31 Ekim 2017 Salı

BARZANİ VE İKBY REFERANDUMU SONRASI BÖLGEDE OLASI GELİŞMELER


BARZANİ VE İKBY REFERANDUMU SONRASI BÖLGEDE OLASI GELİŞMELER

Arap Dünyası ve Kuzey Irak Referandumu


 Riad Domazeti
 
12 Ekim 2017

Arap Dünyası ve Kuzey Irak Referandumu
    25 Eylül tarihinde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) önderliğinde gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu, uzun zamandır karşı karşıya olan İran ile Türkiye’yi yakınlaştırdı. Kuzey Irak’taki referanduma karşı olan her iki ülke; sınır kapılarının kapatılması, petrol ihracatının durdurulması, hava sahasının kapatılması ve nakdi ve askerî yardımların kesilmesi kararı aldı. Barzani’nin bu girişimine Suriye rejimi de karşı olduğunu açıkladı. Irak merkezî hükümeti ise hem anayasaya aykırı olduğu hem de herhangi bir uluslararası meşruiyeti olmadığı gerekçesiyle yapılan referanduma karşı çıktı. Öte yandan referanduma bölgede açık destek veren tek ülke işgal devleti İsrail oldu. İsrail’in bu konudaki stratejisi ise ülkenin kurucularından olan Ben Gurion’un “Çevre Teorisine” dayanıyor. Arap olmayan halklarla ve İran ve Türkiye gibi ülkelerle ittifak edilmesi gerektiğini savunan Gurion’un stratejisinin ikinci ayağını ise Ortadoğu ülkelerinde etkin ve etkili olabilecek azınlıkları desteklemek oluşturuyor.[1]
Bu anlamda İsrail’in Irak’taki Kürtlerle ilgilenişi, kuruluşundan hemen sonraya tekabül etmektedir. Saddam Hüseyin’e karşı Kürt isyancı grupları destekleyen İsrail, 1960’lı yıllardan itibaren istihbarat faaliyetleri sayesinde Kuzey Irak Kürt bölgesinde ciddi anlamda etkili olmuştur.
IKBY’nin bağımsızlık talebinin uluslararası ilişkilerde ciddi sonuçları olacağı açıktır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve ülkeyi fiilî olarak federasyona bölmesinden sonra, meselenin bu noktaya evrileceği tahmin ediliyordu. 2013 yılında DAEŞ’in ortaya sürülmesi, şartlar olgunlaşmış olmasına rağmen uluslararası kamuoyunun bu konuda temkinli davranmasının en temel sebebidir. Zira buradaki değişikliğin diğer bölgelere de örneklik teşkil etme ve ayrılıkçı hareketlerin Avrupa başta olmak üzere uluslararası müesses nizamda ciddi değişikliklere sebebiyet verme ihtimali mevcuttur. Nitekim son gelişmeler üzerine Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, Irak’taki Kürtleri bağımsızlık konusunda tek taraflı hareket etmekten kaçınmaları gerektiğine dair uyarmıştır. Bu anlamda ABD’nin fiilî olarak desteklediği ancak çeşitli sebeplerden dolayı ertelenmesini istediği referandum, mevcut nizamın ve dengelerin bozulmak istenmemesi olarak yorumlanabilir.
Bu noktada, Arap ülkelerinin referandum konusundaki tutumlarının da ayrıca önemli olduğunu belirtmek gerekir. Resmî veya gayriresmî açıklamalar bir yana, genel manada bakıldığında Arap ülkeleri, prensip olarak bölgede yeni hareketlere ve statükonun değişmesine karşıdır. Arap monarşileri, Arap Baharı sürecinde olduğu gibi, ne sistemde en ufak bir değişikliğe ne de toprak kaybına yol açacak herhangi bir girişime tahammül edebilirler. Ne var ki yine bir Arap ülkesi olan Irak’ta yaşanan gelişmeler bu prensiplerle örtüşmemektedir. Bu tavrın ortaya konmasında İran’ın Irak üzerinde kurduğu siyasi hâkimiyet etkili olmuştur. Dolayısıyla Barzani’nin referandum sürecini ilan etmesinden sonra gerek Körfez ülkelerinin gerekse diğer önemli Arap ülkelerinin meseleye tepkisi sınırlı kalmıştır. Ayrıca söz konusu Arap ülkelerinin başta Türkiye olmak üzere İran’la yaşadıkları sorunlar nedeniyle referandum sürecine sessiz kaldıkları hatta zaman zaman sosyal medyada Arap kullanıcıların referandumu destekledikleri de görülmektedir.
Irak Kürt bağımsızlık referandumu Arap kamuoyunda milliyetçilik zemininde tartışıldığı kadar, hak ve hukuk zemininde de tartışılmaktadır. Özellikle dinî mercilerin bu konuyla ilgili görüşleri Arap kamuoyu için ayrı bir önem arz etmektedir. Birçok isim, Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma iradesine rağmen sahadaki gerçekler ve İran’ın nüfuzundan dolayı Barzani’ye karşı daha ılımlı bir yaklaşım sergilemeye özen göstermiştir. Bütün bu süreçte Arap ülkelerinden yapılan açıklamaların genellikle daha alt düzey yetkililerden geldiğini de hatırlatmak gerekir. Yapılan açıklamalarda çoğunlukla muğlak ve genel ifadeler kullanılmıştır. Zira bu tür ayrılık veya bölünmelerin bölgede domino etkisi yapma ihtimali söz konusudur. Mesela Lübnan, Ürdün, Yemen ve bilhassa Suudi Arabistan’da da önümüzdeki süreçte benzer gelişmeler olabileceği açıktır. Hatta Kuzey Afrika’da Amaziglerin bile böyle bir yola başvurabilecekleri tahmin edilmektedir.
Arap yönetimleri sınır değişikliklerini onaylamamalarına rağmen Irak’taki gelişmeler karşısında bu yönde net bir pozisyon almakta zorlanmıştır. Türkiye ve İran gibi kesin bir tavır ortaya koymaktan kaçınan Arap yöneticilerin bu tutumunu ABD’nin bölgesel politikalarıyla ters düşmeme çabası olarak görmek mümkün olduğu kadar, Barzani’nin Sünni bir oluşum olması ve İran’a karşı jeopolitik bir düzlemde yer almasıyla da açıklamak mümkündür .
Bununla birlikte Arap ülkelerini kategorik olarak ortak bir noktada görmek ve aynı pozisyonu benimsediklerini söylemek de zordur. Zira Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) mevzuyla ilgili daha farklı pozisyon alırken Mısır, Ürdün, Kuveyt ve Katar Türkiye’nin tezine yakın durmuştur.
Geleneksel dış politikasında İran’a yakın olmakla birlikte bölgesel gelişmelerde tarafsız kalmaya özen gösteren Umman ise bölgedeki gelişmelerle ilgili herhangi resmî bir açıklama yapmamıştır. Öte yandan Körfez krizinde oldukça aktif olan Bahreyn, Kürt liderlere Irak’taki istikrarı bozacak bir bağımsızlık oylaması yapmamalarını tavsiye etmiştir. Gelişmeler karşısında daha net ve kararlı bir pozisyon alan Kuveyt ise, Irak’ın ulusal bütünlüğü ve birliğinin tehlikeye atılmaması gerektiğini vurgulamıştır. Referanduma kesin bir şekilde karşı çıkan ülkelerden biri de Ürdün’dür. Birleşik bir Irak’tan yana olduğunu açıklayan Ürdün, referandumu durdurma ve taraflar arasında diyalog çağrısında bulunmuştur.
Körfez krizinden itibaren askerî ve güvenlik bağlamında Türkiye ile daha da yakınlaşan Katar’da hükümete yakın medyada da genel olarak referanduma karşı söylemlere yer verilmiştir. Katar medyası konuyu iki ana argüman üzerinden ele almıştır. Birincisi Arap vatanın parçalanmasına yol açan fiillere karşı çıkış, ikincisi Türkiye’ye yakın söylemlerde bulunma. Özellikle Türkiye’nin açıklamaları ve demeçlerine geniş yer veren Katar medyası, Suudi Arabistan ve BAE’yi IKBY referandumuna destek vermekle suçlamıştır. Ayrıca Katar Hava Yolları da Erbil seferlerinin durdurulacağını açıklamıştır.
Mısır’ın Tutumu
Mısır, Türkiye ile yaşadığı sorunlara rağmen Kürt kartını kullanma konusuna girişmemiştir. Konuyla ilgili Mısır’dan gelen en önemli açıklamalarından biri el-Ezher Üniversitesi’nden yapılmıştır. Kürdistan Âlimler Birliği’nin tepkisini çeken Ezher’in açıklamaları gerek Mısır için gerekse İslam dünyası açısından önemlidir. “Kürdistan” kelimesinin kullanılmamasına özen gösterilen açıklamada özetle bağımsızlık referandumunun Arap ve İslam ulusunun sömürge planlarını gerçekleştirmek için bölünmesine sebebiyet vereceğine, ırk ve kavim üzerinden İslam ve Arap ümmetini daha da böleceğine ve bu ayrılıkçı projenin arkasında gizli bir elin olduğuna dikkat çekilmiştir. Açıklamada ayrıca farklı dinî, etnik ve mezhepsel unsurların birlikte yaşamasının bir örneği olan bu antik ülkenin birliğini ve beraberliğini korumak için ülkedeki bütün bileşenlerin birlikte çalışmaları gerektiği vurgulanmıştır.[2]
Mısır yönetimi de Irak’ın birlik ve bütünlüğünü desteklediğini söyleyerek referandumdan doğacak olan muhtemel olumsuz sonuçlardan derin kaygı duyduğunu açıklamıştır. Ayrıca Mısır devlet hava yolu şirketi Egypt Air’in Kahire-Erbil seferlerini durduracağı da açıklanmıştır.
Suudi Arabistan’ın Tutumu
Kuzey Irak’taki bağımsızlık referandumuyla ilgili tutumu merak edilen en önemli ülkelerden biri Suudi Arabistan’dır. Bölgede gerek medya gücü gerekse sahadaki etkinliği sebebiyle Suudi Arabistan’ın tutumu önemli görülmektedir. Üstelik son dönemde Katar’la yaşadığı ihtilaf ve bu süreçte Türkiye’nin Katar’ın yanında durması dolayısıyla da Suudi Arabistan’ın refleksi merak konusu olmuştur. Zira Katar krizi sürecinde Suudi kamuoyu Türkiye’ye karşı sosyal medyada kampanya başlatmış ve bazı Suudi yetkililer PYD ve Fetullah Gülen terör kartlarının kullanabileceğini dillendirilmişti. Ayrıca Suudi Arabistan’ın başta Irak olmak üzere bölge üzerinde İran’ın etkisini frenleyecek herhangi bir oluşumu destekleyebileceği görüşünde olanlar da vardır. Bölgeyle ekonomik ve sosyal ilişkileri sınırlı olan Suudi Arabistan, 2016 yılında Erbil’de bir konsolosluk ofisi açmış, bunun öncesinde 2015 yılında da Mesud Barzani, Körfez gezisi kapsamında Suudi Arabistan’ı ziyaret etmişti.
Bölgedeki bütün bu değişken paradigmalar göz önünde bulundurulduğunda, Suudi Arabistan’ın kendi iç sisteminde de ciddi bir değişikliğe gittiği, birçok sosyal ve ekonomik reform yaptığı görülmektedir. Bu minvalde Suudi Arabistan Veliaht Kralı Muhammed b. Selman, referandumdan önce eylül ayı ortasında Riyad’da Irak’ın önemli liderlerinden olan Sadr Hareketi lideri Muktada al-Sadr’ı ağırlamıştı. Bu dönemde Irak-Suud ilişkilerinde birçok yeniliğe tanıklık edilmiştir. Bu bağlamda Necef’te Suudi Arabistan konsolosluğu, Suudi Arabistan-Irak arasında Arar Sınır Kapısı’nın açılması gibi oldukça dikkat çekici gelişmeler yaşanmıştır.
Sürpriz olarak nitelendirilen bu ziyaret ve ilişkilerin aldığı seyir üzerine Suudi Arabistan’ın mezhepçilikten Pan-Arap politikalara yöneldiği yorumları yapılmıştır. Merkezî hükümetin Şii Arapları da kapsayan bu yeni politikası, Suudi Arabistan vatandaşlarının da Kürt meselesiyle ilgilenmeye başlamasına sebep olmuştur. Sosyal medya ve bazı gazete yazarları bu politikaya destek vermiştir. Ayrıca İran kontrolünden bağımsız bir IKBY’nin Suud açısından avantajlı olacağı görüşünde olanlar da vardır. Zira bölgenin bağımsızlığının sağlayacağı jeopolitik avantajın İran’ın yürüttüğü vekâlet savaşları ve jeopolitik erişimine bir set çekebileceği düşünülmektedir.
Son dönemde Suudi Arabistan’ın Suriye ve Irak’ta DAEŞ’in düşmesiyle birlikte daha milliyetçi bir politika benimsemeye başladığı görülmektedir. Bölge konjonktürünün değişimine karşı olan Suud’un yukarıdaki faktörler üzerinden yeni politikalar benimsediği görülmektedir. Bölgenin tehlikelerden korunması için geri adım atılmasını talep eden Suudi yetkililer, Irak politikalarında da revizyona gitmiştir. Kısacası Suudi Arabistan’ın Katar meselesine rağmen Irak’ın bütünlüğünden yana ve bölgesel istikrarı koruma amaçlı bir tutum içerisinde olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca Krallık, diyalog ve iş birliği yollarını da teşvik etmektedir. Ancak bütün bu yapıcı yaklaşımlarına rağmen Suud’un pozisyonunun statik olmadığını, bölgesel gelişmelere bağlı olarak değiştiğini de belirtmek gerekir.
BAE’nin tutumu
Son yıllarda Arap davasını üstlendiğini iddia eden BAE, ABD’nin de ciddi desteği sayesinde Filistin’den Libya’ya kadar bölgedeki etkinliğini arttırmıştır. BAE, bölgesel hatta bazen daha da geniş çaplı bir strateji ile Arap davasının sözcülüğünü yapmaktadır. Körfez krizinin de mimarları olan BAE’nin genç yöneticilerinin Suudi Arabistan ve Mısır’ı da aralarına alarak bölgede bir Pan-Arap ittifakı kurma niyetinde oldukları gözlenmektedir. Arapları ilgilendiren her konuda kendinde söz söyleme hakkı gören BAE’de IKBY’nin gerçekleştirdiği referandumla ilgili kamuoyundan farklı, resmî makamlardan farklı açıklamalar gelmektedir.
Katar meselesinden dolayı her platformda Türkiye karşıtı bir diplomasi izleyen BAE, Arap ülkeleri arasında Erbil ile ilişkileri en yakın ülke konumundadır. Erbil’de 2012 yılında konsolosluk açan BAE’nin bölgeyle ekonomik ve diplomatik ilişkileri dikkat çekmektedir. Irak, BAE’nin ticaret ortakları arasında sekizinci sırada gelmektedir. BAE’nin Irak’taki yatırımlarının büyük kısmının Kuzey Irak bölgesinde yoğunlaştığı ve bölgede 130 BAE şirketinin kayıtlı olduğu belirtilmektedir. 2015 yılında Mesud Barzani Körfez ülkelerine yaptığı gezi kapsamında BAE’yi de ziyaret etmiştir.[3]
BAE’li yetkililer referandumdan önceki süreçte sessiz kalmayı tercih etmiştir. Ancak referandumun ardından Dışişleri Bakanı Enver Karkaş, kişisel sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, Irak’ın birliği ve bütünlüğünün korunması için en iyi yolun diyalog olduğunu, bölgenin çatışmalar sebebiyle büyük bedeller ödediğini söylemiştir. Irak’ın istikrarı ve birlikteliğini diyalog yoluyla sağlanmasını isteyen BAE Dışişleri Bakanı, Irak’ın federal yapısı içinde kalmasının isabet olacağını ve bu sistemin en başarılı örneğinin de BAE olduğunu belirtmiştir.
BAE medyasında çıkan bazı yazılar referandum karşıtı ve Irak’ın toprak bütünlüğünü savunurken, Abdulhalik Abdullah gibi kraliyete yakın bazı danışmanlar ve yazarlar ise Kürt bağımsızlığını savunarak bölgedeki sınır değişiminin Irak’la sınırlı kalmaması gerektiğini yazmıştır. Açıkça Türkiye sınırlarının kast edildiği bu tür açıklamalar, Katar krizinden dolayı BAE kamuoyunun bir kısmının hâlâ tepkili olduğunu göstermektedir.
***
Sonuç olarak Arap ülkelerinin ve yöneticilerinin statükoyu koruma ve bölgesel düşman olarak belirledikleri ülkelere karşı Kürt varlığını destekleme arasında kaldıkları görülmektedir. Bir yandan İran ve diğer ülkelere karşı büyük Kürdistan’ı desteklemeye yönelik çıkarcı bir düşünce savunulurken bir yandan da ileride bizzat kendilerini de etkileyebilecek böylesi etnik ve mezhebî bir ayrışmaya genel olarak karşı olma gibi bir durum söz konusudur. Bilhassa Mısır, Ürdün gibi ülkeler statükonun korunması için özel gayret gösterirken, BAE’li bazı isimlerin bu tür girişimlerin bölgesel fay hatlarını uyandırabileceği nin farkında olmadıkları anlaşılmaktadır.
Önümüzdeki süreçte Arap ülkelerinin tutum ve pozisyonlarını, IKBY’den ziyade İran’ın Irak üzerindeki etkisi belirleyecektir. Nitekim ABD’nin de İran tehdidini göstererek 1990’dan itibaren bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurmaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz.
[1] Trita Parsi, Treacherous Alliance: The Secret Dealings of Israel, Iran, and the United States, Yale University Pres, 2007.
[2] http://arabi21.com/story/1038808/رد-عاصف-من-علماء-المسلمين-في-كردستان-على-الأزهر

AKP ve HDPKK

AKP ve HDPKK




Tevfik DİKER 

22 Kasım 2016 Salı


AKP'liler, 

*HDP ile birlikte PKK'lıları ŞARTLI SERBEST BIRAKAN yasaları MECLİSTEN çıkarmadı mı? 

*HDP ile birlikte APO'nun 10 maddelik mutabakat metnini DOLMABAHÇE' de okumadı mı? 

*PKK için HDP ile birlikte uyguladıkları AÇILIM POLİTİKALARININ mimarı değil mi? 

*İtirafçı PKK'lının düğününe giden AKEPELİ milletvekilli yok mu? Ve hatta o düğüne altın bilezik göndermediler mi?r. 

*PKK militanları için ANALAR AĞLAMASIN kampanyası düzenleyen AKİL ADAMLARA ve bu AKİL ADAMLARI görevlendirmediler mi? 

*ÇEKİLME sürecinde PKK militanlarına göz yumun talimatını vermediler mi? 

*40 BİN VATANDAŞIMIZIN ve BEBEK katili APO'nun yattığı İMRALI'NIN şartlarını iyileştirdiklerini söylemediler mi? 

*HABURDAN PKKLI militanların davul zurna eşliğinde yurda girmesine GÖZ yummadılar mı? 

*Diyardakır'da PKK'lı terörist şarkıcı ŞİVAN PERVER ile MEGRİ MEGRİ diye şarkılar söylemediler mi?.. 

*Habur'dan girip Suruç'tan çıkarak Kobani'ye giden PKK/PYD konvoyuna izin vermediler mi? 

**

* Bu soruları Anayasa'dan kaynaklanan haklarımı duyarlı bir vatandaş ve Genel Başkan olarak kamu adına soruyorum. 

Cevap Bekliyorum. 

Uyan Türkiyem Uyan. 

Maskeli Baloda dans edenleri izlemeyin. 

Bir gerçeği göz ardı etmeyin. F.Gülen ve RTE 'de Din-Dinarlık ekseninde söylemler kullanıyorlar. 

Ülkemiz,Rejim, İslam zor günler yaşıyor. SEVR yanlıları Global Emperyalist güçler ve işbirlikçileri ülkemizin üzerine çöktüler. İçeriden ve dışarıdan kuşatıldık. 

ALLAH yar ve yardımcımız olsun. 

Tevfik DİKER 

Büyük Türkiye Partisi Genel Başkanı.


http://tevfikdiker.blogspot.com.tr/2016/11/akpliler-hdp-ile-birlikte-pkkllar.html

***

Dünyada 40.3 milyon insan Köle durumunda: Yüzde 71'i kadın, yüzde 25'i çocuk,

Dünyada 40.3 milyon insan Köle durumunda: Yüzde 71'i kadın, yüzde 25'i çocuk,


 İlker Belek

Dünyada 40.3 milyon insan köle durumunda: Yüzde 71'i kadın, yüzde 25'i çocuk...
Modern kölelik temel insan haklarından ve çalışma standartlarından yoksun olanlar, zorla çalıştırılanlar, zorla evlendirilenler, köleliğe benzer pratikler içinde yer alanlar için kullanılan bir kavram.

40,3 milyon modern kölenin 24,9 milyonu zorla çalıştırılanlardan, 15,4 milyonu zorla evlendirilenlerden oluşuyor.

Modern kölelerin yüzde 71’i kadın, yüzde 25’i çocuk.

Zorla evlendirilenlerin yüzde 37’si çocuk ve bunların da yarısı 15 yaşından küçük.

Özel sektörde zorla çalıştırılanların sayısı 16 milyon. Bu insanların köle olarak çalıştırıldıkları ortalama süre 20,5 ay.

4,1 milyon insan ise devlet tarafından köleleştirilmiş durumda.

Cinsel sömürüye maruz kalanların sayısı 4.8 milyon. Cinsel köleliğin ortalama süresi 23,4 ay. Bu durumda olanların yüzde 20’den fazlası çocuk.

Bu tablonun kapitalist emperyalist sistemin ürünü olduğu açık. Zorla çalıştırma kazancı yükseltmenin yolu. Zorla evlendirme ve cinsel kölelik ise emperyalist sistemin yarattığı geri kalmışlıkların sonucu.

 İlker Belek

AKP'de ne değişti



AKP'de ne değişti

İsmet Özçelik 
Aydınlık Gazetesi, 
25.10.2017


AKP, içindeki FETÖ’cüleri temizlemeyi gürültüsüz yapmayı planlamıştı. İstihbarat kurumlarından da destek alınarak ayrıntılı dosyalar hazırlanmıştı. Örgütlerdeki FETÖ kongre sürecinde, belediyelerdeki FETÖ de seçimlerde temizlenecekti. Milletvekilleri arasındaki FETÖ de aday yapılmayacak, sorun tereyağından kıl çeker gibi halledilecekti.

“GİZLİ FETÖ” RAHAT DURMADI

Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. FETÖ ile irtibatlı olanlar rahat durmadı. Kendilerini koruma altına almaya çalıştı. Durum böyle olunca da “istifa” süreci başlatıldı.

Başkanlara çıkış gösterildi. FETÖ konusu hiç açılmadan, “metal yorgunluğu, halk desteğinin azalması...” gibi yollar devreye sokuldu.

Ama mesajı almamakta direnenler oldu. AKP 3 haftadır bu işle uğraşıyor. Erdoğan için yeni bir durum. Kabul etmesi de mümkün değil.

GÜL SEÇENEĞİ

AKP kulislerinde, bu “direnişte” bir süredir tartışılan “Gül seçeneğinin” de etkili olduğu bildiriliyor. Erdoğan’a yakın kaynakların dost sohbetlerinde, “Her şeyden haberimiz var. Kimin kimlerle dans ettiğini izliyoruz. Gül’ün temaslarını da görüyoruz. Cumhurbaşkanımızın liderliğinin test edilmesi için yapılan hamlelerden de bilgimiz var. Yabancıların bu işin içinde olduğunun da farkındayız” ifadelerini kullanmaları da anlamlı.

Organize bir hareket olduğu ortada.

ERDOĞAN’IN TAVRI

AKP’liler arasında Erdoğan’ın tavrı konuşuluyor. Ankara, Bursa, Balıkesir belediye başkanlarının direnişinin arkasındaki güçlere vurgu yapılıyor. “Hepsinin arkası açık, bunlar neye, kime güveniyor?” diye soruluyor.

“Karanlık projelere” atıfta bulunuluyor. Erdoğan’ın sertleşmesi de buna bağlanıyor. “Af yok” sözlerinin arkasının geleceği kaydediliyor.

TEMİZLİK HEMEN

AKP’nin yeni bir döneme girdiği anlaşılıyor. Temizlik için kongrelerin ve seçimlerin beklenmesi tavrından vazgeçilmiş görünüyor. Bakanlar Kurulu’nda beklenen FETÖ temizliği yapılmamıştı. Bu kararın da değiştiği anlaşılıyor.

Önümüzdeki günlerde 5-6 bakanın değişeceği konuşulmaya başlandı. Belli ki cin şişeden çıktı. Yeniden şişeye sokulması zor.

AYSEL ÇELİKEL

Son günlerde ÇYDD Başkanı Aysel Çelikel tartışılıyor. TGB’nin Laik ve Bilimsel Eğitim Platformu’nun Yürütme Kurulu’na girmesine karşı çıktı. “Eğer TGB gelirse ben çıkarım” dediği iddia edildi.

HDP tabanının hassasiyeti ve 6 milyon oyuna vurgu yaparak “Atatürk’ten vazgeçme”(!) tutumu tepki çekti.

Bunları duyunca Aysel Çelikel’le ilgili bazı anılarımı anımsadım:

KIZIM VAZGEÇ, BAŞINA İŞ GELİR

Yıl 2010. Anayasa değişikliğiyle ilgili halk oylaması öncesi. Fethullah Gülen’in “Mezardakiler bile oy kullanmalı ‘evet’ oyu vermeli” dediği günler.

Demokratik kitle örgütlerinden biri anayasa değişikliğine karşı mücadelede başı çekiyordu. Başında da bir bayan vardı. Televizyonlara çıkıyor, toplantılarda konuşuyor, kamuoyunu etkiliyordu.

Ben de kendisiyle bu mücadelede tanıştım. Bir gün çok dalgın olduğunu gördüm. Ne olduğunu sorunca başından geçenleri anlattı:

“ÇYDD Başkanı Aysel Çelikel görüşmek istedi. İstanbul’a gidip görüştüm. Yaptıklarımızı anlattım. Mücadelemizi aktardım. Ben kendisinden destek beklerken ültimatom verir edasıyla söze girdi: ‘Bak genç bir kadınsın. Hakkında birçok söylenti çıkarırlar. Başına bir sürü bela gelir. Bu işlerden çekil!’ dedi. Şaşırdım kaldım. O derneğin başında Türkan Saylan vardı. Yaşasaydı kesinlikle beni teşvik ederdi, moral verirdi.”

O günden sonra Çelikel’in bu tavrı hep kafamı kurcalamıştı.

KILIÇDAROĞLU ABD ZİYARETİ

CHP kulislerinde anlatılanlara göre geçen dönem Aysel Çelikel’e CHP milletvekilliği önerilir. O da “Ben ÇYDD’de kalmak istiyorum, kızımı yapın” der ve isteği yerine getirilir. Kızı Ayşe Eser Danışoğlu milletvekili yapılır.

Kılıçdaroğlu ABD’ye ziyaret yapacaktır. Kılıçdaroğlu CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan’ı da heyete dahil etmek ister. O, “hayır” der. Kılıçdaroğlu ısrar eder ama kabul etmez. Yerine Çelikel’in kızı heyete dahil edilir. Bu konu o günlerde basına da yansımıştı.

O ziyarette Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’cü örgütlerle buluşması çok tartışıldı. Doğru mu yanlış mı bilemiyorum ama kulislerde çok konuşulan randevuları Tarhan’ın yerine heyete dahil olan milletvekilinin aldığı söylendi.

Çelikel tartışması büyüyünce bu iki anımı anımsadım..! Bilinsin istedim!

Aydınlık Gazetesi, 25.10.2017

***

HOLLANDA BİLDERBERG PKK VE FETÖ KUŞATMASINDA TÜRKİYE: BATI İLE ÇATIŞMA MI? YENİLENMİŞ İTTFAK MI?

HOLLANDA BİLDERBERG PKK VE FETÖ KUŞATMASINDA TÜRKİYE: BATI İLE ÇATIŞMA MI? YENİLENMİŞ İTTFAK MI?


ONUR DİKMECİ 
14 Mar 2017 

Abd Başkanlık seçimleri ve neticesiyle beraber siyasi literatürün üzerinde durulması gereken konusu ulus devletler ve ulusçu tutumların yeniden yükseldiğidir. Küresel zihniyetin gümrüksüz ve sınırsız bir dünya tahayyülü Donald Trump'ın Meksika'ya ek gümrük tarifesi fikri ve küresel anlaşmaları rafa kaldırmasıyla bir parça sarsılmıştı. Siyasi vaziyetlerin domino etkisi gösterdiği yerkürede bu tavır Avrupa kıtasında da taraftar buldu. Aşırı sağ, ulusçuluk ve ırkçı tonlarda milliyetçilik giderek yayılmaya başladı. Abd başkanlık seçimlerinden kısa süre evvel İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılma kararı alması, Fransa'nın Afrika merkezli müstakil bağımsız politika izleme kararlılığı irili ufaklı diğer devletlerde göçmen karşıtlığı, farklı dinlere ve inançlara muhaliflik şeklinde ortaya çıktı ve seçim kampanyalarına rastladı. Bütün bunların toplamı ulus devletler yeniden keşfediliyor olarak algılanmaktadır. Hollanda Türkiye gerginliği ve hemen akabinde Fransa ile Almanya'nın Hollanda'yı destekleyen açıklamaları Türkiye kamuoyunda haklı olarak tepki gördü ve hilal haç savaşı olarak nitelendirildi. Türkiye'nin tepkisi ve kendince belirleyeceği yaptırım kararları ne denli isabetliyse hilal haç savaşı gibi bir yaklaşım ise oldukça yanlış bir bakış açısı olacaktır. Çünkü haçı yani hristiyanlığıda var eden bu toprakların bizatihi kendisidir. Devleti Aliyye, Doğu Roma yani Hristiyan Bizans'ın komşusu, akrabası hatta devamıdır. İnciller bu topraklarda kabul edilmiş, havarilerin en önemlileri bu topraklarda yaşamış hatta haç simgesel olarak ilk kez ön Türklerce kullanılmıştır.  Malazgirt meydan muharebesi bile Selçuklulara destek veren hristiyan peçenek ittifakının ürünüdür. Yani hilal ve haçın doğduğu kaynak aynı beslendiği pınar yine bizzat aynıdır. Dolayısıyla teşhisi doğru koymakta fayda vardır. Teolojik ve kültürel inançların hamisinin bu topraklar olduğu sabit olduğuna göre meselenin halklar kültürler veya inançlar ile değil bir avuç elitist karar alıcılar ile alakalı olduğu açıktır.  Hollanda ve benzeri ülkelerin durumu kimlere ne kazandırmaktadır? Tabiki bu yaklaşımlar Türkiye'yi daha da çok ortadoğu'ya itmektedir ve bu 1996/99 Bilderberg grubunun tasarılarıyla örtüşmektedir. O yıllarda Bilderberg cenahında ençok tartışılan husus bir Ortadoğu Komutanlığı kurulması ve komutasının kontrollü olarak Türkiye'ye bırakılmasıydı. Bu konuları daha derinlemesine analiz ettikçe Hollanda Almanya, Bilderberg ve Fetö arasındaki şaşırtıcı bağlantılarda ortaya çıkmaktadır.
Arent Jen Wensinc, Hollandalı bir şarkiyatçıydı. İslam ve islam ülkeleri üzerine araştırmalarda bulundu öyle ki doktora tezinin adı bile ''Muhammed ve Medine Yahudileri''idi.  Ona göre İslamiyet'in fetihletle Arabistan dışına hızla yayılması Medine çevresi ile sınırlı sayıda düzenlemeler getiren Kur'an dışında başka kaynağa ihtiyaç duyulduğunu bunun da Roma ve Yahudi hukuku Hristiyan ahlakı, Hellenizm'den alınan unsurlarla telafi edildiğini iddia ederek söz konusu alıntıların hadis literatüründe mündemiç olduğunu iddia etmiştir.  Yani Wensinc'e göre hadis literatürü başka kültürlerden ödünçtür ve vaz geçilemez. Bu denli şaşırtıcı satırları işleyen Wensinc 1908'lerde Medine Sözleşmesi ile ilgilenmiş ve yeniden uygulanmasını şiddetle tavsiye etmiştir. Oryantalist ve şovalye ünvanlı bir Hollandalının Devleti Aliyye'ye neden ısrarla Medine Sözleşmesini önerdiği ve bu sözleşmenin daha sonra kimler tarafından önerileceği şaşırtıcı bir kurguyu ortaya çıkartacaktır.  Muhammed Peygamber'in Medine'de yaşayan gruplara yönelik uygulamaya koyulan bu sözleşmenin bazı maddeleri şu şekildedir:
1. Yahudiler kendi dininde serbest olacaklar.
2. Müslümanlarla Yahudiler, barış içinde yaşayacaklar.
3. şehir dışından bir saldırı olursa Medine birlikte savunulacak.
4. İki taraftan biri, üçüncü bir tarafla savaşırsa diğer taraf yardımcı olacak.
Dönemsel koşulları itibarıyla gereklilik olan bir anlaşmayı daha sonra Hollandalı şarkiyatçı hatırlattı ve ondan sonra Türk kamuoyunda pekçok kez paylaşıldı ancak en ilginç olanı Demokratik İslam Kongresi'nin bu mutabakata vurgu yapmasıydı.  Kürt sorununa çözümde referans olarak işlenen kongreyi toplayan pkk olmuştu. Ne garip ki marksist felsefeyle kurulduğunu iddia eden bir terör örgütü şarkiyatçıların Türk Toplumuna yeniden hatırlattığı mutabakatı gündeme getirerek çözüm bileşeni olarak sunuyordu. Aslında anlaşma maddeleri bir yerlere çekilmeye çok müsaitti, serbestlik, beraber savunma ve ortak savaş kararı parçalı eyalet sisteminin unsurlarıydı. Hollanda ve pkkdan sonra dini referanslara atıfla siyasi bir yön tayini vazifesine soyunanlardan biri de Fetö lideri Gülendi. 8 Ocak 2013'de gerçekleştirdiği Sulhta Hayır vardır isimli konuşmasıyla hep Yurtta Sulh Konseyi'nin işaretini veriyor hem de Hudeybiye Anlaşmasını gündeme taşıyordu : ''Keşke şu görüºme olmasa.. şu anlaşma olmasa.. şu uzlaşma olmasa.. biz Türk milleti.. şöyle onurumuz var, böyle gururumuz var; boyun eğmesek.. bazı şeylere evet demesek' denilebilir. Muhtemel o türlü şeylerle bazı problemler çözülecekse, işte o Hudeybiye Sulhu mülahazasıyla, Hudeybiye Sulhu'ndaki mantık ve muhakemeyle, yapılması gereken şey neyse onu yapmak lazım. ''
Peki Hudeybiye ne idi ve hangi maddeleri içermekteydi?
Medineli Müslümanlar ve Mekkeli Müşrikler arasında yapıaln bir barış anlaşması olan Hudeybiye İslam Devletinin yani yeni devletin karşı cephe tarafından resmen tanındığının delili olarak gösterilir. Buna göre;
.Esirler karşılıklı serbest bırakılacak
.İki taraf arasında on yıl savaş olmayacak
.Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaret etmeyecek, gelecek yıl üç günden fazla ziyaret edilmeyecek ve canları ile malları güvence altında olacaktır.
Yani bu maddeleri kürt siyasi meselesine uyarlayacak olursak;
.Genel af çıkartılsın
.Operasyonlar durdurulsun ve
.Bölgede yerel kolluk gücü oluşturulsun şeklinde yorumlanabilir. 
Görüldüğü gibi  pkk Fetö ve daha öncesinde oryantalistlerin Türk kürt federatif modeli için referans dayanakları tarihteki İslami Anlaşmalar olmuştur. 
Batılı karar alıcıların ve bazı lobilerin uygulamaları kırılgan, batıdan kopmuş ve tam manasıyla Ortadoğu'ya yönelmiş Türkiye'yi var edecek böylelikle bu anlaşmalar daha çok gündeme getirilebilecektir. Bilderberg ve Abd Türk Ordusu karargahının Konya'ya taşınması gerektiğini 1990'lı yıllarda belirtmiştir. Bu düşünce ise 15 Temmuz kalkışmasından sonra yeniden düşünülmeye başlandı. Aslında ısmarlama tez Medeniyetler Çatışması'nı sanki gerçek bir ideoloji gibi ortaya koyarak körfez ülkeleri Türkiye işbirliğini İran'a karşı kurgularlarken İran'ın da cephesini genişletmektedirler. Bu da küreselci Fabian Derneğinin bir uzantısı olan Frankfurt Mektebi'nin, Tez ve Anti Tez teorisidir. Onlara göre rakip düşünceler olmalıdır ve bunlar birbirlerini beslemektedir. Bu lobi, bu düşünceye göre Ortadoğu'da asla yalnızca şiilerine ya da sünnilerin önünü açmaz. İki grupta kendilerince elini güçlendirir, daha fazla silah alır, daha çok petrol satar ve neticesinde istenilen sentez ortaya çıkar. 
Bugün eşcinselliğin özendirildiği, uyuşturucu kafelerin bulunduğu ve katolik kiliselerinin satışa çıkartıldığı Hollanda küresel sistemin pilot bölgesidir. Hollanda, Avusturya hatta İngiltere Kraliyet ailesinin soyuna ve tarihi kültürüne kaynaklık eden Almanya ise Davos ve Bilderberg'i kurarak dünya siyasetine yön tayin edebilme gayretine girmiştir. Yani Türkiye Hollanda gerginliği, Türkiye Avrupa ilişkileri tahmin edilemeyecek kadar sistemli ve asırlara dayanan oryantalist küresel merkezin yönlendirilmesinde seyretmektedir. Türkiye'nin bu oyunları bozabilmesi ancak Avrupa'da yani en başta balkanlarda etkinliğini arttırmasıyla mümkündür. Bu bölgeler tampon kuşak olarak görülmelerinin yanında aynı zamanda kara para aklama merkezleri olarak kullanılmaktadır. Türkiye'nin oryantalist planları ve Bilderberg siyasetini deforme edebilmesi kızmadan ve küsmeden coğrafyalarla dengeli ilişkiler geliştirebilmesine bağlıdır.
Haçlı seferleri izlenimi veren veya bilmeden doğu batı savaşı olarak adlandırılan yeni düzen Türk Ortadoğu kaynaşması (fakat bu bütüncül manada bir ortadoğu değil) buna mukabil, fetö pkk söylem benzerliği ve tarihsel islami kaynakları günümüze uygulama zorlaması eşliğinde parçalı bir Türkiye manzarasını doğurur. Oyunların bozulabilmesi ancak önceliklerin dayatılmasıyla mümkündür. Farkında olan bir Türkiye önceliklerini keşfetme ve gündeme getirme kararlılığına erişebilecektir.


***

ASKERİ DARBELER: TÜRKİYE'DE YENİDEN ASKERİ DARBE OLUR MU?

ASKERİ DARBELER: TÜRKİYE'DE YENİDEN ASKERİ DARBE OLUR MU?


Onur Dikmeci
28 Oct 2016 

Siyasi terminolojide darbe 1990'lı yıllar yani postmodern döneme kadar tek bir tanımı içermekteydi. Üniformalı silahlı grubun yani ekseriyetle ordunun seçilmiş siyasileri tehdit, baskı veya zor kullanma metotlarıyla siyasi kulvardan men etmek suretiyle kısmi ya da genel doğrudan veya dolaylı olarak ülke yönetimini zapt etmek manasındaydı. Postmodern evrede ise darbenin tanımına alt başlıklar eklendi ve ekonomik tetikçilik, siyasi manüplasyon, medyatik eylemler gibi unsurlarında darbe dahilinde değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıktı. Türkiye bu sayılan başlıklardan hepsiyle siyasi yaşantısında tanışmış olabilir fakat yapısı gereği en çok adından söz ettiren ve etkisi hissedilen Askeri kulvardaki darbelerdir. Türklerin yaşadıkları coğrafyalar herdaim kalabalık ve sorunlu unsurlara komşuluk yaptığından dolayı askerlik meslekten ziyade bir yaşam biçimi olarak belirlendi. Türklerin geliştirdiği iş kolları ve verdikleri eserlere baktığımızda demircilik, avcılık, kılıç, ok gibi askeri kategoride yer alan meslekler ve gereçler göze çarpar.  Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi sosyal yapısı İmparatorluk irdelenmeden anlaşılamaz veya eksik kalır. Çünkü bugünler dünün iz düşümleri mahiyetindedir. Şu halde Osmanlı Devleti incelendiğinde Devlet'in başı Padişah'ın İlmiye veya Kalemiye sınıflarına değil Seyfiye sınıfından olduğu görülür. Arapça kökenli "Seyf" kılıç manasındadır ve Padişah kılıç tutanların zümresinde en baştadır. Yani o evvela bir hoca, alim, müderris değil askerdir, Başkomutandır. Devlet mekanizmasında önemli mevkiler işgal eden Beylerbeyi, Vali, Sadrazam, Beylerbeyi, Kaptan-ı Derya seçkin birer askerdirler. Devlet yöneticilerinin sivil bürokrasiden yetiştirilme usulü 19. Yüzyıldan sonra ancak görülür. Yani Osmanlı Devleti asker egemen, militarist ve orducu bir yapıdadır. Devletin her şeyi konumunda bulunan ve Padişah Osman'ın katliyle ilk defa bir denetim mekanizması halini alan ordunun modernizasyonu meselesi Osmanlı'da ele alınmış, devletin kurtuluşunun çaresi ordu modernizasyonunda görüldüğünden yeni askeri mektepler yeni tedrisatlarıyla tesis edilmiş bu durum askeri zümrenin sivil zümreye oranla çok daha eğitimli ve kültürlü bir yapıda olmasını sağlamış ve ordu bu dönemde aydınlanmanın öncüsü olduğu gibi sivil kesimlede arası açılarak giderek ayrıcalıklı hale gelmiştir. Aydınlanmacı ordu Cumhuriyet döneminde ise kışlasına çekilecek fakat kimi zaman rejimin koruyucusu sıfatıyla siyasete müdahale edecektir. Osmanlı Devletinde Yeniçeri ayaklanmaları, devlet adamı ve padişah katletmeleri hatta askerin kendi arasında (Yeniçeri-Sipahi kavgası / Ayrıntılı bilgilere Erhan Afyoncu'nun Osmanlı'da Askeri Darbeler kitabından ulaşılabilir) çatışmaları gözlemlenmekle beraber modernist ilk darbe Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesiydi. Çünkü bu olaya Harp Okulu ve mektepli Subaylar karışmıştı. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi de başka bir modernist darbe olmakla birlikte İttihat ve Terakki'nin çekirdek kadrosunun çoğunlukla askerlerden oluştuğu doğrudur. Fakat bu İttihatçılara özgü bir özellik değildir. Öyle ki İttihat ve Terakki muhalifi Halaskar Zabitan grubu da mevcuttur. Kurtarıcı Subaylar manasına gelen Halaskar Zabitan adından da anlaşılacağı gibi askerlerden oluşuyordu. Yani askerlerden oluşan bir cemiyetin reaksiyoner manada muhalifleri avukatlar, gazeteciler, müderrisler değil yine askerlerden oluşan bir gruptu. Kurtuluş savaşını veren ve Cumhuriyet'i kuran kadronunda ekseriyetle askerlerden oluştuğu görülür. Cumhuriyetle beraber Polis teşkilatıda modernize edildi fakat bu grup asla ordunun yerini tutmadı öyle ki polis müdürleri bile askerlerden atanırdı. Mustafa Kemal Atatürk'ün fevkalade karizmatik bir lider ve başarılı komutan olmasının yanında Fevzi Çakmak'ı Genelkurmay Başkanlığına getirmesi kendisine yönelik bir askeri darbe ihtimalini tamamen ortadan kaldırdı. Zaten Cumhuriyet kurulduğunda da siyasetten orduyu arındırıyordu çünkü kendisine yönelik en ciddi ve örgütlü muhalefetin askerlerden gelebileceğini biliyordu. Cumhuriyet'in ilk ciddi cuntası 1946'da İsmet İnönü'ye karşı kurulmakla beraber İnönü'nün başarılı bir askeri kariyeri çoğu ordu komutanının kendisinin astı durumunda bulunmaları ve doğru siyasi okumaları sebebiyle fiili bir darbe girişimi yaşanmadı. Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesi 27 Mayıs 1960'ta yaşandı ve parlamento fesh edildi. Darbeden iki hafta sonra 38 kişilik bir cunta listesi hazırlanmasına rağmen elbetteki bu askeri müdahale 38 kişinin icraatı değildi çünkü müdahale sabahı ordu neredeyse gövdesi ve bütünüyle darbeye destek verdi. 1962 ve 1963 Kurmay Albay Talat Aydemir'in darbe girişimleri başarısız olmakla birlikte bu girişimlerde özellikle Karacı ve Havacı subaylar karşı karşıya geldi ordu kendi içerisinde çatıştı. 12 Mart 1971 muhtırası bir başka askeri darbe olmakla birlikte parlamento fesh edilmedi fakat ordu siyasete yeniden ağırlığını koydu. 12 Eylül 1980 emir komuta zinciri dahilinde bir darbe girişimi olmakla birlikte 28 Şubat 1997 günü Ankara Sincan'da bazı tankların bakım gerekçesiyle yollardan geçirilmesi postmodern darbe tanımlamasıyla literatürdeki yerini almış oldu .

15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİ

Artık olmaz, yapılamaz, o devirler geçti gibi cümlelerin  hiçte geçerli olmadığı anlaşıldı. Kimi reklam filmleri bazı köşe yazarlarının aleni darbe imaları ve Genelkurmay bünyesinde illegal grupların yürüttüğü faaliyetler bir askeri kalkışmanın yaşanabileceğinin sinyallerini veriyordu. Nitekim 15 Temmuz akşamıda bu durum fiilen yaşandı. Yalnız bu darbenin Türk Siyasi Tarihindeki darbe girişimlerinden oldukça farklı yönleri bulunuyordu.

A) İlk defa bir askeri darbede Halk askerin karşısına çıktı
B) İlk defa bir askeri darbede asker ile polis çatıştı. Öyleki örneğin 12 Eylül'de Cumhurbaşkanlığı polis komiseri Tacettin Cumhurbaşkanlığındaki polislerin silahlarını toplayarak muhafız alayına teslim etmişti. Oysa 15 Temmuz'da darbeye destek veren polisler olmakla birlikte Emniyet teşkilatı ağırlıklı olarak darbenin karşısında yer aldı
C) İlk defa bir siyasi lider darbeye direnmiş oldu
D) Özellikle 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Meclis'in üzerinden jetler alçak uçuş yapmışlardı fakat ilk kez 15 Temmuz'da Büyük Millet Meclisi vuruldu
E) İlk kez bir darbe başladıktan sadece birkaç saat sonra engellenebileceği yönünde bir inanç oluştu
F) İlk kez bir darbe ardında bu denli şaibe bırakmış oldu .

Neticede darbe bertaraf edildi. Fakat şimdi akıllarda çok ciddi bir soru varlığını sürdürüyor. Yeni bir askeri darbe olabilir mi ?

ASKERİ DARBE OLUR MU? 

15 Temmuz 2016'dan sonra yaşanılan bazı hadiselere değinelim;
1) Komuta kademesinin safı halen meçhuldür ve görevdedirler
2) Darbeden sonra illegal gruplara üye olduğu bilinen Adli Müşavir görevden alınıp başka göreve verildi. Bu durum medyaya yansıdıktan sonra sehven yanlışlık yapıldığı belirtilip şahıs ihraç edildi. Bu olay kurumsal ciddiyetsizliği bir anlamda vurgulamış oldu
3) Darbecilerin haberleşme programı olarak bilinen Bylock'un şu an bazı askerlerce halen kullanıldığı ve bu yöndeki ihbarların karargahça ciddiye alınmadığı vurgulandı
4) Muvazzaf 1700 Albayın bu programı kullandıkları Mit tarafından tespit edildi
5) Darbenin siyasi ayağı hiç konuşulmadı oysa asker sivil işbirliği yaşanmadan darbe olamazdı. Örneğin 27 Mayıs evveli asker Sivil Bakan Şemi Ergin ve ekibiyle yoğun görüşmüştü. 12 Eylül evveli cunta eski asker olmasına rağmen emekli olduğundan sivil hayatta bulunan Fahri Korütürk'e teklif götürmüştü. 28 Şubat döneminde karargah pek çok sivil siyasetçiyi ağırladı. Fakat 15 Temmuz'un siyasi misyonu neredeyse konuşulmadı. Bu durumda tehlikeli bir muamma durumundadır.

Bir anti parantezle belirtmek gerekirki sivil itaatsizlik eylemleri 2013 Gezi parkı olaylarından beri Kırmızı Kitap dahilindedir. Bugüne döndüğümüzde darbe ile alakalı binlerce personel güvenlik birimlerinden uzaklaştırıldı ve şu anda atıl vaziyetteler. Geçmiş yıllarda Emniyet'in İstihbarat ve Terörle Mücadele gibi hassas birimlerinde görev yapan personele ücreti karşılığında Glock marka silah dağıtılmış diğer birimledeki bazı polis memurları bu durumu yargıya taşımışlardı. O zaman bu durum illegal gruplar kendi personelini silahlandırıyor şeklinde yorumlanmıştı. Bu teori tutarlı olmakla birlikte hassas daireleri elinde bulunduran illegal gruplar ihraç edilmiş kimi personeli kurum envanterinden çalmak suretiyle silahlandırabilir. Tank ve ağır silahların şehir merkezlerinden taşınmalarıda birşey ifade etmez çünkü yeni bir askeri darbe piyade sınıfından gelebilecektir. Pentagon eski danışmanı E. Lutwak'a göre darbenin oluşması için bazı koşullar vardır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir
1) Siyasi kriz
2) Askeri başarısızlık
3) Ekonomik kriz

Gerçektende bununla uyumlu olabilecek bir rapor kısa süre evvel Kriz Grubu tarafından yayımlandı ve Türkiye'nin ekonomik olarak zedeleneceği belirtildi. Hatırlanacaktır ki kimi kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye'nin kredi notunu düşürdüler. Terör eylemleri hız kazanırken, Musul operasyonu konusunda Türkiye'nin siyasi ve askeri bir başarısızlığı için bazı gruplar ittifaklarını oluşturdular. İşte bu tablo tam da Lutwak'ın çizdiği ile uyumlu. Bu kaotik durumları yaşayan Türkiye'de baş gösterecek "silahlı" bir sivil itaatsizlik eylemide sıkıyönetim ilan ettirmeye yönelik olabilir. Ordu Polis Özel Güvenlik ihraç edilmiş ve açığa alınmış kabaca 200,000 kişilik ve eli silah tutan bir grubun varlığı pek ürkütücü görülüyor. Ordunun bel kemiği olan Uzman Çavuş ve Astsubaylar sivilden temindir ve General ile Albay seviyesinde bile bu denli güçlü olan illegal örgütün, çok küçük rütbeli subaylar ile Uzman Çavuş, Astsubay gruplarındaki etkinliği anormal oranlarda olabilir. Yani muhtemel bir askeri kalkışma piyade sınıfının yanında Uzman-Astsubay-Teğmen Üsteğmen Yüzbaşı rütbelerinden müteakip olabilir. Bunun Türkiye siyasi tarihinde de yeri vardır. 1960'larda Teğmen Üsteğmen ve Yüzbaşılardan oluşan askerler Belçika Klübü adıyla cunta oluşturup askeri darbe tertiplemişlerdi.

NASIL BİR ORDU? DARBE NASIL ÖNLENİR

Pratikte geçerliliği zayıf olsa da ordunun bulunduğu her ülkede askeri darbe ihtimali vardır. Tabi bu zihniyetteki askerlerin eğilim ciddiyetleri ve sayıları önemlidir. Türkiye'ye baktığımızda 15 Temmuz darbesinin tedirginliği ve ihtiyatıyla ordu ile alakalı bazı yeni kararlar isabetliyken bazıları meçhuldür. Askeri Liselerin kapatılmaları, Milli Savunma Bakanlığının sivilleşmesi yerinde ve doğrudur. Fakat Harp Okullarının kapatılmaları yerine bu okullara belirlenen süre öğrenci alımlarının durdurulmaları yeni bir sistemle eğitim öğretim hayatlarına devam etmeleri uygundur. Okullarda sivil öğretmen ve başarılı sivil öğrencilerde yer almalı sivil öğrencilere askeri okullarda daha çok yüksek lisans doktora hakkı tanınarak asker sivil kaynaşmaları sağlanmalıdır. İllegal örgüte üye olduğu yönünde ihbar alınan askerler hakkında soruşturmalar ciddi ve ivedilikle sürdürülmelidir. Çoğu kesim tarafından meşruiyetini kaybettiğine inanılan komuta kademesi değiştirilmelidir. Orduevleri Tsk mensubu memur ve işçilere de açılmakla birlikte böylelikle subay ve generale uygulanan kast sistemi delinmeli onlarında birer insan oldukları imajı pekiştirilmelidir. Asker hastane ve askeri mahkemelerin kapatılması yanlış olmakla beraber bunlar üzerlerindeki denetim mekanizmaları işlevsel hale getirilmelidir.
Yasal düzenlemeler lüzumludur fakat hiçbir düzenleme tek başına darbeyi önleme konusunda yeterli değildir. Bu kurumsal eğilimden de çok halkın demokratik bilinç seviyesiyle orantılıdır. Yani sivil toplum anlayışı, muhalefet kültürü ve farklılıkların zenginlik telakki edildiği bir düzende darbe olmasıda darbe olsa bile başarılı olabilmeside mümkün değildir .

***

CEVDET PAŞA KİMDİR? ENCÜMENİ DANIŞ VE GİZLİ TÜRK TEŞKİLATI GERÇEĞİ


CEVDET PAŞA KİMDİR? ENCÜMENİ DANIŞ VE GİZLİ TÜRK TEŞKİLATI GERÇEĞİ


ONUR DİKMECİ
İstihbarat ve Strateji Uzmanı
15 Mart 2017 

Ahmet Cevdet Paşa, 1822 yılında Bulgaristan’ın Lofça kentinde doğmuştur. Devrinin en mühim entelektüel şahsiyetlerinin başında gelen Cevdet Paşa, özellikle hukuk ve tarih alanında mühim çalışmalar vermiştir. Darûl-Muallim Müdürlüğü, Adliye Nazırlığı gibi üst bürokratik görevlerde bulunmuş, Fransız Akademisine benzer biçimde bilimsel çalışmalar düzenlemek için oluşturulan Türk İlimler Akademisi’nin 40 kişilik Encümen heyetinde yer almıştır. Makalemizin ana temasını oluşturan Cevdet Paşa Tarihi/ Tarih-i Cevdet, bu encümen heyetinin direktifleri doğrultusunda Cevdet Paşa tarafından yazılmıştır. Paşa, eserinde 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan, 1826 Vaka-i Hayriye olayına kadarki dönemi, dönemin şartlarını, Devlet-i Aliyye’nin siyasal ve sosyal durumlarını ve Dünya’da ki mühim hadiseleri aktarmıştır. Tarih-i Cevdet’te yer alan çarpıcı mevzuları başlıklar halinde kategorize edip irdelemek eserin ne anlattığı hususunda daha aydınlatıcı olacaktır. Tarih-i Cevdet’te birinci sınıf Devlet adamlarının kusurları ortaya koyulmuştur. Bu husus kuru bir eleştiriden çok sebep sonuç bağlamında bütünsel bir olgu olarak yer almıştır. Örneğin, Emevi Halifesi II. Velid İslâm’ı tahrik eden, Şeyhülislam Feyzullah Efendi, Köprülü Amcazede Hüseyin Paşa’nın şöhretine haset gösteren ikbal düşkünü, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, talim yaptırmadığı için nizam bozan, gereksiz harcamaları sebebiyle israfkâr olarak nitelendirilmiş Padişahlar ise doğrudan eleştirilmek yerine dönemsel eleştiriler yapmak tercih edilmiştir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın idamı, Kanuni Dönemindeki fetih politikasının eleştiriye tabi tutulması bu hususa verilebilecek örnek mahiyetindedir. Fütuhatın Avrupa kıtasına yayılmasını açıkça tenkit etmektedir. Yavuz’un saltanatı boyunca amacının İran ve Hindistan’ı hilafete bağlayarak, Kazan, Tataristan, Kırım’ın Osmanlı vilayeti olarak Türk ve İslâm unsurlarının Devlet-i Aliyye uhdesinde bulunmasını böylece Kafkaslarda hakimiyet sağlanacağını vurgulamıştır. Cevdet Paşa, bu düşüncesiyle isabetli bir noktaya değinmiştir. Hakikaten Kafkas hakimiyeti tam manasıyla sağlanabilse, Rusların güçlenmesi engellenebilecek II. Viyana kuşatması gibi hadiselerde Kuzey’den gelen desteklerin önüne geçilmiş olacaktı. Ayrıca kültüren ve dinen birbirine yakın bölgeleri egemenlik altına alıp ileriki zamanlarda baş gösterecek mezhepi taassupların önüne geçilerek Hilafet otoritesi sağlamlaştırılmış Doğu’da bütünlük sağlanarak akabinde kademeli Batı fütuhatı düşünülmüş olabilir. Tarih-i Cevdet’te dikkat çeken diğer husus Türk kavramına yapılan vurgudur.Tarih-i Cevdet’in yazılmaya başladığı XIX. Yüzyıl ortaları daha ziyade Osmanlılık kavramına dikkat çektiğinden kavram olarak dâhi Türk kelimesinden genel manada itinayla kaçınılmaktaydı. Fakat Tarih-i Cevdet’te, Osmanlı Hanedanı’nın atalarının Türkistan’da hüküm sürmüş asil kişiler olduğunun yazılıp Orta Asya’ya vurgu yapılması, Kafkasya’dan bahsedilirken Hun, Kalmuk, Hazar gibi Türk boylarının yer alması, Cengiz’in fetih hareketi anlatılırken köken olarak Farsçada olsa Türklerin yurdu manasında olan Turan ifadesinin kullanılması ve Osmanlı hanedanının Türklüğe ait güzellikleri ve yiğitliği taşıdığının açıkça yazılması Türklük ile ilgili dikkat çekici noktalardır. Tarih-i Cevdet’te Yalnızca Devlet-i Aliyye ile sınırlı kalınmayıp dönemin Dünyada cereyan eden mühim hadiselerine de değinilmiştir.Özellikle İkinci ciltte Amerikan Bağımsızlık savaşı bu savaşta Fransız-İngiliz çekişmeleri, Rusya’nın sıcak denizler emeli ile Prusya Kralı II. Frederik’in ölümü ayrıntılı olarak yer almıştır. Üçüncü ciltte ağırlıklı olarak Kafkasya ve Kafkas halkları hususunda bilgi verilmiş antropolojik birde tasnif yapılmıştır. Altıncı ciltte ise büyük biçimde Fransız İhtilali anlatılmıştır.Türk Rus ilişkileri detaylı olarak işlenir.Buna göre Ruslar, sinsi ve içten pazarlıklıdır. Türk-Rus ilişkileri kapsamında Kırım ve dolaylarının sosyal yapısıda aktarılarak bölgenin adeta kuşbakışı röntgeni çekilmiştir. Tarih-i Cevdet’te bir diğer husus Fransız İhtilalidir. İhtilal sonrasında çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu büyük yara alacağından Devlet-i Aliyye döneminde yaşamış bir ‘Osmanlı’ aydınının ne düşündüğü oldukça önemlidir. Fransa’nın sosyal yapısı ve iktisadi manadaki çöküntüsü detaylı anlatılır. Cevdet Paşa, Fransa’da ki sınıfsal ayrıcalığın Halk’ı nasıl bezdirdiğini açıkça anlatır ve ihtilale giden süreci bir bakıma haklı bulur. Fakat özellikle Napolyon’un Mısır seferine tepki gösteren Cevdet Paşa bunu ihtilalin ahlaksızlığı olarak nitelendirerek Fransa’da yaşanan kanlı sürecin pekçok haksızlık barındırdığını düşünür. Cevdet Paşa’nın Fransız ihtilali ile ilgili aktardıkları aslında bugün bile hemen hepimizin kabul edebileceği mahiyettedir. O ihtilali kuru bir gereksizlik olarak görmemiş, aksine Halk’ın çektiği acılara değinerek ayaklanmanın kayırmacı sistemden kaynaklandığını belirterek başlangıç olarak haklılığını savunmuştur. Netice itibariyle ihtilal yanlış sonuçlar doğurmuştur. Zaten bu da bugün hepimizin bu şekilde kabul ettiği durumdur. Tarih-i Cevdet’te az değinilen konulardan birisi iktisadi mevzulardır. Kalkınmaya ihtiyaç olduğunu vurgulayan Cevdet Paşa, vergilerin sağlıklı kullanılmasını istemektedir. Tarih-i Cevdet’te Devlet-i Aliyye’de ki yenileşme hareketleri yerinde ve olumlu bulunup bu minvalde aktarılmıştır. Bu devirde bile eleştirilen ve kendi devrinin en hararetli eleştirilerine maruz kalan III. Selim ve II. Mahmut’un uygulamalarının XIX. Yüzyılda yaşamış bir Osmanlı Aydın’ı tarafından ne şekilde idrak edilip anıldığı mühimdir. II. Mahmut’tan birkaç yerde bahsedilirken ‘’Devlet ağacına musallat olan haşereler temizlenmiş, kuru dallar kesilmiştir.’’ gibi ifadelerle olumlu benzetmelere gidilmiştir. III. Selim döneminde Devlet ileri gelenlerinden, Koca Yusuf Paşa, Tatarcık Abdullah Efendi, Halil Hamid Paşa gibi yöneticilerden lâyihalar alındığı vurgulanır. Buna göre III. Selim devrinin en büyük sorunu modern teçhizat ve eğitimden yoksun disiplinsiz Osmanlı Yeniçerileridir. Tophanelerin kurulması, Ordu’nun periyodik aralıklarla teftişi, ateşli silahların eğitimi gibi hususların yanında talimin önemi vurgulanmıştır. O devirde Talimli Asker nezareti kurulduğu da belirtilmiştir.Tarih-i Cevdet’te bürokratik görevlerden alınma ve atanma gibi meselelerde sıkça yer almaktadır. Yaklaşık iki asır evvelindeki bir Şeyhülislam’ın görevden alınması veya Vezir-i Azam’ın azledilmesi ilk bakışta bugün gereksiz bir ayrıntı gibi gözükebilir. Fakat anlatılan hemen bütün azil işlerinde varılacak sonuç Mevcut kadroların misli katı yönetici istihdamı, bu sebeple kabiliyetsiz kişilerin üst mevkilerde bulunması, yöneticiler, kadılar gibi ileri gelenlerin keyfi vergilendirme ve rüşvet gibi uygulamalarla Devlet mekanizmasının nasıl zarar gördüğüdür…





Tarih-i Cevdet’in belirgin noktalarını kategorize ederek vermeye çalışırken Devlet-i Aliyye’nin o zamanki genel durumu konusunda sonuca vardık. Buna göre Devlet-i Aliyye, Rusya ile her daim mücadelede, Kafkasya fütuhatını zamanında gerçekleşirememenin bedelini ödeyen, gerekli ekonmik, teknik özellikle askeri açıdan geri kalmış, yeni düzenlemeler almak zorunda kalan iyi niyetli kimi Yönetici ve Hanedanlığın kontrolündedir. Devlet-i Aliyye’nin genel durumu anlatılırken Dünya’da vuku bulan olaylara da değinilmesi bütünsel bir tarih aktarımını sağlamış ve oldukça doyurucu bir eser karşımıza çıkarmıştır.


Tarih-i Cevdet Türk siyasi tarihinin stratejik noktalarını anlamak bakımından önemlidir. Ancak bir önemde Cevdet Paşa'nın üyesi olduğu Türk İlimler Akademisini tanımak konusudur. Günümüz Türkçesindeki bu kavramın o zamanda ki karşılığı Encümeni Danış idi. Yani görüldüğü gibi Encümeni Danış gizli bir devlet yapılanması, istihbarat teşkilatı ya da kendi içerisinde gizemli ritüelleri barındıran masonik bir birim değil legal resmi, kültürel çalışmalarda bulunan ve günümüz Talim Terbiye Kurulu benzeri bir oluşumdu. Gerçi Encümeni Danış'ın James Redhouse gibi şarkiyatçı ve misyonerlik çalışmalarına önem veren bir şahısı barındırması soru işaretlerine sebebiyet verebilir ancak bu bile bu kurumu kapalı, gizli, vurucu gücü olan bir istihbarat yapılanmasına dönüştüremez. Encümeni Danış'ın yakın siyasi tarihte gündeme getirilmesi ise Hatay Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen'in oğlu Murat Sökmenoğlu'nun röportajıyla eş zamanlıdır. Buna göre Sökmenoğlu kendisi gibi itibarlı ve kariyerli bürokrat ve devlet adamlarıyla toplantılar düzenleyip siyasi mevzularda tartışmaları Fahri KoruTürk tarafından ''Sizler Encümeni Danışsınız sizlere ihtiyacımız var'' şeklinde karşılık buluyormuş. Tabi bu cümle bir teşvik ve onore etmenin yanında istihbari bir oluşuma vurgu yapmayan hafif nüktedan bir üslubun eseridir. 2000'li yıllarda ki bir furya Encümeni Danışı daha da gizemli hale getirdi ve Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'ndan üst düzey askeri ve sivil isimlere kadar elit bir zümrenin bu oluşumla ilişkilendirilmesine yol açtı. O tarihlerde Türkiye bir dönüşüm yaşıyor ve sivilleşmenin tepeden inme uygulamalarına tanık oluyordu. Bu durum militarist veya ulusalcı, saf ve milli duygulara haiz ancak devlet üstü gruplarda kurtuluşu arayan bir grubun umutlarını hayali organizasyonlara bağlamasına sebebiyet verdi. Encümeni Danış'ın kendisi hayal ürünü değildi ancak yapısı ve içeriği ile alakalı söylentiler gerçeğin çok dışındaydı.
Türkiye'nin de diğer devletler gibi gizli istihbari birimlerinin bulunması muhtemeldir. Bu oluşumlar ordu içerisinde bulunduğu gibi asker sivil organizasyonunu da içerebilir. Soğuk Savaş dönemindeki Özel Harp Daireleri bir anlamda, MGK Genel Sekreterliğine bağlı eskinin Toplumla İlişkiler Başkanlığı ve bağlı kuruluşları toplumun kafasındaki Encümeni Danışın karşılığı olabilir. Ancak gizli teşkilat veya teşkilatlardaki geçmişin bir süreklilik arz ettiği söylenemez çünkü en eski sistemli ve milli bir istihbarat birimi olan Teşkilatı Mahsusa'nın zihniyet, yöntem ve kadrolaşma bakımından devam ettiğini öne sürmek mümkün değildir.
Sadece işgal değil, kitlesel biyolojik nükleer siber ekonomik ve nanoteknolojik saldırıları ve doğal afetleride kapsayan hazırlık çalışma ve uygulamaları içeren birimlerin oluşturulması hayatidir. Encümeni Danış, Göktürklerden itibaren sürdüğü iddia edilen Börü Budun ve Mustafa Kemal Atatürk'ü yetiştiren teşkilat olarak gösterilen Asakiri Milliye gibi tanımlar güzel, ilgi ve heyacan uyandırıcı hikayelerdir. Ancak devlet hikayeler ile yönetilemez. Kimyasal ve Biyolojik Silahlar birimi bulunmayan bir Silahlı Kuvvetler ile Uzay Masasını var edememiş Savunma Bakanlığına sahip Türkiye kısa süre evvel işgal yaşamayacağı gerekçesiyle Seferberlik Tetkik Kurullarınıda kapatmıştı. Psikolojik Harekat ise askerler veya siviller tarafından çok büyük oranda iç kamuoyuna uygulandı. Dış istihbaratla ilişkilendirilen Mit personelinin yalnızca yüzde üçü dış görevlerde değerlendirilirken, çoğu Türk diplomat görev yaptıkları ülkelerin dilini ve kültürünü bile bilmiyordu. Zengin tarihi ve potansiyeline rağmen bu gibi zaaflarıda bulunan Türkiye için ciddi manada hükümetler ve partiler üstü bir strateji ile bu stratejilere uygun çok yönlü birimlerin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bir asır daha Encümeni Danış Masalları dinlemeye dillendirilmeye imkan olmayabilir.


***

30 Ekim 2017 Pazartesi

Ceza Vererek Atatürk'ü ve Atatürkçü Düşünce'yi koruyabilir miyiz?

Ceza Vererek Atatürk'ü ve Atatürkçü Düşünce'yi koruyabilir miyiz?



15 Ocak 2000 Cumartesi 

Geçtiğimiz aylarda Kanal D'nin ARENA proğramında Akit Gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak'a ait Atatürk karşıtı fikirlerin sergilendiği kaset gündeme getirildi. Görsel ve yazılı basın konuya geniş ilgi gösterdi. Dilipak hakkında Şişli Cumhuriyet savcılığınca soruşturmanın başlatıldığı ve üç yıla kadar hapsinin istendiği bildirildi.Yorumlar birbirini izledi.Cezaların çok az olduğu,bunun için bu şekilde cüretkar ve saldırgan olunduğu dile getirildi. 

Cezaların caydırıcı olmaları en önemli özelliğidir.Cezalar; insanların bu suçu bir daha işlememeleri konusunda uyarıcı ve önleyici olmalıdır. Farzedelimki Abdurrahman DİLİPAK şuçlu bulundu. Yargılandı. Cezalandırıldı ve cezası infaz edilerek üç yıl hapiste yattı. Ki bunun olması muhtemeldir. Çünkü biz bir hukuk devletiyiz. Hukuk devletinde hukuk uygulanmak için yapılır ve uygulanır. Uygulanmadığı takdirde devletin gücü ve otoritesinden söz edilemez. Konuyu açık basın yoluyla izlediğimiz kadarıyla Dilipak 25.7.1951 tarihli ve 5816 sayılı "ATATÜRK ALEYHİNE İŞLENEN SUÇLAR HAKKINDAKİ KANUN"un 1 nci maddesine göre açıkça suç işlemiştir. Buna göre " Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden ve söven kimselere 3 yıla kadar hapis cezası "öngörülmektedir. Suç basın yolu ile işlendiği takdirde ceza arttırılmaktadır. Savcı ve hakimlerimiz bu kanunu elbette uygulayacaklardır bu onların asli görevleridir. 

Gelelim konunun bir diğer önemli cephesine. Atatürk'ün tutarlı,dengeli ve uygulanabilir fikir ve düşünceleri ; bugün sadece Türk milletinin ve Türklük dünyası'nın malı değildir. Dünya insanlığının malı olarak yüzyılımıza damgasını vurmuştur. Daha çok uzun süre insanlığa ve medeni aleme ışık tutmaya ,yol göstermeğe devam edeceğide aşikardır. Bunu önlemek mümkün değildir. Bu fikir ve düşüncelerin kanunla korunmaya ve kabul ettirilmeye ihtiyacı da yoktur. Çünkü bugün çağımızda daha iyisi mevcut değildir. 

Atatürk'ün bizzat kendisi; her ne kadar aykırı olursa olsun fikire karşı mücadelenin yine fikirle yapılmasını istemiştir. Bunu TBMM'de yaptığı bir konuşmada şu şekilde dile getirmiştir. " MALUM-I ALİNİZ FİKİR CERYANLARINA KARŞI FİKRE İSNAD ETMEYEN KUVVETLE MUKABELEDE BULUNMAK, O CERYANI İMHA ETMEDİKTEN BAŞKA, HERHANGİ BİR MUHATABINIZLA KONUŞULDUĞU ZAMAN ONUN HERHANGİ BİR FİKRİNİ KUVVET ZORU İLE REDDEDERSENİZ, O İSRAR EDER. BİNANALEYH FİKİR CERYANLARI CEBİR, ŞİDDET VE KUVVETLE REDDEDİLEMEZ.. BİLAKİS TAKVİYE EDİLİR. BUNA KARŞI EN MÜESSİR ÇARE; GELEN FİKİR CERYANINA MUKABİL FİKİR CERYANI VERMEK, YANİ FİKRE FİKİRLE MUKABELE ETMEKTİR." 

Apdurrahman Dilipak sıradan bir insan değildir. Okuyan, araştıran ve kendi kültürüne göre oluşturduğu görüşlerini kamuoyuna yayan bir gazetecidir. Fikirlerini beğenmememiz ve katılmamamız çok doğaldır. Fakat bu beğenmediğimiz fikirler dolayısıyla onu cezalandırmakla onu bu fikirlerinden caydıramadığımız gibi, bilakis kendisini ve kendisi gibi düşünenlerin fikirlerini kuvvetlendiririz ve onları haklı çıkartarak sayılarını çoğalmasına yardımcı oluruz. 

Burada iş Atatürkçü aydınlara düşmektedir. Buyrun size çok elverişli bir fikri mücadele ortamı. Bağırıp çağırmadan, kavga ve dövüş yapmadan, kanun maddelerinin ardına sığınmadan Abdurrahman Dilipak'ı sahip çıktığınız Atatürkçü cepheye çekin . Onu ,Atatürk fikir ve düşüncelerinin sarsılmaz bir savunucusu yapın. Bu şekilde Dilipak'a inanıp onun gibi düşünen kesimleride kazanın. Atatürkçü aydınlarımızı bu mücadelede görmek istiyorum. Ben şahsen her yerde ve her zeminde Atatürk karşıtı kişilerle fikir mücadelesine hazır olduğumu ilan ediyorum. Hodri Meydan...........

Dr. Tahir Tamer Kumkale
15 Ocak 2000 Cumartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=3

***

BAŞLARKEN., TÜRKİYE VE TÜRKLÜK SEVDALISI İYİ İNSAN.,


BAŞLARKEN., TÜRKİYE VE TÜRKLÜK SEVDALISI İYİ İNSAN.,




Başlarken.,Türkiye ve Türklük Sevdalısı iyi insanlar!
10 Ocak 2000 tarihinden başlayarak hiç aksamadan günümüze taşımaya muvaffak olduğum “İYİ İNSANLARA BİLDİRİ-YORUM” sitesi 18 Ekim 2008 tarihinden itibaren yeni görünümü ile yeniden hizmetinize girmiştir.

2000-2008 olmak üzere 9 yılda, içinde 1200 civarında toplam 7000 daktilo sayfasını bulan araştırma yazılarımda halen yaşadığımız dönemin güncel olaylarını Atatürkçü Düşünce penceresinden görmeğe çalıştım. Türkiye’nin güncel sorunlarına, 36 yıllık devlet memurluğu kimliğimle kazandığım tecrübeler ile 22 yıllık bilim adamlığı ve üniversite öğretim üyeliğimin kazandırdığı bilimsel akıl perspektifi içinde (ve özellikle) Atatürkçü Düşünce ışığında çözüm üretmek istedim.

Hiçbir yabancı ideolojiye bağlanmadan ve tamamen kendi kültür kazanımlarım doğrultusunda kaleme aldığım yazılarım geçen süre içinde yoğun bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Sitemin özellikle yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız arasında yaygın şekilde takip edilmesi hedefime ulaştığımı göstermektedir.

Okuyucularım ile kurduğum iletişim bağının yoğunluğu giderek artmaktadır. Her okuyucuma tek tek cevap vermek arzusunda olmama rağmen zaman faktörü bunu gerçekleştirmeme engel olmaktadır. Bu konuda genç neslin ve bilhassa üniversite öğrencilerinin e-postalarına cevap vermeğe çalışıyorum. Kendi isteğim dışında cevaplayamadığım sorularından dolayı değerli okuyucularımdan özür diliyorum.

Türkiye ve Türklük sevdalısı iyi insanlar Bildiri-Yorum sitesinde fikir ve düşüncelerini bizlerle paylaşmak için birbiri ile yarış ederken, sitemiz 2002 yılında ülke ve millet düşmanı mihrakların yoğun saldırısı ile karşılaşmıştır. Bir yandan bu saldırılara karşı koymaya çalışıp sitenin devamlılığı sağlanmaya çalışılırken, geçen süre içinde sitenin ilk formatı özellikle günümüze kadar muhafaza edilerek artık klasik hale gelen sunum şekli korunmuştur.

Beyin sağlığım devam ettiği sürece BİLDİRİ-YORUM yaşayacaktır. Bu sitenin İyi İnsanların fikir alışverişi için buluşma noktası olma vasfı asla değişmeyecektir.

Bu sitede yer alan fikirler mevcut durumu ile 250 sayfalık 50 adet kitabın alt yapısını teşkil etmektedir. Zaman içinde yazılarımı kitaplaştırma çalışmalarına devam edeceğim.

Siz vefakâr BİLDİRİ-YORUM okurlarına teşekkür etmek istiyorum. Çünkü siz olmasaydınız yine bu site olmayacaktı.

BİLDİRİ-YORUM’un bugünleri yazacak tarihçiler için ciddi ve güvenilir bir belge olacağına inanıyorum.

Daha nice yıllar bir ve birlikte olmayı diliyorum…

Dr. Tahir Tamer Kumkale
24 Ekim 2008 Cuma

https://kumkale.wordpress.com/baslarken/

***

Tahir Tamer Kumkale, KİMDİR. BİYOGRAFİSİ

E. TOP. KUR. KD. ALB- YAZAR- DR (TARİH)

T. Tamer Kumkale, 1947’de Zonguldak’ta doğdu.

Baba tarafı Yunanistan’daki Preveze  bölgesinden, anne tarafı Romanya’dan göç etmiş bir ailenin çocuğudur.Dedesi Yarbay Tahir Bey, Çanakkale’de Kumkale mevkiinde, Tabur Komutanlığı yapmış bir harp malulüdür. 

İlk okulu Soma’da bitirdi. Ortaokul 2 nci sınıfa kadar burada okuduktan sonra, 1960 yılında Selimiye Askeri Orta Okulu’na girdi.Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirdi.
1966 yılında, Kara Harp Okulu’ndan Topçu Asteğmen olarak mezun oldu.
Topçu ve Füze Okulu’nda mesleki eğitimini tamamladıktan sonra, İzmit, Patnos(Ağrı), Burdur ve Kıbrıs’taki Topçu birliklerinde görev yaptı.

1977’de Kara Harp Akademisi’ni bitirerek Kurmay Subay oldu.
Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhları’nda çalıştı.

1980- 1985 yılları arasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Toplumla İlişkiler Başkanlığı’nda Grup Başkanlığı yaptı.
Tekirdağ’da 8 nci Tümen, 190 ncı Alay’da Tabur Komutanlığı ve aynı Tümen’de Albay olarak Kurmay Başkanlığı görevlerinde bulundu.

1984 yılında, Silâhlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi. 

1986 yılında, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü'nde, "Atatürk'ün Ekonomik Görüşleri" konulu teziyle doktora yaptı ve "DOKTOR" unvanı aldı. 

1989- 1991 yılları arasında da, Ağrı Patnos’ta 243 ncü Mekanize Alay Komutanlığı,
3 ncü Ordu’da Harekât Başkanlığı,Ege Ordusu’nda Lojistik ve Harekât  Başkanlıkları,

Harp Akademisi ve Silâhlı Kuvvetler Akademisi’nde Öğretim Üyeliği ile ABAM’da uzman olarak görev yaptı.1996’da Harp Akademileri Komutanlığı Askeri Bilimler Araştırma Merkezinden Kurmay Kıdemli Albay rütbesi ile emekliye ayrıldı. 
1978 yılından itibaren, askeri birlikler ve üniversitelerimiz başta olmak üzere Türk toplumunun aydın kesimine 1500 civarında konferans verdi. Konferanslarda:

“Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar”,
“Atatürkçülük ve Atatürkçü Düşünce Sistemi”,
“Türk Gençliğine Yönelik İdeolojik Tehditler”,
“Türk Kültürü”,
“Türk Tarihi” gibi konuları işledi.

Ayrıca TRT’de dizi halinde yayınlanan:

“Canlı Tarih”,  
" Tarihte Ermeniler", 
"Boy Hedefi Türkiye", 
"Neden Hedef Türkiye", 
"Vatan Borcu " filmlerinin yapım ve yönetimini üstlendi.

1987 yılında Trakya Üniversitesi fakültelerinde vermeğe başladığı Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi derslerine 1995 yılından itibaren İTÜ’de, 1997’den itibaren Fatih Üniversitesinde devam etti.
2000–2002 yıllarında Fatih Üniversitesinde “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü ve Atatürk Araştırma Merkezi Koordinatörü” olarak görev yaptı.
Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askeri Tarih Komisyonu Genel Kurul üyesidir.
1997’DE BİZİM ANADOLU Gazetesinde başladığı köşe yazarlığına ÖNCE VATAN, HÜR YILDIZ ve ULUSAL SES gazetelerinde güncel olarak devam etmektedir.
Evli ve üç çocuk babası olan Kumkale İngilizce bilmektedir.


YAYINLAMIŞ KİTAPLARI:

"Atatürk’ün Ekonomik Görüşleri", (Doktora Tezi), İstanbul, 1986.
“Atatürkçülük ve Atatürkçü Düşünce”, İstanbul, 1994.
“Türk- Yunan Anlaşmazlığı Işığında Ege Adaları”, İstanbul, 1995.
“Türklerde Motivasyon- İnsan Mühendisliği- İnsan Kaynakları Yönetimi”,İstanbul, 1996. 
"Neden Atatürkçülük ?, Nasıl Atatürkçülük”, İstanbul, 1996.
“Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesine Yönelik Bölücülük Tehdidi ve Bu Bölgelerin Türk Milli Bütünlüğü İçinde Yeri ve Önemi”, İzmir, 1994.  

“ Atatürk’ün Ekonomik Mucizesi”, Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2007.  

“ Atatürkçü Olabilmek”, Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2006. 

“Beynimizi Kimler ve Nasıl Yönetiyorlar” ,Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2006. 

“ Derin Devlet Nedir?”,Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2007.  

“Devr-i Tayyip”, Pegasus Yayıncık, İstanbul, 2007. 

“Küçük Adada Büyük Oyunlar Küresel Güçlerin Çekim Merkezinde,”Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2006.  

“Psikolojik  Savaş&Küresel İşgal, Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2008. 

“Soykırım Yalanları”, Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2007. 

“ Türk İnsan Mühendisliği” , Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2006. 

“Türk- Rus İlişkileri”, İrfan Yayınları, İstanbul, 1997. 

“Vatikan ve Papanın gizli Türkiye Senaryoları”, (Aytunç Altındalş ile Müşterek), Pegasus Yayıncılık, İstanbul, 2006. 

“Kıbrıs’ta Sona Doğru”, Q Matris Yayınları, İstanbul, 2004. 

Yazar hakkında daha ayrıntılı bilgi arayanlar, aşağıdaki lingi tıklayabilirler. 

Web sitesi : www.kumkale.net
http://www.selimiyeaskeri.org/yildizlarimiz/tahirkumkale.htm



29 Ekim 2017 Pazar

ATATÜRK VE DEVLETÇİLİK

ATATÜRK VE DEVLETÇİLİK,



Ferhat SARIKAYA
10 Aralık 2011

Atatürk ilkelerinden biri olan Devletçilik ilkesine dair söylemiş olduğu bir sözü konu edeceğim ve Devletçilik ilkesini açıklamaya gayret edeceğim:

“Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususî teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleketin iktisadiyatını devletin eline almak.” 1936

Cumhuriyetin yeni kurulduğu dönemlerden itibaren kalkınma hamlesi yapmak en önemli konuların başında gelmiştir. Döneme damgasını vuran iki tip model bulunmaktaydı, Komünizm ve Kapitalizm. Her ne kadar fiili anlamda Komünizm olmasa dahi Sosyalizm ciddi anlamda uygulanmakta idi. Kapitalizm de Sosyalizmden nispeten etkilenmiş, Sosyalist bir çizgiye kayan Avrupa’nın durumu Liberalizmi gündeme getirmişti. Liberalizm, nispeten Kapitalizmin daha yumuşak halidir. Tabi esas hedeflediği nokta farklı idi ama konumuz bu olmadığı için daha derine girmeyeceğim.

Dünya çapında benimsenen bu iki modelde Türklerin hem sosyolojik, hem de psikolojik yapısına uygun değildi. Atatürk bu noktada Türk milleti için uygun olacak bir model geliştirmek istiyordu. Devletçilik ilkesinin belirmesindeki en önemli etken de iki kutuplu dünyada herhangi birine yakın olamayışından da kaynaklanıyordu. 

Zira Kapitalizm aşırı bireyci, pragmatist bir yaklaşımdı, bireysel fayda toplumsal faydadan çok daha ön plandaydı ve en önemlisi yatırımlar genel anlamda bireylerin üzerinden gitmekte idi. Birey ise kârlı görmediği herhangi bir iş alanına girmez, insanların buna ihtiyaç duyacağını umursayamazdı. Ayrıca belli bir kesimin zenginleşmesi ile refah düzeyinin genele yayılması pek mümkün olamazdı. Böyle bir durumda da ülkenin ekonomik dinamikleri paralı bir topluluğun manipülasyonuna açık hale gelebilirdi.

Komünist ve dolayısı ile Sosyalist model ise aşırı toplumcu davranıyordu. Örneğin herkes yeteneğine göre iş alıyor ama ancak ihtiyaçlarına göre sistemden faydalanıyordu. Bu da tembelleşmeyi beraberinde getiriyordu. Geliştirilen tüm iktisadi modellerde sadece toplumsal düşünülüyor, bireyler tamamen yok sayılıyordu. Gerçi Lenin tarafından devrim gerçekleştirilince bir dönem özel mülkiyete kısmi olarak izin verilmiş, özel çiftliklerin varlığı sürdürülmüştür. Fakat Stalin ile bu özel mülkiyet tümden kaldırılmış, bunun ertesinde de ekonomi durma seviyesine kadar gerilemiştir.

Atatürk, bu iki modeli de dikkatlice incelemiştir. Bunların ortasında bir model olarak da devletçilik ilkesini gündeme getirmiştir. Zira devletçilikte müteşebbis yadsınmıyor ve hatta destekleniyordu. Milli sanayicilerin oluşması önemli bir faktördü. Fakat buna karşın sanayici kişisel kârı önde tutacağı için milletin ihtiyacının da giderilmesi gereken sağlık, eğitim, iletişim, ulaşım gibi alanlarında ivedilikle halledilmesi gerekiyordu.

Diğer bir husus ise devletçilik ilkesinde ekonominin yönetimi devletin kontrolündedir. Doğal olarak müteşebbisler böyle bir sistemde ekonomiyi manipüle edebilme hak ve yetkisine sahip değillerdir ve devlet refahın genele yayılması hususuna öncülük eder.

Devletçilik ilkesi tüm artı ve faydalı düşüncelerin bir ürünü gibi önümüzde durmaktadır ama teoride bu kadar başarılı yürümesi gereken model pratikte Atatürk’ten sonra gelişme gösterememiştir. Elbette bunun nedeni KİT’lerin (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) bir arpalık gibi görülmesi, devlet memurluğunun bir hayat garantisi gibi kabul edilmesi vb. nedenlerle Devletçilik istenen verimi elde edememiştir.

Avrupa, Fransız Devrimine giden ve onun akabinde devam eden süreç ile Burjuvanın gelişmesi, kalkınması gibi etkenler Avrupa’nın da gelişmesine ciddi katkılar sağlamıştır. Burjuva zamanla siyasal isteklerde bulunacak, hatta asilzadelerin yetkilerine son vereceklerdi. Sanayileşmenin hızlanması, makineleşmenin artması genelde Burjuvanın gelişmesi ile doğru orantılıdır. Bu büyük bir dinamizm kazandırmış, sanayi devriminin başlamasına, ilerlemesine ve dünyada söz sahibi olmaya kadar gitmiştir.

Aynı dönemde ise Osmanlı’nın başlıca gelir kaynağı vergilerdir. Savaştan ve ticaretten elde edilen gelir hazinenin önemli bir kısmını oluşturur. Mülkiyet devlete ait olduğu içinde Burjuva sınıfının gelişmesi pek mümkün olmamıştır. Belki bir Ayan sınıfı gelişmiştir ama Avrupa benzeri bir Burjuva sınıfı olmayışı, devletin savaşlarda çok fazla harcama yapması, savaşın ağır yüklerinin halk tarafından ağır vergiler ile karşılanacak oluşu zaman içerisinde Celali İsyanlarının başlamasına dahi neden olmuştur. İlerleyen zamanlardaki gelişme hareketleri de çok kısıtlı ve padişah merkezli olduğu için yeterli itici gücü oluşturamamıştır.

Atatürk bu durumları yakînen gördüğü, incelediği için özel teşebbüsün gelişmedeki rolünün bilincinde idi. Fakat Avrupa’da Burjuva sınıfının devlete tümden hâkim olduğu gibi Türkiye’de de hâkim duruma gelinmesi istenmiyordu. Bu da uzun zamanlı ve ciddi derecede planlı bir ekonomik model uygulanması gerektiği gerçeğini önümüze koyuyordu. Başlangıçta Devletçilik ilkesi bekleneni vermişti, fakat daha sonraki iktidarların tavırları, anlamsız borçlanma, yerli sanayi gelişmeden ithalatın ölçüsüz yapılması, kul kültüründen kurtulamamış ve bireyleşememiş toplumdan ötürü istenen ivme tam olarak yakalanamamıştır.

Bugün Devletçilik ilkesinden söz etmek mümkün değildir. Özelleştirmenin, özel teşebbüsün daha iyi bir hizmet kalitesi sunacağı ilkesine bireylerin önemli bir kısmı inanmaktadır. Özel teşebbüsün ekonomideki ivme kazandırma gücünün zamanla siyasal, sosyal yaptırım seviyesini de yükselttiği, ekonominin manipüle edilerek belli bir elitin dışında gelişim gösterilemediği gerçeği de göz önüne çıkmıştır.

Günümüzde refah seviyesinin genele yayılmamaktadır ve gitgide daha da kısıtlı bir çevrenin elinde olmaktadır. Bu da seçimlerimizin, düşüncelerimizin belli bir kesim tarafından kontrolünü getirmiştir. Piyasada her ne kadar birçok markaya ait ürünler olsa da bu markaların sahibi genelde belli bir gruptur. Bu sebeple de insanlar maaşlı işçi olmanın üzerine pek çıkamamaktadır.

Kanımca bunu aşmanın yolu yine Atatürk’ün belirlediği çizgilerde Devletçiliğe dönüş ile mümkündür. Elbette bürokrasinin hızlandırılması, özel sektörde olduğu gibi dinamik, iyi yönetilen bir yapı olmalıdır. Bunun içinde nispeten özerk bir görünüm halini alması, siyasi müdahalelerin imkânsızlaşması gerekmektedir. Kaliteli yönetim tarzı benimsenir ise milletin ulaşması beklenen diğer hizmetlerinde kaliteli ulaşımı, sosyal devlet yaklaşımları, refah seviyesi yüksek bir toplumun embriyosunu oluşturmak için iyi bir başlangıç olabilir diye düşünüyorum. 

Elbette bu eğitim, kültür, sosyal statümüzü de derinden etkileyecek, gelişmiş bir uygarlık olma yolunda ciddi adımlar atmamıza, bilimsel çalışmaların desteklenmesine ve bununla birlikte daha gelişmiş, daha uygar bir model olarak dünyanın yeni ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yapıya öncülük etmek mümkündür. Zira dünya milletlerinin önemli bir kesimi sosyal adaletsizlikten, eşitsiz yaklaşımlardan rahatsız konumdadır ve bunun tedavisinin bireyci yaklaşımlardan değil, bireyi dışlamayan ama toplumsal faydayı ön planda tutan, bireyi destekleyen devletçilik yaklaşımı ile mevcut kuramlar içerisinden en makulü gibi gözükmektedir.

Eğer toplumsal olarak Atatürk’ü ve ilkelerini derinden anlayabilirsek sıkıntılarımızı aşabileceğimizi, sorunlarımıza doğru çözümler getirebileceğimizi düşünüyorum. Umarım asil Türk milleti bir gün bu gerçeği anlayabilir.

10 Aralık 2011
Saygılarımla
Ferhat SARIKAYA