenin yazarı tanıdık bir isimdi: Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “one minute” çıkışını yaptığı panelin moderatörü olan gazeteci David İgnatius.

Bu, Hakan Fidan'ı İsrail'in hedefi haline getirecek bir bilgiydi ki zaten Tayyip Erdoğan'ın çevresi de Fidan'ın "İsrail'in hedefi" olarak nam salmasından nedense her zaman pek hoşnuttular..

Başbakan'ın maaşlı danışmanları bayram-seyran demeyip hemen twitter'ın başına koştular ve Amerikan basınında pek de bir ağırlığı olmadığı anlaşılan bu köşe yazarının iddiasına karşı salvo atışları başlattılar.

Örneğin, Erdoğan'ın danışmanlarından Mustafa Varank'a göre bu bir "psikolojik harp" işaretiydi. "Hükümete ve istihbarata karşı uluslararası psikolojik harp harekâtından önümüzdeki uzun seçim döneminde vazife çıkaranlar mutlaka olacaktı"..

Olayı Gezi direnişine bağlama fırsatını da hebâ etmeyen Varank, şöyle dedi:

" Sonbahar sıcak geçecekti ya hani? Baktılar olmuyor, hükümetin ve istihbaratın itibarına yönelik uluslararası kampanyaya hız verdiler"

" İsminin açıklanmasını istemeyen" bir başka istihbarat yetkilisi de Turkish Daily News Genel Yayın Yönetmeni Murat Yetkin'e konuşmakta gecikmedi:

“ Bu medya kampanyasını, arkasında İsrail kaynaklı bir çabanın bulunduğu bir saldırı olarak görüyoruz.."

Hakan Fidan'ın İsrail'i "ne kadar rahatsız eden" bir MİT Müsteşarı olduğu konusunda bu makale bile fazlasıyla malzeme değeri taşırken, yeni bir kazan kaynatmak arzusuyla tutuşanlara altın tepside bir 'fırsat' da ertesi gün “The Jewish Press” adlı, sanı pek de duyulmadık Kudüs kaynaklı bir internet sitesi tarafından sunuldu.

Sitede, İgnatius'un yazısının yorumlandığı bir "analizde" şu inanılmaz cümleler kuruldu:

“Amerikalılara göre, burada suçlanması gereken 50 yılık işbirliğinin ardından Türkiye’nin bunu yapmayacağını düşünmüş olan MOSSAD. Bu da demek oluyor ki, MOSSAD naif davranmış olabilir.Bir sabah arabasında özel bir sürprizi hak eden varsa o da Türkiye istihbarat şefi Hakan Fidan’dır.”

MİT Müsteşarı açıkça ölümle tehdit ediliyordu. Bunu yapmamış ve "yapmayacak" olan bir MOSSAD'ın 'zafiyetinden' söz ediliyordu! Hem de isminde açıkça "Jewish" kelimesi geçen bir yayın tarafından!.. Ve de İsrail'in sessizliği eşliğinde?

Erdoğan'ın medyadaki ekibi, sakin geçen bayram tatilinin mahmurluğundan hemen sıyrıldı. Şantajın hedefi MİT Müsteşarı'ndan çok "bizzat Başbakan Erdoğan'ın kendisiydi." Sabah, Meydan, Star, Akşam gibi Erdoğan'ın doğrudan kontrölünde olan gazeteler ve yazarları, İsrail'in sözüm ona "Hakan Fidan'ı yeme operasyonunun" birer ucundan heyecanla tuttular.

Cemaat medyasının sessizliği ise doğrusu dikkate şâyandı. "Sessiz kalmakla" suçlanmasına fırsat kalmadan, Sabah gazetesinin Erdoğan için farklı bir şeyler yapmak arzusu ile yanıp tutuşan yazarı Sevilay Yükselir tarafından "suç işlemekle" suçlandılar. Yükselir, makaleyi "yorumsuz" haberleştiren Today's Zaman gazetesinin, Fidan'ın tehdit edilmesinde 'aracılık' yaptığını iddia ederek, bu gazete hakkında yasal soruşturma yapılması gerektiğini savundu.

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş'in Yükselir'e yanıtı ise doğrusu Ulusal Kanal'ın üslûbunu aratmadı:

"Yahu elinizde kulağı kocaman, eli her yere ulaşan istihbari örgütler var. Varsa bir ilinti çık erkekçe ortaya koy. Yoksa iftira atma. Ayıp. danışmanını, yalakasını, yardakçısını, hokkabazını niye sahaya sürüyorsunuz?Devlet de sizsiniz, yargı da! Buyrun…”

24 saat içerisinde saman alevi gibi büyüyen olayı, bir adım öteye taşıyan "ulusalcı medya" ise ilginç bir iddia ortaya attı. Yurt gazetesi yazarı Ali Ekber Ertürk'ün haberine göre Tayyip Erdoğan, kendisinden sonra başbakanlığa Hakan Fidan'ı hazırlıyordu!

Bu manşetten sonra, şu soruyu sormanın zamanı gelmiş bulunuyor:

Tayyip Erdoğan, "veliaht" olarak Hakan Fidan'ı işaret ediyorsa, ABD ve İsrail medyasında aniden beliren Hakan Fidan haberlerinin "arkasındaki güç, İsrail değil bizzat Erdoğan ve MİT'in kendisi olmasın?"

Bu sorunun haklılığını düşündüren bir başka haber, bugün (20.10.2013) Cumhuriyet gazetesinden geldi. Mikrofonu parti içine uzatan gazetenin deneyimli AKP muhabiri Erdem Gül, AKP'lilerin olayı Hakan Fidan'ı tutuklama girişimi olan 7 Şubat sürecinin "devamı" olarak gördüklerini belirttikten sonra şu bilgileri aktardı:

" 2014’teki kritik seçim süreci de gözetilerek asıl olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hedef alındığı değerlendirmeleri yapılıyor. AKP’de cemaate yakın medyanın Fidan tartışmasında büyük bir suskunluk sergilediğine de vurgu yapılıyor.

AKP’liler, olayın Türkiye’nin bölgedeki dış politikasına ve iç politikada da özellikle 2014’teki Köşk seçimlerine yönelik beklentilerle sahneye konulduğunun altını çiziyor.

Hedef Fidan değil Erdoğan: Operasyon Fidan üzerinden yürütülüyor ama asıl hedef doğrudan Başbakan Erdoğan. Hedef artık parti değil Başbakan’ın kendisi ve siyasi geleceği."

Erdem Gül'ün haberindeki en çarpıcı unsur kuşkusuz, AKP'liler tarafından yapılan şu değerlendirmeydi:

"Bu operasyon, özellikle İsrail patenti nedeniyle ters tepiyor. Amaç Fidan’ı yıpratmak ama tam tersi oluyor. Fidan İsrail’in hedefinde olduğu sürece içeride kazanacaktır. Bir süreden beri Erdoğan sonrası olası Başbakanlık ya da parti liderliği tabanda güçlenen isimlerde değişiklik yaşanıyor. Bir sene önce yapılan tüm anketlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dışında en çok destek Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na çıkıyordu. Ancak bu olaylar Fidan’ın tabanda güçlenmesine neden oluyor. Yapılacak olası başbakan adayı anketlerinde Fidan’ın Davutoğlu’nun üstünde destek bulması şaşırtıcı olmaz. Üstelik AKP Grubu içinde Fidan’ı bizzat tanıyan milletvekili sayısı parmakla gösterilecek kadar az.." (Haberin tamamı için: http://cumhuriyet.com.tr/?hn=447822&kn=7&ka=4&kb=7 )

Amaç, AKP tabanındaki "İsrail karşıtlığı" üzerinden yeni bir "lider adayı"parlatmaksa, ABD ve İsrail medyasında peşpeşe sürüme sokulan bu iki yazının arkasında Erdoğan ve MİT'in olduğunu neden düşünmeyelim?

Hem de "Erdoğan sonrası" için yapılan parti içi anketlerde, "yüksek oylar alan" Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu'na güzel bir cevap olmaz mı bu?

"Hakan Fidan'ın İsrail'in çıkarlarıyla çatıştığı masalına kim inanır? Erdoğan ve MİT, Suriye olayında açıkça İsrail'in eline oynamadılar mı?" sorusunu sormayı aklından geçirenler varsa bundan vazgeçsin, zira bu tür "tenâkuzlara" AKP'liler nasılsa zerre kadar kafa yormaz. ..

Gelelim, Hakan Fidan'ın ismi etrafında koparılan bütün bu gürültünün en "bomba" tarafına..

Bu bomba, bizzat AKP tarafından derin operasyonlarda kullanılan Milat isimli gazete tarafından patlatıldı.

İsa Tatlıcan imzalı yazıda "Türkiye'den bir Putin çıkar mı?" sorusu sorulduktan sonra, şu ilginç fikirler gündeme getirildi:

" Rusya Devlet Başkanı Putin, uzun yıllar Rusya iç istihbarat servisi başkanlığı ve Rusya'nın Polütbüro'su olarak adlandırılan Rusya Güvenli Konseyi sekreterliğini yürütmüştü. Hakan Fidan'ın hızlı yükselişini yorumlayan bazı çevreler son dönemde 'Türkiye'den de bir Putin neden çıkmasın' söylemini ciddi ciddi dillendirmeye başlamıştı. Hatta Fatih Altaylı bu söylemi bir adım ileriye taşıyarak 'Çankaya'ya hazırlanan Erdoğan'ın Başbakan adayı Hakan Fidan' iddiasını köşesine taşımıştı.

Hakan Fidan'ın siyasi duruşu benzemese de bürokrasideki yükselişini Putin'e benzeten ve siyasetin önemli aktörlerinden biri olacağını iddia eden köşe yazarları artık sadece Fatih Altaylı ile sınırlı değil.

Siyasette süprizleri seven Başbakan Erdoğan'ın kritik yurtdışı gezilerinde sürekli yanında bulunan 'sır küpü' Hakan Fidan'ı Başbakanlığa taşır mı?

Bu soruyu önümüzdeki dönemde daha sık soracağımızı düşünüyorum. Hakan Fidan'ın bürokrasideki yükselişini siyasete taşıyabileceğini düşünen ve bizim gibi bu soruyu soran çevreler şimdiden ön kesmeye çalışıyor olabilir."

Aynı argüman, ilginç bir şekilde, yine deneyimli bir AKP muhabiri olan Ali Ekber Ertürk'ün Yurt gazetesindeki haberine ise şu şekilde yansıyordu:

"Hakan Fidan, teknokrat bir bürokrat olarak, siyasi konularda çok deneyimli bir isim değil. Bu da kabinesinde teknokrat isimlere ağırlık veren Erdoğan için önemli bir ayrıntı. Erdoğan, 'siyasi imajı ön planda' olan isimlerden çok teknokrat yönüyle öne çıkan isimlere daha çok güveniyor. Hakan Fidan'ın da öteden beri birlikte çalıştığı ve kendisini, genç yaşında makamların en yükseklerine çıkaran Erdoğan'ın 'güvenini sarsacak'bir isim olmadığı belirtiliyor. Üstelik, kendisine en zor döneminde 'yedirmem'diyerek sahip çıkan, bu uğurda Cemaat'le bile zıtlaşmayı göze alan Erdoğan'a Fidan'ın ihanet etmesi beklenmiyor."

Şimdiki soru da şu:

Neden Medyedev değil de Putin ?

Normal şartlarda, Tayyip Erdoğan'ın kendisi Köşk'e çıkıp, arkasında da Hakan Fidan'ı bırakmak istiyorsa, bu durumda " Putin " in Erdoğan, Fidan'ın da " Medyedev " olması gerekmiyor mu?

Bir operasyon aygıtı olarak piyasaya sürülmüş olan Milat gazetesinin böyle bir benzetme yanlışına düşmesi olası mı?

Eğer, " Türkiye'nin Putini " Hakan Fidan olacaksa, Tayyip Erdoğan nerede yer alacak?

Milat gazetesinin böyle bir teşbih hatasına düşmeyeceğini bilerek ve de madem spekülasyon serbest, biz de deriz ki:

Eğer, Hakan Fidan " Türkiye'nin Putin'i " olarak yakın gelecek projeksiyonlarına sokulmuşsa;

Tayyip Erdoğan'ın " Sağlık Durumu" sanıldığından ciddi demektir.

Öyledir çünkü, Putin benzetmesi kadar kritik bir benzetme yapabilen hiç kimse, böyle bir " Medyedev hatasına " düşmez..

Hakan Fidan'dan bir Putin profili çıkar mı bilemeyiz, ancak her konuda bol bol hata yapma lüksüne sahip olan "devletimizin", siyasi emanetçilik konusunda sıfır hataya sahip olduğunu hatırlatırız. MHP'nin Türkeş'ten sonra Devlet Bahçeli'ye 'emanet edilmesi' özellikle hatırlanmalıdır.

Bu tecrübenin ışığı altında, abartılı " Putin" benzetmelerinin aksine,"mûnis devlet memurları" da çıkabilir projenin altından..

Son bir not olarak, Hakan Fidan planlarından Tayyip Erdoğan'ın da haberdar olduğunu ve bunları desteklediğini anlamaktayız.

Çevresinde Hakan Fidan'dan başka güvendiği kimse kalmadı zira..

www.acikistihbarat.com
twitter.com/fasibel


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10424

..

Önder Aytaç Bu Gidişle Aydınlık'ta Yazacak



Önder Aytaç Bu Gidişle Aydınlık'ta Yazacak 

Açık İstihbarat
Tarih:25/10/2013  
Türü:İç Politika 
www.acikistihbarat.com
25.10.2013



 Aşağıdaki yazı ; AKP iktidarına yıllarca müstahdemlik yapıp, AKP-Cemaat kavgası sonrasında işinden gücünde olunca, muhalefet safhına geçen, Fetullah Gülen'in kuluçka makinasının en nadide ürünlerinden Önder Aytaç'a ait.

Yıllardır zenginleşmesi için hizmet ettikleri Erdoğan'ı şimdi Karun gibi zenginleşmekle suçluyorlar.
Tayyip Erdoğan'ın işçilik sınavına giriş belgesini yayınlayıp, ucundan diğer ve daha hassas belgelerin ucunu gösteriyorlar. 

İktidar yorgan yırtılınca  mabadı açıkta kalan bu utanmaz adamların yazdıklarını hayretler içinde okuyoruz. Bu gidişle Önder Aytaç Aydınlık'ta yazmaya başlarsa şaşmayın.


Aşağıdaki yazıyı bir Ulusalcı yazıyı yazmadı.

Aşağıdaki yazı ; AKP iktidarına yıllarca müstahdemlik yapıp, AKP-Cemaat kavgası sonrasında işinden gücünde olunca, muhalefet safhına geçen, Fetullah Gülen'in kuluçka makinasının en nadide ürünlerinden Önder Aytaç'a ait.

Yıllardır zenginleşmesi için hizmet ettikleri Erdoğan'ı şimdi Karun gibi zenginleşmekle suçluyorlar. 
Tayyip Erdoğan'ın işçilik sınavına giriş belgesini yayınlayıp, ucundan diğer ve daha hassas belgelerin ucunu gösteriyorlar. 

İktidar yorgan yırtılınca  mabadı açıkta kalan bu utanmaz adamların yazdıklarını hayretler içinde okuyoruz. Bu gidişle Önder Aytaç Aydınlık'ta yazmaya başlarsa şaşmayın.

İşte Önder Aytaç'ın, Aydınlık'ta yayınlanmaya aday " Başbakan, Müslüman Milli Şef mi? " yazısı.

Açık İstihbarat

****

Gözümüz yok, Allah daha çok versin!

70-80 metrekare gecekondudan 10-15 yılda dünyanın en zengin başbakanlarından olmak kolay olmasa gerek,

Takdir edilesi bir servet biriktirme çabası...

Damlaya damlaya göl, para sayarken parmağını yalaya yalaya okyanus olur!

Harun gibi gelip Karun gibi olmak nasıl bir duygudur acep?

Bence bir plan da olmalı...

A Planı, Cumhurbaşkanı olmak.

B Planı, Cumhurbaşkanı olamazsa ki bu ihtimal her geçen gün büyüyerek realize oluyor, bir cemaat lideri olmak. 

A planı olursa olur, olmazsa çay yapmayız, Şeyh oluruz! Siyaseten Başbakan Cumhurbaşkanı olabilirsiniz ama siyaseten bir Şeyh, bir lider, bir manevi önder olma çok da mümkün değil. Bana inanmıyorsanız muhterem hocam –Allah ömürlerine ömür katsın ve başımızdan eksik etmesin- Osman Nuri Topbaş Hocam'a sorun...

Daha doğrusu olursunuz da foyanız çok çabuk meydana çıkar. Cemaattan biri bir gün bir ikindi sohbetinde pat diye –lak diye- bir soru sorar. Cevabını veremezsen yandı gülüm keten helva: 

"Ya bizim şeyh sorduğum soruyu bilemedi."

O işler öyle, Başbakanlık muhabirlerine soracakları soruları önceden danışmanlar tarafından öğreti(li)p, sadece o sorulara cevap vermeye benzemez. İnsan özgüvensiz bir başbakan olabilir ama özgüvensiz bir şeyh asla ama asla o-la-maz... 

Vatandaş bu. Karşısında Şeyh var ya sorar en derininden sorusunu. Der ki, "Hocam bu kadar zenginlik ile cennete nasıl gidilir?"

Hadi bakalım ver cevabını. 

" Efendim, siz daha 10-15 yıl evvel Kasımpaşa'da 80 metrekare evde ikamet ederken, bugün, Allah daha çok versin, gözümüz de yok da, nasıl oluyor da dünyanın en zengin liderleri arasına giriyorsunuz. Şunun sırrını bize de anlatsanız da bizde nasiplensek şu dünya nimetlerinden" deyiverirse ne buyuracaksınız?

Tamam, mutlak gücü elde etmek için karşı tarafa geçtiniz. İyi de karşı tarafa geçmişken bu tarafta nasıl şeyhlik yapacaksınız?..

Bir de gücü bu 'kontrolsüz güç güç değildir' anlatımındaki yozlaştırıcı gücü elde edince "ya bendensiniz ya da düşmanımsınız" ilkesiyle nasıl insanları etrafınıza toplayacaksınız?.. Bu söylem ile yapabilseydi bunu ABD'de Başkan Push yapacaktı ama o bile be-ce-re-me-di-ği için; az zenci, az Müslüman az necro, az genç bir yeni yetmeye koltuğu bırakmak zorunda kalmadı mı?.. Türkiye'de de sizden sonrasının yeni yetme Obama'sı kim(ler) bence bunu da çok iyi biliyorsunuz ki, o yüzden de bitirmeye çalışıyorsunuz...

Hadi diyelim servetinizden bir kaç tabak balı çevreye koydunuz ve sinekler de geldi onlara yapıştı. Pekiiii, sen bu sineklerle beraber hangi rızayı talim edeceksin ki?..

Valla bu sorular evet çok zor sorular ki daha kiramen katibinin soruları bile değil.... 

Ben bu sorulara muhatap olacağıma başbakanlıkta kalmayı, siyaseten bir şeyler olmayı tercih ederdim. İlim gerekir çünkü Şeyh olmak, Hocaefendi olmak, değil mi?..

Veya...

Başbakan olarak kalamayacağıma göre ben de Cumhurbaşkanı olurdum.

Aslında Cumhurbaşkanı olsa da Beyefendinin işi zor. Başbakanken herkese Süleyman Demirel'in "Benim işçim, benim köylüm, benim emeklim, benim dul ve yetimim" dediği gibi, benim Genelkurmay Başkanım, benim Müsteşarım, benim bakanım, benim genel müdürüm, benim zurnanın son deliğim" falan demeye devam edebilecek mi?

Demirel; " Benim " derken kitlesel konuşuyordu. Beyefendi ise hep tekil ifade ediyor!

Bu fark ortadayken Beyefendi için " Demirelleşti " de diyemeyiz.

Neyse, o zaman ne derse desin. Bu onun bileceği iş. Biz asıl şu soru sorulduğunda ne cevap verecek asıl onun üzerinde duralım:

Asıl soru şudur ve bu soru kendisini çocukluk ve gençlik yıllarından beri tanıyan bilen milli görüş cemaatının sürekli sorageldiği bir soru olarak zihinlerde kalmaya devam edecek:

" Sen daha düne kadar 70-80 metrekare evde otururken, milletvekili ya da belediye başkanı ol(a)madığında; 'siz hepiniz dünyalığınızı tesis ediyorsunuz. Ya ben ne olacağım' diyen birisinin, bugün nasıl oldu da dünyanın en zengin kişileri arasına girdin. ' Bu durum ' Bal tutan parmağını yalar ' atasözü ile mi açıklanabilir? '' diyen olursa ne diyeceksin?

Bir de Rahmetli Erbakan'ın çocukları 30 milyon TL civarında bir mirasın paylaşımında birbirine düşerlerken, sizin bunca paranız, mülkünüz ve dahi manevi kazancınız varken ve hala da iktidar balını elinizde tutar ve parmaklarken, Allah gecinden versin, Allah göstermesin ama öldüğünüzde çocuklarınız acaba sizden kalanları paylaşım için ne yapacaklar? Ne dersiniz?..

Onun için derim ki, siz öldükten sonra çocuklarınızın birbirine düşmemesi için bence artık daha fazla biriktirmeyin. Ne kadar çok mal mülk, o derece şiddetli kavga, o derece şiddetli hesap soruş mudur acaba? Koca Hz. Ömer'in bile 6 ay hesap verdiği ile ilgili menkıbeler anlatılıyorsa, siz ne edeceksiniz? Yoksa Yavuz Sultan Selim'in Zembilli'nin fetvalarını yanında gömdürmek istemesi gibi, sizde Osman Nuri Topbaş Hocam'dan mı icazetlisiniz? Ama bence değilsiniz...

Bence sayın başbakanım, hatta bütün biriktirdiklerinizi siz hayatta ilken dağıtınız ki, mülk sahibine rücu etmiş olsun... Ne dersiniz?..

(www.medyafaresi.com )

http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10425

..