25 Ocak 2017 Çarşamba

İran’da Siyasal Sistem ve İç Dinamikler BÖLÜM 1



İran’da Siyasal Sistem ve İç Dinamikler 



Pınar Arıkan Sinkaya* 
*ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi 

Öncelikle biraz İran’ın coğrafi konumundan bahsetmek istiyorum. İran ülkesi Hazar denizi ile Basra “körfezi arasında uzanan bir platodan meydana gelmektedir. 

Bu platonun her iki tarafı sıradağlar ile çevrilidir. Bu haritada görebileceğiniz gibi, batı ucunda Zagros dağları vardır ve kuzey ucunda Elbruz dağları vardır. Bu iki dağ sırası arasında kalan plato da tarih boyunca pek çok devlet kurulmuştur. İran tarihi kısaca İslam öncesi ve İslam sonrası dönem olarak ikiye ayrılabilir. 

İslam öncesi dönemin en parlak devletleri M.Ö 550’li yıllarda büyük Kiros 
tarafından kurulan Ahameniş İmparatorluğu, Pers imparatorluğu da diyoruz ve M.S 2. Yüzyılda kurulan Sasani İmparatorluğudur. 7. Yüzyılda İslam ordularının 
Sasani İmparatorluğunu ortadan kaldırmasına kadar İran’da merkezi devletler mevcuttu ancak bu dönemden sonra merkezi yapı, Safevi yönetiminin İran’da siyasi birliği sağlamasına kadar ortadan kalktı. Safeviler sadece siyasi birliği sağlamakla kalmadılar, aynı zamanda İran ülkesini Şiileştiren devlet de oldular. Şiiliği İran’ın resmi dini kabul ettiler ve bu dini İran halkı arasında yaymak için uğraştılar. Safevilerin 1794’te yıkılmaları ile iktidarı ele geçiren Ağa Muhammed Han, Kaçar imparatorluğunu kurdu. Kaçar imparatorluğu 1924’te Muhammed Rıza Pehlevi’nin iktidarı ele geçirmesine kadar İran ülkesinde yönetimde olmaya devam etti. Bu kısa tarihsel bilginin dışında şunları da söylemek mümkün; İran coğrafyası tarih boyunca pek çok kavimlerin göçüne ve pek çok istilaya maruz 
kalmıştır. 
Bölgeye kuzeyden gelen Aryanların, İranlılar kendi ataları olduğunu düşünmekte dirler. 

Daha sonraki yüzyıllarda Romalıların, Arapların ve Türklerin istilasına maruz kalmıştır. Bunun başlıca sebebi İran ülkesinin göç yolları üzerinde olmasıdır. 
Dolayısı ile İran’da etnik ve dinsel olarak her zaman heterojen bir yapı mevcut olmuştur. Bugün ki İran’ı göz önüne alacak olursak bu heterojen yapı yine göze 
çarpmaktadır. İran’ın kuzeyi ve kuzeybatısında Azeri ve Kürtler yoğunlukta yaşamakta, batısında Araplar, merkezinde ve güneyinde Farslar, güneydoğu sunda Beluçlar yaşamaktadır. Kuzeydoğusunda da Türkmen coğrafyası bulunmaktadır. Bu etnik yapıların dışında İran coğrafyasında güçlü aşiret yapısından da bahsetmek mümkündür. Bu aşiretler arasında Kaşgarlar, Şahsevenler ve Bahtiyari aşiretleri en güçlü aşiretler olarak ön plana çıkmakta dır. 
Bu aşiretler özellikle feodal yapıdan dolayı modern İran devleti kurulana kadar, 1900’lerin başına kadar İran siyasetini belirlemede etkili olmuşlardır. Hatta 
1900’ler boyunca da aşiretlerin büyük toprak sahipleri olmalarından dolayı siyasetteki etkileri devam etmiştir. Modern İran siyasi tarihini 1890’daki Tütün 
Boykotu ile başlatmak mümkündür. 1890’larda Kaçar şahı yabancılara tütün imtiyazı veren bir yasayı kabul etmiş ve ülke de tütün işleme ve satma hakkı bir İngilizlin eline verilmiştir. Bundan rahatsız olan tütün üreticileri ulema ile işbirliği yaparak ve sonrasında Necef’te yaşayan büyük Ayetullah Şirazi 1891’de ülkede tütün kullanan herkesin tütün kullanmasını bırakmasını isteyen bir fetva yayınlamıştır. 

Bu fetvaya ülkedeki saray mensupları dahil olmak üzere halkın büyük çoğunluğu uymuştur. Bu da gösteriyor ki hem ulemanın İran siyasetinde ne kadar ekili olabileceğini ve bir fetva ile nasıl büyük bir sosyal etki yaratabileceğini hem de siyasi kararların verilmesinde ne kadar etkili olabileceklerini göstermiştir. Ayrıca bu olay İran’daki ilk toplumsal olay olarak da göz önüne çıkmaktadır. 

Bu olayın sonucunda Kaçar şahı tütün imtiyazını geri almak durumunda kaldı ve tekrar yerli üreticilere tütün işleme hakkı verildi. Bundan sonra gelen ikinci önemli olay ise 1906 Anayasa Devrimi’dir. Anayasa devriminin temel nedenleri Rus- Japon savaşı ve Rus devrimi nedeni ile Rusya ile olan ticaretin kesilmesi sonucu ülkede baş gösteren ekonomik sıkıntı olarak görülebilir. Bunun haricinde, hükümetin yeni dış borç talepleri reddedildikten sonra hükümet yerli tüccarlar ile anlaşmazlığa düştü çünkü vergileri arttırmak zorunda kaldı. Vergilerin arttırılma sı  ve  dış borç bulunamaması ekonomik krizi daha da derinleştirdi. Ulema ile pazar esnafının tekrar iş birliği yapmasına neden oldu. Entelektüeller de bu duruma destek verdikten sonra şahın yetkilerinin sınırlandırılması ve yeni bir anayasa hazırlanması konusunda ciddi bir toplumsal talep ortaya çıktı. Bunun üzerine Muzafereddin şah, dönemin Kaçar şahı, bu talepleri kabul etti ancak verilen sözleri yerine getirmedi. Gelişmeler kanlı çatışmalara dönüştü ve ulema Tahran’ı terk etti, pazar kapandı, entelektüeller ve ıslahat taraftarları İngiliz sefaretine sığındı. Yani ülkede ciddi bir kaos başladı. Bu ciddi kaos üzerine 1906’da Kaçar şahı kurucu meclisin toplanmasını kabul etmek zorunda kaldı. Bu dönem İran siyasetinde çoğulcu bir dönem olarak tanımlanabilir. Hem batı etkisi ile İran siyasi arenasına girmiş pek çok milliyetçi, ulusalcı görüş, seküler görüş vs. hepsi ifade edilmeye başlandı. Ülkede çoğulcu bir yapı ortaya çıkmaya başladı ta ki 1906’da toplanan ilk meclis anayasa hazırlayana kadar. Anayasa 
hazırlandı, meclisin görev ve yetkileri düzenlendi, Kaçar şahının yetkileri oldukça azaltıldı. Ancak dönemin şahı anayasa kabul edildikten çok kısa bir süre sonra vefat etti. Ve yeni şah daha otoriter bir yönetim kurmak istediği için meclis ile mücadeleye girişti. Daha sonra meydana gelen olaylarda 1908’de Kazak tugayı meclisi bombaladı. Meclisin bombalanmasından sonra ise Kaçar şahı meclisi kapattı. 

Meclisin kapatılması Kafkasya tarafından ve özellikle Tebriz’den meşrutiyetçileri desteklemek için düzensiz birliklerin Tahran’a yürümelerine neden oldu ve Tahran’ı kuşattılar. Yani resmen bir otorite boşluğu ortaya çıktı, şah hiçbir şeye hakim değil, anayasa uygulanmıyor, meclis kapatılmış durumda, düzensiz birlikler Tahran’ı işgal edebilecek kadar kendilerini güçlü hissediyorlar çünkü otorite boşluğu var. İşte tam da bu otorite boşluğunda 1921’de Muhammed Rıza şah devleti yönetmeye talip olduğunu ilan etti. 1924’te ise şahlığını ilan etti. Rıza Pehlevi bu otorite boşluğundan çok iyi yararlanmıştı. 
Askerdi, modernist görüşlere  sahipti, devletin modernleşmesini öngören düşünceleri vardı. 
Ve bu modernleşme sürecinde de örnek aldığı Türkiye idi. Hatta söylenir ki Rıza Pehlevi tek yurtdışı seyahatini Türkiye’ye yapmıştır ve 1934’te ATATÜRK 
ile görüşmüştür. Rıza Pehlevi’nin modernleşme ve merkezileşme döneminde, iktidara gelirken İran’daki en önemli sınıf olan ulema ile işbirliği yapmak durumundaydı çünkü ulemanın desteğini almadan iktidara gelmesi mümkün değildi. Fakat modernleşmeci bir kafa yapısı olduğu için daha sonra ulema ile yollarını ayırmaya çalıştı. Medrese öğrencilerinin askere alınmasını içeren zorunlu bir askerlik yasası çıkardı ki bu mesela çok önemli bir şeydi çünkü daha önce medrese öğrencileri askerlikten muaftılar ve devletin hiçbir zorunlu hükmüne 
tabi değildiler. Yeni bir medeni kanun hazırladı. Şeriatı sadece kişisel meseleler de kullanılmak üzere yasaya koydu. 1936’da kadınlara kamusal alanda zorunlu örtünmeme yasası çıkardı ki bu da dini bir toplumda ve ulemanın çok etkisi olan bir toplumda çok büyük bir darbeydi ulemaya karşı. Ulemaya vurduğu bir diğer darbe ise seküler mahkemeleri ve okulları kurmak oldu. Dini vakıflığı devlet kontrolü altına aldı. Ulemanın siyasal, sosyal ve ekonomik gücüne ciddi bir şekilde darbe vurmuş oldu böylece. 

Ancak 1941 yılına gelindiğinde İngiltere ve Rusya’nın İran’ı işgali iler birlikte Rıza şah tahttan indirildi ve yerine oğlu Muhammed Rıza geçirildi. Muhammed Rıza da babası gibi modernleşmeci, ilerlemeci bir kafa yapısına sahipti. Ancak o da yine 
babası gibi ulema ile işbirliği yapması gerektiğini biliyordu ve iktidara geldiği ilk yıllarda ulema ile işbirliği içerisine gitti. Onun döneminde İran’da ülkenin doğal kaynaklarının kullanılması, devlet ve millet tarafından kullanılması ve emperyalist güçlerin ülke dışına çıkarılmasını amaçlayan milliyetçi bir hareket doğmuştur ki bu Rıza Pehlevi döneminin en önemli özelliklerinden biridir milliyetçi hareketin ortaya çıkışı. Milli Cephe adı altında örgütlenen bu milliyetçi hareket seküler entelektüeller ve ulemadan anti-emperyalist olarak kendilerini tanımlayan kısmın işbirliği ile 1949’da Muhammed Musaddıkı, milliyetçilerin lideri Muhammed Musaddıkı meclise seçilmesini sağladılar ve 1951’de petrolün millileştirmesi yasasını çıkardılar. Bu yasaya göre İran petrolleri devletin tekelinde olmalıydı ve bütün gelirlerini İran devleti almalıydı. Ancak tabi ki 1953 yılında CIA destekli bir darbe ile Musaddıkı görevden azledildi. 

Bu arada şunu da söylemeliyim; 1953’te çıkan bu kargaşa sırasında Muhammed  Rıza ülkeyi 4-5 günlüğüne terk etmişti. 

Bu ülkeyi terk edişinin ardından CIA destekli bu darbe gerçekleşti. Darbeden sonra Muhammed Rıza tekrar tahta oturtuldu, Musaddıkı başbakanlıktan 
azledildi ve yeni bir petrol antlaşması yapıldı. 
Bu antlaşmaya göre bir konsorsiyum kuruldu. Gelirlerin birçoğu İran devletine gidiyordu ancak yabancıların da yine söz hakkı vardı. Dolayısıyla ilk başta öngörüldüğü şekilde petrolün millileştirilmesi tam olarak sağlanamamış oldu. Daha sonra takip eden dönemde 50’li ve 60’lı yıllar geliyor. Bu yıllar görece olarak ulema ile devletin işbirliği içerisinde olduğu yıllar denebilir. Çünkü bu dönemde İran dini kesiminde etkili olan büyük Ayetullah Burucadi, geleneksel Şii inanışı çerçevesinde siyasi meselelere karışmama tavrı sergiliyordu. 

Siyasi meselelere karışmayan ulema, devlet ile bir antlaşma içerisine girmiş gibi birbirilerinin ayaklarına basmadan, bir-birilerinin çıkarlarını zedelemeden birlikte on yıl kadar bir süre uyum içinde yaşadılar. Ancak 1961’de Burucadi öldü, tabi ki ulema da monolit bir yapı değildi, ulemanın içinde de çatlaklar yani onlara göre 
muhafazakarlara göre çatlak sesler diyebileceğimiz, hükümeti eleştiren, ulemanın siyasete katılmasını isteyen bu gibi görüşleri olan Ayetullahlar ve 
müşteyitler bulunmaktaydı. Ancak büyük merce-i taklit Burucadi’nin varlığı bunlarının seslerini çıkarmasını engellemişti. 1961’de ölümünden sonra, 
başta Ayetullah Humeyni olmak üzere, ulemanın siyasete müdahil olması gerektiğini savunan Ayetullahların sesi daha fazla çıkmaya başladı. Aynı dönemde Muhammet Rıza’nın da, devletin modernleşmesi anlamında atılımları başladı, girişimleri başladı. Örneğin 1961’de toprak yasası reformu çıkardı. 
Toprak reformu ulemanın, dini vakıfların ve camilerin topraklarının büyük bir kısmının ellerinden alınarak halka dağıtılmasını öngörüyordu ki bu tabi ki çok büyük tepki ile karşılandı. 1962’de çıkardığı başka bir yasaya göre şehir konseylerine seçilecek adayların Müslüman olması şartını kaldırdı. 

Sadece bir inanca sahip olması şartını getirdi ki bu da yine ulemanın çok büyük tepkisini çekti. 1963’te ise ulemaya asıl darbeyi vuran ve Ak Devrim adıyla 
daha sonra adlandırılacak reform programını açıkladı. Ak Devrim çerçevesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, toprak reformunun uygulanması, 
ormanların ve devlet endüstrisinin millileştirilmesi, sanayi işçilerinin kardan pay almasını sağlayan bir planın uygulanması vs. gibi pek çok mevcut ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirebilecek hükümler içeren prensipleri uygulamaya başladı ve bunun üzerine Humeyni 1963 Mart ayında ünlü konuşmasını yaptı. Bir eline Kur’an’ı aldı, bir eline anayasayı aldı ve Muhammet Rıza Pehlevi’yi anayasayı 
ihlal etmek ve İslam dinini korumamakla suçladı. 

Dolayısıyla Humeyni’nin gözle görülür açık protestosu da başlamış oldu. 1964’te ise Muhammet Rıza, Amerikan vatandaşlarına dokunulmaz lık verdi bu da yine Humeyni’nin İran’ın egemenliğinin ve bağımsızlığı nın elden gittiği, artık Amerikan uşağı bir ülke olduğu söylemiyle toplumda öne çıkmasına neden oldu. Bu olaydan sonra Humeyni tutuklandı. 1964’te önce Türkiye’ye sürgüne gönderildi, bir yıl kadar Bursa’da kaldı. Daha sonra Irak’a gitti, Necef kentinde kaldı. Necef kentinde uzun süre dersler verdi. Velayet-i Fakih teorisini burada geliştirdi ve daha sonra Paris’e gitti. İslam devrimi olunca Paris’ten İran’a geri dönmüştü. 1979’a gelindiğinde, daha doğrusu bu arada tabi ki Humeyni’nin ülkeden gitmesi, ulema ile iktidar arasındaki mücadele, şahın giderek artan baskıcı siyaseti, şahın muhalefet 
üyelerini tutuklatması, ağır baskılarda bulunması, ağır işkencelerde bulunması, ekonominin kötüleşmesi, Ak Devrim sonucu toplumsal yapının bozulması, köyden kente göçlerin artması, pazar esnafının yeni ekonomik reformlar sonucu kar kaybetmeleri ve şaha olan desteklerini geri çekmeleri vs. bütün bunlar İran toplumunda toplumsal bir kargaşaya yol açmıştı. En sonunda 1978’de Jale 
meydanında büyük bir gösteri oldu. Şahın polisleri yüzden fazla kişiyi bu meydanda katlettiler ve bu gün Kara Cuma olarak anılmaktadır. Bu kadar artan 
gerginlikler oluştu toplumda ve en sonunda 15 Ocak 1979’da şah ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 

Şah’ın ülkeyi terk etmesi ardından 1 Şubat 1979’da Humeyni İran’a geri geldi ve 11 Şubat 1979’da İslam devriminin zaferi ilan edildi. O günlerin gazeteleri 
var elimde şöyle gösterebilirim size mesela, şah’ın ülkeyi terk ettiği günün gazetesi, “şah gitti” şeklinde. Ve burada şah’a karşı toplumdaki bütün 
kesimlerin işbirliği yaptığını gösteren hatta ordu ile halkın işbirliği yaptığını gösteren bir resim kondu. 

Gerçekten de ordu şah’ın gitmesinden önce saf değiştirerek halkın yanında yer aldı. Bu da Ayetullah Humeyni’nin İran’a geldiği günün gazetesidir. Ayetullah 
Humeyni’nin İran’a gelişi İslam devriminin liderinin devrimin başına geçmesi olarak algılandı. Zaten Paris’te Ayetullah Humeyni kurduğu devrim konseyi ile İran içerisindeki devrimci çalışmaları yönetmekteydi. 
İran’a kasetlerini ve konuşmalarını göndermekteydi, halk arasında herkes bunları dinleyip devrimci mücadeleye katılmaktaydılar ancak İran’a gelişi mücadelenin gerçek karizmatik liderinin dönüşü oldu bir anlamda. 11 Şubat 1979’da İran zaferinin ilan edilmesinin ardından 30 ve 31 Mart 1979’da referandum yapıldı ülkede ve bu referandumda halka yeni kurulacak rejimin türünün İslam cumhuriyeti olmasını isteyip istemedikleri soruldu. Ve %98,2 çoğunlukla halk İslam cumhuriyetini kabul etti. Ancak bu sırada İslam cumhuriyetinin ne demek olduğu, ne anlaşıldığı, bunların hiçbirisi belirgin değildi. Bu konuda hiçbir konuşma, yazı vs. yoktu. Sadece İslami prensiplere dayalı, yerel ancak halk egemenliğinin de mevcut olduğu bir cumhuriyet kurulması ideali vardı kafalarda. 1 Nisan 1979’da devletin şekli İslam cumhuriyeti olarak ilan edildi. Daha sonra yeni bir anaysa yapılması tabi ki gündeme geldi. Yeni anayasayı yapmak üzere geçici hükümet tarafından uzmanlar konseyi görevlendirildi. Bu uzmanlar konseyi 1979’da Ağustos ayında ilk defa toplandı. Bu kurucu meclisin hazırladığı anayasa taslağı 2-3 Aralık 1979 tarihlerinde son şekliyle yine halkoyuna sunuldu ve oylamaya katılanların %98’i yine bu anayasayı kabul etti. Anayasa’daki en önemli özellik ve anayasa yapılırken üzerinde en çok tartışılan fikir Velayet-i Fakih kurumuydu. 

Velayet-i Fakih Kurumu Şii teolojisinde de bir yenilikti. Çünkü geleneksel Şii teolojisinde ulemanın siyasete karışması, müdahil olması mümkün değildi. Bunun sebebi de Şiilikte kayıp imam Mehdi inancı olmasıydı. Ve Mehdi’nin M.S 874’te gaybete gittiği ve belirsiz bir zamanda Dünya’daki bütün işleri düzeltmek üzere geri geleceği inancı var, dolayısıyla Mehdi geri gelene kadar kurulacak hiçbir hükümet meşru değil, adil değil çünkü tek adil hükümeti Mehdi kurabilir. Geleneksel Şii inancı bu şekildedir. Velayet-i Fakih ise Humeyni’nin Necef’te 
geliştirdiği bir teoridir. Bu teoriye göre imam Mehdi’nin dönüşüne kadar İslam hukukunda ve İslam esaslarında en bilgili olan müşteyitler ve ulema hükümet etmekle yükümlüdür, görevlidir, sorumludur. 

Bu teorinin temeli budur. Dolayısıyla 1979’dan sonra kurulan İslam cumhuriyeti nin temeli olarak da Ayetullah Humeyni önderliğinde Velayet- Fakih temel kurum ilan edildi. Buna göre Ayetullah Humeyni Velayet-i Fakih’in ilk görevlisi, 
sahibi oldu. İlk Veli-i Fakih oldu. Ve İran’ın da ilk rehberi oldu. Rehber demek ne demek? Rehber, anayasaya göre fetva açıklamada yetkili, gerekli ilmi 
yeteneğe sahip, takva sahibi, adil, sahih, siyasi ve sosyal görüşe ve yöneticilik yeteneğine sahip müşteyitler arasından seçilen en yetkili siyasi ve dini müşteyit 
diyebiliriz. Bu rehberin Ayetullah olması gerekiyor. 

Rehberin görevleri ki, ilk rehber Ayetullah Humeyni idi, devrim lideri, düzenin yararını teşhis heyetine danışarak, bundan daha sonra bahsedeceğim, 
devletin genel siyasetini belirleme görevine sahip ve düzenin genel siyasetin uygulamasını denetliyor, halk oylaması için emir veriyor, silahlı kuvvetlere 
komutanlık ediyor, savaş, seferberlik ve barış ilanını yapıyor, pek çok önemli kurumun başkanlarını yine rehber doğrudan atıyor, yasama yürütme yargı organları arasındaki ilişkiyi rehber düzenliyor, normal yollarla çözülemeyen problemleri düzenin yarını teşhis heyeti aracılığıyla rehber çözüyor. 

Cumhurbaşkanına mazbatasını veriyor ve cumhurbaşkanını görevinden azledebiliyor ve bunun gibi rehber-ilah sisteminde bütün kurumların üstünde, 
oldukça güçlü yetkiler ile donatılmış, hem ilahi yetkiye sahip hem de bu ilahi yetkiden dolayı Velayet-i Fakih çerçevesinde siyasi yetkiye sahip, devletin en 
güçlü kişi rehberdir. 1989’a kadar Ayetullah Humeyni rehberdi, 1989’dan bugüne kadar da Ayetullah Hamaney rehberlik görevini ifa ediyor İran’da. 
Rehber, çok yetkili bir kişi İran siyasetinde İslami Tebliğ Teşkilatı aracılığıyla ekonomik kurumları da denetliyor, idari işleyişlere nezaret ediyor, yurtdışına 
doğrudan temsilciler atıyor. Özel danışmanları var ve özel danışmanlarını yüksek rehberlik bürosu aracılığı ile kullanıyor. Bunların dışında rehbere bağlı bir özel ulema mahkemesi var yani ulema içerisindeki işleri de rehber düzenliyor. 

Öğrencilerin ve din adamlarının faaliyetlerini ve işledikleri suçları denetliyor, 
soruşturuyor. İran’da resmi siyasal sistemden sonra gelen en önemli ikinci kurum koruyucular şurası. Koruyucular şurası temel olarak anayasayı korumakla görevli. Anayasanın şeriata uygunluğunu, yeni yapılan yasaların şeriata ve anayasaya uygunluğunu, hepsini denetlemekle görevli olan kurum koruyucular şurasıdır. Koruyucular Şurası’nın ikinci önemli görevi de seçime katılacak adayların siyasal, dini özelliklerini test etmek ve onaylamak ve seçimlere katılma izni vermektedir. Yani açıkçası işleyişte, seçimlere katılmak isteyen herhangi bir aday Koruyucular Şurası tarafından reddedilir ise seçime katılamıyor. 

Koruyucular Şurası ise altı yıl için seçilen on iki üyeden oluşuyor. Bu on iki üyenin altısı Fakihler arasından rehber tarafından seçiliyor. Diğer altısı İslami Şura Meclisi yani parlamento tarafından, hukukun çeşitli branşlarından uzman Müslüman hukukçular arasından seçiliyorlar. Bu kişiler altı yıl için seçilmelerine rağmen her üç yılda bir grubun yarısı yenileniyor. Şimdi gördüğünüz gibi aslında Koruyucular Şurası seçilmiyor atanıyor ancak bu atanacak şura’nın seçime girecek adayları denetlemesi, seçimlere girme izni vermesi veya girmekten men etmesi, atanmış bir kurumun seçilecek kişiler üzerinde ne kadar etkili ve yetkili olduğunu gösteriyor. Bu da İran sistemindeki dini meşruiyet ile halka dayalı meşruiyet arasındaki çatışma noktalarından birini teşkil ediyor. Rehber ve Koruyucular Şurasından sonraki en önemli kurum Uzmanlar Şurasıdır. 
Uzmanlar Şurası doğrudan halkoyları ile seçiliyor. Din adamlarından oluşuyor bu şura, seksen altı üyesi var ve sekiz yıl için seçiliyor. Uzmanlar Şurası’nın temel görevi anayasanın rehberlik makamı için gerekli gördüğü niteliklere sahip Fakihler hakkında incelemeler yapmak, daha doğrusu rehberi tayin etmektir. Bunlar arasından birisinin üstün bilgili olduğuna kanaat getirildiğinde rehberde aranan nitelikleri, halkın çoğunluğunun desteğine sahip olduğuna karar verdiğin de bu niteliklere sahip bir kişi rehber olarak atıyor. Bu Şuranın oluşumu 
Ayetullah Humeyni’den sonra yerine kim gelecek sorusuyla aslında ortaya çıktı. Uzmanlar şurası anayasa yapımında da toplanmıştı, anayasa yapıldıktan 
sonra dağıtılmıştı. Daha sonra Humeyni’den sonra gelecek rehberi belirlemek için tekrar toplandı ve şu anda da sekiz yılda bir toplanıyor. Aynı zamanda 
rehberin niteliklerini denetleme hakkına da sahip, yani rehberin herhangi bir dini, siyasi vasfında yetersizlik tespit ederse görevden alma yetkisine de sahip. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****

Türkiye’nin Dış Politikasında Ortadoğu


Türkiye’nin Dış Politikasında Ortadoğu 



Prof.Dr. Meliha Altunışık
*ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü 

Bugünkü konumuz “ Türkiye-Ortadoğu İlişkileri ”. Ben yıllardır bu konuyu çalışıyorum. Bu konu ilk defa bu kadar gündeme geldi diyebilirim. 

Ben bu işe ilk başladığımda insanlar genellikle “Türkiye-AB İlişkileri” çalışıyoruz diyorlardı. Kendimi yalnız hissetmiştim. Ama şimdi Ortadoğu’yla ilgilenenlerin 
sayısı artmakta. Ortadoğu bana hep ilginç gelmiştir. 

Karmaşık, değişken ve heyecan verici. Hele son günlerde Ortadoğu’nun değişmezlik algısı tamamen yerle bir olmuş durumda. Bu dönüşüm süreci, yaşanan ve yaşanacak olan değişimler hakkında bir şeyler söylemek bizler içinde oldukça zor. 
Zaten sosyal bilimciler olarak bizler çok fazla öngörüde bulunmaz ve öngörülerin bilimsel analizin bir parçası olduğunu düşünmeyiz. Çünkü sosyal fenomen 
karmaşıktır. Birçok faktör etkilidir ve nasıl dönüşeceğini tahmin etmek kolay değildir. Bence bu kısım bizim işimizde değil. Bizim işimiz olanları 
anlamaya çalışmak. Son günlerde yaşananlar tabi ki Türkiye’yi de yakından ilgilendirmekte. Daha sabah haberlerde Suriye askerlerinin sınıra yaklaştığına 
dair bir haber dinledim. 

Genel olarak Türkiye-Ortadoğu İlişkilerine baktığımızda açıkça görülmekte ki 2000’li yıllarda belirli değişimler yaşanmakta. Öncelikle Türkiye Ortadoğu’ya ilişkin geniş anlamda bir vizyon geliştiriyor. Daha aktif olduğu söylenebilir. Geçmiş yıllarda da özellikle 1990’da Türkiye Ortadoğu’da aktifti. 

Fakat 2000’li yıllarla karşılaştırıldığında Türkiye’nin bölgedeki aktivizminin niteliğinin değiştiği görülmekte. 1950’li yıllarda Türkiye’ye yeni NATO üyeliği çerçevesinde Batı ittifakıyla kendini ispat etme çabası ve Ortadoğu’ya batı perspektifinden bakma politikası hakimdir. Sovyetlerin etki alanını genişletme ye engel nitelik taşıyan Bağdat Paktı bunun bir örneğidir. 1955 yılında Türkiye’nin Bağdat Paktı’na üyeliği ve Lübnan, Ürdün gibi ülkeleri bu pakta çekme çabası Ortadoğu’nun Türkiye’nin bölgedeki imajını olumsuz etkilemiştir. Sonuç amaca 
hizmet etmemiştir ve Sovyetler bölgeye daha fazla girmiştir. Bölgedeki kutuplaşma daha fazla artmıştır. 1958 yılında Suriye’deki yeni rejimin Sovyet 
yanlısı olduğunu düşünen Türkiye bu rejime karşı çıkmıştır ve neredeyse Suriye’yle savaş noktasına gelmiştir. 1990’lı yıllarda ise Türkiye-Ortadoğu ilişkilerine güvenlik merkezli politikalar hakim olmuştur. 

İlişkiler Körfez Savaşı sonrasında Irak dönüşümü ve Kürt meselesiyle bağlantıları dolayısıyla Türkiye’nin bölgeden tehdit algılaması ve buna karşın daha çok güvenlik politikaları geliştirmesi olarak özetlenebilir. 90’lı yıllar İttifaklar, ekseri güç kullanımı, güçler dengesi politikası dönemi olmuştur. 

2000’li yıllarda ise Türkiye’nin aktivizminin niteliği değişmiştir. Askeri politikaları öncelemeyen, diplomasi ve ekonomik işbirliği temalarını öne çıkaran 
bir politikaya geçilmiştir. Bir diğer farklılıkta arabuluculuk meselesidir. 

Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu’da geleneksel dış politikasına, bölge içi uyuşmazlık lara hiç dahil olmamak hakimdir. Gerçi “Türkiye’nin her türlü konuda arabuluculuk rolüne soyunma hevesi” tarzında eleştiriler de geldi. 2000’li 
yıllara özgü başka bir özellik ise Türkiye’nin Ortadoğu politikasının tüm Ortadoğu’ya yönelik olarak geliştirilmesidir. Bu noktada iki genel tema insanın 
aklına geliyor, değişim ve süreklilik temaları. Bu dış politika analizinde de önemli bir sorunsal ve en zor konulardan biri. Dış politikanın “Ne zaman değiştiğini” 
söyleyebilmeyi kavramsallaştırmak çok kolay değil. Tam anlamında bir değişimin mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Böyle bir kopuşun en fazla rejim değişikliğiyle yaşanabileceğini düşünürsek, İran örneğini inceleyebiliriz. İran’da İslam Devrimi 
yaşandığında doğal olarak önceki rejimle büyük bir kopuş gerçekleşti. Ama İran dış politikasına bakıldığında değişim ve süreklilik temalarının iç içe geçtiği 
görülüyor. Tabi ki dış politika da İslam Devrimiyle önemli değişimler yaşandı. Fakat süreklilikte söz konusudur. Peki, sürekliliği meydana getiren faktörler 
nelerdir? Coğrafi konum, doğal kaynaklar gibi faktörler sürekliliği sağlamada önemli faktörler. 

Bu faktörler Türkiye içinde geçerli. 2000’li yıllarda Türkiye’nin Ortadoğu politikası önemli değişim öğeleri içeriyor. Ama ben bunu tamamen bir kopuş olarak görmüyorum. Belli süreklilik temaları içeriyor. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında başlayan tartışmalarla belirli süreklilikler kazanıldığını düşünüyorum. 

“Sadece NATO üyesi olmak Batının parçası olmaya yetmiyor.. Türk dış politikası ne yöne evrilmeli? Çevre ülkelerle ilişkilerimiz nasıl olmalı?” gibi sorular sorulmaya başladı. Bu bağlamda Ortadoğu’ya ilişkilerimizin gelişmesini öneren çeşitli bakış açılarının ortaya konulduğunu görebiliriz. Örneğin; 
Turgut Özal dönemi. O dönemde ekonomik işbirlikleri, karşılıklı bağımlılıklar temaları ortaya çıkmış, kültürel ve tarihsel bağlara vurgular yapılmıştır. 
Ya da Dışişleri Bakanlığı görevini yapmış İsmail Cem’in görüşlerine baktığımız zaman Türk dış politikasının Ortadoğu’da bugün görülen temalarından 
bazılarını görebiliriz. Dolayısıyla bu fikirlerin bazılarının 1990’lardan itibaren ortaya konulduğunu, bir kısmının uygulanamadığını bir kısmının uygulandığını 
görüyoruz. 

Bu anlamda bir süreklilik izlenirken önemli değişimlerde yaşanmıştır. Bu değişimlerden biri aktörle ilgilidir. Bu da ikinci temayı önümüze getiriyor, dış politikada yapısal değişimlerin ve aktörlerin rolü. Sizin dış politikanızın ne kadarı 
bölgesel ve uluslar arası konjonktürdeki değişimlerle ne kadarı aktörlerle belirleniyor? AKP bu politikasının gelişmesinde önemli bir aktör oldu. 

AKP’nin ortaya koyduğu bazı kavramlar ya da temalar daha öncede olsa bile bu dönemde geniş bir vizyonun parçası halini aldı. Daha da önemlisi AKP’nin Ortadoğu’ya bakışında geleneksel olarak Türk Dış Politikası’nda yer alan bazı ön kabuller, yer almadı. Örneğin Türkiye’nin bir Ortadoğu ülkesi olmak istememesi, Ortadoğu’yla olan ilişkileri ekonomik ilişkilerin ötesine geçirmek istenmemesi, 
günlük söyleme bile yerleşen “Ortadoğu Batağına” girilmemesi. Bu bakış açısı AKP döneminde yok olmuştur. 

Ortadoğu ilişkilerine bu dönemde önyargılarla bakılmamaktadır. Ama dış politikayı sadece aktörlerle açıklamak mümkün değildir. Yapısal faktörlerinde 
etkisi çok önemlidir. 2000’li yıllarda bölgede yaşanan dönüşümler, Türkiye’nin yeni politikasını mümkün kıldı. Bu dönüşümler için en önemli tarih 2003. Amerika’nın Irak’ı işgali bölgede yeni dinamikler yarattı. Hakikaten hem Irak’taki dönüşümler hem de buna paralel İran’ın bölgede 
önemli bir aktör olarak ortaya çıkması Türkiye’nin bölgedeki aktörler tarafından kabul edilmesini sağladı. 

Bölgedeki aktörler Türkiye’nin bölgede aktif olmasını istediler ve bunu teşvik ettiler. Bunun en büyük nedeni; çeşitli Arap ülkelerinin, bölgede artan İran’ın etkisinden rahatsızlık duyması ve bunu dengelemek istemesiydi. Bir diğer dönüşüm, Arap dünyasında ortaya çıkan bölünme. 2003 sonrasında Arap dünyasında lider konumda olacak bir ülke bulunamadı. Mısır özellikle Camp David anlaşmasını imzaladıktan sonra gitgide azalan bölgesel etkiye sahip oldu. Bu durum 2000’li yıllarda iyice ortaya çıktı. Irak’ta bir savaş oluyor, sonrasında bir dönüşüm yaşanıyor; Mısır bu savaşta yok. İran konusunda bir etkisi yok. Mısır’ın en etkili olduğu alan Filistin-İsrail meselesiydi ki orada bile Hamas’ın 
Gazze’yi ele geçirmesinden sonra fireler verildi. Ayrıca bölgenin geleceği konusunda birlik sağlanamadı. 

Bir tarafta ABD ile daha yakın ilişkiler içerisinde olan Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkeleri diğer tarafta Suriye, İran ve Hamas-Hizbullah 
gibi devlet dışı aktörler. Böyle bir parçalanma yaşandı Arap dünyasında ve bunun sonunda bölge de güçlü bir Arap ülkesinin olmaması stratejik bir 
boşluk yarattı. Bu da Türkiye’nin bölgede aktif olabileceği bir alan açtı. Yani Arap olmayan ülkelerin Arap dünyasında aktif olmalarının önü açıldı. 

Üçüncü bir dönüşüm ise ABD’nin politikasındaki başarısızlıklar dır. ABD, Irak savaşıyla birlikte bölgedeki etkinliğini yitirme sürecine girmiştir. Bu savaş 
ABD’nin bölgedeki meşruiyetini zayıflattı. Irak işgali ABD gücünün hem en doruğa yükseldiği nokta hem de düşüşünün başladığı noktadır. ABD’nin 
bölgedeki etkinliğinin azalması ve bölgeyi şekillendirme çabasında karşılaştığı güçlükler Türkiye ve İran gibi ülkelere alan sağladı. 2003 sonrasında yaşanan 
stratejik dönüşümlerin Türkiye’nin Ortadoğu politikasında önemli payının olduğunu düşünüyorum. En önemlisi, Türkiye’nin bölgede kabulü kolaylaştı. 
Sonuç olarak Türkiye’nin Ortadoğu politikasının gelişmesinde bölge için vizyon genişletmek isteyen bir aktör ve bölge koşullarının buna uygunluğu 
bir bütün oluşturmuştur. AKP döneminde de politika da dönüşümler yaşanmıştır. Ben bu dönüşümü 

1. AKP hükümeti ve 
2. AKP hükümeti olarak ayırıyorum. 

Belki de Seçimlerden sonra, 

3. AKP hükümeti diye bir dönüşüm daha yaşanacak. İlk dönemin özellikleri nelerdir? Genel olarak vizyonun genişlemesi ve bölge ülkeleriyle olan ilişkilerin geliştirilmesi için belli çabalar içine girilmesi. Özellikle Suriye’yle ilişkiler gelişmiştir. Tabi bu gelişme 98’den başlamıştır. Bunun içinde arabuluculuk politikaları uygulanmaya başlanmıştır. İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk çalışmaları doruk noktayı oluşturmaktadır. Bu dönemde hala belli sınırlamalarla 
karşılaşıyoruz. 2008 yılına kadar Irak politikası yapılan açılımlara rağmen değişmemiştir. AB ilişkileri çok fazla ön plana çıkmış ve Ortadoğu’yla ilişkilerin 
AB süreciyle uyumlu olmasına dikkat edilmiştir. Kısaca ilk dönemde, belli açılımların yapılmaya çalışıldığını fakat bütünsel bir politika oluşturulamadığını 
söylemek mümkün. Ayrıca bu dönemde belli kavramsallaştırmalar da ortaya çıkmıştır; komşularla sıfır sorun politikası gibi. Fakat bu politikaların uygulama alanı bulamadığı görülüyor. İkinci dönemde ise kavramsallaşan birçok şey uygulanmaya başlamıştır. Gazze Savaşı, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını doğrudan etkileyen önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye’nin savaş karşıtı tutumu, İsrail eleştirileri ve ilişkilerinin bozulması ikinci dönemin en önemli özelliği olarak görülüyor. AKP hükümetinin ilk döneminde, İsrail’le olan ilişkiler sorunsuz devam etmekteydi. Hatta Türkiye, bölgedeki aktivizmi 
açısından İsrail’le ilişkilerini kullanmaya çalıştı. 

İkinci dönemde İsrail ilişkilerinin bozulması, dinamiklerin değişmeye başladığının göstergesi oldu. İsrail’le bozulan ilişkiler doğrultusunda Arap-İsrail meselelerin de arabuluculuk rolünün oynanamayacağı ortaya çıktı. Bazı Arap liderleri Türkiye’nin Hamas’a daha yakın durduğu algısıyla konumundan rahatsız olmaya başladılar. Hatta Beşar Esad bile bir röportajında “Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin olmasını istediklerini” söyledi. Dolayısıyla ilginç bir şekilde 2. dönemde İsrail’le ilişkilerin bozulması sadece Türkiye-İsrail açısından değil, bazı 
Arap ülkeleri açısından da önem kazandı. Önemli bir diğer husus arabuluculuk meselelerinde Türkiye’nin rolünün sınırlanmasıdır. Bu dönemde AB boyutu da zayıflamıştır. Çünkü bu dönemde 


Türkiye-AB ilişkileri zayıfladı Tabi bu bambaşka bir konu. Bu durumun hem Türkiye’den hem de AB’den kaynaklandığı bilinmekte. Nedenler ne olursa olsun, sonuç olarak 2000’li yılların ortasından itibaren Türkiye-AB ilişkileri gittikçe problemli bir hal almıştır. Özellikle Fransa’da Sarkozy’nin iktidara gelmesi durumu pekiştirmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin izlediği politikalarda AB’ye uyum ilkesinin azatlığını ve bölgede kendi başına bir aktör olarak aktifleşmeye başladığı görülüyor. Bu zayıflama iki durumda ön plana çıktı; biri Türkiye’nin İsrail’le bozulan ilişkileri diğeri Türkiye-İran ilişkileri. Bu iki ilişki Türkiye’nin geleneksel müttefiklerinde problem noktası olarak ortaya çıktı. Bunun en üst 
noktaya çıktığı yer, Türkiye’nin Brezilya’yla birlikte İran’la nükleer değişim anlaşması imzalaması oldu. Ama bunun hemen ertesinde ABD konuyu güvenlik 
konseyine getrdi ve yaptırımların arttırılması konusunda karar çıkmasını sağladı. Buna Türkiye ve Brezilya’nın hayır oyu vermesi, müttefiklerle uyumlu politika ların  izlenmesinin kopuş noktasıydı. 

Kısaca 
2. dönemin en belirgin özelliği; Türkiye’nin politikalarının AB ve ABD’yle olan ilişkilerinde sorun yaratmaya başlamasıdır. Hatırlarsınız bu dönemde 
“eksen kayması” tartışmaları da başlamıştır. Yine bu dönemde Türkiye’nin Irak’la ilişkilerinin düzelmeye başladığı görülüyor. Tabi bu da 2008 yılında Türkiye ’nin ABD ve Kuzey Irak Yönetimi’yle bir anlayışa gitmesi ve bu çerçevede askeri operasyon düzenlenmesi kriziyle başladı. Bu olaydan sonra Irak, ABD ve Türkiye arasında üçlü bir mekanizma kuruldu. Bunun ardında da ilişkiler hızla düzelmeye başladı. En önemli değişim Kuzey Irak Yönetimi’yle ilişkilerin düzelmesiydi. Ayrıca ekonomik ilişkilerde büyük gelişmeler sağlandı. Ayrıca 
Suriye’yle ilişkiler kurulan mekanizma çerçevesinde ilgili bakanların bir araya gelmesiyle ileri düzeylere taşındı. İkinci dönemde bölgeyle olan ekonomik ilişkiler en üst noktaya ulaştı. Ortadoğu’ya yapılan daha az etkilendi. 

   Örneğin Gaziantep’te iş sahibi olan insan sayısının arttığı görülmektedir. Tabi tüm bunlar girilen bu yeni dönemde bize bazı zorluklarda sunacak. Son olarak, 2008 yılından önce Türkiye Ortadoğu politikasında en azından söylem düzeyinde 
“demokratikleşme, siyasi reform, ekonomik reform” gibi konuları gündeme getiriyordu. Bu söylemlerin sonucunda Türkiye Arap Dünyasındaki muhalifler arasında da popüler olmuştur. Fakat 2. dönemde Türkiye bu söylemi bıraktı. Bunun nedenleri ne olabilir? Biri demokratikleşme acentesinin problemli hale gelmesi. 2000’li yılların başında Bush yönetimi de demokratikleşme söylemlerinde bulunuyordu. Ama bunun sonucunda Irak işgal edildi. 

Tüm bunlar demokratikleşme söyleminin meşruiyetinin kaybolmasına yol açtı. Türkiye’nin bu söylemden vazgeçmesinin bir nedeni bu olabilir. 

Bir de AKP hükümeti Türkiye’nin içinde de eleştirilmeye başlandı. Diğer bir neden ki bugün olanları anlamakta bize yardımcı olacak bir neden; 2. dönemde 
Türkiye’nin bölgeyle ilişkilerini daha ileri bir noktaya getirmesi. Bölgeyle siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmek için var olan rejimlerle muhatap olmak zorunda sınız. Dolayısıyla gelişen ilişkilerle birlikte muhaliflere destek veren söylemleri birlikte götürmeniz çok zor. Bu nedenle Türkiye demokratikleşme sürecini arka plana aldı. Bunu karar vericilere sorduğunuz zaman “ Türkiye bu söylemler den vazgeçmedi. Dönüşümün yavaş yavaş zaman içinde olmasını tercih ediyor. Bu ülkelerle ilişkilerini geliştirerek dönüşümü böyle gerçekleştirmeyi umuyor ” diyorlar. 

Tabi bugün olanlar karşısında bu politikanın yürütülemediğini görüyoruz. Çünkü dönüşüm çok hızlı ve bazı yerlerde istikrarsız biçimde olmaya başladı. Bugün Türkiye tam da bu ikilemlerle karşı karşıyadır. Bir taraftan var olan statükoyla kurulan ilişkiler diğer taraftan değişmek üzere olan statüko. 

Nasıl bir yol izlenecek? Statüko korunmaya mı çalışılacak? 

Size ilgiyle bakan muhaliflerin yanında mı ekonomik açılım Türkiye küresel ekonomik krizden olacaksınız? 


***


Avrasya’da Yeni Bir Güç mü?


Avrasya’da Yeni Bir Güç mü?

Yazar: 
Merve Suna Özel
Mustafa Aytekin


Sovyetler Birliği'nin daha önce içerisinde olan çeşitli cumhuriyetler bağımsızlıklarını kazanmış ve kısa süre içerisinde Washington'un nüfuz etme politikasının hedefi haline gelmişlerdir. Dağılmanın ardından liberal ekonomiye geçiş sürecinin krizleri ile mücadele eden ve Batı ile işbirliği arayışında olan Yeltsin liderliğindeki Rusya, 1990'ların başında ABD'nin Avrasya politikalarına karşı genellikle bekle ve gör politikası takip etmiştir. Avrasya olarak kabul edilen bölge içerisindeki hem Orta Asya hem de Kafkasya ülkelerini kapsayan coğrafya sadece ABD'nin değil ucuz ve güvenilir enerji kaynakları arayışında olan Avrupa devletlerinin de ilgi alanına girmiştir. Bu bağlamda Batılı devletler bölge devletleri ile ikili ilişkiler gerçekleştirmiş ve Avrasya ülkelerinin bağımsızlıklarını takiben pek çoğu ile "Ortak İşbirliği Anlaşmaları[1]" imzalamışlardır.
Boris Yeltsin'in 31 Aralık 1999'da istifası ve yerine Vladimir Putin'i vekil Devlet başkanı olarak göstermesinden sonra Mart 2000'de yapılan seçimlerde Devlet Başkanı seçilen Vladimir Putin ile birlikte Rusya gerek iç politikada gerekse dış politikada ağırlığını daha fazla hissettirmeye başladı. Putin 1999'da yaptığı "Rusya Bin Yılın Eşiğinde" adlı konuşmasının sonunda "Son 200–300 yıldır ilk kez, Rusya, dünya devletleri arasında ikinci, hatta üçüncü lige düşme tehdidiyle karşıkarşıyadır. Bu tehdidi yok etmek için zamanımız kalmadı. Ulusun tüm entelektüel, fiziksel ve ahlaki güçlerini zorlamalıyız. Koordineli, yaratıcıçalışmaya ihtiyacımız var. Bunu kimse bizim için yapmaz. Her şey bize, sadece bize dayanmaktadır"ifade etmiştir[2].. Başkan Putin böylece iç ve dış politikada takip edilecek hedefleri de net bir şekilde ortaya koymuştur

Putin'in devlet başkanlığı ile birlikte Rusya, Orta Asya ülkeleri ile olan ilişkilerine ağırlık vermeye başlamış, bölge içerisinde ekonomik, askeri ve siyasi örgütlenmeler aracılığı ile ABD'nin başını çektiği tek kutu
plu sistemden kurtulmak için ikinci bir kutup yaratmayı amaçlamıştır.[3]'[4]AB ülkeleri ve ABD bölgede güçlenmeye başlayan Rus etkisine karşı bölge devletleri ile yeni siyasi ve ekonomik işbirliği arayışlarına başlamışlardır. Böylece AB, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Ermenistan, Gürcistan, Moldova ve Ukrayna ülkeleri ile ilişkilerini güçlendirme adına "Doğu Ortaklığı Zirvesi[5]" faaliyetlerini başlatmıştır. Enerji bağlamında Rusya'ya karşı alternatif yollardan enerji ihtiyacını karşılama adına AB ülkeleri, Nabucco[6] ve Trans Hazar[7] projeleri ile Rusya'ya olan bağımlılıklarını azaltmakla birlikte, bölge ülkeleri ile de ilişkilerini sağlamlaştırmak istemişlerdir.

ABD de, mali yardımlar ile bölge devletlerini kendine bağlı kılmayı amaçlamıştır. Bölge ile ilgili hedeflerini gerçekleştirmek için ABD ekonomik desteklere ağırlık vermiş, demokrasi, askeri işbirliği programları ve enerji kaynaklarının geliştirilmesi alanlarında 1990'larınbaşından itibaren bölgede nüfuz alanını arttırmaya çalışmıştır[8]. Başkan Bush yönetimindeki yeni muhafazakâr Washington idaresi, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından teröre karşı mücadele amacıyla Afganistan'a müdahale yoluna gitmiş, bunun içinde Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından pek çok uluslararası ilişkiler uzmanının tahmin ettiği ve tavsiye ettiği üzere Orta Asya devletlerine askeri anlamda yerleşme fırsatını yakalamıştır[9]

Günümüzde Orta Asya bölgesinde yeni bir değişim süreci yaşanmaktadır. 2012'de yapılacak olan Rusya Devlet Başkanlığı seçiminde en güçlü aday olan Başbakan Putin'in ilan ettiği "Avrasya Birliği" bölgede AB'ye alternatif[10] bir yapılanma ortaya koymaktadır. Bu nedenle ABD ve AB 'ye karşı Rusya ve Avrasya Birliği'nin oluşum süreci ve aşamaları bu makalenin konusunu oluşturmaktadır.


Putin'in Avrasya Birliği


Vladimir Putin, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasını, 20. yüzyılın en büyük faciası şeklinde yorumlamıştır.[11] Birinci ve ikinci başkanlık döneminde Rus bürokrasisini tekrar örgütleyen, merkezkaç eğilimleri şiddetle ezen, oligarkların gücünü kıran Putin'in iktidara gelmesinden sonra geçen yıllar içinde petrol fiyatlarının sürekli yükselmesi neticesinde KGB kökenli genç devlet başkanı seçimlerde halkın desteğini kazanmıştır. Özellikle Rus köylüsü kendisine kaynak aktaran Putin'i, seçimlerde etkin bir şekilde destekleme eğilimi göstermiştir.

2008'de ikinci devlet başkanlığı sona eren ve Başbakan olarak Rusya'nın iç ve dış politikasında aktif rol alan Putin, Rusya'yı yeniden büyük bir güç haline getirmek için üçüncü kez devlet başkanlığına aday olduğunu açıklamıştır. Rusya'yı dış politikada daha da güçlendirmek ve Rus nüfuz alanını daha da genişletmeyi Putin, devlet başkanı olmadan çalışmalara başlamıştır[12].Bu anlamda ilk icraatı olarak "Avrasya Birliği" fikrini İzvestia gazetesinde yayımlanan makalesiyle açıklamıştır. Putin, Avrasya Birliğini; Asya- Pasifik ve Avrupa Birliği bölgesinde güçlü bağlar kuracak uluslar üstü bir model olarak nitelendirerek, Avrasya Birliği'nin oluşumunda, Büyük Avrupa'nın özgürlük, demokrasi ve piyasa yasalarını temel alacaklarını açıklamıştır[13]. Ayrıca Başbakan Putin, Avrasya Birliği'ne eski Sovyet Cumhuriyetlerini davet etmekle birlikte diğer ülke ve bölgelere de açık bir birlik olduğunu belirtmiştir.

Avrasya Birliği içerisinde, Orta Asya Enerji yollarının Avrupa'ya ulaşmasındaki alternatif yol olan Türkiye'nin yer alması gerektiği vurgulanmıştır. Stanislav Tarasov, " Türkiye Rusya ile Ticari-Ekonomik ilişkileri aktif olarak geliştiriyor. İki ülke arasındaki mal mübadelesinin 2015 yılına doğru 100–150 milyar dolara çıkması bekleniyor. İki ülke arasında vize zorunluluğu kaldırıldı. Türkiye aynı zamanda diğer eski Sovyet cumhuriyetleri ile ilişkileri geliştiriyor. Boru hatları haritasına bir göz atarsak Türkiye'nin gerçekte Avrasya Enerji sistemine entegre olduğunu görürüz. Türkiye bölgedeki güç merkezleri sisteminde kendi çıkarlarını koruyan bağımsız bir bölgesel oyuncudur. Bunun için Türkiye, Rusya ve Avrasya Ekonomik Birliğinin diğer üyeleri ile birlikte güçlü bir Avrasya stratejik ekonomik oluşumunu meydana getirmede çok büyük rol oynayabilecek[14]açıklamalarında bulunarak, Türkiye'nin de birliğe bir şekilde dâhil olmasını istediklerini açıkça belirtmiştir.

Bunun yanı sıra Avrasya Birliğine olumsuz tepkiler de mevcuttur. Gürcistan birliğe katılmayacağını ilk duyuran ülke olmuştur. Gürcistan Dışişleri Bakan Grigol Vaşadze, ''Gürcistan'ın tutumu nettir, tüm egemen devletler siyasi ve ekonomik kuruluş veya birlik oluşturma hakkına sahiptir. Ancak ister BDT ülkeleri arasında imzalanan serbest ticaretanlaşmasıolsun, isterse de Avrasya Birliği olsun, Rusya Federasyonu himayesinde kurulan herhangi bir kuruluş ya da birliğe Gürcistan'ın katılmaya ne arzusu ne de planı vardır [15].'' şeklinde Gürcistan'ın Avrasya Birliği'ne yönelik politikasını açıklamıştır


Avrasya Birliği'nin Oluşumunda Ekonomik Adımlar


Avrasya Birliği'nin temelini oluşturabilecek alt yapı Rusya, Kazakistan ve Beyaz Rusya'yı kapsayan Gümrük Birliği anlaşmasıdır. 6 Ekim 2007'de Rusya, Kazakistan ve Beyaz Rusya yetkilileri, Gümrük Birliği'nin kuruluşunu kararlaştırmış ve Temmuz 2010 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir[16]. Gümrük Birliği komisyonları konusundaki proje Almatı'da Avrasya Ekonomik Topluluğunun uluslararası konseyinde alınan kararla 1 Ocak 2012'den itibaren Gümrük Birliği ülkeleri arasında ticaret, para ve işçi dolaşımının serbest olacağı belirlenmiştir[17]. Rusya Başbakanı Putin ilk olarak Gümrük Birliğine Ukrayna, Kırgızistan ve Tacikistan'ı da davet etmiştir. Ukrayna'nın Gümrük birliğine dâhil olması durumunda Avrupa fiyatından aldığı doğalgazı Rusya iç piyasa fiyatlarından alacağını ve yıllık 9 milyar dolar kazanç sağlayacağını söylemiştir[18]. Ancak Ukrayna Gümrük Birliğine dâhil olması halinde AB ile Ukrayna arasında devam ettirdiği ilişkinin çelişeceği nedeni ile Gümrük Birliği dışında kalma kararı almış ve Rusya tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir[19].

Rusya ve Kazakistan, Avrasya Birliği'ne Kırgızistan'ın girmesini sağlamak için ekonomik ve askeri destekleme programları oluşturulmuştur. Rusya Acil Durumlar Bakanlığının 3 milyon dolarlık yardım programı çerçevesinde Kırgızistan'a insani yardımlarda bulunmuştur[20]. Kırgızistan Başbakanı Almasbek Atambayev, Rusya'nın en kötü günlerinde kendilerine destek olduğunu belirterek, "Dostluğumuzun değerini bilmeliyiz. Dostluk bağlarımızı geliştirerek kökleştirmeliyiz. Sadece birlik içinde olursak başarırız ve kalkınırız. Rusya Kırgızistan'ı desteklemek amacıyla son bir yılda 25 milyon dolar yardımda bulunmuştur" yönündeki açıklamada bulunmuştur[21]. Kazakistan ise Kırgızistan ile siyasi ilişkileri geliştirerek iki ülke arasında parlamenterler birbirlerine ziyaretlerde bulunmuştur. Kırgızistan parlamentosu Kazakistan devlet başkanını Nursultan Nazarbayev'i Nobel Barış ödülüne aday göstermiş ve Orta Asya'nın lideri olarak değerlendirmişlerdir[22].

Kazakistan, Kırgız ekonomisinin doğalgazda Özbekistan'a bağımlılığını azaltmak için, Özbekistan'ın bin metre küpünü 280 dolardan sattığı doğal gazı Kazakistan bin metre küpünü 195 dolara satarak Kırgız ekonomisine destek olmaktadır[23]. Böylece Kırgızistan'ın doğalgaz alanında Özbekistan'a olan bağımlılığı azaltılmıştır. Rusya ve Kazakistan, Tacikistan'ın birliğe girmesini sağlamak amacıyla ekonomik ve insani yardımlar programına Tacikistan'ı da dâhil etmişler ve her yıl düzenli yardım etmeye başlamışlardı[24].

Avrasya Birliği'nin ekonomik politikaları bölgedeki devletlerin tamamını kapsamaktadır. Avrasya Ekonomik Birliği üyesi ülkeleri hatta tarafsız devlet olan Türkmenistan[25] bile dış politikalarında önceliğinin Rusya olduğunu açıklamışlardır[26] Putin, İzvestia gazetesinde yayımlanan makalesinde; Avrasya Birliği'nin ekonomik yönünden ve üye devletlere ekonomik kazanımlarından bahsederek bölge devletlerini Avrasya Birliğine davet etmiştir[27]. Avrasya Birliği, bölgede AB'ye benzer bir sistem oturtarak ekonomik yönü ağır basan bir sistem olma ihtimalini taşımaktadır.


Avrasya Birliği'nin Oluşumunda Askeri Adımlar


Rusya, NATO'nun yürüttüğü Füze Kalkanı Savunma Sistemi Programın karşı Avrasya bölgesinde kendi askeri birliğini kurmak için adımlar atmaya başlamıştır. Rusya ile füze savunma sistemi konusunda anlaşamayan ABD ve NATO ülkeleri her fırsatta sistemin Rusya'ya karşı olmadığını dile getirmişlerdir[28]. Buna karşın Rusya her fırsatta füze savunma sisteminin kendisine karşı olmadığına dair garanti istemektedir. Nitekim 2011 Ekim ayı içerisinde Rusya Dış İşleri Bakanı Sergey Lavrov 'Avrupa füze savunma sistemi konusunda danışmalara devam edeceğiz. Ama bunun bize karşı olmamasına dair somut yasal garanti verilmeden her hangi bir ortak çalışma için imkânı görmüyorum' açıklamasında bulunmuştur[29].

Rusya Başbakanı Putin "Avrasya Birliği"ni ilan etmesinden çok önce Moskova, bölge devletleri ile askeri tatbikatlar yapmaya ve çeşitli ortaklıklar kurmaya başlamıştır. Bu anlamda Rusya 2011 Eylül ortalarında Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan'ın topraklarında "Tsentr–2011[30]" adlı stratejik tatbikatlarına başlamış[31] ayrıca yeni nesil kıtalararası balistik füze denemeleri de yapmıştır[32].

Orta Asya ülkeleri de kendi aralarında askeri işbirliği içerisine girmiştir. Eylül 2011'de Kazakistan taraf olacak üçüncü bir devlete verilmemek ve OrtaAsya'da güvenliğin sağlanılmasında kullanılmak şartıyla, KazakistanSavunma Bakanlığı kanalıyla Kırgızistan'a yaklaşık 3 milyonDolardeğerinde değişik türde askeri mühimmat desteği sağlayacağını bildirmişti.[33] Buna ilave olarak Eylül 2011'de Rusya Devlet Başkanı Medvedev Tacikistan Devlet Başkanı İmamali Rahman ile bir araya gelerek Tacikistan'daki Rus askeri varlığının uzun süre bu ülkede bulunmasına yönelik anlaşmaya varmışlar ve Tacikistan'da bulunan Rus askeri üsleri ile ilgili 49 yıllık anlaşma imzalanması konusunda mutabık kalmışlardır. Bununla birlikte Rusya askeri üslerinin süresinin uzatılmasına karşılık Rusya, Tacikistan Ordusu'na modern silahlar vereceği belirtilmiştir[34].Diğer Yandan Eylül 2011'de Kazakistan Savunma Bakanı Adilbek Caksıbekov, Kazakistan'ın savunma sanayisi alanında Azerbaycan ile ortak işletmeler kurmak niyetinde olduğunu söylemiş ve Azerbaycan'ın söz konusu alandaki deneyimlerinden Kazakistan'ın da yararlanacağını beyan etmiştir[35]. Son olarak 25–27 Eylül 2011'de Tacikistan ve Kırgızistan arasına gerçekleştirilen anti terör askeri tatbikatı sonrasında Tacikistan Savunma Bakanı Birinci Yardımcısı Ramil Nadirov ile Kırgızistan savunma Bakanı Birinci Yardımcısı Talaybek Omuraliyev askeri işbirliği planı imzalanmıştır[36].
Avrasya Birliği'nin askeri kanadına dair şu an kesin bir açıklama olmasa da ileri de askeri alanda da işbirliği olabileceği göz önünde bulundurulmaktadır. Bölgede daha önce askeri anlaşma ve teşkilatlanmaların oluşu bu durumu daha da kuvvetli bir ihtimal halin getirmektedir. 2003'te Kolektif Güvenlik Anlaşması[37] teşkilat haline getirilmiş ve Orta Asya'da güvenliğini sağlayabilen tek güç olduğunu ispatlamaya çalışan Rusya, Kolektif Güvenlik Anlaşması Teşkilatı'nı etkin kolektif güvenlik örgütü haline getirmeyi amaçlamıştır[38]. Teşkilat çalışmaların hala devam etmekle birlikte Avrasya Birliği'nin kurulması halinde Avrasya coğrafyasında askeri işbirliğinin niteliği ve önemi artacaktır. Eylül 2011'de Avrasya coğrafyasında askeri işbirliği ve tatbikat açısında bir hızlanma göze çarpmaktadır. Nitekim Putin'in Ekim'in ilk haftasında Avrasya Birliği'nin kurulmasına dair açıklama yapması da birliğin olası bir askeri kanada sahip olacağı ihtimali açısından önem arz etmektedir.

Sonuç


Avrasya Birliği fikrini Putin dile getirmeden önce Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, 17 yıl önce yaptığı konuşmada bunu dile getirmiştir[39]Nazarbayev'in baş danışmanı Yermuhammet Yertisbayev, yaptığı açıklamada Putin'in kaleme aldığı makalenin Nazarbayev'in fikirlerini yansıttığını ve Avrasya liderlerinin gelecek hakkındaki fikirlerinin birbirleri ile örtüştüğünü dile getirmiştir. Ayrıca Kazakistan olarak güçlü bir ekonomik alan istedikleri yönünde de açıklamalarda da bulunmuştur[40].

Avrasya Birliği'nin kurulmasına ilişkin olarak Gümrük Birliği üyesi Rusya, Belarus ve Kazakistan'ın başbakanları deklarasyon tasarısı konusunda 2011 Ekim ayında görüşmelerde bulunmuştur[41]. Bu görüşmelerin ardından Başbakan Vladimir Putin, Avrasya Birliği'nin kurulması için çalışmalarını sürdürürken bu birliğin kurulmasının 2015 yılını bulacağını ifade etmiştir[42]. 18 Ekim 2011 tarihinde ise Bağımsız Devletler Topluluğu üye ülkelerin başbakanları, serbest ticaret bölgesinin kurulması hakkında anlaşma imzalayarak "Avrasya Birliği'nin" gelişmesi yönünde önemli bir adım attılar. Bu anlaşma ile ilgili olarak Putin'in"bölgede ekonomik gelişmeye doğru atılan adım[43]" olarak anlaşmayı yorumlaması Avrasya Birliği sürecinin başladığına işaret etmektedir.

Başbakan Putin'in Ekim 2011'de dile getirdiği "Avrasya Birliği" kurulması fikri, Rusya'da 2012'de yapılacak olan devlet başkanlığı seçimlerine dair politik bir adım olarak da görünebilir. Ancak Avrasya Birliği'nin bölge içerisinde Rusya'nın itibarını arttırmakla birlikte buna paralel olarak gücünü de arttıracağı tahmin edilmektedir. Ayrıca Avrasya Birliği'nin kurulmasındaki hedefin öncelikli olarak bölgede ekonomik bağların güçlenmesi ve bölgeye dış güçlerin girişinin engellenmesi adına atılan bir adım olarak yorumlanmaktadır. Uluslararası alanda yaşanan gelişmeler ve olaylar bölge devletlerini özellikle de Rusya'yı endişelendirmektedir. Orta Doğu'da yaşanan Arap Baharı sürecinin Orta Asya'da yaşanmasını istemeyen Rusya[44]Avrasya coğrafyasında Avrasya Birliği ile istikrar ve işbirliğini sağlamak istemektedir.



* 1 Kasım 2011 tarihinde 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü internet sitesinde yayınlanmıştır
[1] Mustafa Erdoğan, Avrupa Birliği'nin Orta Asya Politikası: Zaaf mı, Şans mı?, 20.10.2011,

[2] Elnur Hasan MİKAİL, "KGB Albaylığından Devlet Başkanlığına Putin Dönemi Rusya", s.16, http://www.scribd.com/doc/40357477/PUT%C4%B0N-DONEM%C4%B0-RUS

[3] Erel Tellal, "Zümrüdüanka:Rusya Federasyonu Dış Politikası", s215 28.10.2011, http://www.politics.ankara.edu.tr/eski/dergi/pdf/65/3/9_tellal_erel.pdf

[4] Ali Küleb, Putin, Avrasyacılık Ve Türkiye İlişkileri, 26.10.2011, http://www.alikulebi.com/Sayfa.asp?islem=2&SayfaNo=353

[5] Avrupa Birliği Doğu Ortaklığı Stratejisi, 20.10.2011,http://www.ekonomi.gov.tr/avrupabirligi/index.cfm?sayfa=DBB15005-D8D3-8566-452022B140FE9673

[6] 11 milyar dolarlık, yıllık 31 milyar metreküp kapasiteye sahip proje AB'nin, doğalgazda kaynak çeşitliliğini ve enerji güvenliğini artırmak için en ciddi alternatifi ve "doğu-batı enerji koridoru"nun en önemli ayağıdır. Hazar ve Ortadoğu doğalgazının Türkiye üzerinden geçerek, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya'ya ulaştıracak olan Proje AB ülkelerinin yüzde 60'ı aşan Rus doğalgazına bağımlığına karşı ciddi bir alternatif oluşturacak. Nabucco tek başına, AB'yi Rus doğalgazına bağımlılıktan kurtaracak bir proje olmasa da başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa'daki doğalgaz üretiminin hızla azalması ve tüketimin artmasıyla her geçen yıl dışa daha bağımlı hale gelen AB'nin, Rusya'ya olan bağımlılığını bir süre için önleyecek bir proje. http://www.nabucco-pipeline.com/portal/page/portal/en/http://www.ntvmsnbc.com/id/24983042/

[7] Hazar havzası yanında Irak ve Mısır doğalgazını AB'ye taşıyacak Güney Koridoru, Nabucco başta olmak üzere Türkiye-Yunanistan-İtalya bağlantısını ve Trans-Adriyatik boru hattını kapsıyor. Eylül 2011'de Türkmenistan'ı Hazar Denizi'nin altından Azerbaycan'a bağlayacak Trans-Hazar doğalgaz boru hattı için AB ülkeleri görüşmeleri başlattı. http://www.turkishnewsagency.com/article/business/328459/

[8] Orta Asya ülkelerinin NATO'nun Barış için Ortaklık (BİO) programına dâhil edilmesi, Temmuz 1999'da ABD Kongresi'nden geçen "İpek Yolu Strateji Yasası", vb

[9] Meşküre Yılmaz, Orta Asya'da Abd Üsleri, 25.10.2011,http://www.21yyte.org/tr/yazi5386-ORTA_ASYADA_ABD_USLERI.html

[10] Putin'in ilk hedefi Avrasya Birliği, 24.10.2011, http://dunya.milliyet.com.tr/putin-in-ilk-hedefi-avrasya birligi/dunya/dunyadetay/05.10.2011/1446803/default.htm

[11] Taşansu Türker Putin'in ustalık dönemine dikkat etmeli,20.10.2011, http://www.aksam.com.tr/putinin-ustalik-donemine-dikkat-etmeli--72021h.html

[12] Fikret Ertan, Putin'in Avrasya Birliği fikri,20.10.2011, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1189999&title=putinin-avrasya-birligi-fikri

[13] Новый интеграционный проект для Евразии — будущее, которое рождается сегодня, Vladimir Putin, 20.10.2011, http://www.izvestia.ru/news/502761

[14] Türkiye Avrasya Birliğinin üyesi olacak mı?,20.10.2011, http://turkish.ruvr.ru/2011/10/05/58212877.html

[15] Gürcistan'dan Avrasya Birliği'ne ret, 25.10.2011, http://www.1news.com.tr/guneykafkasya/gurcustan/20111019100818180.html

[16] İlyas Kamalov, Rusya'nın Orta Asya Politikaları, Ahmet Yesevi üniversitesi yayınları, Ankara, 2011, s 47

[17]İlyas Kamalov, A.g.e s.47

[18] Putin'den Ukrayna'ya 9 Milyar Dolarlık Cazip Teklif, 20.10.2011,http://www.haberler.com/putin-den-ukrayna-ya-9-milyar-dolarlik-cazip-3042121-haberi/

[19] AB'ye yeni rakip: Avrasya Birliği, 20.10.2011,http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1065352&CategoryID=80

[21] Rusya'da Kırgizistan'a 3 Milyon Dolarlık Yardım, 23.10.2010, http://turkkazak.com/site/?p=9509
[22] А.Келдибековдун Тынчтыкты коргоо боюнча Нобель сыйлыгына Н.Назарбаевдин талапкерлигин көрсөтүүсү жөнүндө,25.10.2011, http://kabar.kg/kyr/external-policy/full/13791

[23]Kazakistan'dan Kırgızistan'a Dost Eli, 30.10.2011, http://www.haberler.com/kazakistan-dan-kirgizistan-a-dost-eli-3027024-haberi/

[24] Rusya'dan Tacikistan'a gıda yardımı, 20.10.2011, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=937804

[25] Türkmenistan BM'e "Tarafsızlık statüsü" için başvurmuş 12 Aralık 1995 yılında BM bu başvuruya olumlu yanıt vermiştir. Bu tarihten itibaren Türkmenistan dış politikada tarafsız ülke olarak ilişkilerini sürdürmüştür.

[26] İlyas Kamalov, a.g.e., s.68

[27] Vladimir Putin, a.g.m http://www.izvestia.ru/news/502761

[28] http://www.timeturk.com/tr/2011.10.19/fuze-savunma-sistemi-rusya-ya-karsi-degil.html- http://turkish.ruvr.ru/2011.10.20.59042691.html

[29] Rusya Federasyonu Dış İşleri Bakanı Sergey Lavrov'un 'Rusya'nın sesi', 'Rusya'nın radyosu' ve 'Moskova Echo' radyo istasyonlarına verdiği röportaj, 23.10.2011,http://turkish.ruvr.ru/2011/10/21/59135625.html

[30]Russian, Central Asian Militaries To Practice Counterinsurgency, Naval Warfare, 25.10.2011 http://www.eurasianet.org/node/64168

[31]Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan topraklarında kapsamlı askeri manevralar başlıyor, 24.10.2011, ht tp://turkish.ruvr.ru/2011/09/19/56368685.htmlv

[32] Russia Tests Fires Sireva Missiler in Barents Sea, http://en.rian.ru/mlitary_news/20110727/165419044.html,

[33]Kazakistan'dan Kırgızistan'a Dost Eli, 20.10.2011http://www.haberler.com/kazakistan-dan-kirgizistan-a-dost-eli-3027024-haberi/

[34] Rusya, Tacikistan'da askerî varlığını sürdürecek, 25.10.2011, http://www.timeturk.com/tr/2011/09/04/rusya-tacikistan-da-askeri-varligini-surdurecek.html

[35]http://abc.az/eng/news/57323.html- http://www.news.az/articles/politics/43791

[36] Tacikistan ve Kırgızistan Askeri İşbirliği Planı İmzaladı, 28.10.2011,http://turkkazak.com/site/?p=16134

[37] Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinin oluşturduğu Kolektif Güvenlik Anlaşması (KGA) 1992 yılında imzalanmıştır. Kısa bir süre sonra 1999'da Azerbaycan, Gürcistan ve Özbekistan bu anlaşmadan ayrılmıştır.

[38] Anar Somuncuoğlu, Rusya-Orta Asya İlişkilerinde Kolektif Güvenlik, 09.10.2011, http://www.21yyte.org/tr/yazi6053-Rusya_Orta_Asya__Iliskilerinde_Kolektif_Guvenlik.html


[39] Abdijalel Bekir,"БIЗ КIМ БОЛУЫМЫЗ КЕРЕК?", 27.10.2011 http://www.turkystan.kz/page.php?page_id=36&id=2912

[40] Н.Назарбаев «Қазақстан және жаңа әлемдегі еуразиялық идея» халықаралық форумының қатысушыларын құттықтады, 28.10.2011,http://www.bnews.kz/kk/news/post/61078/

[41] Avrasya Birliğinin silueti netleşti, 25.10.2011, http://turkish.ruvr.ru/2011/10/20/59049609.html

[42]Putin: "Avrasya Birliği 2015'te",26.10.2011,http://www.gazetem.ru/gundem/11466/putin:-avrasya-birligi-2015te.html

[43] Avrasya Birliği: Teoriden pratiğe doğru, 25.10.2011, http://turkish.ruvr.ru/2011/10/23/59201628.html

[44] Putin'in Rusya'sı Arap Baharı senaryosunun ülkesinde tekrarlanmasından korkuyor, 24.10.2011 http://www.kavkazcenter.net/tur/content/2011/10/10/7170.shtml


http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6355