4 Ağustos 2018 Cumartesi

Vatikan’ın Gizli Arşivinden Çanakkale Savaşı


Vatikan’ın Gizli Arşivinden Çanakkale Savaşı



İBB Kültür A.Ş., Birinci Dünya Savaşı'nın 100. Yıldönümünde, Vatikan Gizli Arşiv belgelerinin ışığında ve genç bir Anzak teğmeninin  yaşanmış hikayesinden yola çıkarak Çanakkale Savaşı'nın insani yönünü gözler önüne seren bir kitap yayınladı Kitap, tarihe centilmenler savaşı  olarak geçen Çanakkale Savaşı'nın "insani yönü"ne vurgu yapıyor. 

Vatikan Gizli Arşiv belgelerinden derlenen kitap, Türk halkının savaş zamanında bile düşmanlarına karşı sergilediği duruşa bir övgü niteliğinde. "Çanakkale 1915 Vatikan Gizli Arşiv Belgeleri Işığı'nda Frank Coffee Vakası" ismini taşıyan kitapta daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan  yüze yakın belge bulunuyor.

Türkiye Katolik Ruhani Reisler Kurulu Basın Sözcüsü ve Kültür Ataşesi Rinaldo Marmara'nın yaklaşık 3 yıl süren araştırmaları neticesinde elde ettiği belgeler, gazeteci yazar Bülent Günal tarafından kaleme alındı.

Çanakkale Savaşı'nın yakından takip eden Papalık ile İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci arasındaki yazışmalar; kayıp asker ailelerinin, ölen yakınlarının mezarları hakkında bilgi edinmek için Papa XV. Benoit'e başvurmasıyla hız kazanıyor.

Harp en sıcak haliyle devam ederken Harbiye Nazırı Enver Paşa mezarlara gereken saygının gösterilmesi için generallerine emir veriyor, kimi zaman ise bizzat devreye giriyor. Bir yandan da İngiltere, Fransa ve Avusturalya'dan, gözü yaşlı ailelerden gelen talepler doğrultusunda mezar aramaları başlıyor. Tüm bu mektuplaşma ve yazışma trafiği içinde genç bir Anzak teğmenin hikâyesi dikkat çekiyor. 

Frank Matthew Coffee. Savaşın hem acı hem de insanî yönlerini "Saray ve Hükümet'in Konya'ya taşınacağı söyleniyor" Yaklaşık 100 belgenin yer aldığı kitabın ilk belgesi de oldukça çarpıcı. Kardinal Pietro Gasparri'ye gönderilen ve istihbarat niteliği taşıyan bu mektupta kutsal emanetlerin Konya'ya gönderildiği, saray ve hükümetin de en kısa zamanda Konya'ya taşınacağından bahsedilmiş.

"Enver Paşa'nın Asil ve Kahramanca Hislerini Biliyordum" Papalığın İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci, Kardinal Pietro Gasparri'ye 4 Nisan 1916 tarih ve 178 sayılı22 gönderdiği raporunda Harbiye Nazırı Enver Paşa ile yaptığı görüşmeyi bildiriyordu. 

Heyecan uyandıran görüşmeyle ilgili Monsenyör Dolci önce Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya yaptığı konuşmayı, ardından da Enver Paşa'nın yanıtlarını detaylarıyla raporuna not Harbiye Nazırı'nın, bu maksatla hakikaten emir verdiğini askerî rahiplerden öğrenmiştim. Onun asil ve kahramanca hislerini biliyordum; vazifelerinin çokluğuna rağmen harbin başlangıcından itibaren o mukaddes mezarların korunması için generallerine emir vermişti…

Nazır, harp halinin müsaade ettiği nispette; çatışmaların başlangıcından beri lazım gelen tedbirlerin alınması, mezarlıklar için seçilmiş bölgelerin hemen demir tellerle çevrilmesi, aynı zamanda hiçbir şekilde o mezarlara dokunulmaması ve tahrip edilmemesi için askerlere kati emirler vermiş olduğuna dikkatimi çekti.

Eğer onlardan birkaçı zarar gördüyse bunun düşman gemilerinden atılan havan toplarının bazı mezarlıklara isabet etmesinden kaynaklanabileceğini ve kendisinin de harp esnasında buna şahit olduğunu anlatmıştı. Hakikaten, bu vakadan zaten haberdardım. Muharebede, mezarlığın iç tarafındaki 
mezarlara mermiler isabet ederek bazı mezarlara zarar vermiş ve bunlar, ateş kesildikten hemen sonra Harbiye Nazırı'nın emri ile eski hallerine "Türkler Mezarlara Saygısızlık Yapacak Karakterde Değildir" İstanbul'daki Alman Sefaretinin Protestan askeri papazı Kont von Lüttichau, Çanakkale'de ölen Fransız ve İngilizler askerlerin mezarlarının durumu hakkındaki Mayıs 1916'da bir yazı kaleme almıştı. 

(Bericht über den Befund der Gräber der französischen und englischen Gefallenen auf Gallipoli, Konstantinopel, Kaiserlicher Botschaftsprediger 
und FRANK M. COFFEE VAK'ASI Kitapta,19 Kasım 1915'te kalbine isabet eden bir şarapnel parçası nedeniyle yaşama veda eden Frank M. Coffee ile ilgili ayrı bir bölüm yer alıyor. Coffee'nin hikayesi, binlerce kilometre uzaklıkta, Sidney'de acı haberi alan baba Frank Coffee'nin, oğlu Frank. M. Coffee'nin mezarını buldurup, Sidney'e getirtmek arzusuyla Vatikan'a yazdığı mektupla başlıyor ve 4 yıl sürüyor.

"İki İngiliz Zabitinin Mezarını Buldum Ama Coffee Diye Bir Mezar Yoktu" Osmanlı Ordusu Sıhhiye Dairesi Başkumandanı, Seyyar Hastane Personel Şefi Alman Binbaşı Yungels, Papalık İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci'ye yazdığı 28 Haziran 1918 tarih ve 959/18 sayılı96 mektupta Frank M. Coffee'nin mezarının bombardımanlar yüzünden yıkılmış olabileceğini belirtiyordu. Yungels, Bigalı Hastanesi Başkehimi Dr. Niekau'nun mektubunu da ekte sunuyordu.

"Frank'in Arkadaşlarının Yanında Kalmasını Arzu Ettiğimizi Bildireceğim" Papalık Devlet Sekreteri Kardinal Gasparri, Papalık İstanbul Temsilcisi Monsenyör Dolci'ye gönderdiği 17 Haziran 1920 tarih ve B. 7230 sayılı104 yazıda Asteğmen Frank Coffee'nin mezarına dair vesika ve fotoğrafları aldıklarını bildiriyordu. 5 Ekim 1920 tarihli bir başka pusulada ise asteğmen Frank Coffee'nin cismani terekesinin, nakledilmeyip arkadaşlarının yanındaki yerinde kalacağını belirtiliyordu.

Atatürk, Frank Coffee'den Haberdar mıydı? Frank M. Coffee vak'ası bir başka soruyu da akıllara getiriyor. Mustafa Kemal Atatürk, Frank Coffee vak'asından haberdar mıydı? Acaba o da tüm bu yazışmalara, genç teğmenin mezarının bulunması çalışmalarına tanıklık etmiş miydi? 

Kitapta bu soru sorduktan sonra, Atatürk'ün 18 Mart 1934 yılındaki Çanakkale Zaferi Törenleri'ne gönderdiği mesaja yer verilmiş.

Atatürk o ünlü mesajında şöyle diyordu: "Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın bağrında bulunuyorsunuz. Huzur ve barış içinde uyuyun. Sizler Mehmetçikler ile yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını bu savaşa gönderen analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim çocuklarımız olmuşlardır".

Kitapta, Mustafa Kemal Atatürk'ün Frank M. Coffee olayından haberi olmasa bile, Frank M. Coffee gibi benzeri olaylara tanıklık ettiği için 1934 yılında bu çok önemli mesajı yayınlamış olabileceği belirtilmiş  

İSTANBUL'A HEYKELİ DİKİLEN PAPA .,















































Çanakkale Savaşı'nda yaşamını yitiren İtilaf Devletleri askerlerinin mezarlarının bulunmasında ve Osmanlı Devleti ile savaştığı ülkeler arasında insanî bir köprü kurulmasında Papa XV. Benoît'in rolü büyüktü. Zaten Papa XV. Benoît, Birinci Dünya Savaşı boyunca yaptığı barış çağrıları ve girişimleriyle dikkat çekiyordu. 
Ve bu çağrıları yaptığı için dünyanın çeşitli yerlerindeki insanlar Çanakkale'de yitirdikleri evlatlarının mezarını bulmak için Vatikan'ın kapısını çalıyordu. Peki, kimdi Papa XV. Benoît? Avrupa ve Ortadoğu'nun kan gölüne döndüğü Birinci Dünya Savaşı boyunca ne tür mesajlar vermişti? 

Doğu halkları kendisine neden minnettardı ve bu minnetin bir nişanesi olarak ne yaptılar?

Tüm bu soruların cevapları Vatikan Gizli Belgeleri ile kitapta detaylı olarak anlatılmış.




2 Ağustos 2018 Perşembe

‘Bu ülke’de daha ne olması gerekiyor?

‘Bu ülke’de daha ne olması gerekiyor?


Adnan İslamoğulları

Türkiye Cumhuriyeti devletinin artık ‘varlık’ ve ‘bağımsızlık’ ve ‘bütünlük’ ve dahi bunlara bağlı olarak ciddi ‘hayâtiyet’ tehlikesi içinde olduğunu görmek için ‘bu ülke’ de daha ne olması gerekiyor?
Ortadoğu’da ‘süper güç’ olma iddiasındaki Türkiye’ye, İmralı’dan, Kandil’den ve bunların TBMM’deki ‘siyâsî bürosu’ olarak çalışan BDP’den her gün bir başka racon kesildiğini ve Türkiye’nin bir devlet olarak alenen tehdit edildiğini görmek için daha ne olması gerekiyor?   

İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ‘efsâne yazan’ polisin ve cümle güvenlik güçlerinin Güneydoğu’da süt dökmüş kediye dönüştürüldüğünü ve bölgenin âdeta PKK’ya terk edildiğini, PKK’nın bölgede yaptığı korucu infazlarıyla hesap gördüğünü ve bölgedeki psikolojik hâkimiyetini günden günde tahkim ettiğini görmek için ‘bu ülke’de daha ne olması gerekiyor?
‘Barış süreci’ adı altında başlatılan ihânet siyâsetiyle birlikte ülkemizde güçlenen hissin ‘barış’ değil ‘bölüme’ olduğunu ve o sürecin dağa çıkışı hızlandırdığını, yalnızca geçtiğimiz hafta dağa çıkanların sayısının 300-400 kişi olduğunu görmek için ‘bu ülke’de daha ne olması gerekiyor?

PKK’nın silah bırakarak çekilmesinin tamamen göstermelik olduğunu, sınır dışına çekildiği söylenen örgüt mensuplarının bİr nev’i rehabilitasyona çekilen emekliliği gelmiş kadrolar olduğunu ve PKK’nın zinde güçlerinin iktidardan devşirdiği yüksek bir moralle üstelik kuvvet toplayarak dağlardaki varlıklarını devam ettirdiğini görmek için ‘bu ülke’de daha ne olması gerekiyor?

Bölünmenin hukukî alt yapısının bile hazırlanıp, on yıllık tutukluluk hâlinin kaldırılmasının KCK tutuklularına tahliye yolunu açtığının, Murat Karayılan’ın  “Apo’nun yardımcılarının ve sekreterlerinin olması gerekir”  sözlerinden Türkiye Cumhuriyeti devleti için PKK’nın artık bir terör örgütü değil, diplomatik bir muhatap hâline geldiğini görmek için ‘bu ülke’de daha ne olması gerekiyor?
PKK’nın kendi ‘polis gücü’nü oluşturarak, bölgedeki asâyişi kontrolü altına aldığını, bölgede yapılan yayla şenliklerine dağdaki PKK’lıların jiplerle alınarak getirildiğini, onlara kürsü verildiğini ve yine aynı jiplerle sırtlarında silahları olduğu halde dağa götürüldüklerini, dağın taşın PKK flamaları ve Apo posterleriyle doldurulduğunu, bölgedeki Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sahipliğinin kâğıt üzerinde (o da şimdilik) kaldığını görmek için için ‘bu ülke’de daha ne olması gerekiyor?  

Apo’yu ‘barış elçisi’ yapıp, PKK’yı da yüzyılın en kanlı terör örgütü olmaktan çıkararak ‘kültürel hak arayıcısı’ hâline getirenin BDP ve PKK değil, aslında bizzat ‘AKP iktidârı’ olduğunu görmek için ‘bu ülke’de daha ne olması gerekiyor? 
İstiklâl marşında istifini bozmadan oturan kaymakamların, 10. Yıl marşını ‘faşist’ olarak niteleyip, HAKPAR’ın 4. Kongresinde ‘Her şey özgür Kürdistan için’ sloganları arasında saygı duruşunda Kürt marşı ‘Ey Rakib’e tâzîm ile eşlik eden Salih Kapusuz, İhsan Arslan ve Abdurrahman Kurt’un KCK Yürütme Konseyi üyesi değil, AKP Genel Başkan yardımcısı, AKP milletvekilleri ve AKP bürokratları olduğunu görmek için ‘bu ülke’de daha ne olması gerekiyor? 

İlk iftarını Suriyeli mültecilerle açan ve mültecilere,  “Vahid vahid Suri, Türki vahid”  sloganları attıran Davutoğlu’nun ve Kerkük’te şehit edilen ve Doğu Türkistan’da katliama mâruz kalan Türklere bir tâziyeyi bile çok gören Hükümetin duyarsızlığını, Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği Basın Sözcüsü Abdullah Tümtürk’in   “Lûtfen cuma hutbelerinize ve vaazlarınıza bizi de ekleyin”  çağrısına kulak tıkayan Diyânet’in çirkin sessizliğini görmek için ‘bu ülke’de daha ne olması gerekiyor? 

Ve bütün bunların üzerine,  “Daha son sözümüzü söylemedik”  diyen bir Muhalefet Partisi Genel Başkanından şaka gibi bir açıklama: 
Başbakana yönelik  “Apo sana büyü mü yaptı?”  diye soran ve ülkeye ihanetle ithâm eden, anayasa değişikliklerini  “bölünme anayasası”  olarak yorumlayan, miting meydanlarında asıp-kesen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Cemil Çiçek’le yaptığı son görüşmeden sonra anayasa değişikliğinin  “çok hayırlı bir çalışma”  olduğunu ve  “MHP’nin bu hayırlı çalışmanın devamından yana”  olduğunu söyledi. 

Bu ülke’de daha ne olması gerekiyor?

http://www.ilk-kursun.com/haber/151814/mustafa-mutlu-x/

****

Sokağın Dilini Kesen Zalimler...

Sokağın Dilini Kesen Zalimler...


Hikmet Çetikaya


Zamanın saatinden yaşanıyor bu ölümler, acılar, gözyaşları.
Bir duygu yağmuru sabahın şafağında kördüğüm olmuş yılların getirdiği o yalnızlığını, bir ağacın dalında sarıp sarmalıyor.
Güneş yavaş yavaş yükselirken biri gökten ateşi çalıyor sanki.
Kararıyor her yer!
O çalınan ateş bir çocuğun ölümü...
Toprağa verilen 19 yaşındaki Ali İsmail, acılı bir anne ve baba...
Eskişehir’de, Ankara’da, İstanbul’da yüzlerce yaralı, gözaltı, tutuklu...
Bir fidan, üç anne...
Faili meçhul cinayetlere, yargısız infazlara alıştırılmış bir toplum birbirine düşman edilmek isteniyor.
Bunun adı demokrasi ve özgürlük!
Başbakan MÜSİAD’ın iftar yemeğinde sesleniyor:
“Siz de mi korkuyorsunuz yoksa?.. Bu Gezi Park’ı Direnişi’nin ne olduğunu turnusol kâğıdı gibi ortaya çıkaracağız...”

***

Bir Gözdağı! Yıldırma!

Zaten televizyon ekranlarında Gezi Parkı, Tahrir Alanı, Mısır’daki darbe özleştiriliyor!
Yafta hazır!

Darbe tabanı hazırlamak için işi 27 Mayıs 1960 öncesine, Kızılay olaylarına dek götürenler bile var!
Oysa bir başbakanın dilinde 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz, Adana’da köprüden düşerek ölen polisimiz, kâğıt toplayan 13 yaşındaki çocuk olmalıydı...
Ne bileyim; Eskişehir’de biber gazından, tazyikli sudan, gaz bombasından kurtulmak için kaçarken sopalarla kıyasıya dövdüler 19 yaşındaki Ali İsmail’i...
Ailelerine başsağlığı dilemeliydi...
19 yaşındaki üniversiteli genç Ali İsmail dövüldüğü saatlerde MOBESE kameralarının neden çalışmadığının soruşturulacağını...
Oysa görüntüler ortaya çıkmıştı bile...

***

Umutla umutsuzluğun, sevgiyle sevgisizliğin o derin çukurunda nice kıyımları yaşayan toplum, kana kan intikam tohumlarıyla bugünkü yere geldi.
Ulusalcılık kavramını bile anlamayıp gözlerini açıp kapayana dek derin milliyetçiliğin batağına düştü...
AKP iktidarına karşı çıkan “derin milliyetçiler”, bir güzel ulusalcılığı kullanıp yurtseverlik kavramını tekellerine aldı.
Tehlikeli bir tırmanış solu bile etkiledi...
Sosyal demokrat partiler içinde de filizlenen bu kör düşüncenin Gezi Parkı Direnişi’yle kırılacağını düşünmüştüm.

Olmadı!

Emeğin örgütlü gücü, sendikal hak ve özgürlükler, çevre bilinci...
O derin milliyetçiliği AKP eline geçirmiş, sivil, evde zor tuttuğu seçmeniyle bir bakıma “intikam mangaları”nı harekete geçirmişti.
Bunun lamı cimi yok!
Sol kendi içinde yeni bir yapılanmayla; sosyal demokratlar, “sosyal demokrasi” kavramını içselleştirerek yurtseverliğin “derin milliyetçilik” olmadığını anlatarak, yeni bir yol haritası çizebilir seçimler öncesi.

***

Bu bilinç, demokrasi ve özgürlüklerin yolunu açar...
Sermaye-emek çelişkisi pusula olur!
AKP muhalifleri olan “sözde ulusalcı” o “derin milliyetçiler” özellikle CHP’den pılısını pırtısını toplayıp eski yuvalarına döner.
Kimse kimseyi darbecilikle suçlayamaz!
Suçlayana gençler, emekçiler, aydınlar gereken yanıtı verir!
Bugün gerçek yurtseverler, solcular, sosyalistler, devrimciler baskı altındadır.
Gerçek yurtseverler zindanlardadır...
Gezi Parkı eylemleriyle birlikte Türkiye genelinde “cadı avı” başlamıştır.
Beni Mısır’da yaşananlardan daha fazla Türkiye’de yaşadıklarımız ilgilendiriyor.
Oradaki açık darbedir.
Peki, Türkiye’de yaşadıklarımız ve yaşananlara ne diyeceğiz?
Sokağın dilinin kesen zalimleri ne yapacağız...
Eli palalı, bıçaklı, sopalı haydutları...

***

Eskişehir’de öldürülen Ali İsmail için İstanbul Kocamustafapaşa’da yapılan anma toplantısına “eli sopalı ve bıçaklı” intikam mangaları saldırıyor, “Yarın da gelirseniz öldürürüz, leşleri sayamazsınız” diye gözdağı veriyorlar.
Kimden güç alıyor intikam mangaları?
O katiller, caniler niçin yakalanmıyor?
Eli palalı saldırgan ise yurtdışına kaçmış!
Demek ki parası var!
Tutuklanacağını birileri söylemiş...
Şimdi soruyorum:
“İntikam mangaları, komandoları burada, devlet nerede?”



***


İyi Tanıyın..

İyi Tanıyın..


Rifat Serdaroğlu


Vatanı satanları, Türkiye’nin belli bir bölgesini kendi siyasi hesapları uğruna
PKK Narko-Terör örgütüne peşkeş çekenleri, kendilerine verilen kanunsuz emirlere uyup Türk Ordusunu kışlasına kapatanları, PKK’nın yayın organı gibi çalışıp Türk Milletinin moral gücünü tahrip eden medya kuruluşlarının yönetici ve sahiplerini, olanları komşu ülkeden bakar gibi seyreden Yüksek Yargıyı,
Oğluna usulsüz olarak verilen bir memuriyet karşılığında “Cumhuriyeti” satan hainleri iyi tanıyın.
Vatan savunması için hiçbir şey yapmayıp sadece seyretmenin düşmanla işbirliği yapmakla eşdeğer tutulacağını, özellikle görevini yapmayan muhalefet partilerinin birinci derecede sorumlu olacaklarını lütfen hiç unutmayın,
iyi hatırlayın.
AKP, basiretsiz ve dirayetsiz tutumuyla maalesef ülkeyi bir iç savaşın kapısına getirdi. Hür dünya ülkeleri arasında itibarı kalmayan Erdoğan, siyasi tarihe “terörü bitiren adam” olarak geçebilme hayalinin bittiğini görmüş, Eşbaşkanı tarafından atıldığı “Kürtçülük Kuyusundan” çıkamayacağını anlamış ve son çare olarak “Benden sonra tufan” anlayışıyla yıkıp-yakıp, öyle gitme yolunu seçmiştir.
Erdoğan ve Türkiye’nin PKK Narko-Terör örgütüne peşkeş çekilmesi için çalışanlar, şu gerçeği er-geç anlayacaklardır;
Burası, M.Ö 13 Bin yılından bu yana Türklerin vatanıdır ve öyle kalacaktır. Kürtçü-Bölücüler, Barzani tohumları hesaplaşmak istiyorlarsa, bu hesaplaşma yapılacaktır.
Bizler, yani bu toprakları vatan kabul edenler, etnik kökeni-inancı-dili-dini-
rengi-cinsi ne olursa olsun, “Ne Mutlu Türküm Diyene” ilkesini kabul edenler,
Türk Bayrağından başka bir bayrak istemeyenler, bu oyunu bozacağız.
Hem de demokratik yolla ve kimsenin burnunu kanatmadan bozacağız.
Eline silah almayan, bu cennet vatanın çocuklarını öldürmeyen herkese söyleyecek sözümüz, verecek gönlümüz ve birlikte geçireceğimiz zamanımız vardır.
Değerli Okurlar;
Hangi görüşten olursanız olun, bizler çözümü Türk Milletinin önüne koyuncaya kadar geçecek zaman, izleme ve tanıma zamanıdır.
-Kimler üç kuruşluk menfaat uğruna, Türk Vatanının kutsallarına saldırıyor!
-Kimler bir makam uğruna, içinden çıktığı mübarek ocağı hançerliyor!
-Kimler TSK’nın kahramanlarına kahpece tuzaklar kurup, vatan evlatlarının zindanlarda çürütülmesine geçit vermiş!
-Kimler rütbeleri arttıkça, kendileri küçülmüş, ufacık kalmışlar!
-Kimler Türk Vatanının, uluslararası tefeciler tarafından soyulmasına çanak tutuyor!
-Kimler yaranmak ve para uğruna, kutsal dinimizin ve milyarlarca dolarlık servetin üzerine oturup, yabancı istihbarat örgütlerine uşaklık ediyor!
-Kimler Türkiye’nin “Milli” bir kuruluşu olan istihbarat örgütünü, uyuşturucu baronu bir caninin kucağına atıyor!
-Kimler Türk Milletinden aldığı gücü, biber gazı-sopa ve polis copu olarak milletin kafasında kullanıyor, bunların hepsini iyi tanıyın ve hem gönlünüze hem de beyninize bu isimleri kazıyın.
Yarın, Türk Milleti yine düze çıktığında, yanınıza ilk gelecekler bunlar olacak.
Bunları iyi tanıyın, hiç unutmayın. Yüzlerine tükürmek için!


***

Yetti



Yetti

Akif Kökçe

103 aydın demokrasi bildirisi yayımlamış... Demokrasi diye PKK taleplerini dile getiriyorlar.
Bu “aydın”ların isimlerine bakıyorsunuz...
Çoğu referandumda “Yetmez ama evet” oyu verenler.
Bugünkü yarı dikta rejiminin temeline harç koyanlar yani...
Demokrasiye katkıda bulunmadan önce...
Acaba bir “özür” dilemeyi akıllarına getirmezler mi?

SUUD

Suudi Arabistan’dan ilginç bir haber... İçişleri Bakanlığı bir genelge yayınlayarak Müslüman olmayanları, ramazan boyunca kamuya açık olmayan yerlerde yiyip içmemeleri konusunda uyardı. Bu uyarıyı dinlemeyenlerin iş akti feshedilecek hatta sınır dışı edilebilecekler... Arabistan’da çoğu Asyalı 8 milyon yabancı yaşıyor.


Araplara demokrasi mi geldi? 
Metin Özkan 
Tahrir Meydanı'nda
Yüz binlerce insan
Günlerce toplandı,
Bir sürü insan öldü,
Sonra, "Arap Baharı" geldi.

***
Aradan bir yıl geçti,
Yüz binlerce insan,
Yine Tahrir Meydanı'nda toplandı,
Yine insanlar öldü,
Ancak bu defa, "Arap Baharı" gitti.

***
Şimdi merak edilen şu;
Bu bahar neden geldi?
Ya da neden gitti?
Dahası insanlar neden öldü ve ölüyor?
Cevap;
Cevap yok.
Zaten cevap olsaydı,
Binlerce yıldır,
Milyonlarca insan,
Bir avuç muktedirin iktidarı için ölmezdi.

***
İnsanlığın bitmeyen trajedisi,
Ne yazık ki yazgısını,
Hep başka ellere bırakmış olmasıdır.
Dini otorite
Laik otorite
Askeri otorite
Sivil otorite
Hepsi aynı kapıya çıkıyor;
Koşulsuz itaat.

***
Her defasında aynı fotoğraf,
Sorun
Demokrasi sorunu değil,
Sorun;
Temel hak ve özgürlükleri sınırlandırma sorunu.
O nedenle insan otorite önünde bir kere diz çökünce,
Bir daha asla doğrulamıyor.

***
Mısırda durum düzelmeyecek gibi,
En azından kısa südre düzelmesini beklemek mümkün değildir,
Ortada bir gerçek var ki,
O da "Arap Baharı" başladığı gibi bitti.
Ne varlığı,
Ne de yokluğu Araplara demokrasi getirmedi.

***
Darbeden sonra Mısır'a,
Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt'ten
Toplam 16 milyar Dolar dış yardım yapılsa da,
Mısır'da durum kısa sürede düzeleceğe benzemiyor.
Korkum şudur ki,
Bu şekilde devam edersek,
Yani Müslümanlar birbirini kırmaya devam ederse,
Müslümanların ülkelerini çok kötü günler beklemektedir. 


***



Barış Sürec, Bu Mu?


Barış Sürec, Bu Mu?

Melih Aşık

PKK’nin iki numarası Murat Karayılan hükümete ültimatom veriyor:
“Herkes bilmeli ki, önümüzdeki bir hafta çok önemlidir. Türk devletinin şu anki gibi tavrı devam ederse süreç tıkanır.”
Önümüzdeki hafta ne olacak? Ankara’nın Apo ile ilgili tavrı mı belirlenecek?
Biz bilmiyoruz... Pazarlığı yürütenler biliyor... Karayılan devam ediyor:
“Halkımız daha fazla kurumsallaşmalı ve kendini korumalı. Öz savunmasını güçlendirmeli.”
Dün internet sitelerine bir fotograf düşüyor... Faraşin Yaylası’nda bir cenaze töreninde topluluğu uzun namlulu silahlarıyla PKK’liler koruyor. BDP Van Milletvekili Nazmi Gür, Van Belediye Başkanı Bekir Kaya ile PKK’nin Van eyalet sorumlusu Simko Derik de cenazede (PKK’nin koruması altında) hazır bulunuyor.
PKK 8 Mayıs’ta çekilmeye başladı... Gazetelere çekilme fotoğrafları yollandı. Meğer aldatmacaymış. Başbakan iki hafta önce örgütün ancak yüzde 15’inin ülkeyi terk ettiğini söyledi. Hemen ardından AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu barış sürecinde 2200 gencin dağa çıkarıldığını bildirdi. PKK çekiliyor gibi yaparak Doğu’ya daha fazla yerleşiyor... Bu arada artık fiili olarak kendi toprağında gibi hareket ediyor. Türk devlet güçleri ise ortada görünmüyor. Sanki bölge PKK’ye bırakılmış. Barış süreci bu muydu?

Palalı Nanik yaptı 

Taksim’de pala ile sağa sola saldıran şahıs eşi ve çocuğunu almış THY uçağı ile Fas’a gitmiş.
İyi güzel de, “Palalı” işleri bozulmuş iflas noktasına gelmiş bir esnaf değil miydi?
Hatta büyüklerimiz! onun palalı vahşetini, içinde bulunduğu sıkıntı nedeniyle gösterdiği demokratik tepki olarak değerlendirmemiş miydi?
İflas noktasındaki Palalı, parayı nereden buldu da eşi ve çocuğuyla Fas seyahatine çıktı? 
Yoksa o da 24 maaş ikramiye mi aldı?
Palalı ilk çıkarıldığı mahkemece serbest bırakılmıştı...
Kulislere, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bu serbest bırakma kararına öfkelendiği haberi sızdı...
Palalı, muhtemelen Bakan’ın el altından baskısı sonucu, ikinci kez mahkemeye çıkarıldı.
Yargıç bu defa da “kaçma ihtimali yok” diyerek Palalı’yı salıverdi. Düşününüz ki eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Mustafa Balbay veya Tuncay Özkan’ın kaçma ihtimali var. Palalı’nın yok...
Sonunda bir başka mahkeme yakalama kararı çıkardı... Bu defa da anlaşıldı ki... Palalı aranırken Atatürk Havaalanı’ndan çıkış yaparak ver elini Kazablanka demiş...
Yargı öylesine kriz içinde ki... Kelimelerle tarifi mümkün değil...
Mobese
İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ya, Kabataş’ta saldırıya uğradığı iddia edilen türbanlı kadınla ilgili mobese kayıtları soruluyor:

- Öyle bir mobese görüntüsü yok, ben öyle bir görüntü izlemedim, diyor...
Oysa türbanlı Z.D. ile röportaj yapan Star yazarı Elif Çakır:
- Valiliğin, emniyetin elinde mobese kayıtları mevcut, diye yazmıştı...
Z.D. röportajda Elif Çakır’a ayrıca şöyle diyor:

“Bir amcaydı sanırım müdahale etmeye çalıştı onu da öldüresiye dövdüler kızıyla birlikte.”
Bu amca ve kızından da ne şikâyet var, ne haber...
100 kişinin gerçekleştirdiği saldırının tek bir kaydı ve tanığı yok. Ama bu yüzden yer yerinden oynuyor.
Eskişehir Valisi
“Ali İsmail Korkmaz’ın ölümüne neden olan darp olayını kesinlikle polis yapmamıştır” diyor. Vali “Kesinlikle” dediğine göre katliamla ilgili elde kesin kanıt var demektir, açıklansın!


***


Hukukun Miladı...

Hukukun Miladı...

Yavuz Selim Demirağ

Ankara’da hâkimlerin olup olmadığına dair endişe 15 Temmuz’da Yargıtay’da başlayacak duruşmalarda belli olacak... Yıllardır sinsice ilerleyen kadrolaşma, özel yetkili mahkemeler ve 12 Eylül referandumuyla zirveye çıktı. Başbakan Erdoğan, özel yasalar çıkarıp MİT’i kurtarmaya, yüksek yargıda 20 yıl şartı getirerek vaziyeti kotarmaya çalışsa da hukuk adına vahamet devam ediyor. 
Ethem Sarısülük’ü öldüren polisin koruma altına alınması, Gezi gösterileri esnasında katledilen gençlerin faili meçhul bırakılması, vatandaşlarımızın gözlerini çıkaran, beyin kanaması geçirten personel ile ilgili yaptırım uygulanmayışı adaletin kötü yola düştüğüne dair düşünceleri tetikliyor.
Yargıtay kararlarının içtihat niteliğinde olduğu bilinir. Yüksek yargının vereceği karar yerel mahkemeleri kesin olarak bağlayacağı için 15 Temmuz’un Türk Hukukunun miladı olacağı kanaatindeyim. Her ne kadar Yargıtay 9. Ceza Dairesinin yedi üyesi malum HSYK tarafından atanmış olsa da, mahkeme heyetinin evrensel hukuk kurallarını zorlamayacağına inanmak istiyorum.
Beş yıldır Silivri’deki hukuksuzluğu benim kadar yakından takip eden bir gazeteci olmadığının altını çizmek istiyorum. Günlerce süren gizli tanık ve şizofren tiplerin beyanlarını dinledim.  
120 milyon sayfayı bulan Ümraniye dosyalarını tek tek incelemek eşyanın tabiatına aykırı. Ve bu dava 5 Ağustos’ta büyük ihtimal kararını açıklayacak. Sözde Balyoz içler acısı. Savunma haklarını kısıtlanması, tanık taleplerinin reddi, bilirkişi raporlarının hiçe sayılması daha başından usul hataları ile kararın bozulması şart.  
Digital terör ürünü sahte belgelerin bir bir foyasını meydana çıkaran zanlılara karşı, heyetin verdiği karar hukuk tarihine kara sayfa olarak geçti bile. İki çocuk annesi Güllü Salkaya için  “babalık haklarından men” kararı terazinin ne denli hassas olduğunu ortaya koyan küçük ayrıntıdır.
Pazartesi günü başlayacak olan duruşmalarda sanıklar olmayacak. Sadece avukatları bulunacak. Tamamı ile görüşmek mümkün değil lakin Hasdal ve Hadımköy’dekilerin bazılarıyla görüştüm. Artık kocaman bir aile haline geldiğimiz avukatları ve yakınlarıyla konuştum. Her şeyden önce umut bitmiş değil. Lakin “Askeri okullarda izin kağıdımızı elimize almadan izine çıkabileceğimize inanmazdık. Tahliye edilip, birkaç gün sonra tutuklanmaya da alıştık. İçeride rehin olarak tutulduğumuzu da biliyoruz. Pazarlık sadece ülke içinde sürmüyor. Uluslararası boyutu da var. Açılım, saçılım derken bölücü başının İmralı’daki durumu... Şimdilik eve çıkarılan Öcalan’ın serbest bırakılması için doktor raporu planlarını milletimiz biliyor. Ada’nın sekreter, hizmetçi talepleri gerçekleşirse kimse şaşırmasın. Bebek katilinin serbest kalıp TBMM’de siyaset yapmasına dair beklentilerin gerçekleşmeyeceğini kimse garanti edemiyor” mealindeki düşüncelerini okuyucularımızla paylaşmış olalım. 

***
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının tebliğnamesi de ilginç. 69 sanığın cezalarının bozulma talebinin aynı zamanda beraat anlamını taşıyıp, taşımadığı meçhul. Öte yandan eski kuvvet komutanları dahil çok sayıda zanlının cezalarının onanması yolundaki talebi anlamak da mümkün değil. Tahminlerime göre usulden bozulacak, dosya özel yetkili mahkemeye iade edilecek bu sırada bazı tahliyeleri beklemek iyimserlik olur. Anayasa Mahkemesinin beş yıldan fazla tutukluluğu bozmasına rağmen  “bir yıllık süre” de olduğu gibi git-gel en az bir yıl. Öcalan serbest kalırsa, genel anlamdaki af ile hapishaneler boşalabilir. 


Pazartesi Yargıtay’daki duruşmayı izlemeye başlıyorum. 
Notlarımızı paylaşacağız elbet.



***


Bu Kafayla Anayasa!

Bu Kafayla Anayasa!


Ali Sirmen


Ben de biliyorum, siz de biliyorsunuz, o da biliyor, herkes biliyor:
Türkiye siyasetine egemen bu kafayla demokratik anayasa falan olmaz.
Bu gerçeği herkes biliyor, ama oyun sürüyor. Başbakan çağrı yapıyor:
- Gelin üzerinde anlaşılan 48 maddeyi bir haftada çıkaralım!
Ana muhalefet lideri de, hayır demiyor, kapıyı açık bırakıyor:
- Komisyon bu yönde karar alırsa biz de destekleriz.
Bir danışıklı dövüş ki herkes neyin ne olduğunun farkında.
Tüm sorun oyunbozanlık etmiş olmamak, masadan kaçtı görüntüsü vermemek...
Kimileri çıkıp ahkâm kesiyorlar:
- En büyük sorunu sivil bir anayasadır. Metin üstünde anlaşılsın mesele kalmaz!
Bu anayasa fetişisti kafa elli yılı aşkın süredir egemen. 
27 Mayıs’ı yapanlar, yeni ve özgürlükçü bir anayasayı yürürlüğe koyarlarsa her şeyin çözüleceğini sandılar. 1961 Anayasası’nı Kurucu Meclis’e hazırlatıp halkoyuna sundular, yürürlüğe soktular.
Ama beklenen değişiklik olmadı.
Kavganın odak noktası, “yeni bir anayasa yapalım”dan, “bu anayasa bu bünyeye uyuyor mu”ya kaydı.
Herkes şaşırmıştı. Yeni anayasa yapılmıştı. Ama sorunlar aşılmamıştı.

***
Azgelişmiş demokrasinin iyi niyetli anayasa fetişisti kafası, çağı yanıtlayan bir anayasa metni hazırlanıp, yürürlüğe konursa her şeyin çözüleceğini sanır. 
Ve de tabii ki, yanılır.
Çünkü anayasalar, neden değil, sonuçturlar.
Kısacası gelişmiş toplumlar, çağdaş anayasaları olduğu için gelişmiş değillerdir, tam tersine gelişmiş oldukları için öyle anayasalara sahiptirler.
Yoksa demokrasi yolunun başındaki bir topluma, tepeden inme bir çağdaş anayasa verin de, bakın bakalım, o toplum kendiliğinden çağdaşlaşıyor mu?
Anayasalar, kanunlar hiyerarşisinde, en üst basamakta yer alan, devletin temel kurumlarını düzenleyen yasal metinler olmanın ötesinde, herkesin ve de özellikle iktidardakiler gibi düşünmeyen, davranmayan ve hissetmeyenlerin de özgürlüklerinin güvenceleri olan toplumsal mutabakat senetleridir.
Anayasalar, iktidarın yetkilerinin altını çizen değil, sınırlarını çizen mutabakatların güven senetleridir.
Çağdaş anayasalar kimsenin ötekileştirilmediği, yöneticinin keyfine göre kimsenin temel hak ve özgürlüğünün kısıtlanmadığı metinlerdir.

***
Anayasanın amacı, iktidarın erkini değil, o erkin karşısında kamunun ve de bireyin özgürlüğünü güvenceye almaktır.
Bu özelliği olmayan metinler, temel yasalar olarak çıkarlar, ama çağdaş anlamda anayasa olamazlar.
Franco’nun da anayasası vardı. Ama “anayasa”dan murat o mudur?
Kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran, temel hak ve özgürlükleri hiçe sayan, yargı bağımsızlığını tanımayan metinlere ancak diktaların temel yasası denir, ama gerçekte onlar, toplumların anasını ağlatan yasalardır.
Uzlaşma Komisyonu 48 madde üzerinde anlaşmış. 
Türkiye’nin bu siyasi ortamında uzlaşma kurumu kulağa nasıl geliyor dersiniz?
Herkesi ötekileyen, bir siyasi iktidarla, demokrasinin temel kavramları üzerinde uzlaşmak imkânı yokken, sistemin nasıl işleyeceğini düzenleyen metinde nasıl uzlaşacaksınız?
Bu kafayla en gelişmiş anayasayı alsanız, orasına burasına, birkaç “ancak” birkaç “ama” ekleyerek, sisteminizin aynası bir metin çıkarırsınız sadece
Şu gerçeği görelim: Elde var olan anayasayı bile daha beter hale sokan bu kafa demokratik bir anayasa falan yapamaz.
Türkiye’nin sorunu bir anayasa metni sorunu değil, kafa sorunudur.
Türkiye’ye egemen olan kafayla demokratik anayasa yapılamaz.
Kimse kimseyi kandırmasın!
Kimse de kanıp olmayacak duaya “amin”i yapıştırmasın!
Bitsin bu maskeli balo!


***


Yine Tasa Anayasa…



Yine Tasa Anayasa…


Hasan Pulur

İlk tanıştığımızda “Teşkilat-ı Esasiye” kanunuydu. Her konuda ikiye bölünmeyi marifet sananlardan bir kısmı böyle derken CHP’liler “Anayasa” derlerdi, bize göre doğrusu da buydu. Sonra birdenbire “Teşkilat-ı Esasiye” gitti, “Anayasa” geldi oturdu.
İlahi kavga başlamıştı.
“Şimdi tasa/Anayasa!” dedik ya!
Hem de ne tasa!

***
Meclis Başkanı Cemil Çiçek helak oldu, lakin bize öyle bir fıkra anlattı ki!
Adamın biri falan kasabaya yaya giderse kaç dakika süreceğini sormuş, cevap yok! Bir daha sormuş yine cevap yok, kızmış, “yahu ağzını açıp bir şey söylesene!..”
Öbürü boynunu bükmüş.
“Yürü de yürüyüşünü göreyim ona göre bir tahmin yaparım!”
Cemil Çiçek, Anayasa için böyle dedi.
“Kimsenin yürüdüğü yok, tahmin istiyorlar.”
Oysa konu bize göre Anayasa değil!

***
Ya ne?
Kusura bakmayın ama, maksat yeni Anayasa ise 1980 modeli “darbe” yapımı Anayasa’yı değiştirirler.
Demek ki Anayasa’dan memnunlar...

***
Hem şimdi başka işleri var, eli sopalı ya da palalı adamlar ortaya salıyorlar, bir genç daha öldürüldü! Gezi olaylarında mimledikleri mimar ve mühendisler durumuyla ilgileniyor!
Nasıl ilgi olduğunu anlamışsınızdır herhalde...

***
Taksim Gezi olayları sırasında polisin biber gazından kaçıp, Divan Oteli’ne sığınanların hesabını sormayacaklar mı?!!
Canını kurtarmak isteyenlere kapılarını açtı diye birkaç uydurma fotoğrafla, oteli mühimmat deposu ilan edecekler.
Ayıptır ayıp!
Hani “Seksenler”in “Butik Ali”si, “Bana her şeyi söyleyin de şunu söylemeyin!” der ya!
Ne derseniz deyin ama “Koç Ailesi”ne “terörist koruyucusu” demeyin.
Laftan lafa geçiyoruz.

***
Anayasa Mahkemesi, 10 yıldan fazla tutukluluğu öngören maddeyi iptal etti.
Bir de süre koydu, bir yıldan sonra uygulanır.
Adam tutuklu, tahliye olması gerekmiyor mu?
Hayır, bir yıl sonra...
Hem maddeyi Anayasa’ya aykırı diye iptal edeceksiniz, ama bir yıl içeride bekleteceksiniz.
Bu nasıl bir mantık.
Kanun iptal edilmiş, Anayasa’ya aykırı bulunmuş, lakin sen hele bir yıl daha yat da!
Anayasa Mahkemesi Başkanı da işin farkında olmadı ki takdiri hakimlere bırakıyor.
Velhasıl böyle işte!
“Yine tasa/Anayasa!”

***



Palalı direnişçi olsa bunlar olurdu!

Palalı direnişçi olsa bunlar olurdu! 



SABAHATTIN ÖNKIBAR

Mazallah palalı-satırlı o AKP militanı Gezi Parkı direnişçisi olsa ne olurdu biliyor munuz?
- Aydınlık ve bir kaç gazete hariç bütün matbuat tam sayfa palalı resmi ile çıkar ve Gezi Parkı direnişine karşı küfür yarışı başlatırlardı.
- Yandaş haber kanallarında bu konuda her akşam tartışma programları yapılırdı.
- Tayyip Erdoğan elinde pala ve satır fotoğrafı abartısız günlerce mugalata yapardı.
- AKP’li belediyeler “Işte Demokrasimizin katili” diye palalı afişler bastırıp şehirlerini donatırdı.
- Polis o görüntü sonrasında hemen bir örgüt ismi uydurup evlere baskın verip onlarca kişiyi gözaltına alırdı.
- Yargı sadece palalıyı değil, ona o fikri verdi-teşvik etti-örgütledi ve pala ile satırı temin etti gerekçeleri ile onlarca kişiyi tutuklardı!
CHP ile MHP’ye mahalli seçim önerileri
Kılıçdaroğlu-Bahçeli ikilisi ile CHP ve MHP’in şaha kalkması çok zor ancak çıkmayan candan ümit kesilmez misali başka yolu yok, Türkiye’yi kaostan kurtarma ve AKP’yi gönderme zeminini inşa adına Mahalli Genel seçimlerinde yine bu iki partiye destek kaçınılmazdır.
Bize göre mahalli genel seçim sürecinde CHP ile MHP’nin yapması gerekenlerden bir kaçı şudur:
1) Seçim 1989’da Özal’a karşı yapıldığı gibi Tayyip Erdoğan’a karşı referanduma dönüştürmeli ve bütün kampanyayı Erdoğan’ın ceberrutluğu eksenine oturtmalı yani Tayyip Erdoğan birlikte yaşamayı sabote eden ve kargaşa yaratan bir imaj ile özdeşleştirilmelidir.
2) Hem CHP hem MHP, AKP ve PKK dışındaki bütün muhalif unsurlarla lafla değil fiili olarak kolkola girmeli ve herkesin oy verebileceği ortak adaylar istişarelerle belirlenmeli, Belediye Meclis listeleri öyle oluşturulmalı. Mahalli seçimlere parti bayrağı ile değil Milli Cephe anlayışı ile girilmelidir.
3) CHP ve MHP Sadettin Tantan, Aytaç Durak, Ümit Özdağ, Ümit Kocasakal, Uğur Dündar, Ufuk Söylemez, Zekeriya Beyaz, Can Ataklı, Haluk Dural gibi her kesimden oy alabilecek isimleri listelerine taşımalıdır.
4) Seçime kısa bir süre kala AKP’li belediyelerin yaptığı yolsuzluklarla ayırımcılıklar kamuoyu ilgisini çekecek metotlarla ifşa edilmelidir.
5) CHP ile MHP açıktan ilan edemeseler de birbirini güç ve iddia durumlarına göre bölge-bölge destekleyeceği bilinmeli bu şekilde de genel seçim öncesi milli koalisyon modeli inşa edilmelidir.
Yüzde 20 küsur Milli Irade midir?
Mursi’nin Mısır’daki karşılığı yüzde 20 küsurdur ki ilk turda aldığı sonuç ortada yani alaşağı edilen Mübarek’in adamını bile ancak bir puanla geçebilmiş.
Sonrasında yüzde 51 yüzde 49 olması ise zorunlu tercihin sonucu. Buradan hareketle Mursi eşittir Milli Irade ya da Mısır’ın yarısı demek doğru değil zira yapılan Anayasa oylamasına bile halkın ancak yüzde 30’u katılmış.
Türkiye’de de Tayyip Erdoğan Istanbul’a yüzde 20 küsurla Belediye Başkanı seçilmişti.
2002 seçimlerinde ise aldığı oy yüzde 34 ama Parlamentodaki temsili yüzde 67 oldu.
Söyleyin bu tablo ile Tayyip Milli Iradeyi temsil etti denilebilir mi?
Peki ya 2007 ve 2001 sonuçları mı?
Daha önce de yazdık o seçimler Kenan Evren’in referandumu misali güdümlü yani kirlidir zira hatırlayın o süreçlerde taşlar bağlanmış köpekler sürüler halinde salınmıştı, dolayısı ile eşit bir kampanya yapma imkanı yoktu.
Dinle Tayyip’in zabiti!
Genel Yayın Yönetmenimiz Ilker Yücel’in verdiği bilgiye göre Istanbul’da 47. Motorize Piyade Alayının kantinlerinde Atatürk‘ümüze deccal ve şeytan diyen gazeteler bile satılırken Aydınlık’a yasak getirilmiş!
Belli ki bu karar Tayyip’ten terfi ya da taltif bekleyen Vahdettin artığı omuzu kalabalık işbirlikçi bir zabitin eseri!
Kim bu emri verdi bilmem ama her kimse bilsin ki hukuk, tarih ve ahlak önünde bunun hesabını verecek ve atası Vahdettin misali maskesi inip tarihin lanetine muhatap kalacaktır.
Şuraya bakar mısınız, Atatürk’ün Ordusunda Atatürk ve Milli-Üniter devleti için kellesini koyup mücadele veren ve her gün bedeller ödeyen Aydınlık böylesi karanlıklarla yüz yüze!
Ama yılmak yok zira biliyoruz ki aydınlığa en yakın olan zaman dilimi karanlığın en kesif olduğu an yani bugündür!

10. yıl marşına otur, PKK marşına kalk!

Iki fotoğraf:
Birincisi Kırkpınar’dan!
Başpehlivanlık güreşlerinin ödül fon müziği onuncu yıl marşıydı.
Ama heyhaaat AKP’liler bu marş çalınırken proteso için halkın tersine ayağa kalkmadı!
Peki ama neden?
Türklüğe olan düşmanca bakıştan mı?
Öyle ya 10. yıl marşının her şeyi Türk!
Ve bir başka fotoğraf ki merkezinde AKP’nin sakallı mebusu Salih Kapusuz var.
Ve o Kapusuz Türk bayrağının olmadığı ve istiklal marşının okunmadığı PKK bayrakları ile süslü bölücü bir toplantısında PKK marşı çalınırken ayağa fırlayıp düğmesini iliklemiş ki bu iddia şahsıma değil MHP’li Oktay Vural’a aittir ve beyanına göre elinde görüntüler var. Yorum sizindir...

***

Müslüman - Erkek - Kardeşler!


Müslüman - Erkek - Kardeşler!

Hulki Cevizoğlu,

Geçen yazımda, “Atatürk’ün kalemi” Falih Rıfkı Atay’ın 50 yıl önceki, uyarılarına yer vermiştim.
Kimileri, Falih Rıfkı’ya ağır eleştirilerde bulundu.
Bugün, farklı kalemlere yer vereceğim. Bakalım, aynı çevreler bunlara ne diyecek?

*  
Bizim iktidar ve yandaşları, Mısır’daki “karekök darbeler” içinde işine geleni beğeniyor, gelmeyeni ağır eleştiriyor.
Acaba ne kadar samimiler bu konuda?
(“Karakök darbe”, darbenin karekökü demek. Yani, darbe üstüne darbe!. Hüsnü Mübarek’e, Mursi’ye ve ondan önce Firavunlara kadar giden darbeler demek.)
(Başbakan Erdoğan diyor ya, “Darbe kime yapılırsa yapılsın karşısındayız!” Herhalde, Musa’nın arkadaşı Firavun’a yaptığı darbeyi kastetmiyor!)

Bizim iktidar zümresi, yandaş kalemleri ve örnek aldıkları fikir önderleri darbeler konusunda bakınız neler demişti?
Nazlı Ilıcak (aynı zamanda eski AKP mv.):
“(10 Ekim 1980) Darbe Türk halkının müdafaasıdır, idamlar bu müdafaanın neticesidir. 
‘Kadife eldivenli’ vasfını daima koruma, müsamaha ve iyi niyet her zaman devam etmelidir. Çünkü bu bizim son şansımızdır. Kaybedeceğimiz şey, demokrasiden de, hürriyetlerden de önemlidir. Haysiyetimizin istiklal ve istikbalimizin teminatı olan anavatandır.” 
Ilıcakların gazetesi Tercüman’ın manşeti:
“Yeni anayasa hazırlanacak. Ordu mecbur kaldı.” 
Hürriyet’in manşeti:
“Atatürk yolunda devam!” 


Necip Fazıl Kısakürek:

“Malum darbelerden biri değildir. 
Bu hareket olmasaydı, yıl değil ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye’nin çöküşü gerçekleşebilirdi...
12 Eylül 1980 milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı istidadındadır. 
12 Eylül 1980 müdahalesi ancak ‘millet için’ formülüyle ifade edilebilir.
Hükümetten ziyade, onu mefluç kılan (felç eden) partilere ve fesad ocağına döndürdükleri Meclis’e yönelik bir davranış.
Hedefi de, ... gayet tabii olarak ‘devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama’ atılışı. (Kısakürek’in ardılı Erdoğan, bugün bu maddeyi kanundan çıkardı. -HC)
Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah!..”  

*

Başbakan Erdoğan, Mısır’daki “Müslüman Kardeşler” (İhvanü’l Müslimin)  örgütünü savunuyor bugün. 
Dini Kavramlar Sözlüğü’ne baktım. Kastedilen “tüm kardeşler” değil, yalnızca “erkek Müslümanlar!” imiş.
Neyse, bakalım Müslüman kardeşliği mümkün mü?
Mehmet Akif Ersoy konuşuyor:
“Hani Müslümanlık, bir uhuvvet (kardeşlik) husule getirecekti. Nerede? 
Her tarafta Müslümanlık cehalet, Müslümanlar ise sefalet içinde mahvolup gidiyor... 
Müslümanların hepsi cahil; Arabı cahil, Türkü cahil, Kürdü cahil, Arnavutu cahil, hepsi cahil. Hepimiz igvaata (kışkırtmaya) kapılıyoruz...
Biz cehaletimiz yüzünden dini bu hâle getirdik. Din de bizi bu hâle getirdi. İslam dini bir miskinlik (uyuşukluk) dini oldu.”  


Akif, Mısır’a, üniversitedeki görevine tekrar döndükten sonra yazdığı bir mektupta ise Mısır hakkında şöyle diyor:
“Mısır’da 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım.
Sana halisane (içtenlikle) bir fikrimi söyleyeyim mi;
İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de... (Milliyetçiliği Erdoğan duymasın!-HC)
Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp, O’na (Mustafa Kemal’e) versin.” 


Darbeye ve darbecilere karşıymışlar!
Kenan Evren’le okul açılışlarına katılan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ne diyor:
“Mısır’la ilişkilerimizi kesmedik. Kesmeyi de düşünmüyoruz!” 
Hani nerede kaldı Müslüman kardeşliği?..


***


Yalancının Mumu...


Yalancının Mumu...

Cüneyt Arcayürek.


Hem laik hem Müslüman, hem de demokrasiyle yönetiliyor...
Ortadoğu ülkelerine örnek gösterilen bu ülke Türkiye idi; yerinde yeller esiyor.
Suriye, Irak, son olarak Mısır da içişlerimize karışma, dedi. 
Elinde üçün biri kaldı. O da Tunus!
Tüyleri dökülmüş tavus kuşuna döndü.
İftardan sonra bir yerde mutlaka kürsüde.
Geçmiş günlerinden kalan alışkanlıkla burnu dik, fren tutmaz dili durmadan konuşuyor. Tabii yüksekten atmaya devam ediyor...
Mursi’ye yapılan darbenin Batı’dan Doğu’ya desteklendiğinden yakınırken ülke adı veremiyor.

Ad vermeye kalksa artık böyyük dostlukların sokağa düştüğünü açıklamış olacak; iyisi mi ülke, bölge ayırt etmeden, ülke adı vermeden, topluca hepsini darbeyi destekleyenler diye suçlayıp içine düştüğü açmazdan sıyrılmaya çalışıyor

***

İki örnek: İki kadim dostundan biri, Obama! 

Batı ile ilişkilerinde kilit ülkenin başkanı!

Diğeri İslam dünyasındaki yerine kanıt olan Suudi Arabistan! 
ABD’nin Ankara’dan yükselen darbe karşıtı seslere kulağı sağır.
Darbe yapılan ülkelere yardım yapılamayacağını emreden ulusal kurallar nedeniyle Amerika’nın Mısır’a askeri ve ekonomik yardımı kesmenin olanaksızlığına dayanarak 4 savaş uçağı gönderiyor.
Suud ise RTE’nin aksine Müslüman Kardeşler’den nefret ediyor...
Askerin emrine ekonomik sıkıntıları çözümlemesi için 5 milyar dolarcık göndermekle yetinmeyen Suudi Arabistan Kralı, telefonla aradığı Mısır Genelkurmay Başkanı Sisi’yi tebrik ediyor, başarılar diliyor.
Peki, bu ülkelerin devlet başkanları RTE’yi ne zaman hangi nedenle arayıp kutluyorlar?

ABD (RTE’nin elinde bu ülkenin radikal, siyasal İslama dönüşeceğini hesaplama gereğini duymadan) ılımlı İslamı gerçekleştiren adımlar attığı...
...Suud ise laikliğin canına okuduğu için...

Özetlenirse gelinen nokta:

RTE’yi demokrasiye geçenlere örnek bir ülke yarattı diye Batı’dan Doğu’ya sırtını sıvazlayanların davranışları… meğer mevsimlik imiş...
Mısır darbesi yalnız Mursi’yi koltuğundan etmedi...
RTE’nin de uluslararası gerçek değerini, itibarını ortaya koydu.

***
Yurda yayılan Gezi Parkı eylemlerini öyle ufak tefek yasalara aykırı olaydan saymadığı, itiraf etmese de düpedüz sağlıksız demokratik yaptırımları nedeniyle kendine karşı halk hareketi olduğunun bilincinde.
Hâlâ bu eylemlere yüklenmesindeki gerçek neden bu!
Bu doğrultuda harekete geçen emrindeki polis de Gezi Parkı eylemlerini illaki gizli örgütlere, hükümeti devirmeye bağlıyor.
Binlerce gözaltı, evlerin sabaha karşı basılıp aranması... bu olası senaryoyu doğrulayacak -RTE’yi tatmin edecek- kanıt bulmak için.
Başbakan da polisten aldığı aklına koşut bilgilerle konuşmalarında işte Gezi Parkı’nın gerçek yüzü diye ortaya çıkıyor.
Milyonlarca insanımıza TV’lerden yanlış, çoğu uydurma bilgiler sıralarken RTE...

***
...İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün, haklarında, örgüt kurmak, halkı sokağa dökmek, provokatif eylem, polisi düşman gibi lanse etmek, marjinal sol ve uluslararası yapılanmalarla birlikte olmaktan düzenlediği fezlekede delil arayan...
...bula bula önlük, eldiven, kırmızı bez gibi bazı eşyalar bulan yargıç, tutuklanma talebiyle önüne gelen Taksim Platformu yetkilisi 12 kişiyi serbest bırakıyor.
Deliller bulundu diye fezlekedeki suçlamaları -isyanı- bastırdıktan sonra günlerce RTE, her konuşmasında bir bir sıraladı ve...
....polis, başbakanlarını doğrulamak çabasıyla böylesi görülmemiş zoraki delillerle fezleke hazırlayıp insanları ağır koşullar altında günlerce gözaltında tuttu.

Ne ki mahkeme, Başbakanı da ona koşut deliller, suçlar uyduran polisi de yalanladı!

Yalancının Mumu hâlâ yanıyor!

Yalancının Mumu…
Medyamızın iktidar gazına geldiğini bir kez daha izledik.
Mısır’da ordu, uyarılara karşın bir türlü meydanları boşlatmayan Mursi’yi destekleyen Müslüman Kardeşler’e ateş açtı.
Askeri yönetime göre ölü sayısı Müslüman Kardeşler sözcünün açıklamasının yanında solda sıfır. Kimine göre 300, kimine göre binden fazla.
ABD başta Batı dünyası Mısır askerini kınıyor. Ama bizimkiler bir adım ilerde!
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu dünyayı Mısır yönetimine karşı harekete geçmeye, Birleşmiş Milletler’i göreve çağırıyor.
Davutoğlu bizdeki darbelerin, üstelik süre vererek demokrasiye dönüleceğini vaat ettiği gibi bir açıklama yapmasını bekliyor Genelkurmay Başkanı Sisi’den.
Bu sırada yüzüne, teneke tınlaması gibi sesine hasretten olacak, kimi yayın organlarımız da Başbakanları RTE’den Mısır’daki katliama dair kükreyen bir konuşma işitmek için “Neredesin ey usta nerede?” diye haberler döktürüyor.
***

Dışişleri’nin medyamıza yansıttığı haberden öğrendik:
Top secret, devlet sırrı gibi nerede olduğu gizlenen Başbakanımızın, Mısır’da halkına şiddet kullanan Sisi’nin kanlı eylemlerini dakikası dakikasına izlediğini ve…
…bittabi bir Osmanlı eyaleti Mısır’daki katliama içi yanan, kendi başına Osmanlılık taslayan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na, gereken talimatları verdiğini öğrendiğimiz günün ertesi meğer RTE...
...başında kep, kıçında şortla Bodrum açıklarında lüks bir yatta karşısında sustalı maymun gibi siyah elbiseleri, kravatlarıyla oturan birkaç kişiyle muhabbet etmekteymiş!
Diğer kimi muhalif gazetelerin “Başbakan 8 gündür nerede?” diye meraklı sorular içeren haberler yayımladığı aynı gün...
...dün; Sözcü gazetesi başarılı bir gazeteciliğe imza attı...
Beyefendi’nin serin Akdeniz sularında motor sefası yapan büyük fotoğrafını tam sayfa yayımladı.
Yalancıların mumunu söndürdü!..
***

Bu ülkenin belli başlı muhalefet partisi milletvekillerinin evleri soyuluyor. Ziynet eşyalarına, paralarına dokunulmuyor; kimi dosyaları karıştırıyor.
Parti binaları, telefonlar, toplantılar dinleniyor; muhalefet fişleniyor.
İzlediği politikalarla ülke bölünmeye koşuyor.
İmralı’dan aldığı talimatlarla devlet politikası kurguladığı yetmiyormuş gibi; müebbet katilin Türkçesi bozuk kardeşinin, ağabeyini ziyarete giderken “sürece en büyük katkıyı yapan Apo’nun mapushane koşullarının değiştirilmesi” gerektiğini içeren, yasalar gereği örneğin yeniden muhakeme edilmesi istemini reddeden kararları hukuk devletine aykırı bulan açıklamalarını bu hükümet sineye çekiyor.
Denizde, karada tatildeki RTE’nin bu olanlar umurunda bile değil...
Günlerini bu ülkeye hizmette saçlarını süpürge ederek geçiren, kendinden menkul bir yakıştırmaya göre böyyük mü böyük lider; kıçında şort, başında kep, motora atmış kapağı, tatilin keyfini çıkarıyor.
***

İslam âlemine ve tabii RTE’ye göre yaşam kuralları ve var olan her yararlı nesne İslam kaynaklı.
Ama İslam dünyası ve RTE, dört elle sarıldığı, ne ki ikiyüzlülüğü sergileyen bir yazıdaki şu satırlardaki gerçekleri acaba inkâr edebilirler mi?
“Teknoloji bütün devletlerden, sultanlardan (tabii bizdeki kopyasından da) diktatörlerden daha güçlü. Her istediğini dayatıyor. Kimse otomobil istemem; telefon, televizyon almam; internet, MR bunlar gâvur icadı diye istemem demiyor.
Kimse hacca deve kervanıyla gitmiyor. Gâvur icadı uçakla gidiyor.
Telefonundan ayrılamayan bağnaz; elektromanyetik dalgalardan haberli değil.
Ama Kuran’a bakıp telefon karşıtlığı yapamıyor. Çünkü Kutsal Kitap’ta böyle bir şeyden söz edilmiyor.
Televizyon ne gösterirse seyreden, telefonu ile fotoğraf çeken, her türlü figüratif sanata, resme, heykele karşı çıkıyor. Şeriat böyle diyormuş! Telefonu neden kırmıyor. O bir şeytan işi ve gâvur icadı değil mi?”
Müslümanlık satan RTE’ye göre bilumum yaşamsal araç ve gereçler, örneğin şu motor, TV, telefon; yüzyıllar öncesi çölden gelen, ileriye bakın içeriğinde olduğu söylenen kuralların günümüzdeki ürünleri...
Öyleyse? Bugün kullandığımız araç ve gereçlerin tümü, İslam kaynaklı.
Elbette hiçbiri gâvur icadı değil!
Yersen raftaki yalancı dolmalar gibi...
Hesaplaşma, TSK’nın şahsında, Türkiye ile yapılıyor; Atatürk ile yapılıyor, Türk tarihi ile yapılıyor! Hani, AB temsilcisi Karen Fogg, “Türk tarihi ile hesaplaşmak lazım” diyordu ya, işte o yapılıyor. Davanın ve varlığı iddia edilen “Ergenekon terör örgütü” adının, Türk tarihini karalamak üzere seçilmiş olması da bunun en büyük delilidir.



***


?(&% x)+$!

?(&% x)+$!



Mustafa Mutlu

13 Temmuz, 2013


Sanırım önce bu garip başlığın ne anlama geldiğini açıklamalıyım:

Okuyacağınız yazıda anlatılan olaylar hakkında duyduğum tepkiyi küfür ya da hakaret etmeden dile getirmek için başka bir yol bulamadım!
Gelelim konumuza:

Milyonlarca kişi neden sokağa döküldü?

Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı, Ali İsmail Korkmaz neden öldü?

Beş Genç kardeşimiz neden hâlâ komada?

On bine yakın vatandaşımız neden yaralandı? Yüzlerce kişi neden tutuklandı, beş bin kişi neden gözaltına alındı?

On binler neden “duran insan” oldu? Tam 45 gündür neden eşi benzeri görülmemiş bir halk hareketi yaşanıyor?

Yanıt açık:

Taksim’deki “üç-beş” ağaç kesilmesin, yerine alışveriş merkezi ya da Topçu Kışlası adında bina dikilmesin diye!
En azından, bu maceranın başlangıç nedeni bu...

Yüz binlerce ağaç!

Biz bunlarla uğraşırken ne olmuş biliyor musunuz?

“Yavuz Sultan Selim” adı verilerek Alevi yurttaşlarımızın incinmesine neden olunan Üçüncü Boğaz Köprüsü, yanlış bir yerde yapılmaya başlanmış!
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binalı Yıldırım, durumun fark edilmesi üzerine Üçüncü Köprü’yle ilgili tüm imar planlarını iptal etmiş!
Sariyergazetesi.com’un haberine göre bu şok karar, Büyükşehir Belediyesi ile 15 ilçe belediyesine resmen bildirilmiş...
Bu minicik (!) yanlışlık yüzünden, yüz binlerce ağaç boşuna kesilmiş...
Hatanın nedeni!

Gerçek olan şu ki:

Biz Taksim’deki “üç beş ağaç” için ölürken, İstanbul’un ormanları boşu boşuna talan edilmiş!

İyi de böyle bir hatanın hesabı nasıl verilir?

Onlarca mühendis, müteahhit, uzman nasıl olur da bu büyük salaklığı yapar?
Bakanlığın ilgili birimleri, nasıl onay verir?

Ve koskoca Cumhurbaşkanı ile Başbakan, nasıl olur da “yanlış bir güzergâh” için düzenlenen şaşaalı törenlere götürülür?

Neymiş; Bakan Bey bir kararname yayınlamış, mevcut güzergâhın iptal edildiğini duyurmuş...

Oh, ne kadar basit!

İyi de yüz binlerce ağacın kesilmesinden de vazgeçtik; bu yanlışlık kaç paraya mal oldu Sayın Bakan?

Garip gurebanın, fakir fukaranın nafakasından kesilen kaç milyon dolar havaya savruldu?

Bu hatayı yapan cahil bürokratları, mühendisleri kim işe aldı? Onları işe alırken, liyakati, bilimsel donanımı falan bir kenara atıp, kim sadece “badem bıyık” kriterine baktı?

Kim; uzmanlık gerektiren bu işlere siyaseti ve yandaşlığı soktu?
Sorularımın yanıtını ben vereyim:

Siz!

Dolayısıyla, dünya inşaat tarihine geçecek böylesine büyük bir skandaldan sonra size düşen görev belediyelere değil, Başbakanlığa bir yazı yazarak istifa etmek ve neden olduğunuz skandalın hesabını yargı önünde vermektir!
Unutmayın...

Bir çift söz de sana ey sevgili okur:

Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı, Ali İsmail Korkmaz boşuna ölmediyse eğer...
Üçüncü Köprü skandalının tüm sorumluları görevden alınıncaya kadar bu konuyu sakın unutma!

Uçan Palalı! 

Geçtiğimiz cumartesi günü Taksim’de bir kadına palayla saldıran yaratık, mahkeme tarafından serbest bırakıldıktan sonra Fas’a kaçmış...
Çünkü ilk mahkeme, bu saldırganı bırakırken adli kontrole bile gerek görmemiş! Karara itiraz edilip bir üst mahkemeden tutuklama kararı çıkıncaya kadar da olanlar olmuş!
Sanık, 10 Temmuz Çarşamba günü Fas Hava Yolları’nın 16.50 uçağıyla Kazablanka’ya uçmuş...
Geciken adalet, adalet değildir deyip dururuz ya...
Alın size anlı şanlı bir örnek!

GÜNÜN SORUSU

Çok değil beş-altı yıl önce bu gazetedeki köşesinde Başbakan’ı “faşizme kaymak”la suçlayan, sonra da müthiş bir hızla dönüp bir numaralı iktidar yandaşı kesilen, bu sayede hep bol paralı koltuklarda oturan Yiğit Bulut, nihayet amacına ulaşmış ve Başbakan’a Başdanışman olmuş... Sorum size:
Ne hissediyorsunuz?

Vali Bey şaşırttı!

Başbakan tam kırk gündür katıldığı her toplantıda sözü, bebeğiyle birlikte Kabataş’ta saldırıya uğradığını öne sürdüğü “bir yakınının gelini”ne getiriyor ve bağırıyordu:
“Benim başı örtülü kızıma saldırdılar, benim başı örtülü bacıma saldırdılar...”
Sonra da bu iğrenç saldırı iddiasının “yalan” olduğunu öne sürenlere ağızlarının payını veriyor, “O görüntüleri yayınlayınca bakalım utanacak mısınız?” diye soruyordu.

O görüntüler bir türlü yayınlanmadı.

İstanbul Valisi Hüseyin Mutlu da önceki gün Ekşi Sözlük yazarlarıyla yaptığı görüşmede, “Ben öyle bir video görmedim. MOBESE kayıtlarında da böyle bir görüntüye rastlanmadı. Ancak herhangi birinin elinde cep telefonuyla çektiği bir görüntü varsa ve bunu şimdilik saklıyorsa bilemem” dedi.
Yani; “ İhtiyat payını ” koyarak Başbakan’ı açıkça yalanladı! Bakalım Başbakan, bir dediğini iki etmeyen sevgili valisinin bu ihanetini nasıl ödüllendirecek?


***


YAHU SİZ NE AYMAZ, NE RİYAKAR ADAMLARSINIZ!?...

YAHU SİZ NE AYMAZ, NE RİYAKAR ADAMLARSINIZ!?...

Mehmet Halil Arık, 

Emekli Eğitimci 

(Dışarıda): Birilerinin yazdığı kabus senaryosunun adını “Arap Baharı” koyacaksınız… ileri demokrasi(!?) getirmek adına, taşeronluğunu üstleneceksiniz, emperyalist ülkelerin uzun vadeli planlarının devreye sokulmasında görevler alacaksınız…, alkışlar tutacaksınız…, yandaş yönetimleri kucaklayacaksınız… O yönetimden beklediğini bulamayan halkın meydanlara döküldüğünü görünce şaşıracaksınız; ya da şaşırmış gibi yapacaksınız!...
Ya siz ne ikiyüzlü adamlarsınız!...
(İçerde): Birilerinin yazdığı karanlık senaryonun uygulamaya konulmasıyla Ülke üzerine çöken kabusu gözlerden ırak tutmak adına, kiralık kalemlerin de desteğiyle, gücünü sadece çoğunlukçu sandıktan alan, yarım yamalak demokrasinin adını ileri demokrasi olarak yutturmaya kalkacaksınız…, Açılım safsatasını, yarım demokrasinizle, lehimle birbirine tutturmaya çalışırken, verilen sözlerin ülkeyi sürükleyeceği badireleri hesap etmeden, bol keseden, “ne isterlerse vereceğiz” demeyi özgürlükleri genişletmek zannedeceksiniz… Bir taraftan mücadele eder görünürken, diğer taraftan gizli görüşmeler yapacaksınız, görüşülüyor diyenleri, şeref yoksunluğuyla suçlayacaksınız, görüşmelerin resmen açıklanmasıyla da, biz değil, devlet görüşüyor diyerek, kendinizi temize çıkarabilmek adına…devlete rezil bir sıfat yüklemeyi reva göreceksiniz sonra da; isteklerin ardı arkası kesilmediğini görünce de şaşıracaksınız, ya da şaşırmış gibi yapacaksınız!

Ya siz ne aymaz, ne riyakar adamlarsınız!?..

(Dışarıda): Mısır’da 25 Ocak’ta halk ayaklanmasıyla(!) (ki ayaklanma mı, yoksa ayaklandırma mı, düşünmeye değer), bir diktatörün, indirilip, ordunun yönetime el koymasına “darbe” değil, “halk devrimi” diyeceksiniz… Kafanızda formatlı, ileri demokrasi(!) kalıbıyla, medrese kafalı yandaş  Mursi geldi diye bayram edeceksiniz… Mursi’nin gelmesiyle, demokrasinin gelmediğini gören aynı halkın, yeniden ayaklanması ile alaşağı edilmesine bu kez “halk hareketi” demeyip, seçilmiş hükümete ve demokrasiye karşı indirilmiş bir “darbe” diyeceksiniz!... 
Yahu siz, ne iki yüzlü adamlarsınız!...

(İçerde): Ülke’nin; hukukuna, eğitimine, sağlığına, ekonomisine, inancına… kaç çocuk sahibi olacağı kararlarına kadar…halkın günlük yaşamına, tek kişilik otoriteyle musallat olanlara karşı; halkın demokratik tepkilerini ortaya koymak adına, sokaklara dökülmesine, seçimle gelmiş bir iktidara karşı antidemokratik bir darbe provası diyeceksiniz… Asli kabahatlileri görmezlikten gelip, onları koruma ve kollamaya alacaksınız… 

Yetinmeyip, bu hakkın kullanımını yeni baskıların kurulmasına dayanak yapmayı fırsat bileceksiniz… Ve sonra da adınız, çağdaşlıktan, insanlıktan, barıştan, demokrasiden, özgürlüklerden, kardeşlikten yana olacak!... Öyle mi!?...

Yahu siz ne riyakar adamlarsınız!?...

(Dışarıda): Mısır halkının meşru taleplerini görmezlikten gelerek, “canım, Mursi de hata yapmış olabilir… ” gibi mazeretlerle, Mısır halkının neler yaşadığına, meşru taleplerinin neler olduğuna bakılmaksızın, sadece seçilmiş olma kriteriyle demokrasilerde; sanki, her şeyi yapabilirlik hakkı elde edilirmiş gibi; çoğulculuğu dışlayıp, tek yönlü dayatmaları meşru göreceksiniz…; karşı görüşleri, karşı duruşları, gayri meşru, gayri ciddi, gayri ahlaki sayıp, yeni icat ileri demokrasi(!) anlayışınıza indirilmiş bir darbe olarak göreceksiniz… adınız; yansız, çağdaş, barıştan ve insanlıktan yana anılacak!... Öyle mi!..!?..

Yahu siz ne riyakar adamlarsınız!...

(İçerde): Halkın meşru taleplerini görmezlikten gelerek, “canım, hata yapılmış olabilir…hata insan içindir” mazeretine sığınarak, hataların giderilmesi yönünde adımlar beklenirken, halkın yeni tür dayatma ve emrivakilerle karşı karşıya bırakılmasına, meşru taleplerinin ne olduğuna bakılmaksızın, sadece seçilmiş olma kriteriyle, sanki, demokrasilerde her istediğini yapabilirlik hakkı elde edilirmiş gibi; çoğulculuğu ihmal etmeyi meşru bileceksiniz… ve karşı görüşleri, karşı duruşları gayri meşru, gayri ciddi, yeni icat ileri demokrasinize indirilmiş bir darbe olarak göreceksiniz… adınız; yansız, çağdaş, insanlıktan ve barıştan yana anılacak öyle mi!..!?... 

Yahu siz ne aymaz adamlarsınız!?....

(Dışarıda): Suriye’de, kendi devletine başkaldırıp isyan edenleri, meşru görecek, akla gelen her türlü desteği insani görev kabul edeceksiniz…Kendi devletinin terörist dediği dünya ülkelerinin bile artık ciddiye almadığı kinini dinine siper edinmiş insan ciğeri dişleyenlere kucak açıp, genel kurul yapma olanakları tanıyacaksınız,  Esad’ın halkın taleplerine uyarak çekip gitmesini isteyeceksiniz... Mısır halkının benzer talepler ortaya koymasını demokrasiye indirilmiş bir darbe olarak göreceksiniz!..

Yahu siz ne aymaz, ne arlanmaz, ne riyakar…. adamlarsınız!!...!!...

İkiyüzlülüklerin girdabında boğulmaya mahkum ettiniz kendinizi!...
“Siz” kim misiniz…!?.. Hani her oturumda, her meydanda, her ekranda… “birileri”… ya da “onlar” diye nitelenip aşağılanan, ayrıma tabi tutulan %50 var ya!...siz, onların karşısında yer alanlarsınız!.., 
Hani; “benim… falanım; benim… filanım” denilerek, kulluğunuzun en üst düzeyde tescil edildiği kapı kulları var ya… siz onlarsınız!!...
Hani; muhalefet kabul oyu verdi diye, kendi önergelerini bile reddettiklerinin farkında olmayan, ipli takatukalar var ya… onlarsınız.. ya da seçmenlerisiniz!..  

mehmethalilarik@gmail.com

***


Erdoğan Darbeyi Hak ediyor


Erdoğan Darbeyi Hak ediyor


Namık Çınar

Başbakan iyice azıtmışa benziyor.
Oylarını aldığı yüzde ellinin, toplumun diğer yüzde ellisini ezmek için kendisini görevlendirdiğini, muktedir olmaktan bunu anladığını ve son Mamçakoğlu Yiğit Bulut’u da kendisine başdanışman yapacak kadar da uçmuş olduğunu görmemiz gerekiyor.

Görmemiz gerekenler sadece bunlar değil elbet.

Demokrasiyi, sandıktan çıkmaktan ibaret mekanik bir şeymiş gibi yutturmaya da kalkıyor.
O yüzden çifte standartlıkla suçladığı Batılılar da, asıl meselenin özgürlükler olduğunu anlamakta zorlanan kendisini, hiçbir şekilde ciddiye almıyorlar.
Türkiye’de, Mısır’da ve başka yerlerde, temel hak ve özgürlüklerden nasip alamamış kitlelerin doğu despotizmleriyle sarmallanmış şeriat özlemleri, demokrasiler bakımından âdetâ “ötenazi” talep etmeye benzediğinden, Erdoğan’ı köpürtecek şekilde, destek de vermiyorlar.
Başbakan, kendi halkının yarısını düşman bellemenin yanı sıra, bir yandan da sürgündeki Suriye ve Mısır hükümetleri gibi de davranıyor.
Evlatlarının rızkının nerelere saçıldığını göremeyecek kadar efsunlanmış kendi kitlesini sadaka kültürüyle avuturken, Mısır’a, Somali’ye, Myanmar’a ve kimbilir daha nerelere, kamu kaynaklarını Sünni İslâm Birliği uğruna hovardaca savurabiliyor.
Oysa erdemli bir yönetimin payına düşenin, halkıyla savaşmak değil, onların dileklerini duymak ve yerine getirmek olacağını akıl dahi edemiyor.
Zira halkla aşık atmanın despotların işi olduğunu; demokrasilerde baştakilerin halka değil, halkın baştakilere ayar vereceğini; henüz öğrenemediği her tarafından sarkıyor.
Lâfı “ama, lâkin, fakat”lara getirerek demokrasilerden sapılamayacağına sıkça değinen Erdoğan’ın, kendi sergilediği düzene demokrasi denemeyeceğinin ayırtında olmadığı da görülüyor.
Uludere’de Afyon’da Gezi’de ölen bu halkın çocuklarına, Mısır’da ölen Mursi yanlılarına yanıp yakıldığı, ağladığı kadar üzülmediği de...
Yönetimini beğenmeyenleri darbecilikle eşdeğer tutup suçlayacak kadar ölçüsüzleştiği dikkate alınırsa, her türlü kötülüğü yapmaya müsait biri olduğu da... 
Sandık diye bu kadar tutturmasının sebebi de, esasında demokratlığından gelmeyip dindar bir toplumda dinî değerleri kullanarak iktidarı ele geçirmenin nasıl da çantada keklik olduğunu keşfetmek suretiyle, demokrasiye dair parametrelere pervasızca meydan okur bir vaziyette, muhaliflerine karşı sahneye koyarak oynadığı, leyleğe düz tabakta çorba sunan tilki “artiz”liğinden başka bir şey değildir.
Erdoğan’dan kurtulmanın vakti gelmiş olmakla beraber, eğer o tilkiliğinin önü alınamazsa, bu mümkün olamayacaktır.
Bu yüzden, sahibinin değil, halkın sesi olacak “gerçek âkil insanlar”a asıl şimdi ihtiyaç vardır.
Bunu üretecek olan ise, tıpkı Erdoğan’ın Taksim Meydanı’ndaki yapay iftar sofrasına karşılık, İstiklâl Caddesi boyunca sevginin içtenliğiyle kurulmuş bulunan “yeryüzü sofrası” arasındaki fark gibi, halkın güç birliği olacaktır.
Eğer bu fark kendisini, önümüzdeki yerel seçimlerde, hiç değilse onun tahtının simgesi olan İstanbul’un düşmesinde de gösterebilirse, Erdoğan bir daha iflah olmaz.
Bundan dolayıdır ki, CHP, MHP ve BDP’ye, bu çerçevede bir işbirliği yapmaları için bir baskı programı geliştirilmelidir.
Onlara kalsa, seçime ayrı ayrı girerek, gene Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürerler.
Meselâ Ahmet Vefik Alp gibi hepsinin hoşnut kalacağı bir aday bulunmalı, ilçeler de aralarında pay edilerek, İstanbul seçimlerine öyle gidilmelidir.
Erdoğan’a şöyle okkalı bir “sandık darbesi” indirilmeli; gününü göstermeli, feleğini şaşırmalı; darbe neymiş, halkı aşağılamak neymiş, ayaklar nasıl baş olurmuş, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısında yazdığı gibi ölünce değil, yaşarken tattırılmalıdır.

cinarnamik@hotmail.com


***


Disiplin Kurulu Bile Yetmez…


Disiplin Kurulu Bile Yetmez…


Ruhat Mengi

AKP Milletvekili Zeyit Aslan’ın TBMM’de görev yapan ve kanepede uyurken fotoğrafını çeken kadın gazetecilere söylediği “Ben de sizin bacak aranızı çeksem ve yayınlasam bu doğru olur mu, bu ahlaksızlık değil mi” sözleri üstü kapatılacak sözler değil..
Kendi partisinin kadın milletvekilleri de tepki gösterdi, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Fatma Şahin de kınama açıklaması yaptı. Neden resmi bir açıklama değil de twitter üzerinden yapılıyor bilinmez ama ne şekilde olursa olsun kınamayı hak ediyor. Başbakan Erdoğan “disiplin kuruluna sevk edilmesini” istemiş ki doğru olan budur ama..
Yeni anayasaya aykırı!
Ama bu basit bir disiplin suçu da değil.. Kendi yaptığı rezalete bakmadan bir de dönüp kadın gazetecilere “ahlaksızlık” diyor..
Yapılan resmen “ağır hakaret ve onur kırıcı suç”tur ve devlet yönetimindeki biri tarafından bırakın eskisinde suç olmayı, “üzerinde partiler mutabakata vardı” denilip duran maddelerine kadar aykırıdır.. Devlet “insanların onur ve haysiyetine saygı” duyar.. Devlet vatandaşlara “aşağılayıcı muamele” yapamaz, vs.. İktidar partisi bu maddeleri hazırlarken aynı anda kendi milletvekili o maddeleri hiçe sayıyor, kim ne yapsın anayasayı bu durumda? Devletin onur ve haysiyetine saygı göstermediği kadın vatandaşlar ne yapsın?
Balık baştan kokar!
Ve ayrıca.. Devleti temsil eden bir milletvekili kadın gazetecilerin bacak arasından söz ederek cevap veriyorsa o ülkede hiçbir erkekten kadına saygı bekleyemezsiniz. Bu eylem “bir kadına aktif saldırı”dan farksızdır ve “kadın tacizi”ne girer.
Bu suçu işlemiş biri de TBMM’de görev yapmaya layık değildir.
Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’in “Milletvekili yorulmuş, uykuya geçmiş, insani bir şeydir. Zeyit Aslan’ın tepkisini doğal buluyorum ama kadın gazetecilerle bu diyalogunu ona yakıştıramıyorum. Özür dilemek istemiş, kabul etmemişler” sözleri ise sadece olayı basite indirgemeye çalıştığını anlatıyor. Uyku insani olabilir ama bu söz “insani” değildir.
Özür ketçap değildir, suçları bile örtmesi beklenemez. Bu vekil disiplin kurulunda gereken cezayı almazsa oraya gönderilmesinin bir anlamı olmayacak!
‘Çözüm’ açıklamanın içinde!
Yeni anayasa için bir koşturma, seçim öncesine yetiştirme gayretidir gidiyor, yaz boyu aralıksız çalışırlarsa olurmuş. Yıllarca ülkede her adımı, geleceği belirleyecek olan kuralların, yasaların bulunduğu anayasa “eğer referandumda olduğu gibi ‘AKP-BDP arasında’ bir seçim dayanışması” filan sağlamayacaksa neden “seçim öncesine” yetişmek zorundadır belli değil. Madem yetişmek zorundaydı neden Mısır, Suriye sorunlarından önce kendi sorunumuz çözülmedi de aylarca zaman kaybedildi o da belli değil. “Çözüm” denilen nedir, halk neden hiç bilgilendirilmeden karar veriliyor, hiç belli değil.
Neyse ki daha önce Öcalan’ın defalarca yaptığı konuşmalardan anlamayanların bile PKK Kandil yöneticisi Karayılan’ın açıklamalarından anlaması mümkün..
Karayılan “Öcalan’ın sekreterleri olmalı” dediği konuşmasında Öcalan’ın isteğiyle oluşturulan Kongra Gel Genel Kurulunda “Ortadoğu, Kürdistan, Kürt sorunu ve sürece yönelik tartışmaların olduğunu, 4 parçalı Kürdistan’da sistemin kurulması ve örgütlenmesi konusuyla ilgili plan ve projelerin genel kurula hakim olduğunu” söylemiş.

Bir parçası Türkiye..

Muhataplarının “çözüm”ü Hükümet’in Açılım’dan bu yana tekrarladığı gibi daha çok demokrasi, kültürel haklar filan değil, 4 parçalı Kürdistan’ın inşası ki bu 4 parça “Irak, İran, Türkiye ve Suriye toprakları” nı içeriyor.
Öcalan bu konuda Barzani’ye “4 parçalı Kürdistan’ın da lideri olarak sizi görüyoruz” benzeri bir mektup da gönderdi biliyorsunuz. Şimdi PKK “seçim sonrası özerklik kutlanacak” dediğine göre yeni anayasa ile sonu 4 parçalı Kürdistan’ın Türkiye parçasına varacak olan “özerk bölge”nin sözünün verildiği zaten ortada..
Bu nedenle, eğer seçim öncesine anayasa yetiştireceklerse partiler “öncelikle bu konuda” anlaşmalılar. Masaya oturdukları PKK’nın bir yandan da Hükümet’e “böyle ağır giderlerse çözüm tıkanacak, önümüzdeki bir hafta çok önemli” uyarıları yapması fazla zamanları olmadığını gösteriyor. “Sofrayı kuran kaldırsın” derler ya, sofrayı kuranın kaldırması gereken zamandır!

***

Z.A.(!)’lardan Arınmanın tek yolu “ Zihniyet Nakli ”



Z.A.(!)’lardan Arınmanın tek yolu 
“ Zihniyet Nakli ” 

Selcan Taşçı

TBMM’de uyurken fotoğraflanmasına kızıp Meclis bahçesinde karşılaştığı kadın gazetecilere  “Ben de sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam ’Bunların doğal hali bu’diye...”  vecizesinin sahibi AKP Tokat Milletvekili Z.A.(!)’nın savunması trajikomik.
Z.A.(!) diyor ki;
“Bugün kadın gazeteci için açıklama yapan arkadaşlar polislerin anasına küfreden arkadaşları için bir cümle etmediler!..” 
Pardon?!

Bunu sen mi söylüyorsun?

CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç’e  avaz avaz “O.....  ç....! P.. k...! Satılık köpek! Şerefsiz! Senin a...  s....” diye küfreden sen!
Üslup, terbiye, ar sorunu bir yana Kamer Genç’inki  “ana” değil miydi acaba?
Başınıza Genç gibi bir “bela(!)”yı musallat ettiği için o  “ana” ya müstehak diye mi düşünüyorsunuz yoksa; böyle mi işliyor o arızalı mantığınız? 

***
Söz Kamer Genç’ten açılmışken; Genç, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Çanakkale Zaferi ile ilgili çalışmasında Atatürk’e yer vermemesi üzerine, TBMM kürsüsünden  bir zihniyet ifşaası olarak  “Atatürk olmasa, bilmem hangi tarikat mensubunun kaçıncı hanımı durumuna düşerdiniz...” dediğinde  “Sizinle bu çatı altında bulunmaktan büyük utanç duyuyorum” diye esip gürleyen Fatma Şahin nerede?
Z.A.(!) ile aynı çatı altında bulunmaktan utanç duymuyor mu; hatta aynı partide olmaktan?
Hangi partiye mensup olduğunun hiç önemi yok her şeyden önce bir kadın olarak, sonra da  “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı” olmanın yüklediği sorumlulukla Şahin’e düşen, CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka’nın Z.A.(!)’yı kınadığı sırada Genel Kurul salonunu terk etmek midir?
Güya tepki gösterdi sonradan.

Nasıl?

Üç Satırlık yazılı açıklamayla. 

Ve fakat Genç için kullandığı  “hadsiz”, “terbiyesiz”, “ağzından çıkanı kulağın duysun” ifadelerinin hiçbiri yer almadı Z.A.(!)’yı sözüm ona kınayan açıklamada!
Yine Kamer Genç olayında  “Milletvekiliniz kadın bakana hakaret ediyor, susuyorsunuz, yazıklar olsun”  diye yeri göğü inleten Ayşenur Bahçekapılı nerede;

Kime  “yazıklar olsun”  şimdi? 

***
TBMM’deki kadınlarda; bakanıyla, milletvekiliyle, personeliyle, gazetecisiyle az biraz kadınlık onuru, gururu diye bir şey varsa, Z.A.(!)’nın, değil milletvekillerine yumruk sallamak, değil akılalmaz biçimde üste çıkmaya çalışmak, bir daha o çatının altına girememesi gerekmez mi?
Aralarından PKK’lılara canlı kalkan olan çıktı, Gezi Parkı’nda, Kuğulu’da  “direnen” çıktı, TOMA’nın önüne siper olan çıktı; Rabbimin  “aktivist” olsunlar diye yarattığı kadın milletvekilleri Z.A.(!) girmesin diye TBMM kapısına canlı bariyer olmayı da düşünmez mi mesela!
Ya da kadın gazeteciler bir daha adını anmasa, haberini yapmasa,  “yok hükmünde” saysa...

***

Niye Z.A.(!)’ya değil de bu rezaletin mağdurlarına yükleniyorum değil mi!
Çünkü Z.A.(!) ve onu siyasette o noktaya getiren “kafa” bu; tıp dünyası çaresiz  “zihniyet nakli”ni yapamıyorlar henüz.
“Bunlar”  -silahların eşitliği diye bir ilke var madem; bizim silahımız söz olduğuna göre aynıyla mücadele gerekir diye böyle diyorum- için kadın tam da Z.A.(!)’nın işaret ettiği yerden ibaret...
Beş yaşındaki çocuğun kolundan tahrik olur “bunlar” ; nereleriyle düşünüyorlarsa beş yaşındaki çocuğu dahi  “cinsiyetiyle” algılayabilirler.
“Bunlar”  için “tesettürsüz kadın, anonim kullanılan kadın”dır,  “örtüsüz kadın, perdesiz ev” ... Kadın ve erkeğin misyonunu hangi sembollerde izah ettiklerini hatırlayın: Tavuk ve horoz! Her türlü  “tepenize çıkma”  hakları bakidir yani! 
Ülkeyi darül harp görmeleri gibi sanki kadına bakışları da... Hangi hakarette bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine “hak” sayıyorlar...

TGC’den 

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, geleneksel 24 Temmuz kutlamaları(!) programını açıkladı. Buna göre 24 Temmuz Çarşamba günü The Marmara’da yapılacak “kutlamalar”  kapsamında saat 19.00’da Basın Özgürlüğü Ödülleri’nin verileceği tören, saat 20.30’da da  “kokteyl”  var.
“Sansürden inim inim inlerken sansürün kaldırılış yıldömünü kutlayabilmek”  kafasına erişebilmek için “ihtiyaç”  zahir; gazeteci arkadaşlar yine  “sınırsız”  içecek  “kokteyl” de. Buna bir itirazım yok; isteyen istediği içsin, içebilsin tabii. İtirazım TGC’nin -geçen yıl da yaptılar aynısını- bu kokteyli ısrarla  “iftar saati”nde vermesine!
TGC Başkanı Turgay Olcayto farkında olmayabilir ama aylardan Ramazan! 24 Temmuz 2013 günü İstanbul için iftar vakti 20:38; pişti!
Yine Turgay Olcayto farkında olmayabilir ama ateist, gayrımüslim yahut oruç tutmayan/tutamayan gazetecilerden ibaret değil TGC; oruç tutmayan kadar tutan üyesi de var. Ne yapacak bu insanlar? Tamam gelsinler, kokteylinize katılsınlar da nasıl? 17 saat aç durduktan sonra kokteyl havuçlarıyla mı açacaklar oruçlarını? 
- Neredeydin akşam?
- İftar kokteylinde!

Tamam sen oruç tutmayabilirsin, inanmayabilirsin, Ramazan’da içebilirsin de kimsenin bir şey dediği yok ama oruç tutan üyelerini yok sayma hakkına sahip değilsin!
Ramazan ayında 5 yıldızlı otelde iftar saatinde kokteyl vermek yerine daha mütevazi bir yerde  “iftar yemeği” nde buluştur gazetecileri kıyamet mi kopar? Ne olur yani “laikliği” ne halel mi gelir?  “Yobaz”,  “irticacı”  diye mi etiketlenirsin? 
Bu nasıl bir kompleks; değilse toplumun değerlerinden nasıl bihaberliktir? 
Ayıp. Valla ayıp.


***

Foto Apış…



Foto Apış…

BEKİR COŞKUN

Doğa fotoğrafçısı…
Savaş fotoğrafçısı…
Moda fotoğrafçısı…
Bu AKP milletvekili, TBMM’de görevli kadın gazeteci arkadaşlarımıza “Sizin bacak aranızın fotoğrafını çeksem” dediğine göre…
İlktir:
Apış fotoğrafçısı…

?

Baştan Alıyorum:

Gazeteci arkadaşlarımız, bu Meclis’te üçlü kanepede uyurken fotoğrafını çekmişler, ayakları kafasından daha yukarıda…
Ayakkabılarını çıkarmış…
Ceketini, kravatını atmış, bir yastık başının altında, bir yastık ayağının altında…
Bir pijaması eksik…
(Bkz; parlamentoda uyuyanlarla ilgili on gün kadar önceki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız” yazısı…)

?

Tabii yayımlanan fotoğrafına kızınca, bizim parlamento muhabiri kadın arkadaşlarımıza rastladı foto:
“Ben de şimdi sizin bacak aranızın fotoğrafını çeksem…”
Çüş…

?

Parti yöneticileri apış fotoğrafçısını savundular…
“Oruç olduğu için, gergin olabilir” dedi birisi…
Hani insan oruç olunca aklına su gelir…
Pide gelir…
Salata gelir…
Güveç gelir…
Demek bunun aklına apış arası fotoğrafı çekmek geldi…

?

Bizim çapulcuları diline dolayıp “Bunlar edepsiz, hanım kardeşimize dil uzattılar” diye meydan meydan gezmedi mi Başbakan?..
Taciz edenleri bulamadıkları gibi, taciz edileni de bulamadılar gerçi…
Arıyorsan…
Al sana…
Yanında oturuyor…

?

Tıynettir aslında…
Bel altı şantajlarının, iddianamelere giren aile mahremiyetlerinin, kasetli tehditlerinin, yıkılan insan haklarının, telefon dinlemelerinin parlamento versiyonudur…
İnsanları susturmak için yatak odalarına yerleştirilen kameraların apış arası fotoğrafı çekme boyutu…
Din, iman, ahlak derseniz…

?

Aman dikkat edin…
Elinde Makine ile gelmesin foto apış…


***

Bacak Arası YILMAZ ÖZDİL.,

Bacak Arası 

YILMAZ ÖZDİL.,

TBMM çatısı altında CHP milletvekiline “senin a…ına koyarım, o…spu çocuğu, senin ananı s…rim” diye bağıran AKP milletvekili Zeyid Aslan, bu sefer kadın gazetecilere saydırdı. TBMM kulisinde uyurken fotoğrafları yayınlanan Zeyid Aslan, “bu yaptığınızı gazetecilik mi sanıyorsunuz, ben de sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların doğal hali bu diye, ahlaksız olurum değil mi? Ama sizinki gazetecilik oluyor” diye bağırdı.
*
Seneler evvel…
*
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyan bir grup muhafazakâr erkek arkadaş vardı. Havalar güzelleşince topluca denize gidiyorlardı. Ancak, mayo giymeye utanıyorlardı. Kimisi eşofmanla giriyordu denize, kimisi de kot pantolonu kesip bermuda haline getiriyordu. Baktılar olacak gibi değil, model tasarladılar, özel dikim yaptırdılar, ortaya haşema çıktı.
*
(Yağlı güreşçi kispetine benzeyen, dize kadar inen haşemalar, önceleri sırf erkekler için üretiliyordu. AKP’nin yükselişiyle beraber, Ninja kıyafetine benzer şekilde, kadınlar için de üretildi. Tesettür mayolarının hepsine birden haşema deniyor ama, aslında tescilli bir markanın ismi Haşema.)
*
(Anlamı ne derseniz? Rivayet muhtelif. İsim babası, Haşema Tekstil’in sahibi Mehmet Şahin… Haşemayı arkadaşlarıyla birlikte icat eden ve ticari ürüne dönüştüren Mehmet Şahin “Türkçede haşema diye bir kelime yok. Literatüre biz soktuk. Kafamda bir açılımı varsa bile, söylemem. Ben söylemediğim için, şu anda bir anlamı yok” diyor. Parantezi kapatıp, devam edelim.)
*
Haşema’yı icat eden hukuk fakültesi öğrencileri, Teklif ismiyle dergi çıkarıyordu. Haşema’nın reklamlarını bu dergide yayınlamaya başladılar. “Yazın kilonuzu boyunuzu, gönderelim mayonuzu” sloganını kullanıyorlardı. İstanbul Üniversitesi iktisat ve edebiyat fakültelerinden, bilahare İTÜ’den talepler gelmeye başladı. Satıştan elde ettikleri gelirle derginin masraflarını karşılıyorlardı. Söz konusu dergide yazar, editör 50 civarında öğrenci çalışıyordu. Çoğu AKP’den belediye başkanı oldu, milletvekili oldu.
*
Haşemayı icat eden derginin amatör gazeteci kadrosundan biri kimdi biliyor musunuz? Zeyid Aslan.
*
Ana avrat Dümdüz gidebilirsin, kadınlara bacak aranı filan diyebilirsin ama… Mayo giyince utanıyor yani insan!


***