Gözde Kılıç Yaşın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gözde Kılıç Yaşın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Aralık 2017 Cumartesi

Türk Savaş Gemileri Bosna'ya Giremeyecek mi

Türk Savaş Gemileri Bosna'ya Giremeyecek mi,





Türk Savaş Gemileri Bosna'ya Giremeyecek mi? 


FİKİR TANKI - 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           


Türk Savaş Gemileri Bosna'ya Giremeyecek mi? 

Deniz Kuvvetleri Komutanlığına ait Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve Sokullu Mehmet Paşa isimli iki gemi, 15-18 Temmuz tarihleri arasında Bosna Hersek'e dostluk 
ziyareti gerçekleştirecekti. Harp okulunda okuyan ve eğitim-öğretim yılını tamamlayan öğrencilerin yaz dönemi bilgi, görgü ve genel kültürlerini arttırmak 
amacıyla düzenlenen gezi kapsamında Neum'a gelecek 300'ü öğrenci 600 kişilik grup, üç gün boyunca Mostar, Saraybosna ve Neum şehirlerinde kültür gezileri 
yapacaktı. Gemilerin gelişi ile ilgili tüm izinler Bosna Hersek Dışişleri Bakanlığından alınmıştı. 15 Temmuz'da Sokullu Mehmet Paşa isimli gemide Bosna 
Hersek'in devlet erkanının da katılımıyla iftar yemeği verilecekti. Yaklaşık iki ay önce Hırvatistan'ın Split şehrini ziyaret eden gemiler, tüm ihtiyaçlarını 
geldikleri liman bölgesindeki yerleşim merkezinden karşılayacakları için Neum'a büyük bir gelir de sağlayacaklardı. 

Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve Sokullu Mehmet Paşa gemileri Bosna'ya gidiyor,


08.07.2014 00:10


Deniz Kuvvetleri Komutanlığına ait Cezayirli Gazi Hasan Paşa   ve Sokullu Mehmet Paşa isimli iki gemi, 15-18 Temmuz tarihleri arasında Bosna Hersek’e dostluk 
ziyareti gerçekleştirecek.

Harp okulunda okuyan ve eğitim-öğretim yılını tamamlayan öğrencilerin yaz dönemi bilgi, görgü ve genel kültürlerini arttırmak amacıyla düzenlenen gezi kapsamında, 15-18 Temmuz tarihleri arasında Bosna Hersek'in Neum şehri açıklarına demirleyecek gemileri ziyaret etmek mümkün olacak- Ramazan ayı münasebetiyle, Bosna Hersek devlet erkanının da katılımıyla gemilerin birinde iftar programı düzenlenecek.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığına ait Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve Sokullu Mehmet Paşa isimli iki gemi, 15-18 Temmuz tarihleri arasında Bosna Hersek’e dostluk ziyareti gerçekleştirecek.
Harp okulunda okuyan ve eğitim-öğretim yılını tamamlayan öğrencilerin yaz dönemi bilgi, görgü ve genel kültürlerini arttırmak amacıyla düzenlenen gezi kapsamında Neum’a gelecek 300’ü öğrenci 600 kişilik grup, üç gün boyunca Mostar, Saraybosna ve Neum şehirlerinde kültür gezileri yapacak.
Gemilerin gelişi ile ilgili tüm izinler Bosna Hersek Dışişleri Bakanlığından alınırken, gemilerin savaş gemisinden ziyade birer eğitim uygulama gemisi olacağı, öğrencilerin ziyade kültür gezisi icra edecekleri bildirildi.
Öğrencilerin yapacağı kültür gezilerinin yanı sıra gemilerin komutanı tarafından oluşturan bir heyet de Saraybosna, Mostar ve Neum’daki resmi makamlara ziyaretler yapacak. Öte yandan, 15 Temmuz’da Sokullu Mehmet Paşa isimli gemide Bosna Hersek’in devlet erkanının da katılımıyla iftar yemeği verilecek.
-Deniz kirliliğine müsade edilmeyecek

Bu arada, Neum şehrinin bir turizm şehri olması nedeniyle, denizlerin temiz tutulmasına da hassasiyet gösterilecek. Yetkililerden alınan bilgiye göre, gemilerde meydana gelen atıkların düzenli olarak denize hiçbir şey bırakılmadan son teknolojiye ait araçlarla alınacak ve bölgeden götürülecek. Öte yandan, turizmi olumsuz etkilememesi açısından gemilerin şehir merkezine 3 kilometre uzaklıkta demirleyeceği bildirildi.
Daha önce de yaz döneminde Neum şehrine gelen Türk donanmasına ait gemiler, yerel halk tarafından yoğun ilgi görmüştü. Bu yılda da gemi komutanlarınca belirlenecek saatlerde bölge halkına ve bölgedeki turistlere gemileri gezme imkanı sunulacak.
Öte yandan, gelen gemilerin tüm ihtiyaçlarını geldikleri liman bölgesindeki yerleşim merkezinden yapacakları gözönüne alınınca, bu kapsamnda gemileirn gelişi Neum’a büyük bir gelir de sağlayacak.
Yaklaşık iki ay önce Hırvatistan’ın Split şehrini ziyaret eden gemiler Neum’dan sonra, Barcelona, Livorno, La Valetta limanlarını da ziyaret edecek.
Deniz Haber Ajansı

 http://www.denizhaber.com.tr/cezayirli-gazi-hasan-pasa-ve-sokullu-mehmet-pasa-gemileri-bosnaya-gidiyor-haber-56470.htm   

NE VAR Kİ, HIRVAT BASINI, 

Bosna-Hersek Bakanlar Kurulu'nun bu iki geminin Neum'a gelişine izin vermediğini yazıyor. (Rüştü Şenyüz/Bosna) Bosnalı Sırp gazeteleri 
de "Neum, Türk gemilerine karşı" şeklinde haberi verdiler. Bosna basınında da Bakanlar Kurulu'nun gemilere izin vermediğini kaydettiler. Türkiye'ye ait askeri 
gemiler daha önce Mayıs 2009'da ve Temmuz 2010'da Neum'a benzer ziyaretler düzenlemişti. Ancak şimdi bir iptal ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. 
Bosna Hersek Dışişleri Bakanı'nın Bakanlar Kurulu'na danışmadan izin vermesinin sorunun temelini oluşturduğu görülüyor. Bosna Hersek'in Dayton Anlaşması'nın eseri olan siyasi sisteminin bu kez Türkiye-Bosna Hersek ilişkilerine zarar vermek üzere olduğunu görüyoruz.

Gözde Kılıç Yaşın 
09 Temmuz 2014 Çarşamba 

***

3 Ekim 2017 Salı

Birleşik Kıbrıs Federasyonu


Birleşik Kıbrıs Federasyonu

Gözde Kılıç Yaşın 




Kıbrıs’ta yürütülen müzakereler açısından en büyük sorun Türk tarafının karartma uygulaması ve hangi konuların görüşüldüğü bilgisinin paylaşılmamasıdır. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı 23 Temmuz 2015’te basına açıklama yaparak ilk kez müzakerelerle ilgili bilgilendirme yaptı.[1] Bu açıklamada Rumlar ve Türklerin kuracağı yeni devlete ‘Birleşik Kıbrıs Federasyonu’ adının verilmesini planladıklarını söyledi. Ayrıca yönetim ve toprak paylaşımına ilişkin bazı hususlarda ulaştıkları noktayı açıkladı.

Kıbrıs’ta müzakereler Mayıs ayından bu yana devam ediyor, 27 Temmuz 2015’de liderler yeniden bir araya gelecekler. Müzakerelerin içeriği ya da üzerinde uzlaşılan konular hakkında basına bilgi verilmiyor. Hangi konuların görüşüldüğüne ilişkin izlenim ise Rum siyasi partilerinin eleştiri ve itirazlarının basına yansıması sayesinde edinilebiliyor. Öte yandan Rum basınına Rum Lider Anastasiadis’in Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’yı tecrübesiz bulduğu, anlaşma yapmaya yatkın bulduğu yargıları da yansıdı. Yine Rum basınında Türk müzakere ekibinde uluslararası hukukçu bulunmamasına ilişkin yorumlara rastlanabiliyordu.

Müzakerelere ilişkin en çarpıcı açıklama sonunda doğrudan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’dan geldi. Daha önce zaten “aylar içinde çözüme ulaşabilir” demişti ve şimdide “Bütün konuları görüştük, görüşülmeyen konu kalmadı, tek gereken siyasi irade” dedi. Buna göre taraflar çözüm planına o denli yakınlaşmış durumdadır. Zira Akıncı yeni devletin adını da ilan etti: Birleşik Kıbrıs Federasyonu. Doğrusu BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Bart Eide’nin ümitvar açıklamaları da Akıncı’yı destekliyor. Eidi, “Müzakerelerde çok güzel bir hava ve ilerleme var ancak daha yapacak çok işimiz var. Güvenlik Konseyi üyeleri de bu durumun farkındadır.Hepimiz zaman limiti konusunda hemfikiriz. Liderler, onların müzakerecileri ve bizim ekibimiz bu konuda aynı görüşteyiz. Dolayısıyla ne zaman sonuç alacağımız konusunda bir fikir belirtememekle birlikte, bir kaç ay içinde diye konuşmayı çok arzuluyorum”[2] dedi.

Ne var ki Rum lider Nikos Anastasiadis hiç zaman kaybetmeden Akıncı’yı yalanladı ve “(Akıncı) Neyde anlaştığımızı değil neyi görüştüğümüz söyledi” diyerek Akıncı’nın Türk tezlerini anlattığını bunları kendisinin kabul etmediğini söyledi. Ortak açıklama yapılana dek zaten yalanlamalar gayet normal. Kaldı ki Rum tarafı Akıncı’nın açıklamalarından sonra karıştı ve Akıncı’nın açıkladığı bazı hususlarda uzlaşı ya da yakınlaşma sağlanmışsa bile Anastasiadis’in geri adım atmasını gerektirecek bir ortam söz konusu oldu.

Yine de müzakere sürecinde neler olup bittiğine ışık tutması için –Anastasiadis’in deyimiyle sadece görüşülen konular olsa bile- Akıncı’nın Birleşik Kıbrıs Federasyonu açıklamasının ayrıntılarına sırayla bakalım:

* Müzakerelerde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin oluşturduğu garantörlük dışında her konu konuşuldu. Ancak hassas olan toprak konusunda Türk ve Rumlara bırakılacak yüzdelik oranlar ve paylaşılacak yer isimleri sona bırakıldı.

Garantörlük zaten Kıbrıslı tarafların karar verebileceği bir konu başlığı değil, bu konuda İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin devreye girmesi gerekecektir. Bu da Beşli konferans düzenlendiği zaman gerçekleşecektir.

Toprak paylaşımı ise en netameli konu ve bugüne dek anlaşmaların yürürlüğe girmesinin önündeki en önemli engel toprak paylaşımında uzlaşıya varılamaması olmuştur. 171 bin nüfuslu KKTC yüzölçümü şu anda 3355 kilometre ve bu alan Kıbrıs Adası’nın yüzde 35.4’ünü oluşturuyor. Hatırlatmak gerekirse Annan Planı’na göre Türk tarafının elindeki toprak yüzde 36’dan yüzde 29,2’ye indirilecek ve Türk tarafı, Ada’nın kıyı şeridinin yüzde 52’sine sahip olacaktı. Mehmet Ali Talat’ın müzakereleri yürüttüğü dönemde Rum tarafı Annan Planı’na göre daha fazla toprak istemişti ve Talat da “Biz en başta (yani Annan Planı’nı kabul etmekle) 29 artıyı kabul ettiğimiz için toprak vermek zorundayız” demişti.[3]Not düşmek babında belirtelim ki Annan Planı’nın iki tarafça da kabul edilmemesi durumunda yok sayılacağı/bağlayıcılığının bulunmayacağı Planı’nın bir parçası olarak kabul edilmişti. Bu nedenle de yüzde 29’unu kabul eden daha azına da razı olur gibi bir yaklaşımın hiçbir geçerliliği bulunmamaktadır.  İkinci notumuz da Rauf Denktaş’ın toprak konusunda asla yüzde 30’un altına inmediği, bunu başlatanın Mehmet Ali Talat olduğu konusunda olsun. Talat’ın dediği gibi bir kez başlayınca devamı geliyor ve bugün de Rum tarafı Türklerin yüzde 25’e inmesini istemektedir. Dolayısıyla toprak konusunda bir ilerleme sağlanmadan anlaşma metni son halini almayacaktır.

* Federasyonu Kıbrıs Türk ve Rum kurucu devletleri oluşturacak. Her kurucu devletin kendi içinde ayrı bir vatandaşlığı olacak. 

Öncelikle “kurucu devlet”, “oluşturucu eyalet” farkının orijinal İngilizce metinde korunması gerektiğinin altı çizilmelidir. Dolayısıyla “constituent states” şeklinde İngilizce metinde yer alan ifadenin Türk liderlerce “Kurucu Devlet”; Rum liderlerce  “Oluşturucu Eyalet/kurucu devletçik-eyalet” çevirisiyle kullanımının yarattığı anlam karmaşası açık şekilde çözülmelidir. Rum tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti gibi tanınmış bir devlet ile KKTC’nin eş tutulmaması gerektiğine inandığı için “devletçik/eyalet” çevirisi yapıyor. Ancak böylesi önemli bir hususun muallakta bırakılmaması gerekir. Bunun yolu bu ifadeyle neyin kastedildiğinin anlaşma metninde tarif edilmesidir. İkisi arasındaki fark ise kurucu olanın federasyon ortaya çıkmadan önce de devlet olmasıdır. Konu basit bir kelime oyunu değildir ve hukuken 1959-1960 Antlaşmalarından Kıbrıslı Türkler lehine doğan hakların korunması ya da tek bir kelime farkıyla yok edilmesi meselesidir. Nitekim zaten ENOSİS, Akritas Planı, 1963 Kanlı Noel ve tüm diğerleri tamamen bu bahsi geçen hakların kaldırılmasıyla ilgili mevzulardır. Dolayısıyla 1963’ten bu yana çekilenler ve 1974’ten bu yana mücadelesi verilenlerin boşa gitmemesi için Akıncı’nın ifade ettiği şekliyle “Kurucu Devlet” anlamının vurgulanması ve birleşmenin iki devlet arasında gerçekleştiğinin metne kaydedilmesi gerekmektedir. Akdi takdirde kendi kendini ve tüm Türkleri kandırma durumu Annan Planı’ndan bu yana devam ediyor olacaktır. Üstelik o plan işlemeyecek, kısa sürede tarafları çatışmaya sürükleyecektir. Tek devlet çatısı altında birleştikten sonra elbette iki taraf da “eyalet” olacaktır ancak birleşmeyi yapanın “kendi kaderini tayin hakkına sahip” iki devlet olduğu ve ortaya çıkacak tek devlete devrettikleri bir “egemenliğin” birleşme öncesinde var olduğu hususu unutulmamalıdır.

Her kurucu devletin kendi içinde ayrı bir vatandaşlığı olduğu hususu ise “tek egemenlik, tek uluslararası temsiliyet, tek vatandaşlık” uzlaşısından bir geri adım ise Türk tarafı için bir kazanımdır. Bu, Hristofyas ve Talat’ın üzerinde fikir birliğine vardığı ve Türk tarafının Türk tezlerinden bir kez daha vazgeçmesi anlamına gelen bir uzlaşıydı. Dahası ikili böyle bir karara varmadan önce “tek egemenlik, tek uluslararası temsiliyet, tek vatandaşlık” oluşumu Hristofyas’ın İngiltere ziyaretinde ortaya çıkmış ve bu da Birleşik Krallık’ın Kıbrıs’a o enteresan dokunuşlarından biri olmuştu. İngiltere ile Hristofyas arasında ilan edilen ve bahsi geçen hususu içeren Memorandum da AKEL ve dolayısıyla o dönemin iktidarının Kıbrıs’taki üslerin boşaltılması ya da kirasının ödenmesi söylemine son vermesi karşılığında gündeme gelmişti. Akıncı’nın açıklamasının yeni bir durum yaratıp yaratmadığı ya da klasik Türk tezlerine dönüşü ifade edip etmediği ancak bir takım ayrıntıların da açıklanması durumunda kesinleşecektir.

* Yeni federal devletin alt ve üst olmak üzere iki parlamentosu olacak.

Mevcut koşullarda bu husus özel bir anlam taşımamaktadır.

* Kıbrıslı Türk ve Rumlar istedikleri bölgede ikamet edebilecek. 

Bu husus, “iki kesimlilik” ilkesinden açık bir şekilde uzaklaşıldığı anlamına gelmektedir. Planlar ve ilke arasında yavaş yavaş oluşturulan uçurum artık son noktasına gelmiştir. Denktaş’ın asla vazgeçmediği ilkelerden biri olan ve Kıbrıslı Türklerin can güvenliği için gerekli görülen bu ilke esasen Annan Planı döneminde işlevsiz kılınmıştı. Zira planda iki kesimliliği koruyan bir takım önlemler vardı ancak AB, bu tür deregasyonların uzun vadeli/ kalıcı olamayacağını zira AB müktesebatının özünü oluşturan seyahat, mal, mülk edinme özgürlüğünü ortadan kaldırdığını söylemişti. Yani Annan Planı kabul edilmiş olsaydı, metinde iki kesimliliği koruyan bir takım hususlar vardı ama bunlar kısa sürede çiğnenecekti. Burada Kıbrıslı bir Rum’un gidip Almanya’ya yerleşmesini mümkün kılan bir sistemin içerisine aynı kişinin kendi devletinin içinde yani Kıbrıs’ın kuzeyinde bir yerlere yerleşmesini yasaklayan bir istisna getiremezsiniz denilmiş olmaktadır. Kuşkusuz ki AB açısından mantıklı bir yaklaşımdır.

Sonuçta Türkler açısından ise mecburiyetten ya da alıştıra alıştıra oluşturulan koşullardan ötürü önemli bir ilke terk edilmiştir. Bu durumda kurucu devletlerin kendi vatandaşlıklarının bulunması da önemini yitirmektedir. İki kesimlilik ilkesi, 1974 öncesinde Rumların Türkleri küçük gettolarda yaşamaya mahkum etmesi ve her türlü insani ihtiyaç ya da ilacın geçmesini engellemeleri nedeniyle önemlidir. Kimse, bu tür insanlık dışı eylemlerin geçmişte kaldığını düşünmüyordur herhalde… Filistin en canlı örnekse de bunun gibi pek çok örnek bugün varlığını korumaktadır.

* Türk kurucu devletine yerleşecek Rumlar ya da tam tersi Rum tarafında gidecek Türkler, yaşadıkları kurucu devlette, yerel ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde seçme ve seçilme hakları olacak. Ancak bulundukları kurucu devletten federal parlamentoya gidecek milletvekilleri için seçme ya da seçilme hakkı olmayacak.(Rumların nüfusu Türklerden 4 misli fazla)

Burada, iki kesimliliğin ortadan kalkmasının doğuracağı zararlardan biri bertaraf edilmek istenmiştir. Rumlara göre eşitlik, eşit vatandaşlık anlamına gelir. –Eşit vatandaşlık imkanı zaten herhangi bir devlet için zorunludur- Buna göre Türkler ve Rumlar sandıkta eşittir. Türk siyasiler ve Rum siyasiler; Türk seçmen ve Rum seçmen eşit vatandaş olarak seçime gider. Ancak bu durum nüfus olarak azınlıkta olan Türklerin aleyhinedir. Böylesi bir koşulun kabul edilmesi, Batı Trakya Türkleri’nin Yunanistan’da yaşadığı seçme ve seçilme sorunlarının Kıbrıs’a taşınması anlamına gelir. Rumların “nüfus oranında temsil” tezi pek çok başka ülke için geçerli olsa da Kıbrıs için “kazanılmış haklar” nedeniyle söz konusu olamaz. 1960 Anayasası Türkler ve Rumları kurucu eşit halk olarak görmekte ve nüfus oranında temsili reddederek Türklerin siyasal eşitliğini vurgulamaktaydı. 1950-1960 döneminde Rumlar, Yunanistan ve bir kez de Hindistan tarafından defalarca BM Genel Kurulu’na Kıbrıs’taki Türklerin “azınlık” statüsüne ilişkin tasarı getirilmiş ancak tasarı reddedilmişti. Dolayısıyla Türkler siyasal olarak Rumların eşitidir, azınlık değildir. Kazanılmış hak mefhumu son derece önemli olduğundandır ki Yugoslavya Anayasası ile “kurucu halk” olduğu belirtilmiş Sırplar da Kosova’da bugün eskiden aldıkları hak nedeniyle kurucu halktır ve seçime girmeseler bile mecliste kendilerine ayrılmış sandalyeleri bulunur ve çeşitli durumlarda kararları “veto” hakları bulunmaktadır. Akıncı’nın dile getirdiği bu madde üzerinde uzlaşıya varılması durumunda hem bu husus hem de iki kesimlilik ilkesine aykırı yerleşimlerin yaratabileceği sorunlar kısmı olarak giderilmiş olabilir. Kısmi olarak ile parlamento seçimlerinde hem Türk milletvekillerinin Türklerin oyları ile seçilmesini hem de Türklerin oyları ile Türk adayların seçilebilmesini kastediyoruz. İlk kısmı açarsak Rumların oylarının daha fazla olacağı kesin ve bir kurucu devletteki tüm bireyler aynı sandıkta ve aynı adaylar için oy kullanacak olursa Rum tarafı kendi istediği Türk adayların meclise girmesini sağlayabilecektir. Örneğin UBP, DP gibi daha milliyetçi, sağ adayları sandığa gömülür ve solun daha Rumcu görünen adayları meclise gidebilir. Biz bunun yaşanmış örneğini Bosna Hersek’te görüyoruz: Cumhurbaşkanlığı’nın Hırvat üyesini, iyi organize olduklarında, Boşnakların oyları belirliyor. İkinci kısım ise elbette Türklerin oyunun heba olmaması ve Türk adayların aldıkları bu oyla meclise gidebilmesi anlamındadır. Ancak yerel seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu tür garantiler sağlanmamış olduğu Akıncı’nın açıklamasından anlaşılmaktadır. Bu da Türklere bırakılmış görünen –iki kesimlilik kalmadığı için görünen diyoruz- beldelerde de Belediye Başkanları’nın Rum olma ihtimalinin daha güçlü olduğunu gösteriyor. Ancak bunun doğrudan sonuçlarından biri Belediye işçilerinin de Rumlardan seçileceği ve dolayısıyla işsizlik gibi konularda bu açıdan Türklerin bir kaybının olacağıdır.




* Nüfus çoğunluğuna sahip Rumların iki kesimliliği ve siyasi eşitliği bozmaması için konuşulan kısıtlama AB kurallarına aykırı. Bu nedenle varılacak anlaşma, AB mahkemelerine yapılacak bireysel başvurularla delinmemesi için üye ülkelerinin tümünde parlamento onayından geçmesi ve ‘AB’nin birincil hukuku’ olması gerekiyor.

Bu husus son derece önemli, gerçekleşirse de Türkler açısından bir kazanım olabilir. Zira ne tür bir anlaşma yapılırsa yapılsın; içinde iki kesimlilik çok güçlü korunsa, oy kullanma ile ilgili hususların tamamı Türklerin kaybını engelleyecek şekilde düzenlense bile birleşme sonrasında bir tek kişinin AİHM’e başvurması ile anlaşma tamamen geçersiz hale gelebilir. Çünkü AB değerleri, AB müktesebatı öncelikli uygulanacak hukuktur yani birincil hukuktur. Yukarıda bahsi geçen kimi istisna sayılabilecek hususların AB üyesi ülkelerin tümünün parlamentosunun onayından geçmesi önerisi yerindedir. Ancak pek tabi ki garanti olarak düşünülen bu hususun gerçekten garanti sağlaması için “Anlaşma’nın ancak bu onaylardan sonra geçerli olacağı” gibi bir hususun da anlaşma metnine yazılması gerekir.

Ancak hemen belirtelim ki Akıncı’nın Anlaşma’nın AB Birincil Hukuku olması önerisi Anastasiadis’in tamamen ve öncelikle reddettiği/ yalanladığı; Rum siyasi partilerinin de en çok tepki verdiği maddedir. Aslında bu durumda belli ki uzlaşı metni olmayan bir takım hususları açıklamakla Akıncı’nın taktik bir hamle yaptığı ve bu arada bazı kesimlerin uyanmasını sağladığını söylemek mümkündür.

Akıncı’nın açıklamasında ayrıca ordu ve polis gücüyle ilgili de açıklamalar vardı. Bunlara bakarsak:

* Federal devletin polis gücü Türk ve Rumlar arasında yarı yarıya ya da %40 Türk, %60 Rum olacak. Oranlar henüz kesinleşmedi.

Doğrusu böylesi bir durum Türklerin lehine sayılmalıdır. Zira 1960 Kıbrıs Anayasası’nda Bakanlık sayısında 7ye 3 oranı vardı. Yine Anayasaya göre devlet işlerinde Türkler Rumlardan daha az olarak 30/70 ve askeri birliklerde 40/60 gibi kurallar çerçevesinde denge sağlanacaktı. Bu durumda 40/60 oranını eski hukukun yeniden tesisi olarak kabul etmek gerekir. Lakin Rum tarafının bu tür oranları yok saydığını ve Türklerin azınlık olduğunu iddia ederek devlette nüfusları oranında temsil edilmeleri gerektiğini düşündüğü için katliamlara giriştiğini hatırlamak ve bir kez daha bunu kabul edeni Rumların vatan haini ilan edeceğini not düşmek gerekir.

* Milli ordu olup olmayacağı müzakere ediliyor. Ordu olmayabilir.

1960 Kıbrıs Anayasası’nın 14. Maddesine göre Cumhuriyet Ordusu yüzde 60 Rum, yüzde 40 Türk ve memur kadroları yüzde 70 Rum, yüzde 30 Türk olmak üzere, her iki toplum fertlerinden oluşacaktı. Ordunun olmaması ise Avrupa’da örneği olan bir uygulamaysa da Kıbrıs için de yeni bir durum anlamına geliyor. Bugün Rum tarafının böyle bir durumu kabul etmesi zor görünmektedir.

* Taraflar, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz konusunda müzakereler devam ederken sorun çıkartacak, sondaj gibi adımlar atmama konusunda anlaştı.

Şu an bu konudaki tartışmalar dinmiş görünmektedir. Lakin Rum tarafı da zaten planladığı sondajları tamamlamış durumdadır. Basına hareketlilik yansımıyorsa da Afrodit platformundaki çalışmaların durdurulduğu duyurulmamıştır. Sadece Türkiye’nin sismik gemileri şu an göndermediği bilinmektedir.

* Federal devletin milli günleri (20 Temmuz Barış Harekâtı yıldönümü, KKTC’nin kuruluş yıldönümü gibi) konular henüz görüşülmedi. Her iki tarafta da benzer törenler bulunuyor.

Burada zaten bu hususun görüşülmediği belirtilmektedir. Ama bu görüşme yapılmadan da bir uzlaşı metninin ortaya çıkarılması güç olacaktır. Zira Rum tarafının bayram olarak kutladığı 1 Nisan’lardan vazgeçmesi pek ihtimal dahilinde değil. 1 Nisan 1955 EOKA’nın tedhiş ve terör faaliyetlerine başladığı tarihtir ve Türkler için acı, kayıp, ölüm anlamına gelse de Rumlar için milli kimliğin oluşturulmasına önemli bir gündür.

Açıklamanın değeri ve anlamını bir tarafa bırakırsak mevcut koşullarda KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın bu açıklamasının taktik bir hamle görünümünde olduğunu da söyleyebiliriz. Zira Kıbrıs müzakereleri esasen “Masadan önce kim kalkacak” yarışıdır. Aklı başında tüm liderler bu masadan uzlaşı çıkmayacağını bilmekte ve zaten birleşmeyi de ayrılığın kesinleşmesini de istemeyen oyun kurucuların istekleri doğrultusunda görüşmeleri yürütmektedir. Şimdi Rum tarafında tedirginlik oluşmuş bu da Anastasiadis üzerinde gerilim yaratmıştır. Aslına bakarsak Anastasiadis’in sürekli Akıncı hakkında aşırı olması nedeniyle şüpheli duran olumlayıcı açıklamaları ve Akıncı’nın siyasi zayıflığı vurguları da Akıncı ismi üzerinde Kuzey’de gerilim yaratıyordu. Siyaseten eşitlik gerçekleşmiş oldu. İkincisi Akıncı’nın bu açıklaması ve hemen üzerine Anastasiadis’ten gelen yalanlama Anastasiadis’i dünya gözünde “oyun bozmaya yakın”  bir pozisyona koymuştur. Tabi bu asla kalıcı olmayacaktır. Üçüncü olarak Rum tarafının da bir takım tavizler vermek zorunda kalabileceği gerçeği Rum kamuoyuna duyurulmuş ve belki bu fikre alıştırılmak istenmiş olabilir. Aynısı Türk tarafı için de geçerlidir. Zira Annan Planı'nda tam korunamayan iki kesimlilik ilkesinden Kuzey'e yüzde 20 oranında Rum'un yerleşmesine gidildiği endişesi vardı ancak şimdi "dileyen dilediği yerde yaşayacak" denilmekle yüzde 20 kısıtının da kaldırıldığı görülmektedir. 



Sonuç olarak KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın 20 Temmuz Barış Harekatı münasebetiyle orada bulunan yabancı gazetecilere müzakerelerde varılan nokta başlığıyla açıkladığı maddelerin ne anlama gelebileceğini, olumlu ya da olumsuz olabilecek yönlerini ayrıntılarıyla inceledik. Bu açıklamanın Anastasiadis tarafından reddedilmesi, açıklamanın değerini düşürmemektedir. Çünkü birincisi her halükarda Akıncı’nın varmak istediği noktayı aşağı yukarı göstermektedir; ikincisi bunların masada görüşülen konular olduğunu Anastasiadis de doğrulamaktadır; üçüncüsü Rum oyunlarını biraz çözdüysek burada Türklerin aleyhine olduğunu söylediğimiz pek çok hususun anlaşma metnine öyle ya da böyle yansıyacağına emin olabiliriz. Bu da müzakerelerde hangi yeni durumların doğduğunu tahmin etmek için bir kaynağımız olduğunu göstermektedir. Anlaşılmaktadır ki iki kesimlilik, iki kurucu devletin eşit statüsü gibi vazgeçilemez ilkelerde zafiyet söz konusudur.

Son söz olarak: ABD Senatosu'na 29 Nisan 2015’te Vincent L. Morelli tarafından sunulan ve Akıncı’nın seçilmesinden itibaren gerçekleşen olayları yorumlayan Cyprus: Reunification Proving Elusive başlıklı 20 sayfalık raporda[4] bir gazetedeki yoruma atıfla “Akıncı’nın ekibinin çoğunun Kıbrıs sorununun tarihinden habersiz gençlerden oluştuğu” ve “Anastasiadis için kolay bir zafer olacağı” söylenmekte; Acemi Akıncı’nın ekibiyle (“novice” Akıncı team) ile Yırtıcı Anastasiadis’in (ravenous Anastasiades team) ekibi Rumların taleplerine uygun bir anlaşma üzerinde uzlaşacaktır. Akıncı Türklerin temel taleplerini tehlikeli şekilde riske atabilir.” öngörüsünde bulunulmaktadır. Doğrusu yorum şimdiden haklı çıkmış görünmektedir.   


[1] Adını koydular: Birleşik Kıbrıs Federasyonu, 23 Temmuz 2015, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29614266.asp;

[2] Eide: "Pazartesi günkü liderler görüşmesini iple çekiyorum", Kıbrıs Postası, 23 Temmuz 2015

[3] Talat: Rumlara toprak vermek zorunda kalacağız, Vatan, 1 Haziran 2009

[4] https://fas.org/sgp/crs/row/R41136.pdf


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2015/07/24/8252/birlesik-kibris-federasyonu

..

10 Şubat 2017 Cuma

Kıbrıs Müzakereleri Yeniden Başlarken “Tek Egemenlik” Farkı 2010


Kıbrıs Müzakereleri Yeniden Başlarken “Tek Egemenlik” Fark


Yazar: Gözde Kılıç Yaşın

24 MAYIS 2010 PAZARTESİ

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki 18 Nisan 2010 tarihli Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle ara verilen  müzakereler 26 Mayıs 2010’da yeniden başlıyor. Rum lider Dimitris Hristofyas’ın karşısında KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu olacak. Eroğlu’nun “müzakerelerin kaldığı yerden devam edeceği” ve benzeri açıklamaları, Türk tarafının “masayı terk etmeme” stratejisinin yeni dönemde de izleneceğini göstermektedir. Söz konusu strateji, müzakerelerden sonuç alınıncaya değin yani bir anlaşmaya ulaşılması ya da Rum tarafının masadan kalkmasına dek müzakerelerin “esnek bir tutumla” ve “çözümü zorlayan, yapıcı taraf” olmak suretiyle sürdürülmesi şeklinde özetlenebilir. Eroğlu’nun “çözüm” anlayışının farklı olmasına rağmen Ankara’nın politikasına uymayı tercih edeceği yönünde genel bir kanı bulunmaktadır.




Müzakerelerin Kaldığı Yer

BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer da, yeni tur görüşmeler öncesinde, müzakerelerin;

* BM Güvenlik Konseyi kararları ve BM parametreleri çerçevesinde,
* 23 Mayıs ve 1 Temmuz 2008 mutabakatlarının geçerliliğini koruduğu kabul edilerek,

* Kaldığı yerden devam edeceği; sürece baştan başlanmayacağı açıklamasını yaptı.

İlgili tüm taraflarca müzakerelerin kaldığı yerden devam edeceği konusunda bir mutabakata varılmışsa da Hristofyas ve Eroğlu’nun ilk görüşmesinin “müzakerelerin nerede kaldığı” konusunda uzlaşı oluşturmakla başlayacağı söylenebilir. Bir tarafta “her konuda anlaşma sağlanamadığı sürece hiçbir konuda anlaşılmış olmayacağı” ilkesi, diğer tarafta ise müzakerelerin zemini olarak kabul edilen mutabakatlar bulunuyor. Yeni döneme sarkacın bu iki noktası damgasını vuracak.

Hatırlanacağı üzere Mehmet Ali Talat’ın bütün çağrı ve çabalarına rağmen Hristofyas, müzakerelerde varılan noktayı ortak bir açıklama ile duyurmaya yanaşmamıştı. Açıkçası bir “ara anlaşma” anlamına gelmesi ve kendisi için bağlayıcılık oluşturması endişesiyle ortak açıklama yapmaktan kaçınmıştı. Hristofyas, ülkesinde eleştirilmesine sebep olan “dönüşümlü başkanlık” konusunda geri adım atmanın yolunu arayacak ancak önce Eroğlu’nun “tek egemenlik ve tek kimlik” konusundaki duruşunu sorgulamak ve “açık bir kabul” için zorlamak isteyecektir. Nitekim Eroğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde müzakerelere ilişkin olarak en fazla eleştirdiği konuların başında Talat’ın tek egemenliği kabul etmesi geliyordu. Downer ise yaptıkları görüşmede Eroğlu’nun “tek egemenlik” ilkesini kabul ederek masaya oturacağı açıklamasını yapmıştı.

Tek Egemenlik Farkı

BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Aleksander Downer ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu 3 Mayıs 2010’da bir araya gelerek müzakerelerin rotası konusunda görüşmüşlerdi. Görüşme sonrasında “aynı şeyi söyler” gibi görünmelerine rağmen yaptıkları açıklamalar farklı sonuçlara işaret eden içeriğe sahipti. Downer, Eroğlu’nun 23 Mayıs 2008 ve 1 Temmuz 2008 mutabakatlarını kabul ettiğini açıklarken Eroğlu, 23 Mayıs 2008 mutabakatını kabul ettiğini 
söylemişti.





Talat ve Hristofyas arasında kabul edilen 23 Mayıs 2008 tarihli mutabakat “Federal Hükümetinin yanı sıra eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti”nin de bulunacağı ifadesini içeren ortak anlaşmaydı.[1] 23 Mayıs mutabakatının “eşit statüde iki devlet” ve “bakir doğum” ilkeleri ön plana çıkarılmıştır. 1 Temmuz 2008 tarihli mutabakatın ise “Tek egemenlik, tek uluslararası temsiliyet, tek vatandaşlık” ilkeleri belirleyici olmuştur. “Eşit statüde iki kurucu devlet” ve “tek egemenlik” ilkeleri ise birbiriyle çelişen iki ilke olarak algılanmıştır. Nitekim Talat ve Hristofyas’ın iki görüşmesi arasında Hristofyas İngiltere’ye resmi bir ziyaret düzenlemiş ve dönemin İngiltere Başbakanı Gordon Brown ile 5 Haziran 2008’de bir memorandum (ortak mutabakat muhtırası) imzalamıştı. İngiltere-GKRY memorandumunda, 23 Mayıs mutabakatı anılmaksızın “Çözüm, tek egemenlik, tek uluslararası kimlik ve tek vatandaşlık temelinde olmalıdır” vurgusu yapılmıştı. Mehmet Ali Talat, Hristofyas’ın müzakere temelinin çarpıtılması ve İngiltere’den müdahale yapılmasına önce karşı çıkmışsa da 1 Temmuz 2008 görüşmesi aynı ifadelerin kullanıldığı bir mutabakatla sonuçlanmıştı.

Sonuçta müzakerelere İngiltere’den eklenen “tek egemenlik” ifadesi, Rum Yönetimi’nin çözüm parametresinde "eşit statüde kurucu devlet” ilkesine yer olmadığını da açığa çıkarmıştı. Belki de “kurucu devlet” başından beri söz konusu dahi değildi.[2] Müzakerelerin temelini oluşturan tüm bu ilkelere tarafların yüklediği anlamların birbirinden farklı olduğu her bir görüşme sonrasında iki liderin kendi kamuoylarına yaptıkları açıklamalardan ve birbirlerini düzeltmelerin anlaşılıyordu. Aslında Rum ve Türk müzakerecilerin Kıbrıs sorununa çözüm getirecek bir anlaşma planını kendi başlarına çıkarmalarının imkansızlığı da bu gerçekte yatıyor. Açıkçası taraflar, tüm bu tanımlamaların altını kapsamlı müzakerelerde doldurmayı planlıyordu. Aslında bugün Eroğlu da aynı niyeti taşıyor. 




Downer’la bir araya gelmeden önce KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu, BM Genel Sekreteri’ne gönderdiği 23 Nisan 2010 tarihli mektupta da sadece 23 Mayıs mutabakatına atıf yapmıştı.[3] Mektubunda 23 Mayıs mutabakatını da “iki bölgelilik, iki halkın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve yeni bir ortaklık devleti (bakir doğum devlet)” vurgusuyla anmıştı. Eroğlu-Downer buluşması sonrasında ise Downer’ın Rum basınının ayrıntılı sorularına verdiği yanıtlar çelişkiliydi. Downer’ın “tek egemenlik” ilkesinin Eroğlun’ca kabul edilip edilmediği soruları için yaptığı açıklama,“Sayın Eroğlu’na; siyasi eşitliğe ve tek uluslararası kimliğe sahip olacak olan iki kesimli, iki toplumlu federasyon hedefini izah ettim; elbette o da kabul etti”[4] şeklindeydi. Söz konusu açıklamada “tek egemenlik” ifadesi bulunmuyordu. Rum basın mensuplarının “(Buna) tek egemenlik dahil edilmiyor mu?” şeklindeki sorusuna verdiği cevap ise “BM’nin kullandığı terimin tek uluslararası şahsiyet olduğu” şeklindeydi. Downer bu sözlerine de açıklık getirmek zorunda kalınca bunun “Bir tek Kıbrıs pasaportu ve BM’de tek daimi temsilcilik manasıyla birlikte tek bir Kıbrıs demek olduğunu” savundu. İşin aslı verdiği cevaplar, anlaşma sonrasında kurulacak devlet konfederasyon olacak olsaydı da geçerli olacaktı. Rum Yönetimi’nin basın açıklamasına tepki göstermesi, Downer’ı birçok BM kararında tek egemenlik ve tek vatandaşlığa açık bir şekilde değinildiğini ifade eden yazılı bir açıklama yapmak zorunda bıraksa da Eroğlu’nun ikili görüşmede aslında neyi kabul ettiği belirsiz kaldı.

Kimin Çözümü ?

Downer’ın tutumu, BM’nin kelimeler, ilkeler, tarafların bunlara yüklediği anlamlardan ziyade tarafların görüşmeleri sürdürmesini önemsediğini düşündürmektedir. Nitekim 2004 Annan Planı gibi Marti Ahtisaari’nin 2007’de Kosova için getirdiği çözüm planına da tarafların mutabakata vardıkları noktalar üzerinden değil uzlaşı sağlayamadıkları konulara kağıt üzerinde bulunan “ara formüllerle” ulaşılmıştı. Tarafların algıları ve kabulleri dışlanarak zoraki çözümler getirilmişti.   

Hristofyas yeni tur müzakerelerde Eroğlu’nun “ Tek Egemenlik ” ilkesine yüklediği anlamı açığa çıkarmaya odaklanmayı deneyecektir. Muhtemelen de başaramayacaktır. Eroğlu anlaşmalarda ilerlerken “tek egemenlik” ilkesine Rum tarafının yüklediği anlamı bertaraf edici önlemlere odaklanmayı tercih edecektir. Daha önemlisi ise KKTC’nin bir önceki Cumhurbaşkanı ve müzakerecisi Mehmet Ali Talat döneminde masaya getirilemeyen “Mülkiyet”, “Toprak”, “Güvenlik ve Garantiler” başlığının yeni dönemde görüşülecek olmasıdır. Her ne kadar “Yönetim ve Güç Paylaşımı”, “AB ile ilişkiler” ve “Ekonomi” başlıklarında da fazla ilerleme sağlanamamışsa da asıl zorlu konular henüz masaya gelmemiş olanlardır. Çünkü iki taraf arasındaki temel uzlaşmazlıklar bu başlıklar altında toplanıyor.
  • Bir tarafta Şubat 2010 tarihinde Rum Temsilciler Meclisinde oybirliği ile alınan “…Garantiler ve garantörlük düşünülemez” kararı bir tarafta ise Eroğlu’nun Ban Ki Moon’a yazdığı mektupta  tekrarlanan “Garantiler sisteminin Kıbrıs Türk tarafı için yaşamsal olduğu” vurgusu bulunuyor. Gerçi bu konuya çözümün Ada’da bulunması zaten beklenmiyor. İki taraf için de tezlerinin yaşamsal ve vazgeçilmez önemde olması, dışarıdan bulunacak çözümün işleyebilirliğine de şüphe düşürüyor.
  • Toprak başlığı ile ilgili bir konu olarak Rum tarafı, Maraş’ın iadesini çözümün bir parçası olarak bile değil çözümün gündeme gelmesi için ön şart olarak görüyor. Ne var ki, Eroğlu için Maraş’ın statüsünün tartışılmaz olduğuna şüphe duyulamaz. Maraş’ın bulunduğu toprakların büyük bir kısmının Türk Vakıf Malı olduğun ortaya çıkması ile Maraş’ın iadesi gibi bir ihtimal imkansızlaşmıştır. Hatta Ankara’nın da bu konuda baskı yapma lüksü bulunmamaktadır.
  • Rum tarafının mülkiyet meselesini müzakere masasının konusu olmaktan çıkarıp Kuzey’de kalan mallara ilişkin sorunları bireysel davalarla “iade ve tazminat” usulüyle çözümlemeye başlaması ancak Güney’de kalan Türk mallarının iadesini çözüm sonrasına ertelemesi, Mülkiyet başlığını müzakere masasının zorlu konularından biri haline getirmektedir.  

“Masadan kalkma”, “süreci zora sokma” ya da “esnek davranmama” lüksü bulunmayan Eroğlu kendi ilkeleri ile müzakere masasının ilkeleri arasında bocalarken Hristofyas da “bölünmüşlüğün kesinleşmesi” ve Eroğlu’nu masadan kalkmaya zorlamak arasında bocalayacaktır. Eroğlu’nun müzakereleri kesemeyeceği kesin ama Hristofyas da KKTC’nin Tayvanlaşması ya da tanınması ihtimalini kuvvetlendireceği için masadan kalkamayacaktır. BM Genel Sekreteri’nin 2010 sonunda neticeye ulaşılması çağrısı da, müzakerelerin sonsuz olmayacağı anlamına geliyor. Masada ciddi bir sinir harbi yaşanacak ancak aslında sadece masada oturanların değil Kıbrıs’la ilgili hiçbir aktörün aslında bir anlaşma beklemiyor olması da Kıbrıs Sorunu’nun gerçeğidir. Anlaşma ya Kıbrıs dışında oluşacaktır ya da Kıbrıs’ın dışında oluşacaktır…


[1]BM özel temsilcisi Taye-Brook Zerihoun tarafından okunan BM’nin resmi açıklaması, liderlerin “Güvenlik Konseyi'nin ilgili kararlarında belirtildiği şekliyle siyasi eşitliği olan iki kesimli, iki toplumlu bir federasyona bağlılıklarını yeniden teyit ettikleri; bu ortaklığın tek uluslararası temsiliyete/kimliğe sahip bir federasyon hükümeti ve eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk ve bir Kıbrıs Rum kurucu devleti olacağı konusunda mutabakata vardıkları” şeklindeydi. Sabah Gazetesi, 24.5.2008; Dimitris Hristofyas “Kıbrıs’ın uluslararası kimliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti mi olacağı yoksa bakire doğumun mu (partenojenez), gerçekleşeceği” sorusunu “Birlesik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti olacağı ortak tutumuna sahibiz” şeklinde yanıtlamıştır.

[2]23 Mayıs Mutabakatı’nın İngilizce metninde yer alan "constituent state" kavramının Türkçe’ye  "kurucu devlet" olarak çevrilmesine rağmen aslında "oluşturucu eyalet" anlamında kullanıldığı, Rumların da bu anlamı yüklediği iddiaları da  bir vakıadır. Tugay Uluçevik’in “Oluşturucu Eyalet” ile “Kurucu Devlet” kavramları arasında idarî, hukukî ve siyasî içerikleri, nitelikleri ve doğuracağı sonuçlar bakımından söz konusu olan büyük farklara işaret ederek tercüme hatası yapıldığı yönündeki değerlendirmesi için bkz. 28 Mayıs 2008, Volkan Gazetesi; Nitekim Türkiye ya da KKTC yetkililerinin çevirisi kadar Rumların yüklediği anlam da önemlidir, BM’nin kastettiği ise anlaşmanın esasını oluşturacaktır. 
[3]“İki bölgelilik, iki halkın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve çözümün yeni bir ortaklık yaratacağı gibi temel Birleşmiş Milletler parametreleri Kıbrıs’taki herhangi bir çözüm çabasının temel taşları olmayı sürdürmelidir. Bu anlayışla, 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak devam eden BM sürecinin esas çerçevesinin tarafımızdan tam olarak desteklendiğini açıkça ifade etmek istiyorum.”
[4]“Alexander Downer Başkana Eroğlu’nun Taahhütlerini Nakletti” (Rum) Haravgi Gazetesi, 4 Mayıs 2010; “Başkanlığın Müdahalesinin Ardından Downer’dan Tek Egemenlik ve Tek Vatandaşlığa İlişkin Yazılı Açıklama” (Rum) Haravgi Gazetesi, 4 Mayıs 2010; “Downer’ın Tek Egemenlikle İlgili Yeni Kurnazlığı” Mahi Gazetesi, 4 Mayıs 2010; “Faul’ü Düzeltti” Politis Gazetesi , 4 Mayıs 2010 akt. Havadis, “Eroğlu, Downer’la Anlaştı”, 5 Mayıs 2010


EK: Eroğlu’nun BM Genel Sekreteri Ban’a yazdığı mektup:

“Kuzey Kıbrıs’ta kısa süre önce yapılan seçimlerin sonucunda Cumhurbaşkanlığı görevini devraldım; Sayın Ekselansları size, iyi niyet misyonunuz himayesinde devam eden müzakereler yoluyla adil, kalıcı ve kapsamlı bir çözüme olan taahhüdümüzü ve sürecin kaldığı yerden devam ettirilmesine hazır olduğumuzu bildirmek için yazıyorum.
Bunu fırsat bilerek konuya ilişkin bazı görüşlerimizi sizinle paylaşmak istiyorum.

Öncelikle, sizinle Kıbrıs Türk halkının hakiki bir endişesini paylaşmayı gerekli görüyorum. 2004 yılında BM kapsamlı çözüm planına benim halkım güçlü bir evet demiş olmasına rağmen, Kıbrıslı Rumların hayır’ı nedeniyle Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumdaki haklı yerini alması engellenmiştir. Kıbrıs Türk halkı, adada uzun süredir devam eden bu soruna bir son vermek için kendisi bakımından çok büyük fedakarlıklar içermiş olmasına rağmen kapsamlı çözüm önerisini destekler nitelikte oy kullanmıştır.

Sizden önceki Genel Sekreter’in Güvenlik Konseyi’ne iki ayrı ve eş zamanlı referandumlar ertesinde sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporda uluslararası toplumu ve özellikle Güvenlik Konseyi üyelerini tüm devletlerin hem ikili hem de uluslararası yapılarda ‘Kıbrıslı Türklerin izole olmasına neden olan ve gelişimlerini engelleyen gereksiz kısıtlama ve engellerin ortadan kaldırılması için’ güçlü şekilde liderlik etmeleri çağrısı yapmıştı.

Aynı raporda, önceki Genel Sekreter ‘Kıbrıslı Türklerin verdikleri oyun, onlara baskı yapmanın ve onları izole etmenin mantığını da anlamsız kıldığını’ da vurgulamaktadır. Maalesef Kıbrıslı Türkler üzerindeki haksız izolasyonların kaldırılması yönünde verilen sözler ve alınan kararlar, Kıbrıslı Rumların karşı çıkışı nedeniyle henüz gözle görülür bir sonuç doğurmamıştır. Biz hala bu adaletsizliğin düzeltilmesini umut ediyoruz. Benim halkım izolasyonlar altında yaşamayı hak etmemektedir.
Bundan sonrası için, iki taraf arasındaki görüşmelerin kaldığı yerden sizin iyi niyet misyonunuz çerçevesinde erken bir çözüm için sonuç verecek şekilde yürütülmesi, bizim samimi arzumuzdur.

İki bölgelilik, iki halkın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve çözümün yeni bir ortaklık yaratacağı gibi temel Birleşmiş Milletler parametreleri Kıbrıs’taki herhangi bir çözüm çabasının temel taşları olmayı sürdürmelidir.

Bu anlayışla, 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak devam eden BM sürecinin esas çerçevesinin tarafımızdan tam olarak desteklendiğini açıkça ifade etmek istiyorum.

Ayrıca, 1960 Garantiler Sistemi, iki halkın eşit egemenliği ilkesi Kıbrıs Türk tarafı için aynı şekilde yaşamsaldır.

Bize göre çözüm hükümleri adanın iki yanında halen varolan iki ayrı demokrasiyi ve kurumlarını dikkate almalıdır. Kıbrıs’a ilişkin yaratılacak yeni düzenin dış dengesi, iki garantör Anavatan arasındaki dengeyle muhafaza edilmelidir.

Onlarca yıl süren müzakereler sonucunda karşılıklı samimi siyasi irade olması durumunda adil, yaşayabilir ve erken bir çözümü mümkün kılacak yerleşmiş parametrelerle Kıbrıs sorunu konusundaki birikimin oluşturduğu somut BM müktesebatı, Ada’daki iki tarafın kullanımına açıktır. Bizim için, çözümün içeriği ile yaşayabilirliği çözümün nasıl isimlendirildiğinden daha önemlidir. BM parametreleri çerçevesinin nasıl doldurulacağı ve ileride kurulacak bir ortaklığın unsurlarının, Kıbrıs’taki iki halkın meşru kaygılarına hitap etmesi gerektiği görüşünü taşıyorum. Bunun, devam eden müzakerelerin konusu ve amacı olduğu bir gerçektir.

Devam eden müzakerelerde yeni bir tura başlanmasının Kıbrıs Türk halkı üzerindeki haksız izolasyonların kaldırılması sürecinin geciktirilmesi için bir bahane/gerekçe olarak kullanılmaması gerektiğinin altını çizmeyi gerekli görüyorum. Aksine, izolasyonların kaldırılması Kıbrıs’ta adil ve acil bir çözüm için Kıbrıs Rum tarafının teşvik edebilecek birkaç kozdan/maniveladan birisidir. Tam teşekküllü müzakerelere bir zaman sınırlaması konulmasının erken çözümü teşvik edeceği ve bu yüzden zorunlu olduğu inancındayım. Aksi halde Kıbrıs Rum tarafının bugüne dek sergilediği ayak sürüme uğraşı dikkate alındığında çok kıymetli zamanımızı boş yere harcama tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.

Mektubuma son vermeden önce, müzakerelerin siz sayın Ekselanslarının iyi niyet misyonu çerçevesinde ve iki liderin 23 Mayıs 2008 Ortak Açıklaması’na uygun olarak entegre bir bütün şeklinde Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm için taahhüdümüzü yinelemek istiyorum.
1 Şubat 2010’da adaya yapmış olduğunuz ziyaret sırasında siz sayın Ekselanslarıyla tanışmaktan onur duydum.

Sizi yakın zamanda ziyaret etmeyi ve Kıbrıs’ta erken bir çözüm bulunması için müzakere sürecinin yürütülmesiyle ilgili perspektifi tartışmayı/ele almayı diliyorum.

Adayı ziyaretinizde çok doğru şekilde ifade ettiğiniz üzere bir çözüm mümkündür, ulaşılabilirdir ve bunu başarmak için çabalarımızı artırmamız gerekir.

Ben, halkıma ve uluslararası topluma karşı sorumluluklarımı yerine getirmeye ve müzakereler başladığında bu sürece olumlu, dinamik ve yapıcı biçimde katılmaya hazırım.

Sayın Ekselansları Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması anlayışıyla sizinle çalışmayı umut ediyorum/bekliyorum.

Dr. Derviş Eroğlu
Cumhurbaşkanı  ”

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2010/05/24/7805/kibris-muzakereleri-yeniden-baslarken-tek-egemenlik-farki
...

13 Ocak 2017 Cuma

Kıbrıs'ta Güvenlik ve Garantiler


Kıbrıs'ta Güvenlik ve Garantiler

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın

Garanti ve İttifak Anlaşmaları birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Kağıt üzerinde kalmış, hukuken var olan ancak harekete geçme kabiliyeti tanımayan bir sistem güvence oluşturamaz. İttifak Anlaşması Ada’da asker bulundurma hakkı tanır ve Garantörlüğün fiili bir Garantörlük olmasını sağlar. Garanti Anlaşması’nda yer alan “ Tek yanlı Müdahale hakkı ” da Garantörlüğün etkin bir güvence sağlamasının teminatıdır. Rum tarafının bu husustaki talebi Garanti ve İttifak Anlaşması’nın İptalidir ancak gerçekte elde etmeyi umduğu Ada’da asker kalmaması ve “tek taraflı müdahale hakkı”na ilişkin düzenlemenin ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla kağıt üzerinde kalacak bir Garanti Anlaşması’na itiraz etmeyecektir. Burada en önemli çıkmaz noktası, Kıbrıslı Türklerin Garanti Anlaşması’nın tamamen kalkması durumunda referandumda planı reddedeceğinin bilinmesidir. Bu nedenle ara formül arayışı söz konusudur.

1- Masadaki Öneriler

Son müzakere sürecinde Türk tarafının üç önerisi gündeme gelmiştir:
1-Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı yerlerde geçerli olacak Garantörlük Hakkı’nın olması,
2- Garantörlük yerine Türkiye, Yunanistan, İngiltere’den oluşan çok uluslu gücün konuşlanması,
3- Garantörlük Hakkı’nın süreli olarak (15 yıl) devamının yeni planda yer alması,
4- Türkiye’nin Ada’da İngiltere gibi bir askeri üs kurmak istemesi (Yunan Tae Nea gazetesinde yer alan bu hususu önerilerin bütünselliği nedeniyle ekleme gereği duyduk)

Bunlara topluca baktığımızda birbirinin ikamesi olmadığını, birbirine eklenerek Garanti ve İttifak Anlaşmaları’na ikame yaratılmaya çalışıldığını görüyoruz. Mevcut müzakereler açısından tehlikeli olanı, aslında en son konuşulması gereken ve Türkiye’nin konuşması gereken bir konunun -müzakerelerin en başında Garantörlük meselesinin bir tabu olmadığı, tartışılabileceği söylenerek- çok erken zamanda pazarlığa açılmasıydı. Rum tarafının ilk günden itibaren öncelikle bu konuda ne elde edebileceğini anlamaya çalıştığı ve karşı tarafı zorladığı anlaşılmaktadır. Yine de erkenden pazarlığa başlanmasını müzakere heyetinin tecrübesizliğine bağlamak mümkündür.
Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı Kuzey bölgesinin Garantörü yapılması birkaç yönden sakıncalıdır:
  1. Türkiye 1960 İttifak ve Garanti Anlaşmasıyla Ada’nın bütününün toprak bütünlüğü ile Anayasal düzenine kefildir. Ancak Türkiye sadece Türklerin ya da Kuzey’in Garantörü olsun denildiğinde, Egemenlik bölünmüş olacaktır. Bunun en az üç önemli sonucu olur:
a.    Türkiye bugün üstlendiği kefalet gereği örneğin Rum tarafının Ada’nın güneyinde çıkan hidrokarbon yataklarında Türklerin hakkı olduğunu söyleme hakkı ve bunu takip etme imkanı bulmaktadır. Kuzey’le sınırlı Garantörlük Ada’nın bütününde Türkleri kollama imkânını yok edecektir.

b.    Türkiye’nin Garantörlüğünü kuzeyle sınırladığınız zaman Türklerin 1960 Anlaşmalarıyla kazandığı “yönetime etkin katılım” hakkı ve Rumlarla “aynı toplumsal hak ve özgürlüklere sahip olma” haklarını berhava etmiş olursunuz. Türkler artık sadece Ada’nın kuzeyindeki kimi idari faaliyetlere katılan, kuzeyde yaşamak zorunda kalan, Ada’daki yer altı ve yer üstü kaynaklarda hakkı bulunmayan, Akdeniz’deki her türlü gelişmenin dışında bırakılan unsurlar olacaktır.

c.    Türkiye’nin Akdeniz’deki etkinliği daha kolay sınırlandırılabilecektir.

2.    Garanti ve İttifak Anlaşmaları uluslararası anlaşma olması nedeniyle uluslararası hukuk güvencesindedir. Türkiye, üzerinde oynanmasını bir kez kabul ettiğinde bu güvenceyi kaybedecektir.
3.Muhtemel yeni anlaşmanın “tek taraflı müdahale hakkı” tanımasının önüne geçilecektir. Kaldı ki bu hak kağıt üzerinde yer alsa bile “toprak sınırlaması” nedeniyle asla aynı güç ve anlamı taşımayacaktır.

Süreli Garantörlük daha önce de gündeme gelmiş bir formüldür. Annan Planı’nda Garanti Anlaşması’nın 18 yıl süreyle geçerli kalması, 18 yılsonunda devamına gerek olup olmadığının kararlaştırılması şeklinde bir düzenlemeye gidilmişti. Burada Garantörlük Hakkı’nın özüne Dokunulmamakta ve gerekliliğine karar verilmesi belli bir süre sonraya bırakılıyordu. Kasım başında Mont Pelerin’deki zirvenin amacı henüz uzlaşı sağlanamamış noktalar üzerinde yoğun çalışmayı mümkün kılmak ve Beşli Konferansın tarihini belirlemekti. Yani Garantörlük konusu burada tartışılacak bir konu değildi. Ancak pazarlığa erken başlanmasının karşı tarafın iştahını kabartması nedeniyle müzakerelerin çökmesi ihtimali yaşandı. Çünkü Rum tarafı bu konuda kendini garantiye alabileceği “ SÖZ ” istemişti. Bu zirveden sonra Mustafa Akıncı, Garanti Anlaşması için 15 yıllık bir süreyi kabul ettiğini açıkladı. Rum tarafı zaten 5 yıllık bir süre istiyordu. Bu çerçevede Türkiye, toplanacak ilk büyük zirvede Garanti Anlaşması’ndan tamamen vazgeçmeye zorlanacak ve nihayetinde 10 yıl süreli kalması kararıyla pazarlık tamamlanacaktır.

Kıbrıs’ta Askeri üs kurma meselesi ise Yunanistan’ın bir iddiasıdır ve Türkiye’nin bu talebini Washington ve Londra’ya ilettiği eklenerek iddiaya ciddilik kazandırılmıştır. Gerçek olması durumunda revize edilmiş ya da süreye bağlanmış bir Garantörlük Hakkı’nı desteklemek üzere üs talebinde bulunulduğu düşünülebilir. Ancak birleşme sonrasında bu tür konularda karar verme yetkisi merkezi hükümet te olacağı ve orada da kararlar büyük ölçüde Rumların istediği şekilde çıkacağı için böylesi bir üs kalıcı olamayacaktır. Kaldı ki bu aslında Türkiye’nin İttifak Anlaşması’ndan da vazgeçmeye hazır olduğu mesajı verir. Annan Planı’nda bu anlaşma hükmünü koruyordu ve Anlaşma’da belirtilen sayıda Türk askerinin Ada’da kalacağı düzenleniyordu. 1960 İttifak Antlaşması'nın I. sayılı Protokolü'nde öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi için 14 yıllık bir süre getirilmişti.

Türkiye’nin KKTC’de bir üs istemesi makul ve bir zaman sonra zorunlu bir gelişme olabilir. KKTC’nin tanıtılmasına karar verildiği gün, Garanti ve İttifak Anlaşması hükmünü yitireceği için KKTC ile askeri işbirliği anlaşmaları yapılıp, burada KKTC topraklarında bir üs edinilebilir. Ancak Birleşik Kıbrıs Federasyonu’nda bir üs talep etmek geleceği olmayan bir hayaldir. Hiçbir şekilde Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan hak, yetki ve sorumluluğun yerini tutmayacaktır.

2. Güvenlik ve Garantilerin Devamına Gerek Olup Olmadığı Meselesi

Rum tarafı modern zamanlarda bir devletin başka bir devletin garantörlüğünü üstlenmesinin gereksizliğini gündeme getirmektedir. Rum tarafının eskiden bu yana sürdürdüğü bu iddiası aslında 1992’de Azerbaycan’da, 1995’deki Bosna’da, 1999’daki Kosova’da çıkan savaşlarla hükmünü yitirmiştir. Keza Ortadoğu’nun ateş çemberine döndüğü günümüz ortamında Garantörlük Hakkı’nın önemi daha da belirginleşmiştir. Öte yandan 20 Aralık 2016’da Türkiye, İran ve Rusya Moskova’da gerçekleştirdikleri toplantı sonrasında BM’nin de onay verdiği bir anlaşmayla Suriye’nin toprak bütünlüğünün garantörleri olmuştur. Bu, bugünün koşullarında da Garantörlük ihtiyacının bulunduğunun göstergesidir.
Öte yandan Kıbrıs’ta tarafların birlikte yaşama isteği gösterebilmesi için karşılıklı güven tesisi gerekir. Türklerin kendilerini huzurlu ve güvende hissedebilmesi için Rum tarafı bugüne dek – göstermelik olsa bile- hiçbir önlem almamıştır. EOKA’nın tedhiş hareketlerine başladığı 1 Nisan hala devlet başkanları, siyasi parti başkan ve temsilcileri, askeri kadrolar ve kilise temsilcilerinin katılımıyla kutlanmaktadır. Her yıl mutlaka yeni bir vesile bulunarak EOKA militanları madalyalarla takdir ve taltif edilmektedir. Şimdiki Devlet Başkanı Anastasiadis de babasının EOKA’cı olduğunu övünerek anlatmaktadır. Bu EOKA ruhunun ölmediği, yapılan kutlamalarla katliamların bir anlamda devlet nezdinde kutsandığı algısı yaratmaktadır. Diğer taraftan kapıların açıldığı ilk günden bu yana neredeyse her gün bir ya da bir kaç Türk’ün saldırıya uğradığı haberi basında yer almaktadır. Burada önemli olan Rum polisinin bu konuda hiçbir girişiminin bulunmaması, saldırganlara dönük bir kovuşturmanın gerçekleştirilmemesidir. Bu, bir arada yaşamanın koşullarının henüz oluşmadığının göstergesidir. Saldırılardan ziyade güvenlik ve asayişten sorumlu birimlerin ırkçı yaklaşımı, Türklere dönük saldırıları görmezden gelmesi güven yıkıcıdır. Dolayısıyla yeni bir katliamın gerçekleşmeyeceğinin garantisinin olmadığı bir ortamda Kıbrıslı Türklerin tek güvencesi Türkiye’nin Garantörlüğü’nün devamıdır.

3. Yabancı Askeri Varlık ve Garantilerin AB Normlarına Uygun Olmadığı Meselesi


Rum ve Yunan tarafının bu konudaki tezleri “Yabancı Askeri Varlık ve Garantilerin AB Normlarına uygun olmadığı”dır. Bu hususta İngiltere’nin askeri varlığına bir itiraz geliştirmemelerini ve İngiliz askerini “yabancı”lamama yaklaşımını bir tarafa bırakalım. AB açısından durumu ise Olli Rehn’in 21 Ocak 2009’da AB Komisyonu adına Avrupa Parlamentosu’nda verdiği yazılı yanıttaki: “AB Komisyonu, Garanti Antlaşması’nın AB’nin üzerine tesisi edildiği temel ilkelere ters olduğu yönündeki düşünceye/endişeye KATILMAMAKTADIR.” ifade açıklamaktadır. Öte yandan böyle bir aykırılık olsaydı konu, Rum tarafının “Kıbrıs Cumhuriyeti” adını kullanarak AB üyesi olması döneminde gündeme gelirdi. Zaten AB hukukuna göre üye devletler, üyelikleri öncesinde taraf oldukları uluslararası antlaşmaların sorumluluğunu ahde vefa ilkesi gereği taşımayı sürdürürler. AB hukukuna aykırıysa üye devlet bunların değiştirilmesi girişiminde bulunabilir ancak diğer taraf razı olmuyorsa da anlaşma bağlayıcılığını sürdürür.[1]
Daha da önemlisi, Garanti sistemi ve Türkiye’nin ilgili anlaşmadan doğan hakları ve sorumlulukları AB Birincil Hukuku içerisinde kayda geçmiştir. Çünkü Rum tarafı 2004’de AB üyesi olduğunda yaptığı Katılım Antlaşması ekinde yer alan 3 numaralı protokolün giriş kısmında “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne katılması, (1960) Kuruluş Antlaşması’nın taraflarının hak ve yükümlülüklerini etkilemeyecektir” denilmektedir. Böylece Rum tarafının AB üyesi olmasının 1960 Kuruluş Antlaşması’nın taraflarından birisi olan Türkiye’nin hak ve yükümlülüklerini etkilemeyeceği kayıt altında alınmış bir husustur. Nitekim Kuruluş Antlaşması’nın giriş bölümünde de açıkça Garanti Antlaşması’na gönderme yapılmıştır. Böylece Türkiye’nin Garanti Anlaşması’ndan doğan haklarının Rum tarafının AB üyeliği nedeniyle etkilenmeyeceği güvencesi AB Birincil Hukuku ile kayıt altına alınmıştır.

Sonuç

Güven ortamının bulunmadığı bir yerde, sürdürülebilir olmadığı kesin bir anlaşmanın ciddi anlaşmazlıklar doğuracağı bellidir. Bu yüzden de Garanti ve İttifak Anlaşması olduğu gibi korunmalı, sulandırılmasına izin verilmemelidir. Garantörlük sistemi ne çağın gereklerine ne de AB normlarına aykırıdır. Değiştirilmesi, düzenlenmesi ya da kaldırılması için yeterli güven ortamı oluşmamıştır. Türkiye, Garantörlük sisteminin “etkin” olabilmesi için “tek başına müdahale hakkı”nı ve “fiili” olarak bir anlamının olabilmesi için Ada’da “fiilen asker bulundurma hakkı”nı korumalıdır. Şu an masada olan plan kalıcı, sürdürülebilir ve adil değildir. Garantörlük Hakkı zaten böyle dönemler için gereklidir. Türkiye, ortaya çıkacak yeni devletin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini, federal anayasa düzenini, iki kesimliliği (anlaşmada zaten ortadan kaldırılmıştır), federe devletlerin kurucu ortak statüsünü (varlığı tartışmalıdır) garanti etmeyi sürdürmek zorundadır. Adil ve kalıcı bir barış planının oluşması durumunda ise askerin kademeli geri çekilişi ve 1960 İttifak Anlaşması’nda öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi düzenlenebilir. Ancak bunun için de Türkiye’nin AB üyesi olması ya da Yunanistan’ın AB üyeliğinden çekilmesi gibi Garantör ülkelerin dengeli bir pozisyonda bulunduğu dönem hedef alınmalıdır.

Bu süreçte Kıbrıs Rum tarafından güven arttırıcı önlemler alması istenmelidir. Bunların başında Rum parlamentosunda 1967’de kabul edilen Enosis kararının ve Akritas Planı’nın aynı parlamentoda kınanması, EOKA A ve EOKA B’nin Ada’da yarattığı kaos ortamı ve gerçekleştirdiği tüm katliamlar için Rum ve Türk halklarından özür dilemesi,  mağdurlara veya yakınlarına –örneğin- daha önce Ortega Raporu ile tespit edilmiş esaslar üzerinden gerekli tazminatları ödemesi ve hayatta olan sorumlularına dönük bir yargılama faaliyeti başlatması istenmelidir.

Unutulmamalıdır ki Garanti ve İttifak Anlaşması uluslararası bir anlaşmadır ve hukuken Türkiye’nin pozisyonunu desteklemektedir. Bilinmelidir ki Türkiye’nin bu hakkı ve haklı pozisyonu, Kıbrıslı Türklerin (ve Rumların da) güvenliği bakımından olduğu kadar doğrudan Doğu Akdeniz dengeleri bakımından da önemlidir. Bu dengeler başta Türkiye’nin güvenliği ve aynı zamanda ekonomik çıkarları ve en önemlisi de deniz egemenlik haklarıyla ilgilidir. Diğer Garantör ülkelerin çekilmesi de dahil olmak üzere hiçbir baskı ya da pazarlık Türkiye istemediği/kabul etmediği müddetçe Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan haklarında bir değişiklik yaratmayacaktır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/01/13/8564/kibrista-guvenlik-ve-garantiler


21 Temmuz 2016 Perşembe

Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 2


Kıbrıs'ta Neler Oluyor? BÖLÜM 2



Kıbrıs'ta Neler Oluyor? -2-

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın


Avro-Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkan ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı Gözde Kılıç Yaşın' ile yaptığı söyleşinin ikinci bölümüdür:


AFASAM: Rum kesimi ile müzakereler hususunda KKTC'nin etkisi ne boyuttadır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: 

Bu sorunun cevabı olan ve olması gereken şeklinde verilmeli. Olan anlamında 2002-2003 ile başlayan süreçte Kıbrıs Türkü'nün gerçek arzusunun dışında bir yöne zorlandığını net bir şekilde söyleyebiliriz. İlk sorunuzdaki Kıbrıs Türkü'nün "bu söylemden sonra bakış açısında bir değişim oldu mu?" ifadesine sirayet eden "Kıbrıs Türkü, Türkiye'yi istemez" algısı bu dönemde yapılan büyük toplum mühendisliği çalışmasının bir izidir. Hem Türkiye'de hem Kıbrıs'ta iki aynı soydan halkın birbirini "öteki" görmesine dönük kapsamlı bir çalışma özellikle basın ve medya yoluyla başarılı bir operasyon olarak gerçekleştirildi. Bir tarafta "Türkiye'nin esiri yapılmak" diğer tarafta "Nankör" söylemleriyle bir zemin oluşturulmak istendi. Burada belki Mehmet Ali Talat'ın "İlk renkli devrimi sessiz şekilde biz yaptık" mealindeki sözlerini hatırlamak ve arka planını tahayyül etmek öte yandan da tüm o renkli devrimlerin yaşandığı coğrafyalarda nasıl da bir seçim dönemi içerisinde ibrenin tekrar eski yerine döndüğünü yeniden anımsamak yerinde olacaktır. Buraya kadarki sözlerimle "olan" üzerindeki gerçeği yansıtmayan "algı"yı vurgulamak için söylüyorum. 2004 Annan referandumu sonuçlarının da Türkiye'ye yansıtıldığı gibi "Türklerin bir AB pasaportuna Türkiye'yi sattığı" yorumuyla değerlendirilmesi çok büyük bir haksızlıktır. Ne var ki hala daha bu söylemi kullananlar var. 

Ancak o "evet"lerin arkasında Rumlarla bir arada yaşamayı yeniden denemek isteyen kesimin –toplamdaki payları için yüzde 10 diyebiliriz- azınlıkta kaldığını; çoğunluğu "Türkiye'nin AB üyeliği için üzerinize düşeni yapın" telkinlerinin etkisinde kalanların oluşturduğunu söylemek gerekir

Bu "evet"lerde demin bahsettiğim Ada'dan sürüleceklerin de yüzde 65 oranında payının olması yani kendilerini Türkiye'nin proje ve planların uygulayıcısı olarak gören 74 sonrası adaya yerleşmiş Türklerin de "evet" oyu kullanması zaten başlı başına önemli bir veridir. – Referandum oylarının bölgelere göre dökümü, hem yerli Türklerde hem 74 sonrası gelen Türklerde yüzde 65 "evet" çıktığını yine iki kesimden de eşit oranda "hayır" oyunun bulunduğunu göstermektedir.

- Öte yandan Ada'da AB, ABD ve Sorosçu kuruluşların –para dağıtma dahil- yoğun propaganda ve dezenformasyon çalışmasının yanında Türkiye'den önemli yetkililerin de "Rumların "hayır" diyeceğine eminiz, "evet"inizle yeni bir sayfa açılacak", "Türkiye'nin AB üyeliğinin önünü açabilirsiniz ve bunu borçlusunuz", "evet çıkmazsa yapacağımızı bilirsiniz" tehdit ve vaatlerinin de etkili olduğunu ifade edebiliriz. 

Hatta Türkiye'den gelen telkinlerin tüm diğer faktörlere göre 3-4 kat etkili olduğu bilinmektedir. Buna bir de dönemin Genel Kurmay Başkanı'nın planı destekleyen açıklaması eklenirse yüzde 35 "hayır" diyenlerin "hayır"ının anlamı, çok daha net bir şekilde gözler önüne serilmektedir. 2004 sonrası döneme gelelim hemen. Bu süreç gerek Türkiye'de gerekse KKTC'deki yönetimde nedense bir hayal kırıklığı dönemi olmuştur. Ne AB vaatlerini gerçekleştirmiştir, ne "evet"ten umulan değişim yaşanılabilmiştir. 2008'de yeniden başlayan müzakerelerin yönetimi ise eskiden bu yana Rumlarla birleşmeyi savunan ve o dönemin Cumhurbaşkanı olan Mehmet Ali Talat da olmuştur. Bu dönemde Talat'ın herhangi bir yöne zorlandığını söyleyebilmeyi mümkün kılacak hiçbir veri elimizde bulunmuyor. Ankara ve Talat'ın gayet uyumlu hareket ettiği bir dönem söz konusu olmuştur. Hatta 50-60 yıllık kazanımların bir anda yok edilmesi anlamına gelen "tek devlet, tek temsiliyet ve tek vatandaşlık" kriterlerini kabul ettiğinde dahi Talat durdurulmamış, eleştirilmemiş aksine desteklenmiştir. Nitekim artık bu görevden ayrılmış Talat'ın da bu dönem için eleştirisi sadece müzakerelerdeki muhatabı Rum lider Hristofyas'a dönük olmuştur. Talat yarı yolda bırakılmışlık hissini sadece AKEL Genel Başkanı Hristofyas nedeniyle hissetmiş ve bu konudaki şaşkınlığını ve hayal kırıklığını da ifade etmiştir. Nitekim KKTC'deki yeni Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde o güne dek görüştükleri ve üzerinde uzlaştıkları noktaları garanti altına almak için bir metin hazırlamak bir yana ortak basın açıklamasına dahi muhatabını ikna edememiştir. Aksi gibi Hristofyas üzerinde uzlaşı sağlanan noktaların pek az olduğunu söyleyivermiştir. Bu dönemin Kıbrıs Türkü ve Türkiye'nin 'devlet politikası' açısından faydası, "ellerine güç geçirseler yani iktidara gelseler tüm kaderi değiştirip, Rumlarla yeniden tek devlet çatısı altında birleşebileceklerine inanan" ve açıkçası her zaman azınlıkta kalan kesimin çözümsüzlüğünün sebebinin gerçekte Rum devlet anlayışı olduğunu anlamasıdır. Derviş Eroğlu'nun Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonraki dönemde ise Ankara'nın Talat dönemi yaklaşımının sürdürüleceğini yapılan açıklamalarla uluslararası kamuoyuna vaat ettiği ve KKTC Yönetimi'ne de bir anlamda dikte ettiği düşüncesi ağır basmaktadır. 
Bu dönem için KKTC'de yapılan yorumların en çarpıcısı, "imzanın şahine attırılarak" oy tabanı çok daha geniş olan UBP'nin destekçilerinin de anlaşmayı kabul etmeme ihtimalinin ortadan kaldırılmak istendiği yönündeydi. 
Son dönemi Eroğlu'nun gerçekte müzakereleri sürdürmeyi çok da istemeyen bir duruşunun olduğu, sonuca inanmadığı ancak son dakikaya kadar görüşmeleri "istekli imiş gibi" sürdürdüğü ve süreci ileri taşımaya yarayacak yeni tekliflerle masaya oturduğu şeklinde özetleyebiliriz. Bu dönemin belirleyici olan yönlerinden biri, UBP'yi destekleyen medya ve basın organlarının ve yazarlarının Eroğlu döneminde müzakerelerin ayrıntılarına ilişkin eleştirilerinin belirgin şekilde azaldığıdır. 

Kısacası Talat döneminde Türkiye'nin Talat'ın istek ve önerilerine tabi olduğu bir algı; Eroğlu döneminde de tersine Eroğlu'nun Türkiye'nin istek ve planlarına tabi olduğu yönünde bir algı mevcuttur

Gerçekte ise hem bunlar hem tersi geçerli olsa gerek çünkü KKTC heyetleri ikinci bir müzakereyi bir anlamda Türkiye ile yürüterek rotayı birlikte hazırlamaya çalışmaktadır. Ancak kesin gibi gözüken her iki dönemde de "Türkiye'ye rağmen" herhangi bir adım atılmamaktadır. Sorunuzun "olması gereken" yanı ise KKTC'nin kendi kaderini tayin açısından daha fazla "tek başına karar verir" izlenimi vermesi gerektiğidir.

AFASAM: Türkiye Kıbrıs konusunda nasıl bir çözüm istemektedir? KKTC'nin bağımsız bir devlet olarak tanınması Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki etkisini azaltacak mıdır?

GÖZDE KILIÇ YAŞIN: Bu sorunun cevabı çok zor. Hatta cevabı yok dahi denilebilir. Aslında 2002'ye dek ilerleme sağlanamıyorsa da elde edilmiş hakların kaybedilmemesi yönünde bir politika izlenmekteydi. Uzun vadede ise pes eden taraf olmadıkça değişen konjonktürle birlikte kazanılacağını düşünenler vardı. Sonradan "statükoculuk" gibi gerçek durumu tam anlamıyla yansıtmayan bir terimle ifade edilen bu dönemde aslında özellikle rahmetli Denktaş'ın olağanüstü çabasıyla önemli kazanımlar elde edildiği, BM rapor ve kağıtlarına bunların yerleştirildiği ve sonraki görüşmeler açısından bağlayıcılık kazandıran yeni haklar ya da mevcut anayasal hakları -60 Anayasası- garanti altına alan bir hukuk yaratılmıştır. Denktaş'ın samimi niyetinin KKTC'nin tanınmışlığını sağlamak olduğu kesindir. 

Ancak 2002 sürecinde bir politika değişikliğine gidilmiş ve daha büyük kartlarla, daha büyük riskler alınarak daha büyük bir oyuna girişilmiştir. 

Bu dönemde 2004 referandumunda Türklerin yüzde 65 oranında "evet" demesiyle ise beklenen iyileşmenin sağlanamaması bir tarafa Annan'ın referandum sonuçlarına ilişkin raporunda da açık bir dille ifade ettiği "Kıbrıslı Türkler ayrı devlet kurma kararlılıklarından vazgeçmiştir" mealindeki yorum uluslararası kamuoyuna referandumun temel sonucu olarak lanse edilmiştir. 

Bu da aynı dönemde Kosova'nın bağımsızlık ile KKTC'nin durumu arasında benzerlik kuran açıklamaları bıçak gibi kesmiştir. Bu anlamda Türkiye'nin o daha büyük oyununun ilk aşamasında aslında önemli bir kayıp yaşandığı ancak telafi edilemez boyutta olmadığı söylenebilir.

2004'de her iki taraftan da çıkacak güçlü bir "hayır"ın iki devletli formülü zorlayacağına şüphe yok. 

Ancak bugün her halükarda yeniden önemli bir fırsat yakalanmıştır. Türkiye, müzakerelerin sonuçsuz devamını kabul etmeyeceğini çok güçlü bir şekilde ifade etti. Hem fırsatın avantaja çevrilmesi bakımından hem de Türkiye'nin bölgesel güç konumu nedeniyle "söylediğini yapan" devlet imajını güçlendirmesi açısından bu dönem çok önemli. Şahsi kanaatim Ankara'nın adım adım KKTC'nin varlığını güçlendirmek yönünde bir politika izleyeceği yönünde. Şu an bunun görünür adımları KKTC'nin –ancak Kuzey Kıbrıs nitelemesiyle- ekonomik anlamda güçlendirilmesi girişimleridir. Hem adaya borularla su taşınması, hem fiberkablolarla elektrik taşınması hem de petrol kuyuları ve petrol dolum tesisi inşası ile gerek altyapı gerekse de diğer alanlarda yapılan yatırım, verme kararı aldığınız bir yere yapılmaz. 

Öte yandan mülkiyet konusunun da adım adım çözülmekte olduğunu görüyoruz. Bu konuda yakın döneme dek mülkiyet sorunu büyük ölçüde Rum lehine çözülüyordu çünkü Rumlar AİHM'e gidiyordu

Şimdi ise eleştirilecek bazı yönleri olmakla birlikte KKTC'deki Taşınmaz Mal Komisyonu yoluyla mülkiyet sorunu büyük ölçüde çözülmektedir.Her ne kadar AİHM'in verdiği tazminat miktarlarından daha azına karar veriliyor olmasa da ve Türkiye'yi işgalci kabul eden AİHM kararlarını bertaraf etmiyorsa da Türk tarafının inisiyatifiyle ve takas formülünü de devreye sokarak bu en önemli sorun çözülmektedir. Nitekim iki kesim arasındaki birleşme olacaksa da bölünmüşlük kesinleşecekse de bu gerçekten de çözülmesi gereken bir sorundur. Bu sorun çözüldüğünde ise belki de müzakere edecek herhangi bir şey de kalmayacaktır. Maraş konusunda da önemli bir takım hazırlıklar gözlemlenmekte olduğunu ekleyerek sürecin doğru yönetilirse çağa aykırı şekilde birleşmeyi dayatan zihniyette değişim yaratılmasının mümkün olabileceği söyleyebiliriz. Bu noktada Türkiye'de görev yapmış eski bir ABD Büyükelçisi'nin 2007 tarihli bir makalesine atıf yapmak isterim.

Makalede Türkiye'ye Kuzey Kıbrıs'ın ekonomik olarak güçlendirilmesi ve ardından Türkiye'ye ilhak ve Rumlarla birleşmek dahil tüm seçenekleri içeren bir referandumun yapılması ve sonuçlarının da derhal BM'ye bildirilmesi öneriliyordu. 

Buna Mehmet Ali Talat'ın kendisiyle yaptığımız bir televizyon programında yine 2007'de kendisinin yaptırdığı bir kamuoyu yoklamasında iki ayrı devlet formülünü destekleyenlerin oranının yüzde 85'e ulaşmasını nasıl değerlendirdiğini sorduğumda "2004 referandumunda da bağımsızlık seçeneği bulunsaydı, o günde yüzde 85 oranında bu seçenek tercih edilirdi" sözünü ekliyorum. Dolayısıyla aslında şeker hazır ve un kavrulmuş, helva yapımının tamamlanmasına da az kalmış. Ancak bu yürünen yolun sonunda ismi değişmiş bir Kıbrıs Türk Devleti'nin söz konusu olabileceğini de eklemek gerekir.

KKTC'nin tanınması durumunda Türkiye'nin Kıbrıs üzerindeki etkisinin azalacağı yönündeki endişe geçmişten bu yana dile getirilir. Ancak bence İngiliz CommonWealth'İnden çok daha güçlü bir Türk Common Wealt'inin yaratılması durumunda sadece Kıbrıs Türklerinin değil Balkanlardan Kafkaslara ve belki daha da doğuya uzanan geniş bir alanda endişelerin tümünün fırsata çevrilmesi söz konusu olabilir. 

Burada kullanılacak diplomasi dili gerçekten de çok önemli, Kıbrıs Türkü'ne Türkiye'ye tabi küçük bir devletçik muamelesi yapıp, onun siyasi desteğeihtiyacı olduğunda ise umarsamazlık olarak adlandırılacak bir tutuma girilirse Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde olduğu gibi sorunlar, şüpheler, güven bunalımları ve aşamalı soğumalar yaşanabilir. 

Bunun ötesinde KKTC'nin tanınmasını sağlamakla Türkiye'nin Kıbrıs'ın genelinde sahip olduğu haklardan vazgeçmiş ve Ada'nın yarısını Yunanistan'a vermiş sayılacağını dile getiren kesimlerde bulunmaktadır. Ama bence kullanılamayan haklardansa deniz egemenlik alanlarınızı güvenceye alan yeni bir Türk devleti daha önemlidir. 
Her ne kadar Türkiye'nin Garantörlüğü kağıt üzerinde Kıbrıslı Türkler üzerinde değilse de Kıbrıslı Türklerin en başından bu yana Türkiye'nin bu adımını beklemekte olduğunu da buna ilave etmek gerekir.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/2012/09/25/6777/kibrista-neler-oluyor-2

..