2 Aralık 2017 Cumartesi

Sömürgecilikten, Küreselleşmeye ve “ Haydut Devletler ” tezine…


Sömürgecilikten, Küreselleşmeye ve “ Haydut Devletler ” tezine…


Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, 
Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Prof. Dr. Şener Üşümezsoy
19 Ekim 2014


Küreselleşmeci teorisyenler kolonyal dönemden sonra emperyalist döneminin daha sonra ise küreselleşme döneminin geldiğini söylerler. Ve bu dönemin askerî, politik ve stratejik durumlarına bakarak emperyalizmi askercil bir olguya indirgerler. Kapitalist sömürünün hem yerel hem de küresel eşitsiz sömürüsünün üzerini örterler.

Paul Sweezy ve Paul Baran emperyalizmin gelişme döneminde emperyalist merkezin sömürüsüne girmiş bir alanın yeniden kendi çizgisinde büyüyebilmesinin mümkün olmadığını söylerler. Bu tezden hareketle Marks’ın İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirdiği dönemdeki tezi geçersiz kılınmaktadır.

“Hindistan’ın gelecekteki gelişme düzeyi İngiltere’nin bugünkü durumudur” diyen Marks’ın ilerlemeci bakış açısıyla ürettiği tez 19. yüzyılın bir ürünüdür. Burada kapitalizmin geliştirici özelliği esas alınmış, emperyalist-sömürgeci özelliği ikinci plana atılmıştı. İngiltere’nin Hindistan’a girmesinden sonra artık doğal gelişimin olamayacağı görülmemiştir.

Paul Baran, Lenin’in eşitsiz gelişme yasasına bir katkı yaparak sisteme entegre olmuş bir alanın sistemin sömürüsü altına gireceğini savunmuştur. Bu tezi Andre Gunder Frank, Latin Amerika’daki geri üretim tarzı olan latifundialar gibi köle emeğine dayanan sistemlere uygulayarak bunların kapitalist gelişimin müdahalesi sonucu ortaya çıktığını söylemiştir. Böylece Marks’ın ilk tezinin ilericiliğinin kalmadığını ortaya koymuşlardır.

Bu durumun net görülebilmesi için Sweezy ve Baran’ın içinde yetiştiği Vietnam Savaşı’nın yaşanması gerekmiştir. Savaştaki ABD bombardımanı ABD savaş sanayini tetiklerken Vietnam Halk Savaşı da bağımlı halkların savaşarak bağımsızlığa ve sosyalizme geçişine neden olmuştur. Sweezy ve Baran bu yıllarda durumu açıkça görebildiler.

Takip eden dönemde SSCB’nin bürokratikleşmesi, krize girmesi ve çökmesi, buna karşılık dünya sisteminin büyüme dönemine girmiş olması artık emperyalizmin bittiği küreselleşme döneminin başladığı tezinin oluşmasına neden olmuştur. “Küreselleşme” ve “bilgi çağı” cilasıyla sunulan bu tezle antiemperyalizm ve mücadele döneminin devrinin de kapandığı iddia edilmişti.

ABD’li stratejist Thomas Barnett’in analizleri bu noktada siyasî açıklamalara yön verici olabilir. Barnett, Pentagon’a yol haritası çizmek için yaptığı yorumda, küreselleşmeci ABD ile ona entegre olan Almanya ve Japonya’nın oluşturduğu yapı “head to head” üçlü bir mücadelenin sürecini ele alır. Bu 80’li ve 90’lı yılların esasını oluşturmuştur. Bu süreçte diğerlerini geride bırakan ABD olmuştur. Bu da esas olarak Körfez Savaşı’yla olmuştur. ABD bombaları Irak’a düşerken, ileri sürülen tez “küreselleşmeye katılmayan devletlerin haydutlaşması ve bunların sistem tarafından cezalandırılması” oldu. Barnett’in ilk küreselleşmecilerine ek olarak ikinci küreselleşmeciler Rusya, Brezilya ve Çin oldu. Meksika ve Hindistan’da yerlerini alıp dünya sistemiyle bütünleştiler. Ama dışarıda kalan devletlerin sistem tarafından cezalandırılması gerektiği ileri sürüldü.

Kaddafi Libya’sı, İran, Venezüella ve Saddam’ın Irak’ı esas “haydut devletler” olarak görüldü. Bunlardan Saddam Irak’ı B-2 bombardımanlarıyla yok edildi. Kaddafi de benzer şekilde ortadan kaldırıldı.

Solda süreci algılama zaafı

Bugün kendine sol diyen ve antiemperyalist politikayı ortodoksça savunan anlayışlar dahi ABD’nin saldırısı için yağmur duasına çıkar gibi bombardıman duasına çıktılar. Oysa Leninist formüle göre esas mesele ilerleme değil sistemi yöneten emperyalizmin yıkılmasıydı. Sol teorisyenler bunu inkâr etse de Thomas Barnett’in, Brzezinski’nin tezleri karşımıza çıkar: İmparatorluk çağında da emperyalist gerçek değişmemiştir. Emperyalizm; Ömer Güven’in 1970’li yıllarda söylediği gibi Amerikan doları ve postalıyla temsil edilirken, günümüzde teknoloji geliştiği için Amerikan bombaları ve füzeleriyle temsil edilmektedir.

Leninist devrimci-ulusçu model emperyalizme karşı duruşu esas almaktadır. 1920’lerde Afganistan’da gerici gözükse de Emanullah Han’ın İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesi bu nedenle desteklenmişti. Lenin, sosyalist İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu İngiltere’nin Hindistan’ı ve Afganistan’ı sömürgeleştirmesine karşı feodal Emanullah Han’ın yanında yer almıştı. Aynı şekilde İngiltere’nin Mısır’da Sudan’a doğru yaptığı sömürgeci yayılmaya karşı feoadalitenin de gerisinde bir toplumsal formasyona sahip olan Mehdi hareketi de desteklenmiştir. Mısır’daki ticaret burjuvazisinin sözcüsü konumundaki İslamcı Mehdi hareketi, İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu emperyalist İngiltere’ye karşı savunuldu.

Günümüzde Saddam’ın bombalanmasına solun birçok kesimi tarafından karşı çıkılmadı. Kaddafi’ye saldırılması da benzer şekilde değerlendirildi. Afganistan’a yapılan saldırıda ise El Kaide’nin ABD tarafından yaratıldığı söylenerek sol tarafından desteklendi.

Çakal Carlos, Fransa’da yazdığı Devrimci İslam adlı kitabında devrimci ve sistem karşıtı tavrı İslamcı hareketlerde gördüğünü söylüyordu. İlerlemeci tez yerine Batı karşıtı, bazen Hıristiyan karşıtı ama esas olarak sistem karşıtı mücadele veren bu grupları destekledi. Bu ilerlemeci açıdan bakıldığında belki kabul edilemeyebilir. Fakat sistem karşıtlığı açısından başka bir gerçekliğin olmadığı da görülür. Bu El Kaide ya da Taliban’ın zamanında ABD tarafından örgütlenmesiyle örtülemez.

SSCB’nin yıkılması ve seküler sol örgütlerin zayıflaması sonucu bu alana cihatçı örgütler hâkim oldu. Bu hareketlere karşı sistemin ideolojik mücadelesi Ilımlı İslam kavramıyla oldu. Cihatçılığın Doğu toplumlarındaki köklerine ulaşmasının engellenmesi için reformist, Batıcı bir anlayış desteklendi. Fakat özellikle Arap Baharı ile cihatçılığın Batı karşıtı bir tepkiye dönüşmesi engellenemedi.

Cihatçılık Batı karşıtlığına evrildi

Cihatçı hareket, İslam toplumunun en primitif dönemine dayandı ve Peygamber devri öncesi Arap toplumunun tepkisel tavırlarını Selefîlikle bünyesine aldı. Cahiliye döneminin ve sonraki Haricîlerin, İbni Haldun anlattığı Arap kabilelerinin tavırlarını günümüze taşıdılar. Bunlar Batı tarafından reddedilse de Doğu için cazip olabildi. Klasik Arap milliyetçiliği, Baas temelli politikaların yerine bu cihatçılık geçmeye başladı.

El Kaide’nin de Batı tarafında reklamı yapılmış liderliğinin de etkisi oldu. ABD neo-con ekibinin istemediği sonuç ortaya çıktı. Batı toplumundaki İslamcı gençler, Troçkist ve devrimci temelleri İslamcı temellerle birleştirdiler. Radikal Selefî ideoloji böylece Doğuya doğru akmaya başladı. CIA, başlangıçta bunu Baas tipi, Nâsır, Kaddafi, Esad’a karşı kullandı. Bunları, Müslüman olmamakla suçlayan İhvancılık ile yıkmaya çalıştılar. Fakat bu tersine dönerek Batı karşısına geçti. Seyyid Kutub, Hasan el Benna tarzı giderek sol tarafından tanımlandığı anlamında sistem karşıtı, antiemperyalist bir kanala girdiler.

Bu çok fazla telaffuz edilmese de Sultangaliyev’in tasvir ettiği bir kanaldır. Emperyalizme hatta Batı proletaryasına karşı Doğu’nun İbni Halduncu anlayışta tarif edilen komünal yapılarına dayanan bir devrimcilik söz konusuydu. Sınıf mücadelesi gerçekleşemeyince sistem karşıtı bir tepki ileri sürülmüştür. Bu da proleter uluslar kavramıyla milliyetçi temelde gelişen ve dinsel formasyonlara da sahip bir antiemperyalizm gelişti.

Sovyet Devriminde Çarlığa karşı mücadele eden Sultangaliyev’in Kızıl Tatar ordusunun yanında Nakşî Vahidov’ların varlığı söz konusuydu. Lenin de sistem karşıtlığında Marks’ın kapitalizmin geliştirilmesini savunan ilerlemeci tezini eleştirmişti. Bu tezi Menşeviklere bıraktı.

Meselenin Tarihsel boyutları

1970’lerde Deniz’lerin, Mahir’lerin kurduğu yapıların devamı olduğunu söyleyen yapılar bugün Amerikan bombardımanı talep ediyorlar. Burada bir çelişki ortaya çıkar. IŞİD’in Selefî ve Haricî yöntemlerle kafa kesme pratiklerinin yarattığı tepki bir yandadır. Ama bu tepki aslında Osmanlı toplumunda palalarla kelle uçurmanın İslamî bir infaz olduğu gerçeğiyle de yan yana durmaktadır. Bu yöntem aşırı bir şekilde kullanıldığı için toplumda objektif bir tespit yapma olanağı da kalmadı. IŞİD’in Şii Hilali karşısında bir Sünni Hilali anlamında gelişen bir hareket olduğu, tarihsel alan olarak da Emevi ve Mervani hanedanlarının egemen olduğu Bağdat’ın kuzeyi Musul, Halep ve Şam’a yerleşen bir yol izlediği anlaşılmadı. Bu Arap iktidarının pekiştirilmesi anlamına gelir.

Emevi bölgesi ve Mezopotamya’da yer alan bu bölge Arapların Sünni kanadının mekânıdır. Abbasilerin ve Şiilerin alanı ise Bağdat ve güneyindedir. Bu çatışma Abbasîlerin Sünni olmasına karşılık, Sünnilerle Şiilerin tarihsel hesaplaşması anlamına geliyor. Abbasiler, Emevileri devirirken Şiiler adına harekete geçmişti. Şiilerle beraber iktidar olmuşlardı. Şam’ın iktidarını yıkmışlardı. Bu alan daha sonra Zengi Devletine kaldı.

Petrol yatakları üzerindeki egemenlik için geçmişteki Baasçı-Arap milliyetçisi iktidar yerine aynı sosyolojik tabanla Selefî bir yaklaşımla mücadele başladı.

Şii Hilalinde ise geçmişte Marksist-Leninist örgütlenmelerin temelini oluşturan Şii unsurlar dinsel bir militanlık içindeler. Mehdi Ordusu gibi militan Şii gruplar köklerini Hz. Ali’nin mücadelesine dayandırıyorlar. İki grup da gerçekte petrol yataklarının paylaşım mücadelesini veriyorlar.

IŞİD, Arap ve Kürt alanları

Saddam’ın bombalanması ve uçuşa yasak bölge ile engellenmesiyle bir Kürt özerk bölgesi ABD tarafından oluşturulmuştu. ABD’nin eğittiği peşmergeler bu alanı kontrol ediyorlar. Sünni Araplarla Kürtler arasındaki çatışmanın yeni versiyonu da bu son olaylarla ortaya çıktı.

Esad ise Türkiye’ye karşı bir tampon bölge olarak Suriye’nin kuzeyini Kürtlere bıraktı. PKK da burada Batı Kürdistan adıyla kantonlar oluşturdu. Şii Araplarla Sünni Arapların çatışmasından faydalanılarak Suriye ve Irak’ın kuzey kesimlerinde Kürt bölgeleri ortaya çıktı. Bu tarihsel ve diyalektik bir sürecin sonucu değildi. Küresel, konjonktürel olgular bunu yarattı.

Sünni Arap temelli aşiretlerin Selefîleşmesi ve militanlaşması ile IŞİD ortaya çıktı. Şiilere karşı Bağdat’a ilerlerken kuzeye ve doğuya Kürtlere karşı harekete geçti. Mezopotamya’nın ele geçirilmesi Kürtleri Zağros Dağları’na itecek bir hareket anlamına gelebilir. Türkiye’de ise Mardin – Urfa alanı da Halep’in devamı olarak Sünni Arap alanlarıyla beraber yeniden yapılandırılabilirdi. Türkiye’nin güçlü yapısı IŞİD’i bu bölgeleri talep etmekten uzak tuttu.

Bu Arap alanlarında Kürtleşmenin gelişmesi ile Suriye’de ve Irak’taki Kürtleşmeyle beraber IŞİD’e tepki yoğun oldu. Temmuz ayındaki “IŞİD Gerçeği” başlıklı yazımda bugün olacakları tahmin etmiştim. Atık bu bölgede IŞİD kendi alanını ele geçirerek petrole dayanacak bir görünüm sergilemektedir.

Amerika’ya “bomba yağdırma” duası

IŞİD’i tüm politik çevreler kendi çizgisine göre tanımlıyor. İP çevresi ABD’nin ve İsrail’in kurduğu yolunda değerlendirmeler yapıyor. AKP ise Esad’ın ve Batı’nın ürünü olduğunu söylüyor. PKK ise Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğunu savunuyor. Bu üç körün bir fili farklı tarif etmelerine benzer.

70’li yıllarda Mihri Belli’nin yoldaşı Şevki Akşit bir konferansta “Ortam çok karışıksa ve ‘biz doğru yolda mıyız’ sorusunu cevaplayamıyorsak ‘düşmanlarımız bize ne diyor’ ona bakmalıyız. Eğer sırtımızı sıvazlıyorlarsa yanlış, bize saldırıp küfür ediyorlarsa bilin ki doğru yoldayız” demişti. Bu ölçüyle IŞİD’e ABD, Almanya ve tüm batı saldırırken sol görünümü altındaki hareketler ABD bombardımanı altındaki IŞİD’e karşı ABD’nin safına katıldılar. Pentagon’un açtığı silah kampanyasına imza attılar.

Burada ikili bir konum ortaya çıkıyor. Hem sol olmak hem de emperyalist sistemin politikalarına dâhil olmak, izinde yürümek…

Bu aslında ilerlemeci tezin gerici olarak tanımladığı dinsel yapılanmalara karşı Amerikan sisteminin yanında yer alma teorik saplanmasından kaynaklanıyor. Bu da devrimci bir yaklaşım değildir. IŞİD’in Erbil, Musul ve Mahmur’a saldırılarının önünü yoğun bombardımanla ABD kesebildi. ABD ile onun inisiyatifinde ortaya çıkmış olan Irak Kürt özerk bölgesi yine doğal olarak ABD tarafından korundu. Eğer IŞİD Amerikancı olsaydı, ABD’nin onu bu kadar yoğun bombardımana tabi tutması düşünülemezdi. IŞİD’in Amerikancılıkla eleştirilmesi bir çelişkidir. IŞİD, “Rojava”ya Temmuzdan önce de saldırmıştı. Kandil ve Türkiye’deki PKK güçlerine, Apo; “100 bin kişi Suriye’ye geçsin” demişti. Cizre ve “Rojava”ya bunun üzerine önemli bir yığılma oldu. Burayı Esad’ın boşaltmasıyla PKK geçici bir güçlülük hissetmiş olmalılar ki Irak Kürt bölgesi ile aralarında büyük hendekler açmışlardı. Bu hendeklerin amacı peşmergenin girişini engellemekti. Buradaki Barzani yanlısı unsurlar da tasfiye edilmişti. Temmuzda Kandil’in “Rojava”ya tüm gücünü yığmasına rağmen IŞİD’in saldırısı yine ancak ABD bombardımanı ile engellenebiliyor.

ABD bombardımanını talep etmek ise Türkiye’deki “sol” gruplara düşüyor! Bu da tarihsel bir “yaman çelişki”dir.

Bölgedeki Türkmen Faktörü

IŞİD ise Afrin, Cizre ve Kamışlı’ya doğru yayılmaya çalışıyor. Afrin, Antep’in hemen güneyindedir ve burada güçlü bir otantik Kürt yerleşimi yoktur. Kamışlı ise esasa olarak meşhur Arap aşiretleri bölgesidir. Türkiye’de de Urfa ve Mardin’de Arap aşiretleri yine yoğundur. IŞİD’in bu Arap aşiretlerine karşı bütünleşmesi hem Şii Hilaline karşı hem de Kürtlere karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin tarihsel doğal uzantıları ise Halep ve Musul bölgeleridir. Bu alan Türk alanıdır. Ama Türkmenlerin Kürtleşmesi olgusu da önemlidir.

Aksungur Porsukî, oğlu İmadeddin Zengi ve torunu Nureddin Zengi Şam ve Halep atabeyleri olarak bu bölgeyi yönetmişlerdi. Artuklular Mardin ve Amed’de, Urfa’da Bozanoğulları Selçuklu’yla beraber buraya gelmiş Türkmenlerin iktidarını oluşturmuşlardı. Türbe dolayısıyla çok gündeme gelen Süleyman Şah ise sanıldığı gibi Osmanlı’nın atası değil Selçuklulardandır. Suriye Selçuklularından Tutuş’la yaptığı savaşta yenilince orada gömülmüştür. Tutuş onun cesedini Selçuklu ailesinde yaygın olan ayak yapısından tanımıştı. Ve cesedin başında ağlamıştı! Tutuş ise daha sonra yine Selçuklu olan Berkyaruk ile çatışmasında öldürüldü. Porsukî, Zengiler, Artuklular, Sökmenler, Bozanlar Türkmendir. Giderek Araplaşmışlardır. Bir kısmı ise Şafiilikle Kürtleşmişti.

Sonraki dönemde İlhanlılar ile gelen Oyrat, Sulduz ve Celayirler de egemen olmuştu. Bunlardan da sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlular buraya yerleşti. Bunların Şah İsmail Safevi devrinde Şiileşmesi ise bugünkü Şii Türkmen olgusunun kökenini oluşturdu. Bunların dışında Akkoyunlulardan kalan Hanefi Türkmenler de vardır. Bunlar 16. yüzyılda gelmişlerdi.

Bu bölge ya Rum Selçukluları ve Osmanlıların ya da İran Selçukluları ve Safeviler tarafından yönetildi. Bu güçlerin mücadele sahası oldu. İlhanlılar tüm bölgeye egemenken halefleri burada iktidarlarını sürdürmüşlerdi.

Devlet olmak, halkı koruyabilmekten geçer

Çaldıran’dan sonra egemenlik tamamen Osmanlılara geçti. Bundan sonra da bir Pax Otomana – Osmanlı Barışı dönemi yaşanmıştı.

Devlet olmak o bölgenin halkının güvenliğini sağlamaktan da geçer. İran’a ve Araplara karşı Osmanlı ve ondan önce de Selçuklu bu güvenliği sağlayabilmişti. İlhanlı döneminde de bu başarılabilinmişti. Tarihte Mısır, Osmanlı ve İran’ın yanında bir de Bağdat’ta devlet vardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bu güçlerin dengelerine göre farklı egemenler tarafından yönetildi. Akkoyunlu ve Karakoyunlular geçici döneminin dışında burada bir devlet merkezi olmamıştı.

Öcalan’ın ulusal devlete karşı çıkan ve Kandil’le tartışmaya giren Habermas tarzı yaklaşımı dikkatle incelenmeli. Etnisite ve ulusal dilin devlet kavramında yer almayacağını söyleyerek, çözüm sürecinde önünü açmak istemişti. Bu komünler ya da kantonlar yapılanmasına dayanan bir tezdi. Bu ise ne Suriye’nin, ne Irak’ın ne de Türkiye’nin toprak bütünlüğüne dokunulmayacağını iddia ediyordu. Ulusal devlet oluşturulamayacak Halep, Kamışlı, Cezire gibi alanlarda var olan tüm etnik yapıların içinde yer alacağı demokratik yapı tezi ileri sürüldü. Paris Komünü gibi ilerici bir görüntüye bürünmeye çalışıldı. AB’de ulus devletlerin kalmadığından hareket eden Apo, bu komünlerin Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar genişleyebileceğini savundu. Bu sorunu çözer gibi gözüken kolaycı bir yaklaşımdır. Hatta böylece Türkiye’nin içinde daha küçük Kürt kantonlarının da kurulabileceğini iddia etmiştir. Bunu çok önce belirtmiştik.

Sol açısındansa şöyle bir yaklaşım gelişti: “Doğuda bir Kürt partisi olabilir ama Batıda bir Türk partisi olamaz! Parti çok etnilidir.” Bu noktada da adından “Türkiye” ibaresini bile çıkaran örgütler oldu. Demokratik ulus kavramı kantonsal bir yapılanma için savunuldu.

ABD desteğiyle Barzani’nin oluşturmaya çalıştığı devletçik veya Esad’ın çekilmesiyle oluşturulan kantonlar bir dış saldırı karşısında kendini koruyamadılar. Bu devletçikler ve kantonlar birbirini suçlarken IŞİD’in Sünni Arap tabanlı saldırısı göğüslenemedi. Buradaki halkın Türkiye’nin desteği olmadan Yezidilerin konumuna düşeceği de açıktır.

Devlet olabilmenin kendini savunabilme zorunluluğu ortaya çıktı. ABD bombalaması olmasaydı Musul’un bir günde terk edilmesi gibi “Rojava” da birkaç günde terk edilecekti. Tüm PKK güçlerinin burada konumlanmasına karşın durum budur. Halk da buradan Türkiye’ye göçmek zorunda kalmıştır. Yoksa bombardıman da yapılamayacaktı.

Kamışlı da düşerse demokratik ulus ve kantonsal yapılanmanın Ortadoğu için geçerli olmayan Avrupa için geçerli bir düşünce olduğu iyice ortaya çıkacak. Türkiye’deki açılım süreci de Kamışlı kantonunun Mardin kantonu ile birleşmesi, Kobani’nin Suruç ve Urfa’yla birleşmesi, Afrin’in Antep’le birleşmesi gibi bir taleple yapıldı. Fakat IŞİD saldırıları bunun yapılamayacağını ortaya çıkardığı gibi Kürt halkına da böyle bir yönetimin olamayacağını gösterdi.

Kürtler petrol güvenliğini de sağlayamadı, IŞİD sağlarsa ABD’yle uzlaşabilir

Barzani ile İran’ı çatışmalarına karşı Barzani bölgesini İran milisleri korudu. Mahmur’u ise PKK değil Amerika IŞİD’den kurtardı. ABD stratejistleri açısından da buradaki Kürtlerin askeri bir varlık gösteremeyeceği de yine bu saldırılar dolayısıyla ortaya çıktı. ABD’nin 25 yıldan beri üzerinde çalıştığı proje çöktü. Petrol bölgeleri üzerinde güvenlik sağlayabilecek iktidar Kürtler tarafından sağlanamıyor. Bu ortaya çıkınca ABD burada Kürtlere dayanan projesi rafa kalkacaktır.

IŞİD burada bir düzen kurup, şekilsel sivriliklerini tasfiye ettikten sonra bir İslam devleti olarak petrol bölgesinde güvenliği sağlaması koşuluyla ABD ile uzlaşabilir. Bu ihtimal de söz konusudur. ABD için esas olan petrol şirketlerinin petrol çıkarması ve sisteme aktarmasıdır. ABD bu nedenle Venezüella’ya dokunamadı. Kürtler ise bu güveni veremedi. Orta gelecekte diğer ihtimaller belirebilir.

Kaddafi’nin düşürülmesi sonrası da Libya petrollerinin güvenliği sağlanamadı. Yerel iktidarlar kabileler arasında çatışarak bu otoritenin kurulmasını sağlayamadı. Bu tip bir savaş içindeki Ortadoğu petrol şirketleri için ideal değildir. Amerikan silah şirketleri bunu istese bile petrol akışının durması ABD açısından istenir bir olgu olamaz.

ABD bombardımanın hedefindeki IŞİD alanı gerçekte petrol alanıdır. ABD de “bizim için önemli olan bu alanın güvenliğidir” demektedir. IŞİD’den başka burada bir statüko ve denge sağlayabilecek güç de görünmüyor. Bu nedenle IŞİD’in bombardıman edilmesi, onun ABD ile uzlaşmaya yönlendirilmesi anlamına da geliyor. “Büyük Kürdistan” kurulması ve alternatif bir gücün oluşması ihtimali de ortadan kalkmış görünüyor. Türkiye ise PKK’nın Kürt halkında yarattığı ABD yardımına rağmen ayakta kalamama ezikliğini değerlendirebilir. Ayaklanma denemeleri de bu başarısızlığı gizleyemiyor. Bu da “açılım PKK’yla değil Kürt halkının kendisiyle yapılmalı” tezini AKP’de güçlendirebilir. Tayyip Erdoğan’ın son konuşmaları da bu izlenimi yaratıyor.

IŞİD’in bu bölgedeki egemenliği tarihsel olarak Arapların Kürtlere tepkisinin dışavurumu olarak değerlendirilmeli. Ama stratejik anlamda da temel mesele petrol bölgesinde egemenlik kurulmasıdır. Türkiye açısındansa konu “Kuzey Kürdistan” için model olarak sunulan “Batı Kürdistan” modelinin çökmesidir. Artık PKK bile açılımda ne talep edeceğini bilemiyor. Kürt halkının PKK’ya güveninin sarsılması açılımın bir süre dondurularak daha sağlam bir muhatapla sürdürülmesine neden olabilir. PKK tüm güçlerini yığdığı bölgede yenilerek bir savaşın tarafı olamayacağını gösterdi. PKK’nın Türkiye ile bir savaşı da yeniden göze alma ihtimali kalmadı. Kürt halkının da desteğini kaybettiği bir noktada devletin kendisine karşı başlatacağı bir topyekûn savaş PKK’nın zayıf karnıdır.

Buna rağmen Türkiye açılımda Kürt halkının temsilcileriyle görüşme noktasındadır. PKK’nın Hüda Par’la keskinleşmiş mücadelesinin altında da geleceğe dönük bu projeksiyon var. IŞİD’in devletleşmesinin de sistem tarafından kabul edilebileceği de gözüküyor…


EKLER;
abd,ışid,petrol yatakları,pkk,şener üşümezsoy,sol,strateji,pyd,türkmen,

http://www.turksolu.com.tr/irak-sam-islam-devletinin-gelecegi-petrol-guvenligi-ve-kurt-acilimi/



KÜRT AÇILIMI GELECEĞİ

KÜRT AÇILIMI GELECEĞİ


Kürt Açılımının Gelecegi 
Prof. Dr. Ümit Özdağ*



ABD'nin 2003'de Irak'ı işgal ederken plânı Irak'ın kuzeyinde Türkiye'nin kabullenmek zorunda kalacagı bagımsız bir Kürt devleti kurmaktı Washington, aynı süreçte AB dinamiklerinin de zorlaması ile Türkiye'nin federal bir yapıya dönüştürülmesini arzu etmekteydi. Ancak, işgal sürecinde ABD'nin öngöremediği gelişmeler olmuştur. İran, 2002-2009 sürecini en akıllıca kullanan ülke olmuş., hırslı nükleer güç politikasını önemli bir aşamaya taşımıştır, Irak'ta en güçlü ülke haline gelmiştir. 

Rusya, politik, ekonomik ve askeri anlamda yeniden yapılanmı. ve dünya politikasına çok kutupluluğun işaretini verecek şekilde dönmüştür. Çin de kalkınmasını büyük bir hızla sürdürerek ve ABD'nin borçlarını finanse eden ülke olmuştur. Latin Amerika, ABD'nin arka bahçesi olmaktan çıkmış, birçok ülkede ABD karşıtı solcu iktidarlar göreve gelmiştir. Bu gelişmeler çok kutupluluğun önünü açmıştır. Bunlara küresel ekonomik krizin eklenmesi ve Amerikan ekonomisinin aldıgı aşırı darbe, Irak'ta parçalanma sürecinin ertelemesine yol açmıştır. 

Obama'nın Rusya, Kafkasya, Orta Asya, Pakistan-Afganistan eksenlerindeki politikaları için nispeten istikrarlı bir Türkiye'ye ihtiyacı vardır. 
ABD aynı zamanda Ankara'nın Irak'ta Araplarla Kürtler arasında, ABD'nin çekilmesinden  sonra çıkacak bir iç savaşta Türkiye'nin Araplarla ittifak yapmasını engellemeye ve Kürtlere destek vermesini sağlamaya çalışmaktadır. 

Bu amaçla, Washington iki adımlı bir strateji izlemiştir. 

Birinci adım, 

Türkiye ile K. Irak arasında ilişkilerin düzenlenmesi ve 

İkinci adım ise 

PKK'nyn Türkiye'ye dönüşünün sağlanmasıdır. Birinci adım ise Türkiye ile K. Irak Yönetimi arasynda Ekim-Kasım-Aralık 2008'de gerçekleşen yoğun temaslar sırasında atılmyştır. 

İkinci adımı AKP hükümeti “ Kürt Sorununun ” çözümünü hedefleyen bir çözüm paketi üzerinde çalışmaya başlayarak atmıştır. 

Ocak 2009'da Kırmançça TRT 6 yayınının başlaması ile Kürt Açılımının ilk önemli adımı atılmıştır.
 A.Gül, 2009 başında devlet kurumlarında ilk kez çözüm   konusunda uyum olduğunu ifade etmiştir. AKP hükümeti, çözüm paketi için İçişleri Bakanlığını görevlendirmiştir. İçişleri Bakanlığı değişik kurum, kurulş ve kişilerle görüşerek, bir çözüm paketi üzerinde çalışmıştır. 

İç İşleri Bakanı Beşir Atalay, 29 Temmuz 2009'da üzerinde çalışılan paketin içeriği konusunda herhangi bir bilgi vermeden, çalışma sürecinin yöntemi üzerinde durmuş ve paket üzerinde TBMM'nin Eylül 2009'da çalışmalara başlamasından sonra da çalışılmaya devam edileceğini açıklamıştır.

Ancak devam eden “ Kürt ” açılımını 2008 yılında gerçekleşen “ K. Irak ” açılımı ve her iki “açılım” politikaları arkasındaki dinamikleri anlamadan doğru tahlil 
etmemiz mümkün değildir. Bundan dolayı, bu çalışma, K. Irak açılımının tahlili ile başlayacaktır. AKP'nin K. Irak Açılımı ya da ABD ile “ Büyük Pazarlık ” “Kürt Açılımı” politikasının arkasında ABD'nin K. Irak'tan çekilmek üzere olmasının yarattığı dinamikler bulunmaktadır. Türkiye'nin kabul etmeye zorlandığı proje 2005'ten bu yana üzerinde “ Büyük Pazarlık ” adı verilen bir projedir. ABD'nin Irak'tan çekilmesi sonrasynda Araplarla Kürtler arasında iç savaş başlayacağı ya da yüksek bir gerilim yaşanacağı Washington tarafından ön görülmüştür. Washington, Amerikan desteği ile kurulan Kürt Yönetiminin Ankara ile Bağdat arasynda kurulacak ittifak arasında kalarak ezilmemesi ve varlığını sürdürmesini Türkiye'nin Kürt Yönetimine destek vermesine bağlı olduğunu görmüştür. 

ABD, Türkiye'nin K. Irak Yönetiminin varlıgını kollayıcı, Kerkük-Ceyhan petrol boru hattını açık tutan bir politika izlemesinin ön şartlarını hazırlamak için 2005'den bu yana değişik girişimlerde bulunmuştur. Bu çerçevede Türkiye'nin K. Irak Yönetimine desteklemesi karşılığında PKK'nın etkisizleştirilmesi için Türkiye ile ABD ve K. Irak Kürt Yönetimi arasında yoğun işbirliği önerilmiştir. 

Türkiye'nin K. Irak'ın varlığını tanıması, ABD'nin çekilmesinden sonra başlaması olası Arap-Kürt savaşında Kürtlerin yanında yer alması ve Güneydoğu Anadolu ile K. Irak arasında ekonomik ve sosyal bir bütünleşmeyi ön gören bu yaklaşıma “ Büyük Pazarlık ” senaryosu denilmektedir. 



Senaryo şu şekilde özetlenmektedir: 

1) Türkiye ve Irak Kürtleri, Kürt bölgesinin Türkiye ile mevcut önemli ilişkilerini kabul eden samimî ve karşılıklı bağımlılığı içeren ilişki üzerinde anlaşacaklardır. 

2) Türkiye, Irak Kürtlerinin ticaret, enerji ve ulaşım konusunda dünyaya açılmalarını sağlayacak, Kürt bölgesi de Türkiye'yi güneydeki Sünnî ülkesi ve Şii ülkesinin yaydığı istikrarsızlıktan koruyacak stratejik bir duvar oluşturacaktır. 

3) Kürt bölgesi PKK'ya tavır alacak ve onun oluşturduğu tehdidi bölgeden uzaklaştıracaktır. PKK, Türkiye ile Irak Kürtleri arasında bir sorun olmaktan çıkacaktır. 

4) Kerkük Kürt bölgesine (mümkünse federal bir Irak'ın parçası olan Kürt bölgesine) başlanacak ancak Kürt bölgesinin başkenti olmayacaktır. 
Türkmenlere özel azınlık hakları verilecektir. Şehrin yönetiminde belirli oranda yönetim hakları olacaktır. 

5) Kerkük bölgesinin doğalgaz ve petrol gelirleri bütün Iraklılar arasında eşit dağıtılacak ve Türkmenlere de gelirlerden belirli bir oran aktarılacaktır. 

6) Irak Kürtleri Türkiye Kürtlerine yönelik yapıcı bir rol üstlenecekler ve Türkiye'nin kendi Kürt yurttaşları ile barış yapmasını sağlayacaklardır. 

7) Zenginleşen K. Irak petrol, doğalgaz, ticaret ve taşımacılık bağları 1 geliştikçe Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin gelişmesine yardımcı olacaktır. 

“Büyük Pazarlık” projesinin ilk amacı, bir Türk-Arap ittifakı ile K. Irak'ın varlığının tehdit edilmesinin engellenmesi, uzun vadeli amacı ise Türkiye'nin Güneydoğu Anadolusu ile K. Irak'ı ekonomik, kültürel, sosyal süreçlerde bütünleştirerek, “Büyük Kürdistan” ın sosyolojik temelinin atılmasıdır. Mayıs 2007'de açıklanan ABD Senatosu İstihbarat Komisyonu raporunda yer alan “Irak ve Türkiye'deki Kürtlerin önemli ölçüde otonomi kazanması, İran'daki 5 milyon Kürt'ün ayrılıkçı hareketlere girişmesini tetiklemesi ya da İranlı Kürtleri ayaklanmaya teşvik etmesi ihtimali İranlı yetkili 2 leri endişelendirebilir” cümlesi ile âdeta Türkiye'de Kürtlerin özerkliğe kavuştuğunu ön kabul olarak görmesi dikkat çekmektedir. Şimdi, “ Büyük Pazarlık ” zemininde başlayan Ankara'nın K. Irak Açılımına dönebiliriz. Türkiye'nin 2008'de “K. Irak Açılımı” Washington'un Ankara ile Erbil arasında, PKK terörünün tırmanmasına göz yumulması da dahil uyguladığı çok boyutlu baskılar nihayet sonuç vermiştir. 2008'e kadar K. Irak Yönetimi ile doğrudan etkili ilişki kurmak düşüncesine muhalefet eden Ankara geri adım atmıştır. K. Irak ile ikili ilişkiler 2008'de büyük bir yoğunluk kazanmıştır. 

Irak Cumhurbaşkan Talabani'nin Mart 2008'de Türkiye ziyaretinde, Türkiye - K. Irak ilişkileri ve PKK meselesi ele alınmıştır. Irak İşlerinden Sorumlu Büyükelçi 
Murat Özçelik, 2008 senesi içinde Irak'ı 6 kez ziyaret etmiş, 14 Ekim 2008'de M. Barzani ile görüşmüştür. 

Ankara, Erbil'den bu geziler sürecinde aşağıdaki beş talepte bulunmuştur: 

a) PKK'nyn Terör örgütü olarak ilân edilmesi, 

b) PKK Kamplarının ve siyasî bürolarının kapatılması, 

c) PKK'nın lojistik desteğinin kesilmesi, 

d) Üst düzey PKK yöneticilerinin Türkiye'ye teslim edilmesi 3 

e) Türkiye ile istihbarat paylaşımı yapılması. 

Türkiye -K. Irak görüşmelerinin başlamasından hemen sonra tesadüf sayılamayacak Şekilde, 17 Kasym 2008'de ABD güçlerinin 2011'e değin Irak'tan 
çekilmesini öngören ABD-Irak Anlaşması imzalanmıştır. 19 Kasım 2008'de Beşir Atalay'ın Bağdat ziyareti sırasında ABD-Türkiye-Irak arasında üçlü komisyon kurulması ve Kuzey Yönetiminin bu heyete katılması kararlaştırılmıştır. Ankara böylece Erbil temsilcilerini Bağdat ile beraber masada4 Muhatap almıştır. 

Türkiye'nin Talepleri, Barzani ve Talabani tarafından beş aşamalı bir plân Şekline sokulmuştur. Plânın aşamaları Şöyledir: 

1) Kandil Dagı'nın etrafında PKK'ya yönelik tecrit güçlendirilecektir. 

2) PKK, Irak'ta Yasadışı Örgüt ( Terör Örgütü diye ) İlân edilecektir. 

3) PKK dışındaki Kürt örgütlerinin katıldığı bir konferans düzenlenecek ve bu konferanstan PKK'ya silah bırakması çağrısı çıkarılacaktır. 

4) Türkiye'de PKK için kısmi af ilan edecektir. 

5) PKK'nın kampları ve büroları kapatılmayacak ancak Kandil'e tecrit uygulanacaktır. Üst düzey yöneticilerin teslimi yerine Kürt Konferansı PKK'ya çağrı da bulunacaktır. 

1996' dan buyana bu alanda tek politika belirleyici olan TSK'nın K. Irak politikalarında etkisi 2008 başında ortadan kalkarken Dışİşleri Bakanlığı ve 
MİT'in etkisi artmıştır. 

4-5 Aralık 2008'de Amerikan Yüksek Düzeyli Savunma Grubu üyeleriyle yapılan toplantılar sonrasında, gerek Amerikalı, gerekse Türk askeri yetkililer, iki ülke arasında PKK'ya karşı işbirliğinin6 Mükemmel seviyede olduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşmeleri, Diğerleri 24 Kasım 2008'de Adalet Bakanı Mehmet  Ali Şahin, “ Öcalan bombaları bırakın der ise diğer mahkûmlarla görüşebilir ” açıklamasını yapmıştır. Ayrıca İmralı'ya yeni binaların yapılmaya başlandığıve A. Öcalan'a komşuların yollanacagı açıklanmıştır. 28 Kasym 2008'de Kuzey Yönetimi Petrol Bakanı Erbil'de çıkan petrolün 2009'dan itibaren Bağdat ile koordineli Şekilde Ceyhan'dan ihraç edilmeye başlanacagını bildirilmiştir. Ankara'nın bu ihracı kabul etmesinin karşılyıgında Kuzey Yönetiminden PKK'ya karşı işbirliği sözü aldığı ileri sürülmüştür. 

Bakanlığı Müsteşarı E. Apakan başkanlığındaki bir Türk heyetinin 8 Aralık sonrasında gerçekleşen Washington ziyareti izlemiştir. M. Özçelik'in Irak ve 
Ertuğrul Apakan'ın ABD ziyaretlerinden sonra PKK'ya karşı alınacak önlemler konusunda aşagıdaki hususlarda uzlaşma sağlandığı ileri sürülmüştür; 

a) PKK, Erbil parlamentosunun alacağı karar uyarınca K. Irak'ta siyasî parti, dernek, radyo kuramayacaktır. 

b) K. Irak'ta, Türk-Amerikan ve Kürt istihbarat örgütleri arasındaki işbirliği artırılacaktır. Ortak sorgu ve ortak plânlamalar yapılacaktır. 

c) PKK'ya karşı psikolojik operasyon yürütülecek, PKK'nın K. Irak halkına verdiği zarar anlatılacaktır. 

d) K. Iraklı partilerin PKK'ya destek vermediği halka anlatılacaktır. 

e) Silah byrakan PKK'lılara Türkiye'ye dönme imkanı verilecektir. 

f) PKK'nın çözülmesi durumunda Türkiye BM Mülteciler Yüksek Komiserliği aracılığııla PKK'lıların geri dönüş görüşmelerini başlatacaktır.7 

Talabani, 22 Aralık 2008'de CNN-Türk'te kapsamlı açıklamalar yapmış ve Türkiye ile PKK'ya karşı aşağıda sayılan önlemlerin alınacağını açıklamıştır: 

a) Kürt Yönetimi PKK ile silahlı bir çatışmaya girmeyecektir. 
b) Kürt Yönetiminin PKK'nın Türkiye'ye karşı Irak topraklarının kullanılmaması konusunda anayasal sorumluluğu vardır. 
c) DTP, K. Irak Yönetimi ile PKK'nın Şiddeti sona erdirmesi konusunda mutabıktır. 
d) Kürt grupları PKK'ya bu konuda çağrı yapacaklardır. 
e) PKK iki talebi karşılanırsa terör eylemlerine son verecek, silahları terk edecektir. Bunlar, Türkiye'deki Kürtlerin içinde yaşadığı koşulların iyileştirilmesi 
ve Kürt diline saygı gösterilmesidir. Talabani, ayrıca Türkiye'den PKK'lıları DTP üzerinden muhatap kabul etmesini istemiştir.8 
Erdogan,Talabani'nin bu talebini Ağustos 2009'da yerine getirecektir. 



Talabani, ayrıca “ Kerkük Kürdistan'ın parçasıdır ” görüşünden hiçbir taviz vermediğini ortaya koymuştur.  Ankara'nın K. Irak'tan gelen Kerkük 
açıklamalarına tepki göstermemesi üzerine AKP Hükümetinin Kerkük ve Türkmenler konusunda taviz verdiği konusunda Şüpheler artmıştır. 

Hatta 2007'lerden itibaren Türk bürokrasisinde başlayan “Kerkük'te Kürt denetimi karşılığında Kerkük petrollerinden Türkiye'nin pay alması” tartışmaları da bu tür Şüphelerin güçlenmesine neden olmuştur. 

Talabani'nin açıklamalarına 25 Aralık'ta cevap veren Erdoğan, af konusunda  “Bizim bir eve dönüş yasamız var. 

Önerileri değerlendireceğiz” demiştir. Kısa süre içinde af konusunda 221. md. dışında bir yeni çözüm arayışı üzerinde çalışılmaya başlanmıştır. 

“ Kürt Açılımının ” ilk büyük adımı, Ocak 2009'da TRT 6 adı ile Kırmanıça televizyon yayınının başlamasıyla10 atılmıştır. 
Bugün tartışılan “ Kürt Açılımı” esasen açılımın ikinci adımydır. Çözüm Paketinin Arkasındaki Temel Dinamikler Veya Çözümün Dört Sacayağı 

Bu aşamada PKK üzerinde ABD'nin tetiğini çektiği çok boyutlu baskı artmıştır. Baskı Türkiye üzerinde de uygulanmaktadır. Ankara'ya, “PKK'nın teröre son vermesi ve kendisini lâğvetmesini sağlayacak bir şeyler öner ” denilmektedir. Obama'nın Türkiye ziyaretinde ortaya koyduğu temel talepler Ermenistan ile sorunların halledilmesi, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması ve Kürt meselesinin çözümüydü. AKP Hükümetinin bu ziyaret sonrasında Obama'nın isteklerini adım adım yerine getirdiği görülmektedir. Ermenistan ile ilişkiler yoğunlaştırıldyıtan ve Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması için alt yapı oluşturulduktan sonra, aynı dış dinamik sürecinin parçası olarak “Kürt Paketi” üzerinde çalyışılmaya başlanmıştır. AKP'nin çözüm paketinin dört sacayağı olduıu görülmektedir. Bunlar, 

a) ABD, Irak ve K. Irak ile sürdürülen dörtlü görüşme süreci, 
b) PKK'ya karşı yeni güvenlik önlemlerinin zeminini oluşturan Güvenlik Müsteşarlıgı 
c) Öcalan/PKK/DTP ile dolaylı temas zemini ve 
d) Demokratik açylım paketidir. 

A. Aşağıda bu Dört Sacayağı incelenecektir. 

a) Dörtlü Görüşme Süreci 

Birinci sac ayağını ABD-Irak- K. Irak ve Türkiye arasında sürdürülen üçlü adı verilmekle beraber esasen dörtlü olan görüşmeler oluşturmaktadır. 

Bu süreç 2008 senesinde büyük bir yoğunluk kazanmıştır. Amerikan güçlerinin Irak'tan çekilmesinden sonra ortaya çıkacak Arap-Kürt geriliminde K. Irak'a karşı Türk-Arap koalisyonunun oluşmasını teşvik edecek Şekilde bir PKK varlıgının K. Irak'ta bulunması oldukça zordur.İkinci neden ise ABD'- nin Türkiye ile K. Irak arasında ekonomik birlikteliğin doğduğunu, K. Irak'ın ekonomik olarak Türkiye'nin bir parçası haline gelirken, Türkiye'nin de Kerkük petrollerinin temsil ettiği zenginlikle eninde sonunda baştan çıkacağını ve Türkiye-K. Irak “birleşmesinin” doğal bir sürece dönüşeceğini düşünürken, K. Irak petrolünün Türkiye üzerinden Akdeniz'e sorunsuz akmasını sağlayacak ortamın gerçekleşmesini arzu etmesidir. 

Irak'ın bu süreçte yer almasının nedeni, Amerikan dayatmasıdır. Irak, Amerikan çekilmesinden sonra K. Irak Yönetimi ile arasında Kerkük, Musul'un bazı bölgeleri ve petrolün paylaşımyı konularından dolayı sert bir gerilim ve muhtemelen çatışmanın yaşanacağının farkındadır. Bu gerilim/çatışma sürecinde Türkiye'nin Bağdat yönetimine verecegi destek yaşamsal bir öneme sahiptir. Bağdat için K. Irak ile Türkiye arasındaki ilişkiler ne kadar yüksek gerilimli olursa K. Irak'a karşı Ankara-Bağdat ilişkileri o kadar iyi olacaktır. Bağdat bu sürecin içinde Şeklen yer almakla beraber, asla sürecin başarıya ulaşması için gerçekten destek olmayacaktır. 

b) K. Irak 

K. Irak Yönetimi ise Araplarla arasının sert bir kırılmaya doğru yaklaştığı bir dönemde Türkiye ile mümkün olduğu kadar yaklaşmak istemektedir. 
Ankara ile Bağdat arasında oluşacak bir ittifak K. Irak için çok bir şey yapmadan da ezici sonuçlar doğurabilir. Ancak KDP/KYB, Türkiye ile yaklaşmanın 
bedeli olarak PKK'nyn tamamen yok edilmesine katkıda bulunmayı asla düşünemezler. Bunun bir nedeni gelecekte PKK'nyn potansiyelini Türkiye'ye 
karşı kullanacakları bir araç olarak görmeleri, diğeri ise PKK'nın yok edilmesinin Türkiye'deki Kürtçü potansiyeli K. Irak'a yabancılaştıracak olmasıdır. 

Türkiye'deki reform sürecine rağmen PKK'nın teröre devam etmesi, PKK'ya karşı bir Türk-Amerikan-K. Irak askeri operasyonuna neden olur mu? Hayır olmaz. ABD, Askerlerinin Türkiye uğruna ölmesine izin vermeyecektir. Barzani, Türkiye'nin büyük bir askeri güçle Kandil'de operasyon yapmasının bölgede tekrar TSK'nın en etkin güç haline gelmesine neden olacağı için bu gelişmeyi onaylamayacaktır. Özetle, dörtlü saç ayağının “ Dörtlü Görüşmeler ” ayağı, PKK'- nın K. Irak'taki varlığına son verecek etkinliği ulaşamaz. 

c) Güvenlik Müsteşarlığının Kurulması AKP, terörle mücadelenin etkinleştirilmesi vaadiyle bir eşgüdüm kuruluşu olarak İç İşleri Bakanlığı'na bağlı bir güvenlik 
müsteşarlığı kurulması için 2008/2009 yasama yılında kapsamlı çalışmalar yapmıştır. Ancak yanlış bir anlayışla kurulmuş, Üstesinden gelmek zorunda olduğu görev için yetersiz yetki, kadro ve kaynağa sahip olması öngörülen Müsteşarlık ile ilgili hazırlanan yasa tasarısı, muhalefetin sert eleştirilerine maruz kaldığı için geri çekilmiştir. Muhtemelen yapılacak değişikliklerden sonra TBMM'de tekrar gündeme gelecektir. “ Güvenlik Müsteşarlığı ” PKK'nyn terör eylemlerini etkin bir Şekilde sınırlandıracak bir yapıda değildir. 

d) Öcalan/PKK/DTP ile Dolaylı Temaslar DTP ile açık bir temas kurma konusunda çekingen davranan AKP öte yandan uzun zamandan buyana DTP ile görüşme 
sürecini hazırlamıştır. 

<  K. Irak Yönetimi ise Araplarla arasının sert bir kırılmaya doğru yaklaştığı bir dönemde Türkiye ile mümkün olduğu kadar yaklaşmak istemektedir. Kürt Açılımının Geleceği >

AKP-DTP görüşmelerinin zeminini oluşturmak amacı ile PKK'nyn DTP içindeki örgütlenmesine yönelik “ KKC Operasyonları ” adı verilen bir dizi operasyon yapılarak, PKK'nın DTP üzerindeki etkisi kırılmaya çalışılmıştır. 

Ancak bunun mümkün olmadığı anlamşılınca DTP ile PKK'nın yetkilendirmesi ile görüşmeyi kabul etmiştir. DTP ile başlayanlar dışında da PKK/A. Öcalan ile bir dolaylı ilişkilerin olduğunu bazı gazeteciler ileri sürmüşlerdir. Ancak bunlar A. Öcalan için yeterli olmamıştır. Öcalan, PKK'nın DTP'ye görüşmeler için verdiği yetkiyi ortadan kaldırmış ve muhatap olarak kendisini göstermiştir. AKP'nin büyük iddialarla ortaya koyduğu açılımın tek başarı şansı vardır, o da oyunu kuralına göre oynayıp, Öcalan ile doğrudan görüşmeler yapmak veya Öcalan'ı DTP'ye vekâlet vermeye zorlamaktır. Ancak bu tür bir görüşme süreci önümüzdeki genel seçim sonrasına ertelenmiştir. Öcalan'ın yakalanmasının üzerinden on sene  geçmiştir. Tek kişilik hücrede devletin sınırlarını çizdiği bir zeminde dış dünya ile ilişkisini sürdüren Öcalan, 62 yaşındadır. 

Bu süre içinde Talabani Irak Cumhurbaşkanı, Barzani ise K. Irak Yönetimi başkanı olmuştur. Öcalan için bunlar başlı başına imha edicidir. 

İmralı'da ölme düşüncesi Öcalan'ı çıldırtmaktadır. Öcalan bundan dolayı bir şekilde “ Affedileceği ” bir süreç için her türlü işbirliğini yapmaya yatkındır. 

Öcalan'yn işbirliğine yatkın oluşu, kayıtsız şartsız işbirliğine açık olduşu anlamına gelmemektedir. Öcalan doğrudan muhatap alınmanın yanında, teröre son vermek için bazı olmazsa olmazları da vardır. Öcalan'ın taleplerini iki noktada özetleyebiliriz: 

1) Öcalan'ı kapsayan bir genel af ilân edilmesi, 
2) Kürt kimliğinin siyasal kimlik haline dönüştürülmesi. Oysa, AKP Hükümeti, kısa vadede Öcalan'ın bu taleplerini karşılayamaz. 

e) Demokratik Açılım Paketi 

Demokratik açılımın içeriği henüz belirsizdir. Bu aşamada söylenebilecek tek şey, bu girişimin Kürt kökenli yurttaşlar için etnik nitelikli demokratik hak ve özgürlükler zemini yaratacağını, Anayasanın “dil, Irk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç ve din ve mezhep” zemininde ayrı uygulamaları 
yasaklayan 10. Maddesine aykırı olduğudur.

Öcalan, PKK'nın DTP ' ye görüşmeler için verdiği yetkiyi ortadan kaldırmış ve muhatap olarak kendisini göstermiştir. 

Öte yandan AKP Şimdiye değin AB Uyum Yasaları ve Kopenhag Kriterleri'nin talep ettiği değişimleri de aşan önemli ve radikal değişikliklere imza atmıştır. Türkiye, yurttaşlarına herhangi bir AB ülkesinin sağladığı demokratik haklardan daha azını sağlamamaktadır. Buna rağmen, nerede biteceği belirsiz bir demokrasi talebi gündemin parçası olmaya devam etmektedir. Em. Büyükelçi Ü. Pamir'in çözüm önerisi, demokrasinin “ Bölünme referandumu” 11 yapılmasına kadar uzanmıştır. İçişleri Bakanı, yapılacak demokratik açılımları, kısa, orta ve uzun vadeli açılımlar şeklinde tanımlamıştır. 
Aşağıda Hükümetin kısa, orta ve uzun vadeli önlemlerini tartışacağız. 

Kısa Vadeli Önlemler; 

AKP bu aşamada TSK'ıın ağır tepkisini almadan ve seçimlerde oy kaybına uğramadan kısa vadeli önlemleri yaşama geçirmeyi hedeflemektedir. 
Kısa vadeli önlemler, ilk genel seçimlerden 2009 sonuna kadar tamamlanacaktır. 

AKP'nin kısa vadede atacağı adımlar, 

a) Değişik üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması, 
b) İsimleri değiştirilen köylere tekrar eski isimlerinin verilmesi, 
c) Özel Kürtçe televizyon ve radyo yayınlarının başlaması, 
d) Kürtçenin lise ve dengi okullarda seçmeli ders olması, 
e) Pişmanlık yasasının kapsamın genişletilmesi ve etkinleştirilmesi, 
f) Bazı devlet dairelerinde Kırmaçca ve Zazaca tercüman uygulamasının başlatılması, 
g) Güneydoğu Anadolu'daki bazı illerde, Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ'ı kapsayan ve 14 Temmuz 2009'da kurulan “Trakya Bölge Kalkınma Ajansı” benzeri bir 
bölge kalkınma ajansının kurulması gibi önlemlerle sınırlı olacaktır. 

Kısa vadeli önlemler Öcalan'ı muhatap almadığı için sorunun özünü de kapsamayacaktır. Çünkü Kürt sorunu demek, terör ve Öcalan demektir. 

Kısa vadeli önlemler, ilk genel seçimlerden 2009 sonuna kadar tamamlanacak tır. 

Kürt Açılımının Geleceği 

Öcalan'ı muhatap almadan terörü ve “Kürt” sorununu çözmek mümkün değildir. Kısa vadeli önlemlerin eş zamanlı olarak PKK'nın K. Irak'tan uzaklaşması, 
teröre son vermesi mümkün değildir. Öcalan gerçek gücünün DTP değil, PKK olduğunun bilinciyle terör örgütünün gücünü korumaya çalışacaktır. 

Öte yandan açılımı “ Annelerin göz yaşlarının durdurulması”  teoriği üzerine kuran Erdoğan, son günlerde geri adım atarak, terörün hemen kesilmesinin mümkün olmadığını açıklamaya başlamıştır. Kısa vadeli önlemler konusunda Hükümet ile Genelkurmay Başkanlığı arasında uzlaşma vardır. Org. İlker Başbuğ bireysel kültürel haklara TSK'nın sert bir muhalefetinin olmadığını açıklamıştır. 

TSK'nın direnişinin Milli ve Üniter devleti hedef alan orta ve uzun vadeli önlemlere sıra geldiğinde başlaması muhtemeldir. 

Orta ve Uzun Vadeli Önlemler AKP'nin PKK'nın taleplerini karşılaması orta ve uzun vadede alınacak önlemlerle gerçekleştirilecektir. 

AKP bu amaçla orta ve uzun vadeli önlemler konusunda çalışmalara başlamış görünmektedir. 21 Temmuz 2009'da Polis Akademisi'nde yapılan, İngiltere ile IRA arasındaki görüşmelerin mimarı Lord John Alderdice'in de bulunduğu bir heyet ile yapılan toplantı, “ Devlet-Terör Örgütü Teması ” konusundaki deneyimler konusunda AKP iktidarının bilgi topladığını göstermektedir. 

Orta ve uzun vadede Öcalan'yn taleplerini karşılamaya ciddî yaklaşan AKP'nin bu aşamada artık siyasal ortamın bu talepleri karşılamak için yeterince olgunlaştığını düşüneceğini de söyleyebiliriz. 

Halk, PKK terörünün durması karşılığında üniter-millî devletten âdem-i merkeziyetçi/etnik yapıya doğru parça parça değiştirilmesine alışacaktır. 

Önümüzdeki genel seçimlerde Anayasayı değiştirecek ölçüde büyük bir destek aldığı takdirde yeni kurulacak AKP hükümetinin orta vade ve uzun vadede alacağı önlemleri şu şekilde özetleyebiliriz: 

a) Anayasa'nyn 1-4 ve 66. maddeleri başta olmak üzere değiştirilmesi ve Kürt kimliğinin siyasal bir kimlik haline dönüştürülmesi, böylece millidevlet 
ilkesinin tasfiye edilmesi, 

b) Yeni Anayasa'da milli devlet ilkesi tasfiye edilirken, Üniter-Devlet ilkesinin görünürde korunması ancak, özerk bölge yapılanmasının adı konulmadan 
gerçekleştirilmesi, Orta ve uzun vadede Öcalan'ın taleplerini karşılamaya ciddî yaklaşan AKP'nin bu aşamada artık siyasal ortamın bu talepleri karşılamak için yeterince olgunlaştığını düşüneceğini de söyleyebiliriz. 

c) A. Öcalan'ın İmralı'dan F-tipi bir ceza evine nakledilmesi ve PKK kadrolarına genel değil, kapsamlı af uygulaması  şeklinde özetlenebilir. 

AKP'nin gelecek iktidar dönemi içinde uzun vade de gündeme taşımayı hedeflediği önlemler ise, 


a) Güneydoğu Anadolu için federal çözümün gündeme getirilmesi, 
b) Kürtçenin ikinci resmi dil olması, 
c) A. Öcalan'ın serbest bırakılması, 
d) PKK'nın lider kadrolarına siyaset yapma izni verilmesi Şeklinde öngörülebilir. 

Bu önlemlerin iki etkisi olacaktır. Birincisi sınırın hemen öte yanındaki K. Irak'taki pankürdizm hayallerini güçlendirecek ve Güneydoğu Anadolu'da da bu hayallerin etkileri belirginleşecektir. İkinci etki ise Kürtler siyasallaşmı. Kürt kimliğiyle Türkiye'ye daha fazla bağlanmayı değil, Türkiye'den ne kadar toprak kopararak ayrılabilirim duygusuna kapılacaktır. 

Sonuç

Cumhuriyet 1923'ten bu yana en büyük dönüşümü yaşamaktadır. Dönüşümün ana dinamiği milli değil, dış dinamik olduğu için dönüşümün tasarımcılarının 
hiç beklemediği sonuçların ortaya çıkması muhtemeldir. Amerikan işgali altındaki Irak'ın bile federal devlet modelini içine sindiremediıi ve bölünme sürecine 
karşı her geçen gün artan bir tepkinin geliştiği düşünülür ise milli-üniter devlet karşıtı bir modelin Türkiye'de uygulanması çok zor olacaktır. 

Türkiye'yi etnik fay hatları boyunca bölecek politik girişimler, ülkemizde sosyolojik olarak var olmayan etnik sorunun politik olarak kurgulanmasına yol açabilir. “ Kürt Sorunu ”nu çözme adına yapılacak girişimler bir “ Türk Sorunu ”nu doğuracaktır. Siyasal Türk kimliğinin dışında siyasal bir Kürt kimliğinin inşa edilmesi durumunda, bir Türk için ayrı bir siyasal kimliğe sahip olan Suriyeli, Iraklı, İranlı ile Kürt arasında nasıl bir fark olacaktır? 

PKK'nın temsil ettiği sorunun aşılması için alınması gereken önlemler, milli-üniter devlet modeli içinde ve yurttaşlık temelli bir demokrasi anlayışı ile olmak zorundadır. Aksi bir yaklaşım, Anadolu coğrafyasında etnik cehennemin kapısını aralayabilir. 

< Türkiye'yi etnik fay hatları boyunca bölecek politik girişimler, ülkemizde sosyolojik olarak var olmayan etnik sorunun politik olarak kurgulanmasına yol açabilir. Kürt Açılımının Geleceği>

Askeri olarak Türkiye tarafından korunan, ekonomik olarak Türkiye'- den beslenen, ekonomik damarlarını Türkiye'nin açık tuttuğu dört milyon Kürt, bir milyon Türkmen'in yaşadığı bu bölgede (Musul ve Telafer başta olmak üzere bazı büyük Türkmen yerleşim yerleri Arap sınırları içinde kalacağı için Irak genelinde 2.5 milyon civarında olan Türkmen nüfusu K. Irak'ta 1 milyon civarına kadar inecektir) kişi başına düşen gelir hızla yükselecek ve K. Irak bir cazibe merkezi hâline gelecektir. Üstelik cazibe merkezi olan K. Irak ile Türkiye'de yapılacak Kürt Açılımından sonra siyasal bir Kürt kimliği etrafında toplanan Güneydoğu Anadolu Kürtleri ile K. Irak Kürtleri arasında sosyal, kültürel, ekonomik bütünleşme artarken, Türkiye bütünlüğünden kopma süreci güçlenecektir. 

Barzani'nin Türkiye'deki Kürtlere yönelik izlediği pankürdist politikalar kopma sürecini hızlandıracak ve çatışma zeminini güçlenecektir. Kürt(çü) siyasî kadrolar Kürt Açılımlarını stratejik hedef olan bağımsız, birleşik Kürdistan hedefine giden yolda ara adımlar olarak değerlendirmektedirler. 

Stratejik hedef, Kürt Açılımları ile Türkiye Cumhuriyeti Mersin-I.dır hattına geri itilirken, denizlere açılan büyük Kürdistan'ın kurulmasıdır. 

DİPNOTLAR;

1 Today's Zaman, 20 Şubat 2007, Suat Kınıkoğlu, “ Kirkuk, Northern Iraq and the Grand Bargain” 
2 Zaman, 27 Mayıs 2007 Prof. Dr. Ümit Özdağ 2008'e kadar K. Irak Yönetimi ile doğrudan etkili ilişki kurmak düşüncesine muhalefet eden Ankara geri adım atmıştır. 
3 Star, 14 Ekim 2008, “ Desteği kes, istihbaratı paylaş ” 
4 Radikal, 24 Aralık 2008, Murat Yetkin, “Kürt meselesinde sıcak gelişmeler” Bu gelişmelerin iç politikadaki yansıması, A. Öcalan'ın konumunun düzeltilmesi 
ihtimalinin ortaya konması olmuştur. 
5 Vatan, 22 Aralık 2008, “PKK'yı tasfiye plânı” 
6 Radikal, 7 Aralık 2008, Murat Yetkin, “ Obama döneminde PKK'ya karşı İşbirliği geriler mi? ” 
7 Yeniçağ, 24 Aralyk 2008, Sadi Somuncuoğlu, “ Dış Siyasetimiz karmakarışık halde ” ve Cumhuriyet, 27 Aralık 2008, “ Tasfiye plânnda af çıkmazı ” 
8 Cumhuriyet, 26 Aralık 2008, Mehmet Faraç, “ Peşmergenin Nafile Çabaları ” 


2 1 . YÜZYIL Ek im 2 0 0 9 
Prof. Dr. Ümit Özdağ,


http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/143.pdf


***

Suriye Demokratik Türkmen Hareketi


Suriye Demokratik Türkmen Hareketi ve Suriye Türkmen Kitlesi Kurucu Üyesi Bekir Atacan ile Söyleşi


Bekir ATACAN*
25.01.2013





 * Bu söyleşi ORSAM Ortadoğu Uzmanı Oytun Orhan tarafından 17 Aralık 2012 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilmiştir.

Suriye’de halk ayaklanması uzun yıllardır üstü kapatılan toplumsal ve siyasal taleplerin su yüzüne çıkmasına imkan sağladı. Bunların başında Suriyeli Türkmenler gelmektedir. Baas yönetimi altında hiçbir şekilde örgütlenme imkanı tanınmayan ve baskı politikalarına maruz kalan Suriyeli Türkmenler yeni dönemde uzun yılların açığını kısa sürede kapatma çabası içindedir. Suriye Türkmen siyasal hareketleri diğer muhalifler gibi ülke dışında örgütlenmek durumunda kaldı. Türkiye merkezli olarak gelişen Suriyeli Türkmen hareketlerinin başından beri kurucu üye olarak içinde yer alan Bekir Atacan ile Suriye Türkmenlerinin durumu, Türkmen siyasal hareketlerinin gelişimi ve Suriye Türkmenlerinin beklentileri konusunda bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Türkmenler Olarak Türkiye ve Suriye Arasında Köprü Rolü Oynamak İstiyoruz”

ORSAM: Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz?

Bekir ATACAN: 

               Bekir Atacan

Ben Bekir Atacan. Suriye’nin Bayır Bucak Türkmenlerindenim. 

32 yıldır Türkiye’de yaşıyorum. Türk vatandaşıyım. Son zamanlarda kurulan siyasi örgüt ve partilerde görev aldım. Suriye Türkmen Kitlesi’nin hem kurucu üyesiyim hem de ilk genel kurul başkanıyım. Kitleyi büyütmek istedik ancak başarılı olmayınca istifa ettim. Türkiye’nin de desteğiyle Suriye Demokratik Türkmen Hareketi’ni kurduk. Hareket’in de hem kurucu üyesiyim hem de Genel Başkan Yardımcısıydım. Sonrasında ise Türkiye’de Suriye Türkmenleri adına geniş yelpazeye sahip bir siyasi parti kurulmasını istediğimiz için bir grup arkadaşımla Hareket’ten istifa ettik. Bunun gerçekleştirilebilmesi için zemin hazırlığı yapıyoruz. Umuyorum ki Ocak ayına kadar çekirdek kadromuz oluşmuş olacaktır. Suriye’de muhalefet gruplarının tamamının parti kurması imkansızdı. En çok baskı gören grup Türkmenlerdi. Çünkü dağınık şekilde yaşıyorlardı. Ama son zamanlarda hem Türkiye’nin desteğiyle hem de muhalefetin güçlenmesiyle birlikte aktif şekilde siyasi yaşamımız devam etmekte. Amacımız yeni bir yapılanmaya gitmek. Bu yapılanma siyasi parti olmalı. Birinci amacı Suriye’deki Türkmenlerin haklarını savunmak, sonrasında ise Suriye ve Türkiye arasında bir barış köprüsü vazifesi üstlenmek. Önemli bir diğer amaç ise Suriye’de bulunan tüm azınlık grupları ve diğer kesimlerle dostane ilişkiler kurulmasını sağlamak. Bu sayede Suriye’nin geleceği için barışçıl bir sistemin benimsenmesinde rol oynayacağımıza inanıyorum. Bu da ancak Türkiye’nin bizi desteklemesi ile mümkün olacaktır. Bizim Suriye’de bütün kesimlerle iyi ilişkilerimiz var ancak güçsüzüz. Bir Türkmen bir Nusayri’yle, bir Arap’la, bir Kürt’le çok iyidir. Tüm kesimlerle içli dışlı yaşıyoruz. Dağınık şekilde yaşadığımız için birimizin komşusu Arap, diğerimizin Kürt bir diğerinin Hıristiyan. Atalarımızdan kalan barışçıl özelliğimiz sayesinde iyi münasebetler geliştirdik. Şimdi bunları değerlendirme zamanı. Bu durum hem Suriye halkının hem de Türkiye’nin lehine olacaktır. Bunun için büyük çaba harcanması ve Türkiye’nin bize destek vermesi gerekiyor.

ORSAM: Suriye’deki Türkmen siyasal hareketini geçmişten günümüze özetleyebilir misiniz?

Bekir ATACAN: 

Suriye’de devrim başladığında, bundan 20 ay önce Suriye Ulusal Konseyi kuruldu ve Türkmenlere hiç yer verilmedi. Bunun üzerine bizim de Konsey’de olmamız gerektiğini ve diğer kesimler gibi kendi haklarımız adına konuşmamız gerektiğini düşündük. Bunun üzerine görüşmeler yapmaya başladık. Bize öncelikle Türkmenlere ait bir örgütün olup olmadığını sordular. O tarihte bir örgütümüz yoktu. Ben kendi imkanlarımı kullanarak Türkiye’de bulunan 180 Suriyeli Türkmeni bayram münasebetiyle bir yemekte bir araya getirdim. Bu yemekte mutlaka örgütlenmemiz gerektiğini ve bu sadece haklarımızı savunabileceğimizi konuştuk. Bunun üzerine bir araya gelip Suriye Türkmenler Birliği adıyla bir dernek çalışması yaptık. Sonrasında bu derneği 2011 yılının Kasım ayında bir siyasi harekete dönüştürdük. Adını da Suriye Milli Kitle Partisi olarak belirledik. Ben bu kitlenin kurucusu ve genel başkanıydım. Bu çatı altında az da olsa bir yol kat ettik. Ancak zaman içinde gördük ki çalışmalar bir kısır döngü içinde. Bu nedenle oradan istifa edip Türkiye’nin de desteğiyle Suriye Demokratik Türkmen Hareketi’nin kurulmasına öncülük ettik. O patinin de kurucusu ve genel başkan yardımcısıydım. Demokratik Türkmen Hareketi çatısı altında ve Türkiye sayesinde Suriye Ulusal Konseyi’nde temsil edilmeye başlandık. Ulusal Meclis bizden 16 üye aldı. Aynı zamanda diğer azınlıklara verilecek bazı hakların bize de verilmesini sağladık. Demokratik Türkmen Hareketi, Suriye Milli Kitle Partisi’ne göre daha geniş çaplı çalışmalar yürütüyor olsa da kadrosu ve çalışmaları yetersizdi. Biz bu kadrodan Lazkiye, Humus, Halep ve Tarsus Türkmenlerinden bir grup istifa ederek yeni bir partinin kurulmasını savunduk. Suriye Türkmen Kitlesi, İslam Partisi adı altında bir partimiz daha vardı, bütün bunları lağvedip yeni bir yapılanmaya gidilmesi ve tek bir çatı altında toplanmasına karar verildi. Ocak ayında bir kurultay düzenlemeyi düşünüyoruz. Bu kurultayda yeni partinin kurulması kararı alınacak. Şu an için isim belli değildir. Ancak büyük ihtimalle “Türkmen” ve “Demokrasi” kelimeleri kullanılacaktır.

ORSAM: Esat sonrası için Suriye Türkmenleri olarak talepleriniz neler? Nasıl bir Suriye görmek istiyorsunuz?

Bekir ATACAN: 

Türkmenler Suriye’nin her şehrinde her kasabasında 1000 yıldan beri var. Biz Suriye’de varlığımızı devam ettirmek ve yeniden inşasında yer almak istiyoruz. Suriye’de tek çatı altında devam etmek istiyoruz. Elbette bazı kültürel hak isteklerimiz olacak. Dernek toplantılarının yapılması, kendi dilimizi konuşabilmek, kendi kültürümüzü yayabilmek gibi isteklerimiz var. Ama asla bağımsızlık ya da federal bir yapı isteğimiz yok. Suriye’nin üniter yapısını destekliyor; toprak ve siyasi bütünlüğünü savunuyoruz.

ORSAM: Suriye’deki genel durum nedir? Rejimin geleceği için neler söyleyebilirsiniz?

Bekir ATACAN: 

Bir diktatörlüğün bir günde yok olması mümkün değil.  Hele ki Suriye’de Baas diktatörlüğü 1963 yılından beri devam etmektedir. Çatışmalar 21 aydır devam etmekte. Biz çatışmaların bir süre daha devam edeceğini düşünüyoruz. Halep düştü, Şam ise şu an kuşatma altında. Şam da düştüğünde, daha önce Irak’ta ve yakın zamanda Libya’da olduğu gibi, Devlet Başkanları doğdukları yerlere çekilecektir. Muhtemelen orada da çatışmalar sürecek. Beşar Esad, Lazkiye’de yer alan Kırdaha’da doğmuştur. Çatışmalar o topraklara kayacak. Sonuç olarak ise federal bir yapıya gidileceğini düşünüyorum. Eğer yakın zamanda olmazsa bile gelecekte federal yapı kurulacaktır. Rusya’nın isteği Nusayri Devleti’nin kurulmasıdır. Bu sayede Rusya kendi çıkarlarını korumaya devam edecektir. Bu sınırlar içinde kalacak yaklaşık olarak 600 bin Türkmen yaşamaktadır. Bu toplam Türkmen nüfusunun yaklaşık dörtte birine denk gelmektedir. Bu durum bizler için kabul edilebilecek bir şey değildir. Bunun olmaması adına elimizden geleni yapacağız.

ORSAM: Ülkede federalleşmeye gidilirse Türkmenler çatışmaların ortasında kalabilir ve büyük sıkıntılar yaşayabilir…

Bekir ATACAN: 

Aynen. Türkmenler 1000 yıldan beri oradalar ama hep geri planda kalmışlar. Lazkiye’ nin ilk şehidi Türkmenlerdir. Suriye basınının iddiası Devrimi Türkmenlerin başlattığı yönünde olmuştur. Ancak maalesef ne Türkiye’de ne de dünyada bizden bahsedilmemiştir. Çünkü biz bugüne kadar önce “Suriyeli yiz” dedik. Biz kendimizi Suriye’ nin parçası, Suriye’nin vatandaşı olarak gördük. Ön planda olmasak bile devrimin her adımında biz de vardık. En fazla şehit veren toplum Tükmen ler dir. Bab-ı Amr’ın %80-90’ı Türkmendir. Şu an da katliam yapılan illerin ve ilçelerin çoğunda Türkmenler vardır. Biz önce Suriyeli sonra Türkmeniz. Ama diğer azınlıklar önce mensup oldukları azınlığı söylüyor sonra Suriye diyorlar. Onlarla aramızdaki fark budur. Biz 1000 yıldan fazladır bu topraklarda yaşayan asli unsurlar ız. Zaten Ulusal Konsey’den talep ettiğimiz konulardan biri de asli unsur olarak kabul edilmemiz dir. Umarız ki bu anayasaya girer.

ORSAM: Suriye Türkmenlerinin zayıf oldukları noktalar neler?

Bekir ATACAN: 

Zayıflığımızın iki nedeni vardır. Örgütlenemememiz ve dağınık halde yaşıyor olmamız. Kürtlerin, Süryanilerin, Hıristiyanların, Çerkeslerin, Nusayrilerin, Dürzilerin bölgeleri belli ancak bizim bölgemiz belli değil. Suriye’nin her karışında varız. 4 milyon Türkmen Suriye topraklarına yayılmış durumda. Çünkü o bölge bizlerin atalarından kalma. O topraklar bir zamanlar Selçuklu’ya, Osmanlı’ya aitti.

ORSAM: Son olarak Türkiye’nin Suriye Türkmenlerine ve Suriye’ye yönelik politikası hakkında neler düşünüyorsunuz? Beklentileriniz nelerdir?

Bekir ATACAN: 

Hem Suriye’deki halklar arasında hem de Suriye ve Türkiye arasında bir köprü olduğumuza inanıyoruz. Bu nedenle Suriye’de barış elçisi olmak istiyoruz. Türkiye’den beklentimiz bunu sağlayabilmek ve daha örgütlü hale gelebilmek için bize destek vermesidir.


http://orsam.org.tr/orsam/soylesi/10085?dil=tr

***

28 Kasım 2017 Salı

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 2


ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 2



C- Bölge Dışı Ülkelerin Politikaları ve Senaryolar 

Ortadoğu, zengin petrol yataklarıyla öteden beri bölge dışı güçlü ülkelerin dış politikalarında bu bölge her zaman öncelikli olarak yer almıştır. 
Bölge ülkelerinin çeşitli çıkar mücadelelerinin yanında, dış kaynaklı güçlerin uygulamaya çalıştıkları politikalar, Ortadoğu'yu çok hassas dengelere 
oturtmuştur. 

Su üzerinde oynanan bölgesel politikalar yanında sıkça bölge dışı ülkelerin de konuya eğilimleri, hatta bölgede kendi politikalarını uygulama çabaları dikkat çekmektedir. Bölgenin petrol kaynaklarının zenginliğinden kaynaklanan bu durumu açıklamak zor değildir. Özellikle güçlü olarak tanımlanabilecek ülkelerin (ABD, Almanya v.b) bölgeye yönelik politikaları, çözüm sürecine bölge ülkelerinin politikalarıyla beraber, hatta daha önde katılmakta ve neredeyse kilitlenmiş bir satranç oyununu anımsatan çözümsüzlüğe katkıda bulunmakta dır. 


Çıkan en küçük bir çatışmayı bu çerçevede değerlendiren bölge dışı söz sahibi ülkeler, çıkarları gerektirdiğinde müdahaleden kaçınmazlar. Ancak bu ülkeler böylesine hassas olan bölgede politikalarını büyük bir gizlilik içinde yürüttüklerinden dolaylı amaçları ancak meydana gelen olayların birleştirilmesi 
sonucu tahmin edilebilmektedir. Bazen de bu tahminler ışığında bir takım senaryolar üretilebilmektedir. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak değerlendirilen ABD'nin bölgedeki etkinliğini yadsımak olası değildir. Bu gücün farkında olan Fransa, Almanya ve Japonya gibi güçlü ülkeler, petrole duydukları gereksinmelerini de dikkate alarak ABD'ye Ortadoğu politikasında 
destek verme durumunda kalmışlardır (Bulloch, Darwish, 1994, s:16-17). 

Ortadoğu ülkelerinin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyleri dikkate alındığında, bölge dışı etmenleri değerlendirmeye katmadan politika 
üretemeyecekleri son derece açık görülmektedir. Buradan, sınıraşan sular konusunda Türkiye, Suriye ve Irak'ın aralarında bir çözüme ulaşması, bu 
çözümün başta ABD olmak üzere bölgede etkili diğer güçlü ülkelerin çıkarlarına zarar verilmediği ölçüde mümkün olacağı söylenebilir. 

Bölgede dikkat çeken diğer bir olgu İran'ın ABD faktörüne karşın başına buyruk bir politika izlemesidir. Suriye gibi İran'ın da, politikasının önemli bir 
kısmını teröre destek vererek devam ettirme çabasında olduğu görülmektedir. Bu arada ABD, Ortadoğu dengelerinin ekonomik globalleşmeye uygun olarak 
yeniden kurulmasını İran'daki rejimin yıkılmasıyla olası görmektedir (Bahçacı, 1995, s:36). 

İran'ın bölgede etkin bir güç görünümünde olması, bu gücün kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Batı kaynaklı gelişmiş bir teknolojiyi 
arkasına almadan böyle bir karşı gelişin olamayacağı düşüncesi, Almanya'nın Ortadoğu'ya ilişkin politikalarındaki son dönemdeki aktivite ile birleşince İran-
Almanya dayanışmasının olduğu iddiaları ortaya atılmıştır (Bahçacı, 1995, s:36). 

Amerika'nın Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail'in İran ile ortak sınırlarının olmayışı, İran'a karşı mücadelede ABD açısından bir 
dezavantaj olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada İran'la komşu olan Türkiye, stratejik bir konuma gelmiştir. 1996 Şubat'ı ile ivme kazanan Türk-İsrail yakınlaşmasını bu perspektiften değerlendirmek olasıdır. Böylece ABD'nin desteklediği Türkiye ve İsrail, terörizmi kullanan ve bölgesel istikrarsızlığı körükleyen İran ve Suriye'ye karşı etkin bir baskı oluşturabilecektir (Nokta, 2-8 Haziran 1996, s:12). 

ABD'nin İran'a yönelik politikaları Orta Asya petrollerinin değerlendirilmesinde bir avantaj yakalayabilmeyi de içermektedir. Bu arada İran, Orta Asya Cumhuriyetleriyle oldukça önemli bağlar kurmuş bu durumdan yararlanmaya başlamıştır. Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bölgedeki dış kaynaklı politikalar sadece suya endeksli değildir, ancak bu paylaşımın su yakın bir gelecekte önemli bir soruna dönüşeceği anlamına gelmektedir. 

Bölge ülkeleri (Türkiye, Suriye, Irak) çözüm sürecinde önceliklerini gözden geçirirken bölge dışı etmenleri gözardı edemez durumdadır. Gerçi gözardı etmek fiilen olanaksızdır. Çünkü bölgeye aktarılmış, Çekiç güç gibi oldukça önemli, bölge dışı askeri kuvvetler bulunmaktadır. 

Su kaynaklarına sahip Türkiye bu avantajını kullanabilmenin planlarını bu günden yapmalı gerçekleşebilir politikalar üretmelidir. ABD'nin ünlü mühendislik-müteahhitlik firmalarından Brown and Root, Körfez Savaşı sonrası değişen koşullar ve Türkiye'nin bölgedeki değişen rolü çerçevesinde bir projeyle ilgili olarak hazırladığı fizibilite raporunda, Türkiye'nin 2000 yılında bölgenin su imparatoru olacağını, yılda 15 milyar doların üzerinde gelir elde edeceğini iddia ederken; Türkiye açısından oluşabilecek kazanımların yalnızca bir yönünü vurgulamaktadır (Ayna, Güz 93, s:30). 

Türkiye'nin elde edebileceği bu konumun öneminin güçlü ülkeler yanında, bölgesel ülkeler de farkındadırlar. Böylece Türkiye merkezli politikalar hızla üretilmektedir. Bunun en somut göstergelerinden biri komşularımızdan Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Yunanistan'ın PKK terörüne verdikleri destektir (Bahçacı, 1995, s:36). Ayrıca Suriye ve Yunanistan arasında imzalanan işbirliği anlaşmaları Türkiye'yi Doğu ve Batı'dan rahatsız edebilecek yansımalara sahiptir. Aynı zamanda ABD'nin Kuzey Irak'ta Otonom Kürt Yönetimine destek vererek (Canbolat, 1993, s:355) bir Kürt Devleti oluşumuna katkı sağladığı yönünde sıkça ortaya atılan iddialar da dikkate alınırsa; üretilmesi gereken politikanın çözeceği denklemin ne kadar çok bilinmeyeni 
olduğu ortaya çıkacaktır. 


Türkiye'yi yönetenlerin giderek tırmanışa geçen sorunlar karşısında ne derece duyarlı olduklarını ve hangi konulara öncelik verdiklerini belirleyebilmek amacıyla, 20-24 Mayıs 1996 tarihlerinde, ileriye yönelik tahminlerimize ışık tutabilmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine tek sorulu bir anket çalışması yapılmıştır. 

IV. SINIRAŞAN SULARIN TÜRK DIŞ POLİTİKASINDAKİ ÖNCELİĞİ 

T.B.M.M'nde yaptığımız anket çalışmasında, milletvekillerinin, sınıraşan sular sorununu 2000'li yıllarda Türk dış politikası açısından ne kadar öncelikli 
gördükleri araştırılmıştır. Araştırmada T.B.M.M'nin %50'si hedeflenmiş, ancak %10'luk bir oranda cevap alınabilmiştir. Elde edilen oranın açıklayıcılığı zayıf 
olmakla beraber, yapılan çalışmanın çok yeni olması ve sınıraşan sularımızla ilgili çarpıcı bir bulguya ulaşması nedeniyle incelememiz içinde yer almasında 
yarar görülmüştür. 

Anket çalışmasından elde ettiğimiz sonuçlara göre, Milletvekillerine yöneltilen "2000'li yıllarda Türk Dış Politikası'nın öncelikli sorununun ne 
olacağı" konusundaki soruyu yanıtlayanların %58'i önceliği sınıraşan sular sorununa vermişlerdir. Türk-Yunan ilişkileri %27 ile su sorunundan sonra 
değerlendirilmiştir. Türki Cumhuruyetlerle ilişkiler %6 ve Rusya ile ilişkiler %4 oranında öncelik taşımış, yanıt veren Milletvekillerinin %5'i ise bu soruyu boş 
bırakmıştır (Bkz. Tablo-I). 

Tablo-I bize ileriye dönük olarak olumlu işaretler vermektedir. 


Milletvekillerinin sınıraşan sular konusundaki duyarlılıkları bizi, Türkiye'nin olası bir krizde hazırlıksız yakalanmayacağı, bu konuyla ilgili politikasını 
önceden saptayabileceği varsayımına ulaştırmaktadır. Ancak düşündürücü bir soru vardır: Potansiyel olarak duyarlı milletvekillerinin sıkça yaşanır olan 
hükümet krizleri nedeniyle düşündüklerini realize edebilme olanakları nedir? Bu sorunun yanıtı belki de daha düşündürücü olacaktır. O nedenle Türkiye'nin 
siyasal istikrarının biran önce sağlanması oldukça yaşamsaldır. 

V.SONUÇ 

1950'li yıllardan itibaren giderek ivmesini hızlandıran ekonomik gelişmeye yönelik çabalar, ülkeleri maliyeti yüksek yatırımlara yöneltmiş; eldeki kaynaklardan yararlanma çabalarının yoğunlaşmaya başlaması sınırdaş ülkeler arasında yeni sorunların ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Ülkelerin 
daha çok kaynak kullanma isteğine koşut olarak, kıt kaynaklara olan talep artmış ve aralarında çıkan sorunların temelinde çoğunlukla bu kıt kaynaklar yer 
almıştır. Nitekim Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir. Türkiye'nin özellikle yıllardır ihmal edilişi ve geri kalmışlığının şikayet konusu edildiği Güney Doğu Bölgeleri için yaşamsal değeri olan ve ülkenin ekonomik potansiyelini geliştirmek açısından büyük önem taşıyan bu proje ilerledikçe, su sıkıntısı çekecekleri konusunda endişeleri artan Suriye ve Irak, tepkilerini çeşitli boyutlarda göstermiş ve göstermektedirler. 

 Türkiye ile aşağı çığır ülkelerinden Suriye ve Irak arasındaki bazı temel anlaşmazlıklar göze çarpmakta, bunlarda çözümsüzlüğün bir kader olarak 
belirmesine neden olurken, uluslararası hukukta sınıraşan sularla ilgili çok net bir kabulün bulunmaması, çözüm sürecinin uzamasına katkıda bulunmaktadır. 
Suyun Türkiye'den kaynaklanıyor olması, Suriye ve Irak'a karşı önemli bir koz olarak değerlendirilebilmektedir. Özellikle su kaynakları Irak'a göre çok daha az 
olan Suriye, Türkiye'ye bağlımlı olmaktan duyduğu rahatsızlıkla suya karşı terör kozunu kullanmak istemiştir. 

Güney komşularımızın, özellikle Suriye'nin uluslararası hukuka ve insanlığa aykırı politikalara bel bağlamasına karşın, Türkiye sertlik yanlısı bir politika izlememektedir. Bunu ekonomik çıkarlarını dikkate alma gerekliliğine bağlamak olasıdır. Çünkü Türkiye'nin ihracat yaptığı ülkelerden önemli bir bölümünü Arap ülkeleri oluşturmaktadır. Türkiye'nin uyguladığı bu pasif politikaya bir diğer gerekçe de dış dünyanın alışılmadık bir uygulamaya göstereceği tepkiden çekinmesi gösterilebilir. Burada 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye'ye yöneltilen tepkilerin henüz belleklerden silinmemesinin etkisi var denilebilir. 

Türkiye'nin en büyük yanılgısı, kendisini haklı gördüğü konularda girişimci olmayışıdır. Olumsuz etkilerini halen hissettiren ve kalıcı bir çözüme 
henüz ulaştırılamayan Kıbrıs Sorunu'nun başlangıcında, haklılık tezi ile konuya gereken hassasiyetle yaklaşmayan Türkiye'ye karşın; dünya kamuoyunu 
etkilemek için, uluslararası platformları propaganda fırsatı olarak değerlendiren Yunanistan, kolaylıkla harekete geçebildiği bir kamuoyu desteğine sahip 
olabilmiştir. Bu konuda hayli geciken Türkiye en haklı olduğu tezlerinde uluslararası kamuoyunu iknada zorluk çekmektedir. 

Kıbrıs Sorunu konusundaki deneyimi Türkiye'nin bekle-gör politikasından çok şey kaybedeceğinin delilidir. Türkiye bir kez daha hataya düşmemek için Ortadoğu 'da giderek önemli bir soruna dönüşeceğinin sinyallerini veren "sınıraşan sular" konusunu ciddiye almalı ve geçmişteki hataları yinelenmemelidir. Sınıraşan sular sorununa ilişkin gerçekçi politikalar oluşturmaktaki başarı, çözümde de başarıyı getirecektir. 

Sınıraşan sular konusunda Türkiye'nin alması gereken önlemlerin başında teröristlerle aynı safta bulunan ülkelere karşı dünya kamuoyunu harekete 
geçirmek gelmelidir. Türkiye geri kalmışlık paradoksundan kurtulacaksa, bunun ilk adımı GAP'ı yaşama geçirmek olacaktır. Bu nedenle Ortadoğu politikasını 
tekrar değerlendirilmeli ve PKK-GAP pazarlıklarına ortam oluşturacak yanlışlara fırsat verilmemelidir. Son dönemde İsrail'le olan işbirliği çalışmaları, 
Arap Dünyası'nı her ne kadar rahatsız etse de, Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki tercihinin netleşmesinin en açık işareti ve ikili askeri 
anlaşmalarla çevreleme politikası izleyen komşu ülkelere karşı önemli bir kozdur. 

Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" idealine ulaşmada Ortadoğu'da sağlanacak başarı önemli bir adım olacaktır. Bu adımı atabilmek büyük ölçüde 
"Suda Barış, Bölgede Barış" özleminin giderilmesiyle olasıdır. 


Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türk Dış Politikasında Sınıraşan Sularımız

 03.02.2012

Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türk Dış Politikasında  Sınıraşan  Sularımız

Giriş

Sürekli büyüyen nüfus, su kullanımının her geçen gün artması ve iklim değişikliği gibi nedenlerden dolayı mevcut ve sabit su kaynaklarının ihtiyaçları karşılayamayacak hale gelmesi üzerine akarsuları paylaşan devletlerarasında yaşanan soruna “su sorunu” denilmektedir. Suyun devletlerarasında sorun teşkil etmesi, su sorununun sosyal bir bilimde incelenmesine yol açmıştır.
  Dünya’da ve özellikle bölgemizde kişi başına düşen su miktarının hızla azalması, sınır aşan suları, gerginliklerin ve uluslar arası ilişkilerin merkezine taşımıştır ki, suyun hayati bir önem taşıdığı düşünüldüğünde suyun “sorun” olması gayet normaldir.
  Su sorunu değince aklımıza, Türkiye’nin de içinde bulunduğu, Ortadoğu gelmektedir. Ortadoğu ülkeleri zaman zaman su sorunu yüzünden deyim yerindeyse birbirlerini “ bir kaşık suda boğacak”  duruma gelmektedirler.
  Ortadoğu’nun gerek petrol kaynaklarına sahip olması,gerek geçiş noktası olması gerekse önemli su yollarını barındırması;Ortadoğu’nun odak ve çatışma noktası olmasına,dikkatleri üzerine çekmesine sebep olmuştur.Bu sebeplerle, kanımca, Ortadoğu’yu “kıtalararası” bir bölge olarak adlandırabiliriz.
  Ortadoğu’da Su Sorunu İçinde yaşadığımız Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri, dünyada kişi başına suyun en az miktarda düştüğü yerlerdir.

  Orta Doğu’da su sorunları 1. Dünya Savaşı’ndan yani Osmanlı Devletinin yıkılışından sonra küçük ve batıya bağlı ülkelerin ortaya çıkarılması ile 19. yüzyılın sonlarında ve özellikle de 20. yüzyılda başlamıştır. Merkezi otoritenin coğrafya üzerinde etkili olduğu, bir başka deyişle bölgedeki son istikrarlı dönemde var olmayan bu sorun Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra yani bölgeye hâkim yapının değişip, ulus-devletlerin türemeye başlamasıyla kendisini göstermiştir. Bölgede yeni oluşan sınırlarda nehirler temel alınmış ve böylece sorunun tohumları 20.yüzyıl başlarında atılmıştır. 

  Türkiye'nin dâhil edildiği savaş senaryolarında sorunun temel dayanağını “uluslararası sular” veya “sınıraşan sular” oluşturmaktadır.”Uluslararası sular”, iki farklı devletin topraklarında yer alıp, bu devletler  arasında sınır oluşturan ve her iki ülke arasında paylaşıma tabi olan sulardır. “Sınıraşan sular” ise bir devletin sınırları içinde doğarak akan ve başka devletin sınırlarına geçip buralarda aktıktan sonra denize dökülen sulardır. Ancak son dönemlerde uluslararası su kavramı, sınır aşan su şeklinde kullanılmaya başlamıştır. Daha ziyade ulaşım amaçlı kullanım dışında sulama, içme ve enerji için kullanımı söz konusu olan, iki ya da fazla devlet arasında sınır oluşturan veya farklı ülkelerde doğup akan sulara sınır aşan su tabiri kullanımı yaygınlaşmıştır. Orta Doğu’da sorunlu olabilecek altı tane uluslararası nehir bulunmaktadır. Bunlar;  Nil, Ürdün, Litani, Asi, Dicle ve Fırat nehirleridir.

  Dünya nüfusunun @'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir.    Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (transboundry rivers) olarak isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. 

Türkiye ve güney komşuları arasındaki ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; özellikle Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni(GAP) yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır.    Ortadoğu’yu, su sıkıntısı konusunda üçe ayırarak irdelemek gerekir. Birinci gruba Türkiye, Irak ve Suriye’yi alabiliriz. Bu ülkelerde su konusunda hayati bir sorun bulunmamakta dır. Diğer yandan, Filistin, İsrail ve Ürdün’de yeraltı suları bakımından bir sıkıntı mevcuttur. Bu konuda en kötü durumda olan ülke Suudi Arabistan’dır. Kuzey Afrika’da ise en önemli problem Nil Havzası’nda yaşanmaktadır. Mısır için bir hayat damarı olan Nil Nehri, bu ülke ile diğer yukarı kıyıdaş ülkeler arasında giderek şiddetlenen bir sorun olarak devam etmektedir. Burada önemli olan nokta Mısır’ın Nil olmadan var olamayacağıdır. Suriye ve Irak ise Mısır gibi, tek bir su kaynağına bağlı değillerdir. Dolayısıyla Suriye ve Irak anlaşma yollarını ararlarsa çok iyi ikame edilebilecek şansları vardır.   

Türk Dış Politikasında Sınıraşan Sularımız ve Su Sorunu   Türkiye’nin  Orta Doğu’ya yönelik dış politikalarını etkileyen parametrelerden birisi de su sorunudur. 
  Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir.

  Su kaynakları politikamız, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından önceliklerimiz, AB ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen koşullara göre gözden geçirilmektedir. Türkiye’nin yenilenebilir, ucuz ve çevre dostu olan hidroelektrik potansiyelinden ve su kaynaklarımızın sağladığı diğer ekonomik ve sosyal faydalardan verimli ve sürdürülebilir biçimde yararlanması amacıyla gerekli projeler hayata geçirilmektedir. Bu çerçevede, başta GAP Bölgesi olmak üzere ülkemizdeki baraj, hidroelektrik santrali ve sulama projelerini bir an önce gerçekleştirmesine ilişkin çalışmalar sürdürülmektedir. Fırat ve Dicle üzerinde toplam 21 baraj ve 19 hidroelektrik santralini kapsayan GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) , Irak ve Suriye’yi rahatsız etmiş, suyun miktarının azalacağı ve sulama sularının drenajı nedeniyle kalitesinin düşeceği gerekçesiyle projeye karşı çıkmışlardır.

  Türkiye, suların hakça, akılcı ve optimum kullanımını, suyun yararlarının paylaşılmasını ve diğer kıyıdaş ülkelere “önemli derecede zarar” (significant harm) verilmemesini savunmaktadır. Ayrıca Dicle ve Fırat suları konusunu tüm boyutlarıyla ve bütüncül bir yaklaşımla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer kıyıdaş ülkelere iletilmiş ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerektiği vurgulanmıştır. 
  Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler.  Asi, Fırat ve Dicle su havzaları da soruna konu olan nehirlerdir. Asi’de Türkiye, Suriye ve Lübnan ile sorun yaşarken Fırat ve Dicle’de soruna ortak olarak Türkiye, Suriye ve Irak karşımıza çıkmaktadır. 

  Türkiye iyi niyetinin bir ifadesi olarak, suyu bir silah olarak kullanma yoluna gitmemiştir. Oysa ki, Suriye terörist PKK’yı besleyerek ve Türkiye’nin ikazlarına rağmen bu tutumundan vazgeçmeyerek Türkiye’den bu yönde taviz alabileceğini düşünmüştür.. 

  Türkiye'nin Fırat ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir.

Değerlendirme;

Azalan su arzına karşın, nüfusla birlikte artan su talebinde, arz ve talebin dengelenmeye çalışılması su sorununu meydana getirmiştir. Su sorunu, bir ülkenin sadece sosyal ve ekonomik yapısını değil,onun dış politikadaki tavrını da etkilemektedir.

Kanımca asıl sorun, artan nüfus ve azalan su kaynakları değil; suyun etkin bir şekilde değerlendirememesi ve devletlerin- kendi çıkarlarını gözettikleri için-bir uzlaşma sağlayamamasıdır.

Su meselesi, devletler üstü bir yapının idaresinde olmalı ve böylece insan yaşamı için hayati önem taşıyan ve ikamesi olmayan suyun etkin kullanımı için bütün ülkeler ortak ve hassas hareket etmeli, ülkesel çıkarlar bir yana bırakılmalıdır.  

Kaynakça
  
1)Prof.Dr.Ali İhsan Bağış, “Ortadoğu Su Meselesinde Türkiye Ve Gerçekler”,22 Mart 2004 2) A. Nazmi ÜSTE , “Uluslararası Politika Ve Türk Dış Politikası Açısından  
Sınıraşan Sularımız” ,D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi ,Cilt:13, Sayı:I, Yıl:1998, ss:231-246 3) “Türkiye’nin Sınır aşan Sular Politikasının Ana Hatları” ,T.C. Dışişleri Bakanlığı 
Resmi Web Sitesi 4) http://www.genbilim.com/content/view/3188/39/ ,Erişim Tarihi:02 Şubat 2012 5) Tuğba Evrim Maden, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Suyun Rolü”, 
Orta Doğu Analiz Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 35, Kasım, 2011, Ss. 37-39

AKMANDOR, Neşet; PAZARCI, Hüseyin; KÖNİ, Hasan (1994); Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, Yayın No:4, Ankara. 
ALACAKAPTAN, Aydın G. (1993); "Sınıraşan Sularımız Dicle ve Fırat'ın Arap Komşularımızla Büyük Sürtüşmelere Neden Olmaları 
Beklentileri Abartılıdır" Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, İstanbul. 
BAHÇACI, Çınar (1995); Türkiye'nin Ortadoğu'ya Yönelik Dış Politikası, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara. 
BULLOCH, John; DARWISH, Adel (Ocak 1994); Su Savaşları, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.Basım, İstanbul. 
CANBOLAT, İbrahim S. (1993); "Yeni Dünya Düzeni'nde Ortadoğu ve Türkiye Gerçeği", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayınları, İstanbul. 
CHALABI, Hassan; "Fırat'ın Suları ve Uluslararası Kamu Hukuku" Ayna Dergisi, Kış 1993-Bahar 1994, Sayı 2, "Conference Implications" tarafından çevrilmiştir. 
ERGİL, Doğu (Aralık-Ocak 1990); "Ortadoğu'da Su Savaşları Mı?" Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XLV, Not 4. 
İNAN, Kamran (1995); Hayır Diyebilen Türkiye, 2.Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul. 
İNAN, Kamran (1993); Dış Politika, Ötüken Neşriyat A.Ş, Kültür Serisi:73, İstanbul. 
KUT, Gün (1994); "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Derleyen: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul. 
MANGO, Andrew (1995); Türkiye'nin Yeni Rolü, Türkçesi: Erhan Yükselci-Şükrü Demircan, Ümit Yayıncılık, Ankara. 
ÖZCEL, Berk (Güz 1993); "Güvensizlik Kurbanı: Ortadoğu Barış Suyu Projesi", Ayna. 
REGUER, Sara (January 1993); "Controversial Waters: Exploitation Of The Jordon River, 1950-1980", Middle Eastern Studies, Vol.29, No:1, pp. 
53-90, Published By Frank Cass, London. 
TEPLER-DREZON, Marcia (April 1994); "Contested Waters And The Prospects For Arab-Israeli Peace", Middle Eastern Studies, Vol. 30, 
No:2, pp. 281-303 Published By Frank Cass, London. 
TURAN, İlter (1993); "Sunuş", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayını Hazırlayan:Sabahattin Şen, İstanbul. 
Turkish Review Of Middle East Studies, Formerly Puplushed as" Studies On 
Turkısh-Arab Relations", 1993, İstanbul. 


GAZETELER 

İSTANBUL TİCARET GAZETESİ, Sayı 1911, 24 Mayıs 1996. 
YENİ YÜZYIL GAZETESİ, 9 Haziran 1996. 
MİLLİYET GAZETESİ, 22 Haziran 1996. 

 http://orsam.org.tr/orsam/gencorsam/11401?dil=tr

***