7 Kasım 2018 Çarşamba

Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak (Armageddon, Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail)

Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak (Armageddon, Hıristiyan Kıyametçiliği ve İsrail) 


Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 



Grace Hallsell 
Çev.: Mustafa Acar, Hüsnü Özmen 
İstanbul, Kim Yayınları, 2003 / 159 Sayfa 
Tanıtan: Tamer YILDIRIM18* 
* Yrd. Doç. Dr. Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

     Genel olarak Evanjelist öğretinin anlatıldığı bu eserde Evanjelistlerin 
Amerikan Yahudileri ve İsrail sağı ile aralarında ne tür ittifakların kurulduğu 
ve bunların gerçekleşmesi için yapılan faaliyetler, bu örgütün sahip olduğu 
güç, Kudüs’ün ve İsrail’in önemi ile bu bağlamda Hz. İsa’nın (Mesih) 
yeryüzüne dönmesi, Kudüs’ü merkez edinmesi ve Süleyman Mabedi’nin 
yeniden inşa edilmesi, A.B.D’nin başına geçen veya önemli devlet kademelerinde bulunmuş olanların konuyla ilgili açıklamaları anlatılmaktadır. 
Kitabın tanıtımına geçmeden önce eserde bolca geçen bizim de metin 
içinde kullandığımız iki kavramın anlamını vermemiz anlatılanların daha 
iyi anlaşılması için faydalı olacaktır. İlki yukarda da zikrettiğimiz Evanjelizm. 
Sözlük anlamı olarak, Kutsal Kitaba yönelmek, dönmek anlamına gelen Evanjelizm, bugün için Amerika’daki Hıristiyan toplumunun tutucu 
kanadını temsil etmektedir. Amerika’da son yıllarda büyük bir sayıya ulaşan 
Evanjelistler inanç açısından Yahudiliğe en çok benzeyen cemaatlerden 
biridir. Cemaat üyelerinin sayısı hakkında farklı bilgiler verilmektedir. 
Gallup 2002 yılı araştırmalarına göre Evanjelistler’in Amerikan nüfusuna 
oranı %35, yani yaklaşık olarak 100 milyon, cemaatin kurucusu olan Jerry 
Farwell’e göre ise 70 milyon, kitabın yazarı Grace Hallsell’e göre 1986 yılı 
itibariyle 40 milyon civarındadır. Bir diğer kavram ise Armagedon. Kelime 
anlamı Megido Tepesi demek olan Armagedon, Müslümanlar ile Yahudiler 
arasında yaşanacağı ifade edilen söz konusu büyük savaşın Yahudi ve 
Hıristiyan Kaynaklarındaki adıdır. 

İslami kaynaklarda ise bu kavram Melheme-i Kübra (büyük ve kanlı savaş) olarak geçmektedir. 

Eser akademik olmaktan ziyade popüler bir tarzda yazılmış olup basit 
ve anlaşılır bir anlatıma sahiptir. Bundan dolayı bizim burada değineceğimiz 
nokta da eserde genel olarak ifade edilen görüşlerin tutarlılığı üzerine 
olacaktır. Her şeyden önce çevirmenlerin de haklı olarak ifade ettikleri 
gibi eser eğer bütünüyle kabullenici mantıkla okunursa insana her taşın 
altında bir Yahudi parmağı arama zafiyeti verecektir. Zira her olayı Yahudi 
oyunuyla açıklamak, aşırı indirgemeci ve komplocu bir yaklaşım olduğu 
gibi aynı zamanda bu düşünüş biçimi en başta böyle düşünenlerin zararına 
olacak ve sorunları çözmekten öte; kolay izah, sorumluluktan kaçma ve ruh sağlığını olumsuz etkileyecektir (s. 9). Fakat bu uyarı kitabın böyle bir etki yapmasını engelleyebilmiş midir? Konu ile ilgili yayınlanan gerek akademik 
gerek popüler eserlere bakarsak; bunu olumlu olarak cevaplandırmak mümkün değil. Şöyle ki, eser yayınlandıktan sonra bu konuda yazılan pek çok esere kaynaklık etmiş ve komplo teorisi olarak değerlendirebileceğimiz pek çok yeni düşüncelerle olayın kurgusu daha da genişletilmiştir. 

Millet olarak komplo teorisine düşkün bir yapıya sahip olmamız da bu tür 
yaklaşımların revaç bulmasına imkân vermiştir. 
Dolayısıyla kitabı okurken verilen bazı bilgileri ihtiyatla karşılamamız 
gerekir. Örneğin s.17’ de belirtilen ve ilk okunduğunda insana Ortaçağ’da 
Papa’nın cenneti satmasını hatırlatan şu bilgiler: 

“Oral Roberts. Tulsa papazı dinleyicilerine bir keresinde 8 milyon dolara ihtiyacı olduğunu söylemiş “ ''Aksi takdirde Tanrı beni yanına çağıracak”  demişti. Takipçileri de bu parayı göndermişti. 

26.000 üyeli Dallas İlk Baptist Kilisesi papazı W. A. Criswell vaazında 
kilisenin “ Ödenecek Elektrik Faturası ” için 1 Milyon Dolara ihtiyacı olduğunu söyledi. Söz konusu parayı da tek bir günkü bağış toplama seansında 
elde etti.” 

Bunlar kısmen doğru olabilir fakat verilen miktarın abartılı olduğu açıktır.

Eserde dikkat çekilen bir diğer husus Armageddon ile ilgili eserlerin 
son yıllarda İncil’den sonra en çok satan eserler listesinde yer almasının 
belirtilmesidir. Burada şu hususun gözden kaçırılmaması gerekir, bu kitabın 
yazıldığı yıl 1999 yani millenyum arefesi. O dönem hatırlanırsa çevrilen 
filmlerin de pek çoğu dünyanın sonunun geldiğini anlatan senaryolar 
içeriyordu. Kıyamet senaryolarını ve buna ilginin artmasını biraz da içinde 
bulunulan dönemle bağlantılı olarak düşünmek gerek. 

Değinmemiz gereken bir diğer konu da; bilindiği gibi Hıristiyanlığın 
bir sevgi dini olduğu belirtilir. Fakat dispensasyonalistlerin ifadelerinde 
sevgiden eser olmadığı gibi şiddetin en dehşet verici hali vardır. Hallsell, 
kitabın ‘Sonsöz’ kısmında bu konuya değinerek şöyle demektedir. “Jerry 
Farwell ve diğer dispensasyonalistlerin vaazlarında Hz. İsa’nın evrensel 
sevgisinden veya Hz. İsa’nın dağdaki vaazından bahsettiklerini hiç işitmemişimdir.” (s.140). 

Fakat belki de en çok değinilmesi gereken ve içinde önemli bir sorunsalı barındıran bu konu bir iki cümleyle geçiştirilmektedir. Hallsell, konuştuğu dispensasyonalistlere bu konu hakkında sorular sorsaydı sanıyorum olayın mahiyeti daha açık bir şekilde ortaya çıkardı. Bunun yanında eserde şöyle bir çelişki de görülmektedir: Kitabın 98– 99. sayfalarında yer alan ve Hall Lindsey’e ait olduğu belirtilen bir alıntı var. Bu alıntıdaki üslup, kitabın ilk kısımlarında Hallsell’in kendisiyle konuştuğunu belirttiği ve Megiddo’yla ilgili görüşlerini konuyu açıklamak için verdiği İsrail’e yapılan ziyaretteki yol arkadaşıydı. 

Alıntının Lindsey’e ait olduğunu kabul edecek olursak T.V. Evanjelistleri’nin önde gelenlerinden birinin kıyamet senaryosuyla ilgili olarak endişeye kapıldığını kabul edeceğiz ki bu kitabın bütününde anlatılanlarla çelişen bir durumdur. Dolayısıyla bu alıntı -büyük bir ihtimalle- yanlışlıkla Hall Lindsye’e atfedilmiştir. 
Eseri yayımlayanların bu hatayı düzeltmeleri gerekir. 

Teknik ve kullanılan kelimeler açısından da bazı hususlara işaret etmemiz 
gerekiyor. Bunlardan biri; Türkçe’de de kullandığımız Beytüllahim şehrinin adının İngilizce’deki haliyle Betlehem şeklinde verilmesidir. Bir diğeri ise metin içinde dağınık bir şekilde yerleştirilen alıntılar konunun bütünlüğünü bozmaktadır. Bunların bölümlerin başında veya sonunda verilmesi böyle bir bölünmeyi önleyecektir.

Fakat kitabın akıcı ve sade bir üslupla Türkçe’ye çevrilmesi, kitabın adının içerik göz önünde bulundurularak Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak şeklinde ifade edilmesi, kitabın sonuna literatüre alışkın olmayanların metni daha iyi anlaması için bir lügatçe eklenmesinden dolayı çevirmenleri kutlamak gerekir. 

Sonuç olarak eser Amerika’daki muhafazakâr Hıristiyan grupların en güçlülerin den biri olan ve İsa’nın geliş sürecini hızlandırarak deyim yerindeyse 
bu süreçte bizim de tuzumuz bulunsun diyen T.V. Evanjelistleri’nin A.B.D yönetimiyle ve İsrail’le olan siyasi, mali ve dini ilişkilerini anlatmakta 
olup, Amerika-İsrail ilişkilerinin arkasındaki farklı bir boyuta ışık tutması 
açısından önem taşımaktadır. Eserde belirtilen bir takım varsayımların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ise zaman gösterecek. Fakat içinde bulunduğumuz dönemi de göz önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz ki, Amerikan halkı içlerinde şiddet taraftarı olanlar bulunsa da eserde belirtildiği 
kadar kanlı bir olayın içinde bütünüyle yer almayacaklardır. 

***

5 Kasım 2018 Pazartesi

İSRAİL İRAN A SALDIRIRSA TÜRKİYE NE YAPAR.,

İSRAİL İRAN A SALDIRIRSA TÜRKİYE NE YAPAR.,


 Mehmet Ali Güller
15/10/2011


Soru bize ait değil. BİLGESAM’ı ziyaret eden ABD’li düşünce kuruluşu yetkilileri soruyor. Gelin hikâyeye en baştan başlayalım:

10 Ekim 2011 tarihinde ABD’li düşünce kuruluşları Amerikan İlerleme Merkezi, Hudson Enstitüsü ve Brookings Enstitüsü’nden uzmanlar Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi BİLGESAM’ı ziyaret ediyor.

Amerikan İlerleme Merkezi’den Faiz Shakir, Hudson Enstitüsü’nden Richard Weltz ve Brookings Enstitüsü’nden Ted Piccone; son dönem Türk dış politikası, Türkiye-ABD ilişkileri, ABD sonrası Irak’ın geleceği ve Arap Baharı sürecinde İran’ın bölgedeki politikaları hakkında Bilge Adamlar Kurulu üyesi Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu ve BİLGESAM Başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı’dan görüş istiyorlar.

NEDEN BİLGESAM?

Üç ABD’li düşünce kuruluşunun neden BİLGESAM’dan görüş istediğini eminim sizler de benim gibi merak etmişsinizdir. Gelin o zaman BİLGESAM’ı kısaca tanıyalım:

2007 yılında kurulan BİLGESAM’ın başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı. BİLGESAM’a bağlı Bilge Adamlar Kurulu’nun başkanlığını Em. Oramiral Salim Dervişoğlu yapıyor, yardımcıları ise Sami Selçuk ve İlter Türkmen. Emekli askerler, bürokratlar ve büyükelçilerden oluşan kurulun üyeleri arasında eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal da var, Em. Büyükelçi Özdem Samberk de…

Özdem Samberk, AKP Hükümeti’nin Mavi Marmara raporu için BM komisyonuna gönderdiği isimdi. İlter Türkmen’i de Murat Karayılan, AKP – PKK görüşmelerine arabuluculuk yapacak “Akil adamlar” için önermişti…

Bu kısa bilgilerden sonra ABD’li düşünce kuruluşlarının BİLGESAM ziyareti daha iyi anlaşılmıştır herhalde…

TSK’NİN ÇİN VE RUSYA İLİŞKİLERİ

Başlıktaki soruya geçmeden önce ABD’lilerin diğer sorularına ve BİLGESAM’ın yanıtlarına göz atalım kısaca.

ABD’liler Türkiye’nin Rusya ve Çin ile geliştirdiği askeri ilişkilere odaklanıyorlar önce. BİLGESAM yetkilileri, Türkiye’nin NATO üyesi bir ülke olarak Batılı güvenlik sisteminin içinde kalmak yönünde irade gösterdiğini belirtip, Batı’dan silah teknolojisi transferi sıkıntısı yaşandığına dikkat çekiyor. BİLGESAM yetkilileri, Türkiye’nin Batı’dan kaynaklanan bu açığı İsrail’le savunma teknolojileri transferi yaparak giderdiği anlatıyor.

ABD’lilerin odaklandığı ikinci konu ise ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesiyle meydana gelebilecek gelişmeler ve Kuzey Irak kaynaklı muhtemel problemler…

BİLGESAM Başkanı Atilla Sandıklı Kerkük petrollerinin paylaşımı nedeniyle Bağdat ve Erbil arasında sorun çıkabileceğini ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Irak’tan ayrılma yönünde hareket etmesi durumunda yalnız kalacağını belirtiyor. Sandıklı ABD’nin çekilmesi halinde, Irak ordusunun dışarıdan gelebilecek tehditleri karşılayabilecek yeterliliğe ulaşmadığını savunuyor(!)

ABD’NİN İRAN ÇEKİNCESİ

ABD’liler daha sonra İran’ın Irak’taki nüfuzu konusuna yöneliyorlar. Atilla Sandıklı İran’ın son dönemde Ortadoğu’daki Şii nüfus üzerindeki etkisini arttırdığını, Tahran’ın Arap Baharı sürecinde bölgedeki Şii toplulukları etki altına almaya çalıştığını belirtiyor.

Ve ABD’liler BİLGESAM’dan İran’ın nükleer enerji programıyla ilgili görüşlerini de dinledikten sonra esas soruya geliyorlar: “İsrail’in İran’a saldırması durumunda Türkiye’nin tepkisi ne olacak?”

BİLGESAM Başkanı Atilla Sandıklı, İsrail’in saldırısının Ortadoğu’daki mevcut istikrarsız yapıyı daha da kötüleştireceğini, bölgede kalıcı barış ve istikrarı tesis etmenin imkânsız hale geleceğini belirtiyor.

ABD’lilerin yanıtını merak ettikleri soru önemli. İsrail’in İran’a saldırısı olası mıdır, ayrı konu… Ancak görüş alışverişinin bütününden çıkardığımız sonuç şu: ABD İran’ın bölgede inisiyatifi ele geçirmesinden rahatsız ve bunu dengeleyecek tek kuvvetin Türkiye olduğunu düşünüyorlar. İşte bu noktada AKP Hükümeti ile Türk Ordusu’nun pozisyonları, Washington için belirleyici önem kazanıyor!

Mehmet Ali Güller
Aydınlık Gazetesi
15 Ekim 2011


https://mehmetaliguller.com/tag/atilla-sandikli/


***

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER

TÜRKİYE-SURİYE-IRAK-İRAN DÖRTGENİNDE GELİŞMELER 





İnceleme  Ortadoğu Analiz 
Aralık’2009 Cilt 1 - Sayı 12 
E. Tümg. Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı





Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerine baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. 

   Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür.  

Giriş 

Ortadoğu, özellikle 100 yılı aşkın bir süreyi kapsayan yakın tarihteki her dönemde önemini gittikçe arttırmış ve dünya politikalarının belirleyicisi durumuna gelmiştir. 

Sovyetlerin dağılmasını müteakip Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmeler sonucunda bu bölgelerin de öneminin ortaya çıkması ile kritik ve  belirleyici sahaların kapsamı genişlemiştir. Ancak Ortadoğu’nun daha eski belirleyici faktör olmasından dolayı zaman içinde bölge üzerinde yaşanan çıkar çatışmalarının yarattığı gerginlik, çatışma ve istikrarsızlıklar Türkiye’yi derinden etkilemiştir. 

Bu yazıda, fazla geçmişe uzanmadan özellikle son 20 yıldır Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki komşu bölgelerde süregelen gelişim ve değişimin sebep ve sonuçları ile Türkiye’nin geleceğine olan etkileri ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu noktadan hareketle, ulusal çıkarları gözeterek oluşturulması, planlanması ve uygulanması gereken politika ve stratejilerin tespiti üzerinde durulacaktır. Politika ve stratejileri tespit edebilmek için de, yazının konusu olan dört ülkenin durumları çok özet olarak belirtilecek, Türkiye ile olan ilişkileri analiz edilecek, başta ABD ve İsrail ile iç politikanın ve diğer aktörlerin bölge ve ilişkilerimize olan etkileri değerlendirilecektir. 

Türkiye-Suriye Ekseni 

Anılan ülkeler içinde Suriye ile olan ilişkilere baktığımızda, en radikal değişikliğin bu ülke ile olduğu görülecektir. Hatay ve sınır aşan sular konusunda sürekli gerginlik yaratan bir ülke konumundaki Suriye’nin, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için PKK terörüne destek verdiği bilinmektedir. Hatta doksanlı yıllarda Ege sorunlarından kaynaklanan gerginlikte Yunanistan’ın da Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için kısmen PKK terörüne destek vermesinin yanında Türkiye’ye karşı Suriye ile birlikte işbirliği içinde hareket ettikleri, bu nedenle o tarihlerde TSK’nın savaş planlarını “iki buçuk savaş doktrini”ne göre yaptığı bilinmektedir. Bu doktrindeki iki tam tehditten biri Suriye, diğeri Yunanistan, yarım tehdit de PKK terörüdür. 

1998 yılının sonlarına doğru Suriye’ye karşı uygulanan güç gösterisi ve gösterilen kararlılık sonucunda Suriye, tutumunu yumuşatmaya başlamış, terörist başını topraklarından çıkartmış ve bunu takiben “Adana Mutabakatı” olarak anılan bir toplantı sonucunda da PKK terörüne verdiği desteği kestiğini resmen açıklamıştır. 

Bu tarihlerden itibaren Suriye ile gittikçe gelişen olumlu bir dönem başlamıştır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali döneminde, ABD tarafından ilan edilen şer ekseninin bir parçası olmaktan ötürü kendisini büyük bir baskı altında hissetmiş, bu nedenle Türkiye’ye olan yakınlaşmasını daha da arttırmıştır. Lübnan sorunu, İsrail sorunu, ABD baskısı ve Türkiye’nin gösterdiği kararlı tutumdan dolayı iyice yalnızlaşan Suriye, Türkiye’nin gösterdiği yakınlaşma politikasının da etkisi ile “Tehdit Ülke” konumundan, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Yapılan Ülke” konumuna dönüşmüştür. Hatta ilişkilerde müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılan ve vizenin kaldırılmasına kadar varan ilerleme kaydedilmiştir. Mevcut durum itibariyle bu gelişmeler, Türkiye’nin çıkarları yönünde olup, olumludur. Ancak bu durumun, Türkiye’nin güçlü, Suriye’nin de sorunlarından dolayı zor durumda olmasına bağlı olduğu dikkate alınmalı, ihtiyat elden bırakılmamalı, ilişkilerin kalıcı olması için gerekli önlemlerin geliştirilmesi üzerinde durulmalıdır. 



Türkiye-Irak Ekseni 

Irak ile olan ilişkiler ise son 20 yıldır, PKK, ABD ve Irak’ın kuzeyindeki yönetim ekseninde ağırlıklı kazanmıştır. 1991 yılında Irak’a yapılan müdahale sonucunda kuzeyde oluşturulan korumalı bölge, Türkiye açısından hem bağımsız bir Kürt yönetiminin kurulması, hem de PKK terörünün hayat bulması açısından tehdit algılaması kapsamında bir durum arz etmiştir. 1999 yılında PKK terörünün gündemden düşmesinden sonra, gerek Avrupa Birliği adaylığının başlaması ve müzakere sürecinin açılmasından, gerekse ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalinden kaynaklanan gelişmeler, PKK terörünün yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Irak’ın kuzeyindeki yönetim, 2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a geçmesine izin verilmemesinden dolayı ABD açısından bir nevi müttefik olarak görülmüş ve özellikle Türkiye’ye karşı koruma altına alınmıştır. PKK bölgede bir noktada ABD’nin dolaylı himayesi altında kalmıştır. PKK terörü Türkiye’ye karşı eylemlerini arttırmış ve Türkiye’nin bu terör ile Irak’ın kuzeyinde mücadele etmesine ABD tarafından engel olunmuştur. 

 Türkiye’nin, hem İran hem de Batı ile iyi ilişkiler geliştirirken denge noktasını iyi ayarlaması gerekmektedir. 

2007 yılı Kasım ayına kadar devam eden bu süreç, sınır ötesi harekât yapamamaktan dolayı Türkiye’deki tepkilerin yükselmesi sonucunda 
ABD’nin şartlı geri adım atmasıyla son bulmuş ve PKK terörü ile mücadelenin ABD, Türkiye, Irak arasında oluşturulan bir mekanizma ile mutabakat 
içinde ortak yapılması kararlaştırılmıştır. 

ABD Türkiye’ye, Irak’ın kuzeyindeki yönetime zarar vermemek, onu tehdit olarak görmemek ve iyi iletişim içinde olmak kaydı ile özellikle istihbarat temini konusunda yardımcı olmuş, sınır ötesi harekât için hava sahasını ve çok kısıtlı olarak da kara sahasını açmıştır. 2009 yılından itibaren ABD’nin askeri gücünü kademeli olarak Irak’tan çekme kararı alması ve bu konuda Irak yönetimi ile anlaşma yapmasını müteakip, durum yeni bir veçhe kazanmıştır. 

ABD askerinin Irak’tan çekilmesini takiben, Türkiye’nin PKK ile mücadele adına Irak’ın kuzeyine yapacağı sınır ötesi harekâtların, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi tedirgin ve tehdit edeceği düşüncesi ile ABD, yeni bir süreç başlatmıştır. Bu süreçte ABD, PKK’nın misyonunu artık tamamlamış olduğu ve Türkiye’nin bir müdahalesine sebep teşkil etmemesi düşüncesinden hareketle, terör örgütünün tasfiyesinin gerektiğini değerlendirmiştir. ABD’den gelen talep ve Türk iç politikasının da yönlendirmesi ile bu tasfiyenin gerçekleşebilmesi için Irak, Irak’ın kuzeyi ve PKK yönünden alınacak tedbirlere paralel olarak Türkiye’nin de bunu kolaylaştırıcı adımlar atması gerektiği sonucu ortaya çıkmıştır. PKK terörünün tasfiyesi çıkarlarımız açısından arzu edilen bir gelişmedir. Ancak “açılım” adı altında bilinmediği için tahmin edilen ve algılanan yöntemlerin ve uygulamaların, Türkiye içinde kutuplaşmalara ve gerginliklere sebep olduğu da bir gerçektir. ABD’nin PKK terör örgütünün tamamen ortadan kaldırılmasını da benimsediğini düşünmek yanıltıcı olabilir. PKK, Irak’ın kuzeyinde bir bağımsızlık durumu, Kerkük meselesi ve benzer sebeplerle yeniden kullanılmak istenebilir. Bu nedenle ABD’nin PKK’yı kontrol edebildiği gerçeğini daima göz önünde tutmakta yarar bulunmaktadır. Diğer taraftan Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmektedir. 

Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

Türkiye-İran Ekseni 

İran ise, yakın zaman dahil büyük düşmanlıklar içinde olmadığımız, ancak ayrı bir kültür ve köklü devlet geleneğinden kaynaklanan bir rekabet içinde olduğumuz bir ülkedir. İslam devriminden sonra, komşusu Türkiye’yi, laik, demokratik ve modern yapısından dolayı hem rakip, hem de rejimine tehdit olarak görmüştür. Bu nedenle rejim ihraç politikası izlemiş ve Türkiye’yi zayıf düşürebilmek için PKK terör örgütünü desteklemiştir. 

Ancak son 5-6 yıllık dönem içinde PKK terörünün İran versiyonu olan, İran’ı istikrarsızlaştırmaya kurgulanmış PJAK ile mücadele zorunda kalması, ayrıca ABD’nin baskısı altında bulunması, İran’ı Türkiye politikasında değişiklik yapmaya yönlendirmiştir. PKK terör örgütü ve onun kolu ile mücadele etmesine, hatta zaman zaman bu konuda Türkiye ile işbirliği yapmasına rağmen, yine de PKK’ya düşük seviyede de olsa İran üzerinden lojistik destek verilmesine müsamaha etmektedir. 

İran’da önemli olan konu rejimin muhafaza edilmesidir. Bu nedenle uluslararası gerginlik yaratmak ve bu gerginlikten dolayı iç politikada gücü muhafaza ederek rejimi korumak, genel bir politik yaklaşım olarak benimsenmiştir. İran’ın nükleer teknolojiyi geliştirme ve uranyum zenginleştirme faaliyetleri devam etmektedir. Anlaşmalardan dolayı Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonunun denetimine tabidir. 

   Irak merkezi yönetimi ile geliştirilen ilişkilerin de, “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği” seviyesine gelmesi ve müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapılmasına kadar uzanması olumlu olarak değerlendirilmekte dir. Ancak gelişmelerin, Irak’ın kuzeyindeki yönetimi de ayrı bir unsur olarak muhatap almaya mecbur etmesi olumsuzdur. 

İran her ne kadar nükleer teknolojiyi barışçıl amaçlarla geliştirdiğini ifade etse de, denetimden bazı tesisleri ve faaliyetleri gizlemesi, onun nükleer silah geliştirmek istediğine ilişkin tereddütler uyandırmasına sebep olmaktadır. Güven telkin etmeyen davranışlarından ötürü, kısmen zenginleştirdiği uranyumun bir başka ülkede depolanması, barışçıl amaçla kullanacağı çubuklar haline dönüştürülmesinden sonra tekrar kendisine verilmesi hususuna önceleri tereddütlü yaklaşmış, sonra da kabul etmemiştir. Depolanacak ülke olarak Türkiye’nin adının ön plana çıkmasına da aynı şekilde yaklaşmıştır. Türkiye hem batı ile yakın ilişki içinde, hem de İran ile iyi ilişki içinde olmasından ve İran nezdinde güven telkin etmesinden istifade ile bu konuda bir noktada arabulucu olarak rol almak istemiştir. Hatta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) geçici üyesi olmasından dolayı, İran’a uygulanması düşünülmeye başlayan yaptırımlarda, BM tarafında yer alması baskısından dolayı karar verme konusunda zor duruma düşmemek için bu kolaylaştırıcı öneri üzerinde önemle durmuştur. Ancak İran, açık olarak ifade etmese de nükleer silaha sahip olarak tehditlere karşı koyma, rejimini koruma ve bölgesel olarak etki alanını genişletme ve etkinliğini arttırmayı politika olarak benimsediğinden bu tekliflere sıcak 

bakmamıştır. İran’ın bu konudaki stratejisi, çeşitli şekillerde uluslararası kuruluşları ve Batı’yı oyalayarak nükleer teknoloji ve uranyum zenginleştirme çalışmalarına devam ederek nükleer silaha ulaşmak olduğu değerlendirilmekte dir. Uranyum’un Türkiye’de depolanması, en güvendiği ülke olarak kendisine  avantaj sağlayacakmış gibi gözükse de, bu durumun Türkiye’nin Batı nezdinde prestijini arttıracağı, bölgesel rekabette Türkiye’den geride kalacağı 
ve özellikle nükleer silaha sahip olmanın avantajlarını kaybedeceği için bu konudan uzak durmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin hem Batı ile hem de İran ile iyi ilişkiler içinde olması olumlu bir gelişmedir. Ancak bunun da denge noktasının iyi tayin edilmesi gerekmektedir. BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye, komşu ülkelerle sıfır sorun politikası çerçevesinde diplomasi uygulamaya devam etmektedir. Bu konuda başarılı olduğu ölçüde, başarılı olamadığı sahalarda gücünü toplayarak sıklet merkezi uygulaması ile çıkarlarını sağlayabilme imkânına sahip olabilecektir. Ancak sorunlar çözülmeye çalışılırken tavizler vererek, geri dönülemeyecek yollara girilmemesine özen gösterilmesi gerekmektedir. Her sorunun bir geçmişi, sebep veya sebepleri vardır. Genelde de bunlar Türkiye’den kaynaklanan değil, Türkiye’nin hak ve hukukunu korumak için aldığı tavırlardır. Konulara yaklaşımlarda bunların dikkate alınmasında zaruret bulunmaktadır. Bu konuda Türk Milletinin devlete olan güveninin zedelenmemesi son derece önemlidir. 

Özellikle güneydoğu komşularımızla geliştirilen olumlu ilişkiler, Türkiye’nin menfaatinedir. Suriye halkının, ilişkilerimizin iyi olmadığı dönemde dahi Türk halkına karşı bir sempatisi olmuştur. Irak halkından önemli bir kesiminin de aynı şekilde olduğu söylenebilir. İran halkı da keza aynı şekilde olup, nüfusunun yarıya yakın bir kısmının Azeri Türkü olması da bunu güçlendirici bir etkendir. Yaşanan sorunlar devlet politikalarından kaynaklanmıştır. Halen gelinen durumda devlet politikaları da olumlu yönde geliştiğine göre, ilişkileri sürekli olumlu kılacak tedbirlerin alınmasında yarar görülmektedir. Bunun sağlanması da ilişkilerin, ekonomi, ticaret, eğitim, sosyal kurumlar ve üniversiteler arasındaki temasların arttırılmasından, halklar arasında iletişim kurarak devam ettirilmesinden, geliştirilmesinden, süreklileştirilmesinden ve kalıcı bir platforma oturtulmasından geçmektedir. 

   BMGK’nin nükleer teknoloji geliştirmesinden dolayı İran için önümüzdeki dönemde uygulanmasını planladığı yaptırımların karar aşaması ve uygulamasında Türkiye’nin, BM, Batı ve İran arasında ikilemde kalacağı, bu nedenle oluşturması ve takip etmesi gereken politika ve stratejilerden dolayı zorluklarla karşılaşacağı değerlendirilmektedir. 

Türkiye’nin tek yönlü politika uygulamalarını çok yönlüye kaydırması ve Türkiye’nin merkeze alınarak yeni bir görüşle hareket edilmesi, Türkiye’nin mevcut jeopolitik gücünün çıkarları yönünde kullanılmasına imkân yaratacaktır. 

Türkiye’nin bu şekildeki hareketi bir eksen değişikliği olarak algılanmamalıdır. Bu yeni anlayış, Türkiye’nin mevcut gücünü ve kabiliyetini çıkarları yönünde kullanmaya başlamasının bir sonucudur. Hatta Suriye, Irak ve İran ile ilişkilerini geliştirirken, bu ülkelerin ve bölgenin sempatisini kazanmak için İsrail ile gerginlik yaratmasının da kontrollü bir yaklaşım olduğu düşünülmektedir. Konunun içinde iç politikanın bir yansıması olan İslam ve Arap âlemine olan sempatinin olduğu ve yeni politikada bu durumun da rol oynadığı inkâr edilemez. Ancak bu ideolojik yaklaşıma rağmen, Doğu ile geliştirilen ilişki, Batı’yı terk ettiği anlamında anlaşılmamalıdır. 

Ancak sempati kazanma çabası sırasında İsrail, Hamas ve El Beşir ile olan ilişkilerin dozunun da iyi ayarlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. ABD de Türkiye’nin yaklaşımlarını, bir eksen değişikliği olup olmadığı konusunda şüpheyle karşılamaktadır. Ancak kendi menfaatleri ile uyuşan, Kıbrıs açılımı, Ermenistan açılımı, Irak’ın kuzeyine olan açılım ve demokratik açılımdan dolayı fazla bir tepki göstermemekte, hatta desteklemektedir. Türkiye’nin Suriye, Irak ve İran ile olan iyi ilişkilerden de fayda sağlayacağını düşünmektedir. 

Bu açılımlar konusunda ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye yapmış olduğu baskı niteliğindeki telkinler, özellikle doğudan batıya giden enerji yollarının güvenliği düşüncesinden kaynaklandığı da bir gerçektir. 
Irak’taki seçimlerin ertelenebileceği ihtimaline karşılık askeri gücünü Irak’tan planladığı şekilde çekemeyeceğini, dolayısı ile Afganistan üzerindeki etkisinde gecikmeler olabileceğini hesaplamaktadır. Türkiye’nin Afganistan’a doğrudan veya dolaylı desteğini arttıracağını beklemektedir. Açılımlar konusu gittikçe genişletilmeye çalışılmaktadır. 

Açılım konularının ve açılımların fazla genişletilmesi, kontrolün elden çıkması tehlikesini de beraberinde getirebilir. Bu konuda dikkatli olunması, kontrolün elde tutulması, çeşitli nedenlerle atılacak adımlarda Türkiye’nin, ulus-devlet, üniter yapı, bölünmez bütünlük, güvenlik, laik devlet anlayışından ve kuruluş felsefesindeki esaslardan taviz vermemesi son derece önemlidir. 
Türkiye’nin arabuluculuk rolü konusunda bölgede soru işaretleri bulunmaktadır. Bu nedenle temasların daha çok kolaylaştırıcı rolde yürütülmesi gerekmektedir. Batı’nın Türkiye’ye, menfaatleri olduğu için bu ilişkilere destek verdiği veya ses çıkarmadığı dikkate alınmalıdır. 

Bu nedenle Türkiye, Doğu ile olan ilişkilerini, Batı’nın nispeten sınırladığı ölçülerde gerçekleştirebileceğini de hesaba katmalıdır. Bütün ülkeler, dış politikanın değişmez bir usulü olan menfaat faktörü yönünde hareket eder. Bu nedenle Batının talepleri ile Türkiye’nin çıkarlarının örtüştüğü zamanlarda müşterek hareket etmekte bir sakınca yoktur. 

Diğer taraftan Doğu ile olan ilişkilerde de aynı kaide geçerlidir. Ancak bütün temas ve uygulamalarda, Türkiye’nin çıkarlarının her türlü düşüncenin üstünde tutulması hususu tartışılamaz. 

***

Suriye Politikasında Yanlış Hesap

Suriye Politikasında Yanlış Hesap 




 Armağan Kuloğlu
 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
 Suriye
 18 Ocak 2014 Cumartesi
 Suriye Politikasında Yanlış Hesap


   Arap Baharı, Suriye dışında yaşanan ülkelerde beklenen sonuçlara ulaşamamış, Suriye’de ise üç yıldır devam eden iç savaşa neden olmuştur. 
Bu iç savaşta Esad rejimine karşı savaşan muhalefet parçalara bölünmeye devam ederken, cihatçı grupların yarattığı kargaşa gittikçe artmaktadır. 

  Esad güçlerine karşı mücadele için kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), şimdilerde El Kaide bağlantılı Irak-Şam İslam Devleti’yle (IŞİD)çatışmaktadır. 
Diğer bir silahlı muhalefet olan İslami Cephe de, IŞİD ile ters düşmüş ve bu örgüt de IŞİD’e karşı savaşmaya başlamıştır. Aralarında yabancı ülkelerden gelen radikal İslamcıların da bulunduğu grupların, daha önce beraber oldukları ÖSO’ya karşı savaşması, mücadelenin hangi boyuta geldiğini göstermektedir.  Gelinen aşamada IŞİD gittikçe başarı sağlamış ve birçok bölgede kontrolü ele geçirmiştir. İŞİD sadece Suriye’de değil aynı zamanda Irak’ta da mücadele etmekte ve başarı da sağlamaktadır. İŞİD, Irak ve Suriye’yi ortak bir savaş alanı olarak nitelendirmekte ve her iki cephede de eşgüdümlü olarak çarpışmaktadır. 

***

Görüldüğü üzere El Kaide, ortaya çıkan her boşluğu değerlendirmektedir. Önce Afganistan ve Pakistan, ABD işgalinin sona ermesinden sonra Irak ve son olarak 
da Suriye’de otorite boşluğundan yararlanmaktadır. Amaç, bölgede katı şeriat kurallarına uygun bir devlet yaratmaktır. Artık bölgedeki bütün iç ve dış güçler 
bu tehdidi bertaraf edebilmek için uğraş vermektedir.

 Irak merkezi yönetimi, bir taraftan Irak’ın kuzeyindeki yönetimin davranışlarını denetim altına almaya, diğer taraftan da IŞİD’le savaşarak onların kontrolüne 
geçen bölgeleri geri almaya çalışmaktadır. Bu durumdan istifade etmeye çalışan Irak’ın güneyindeki Basra, Misan ve Zigar illeri ise federal yapıya geçiş için 
ortak protokol imzalamışlardır. Musul’u da içine alan Sünni çoğunluğun yaşadığı Ninnova bölgesi de merkezi hükümete bağımsızlık resti çekmiş durumdadır.

 Suriye’de Esad’ı devirme mücadelesi başarıya ulaşamamış, uzayan iç savaş El Kaide’ye fırsat yaratmış, iç ve dış güçler El Kaide’yle mücadeleye odaklanmışken ortaya çıkan boşluk, Suriye’nin yanında Irak’ta da parçalanma tehlikesi oluşturmuştur. ABD ve Batı, Esad’ı devirme mücadelesinden oldukça geriye çekilmiştir. El Kaide destekli IŞİD’in bazı bölgelerde sağlamış olduğu kontrol ve İslami terörist grupların iktidara gelme olasılığı, yalnız Batı’nın değil, 
aynı zamanda Rusya’nın da endişesi haline gelmiştir. Kimyasal silahların denetimi yaklaşımı, Batı ve Rusya’nın ortak tutum göstermesine vesile teşkil 
etmiştir. Hatta radikal İslami terör örgütleriyle mücadelede Batı istihbaratının, Esad’la işbirliği yaptığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır.

***

Türkiye’nin başlangıçta Esad rejiminin çabuk gideceği yönündeki değerlendirme si, ÖSO’ya aşırı destek vermesine, hatta Suriye’ye doğrudan müdahalenin öncüsü olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Türkiye’nin bu şekilde hareket etmesini, insani olmanın yanında Sünni bir politika izlemesine ve gelecek yönetimle ekonomik ve politik ilişki kurmada ön alma arzusuna bağlamak mümkündür. Ancak bu yanlış politikanın sonucu takındığı tutum ve sergilediği davranışların, 1.000.000 mülteciyle karşı karşıya kalmamızda ve çatışmaların uzamasında rol oynadığı kıymetlendirilmektedir. 

 Suriye’ye gidiş gelişlerin kontrolden çıktığı, gelenlerin sınır şehirlerimizde huzursuzluk yarattığı, mültecilerin artık yurt sathına yayıldığı ve polisiye 
hadiselerin arttığı, uluslararası kamuoyunda devletimize ilişkin teröristlere destek verdiği algısının oluştuğu, neticede yanlış olduğu değerlendirilen 
uygulamaların ülkemize zarar verdiği düşünülmektedir. Şimdi durumun farkına varıldığı, El Kaide terörünün yurt içinde tehdit olabileceği düşüncesiyle bazı 
yerlere baskınlar düzenlendiği görülmektedir. Yanlış hesap Bağdat’tan da Şam’dan da dönmüş durumdadır. 22 Ocak 2014 “Cenevre II” bir ümit olabilir. İyi değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Ancak, artık Batı’nı çoktan vazgeçtiği Esad inadından bizim de vazgeçmemiz gerekir.


Uzman Hakkında

Armağan Kuloğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun 
  Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik 
  Suriye Politikasında Yanlış Hesap 
  ABD Dış Politikasındaki Değişim 


***

KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE İLİŞKİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE TÜRKİYE

KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE İLİŞKİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE TÜRKİYE 





İnceleme - Ortadoğu Analiz 
Temmuz-Ağustos 2009 Cilt 1 - Sayı 7-8 


Önümüzdeki 100 yıllık bir dönemde, beklendiği üzere küresel ısıda 3 derecelik bir artış olması halinde, doğayı ve toplumsal yaşamı alt üst edecek etkiler ortaya çıkabilir. 













E. Tümgeneral Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı 
armagankuloglu@orsam.org.tr 


   Isınma sürecinde çölleşmenin ardından ani soğuma ile birlikte dünyada Büyük Buzul Çağı’nın başlayacağı, ilk olarak İskandinav ülkelerinin buzul çağına gireceği, devamında İngiltere’nin büyük bir kısmının buzlar altında kalacağı, insanların yeni yaşam alanları bulabilmek için göçe ve savaşmaya zorlanacağı değerlendirilmektedir. 

Giriş

Küresel ısınma ve buna bağlı olarak gerçekleşeceği ifade edilen iklim değişikliği, doğal dengelerin bozulmaya başlaması sonucunda artık bir tehlike olarak hissedilmeye başlamıştır. Bu nedenle konu “Küresel Isınma” yerine “Küresel İklim Değişikliği” olarak anılmaktadır. Ortaya çıkan tehlikeye karşı gerekli tedbirlerin alınmasında geç kalınmakta, bazı ülkeler de ekonomik maliyetler nedeniyle tedbir alınması konusunda fazla istekli davranmamaktadır. Hatta bu durum, endüstriyel çağın bir sonucu olarak görülmekte, fosil yakıtların ve ürünlerinin kullanılmasına devam edildiği müddetçe, bununla yaşamak mecburiyetinde olunduğuna ilişkin bir algılamanın olduğu da düşünülmektedir. 

Küresel Isınma.,

Güneş ışınları yeryüzünü ısıtmakta, bir kısım ışın, doğanın tabii örtüsü tarafından tutularak yeryüzünün yeteri kadar sıcak kalmasını sağlamakta, kalan ışın tekrar atmosfere yansımaktadır. 

Ancak son zamanlarda fosil yakıtların artması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve ozon tabakasının incelmesi gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış göstermekte ve sera etkisi yaratmaktadır.1 Bu durumda ışınların bir kısmı, atmosfere salınan gazların birikerek sera etkisi yaratmasından dolayı yeryüzünden yansıyarak atmosfer dışına çıkamamaktadır. Atmosferden dışarı çıkması gereken ışınların yeryüzü tabakası ile atmosfer arasında sıkışıp kalması da sıcaklık artmasına sebep olmaktadır. İşte “Küresel Isınma” olarak nitelendirilen ve “Küresel İklim Değişikliği”ne neden olan konu budur. 

Küresel İklim Değişikliğinin Sebep Olduğu ve Olabileceği Olaylar 

Yeryüzündeki ısı bugünkü değerlere göre her on yılda 0,1 derece artmaktadır. Küresel ısınmadan dolayı eski dengelere oranla 1-2 derecelik bir artış olmuştur. Halen birçok su kaynaklarının kuruduğuna, bazı göllerin küçüldüğüne, bazılarının yok olduğuna, çiçeklerin erken açtığına, bitkilerin zamansız meyve verdiğine, bazen de vermediğine, buzulların eridiğine ve ana kütlelerinden koptuğuna, fazla miktarda suyun dolaşıma girdiğine, sel felaketlerinin, çığ olaylarının, fırtına ve kasırgaların arttığına şahit olunmaktadır. Kuzey yarımkürede kar örtüsü ve buz kalınlıkları azalmıştır. Nehirler kirlenmiş ve suları azalmıştır. Önümüzdeki 100 yıllık bir dönemde de gerekli tedbirler alınmadığı ve büyük çapta doğal değişiklik olmadığı takdirde küresel ısıda 3 derece kadar daha bir artış olması beklenmektedir. 

Bu ısınma, toplam su döngüsünün değişmesine, tropikal bölgelerde daha fazla suyun buharlaşmasına, kuzey yarımkürede daha fazla yağmur yağmasına, buzulların daha çok erimesine, denizlerin yükselmesine, kıyı ekosistemlerinin olumsuz etkilenmesine, kuraklığın ve sellerin artmasına, tarım alanları, ormanlar ve meraların azalmasına, çölleşmenin artmasına ve iklim kuşaklarının yer değiştirmesine sebep olacaktır. 

Yükselen deniz seviyesi Hollanda’yı, Pasifik Adalarını, Hint Okyanusu’ndaki adaların büyük bir kısmını sular altında bırakacaktır. Buzulların 
erimesi sonucu okyanuslardaki ve dolaylı olarak tüm denizlerdeki tuz dengesi bozulacaktır. Bu durum iklim şartlarını dengede tutan “Gulf Stream” 
gibi sıcak su akıntılarının işlevinin bozulmasına sebep olacaktır. 

Çölleşmenin ardından ani soğuma ile birlikte dünyada Büyük Buzul Çağı’nın başlayacağı, ilk olarak İskandinav ülkelerinin buzul çağına gireceği, 
devamında İngiltere’nin büyük bir kısmının buzlar altında kalacağı, insanların yeni yaşam alanları bulabilmek için göçe ve savaşmaya zorlanacağı 
değerlendirilmektedir. Avrupa nüfusunun yüzde 10’unun kendi ülkelerini terk ederek Isınma sürecinde çölleşmenin ardından ani soğuma ile birlikte dünyada 
coğrafi olarak daha güneyde yer alan Türkiye, Cezayir, Fas, Mısır ve İsrail gibi Akdeniz ülkelerine göç edebilecekleri ifade edilmektedir. Yaşanacak 
büyük doğal felaketler sonucunda insanların susuzluk, kuraklık, açlık ve salgın hastalıklarla karşı karşıya kalabilecekleri düşünülmektedir.2 

  Büyük Buzul Çağı’nın başlayacağı, ilk olarak İskandinav ülkelerinin buzul çağına gireceği, devamında İngiltere’nin büyük bir kısmının buzlar altında kalacağı, insanların yeni yaşam alanları bulabilmek için göçe ve savaşmaya zorlanacağı değerlendirilmektedir. 

Diğer taraftan küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişikliğinin, insan yapımı karbondioksitten değil, güneşin sıcaklığının gittikçe artmasından kaynaklandığı, zararının fazla olmayacağı, hatta kışların ılıman olmasından dolayı verimin artması gibi faydalı yönlerinin de görüleceği iddiasını ileri süren bilim adamları da bulunmaktadır.3 
Fakat bunun geçerlilik durumunun zayıf bir ihtimal olduğunu yaşanan ortam göstermektedir. 

Küresel İklim Değişikliğinin Türkiye’ye Etkileri 

Küresel iklim değişikliğinden doğal olarak Türkiye de etkilenecektir. Bu etkilenme ortalama sıcaklıklarda artış, yağış miktarı ortalamasında 
azalma ve yağış rejiminde düzensizlik olarak hissedilecektir. Bazı bölgelerde kuraklık oranında artış görülürken, bazı bölgelerde de sel baskınları 
ile karşılaşılacaktır. Marmara Bölgesi’nde nispeten az olmak üzere, diğer bölgelerde ciddi ölçüde kuraklıkla karşı karşıya kalınacaktır. 
Kar kalınlıklarında göreceli bir azalma, akarsu akımında önemli değişiklik olabilecektir. Bunun sonucunda içme suyunda, sulamada, suyun sanayi 
amaçlı kullanımında, hidroelektrik üretiminde sorunlarla karşılaşılacaktır. 

Hidroelektrik üretimindeki azalmanın, fosil yakıt, termik ve nükleer enerji üretiminde artışa yönelmeyi gerektirmesi halinde bu sefer küresel ısınmaya karşı alınmaktaolan tedbirlerin ihlali ortaya çıkabilecektir.

Küresel ısınmayla birlikte Türkiye’nin de ciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalması bekleniyor. 

 Yaşam alanı kısıtlamalarının kuzey kutbundan başlayıp, İskandinav ülkelerine, İngiltere’ye, Batı Avrupa ve oradan da Doğu Avrupa’ya doğru
yayılacağı dikkate alınarak, göçlerin de bu bölgelerden, nispeten yaşam alanı daha elverişli olan Türkiye’nin de dâhil olduğu Akdeniz ülkelerine
doğru olması beklenmektedir. 

Eskişehir/Gökçekaya Barajı Fotoğraf: 

Küresel ısınmayla birlikte Türkiye’nin de ciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalması bekleniyor. DSİ Enerji Üretiminde artışa yönelmeyi gerektirmesi halinde bu sefer küresel ısınmaya karşı alınmakta olan tedbirlerin ihlali ortaya çıkabilecektir. 


Dünya Bankası’nca hazırlanan bir rapora göre iklim değişikliğinin, Türkiye’nin de dâhil olduğu, genelde Avrupa olarak belirlenen- bölgedeki sonuçları beklenen den daha kötü olacaktır. Rapora göre iklim değişiminin sonuçlarından olan deniz seviyesinin yükselmesi, bölgenin 4 ana havzası (Baltık Denizi, Adriyatik’in doğu kısmı ve Türkiye’nin Akdeniz Kıyıları, Karadeniz, Hazar Denizi) ile Rusya’nın Kuzey Buz Denizi kıyılarını etkileyecektir. Bu etkilenmede fırtına taşkınları ve tuzlu deniz sularının yeraltı sularına sızması dikkat çekici düzeyde olacaktır. Raporda, deniz düzeyindeki yükselmenin Karadeniz’de Rusya, Ukrayna ve Gürcistan kıyılarını şimdiden etkilemeye başladığına dikkat çekilmiştir.4 

Ancak diğer taraftan Türkiye’nin farklı bölgelerinde farklı iklim yapısı içinde bulunmasından dolayı, küresel iklim değişikliğinden diğer ülkelere kıyasla daha az ve daha geç etkileneceği yönünde değerlendirmelere de rastlanmaktadır. Kullanılan ve kişi başına düşen su miktarı bakımından dünya ortalamaları ile kıyaslandığında Türkiye’nin, düşünüldüğü gibi zengin değil, sınırlı su kaynaklarına sahip ülkeler arasında olduğu görülecektir. Yağışın azalması ve sıcaklıkların artması, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarındaki suyun azalması sonucunu ortaya çıkaracak, Türkiye ciddi su sıkıntıları ile karşı karşıya kalabilecektir. 

Ayrıca hidroelektrik enerji üretiminde azalma olacak, bu durum gittikçe artan enerji ihtiyacını da olumsuz yönde etkileyecektir. Bunun doğal bir sonucu olarak sanayi ve ekonomi alanlarında da olumsuzluklar yaşanacaktır. Kuraklık sonucunda da özellikle iç bölgelerde yaşanacak çölleşme, tarım alanlarının azalmasına ve mevcutların da veriminin düşmesine sebep olabilecektir. 

Küresel İklim Değişikliğinin Dünya Güvenliğine Etkileri 

Susuzluk, kuraklık, verimsiz toprakların artması, çölleşme, açlık, alçak yükseklikte bulunan ülkelerin topraklarının hissedilir derecede azalması hatta tamamen yok olması ve salgın hastalıklar, önce bireysel göçleri, daha sonra da kitlesel göçleri arttırabilecektir. Su kaynaklarına ve daha verimli topraklara ulaşma ve bunları kullanma, ülkeler için kaçınılmaz hale gelecektir. Birleşmiş Milletler Göç Örgütünün raporuna göre 2050 yılına kadar 200 milyon kişinin göç edeceği beklenmektedir. 

Göçlerin önce kırsal alandan kentlere iç göç olarak, daha sonra da ülkeler arasında olacağı değerlendirilmektedir. İç göçlerin büyük kentler üzerinde nüfus baskısının artmasına sebep olduğu belirtilmektedir. Göçlerin şimdiden başladığı ifade edilmektedir.5 

Diğer taraftan dünya nüfusu da büyük bir hızla artmaktadır. Halen 6,2 milyar olan dünya nüfusunun 2015 yılında 7,2, daha sonrada 8 milyar ve üstüne ulaşacağı beklenmektedir. Su kaynaklarının azaldığı, verimli toprakların yok olduğu, bazı yerleşim alanlarının sular altında kaldığı bir ortamda nüfus artışından dolayı küresel iklim değişikliğinin etkileri daha fazla hissedilecek, sorunlar daha artacaktır. 

Su güvenliği, gıda güvenliği, enerji güvenliği, yaşam alanı güvenliği konuları, öncelikli konular haline gelecek, ülkeler bir diğerinin aleyhine 
olarak yaşam şartlarını düzetme çabası içine gireceklerdir. 

Bu durum, mevcut istikrarsızlıkları arttırabilecek, istikrarlı bölgeleri istikrarsızlaştırabilecek, gerilimleri ve çatışmaları tetikleyebilecek, 
güvenlik konusunu gittikçe artan bir şekilde ön plana çıkaracak ve dünya güvenlik sorunları ile karşı karşıya kalabilecektir. 

Yaşam alanı kısıtlamalarının kuzey kutbundan başlayıp, İskandinav ülkelerine, İngiltere’ye, Batı Avrupa ve oradan da Doğu Avrupa’ya doğru yayılacağı dikkate alınarak, göçlerin de bu bölgelerden, nispeten yaşam alanı daha elverişli olan Türkiye’nin de dâhil olduğu Akdeniz ülkelerine doğru olması beklenmektedir. Dolayısı ile çatışma ve istikrarsızlığın daha çok görülebileceği bölgelerin de başta Türkiye olmak üzere Akdeniz ülkelerinde olacağı düşünülmektedir. 

Küresel İklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri 

Türkiye, diğer ülkeler gibi küresel iklim değişikliğinden etkilenecek ve bunun sıkıntılarını çekecek bir ülke olmakla beraber, bilinen olumsuzluklarla, diğer ülkelere kıyasla daha geç ve nispeten daha az karşı karşıya kalabilecektir. Su açısından sınırlı kaynaklara sahip ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin, diğer Ortadoğu ülkelerine nazaran daha iyi imkânlara sahip olduğu, hatta sınır aşan suların kaynağının kendisinde olması nedeniyle bu konuda inisiyatif sahibi olduğu bilinmektedir. 

Küresel ısınmanın artmasıyla çeşitli şekillerde nehirlerin sularında da azalma olacaktır. Bu durum, aynı sudan yararlanan ülkelerin aşırı talepleri ile karşı karşıya kalma olasılığını arttırmaktadır. Hatta bu konu geçmişten başlayıp halen devam eden bir anlaşmazlık konusu olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Irak ve Suriye, Dicle ve Fırat’ın sularının eşit paylaşımını istemektedir. Bu nedenle Türkiye için su sorununda ele alınması gereken en önemli konu, sınır aşan sular konusudur. Gelecekte bu sularda azalma oldukça, kuraklık arttıkça taleplerin karşılanması için her çareye başvurulabileceği göz önünde tutulmalıdır. Bir zamanlar Suriye’nin PKK terör örgütüne verdiği desteğin sebeplerinden birinin de sınır aşan sulardaki anlaşmazlık olduğu hatırda tutulmalıdır. 

Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin (AB) su kaynaklarının kullanılması konusundaki tutumunun da dikkate alınmasında fayda görülmektedir. Özellikle AB, diğer ülkeler ve organizasyonlar tarafından talep edilen, su kaynaklarımız üzerindeki kontrol ve olası kısıtlamalar, bizi, hem kendi kaynaklarımıza hükmedemememiz durumuna sokacak hem de büyük bir özenle koruduğumuz egemenliğimizin paylaşılması sonucunu gündeme getirecektir. 

Kuraklık, tarım alanlarının azalmasına ve verimlerinin düşmesine sebep olacağından tarımsal üretim olumsuz yönde etkilenecek, bu durum gıda arz güvenliğimizi tehdit altına sokacaktır. 

Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ile ortaya çıkacak 150-180 kilometre kare arasında olduğu değerlendirilen, 50 yıldır kullanılmadığından dolayı bir şekilde 50 yıldır nadasta kabul edilebilecek ve bu nedenle verimli olarak nitelendirilen, yerüstü su kaynaklarına yakın ve nispeten yeterli yeraltı su kaynaklarına sahip bu tarım alanın öneminin, ilgililer tarafından daha iyi anlaşılacağı düşünülmektedir. Enerji üretiminde yaşanacak sıkıntı, ülkemizin zaten yüksek olan enerjideki dışa bağımlılık oranını arttırarak ülkemiz dış politikasının stratejik dengelerini ve ulusal güvenliğimizi tehdit edecek neticeler yaratabilecektir.6 

Bütün bunların yanında elverişli yaşam alanı aramak durumunda kalacak olan özellikle Avrupa ülkelerinin, Türkiye’ye yapmaları muhtemel kitlesel göçün yaratacağı sıkıntıların yanında, siyasi ve askeri olarak da Türkiye’yi etkilemeye çalışacakları beklenmektedir. Dolayısı ile Türkiye’nin hem su kaynakları, hem de yaşam alanı cazibesi nedeniyle güvenliği olumsuz yönde etkilenecek ülkelerin başında geleceği değerlendirilmektedir. Küresel iklim değişikliğinin devam etmesi halinde Türkiye de yeni imkânlar arama yoluna gidecektir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Küresel ısınma ve bunun getirdiği küresel iklim değişikliği, yaşamın her yönü ile getirdiği ve getireceği olumsuzluklar açısından bütün dünyayı etkileyebilecek küresel bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle alınacak olan tedbirlerin de küresel alanda olması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu maksatla hazırlanan Kyoto Protokolü’ne bütün ülkelerin imza koyması ve üstüne düşen görevleri ifa etmesi gerekmektedir. 

Ancak bu protokole halen imza atmayan ve yükümlülüklerini yeteri kadar yerine getirmeyen ülkeler bulunmaktadır. Özellikle sanayileşmiş ve güçlü ülkeler bu konuda duyarsızlıklarını devam ettirmektedir. Kendilerini de olumsuz yönde etkilemesine rağmen endüstriyel ve ekonomik alanda üstünlüklerini devam ettirme düşüncesinde olan bu ülkeler üzerinde, yaşamsal önemdeki bu küresel olaya duyarlı olmaları konusunda, uluslar arası kamuoyunda tam bir baskı oluşturulması elzem görülmektedir. 

Bu protokole imza atmayan ülkeler arasında bulunan ABD’nin yeni başkanı Obama’nın, küresel ısınmadan sorumlu karbondioksit ve diğer sera etkisi yaratan gazların atmosfere salımının önemli ölçüde azaltılmasını öngören “ABD Temiz Enerji ve Güvenlik Yasa Tasarısı”nı desteklemesi olumlu bir gelişme olarak nitelendirilmektedir.7 

Türkiye bu protokolü imzalamış ve yükümlülüklerini yerine getireceğini beyan etmiştir. Bu konuda uluslararası alanda yürütülen çalışmalara 
katılarak hem kendi yükümlülüklerini yerine getirdiğini göstermeli, hem de diğer ülkeleri bu konuda daha duyarlı davranmaya ikna etmelidir. Türkiye, su kaynaklarının tasarruflu ve verimli kullanılması, sınır aşan suların durumunun takip edilmesi ve çıkarlarının korunması konusunda bir çalışma yapmalı, buna ilişkin plan yapması ve takip etmesi için organize olmalıdır. 

Enerji arz güvenliği konusunda yapılmakta olan çalışmalarda yenilenebilir enerji kaynaklarına gereken önemi vermeli, diğer alternatif kaynakların kullanılması yönünde çalışmalar yapmalıdır. Küresel iklim değişikliği ve bunun sonuçları hakkında kamuoyu aydınlatılmalı, eğitimde bu konuya yer verilmeli ve medya bu konuyu hayati olarak değerlendirerek gerekli katkıyı sağlama konusunda hassasiyet göstermelidir. 

Küresel iklim değişikliğin yaratacağı etkileri azaltmak ve ondan korunmak maksadıyla alınacak tedbirlerin yanında konu, ulusal bir güvenlik sorunu olarak algılanmalı, çeşitli güvenlik konularının yanında küresel iklim değişikliğinin askeri güvenliğe etki edeceği düşüncesi ile gerekli tedbirler alınmalıdır. 

Ülkemizin bulunduğu coğrafya, su kaynakları, tarım ve yaşam alanları açısından durumu dikkate alındığında çevremizdeki gelişmelerden fazlası ile etkileneceği bir gerçektir. Türkiye’nin, diğer ülkelerin aşırı ve kendi aleyhine olacak talepleriyle, kitlesel göçün yaratacağı ekonomik, sosyal ve güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kalacağı değerlendirilmektedir. Bütün bunların sonucu olarak da bölgenin istikrarsızlaşacağı, çatışmalara neden olacağı düşünülmektedir. 

ABD’de Center for Naval Analyses (CNA) adlı düşünce kuruluşu, emekli generaller ve amiraller tarafından hazırlanan “Ulusal Güvenlik ve İklim Değişikliği” başlıklı bir rapor yayımlamıştır. Diğer ülkeler de buna benzer çalışmalar yapmaktadır.8 

Türkiye’nin de küresel iklim değişikliğinden her yönden ve özellikle güvenlik açısından etkilenecek hassasiyette bir ülke olması nedeniyle, olası olaylara karşı 
alması gereken önlemleri ortaya çıkarabilmesi ve tedbirlerde ön alabilmesi için güvenlik senaryoları ortaya koyması ve üzerinde çalışılması gerekli görülmektedir. 

DİPNOTLAR 

1 Emel Aktaş, “Küresel İklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkisi”, Genelkurmay Bülteni, Mart-Nisan 2009, Sayı:83, s.44 
2 Ibid. 
3 “İngiltere Surrey Üniversitesi Tıp Fakültesi Profosörü Vincent Marks ve Londra Üniversitesi Tıp Fakültesi Profosörü Stanley Feldman’ın ortak kitabı”, 23 Haziran 2009,.www.milliyet.com.tr, ( Son Erişim: 23 Haziran 2009). 
4 “Dünya Bankası İklim Değişiklik Raporu Türkiye’yi de Kapsayan Havzada Beklenen Daha Kötü Sonuçlar” ,3 Haziran 2009, http://www.usakgundem.com/haber/36598/d%C3%BCnya-bankas%C4%B1-%C4%B0klim-de%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi-raporu-quot-t%C3%BCrkiye-39-yi-de-kapsayanhavzada-
beklenenden-daha-k%C3%B6t%C3%BC-sonu%C3%A7lar-quot-.html, (Son Erişim 12 Haziran 2009) 
5 Le Monde Diplomatique Türkiye Aylık Gazetesi, 15 Haziran-15 Temmuz 2009, Sayı:5, s.2 
6 Emel Aktaş, “Küresel İklim Değişikliğinin Türkiye’nin Güvenlik Politikalarına Etkisi”, Genelkurmay Bülteni, Mart-Nisan 2009, Sayı:83, s.48. 
7 “ABD’de iklim tasarısına Kongre’den İlk Onay”, Milliyet, 28 Haziran 2009. 
8 Genelkurmay ATASE SAREM Başkanlığı tarafından 11 Haziran 2009 tarihinde düzenlenen Küresel İklim Değişikliği ve Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri” konulu  sempozyumdaki E.Tuğg.Nejat Eslen’in konuşmasından.

***

2 Kasım 2018 Cuma

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE TÜRKİYE,

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE TÜRKİYE,



19.10.2014 Trabzon Haber Ajansı İnternet Gazetesi


Orta Doğu coğrafyası yirmi birince asrın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu günlerde tekrar yeniden şekillenmeye başlamıştır.

On sekizinci asrın başlarında sanayileşmeye başlayan Avrupa devletleri enerji ihtiyaçlarını karşılamak üzere gözlerini Osmanlı idaresi altında bulunan ve halkının çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Orta Doğu coğrafyasına dikmişlerdir…

İngiliz siyaseti de denilen tabirin sahibi olan İngiltere bu hususta liderliği kimseye bırakmamıştır…

Denizin ortasında ada devleti olan İngiltere üzerinde güneş batmayan BİRLEŞİK KRALLIK adı altında sömürgeler imparatorluğunu kurarken hep bu İngiliz siyasetinden yararlanmıştır…

İngiliz siyaseti dediğimiz olgu öyle bir olgudur ki “Aslanı kediye” mahkum eden bir siyasettir…

İngiliz sömürgeler bakanlığı kendi bünyesinde oluşturduğu birimlerde sömüreceği ülkelerin yönetim kademesindeki insanların dublörlerini oluşturarak, o insanlar gibi giyim ve kuşamlarını tanzim ederek, onlar gibi yedirip içirerek hatta aile ortamını dahi sağlayarak uzaktan düşünce okuma sanatını dahi geliştirmişlerdir.

Bir vali ve çevresindeki birkaç korumasından oluşan küçük bir İngiliz’le koskoca bir vilayeti sömüren İngiliz siyaseti gücünü bu durumdan alıyordu…

Mısır’da oturan İngiliz valisine Osmanlı 1.000 asker ile kanalı geçse Mısır’ı nasıl savunacaksınız diye sorulduğunda verdiği cevap dikkate şayandır:
Savunmayız, bırakıp gideriz. Ama biz hiçbir zaman Osmanlının değil 1.000, on asker bile Mısır’a sevk edeceğine fırsat vermeyiz demiştir…
Bir asır önce Orta Doğu coğrafyasını İngilizler böyle dizayn etmişlerdi…
Bu hususta kimlerden nasıl ve ne şekilde istifa ettiklerini isim isim saymaya gerek yok…
Bazen şeyh kılığında, bazen idareci şeklinde, bazen asker konumunda, bazen tüccar bazen, bazen v.s. girmedikleri şekil ve kılık İngiliz menfaati için kullanmadıkları yöntem kalmamıştır…

Günümüzde ise İngiliz siyasetinden beslenen ABD Orta Doğu cofrafyasını tekrar şekillendirmeye çalışmaktadır…

ABD 2005-2009 yılları arasında Dış İşleri Bakanlığı yapan ve bakanlık görevinden önce Beyaz Saray sözcülüğünde bulunan Condoleezza Rice 2002 yılında Fas’tan-Afganistan’a 26 İslam ülkesinin sınırları değişecek ifadesini kullanmıştı…

Adına önceleri GOP sonraları değiştirilerek BOP denen Orta Doğu Projesi kapsamında “EŞ BAŞKANLIK” görev taksimleri dahi yapılmıştı…

Bakanlığı döneminde bu değişikliğin alt yapısını oluşturan Bayan Rice sınırları değişecek olan İslam ülkelerinde etnitise ve mezhepçilik adı altında oluşumlar ortaya çıkararak dış müdahalenin yerini içeriden müdahale ile çözmeye çalışmışlardır…
Arap baharı ile başlayan süreç işte böyle bir çalışmanın ürünüdür…
Türkiye, Arap baharı ile başlayan süreçte İslam ülkeleri yöneticilerini hep zalimlikle suçlayarak, yönetime isyan eden muhaliflerin yanında yer almıştır.
Mısır’da önceleri kısmı başarı elde edilmiş gibi gözükse bile sonraları “Müslüman Kardeşler” yönetimden uzaklaştırılınca Türkiye burada yalnızlığa itilmiş oldu…

Diğer taraftan bütün çalışmalara rağmen Suriye’de ÉESAD” yönetimi devrilemeyin ce oradan gelen yaklaşık 2.000.000 mülteci de Türkiye’nin başına büyük bir sıkıntı oldu…

ESAD muhaliflerinden olan “EN_NUSRA” cephesi içerisinden çıkan ve kendilerini “IŞİD” olarak isimlendiren grup en acımasız şekilde Orta Doğu’da Müslüman katliamına çıkarak bu coğrafyayı kan gölüne çevirmişlerdir.

“IŞİD” grubu İslam’ın sembolü olan “Kelime-i Tevhidi” bayraklaştırarak İslam adına ortaya çıktıklarını iddia etmelerine rağmen günümüzde İslam’a en büyük zararı vermektedirler…

Aslında bunlar kutsalı ilahlaştırarak aşırı giden ve ilahlarına insan kurban adayan kaldanililer den de daha aşırı bir durumdadırlar…

Tam da böyle bir ortamda Türkiye’de yeni kurulan hükümetin Başbakanı “Yeni Türkiye” ismini dillendirmeye başladı… “Osmanlı modeli” ifadeleri kullanılarak TV kanallarında “Lozan antlaşması, 1924 anayasası, cumhuriyet” gibi kavramlar tartışma konusu yapılmaya başlandı…

Orta Doğu kaynayan bir kazan haline geldi. İçerisine giren yanmaktadır…

Türkiye bir taraftan bu kaynayan kazanın içerisine girmek için bütün emeğini harcarken diğer taraftan kendi içerisinde de “KOBANİ” desteği adı altında bölünme niyetli isyan denemeleri ile karşı karşıya kalmaktadır…

Bir taraftan Orta Doğu yeniden şekillenirken diğer taraftan TÜRKİYE CUMHURİYETİ de yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır…

Bu gidişat tersine çevrilmez ise 2023 yılında üniter yapısı içerisinde bir TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ kalmayacaktır…

MEHMET BAŞTÜRK

www.mehmetbasturk.com                        

http://www.mehmetbasturk.com/konu_detay.php?Meczup=349

KIBRIS TÜRKTÜR VE TÜRK KALACAKTIR.,

KIBRIS TÜRKTÜR VE TÜRK KALACAKTIR.,



Dr.TahirTamer Kumkale
20 TEMMUZ 2018

( Bölgesi’nin) İkmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir. (Kemal Atatürk)
———————
Bugün 20 Temmuz 2018, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Adasına Barış getirmek için gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının 44 nci zafer yılını kutluyoruz.

1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak vazgeçilemez hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz yoktur. Çünkü bugün sadece Kıbrıs Rum kesimini temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti, 1 Mayıs 2004’den itibaren Avrupa Birliği üyesidir..

Türkiye, uluslararası anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını hiç dikkate almadan, alınmayacağımız kesin olan AB üyeliği uğruna Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir.

44 yıldır hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Çünkü tanınması için Türkiye ve KKTC yönetimi 44 yıldır ciddi hiçbir girişimde bulunmamıştır.

Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde çıkar hesaplarının odaklandığı başka bir ülke yoktur. Dünyayı küresel çıkarları istikametinde yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları, dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır.

Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.

Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar.

Kıbrıs ile ilgili tam teslimiyetçi ve ilgisiz tutumumuz devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit, Rodos ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır. KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan hakların her ne pahasına olursa olsun korunması kaçınılmaz bir zorunluluktur..

Kıbrıs’ta TSK’nin barış harekâtı ile 44 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen süre içinde tek kişinin dahi burnunun kanamadığını, adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonunun olduğu gerçeğini unutmamalıyız.

400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için Türk milletinin tüm varlığı ile mücadele edeceğine inanıyorum. Bu küçük adada kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.

Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, Kıbrıs topraklarını vatanlaştıran kahraman şehit ve gazilerimizin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhları şad olsun..

https://kumkale.wordpress.com/2018/07/20/kibris-turktur-ve-turk-kalacaktir/

20 TEMMUZ 1974 KIBRIS BARIŞ HAREKATINI UNUTMAYALIM.. UNUTTURMAYALIM..

20 TEMMUZ 1974 KIBRIS BARIŞ HAREKATINI UNUTMAYALIM.. UNUTTURMAYALIM..


Dr. Tahir Tamer Kumkale
20 Temmuz 2018

Milleti aldatmayacağız! 
Millete daima ve daima hakikati söyleyeceğiz. Belki hata ederiz, yanlış şeyleri hakikat zannederiz, fakat millet onu düzeltsin. Kendimizi kimsenin üstünde görmeğe de hakkımız yoktur.
- Gazi Mustafa Kemal Atatürk-(1923)
....

Bugün 20 Temmuz 2013, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının üzerinden tam 39 yıl geçmiş. Fakat zaferle taçlanan Barış harekatından 39 yıl sonra KIBRIS’ta genel durum Türkiye’nin milli menfaatleri yönünde gelişmemektedir.

1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz kalmamıştır. Çünkü bugün Kıbrıs Rum tarafınca temsil edilen Kıbrıs Cumhuriyeti 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren 28 Avrupa Birliği üyesinden birisidir.

Türkiye anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını dikkate almadan, kendi eliyle hiçbir zaman katılamayacağı üyeleri tarafından devamlı olarak dillendirilen AB üyeliği yolunda ilerleyebilmek için Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir.

20 Temmuz 1974’ten itibaren hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini henüz Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Tanınması yolunda ne Türkiye ve ne de KKTC yönetimi hiçbir girişimde bulunmamaktadır. AB ile ilişkilerin bugün geldiği boyutlar dikkate alındığında Türkiye’nin de KKTC’nin bağımsızlığını tam olarak tanıyıp tanımadığı da şüphelidir.

“Çözümsüzlük çözüm değildir” diyen ve ayrıca “Kazan-kazan politikası” uyguladığını vurgulayan AKP yönetimi AB üyeliği uğruna küresel güçlerin çekim merkezindeki bu stratejik toprak parçasındaki haklarımızdan vazgeçmiş gibidir.

14 Aralık 2003 seçimlerinden önce yaptığım KKTC ziyaretlerimde bu küçük adada dönen dolapları ve çevrilen entrikaları görerek dehşete kapılmıştım. Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde menfaatlerin odaklandığı başka bir ülkenin olmadığına şahit olmuştum.

Dünyayı küresel menfaatler yönünde yeniden yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır. ABD ve AB baskısından çekinildiği için Türkiye’den başka hiçbir ülkenin tanımak istemediği KKTC, bugün belki de dünyanın örnek gösterilecek kadar demokratik kuralların hâkim olduğu bir ülkedir. Geçen süreç içinde KKTC’de demokratik yönetim tam anlamı ile yerleşmiştir. Her alanda kendi kendine yeterli bir ülke seviyesine erişmiştir.

Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.

Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar. Ve ne yazık ki bunda da muvaffak oluyorlar.

Bilindiği gibi, dış dünyanın dayatmalarına karşı inatla direnen KKTC kurucu cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş, Türkiye’ninde desteği alınarak saf dışı bırakıldı. 24 Nisan 2004 referandumu sonrası yaşananlar karşısında Denktaş’ı susturmakta karar kılan ağızlar ne diyeceklerini bilemez hale geldiler. Baskı ve yalan dolu sözlere kanarak Kofi Annan Planı’na evet diyen aldatılmış ve yönlendirilmiş Türk toplumu oynanan oyunların gerçek yüzünü çok geç gördü.

Zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün 20 Nisan 2005’te Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada vurguladığı hususlar ile KKTC halkının kafalarındaki belirsizliğe açıklık getirmiş ve topluma büyük bir güven aşılamıştır. Orgeneral Özkök ;

“….Rum tarafı ciddi bir taahhüde girmeden çözümü sürüncemede bırakmayı, süreci zamana yaymayı ve bu arada adil ve kalıcı barışa ilişkin parametreleri ortadan kaldırarak Türkiye’den AB müzakereleri vesilesiyle tek taraflı tavizler koparmayı, Kıbrıslı Türkleri kendine yamamayı, KKTC’ni etkisizleştirerek adayı tek başına ele geçirmeyi hedeflemektedir. Bilindiği gibi Türk dış politikası çerçevesinde, Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum yönetimini bütün Ada’nın temsilcisi olarak tanıması asla söz konusu değildir. Türkiye, Ada’da eşit siyasi statülü taraflar arasında gerçekleştirilecek müzakere süreci sonunda ortaya çıkan ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı olmayan bir yeni düzeni tanıyabilir. Bu yeni düzen Türkiye’nin Garanti ve İttifak Anlaşmasından doğan haklarına halel getirmemelidir.”diyerek adeta Türkiye’nin Kıbrıs politikalarını özetliyordu.

Biz biliyoruz ki, Türkler tarihte pek çok büyük devlet kurmuştur. Bir kısmı uzun ömürlü imparatorluk seviyesinde, bir kısmı küçük ve kısa ömürlü beylikler halinde tarihte yer alan bütün bu Türk devletlerinin kuruluşlarında değil, ama yıkılışlarındaki benzerlik çok dikkat çekicidir. Tarihteki Türk devletlerinin hiçbiri dışarıdan gelen güçler tarafından yıkılmamıştır. Bu devletlerin tamamı içeriden bölünerek veya başka Türk devletinin saldırısı ile yıkılarak tarih olmuşlardır. Yani ortak bir kaderimiz ve devletlerimizi kendi elimizle ortadan kaldırmak gibi bir kötü alışkanlığımız vardır. Nitekim son büyük Türk cihan devleti olan Osmanlı’yı da genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti kabul ettiği bir kanunla saltanatı kaldırarak tarihteki köşesine göndermiştir. Günümüzde Kıbrıs’ta da aynen tarih tekerrür ettirilmek istenmektedir. Bağımsız bir Türk devleti bizim elimizle ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bunun için her türlü senaryo hazırlanmış, oyunlar sahneye konulmuş ve oyunun son perdesi oynanmaktadır.

AKP hükümetinin tam teslimiyetçi ve tavizkar tutumu devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit’te, Rodos’ta ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır.

KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan haklar her ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Kıbrıs’la başlayarak Anadolu topraklarında dünya imparatorluğuna oynayan devletlerin kolaylıkla ele geçirip kontrol edebileceği birkaç küçük devletçik oluşmasına izin verilmemelidir.

Yıllardır Psikolojik Harekât operasyonları ile beyinleri uyuşturulan Türk halkı Kıbrıs’taki milli çıkarlarımızı ve bu toprağın Türkiye’nin güvenliği için önemini hâlâ kavrayamamıştır. Bu duruma dünyayı yeniden yapılandırmaya çalışan küresel toplum mühendislerinin yıllarca sabırla sürdürdükleri politikalarla gelinmiştir.

Başbakan Erdoğan meclisteki parti grubunda yaptığı bir konuşmada “Kıbrıs’ta çözümün AB’de değil,  Birleşmiş Milletlerde olduğunu” vurgulayarak AK Partinin KKTC’yi sahiplenmediğini ve artık gözden çıkardığını resmen açıklamıştır.

Kıbrıs’ta barış harekâtı ile 39 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen 39 yılda tek kişinin dahi burnunun kanamadığı adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonu olduğunu Başbakan Erdoğan’ın bilmemesi kabul edilemez. Buna rağmen gerek AKP’nin KKTC’yi yaşatmak ve üçüncü ülkelere tanıtmak gibi bir düşünceleri yoktur. Bütün söylemleri çözüm adı altında Kıbrıs Türk toplumunun güneydeki Rumlara BM eliyle yama edilmesi yönündedir.

Başbakanın, dışişleri bakanımızın ve mensup oldukları partinin KKTC’nin devamlılığını sağlamak gibi bir politikaları olmayabilir. Bu çok doğal siyasi bir tercihtir.  Bu yolda çaba harcamaları da doğaldır. Onlar bu siyasi tercihlerinin sonucunu milletten sandıkta alırlar. Bu bir yönetim riskidir. Sonuçlarına da katlanırlar.  Burada anlaşılamayan husus daha düne kadar partiler üstü milli bir dava olan ve yıllarca aynen sürdürülen Kıbrıs politikamıza milletin temsilcilerinin (TBMM’de alınan pek çok karara rağmen) ve devletin tecrübeli kadrolarının neden sahip çıkmadıklarıdır.

1974 öncesini bilen ve KKTC’yi kuran neslin yaşları altmış civarındadır.. Artık silah kullanarak  kazandıkları devletlerini yeniden kurtaracak fiziki güçleri kalmamıştır ama mücadele ruhları aynen durmaktadır. Bunlar, yeni yetişen ve yaşları otuz civarında olan genç nesil ile her alanda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Gençler eskiyi çok iyi bilmediklerinden,  üzerlerindeki yoğun propaganda ve psikolojik baskıyı kıramadıklarından uluorta dağıtılan euro-dolarlara kanarak avrupalı olacaklarını sanarak Rum kesimi ile  birlikte hareket etmektedir.

400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için bu milletin her şeyi ile mücadele edeceğine inanıyorum. Kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.

Halkımızın mücadele azminin bitmediğini iyi biliyorum. Beyinlerinin uyuşturulduğu sanılan aziz milletimizin 2013 yılında gençlerimiz önderliğinde yarattığı başkaldırışı ve “Atatürkte Birleşme” çabasını gururla izliyorum. Türkün hiç bir zaman kandırılamayacağını, baskılara asla boyun eğmeyeceğini ve tüm küresel çabalara rağmen milli değerlerine sahip çıkacağını bir kere daha gördük.

Halkımızın mücadele azmi devam ettiği sürece tarihin tekerrür etmeyeceğini, bugün Kıbrıs’ı AB’ne üyelik hayali karşısında terke karar verenlerin sanal güçlerinin buna yetmeyeceğini birlikte göreceğimize inanıyorum.

Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, bugün sessizce vatan topraklarının satışını izleyen halkımın gür sesini çıkarmak için fırsat beklediğini değerlendiriyorum.

Dr.TahirTamer Kumkale
http://www.kumkale.net
https://kumkale.wordpress.com


https://kumkale.wordpress.com/2013/07/20/20-temmuz-1974-kibris-baris-harekatini-unutmayalim-unutturmayalim/


***


20 TEMMUZ 1974, KIBRIS BARIŞ HAREKATI

20 TEMMUZ 1974, KIBRIS BARIŞ HAREKATI,



Dr. Tahir Tamer Kumkale
20 Temmuz 2015

Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir. (Kemal Atatürk)

   Bugün 20 Temmuz 2015, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Adasına Barış getirmek için gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının 41 nci zafer yılını kutluyoruz. Fakat bugün zaferle taçlanan harekattan 41 yıl sonra KIBRIS’taki genel durumun Türkiye  ve Kıbrıs Türk Toplumunun  milli çıkarları doğrultusunda gelişmediğini üzülerek görüyoruz..

1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz kalmamıştır. Çünkü bugün sadece Kıbrıs Rum tarafınca temsil edilen Kıbrıs Cumhuriyeti, 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren Avrupa Birliği üyesidir..

Türkiye, uluslararası anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını dikkate almadan, hiçbir zaman katılamayacağı AB üyeliği yolunda ilerleyebilmek için Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir. 

20 Temmuz 1974’ten itibaren hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini henüz Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Tanınması yolunda ne Türkiye ve ne de KKTC yönetimi tam 41 yıldır ciddi hiçbir girişimde bulunmamıştır. AB ile ilişkilerin bugün geldiği boyutlar dikkate alındığında Türkiye’nin de KKTC’nin bağımsızlığını tam olarak tanıyıp tanımadığı da şüphelidir. AKP yönetimi, hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği açıkça belli olan AB üyeliği uğruna küresel güçlerin çekim merkezindeki bu stratejik toprak parçasındaki haklarımızdan vazgeçmiş gibidir.

Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde çıkar hesaplarının odaklandığı başka bir ülke yoktur. Dünyayı küresel çıkarları istikametinde yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları, dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır.

Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.

Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar. Ve ne yazık ki bunda da muvaffak oluyorlar.

AKP hükümetinin tam teslimiyetçi ve tavizkar tutumu devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit’te, Rodos’ta ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır. KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan hakların her ne pahasına olursa olsun korunması kaçınılmaz bir zorunluluktur..

Yıllardır Psikolojik Harekât operasyonları ile beyinleri uyuşturulan Türk halkı Kıbrıs’taki milli çıkarlarımızı ve bu toprağın Türkiye’nin güvenliği için önemini hâlâ kavrayamamıştır. Bu duruma, dünyayı yeniden yapılandırmaya çalışan küresel toplum mühendislerinin yıllarca sabırla sürdürdükleri politikalarla gelinmiştir.

Kıbrıs’ta TSK’nin barış harekâtı ile 41 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen süre içinde tek kişinin dahi burnunun kanamadığını, adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonunun olduğu gerçeğini unutmamalıyız.

Buna rağmen 13 yıldır tek başına iktidarda olan AKP’nin KKTC’yi yaşatmak ve üçüncü ülkelere tanıtmak gibi bir düşüncesi olmamıştır. AKP’nin tüm gayretleri çözüm adı altında Kıbrıs Türk toplumunun güneydeki Rumlara BM eliyle yama edilmesi yönündedir.

1974 öncesini bilen ve KKTC’yi kuran neslin yaşları bugün altmış civarındadır. Bu kişilerin artık silah kullanarak kazandıkları devletlerini yeniden kurtaracak fiziki güçleri kalmamıştır ama mücadele ruhları aynen durmaktadır. Bunlar, yeni yetişen ve yaşları otuz civarında olan genç nesil ile her alanda fikir ayrılığı içindedir. Gençler eskiyi  iyi bilmediklerinden, üzerlerindeki yoğun psikolojik baskıyla açıkça dağıtılan euro-dolarlara kanarak avrupalı olacaklarını sanmakta ve Rum kesimi ile birlikte hareket etmektedir.

400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için Türk milletinin tüm varlığı ile mücadele edeceğine inanıyorum. Bu küçük adada kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.

Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, bugün sessizce vatan topraklarının satışını izleyen halkımın gür sesini çıkarmak için fırsat beklediğini değerlendiriyorum.


Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://www.kumkale.net
https://kumkale.wordpress.com


https://kumkale.wordpress.com/2015/07/20/20-temmuz-1974-kibris-baris-harekati/

***********