Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2020 Cuma

Adb Irak İşgali 3 YILI

Adb Irak İşgali 3 YILI 




İşgalin 3. Yılında Pandora'nın Kutusundan Çıkanlar,

Mete Çubukçu,


Irak’ın durumu ile ilgili yapılacak değerlendirmeler artık “wishful thinking”i aşmış durumda. Durum tahminlerimizin ötesinde bir vehamet içeriyor.
Çünkü, reel politikacıların, düşünce kuruluşlarının ya da Amerikan politikasını yürütenlere yön verenlerin stratejilerinin iflas ettiğini söylemek 
“niyet beyanından”, “biz söylemiştik” ten öte bir şey.

Tabii ki Irak’ın işgalini hâlâ başarı olarak görenler, savunanlar var. Ama hiçbir aklı selim sahibi -ki buna neoconların fikir babaları, neocon politikayı 
dışarıdan destekleyenler de dahil- Irak’taki içler acısı durumu inkar edemiyor.
ABD Dışişleri Bakanı Rumsfeld “Irak’ta her şey yolunda” diyor kaçınılmaz olarak. İşgal destekçileri ise ondan öteye giderek Irak’ta “neleri başardıklarını” 
sıralıyorlar. Ama onların reel politik bakış açısıyla 3. yılda geriye dönüp baktığımızda önümüze çıkan manzara ve rakamlar onların bile içinden 
çıkamayacakları bir bilançoyla karşı karşıya geldiklerini ortaya koyuyor.
Amerika’nın Irak’ı işgalini destekleyenler, işgalin yolunda gitmemesini 3 yıldır olmadık bahanelerle savunanlar, geriye dönüp baktıklarında savunmalarını 
genelde 4 noktada topluyorlar;

1. İşgal Saddam Hüseyin gibi bir diktatörü devirmiştir.
2. Çağdışı bir rejim yıkılmıştır.
3. Saddam Hüseyin sonrası Irak bölgede tehdit olmaktan çıkmıştır.
4. Demokrasiye geçilerek seçimler yapılmıştır.

ABD yönetiminin 3. yıldaki en önemli ikilemi şudur: “Irak’tan çekilirsek iç savaş çıkar ve kontrolü kaybederiz”; Irak’tan çekilmedikçe işgale karşı direniş yükselecek ve kaos artacaktır. Önümüzdeki dönemde Amerikan politikacılarının en temel tartışma konusu bu olacaktır.

Çekilme: Ortadoğu’yu yeniden işgale kalkışan güçlerin her şeye rağmen Irak’tan kısa vadede çekileceklerini beklemek hata olur. Nitekim Bush bile 2009 yılına kadar Irak’ta kalacaklarını saklamıyor. Tüm başarısızlığa rağmen çekilme ABD İmparatorluğu’nun prestij ve morali açısından kaldıracağı bir durum değil. Üstelik, İran gibi yeni bir hedefin (Amerika’ya kafa tutacak Irak’tan çok farklı bir ülkenin) yanı başında durduğu coğrafyayı hemen boşaltması beklenemez. Bazılarının iddia ettiği ve çoğunlukla komplo-kaos teorisine dayanan “ABD’nin bölgedeki kriz üzerinden politikasını yürüteceği ve dolayısıyla Irak’taki kaos ortamının bilinçli olarak körüklendiği” tezinin hiçbir dayanağı mevcut değil. Çünkü Irak’taki durum kontrol altına alınmadıkça Amerikan kamuoyu tepkisinin giderek arttığı görülmektedir. Üstelik, Irak’taki petrolü bir an önce kontrol altına alıp dünya piyasalarına sürmek ve piyasalar üzerinde daha etkin bir kontrol sağlamak isteyen ABD ve küresel şirketler için Irak işgalinin umulduğu gibi gitmemesi uzun vadede kendilerinin aleyhine dönecek bir silah gibi durmaktadır. Bush yönetiminin, İran ve Suriye üzerindeki baskısını arttırması belli bir politikanın ürünüdür ama askerî olarak Irak’ın kontrol altına alınamaması ABD’nin bilinçli bir politikası değildir.

İç Savaş: Ancak, ABD’nin Irak’tan çekildikleri takdirde “bir iç savaşın yaşanacağı” tehdidini ve medya aracılığıyla bu dezenformasyonu yayarak özellikle uluslararası kamuoyunu ikna etmeye çalıştığı bilinmektedir. Bu dezenformasyondan Türkiye kamuoyu da nasibini almaktadır. Irak’ta var olan koşullarda zaten bir iç savaş yaşanmaktadır. Yaşanan iç savaşın derinleşmemesi, kitleselleşmemesi, şimdilik bazı Şii (Sadr gibi) ve Sünni (Sünni Ulema Birliği) liderlerin çabalarına bağlı olup kısa süre sonra bu çaba da sonuçsuz kalma ihtimaline sahiptir.
İşgali savunanların bir diğer argümanı ise her şeye rağmen Saddam Hüseyin diktatörlüğünün yıkılmış olmasıdır. İşte bu sav birbirini ile ilişkisiz iki gerekçenin bir arada savunulmasıdır. Tarihi, geçmişi, insanları, doğal kaynakları ile yok olmaya doğru giden bir ülkenin işgali Saddam Hüseyin’in devrilmesi ile haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.

Seçim: Irak’ta seçim yapmayı bile başarı sayanlar, indirgemeci bir mantıkla demokrasiyi sadece seçimlerle özdeşleştirmektedir. Oysa seçim demokrasinin sadece bir unsurudur. Üstelik Irak seçimleri ülkeyi birleştirmeye değil bilakis parçalanmaya yaklaştırmış, tüm etnik ve dinî gruplar sadece kendilerini temsil edenlere oy vermiştir. Bu da Irak’ı iç sınırları çizilerek üç saflı hale getirmiştir. İyad Allavi’nin liderliğindeki laik ve farklı grupların oluşturduğu cephe Meclis’te 25 sandalye kazanmış dahi olsa bu birliktelik sembolik olmaktan öteye gidemeyecektir. Çünkü Iraklı Araplar mezheplerine, Kürtler etnik kimliklerine göre hareket etmektedir.

Ordu: Bu saflaşma askerî olarak de netleşmiş ve Irak ordusu ve polisi olarak algılanan güçler aslında Şii ve Kürtlerin kendi güvenlik güçleri olup her grup kendi içinde silahlı olarak da bölünmüştür. Üstelik Irak ordusu denilen yapı içinde barınan Ölüm Mangaları özellikle Bağdat civarında Saddam Hüseyin’i aratmayan toplu katliamlara imza atmaktadır. Bu ölüm timlerinin birçoğu yönetimde hakim olan Şii grupların içinden çıkarken, hükümetin kontrolü ve bilgisi dahilindedir. Sayıları 100 bin civarında olan Irak Ordusunun, karşısında ise 30-40 bin militan ve 100 bine yakın milisin bulunduğu bir direnişçi bloku söz konusudur.
Anayasa: Anayasadaki muğlak ifadeler de ileride karşımıza çıkacak çok parçalı, her grubun kendi yorumuna göre yön vereceği ve parçalanmayı hızlandıracak bir metin olarak durmaktadır. Hem adem-i merkeziyetçi hem de gevşek bir federatif yapıyı öngören Anayasa kendi içinde çelişkili maddeler ve ifadelerle dolu olup uygulanması neredeyse imkansız gibidir. Aralık ayında yapılan bir seçimin sonucunda hâlâ bir hükümetin kurulamamış olması da ülkenin tüm bu saydığımız segmentlere ayrılmasının bir sonucudur.

Bu ayrışmanın sonucunu şimdiden görmekteyiz. Ancak Amerikan işgali devam ettiği sürece kaosun derinleşeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Irak’ta Kürtler hariç diğer gruplar bir an önce işgalin sona ermesini temel koşul olarak öne sürmektedir.

Yeni Aktörler: Tüm bunların yanı sıra Irak’ın mevcut durum dolayısıyla bölgede ortaya çıkan yeni aktörlerin yol açacağı yeni oluşumların önümüzdeki dönemde nasıl davranacaklarının hâlâ belirsiz olmasını gösterebiliriz. Çünkü önümüzdeki yıllarda bölgenin geleceğinde rol oynayacak yeni bileşenler ortaya çıkmıştır:

1. Bölgede, Pakistan’dan başlayarak, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn, Suudi Arabistan’a uzanan bir çizgide ortaya çıkan Şii Kuşağı,

2. Irak, Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt Kuşağı,

3. Arap kimliğinin yitirilmesinden sonra Irak’ta ortaya çıkan İran etkisi.

Bu üç önemli gelişme Türkiye’yi içine alan bir eksende (sadece Kürt ekseni ile değil) etki yaratma kapasitesine bağlı olup yine sadece Türkiye’nin kendi inisyatifi ile politika oluşturabileceği ya da aşabileceği bir durum değildir. Her ne kadar kadar AKP hükümeti bütün bölgedeki hükümetler ve kendine yakın hareketler (Hamas gibi) üzerinde etki kurup bölgesel bir aktör olmaya soyunsa da yukarıda saydığımız üç argüman nedeniyle Türkiye hem siyasi hem de ekonomik olarak kendi başına bu rolü üstlenebilecek bir durumda değildir. AKP hükümeti başından itibaren yürüttüğü dış politika üzerinden iç politika yürütme yeteneğini yitirmiş gibi görünürken, konjonktürel olarak Irak’ın işgali ve Avrupa Birliği üzerinden yaratmaya çalıştığı ve bir oranda da başardığı olumlu rüzgarın hızından yorulmuştur. AB rüzgarı bir yana konacak olursa, AKP hükümetinin Ortadoğu’ya yönelik perspektifinin olup olmadığı hâlâ tartışma konusudur. Hükümet, danışmanları aracılığı ile bir “Osmanlı uzlaşması” benzeri orta çaplı emperyal bir hülya ve anakronik bir hareket tarzıyla mı hareket etmektedir, yoksa Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, iflas etmiş ve uygulaması çok tartışılır hale gelen Büyük Ortadoğu Projesi üzerinden mi? Ya da görece bağımsız bir tavır mı takınacaktır. Örneğin, olası bir İran krizinde ne yapılacağı bilinmemektedir. Özellikle de medyaya yansıyan ve Irak işgali öncesi 25 milyar üzerinden yapılan ve rakam çok yüksek bulunarak reddedilen “at pazarlığı” sonrası.

Olası bir kriz sırasında Türkiye’nin önceliği tabii ki kendi Kürtlerinden kaynaklı olarak Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve onun hemen yanı başındaki İran Kürtleri olacaktır. Bu yüzden işgalin 3. yılında Türkiye kendi Kürtlerine yönelik gerekli açılımları yapmak zorundadır. Zira işgal Kürt meselesini sadece Türkiye’nin kendi iç meselesi olmaktan çıkarmış ve yine Irak Kürtleri’ni de aşmıştır.
Bu yüzden bir Şii ekseni Türkiye’yi dolaylı olarak etkileyecek bile olsa Kürt ekseninde Türkiye’ye doğrudan muhatap olacaktır. Irak’ı işgal etmeyerek ve asker göndermeyerek onurlu bir tavır sergileyenlerin aksine, işgale bulaşılmadığı için hâlâ üzülenleri de unutmadan önümüzdeki dönemde de Türkiye’nin anahtar ülke konumunda olacağını hatırlatmakta da yarar var.

Vaatler ve Gerçekler

1 Haziran 2003’te George Bush “Irak’ı söz verdiğimiz gibi özgürleştirdik. Ülkeyi temsil eden bir hükümet kurulmasını sağlayacağız. Amacımız kendi sorunlarını kendi çözecek, kendi güvenliklerini sağlayacak geçişi sağlamaktır” derken muhafazakar kanadı temsil eden gazetecilerden George Will Mart 2006’da şunları söylüyor: “İşgalden 3 yıl sonra ortada bir Irak ulusu var mı bilemiyoruz. 2 seçim ve bir anayasa referandumunun ardından Irak hâlâ bir hükümete sahip değil”.
İç savaş korkusu büyürken Şii Başbakan İbrahim Caferi, Şii ölüm mangaları ile ilintili olduğu için kabul görmüyor. Uzlaşma hükümetinin kurulması zor görünüyor.
8 Nisan 2003 tarihindeki Bush ve Blair’in ortak açıklamasından: “ Irak’ın geleceği Iraklılara aittir. Yıllar süren diktatörlüğün ardından Irak özgürleşti. Biz de Irak halkının kendi geleceğine karar verecek demokratik ve barışçıl bir ortamı yaratmakla yükümlüyüz.”

Yanıtı 2006’nın Mart ayındaki Uluslararası Af Örgütü’nün raporundan: “Irak hükümeti vatandaşlarına hayatlarını korumak için gerekli olan asgari güvenceleri sağlayamaz durumda olup işkence kadın erkek ayrımı gözetmeden devam etmektedir. 14 bin mahkum kaynağı belirsiz suçtan cezaevlerinde yatmaktadır”.
Irak’ta Saddam Hüseyin sonrası ifade özgürlüğünün sınırlarının genişlediği iddia ediliyor. Bu doğru. Ancak, bunun doğru olması önümüzdeki tabloyu görmememize engel değil. Örneğin, işgal güçlerinin aleyhine yazıp çizmek hapse girmek, gazete ve TV’nizin kapanmasıyla eşanlamlı. Ülkede yükselen İslamcı dalga (Şii-Sünni) günlük yaşamı ciddi bir şekilde etkilemekle kalmayıp, Irak’ın İslamlaşma sürecine de katkıda bulunuyor. Irak hiç olmadığı kadar seküler kurallardan uzaklaşırken günlük yaşamın küçük ama önemli ayrıntılarında kadınlara yönelik büyük baskılar göze çarpıyor. Ülkenin yetişmiş kuşakları özellikle üniversite öğretim üyeleri ve aydınlar öldürülüyor, ülkeden kaçmaya zorlanıyor. Sadece 2005 yılında öldürülen öğretim üyesi sayısı 300. İşgalin hemen ardından başlayan yağmalama karşısında ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in manidar açıklaması Irak’taki “özgür” ortam açısından önemliydi: “Irak’a özgürlük getirdik. Bunun içinde adam öldürme ve soygun yapma da var”.

Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, tarih 18 Şubat 2003: “Irak Afganistan’ın tersine zengin bir ülkedir. İnanılmaz zengin kaynaklar da Irak halkına aittir. Bu yüzden Irak kendi kaynakları ile kendisini yeniden yapılandırma yeteneğine sahiptir”.

Sözcünün 3 yıl önceki bu yorumuna cevap olmasa da Irak’taki son durumu işgal güçlerinin mühendislerinin komutanı Tuğgeneral William McCoy şöyle özetlemektedir: “ABD’nin Irak’ı yeniden yapılandırmak gibi bir niyeti hiçbir zaman olmadı. Sadece başlangıçta böyle bir niyetten söz edilirdi”.

Irak bugün benzin ithal eden bir ülke konumumdadır. Bağdat’ta benzinciler önünde kuyruklarda saatlerce benzin almak için bekleyebilirsiniz. Türkiye sınırındaki tankerler her gün binlerce ton işlenmiş benzini Irak’a taşımaktadır. Irak’ın petrol ihracı Saddam döneminden daha azdır. 

Çünkü rafineriler derinişçilerin saldırıları nedeniyle işletilememektedir. 

Güvenliğin sağlanamamasından dolayı yıkılan rafineriler ve altyapı inşa edilememiştir. Kısa vadede de petrolün ekonomiye katkısı daha azalacaktır.

30 Kasım 2005 George Bush’un Amerikan Deniz Akademisi’ndeki konuşmasından: “ Irak güvenlik kuvvetleri ayağa kalkmış ve Irak halkının güvenini kazanmıştır. Artık teröristlere yönelik bilgi akışı da sağlanmıştır”.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2006 Raporu’ndan:

“Irak’ta güvenlik kuvvetlerinin göreve gelmesinin ardından işkence ve kötü muamele ile ilgili olarak yüzlerce rapor mevcuttur. Durum Irak yönetiminin insan hakları ihlallerinin görmezden geldiğini ve güvenlik kuvvetlerinin bu durumun içinde olduğunu göstermektedir.”

Yeni Irak ordusu en tartışmalı konulardan biridir. Çünkü bu oluşum Irak ordusu olmaktan çok Şii ve Kürt ordusu şeklindedir. Ordunun 60 taburu Şiilerden 3 tanesi de Kürtlerden oluşmaktadır. 45 civarında da Sünni taburu mevcuttur. Irak ordusu ve polisi denilen güç, mezhepler ve etnik gruplar arasında bölüşülmüş ve büyük bir kısmı ölüm mangaları olarak anılmaya başlanmıştır. Örneğin, başkent Bağdat’ta Şii güvenlik güçlerinin Sünnilere yönelik kaçırma, işkence ve öldürme eylemleri artık gizlenemez hale gelmiş, toplu ölümler ve toplu mezarlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ordu mensubu Sünnilerin de direnişçilerle dirsek temasında olduğu, eski Baasçıların orduya sızdığı ve istihbarat taşıdığı iddia edilmektedir.
Üçüncü yılda saymaya çalıştığımız birkaç enstantane işgalin boyutlarını ve Irak’a nelere mal olduğunu ortaya koyması açısından anlamlıdır. Bu işgal sadece bir ülkenin yok oluşunu ilan etmekle kalmayıp, etkilerini içinde Türkiye’nin de bulunduğu bir coğrafyada önümüzdeki dönemlerde gösterecektir.

Tek çıkar yol sonuna kadar işgallere uzak durmak ve “hayır” diyebilmektir. Aksi takdirde dünyanın emperyal güçlerin küresel kapitalizmi ayakta tutmak için uyguladıkları araçlardan biri olan savaş ve şiddet uzun vadede tüm insanlığı içinden çıkılmaz bir noktaya götürecektir. Bugünü kurtarma adına hareket edenler bu sarmaldan tek başlarına çıkamayacaklardır.

METE ÇUBUKÇU

https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-204-nisan-2006/2388/isgalin-3-yilinda-pandora-nin-kutusundan-cikanlar/3370


***

2 Aralık 2020 Çarşamba

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye BÖLÜM 2

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye  BÖLÜM 2


AB, Enerji Politikaları, Türkiye, Dogu Akdeniz,Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Ümit Özdağ, Muhittin Ziya Gözler, Enerji ve Enerji Güvenliği, 
Araştırmaları Merkezi,

   AB Bakanlığı ’’Fasıl-15 Enerji’’ başlığında faslın müzakere sürecinde geldiği aşamayı şu şeklide açıklamaktadır: ’’… Enerji faslına ilişkin olarak, Mart 2007 
tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan tarama sonu raporu halen Konsey’de görüşülmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) gibi bazı üye 
ülkelerin menfi yaklaşımları nedeniyle gelişme kaydedilememektedir. GKRY engelinin aşılması halinde enerji faslının başka bir engel ile karşılaşmaksızın 
müzakerelere açılabilecek fasıllar arasında olduğu değerlendirilmektedir… Bu kapsamda Mart ve Nisan 2012’de yapılan Çalışma Grubu Toplantılarında işbirliği 
için beş ana unsur belirlenmiştir:
- Türkiye ve AB’de Enerji Senaryoları ve enerji sepeti;
- Piyasa Entegrasyonu ve alt yapıları geliştirilmesi;
- Enerji İşbirliği;
- Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve temiz enerji teknolojileri;
- Nükleer enerji ve radyasyondan korunma.

Bu alanlarda uzun dönemde enerji sektörü için ortak niyetlerin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Bu çalışmaların sonucunda ilgili tüm kurum ve kuruluşlarımızın ve Avrupa Komisyonu yetkililerinin katkılarıyla ‘Türkiye-AB Enerji Sektörü Geliştirilmiş İşbirliği Belgesi’ oluşturulmuştur… Ülkemiz ve AB arasında enerji işbirliğindeki üst düzey diyaloglar devam etmektedir. Bu kapsamda, Türkiye ve AB arasında, enerji tedarik kaynaklarını güvence altına alma, çeşitlendirme ve rekabetçi enerji pazarları oluşturma hedefleri doğrultusunda 16 Mart 2015 tarihinde ‘Yüksek Düzeyli Enerji Diyalogu’ başlatılmıştır. Buna ilişkin taraflarca ‘Ortak Deklarasyon’ 17 Mart 2015 tarihinde yayımlanmıştır.’’

11. Cumhurbaşkanımız Sayın A. Gül, Milletvekili olduğu dönemde 8.3.1995 tarihinde TBMM’de yaptığı bir konuşmada aynen şunları dile getirmiştir: 
’’Türkiye’nin AB’ye giremeyeceği kesindir. Bunu Avrupalılar söylemektedir. Avrupa’nın önde gelen bütün politikacıları bunu söylemektedir. Avrupalı 
filozofların hepsi söylemektedir. Çünkü AB bir Hıristiyan kulübüdür. 2001 yılında sayın başbakan Türkiye’nin AB’ye gireceğini söylediler. AB’nin dokümanları var. 2010 yılında projeksiyon yapmış AB’ye tam ülkeler kim olacak diye. Dünkü komünist ülkelerin hepsi, hatta Baltık ülkeleri Lituanya, Estonya, Sırbistan, Çek’ler, Macar’lar, Bulgar’lar, Malta, Rum Kesimi bütün bunlar var mı? Hepsi bunların var. Peki, Türkiye’nin ismi geçiyor mu bu dokümanda? 

Türkiye’nin ismi yok. Gerçekler saklanıyor.’’  İşte her kelimesi ile doğru, güzel, anlamlı ve manidar ifadelerle dolu her Türk vatandaşının hislerine tercüman olan gerçek bir yaklaşım. Yarınlarda AB’ye girmek için Türkiye’nin önüne 1999 Helsinki Zirvesi,  2000 Kasımında Türkiye Hakkında Avrupa Birliği Katılım Ortaklığı Belgesi ve 2005 AB İlerleme Raporundaki, sınırların barışçıl bir şekilde çözülmesi konusunda Ege Denizi’ndeki sorunların Yunanistan’ın menfaatleri doğrultusunda çözülmesi, Ada ve adacıkların Yunanistan’a terk edilmesi (21.YY. Türkiye Ens. 17 Mart 2015 / Sayın Prof. Dr. Ü. Özdağ’ın makalesinde 16 Türk Adası ve bir kayalığın sessiz sedasız Yunanistan’a terk edildiği açıkça dile getirilmektedir) Kıbrıs’ın bir kısmının verilmesi, D.Akdeniz’de Petrol ve Doğalgaz arama faaliyetlerine son verilmesi ve azınlıklara daha çok haklar verilmesi istekleri gündeme gelirse AB’ye girmek için yine ayakta mı bekleyeceğiz?


    Diğer taraftan AB Bakanlığı’nın açıklamalarında ’’AB, 10 Kasım 2010’da Enerji 2020 Stratejisi’ni yayımlamıştır. Stratejide, gelecek 10 yıl için AB’nin 
enerji alanındaki öncelikleri şu şekilde sıralanmaktadır: 
1. Enerjiyi verimli kullanan bir Avrupa oluşturmak, 
2. Tümüyle entegre enerji pazarı oluşturmak, 
3. Tüketicileri güçlendirmek ve tüketicilere tedarikçilerini seçme hakkı sağlamak, 
4. Enerji teknolojisi ve inovasyonda lider olmak, 
5. AB enerji pazarının dış boyutunu güçlendirmek. 
AB’nin uzun vadeli hedefi ise, 2050 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyesinin %80-95 altına düşürmektir. 
Enerji 2020 Stratejisi ile, pozitif bir etki yaratılmış olsa da, söz konusu Strateji kapsamındaki önlemlerle sera gazı emisyonlarının 2050 yılına kadar ancak %40 azaltılabileceği öngörülmektedir. AB’nin 2050 yılına kadar enerji kaynaklı sera gazı salınımlarını %80’in üzerinde azaltma hedefine nasıl ulaşabileceği konusu Komisyon’un 15 Aralık 2011 tarihinde açıkladığı “2050 Enerji Yol Haritası”nda irdelenmiştir. 2050 Enerji Yol Haritası’nda karbonsuz bir enerji sistemine geçişe ilişkin çeşitli senaryolar analiz edilmektedir. 

Dokümanda ele alınan dekarbonizasyon senaryolarında, 2050 yılında AB’nin enerji arzında en büyük payın yenilenebilir enerjilerden geleceği görülmektedir. Enerji 2050 Yol Haritası, üye devletlere uzun-vadeli hedeflerine ulaşmak için gerekli enerji seçimlerini yapmalarında yol gösterici nitelik taşımaktadır.’’ İfadeleri yer almaktadır.
   Rusya hariç bütün Avrupa ülkeleri ve AB hayatlarını devam ettirebilmek için Asya ve Afrika’nın kaynaklarına muhtaçtırlar. AB enerji konusundaki sorunlarını çözmek için de büyük oranda Türkiye’ye bağımlı hale gelecektir. Gelişen enerji sistemleri bunu net bir şekilde gözler önüne sermektedir. AB enerji meselesini çözmek için:

1.      Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmalıdır. Bunun için de Kafkas, Ortadoğu, K.Afrika ve D.Akdeniz hidrokarbon kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya 
ulaşmasına yardımcı olmalı, yatırımlara katılmalıdır.
2.      Ortadoğu’da yaşanan vahşetin sona ermesi konusunda ABD’nin dikkatini çekip, Türkiye ile olan ilişkilerini barıştan yana koymalıdır.
3.      AB ülkeleri, fosil kaynaklarının kontrolsüz bir şekilde kullanılmasını durdurup, (birincil enerji kaynaklarının % 12,9’nu tüketmektedir) yenilenebilir 
kaynakların kullanımı konusunda Birlik olarak politik kararlar almalıdır. 
Böylece sera gazı salınımlarını en az seviyeye indirebilirler. 2011 yılında Almanya’nın sera gazı salınımı 940 milyon ton, İngiltere’nin 586 milyon ton, 
Fransa’nın 502 milyon ton olup, AB ülkelerinin toplam sera gazı salınım miktarı 4.715.000.000 tondur.
4.      Nükleer santrallerin ciddi tedbirler alınarak inşası yapılmalıdır. Avrupa’da meydana gelebilecek bir Çernobil hadisesi bütün Avrupa’yı tehdit 
edebilir. Bundan Türkiye’de çok büyük zarar görebilir.
   Diğer taraftan ETKB Enerji İşleri Genel Müdürlüğü’nün Dünya Enerji Görünümü 4-11 Kasım 2011 raporunda şu ifadeler yer almaktadır:’’AB enerji firmaları, 
piyasanın kötü işleyen kurallarına uymak için zor bir mücadele ile karşı karşıyadır. Piyasanın kötüye kullanımı düzenleyici otoriteler için her zaman 
temel endişe kaynağı olmuştur, ancak küresel mali krizden bu yana, bu durum daha da hızlanmıştır. Avrupa enerji piyasasını da içeren ve diğer alanlarda da 
kendini gösteren bu eğilime hem AB’de hem de ABD’de düzenleyici otoriteler önce yumuşak tedbirler almıştır. Ancak daha sonra hem düzenleyici otoriteler hem de yasa koyucular sistem içerisindeki firmalara daha ağır cezalar getirmişlerdir.’’
16-23 Şubat 2015 raporda ise şu görüşlere yer verilmiştir: ’’Basına sızan Taslak ‘Enerji Birliği İçin Strateji Belgesine’ göre, Avrupa Komisyonu, tek bir enerji 
piyasası oluşturmanın önündeki engelleri kaldırmak amacıyla AB enerjikurumlarına daha fazla yetki vermeyi arzulamaktadır. Enerji Komiserleri Maros Sefcovic ve Miguel Arias Canete tarafından açıklanacak Enerji Birliği İçin Çerçeve Strateji Belgesinin temel amacı tamamen entegre bir Avrupa enerji piyasasını hayata geçirmektir. Bahse konu belgede, AB’nin iç enerji piyasasında hala yoğunlaşmanın söz konusu olduğu ve AB her ne kadar Avrupa seviyesinde enerji kurallarını oluştursa da pratikte 28 ulusal düzenleyici çerçevenin söz konusu olduğu belirtilmiş olup, tüm üye devletlerce hayata geçirilecek reformlara ihtiyaç duyulduğu vurgulanmıştır.’’
   Türkiye kısıtlı enerji kaynaklarına sahip olan bir ülkedir. Bu sebeple de dışa bağımlı olmaktan kurtulamamaktadır. Kendi öz kaynaklarının tamamını kömür, 
hidrolik, rüzgâr, güneş, jeotermal ve diğer yenilenebilir kaynaklarının tamamını kullansa dahi yinede gerekli enerjinin temini konusunda hidrokarbon kaynaklarına 
ve uranyuma ihtiyacı vardır. İşte ülkenin baştan aşağı boru hatlarıyla sarıldığı bir süreçte bunu çok iyi değerlendirmek gerekmektedir. Amiyane ifadeyle Türkiye 
‘’boru hatları geçen hanı’’ olmamalıdır. Diğer taraftan ileride bu boru hatlarının başımıza bir iş açmaması da en büyük temennimdir.

Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları
   AB’nin Enerji Politikaları ve Türkiye 
  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 
 
 DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 

  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
   Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 

  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 
  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 
  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 
 
https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/abnin-enerji-politikalari-ve-turkiye

***

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye BÖLÜM 1

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye  BÖLÜM 1

AB, Enerji Politikaları, Türkiye, Dogu Akdeniz,Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Ümit Özdağ, Muhittin Ziya Gözler, Enerji ve Enerji Güvenliği, 
Araştırmaları Merkezi,

Uzman 
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
21 _ Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.
01 Mayıs 2015 Cuma  
 Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
08 Nisan 2015 Çarşamba

AB’nin Enerji Politikaları ve Türkiye
Muhittin Ziya Gözler tarafından yazıldı.


   10.523.000 km2’lik yüzölçümü, 700 milyona yaklaşan nüfusu, yeraltı ve enerji kaynakları bakımından zengin olmayan, ancak dünya sanayi üretiminin 1/3’nü gerçekleştiren Avrupa Kıtası’nda 50 ülke bulunmakta, bu ülkelerden de bugün için 28’i AB’ni meydana getirmektedir. 17 Aralık 2004 yılında AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması için Papa X.Innocent’in heykelinin önünde alay-ı vâlâ ile imzalanan anlaşmanın üzerinden geçen 11 yılda acaba kaç arpa boyu yol alındı? Bu siyasi tartışmayı bir tarafa bırakıp, AB’nin enerji politikalarıyla ilgili çalışmalarını aktaramaya çalışarak Türkiye’nin ileride başına gelebilecek tehlikelere değinelim. Konumuz enerji olduğu için AB Bakanlığı’nın AB’nin enerji politikaları konusundaki görüşlerine kısaca yer verelim: ’’ Avrupa Birliği’nin 
(AB) enerji politikalarının üç temel amacı bulunmaktadır: 
• Rekabetçi bir enerji piyasası oluşturulması, 
• Enerji arz güvenliğinin temin edilmesi, 
• Sürdürülebilir kalkınma temelinde çevrenin korunması. 
AB, enerji alanında politika oluştururken bu üç amaç arasında bir denge kurmayı hedeflemektedir. AB mevzuatı, rekabet gücü yüksek, güvenli ve sürdürülebilir enerji piyasaları oluşturulması, tüketiciye daha fazla seçenek ve daha ucuz fiyatlar sunulabilmesi amacıyla enerji piyasalarında serbestleşmenin sağlanmasına ilişkin düzenlemeler içermektedir. Sürdürülebilir bir enerji politikası için, iklim değişikliği ile mücadele AB’nin enerji politikasının önemli bir bileşenidir. 
Bu amaçla Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan ve Mart 2007 tarihinde onaylanan Enerji ve İklim Değişikliği Paketi ile 2020’ye kadar gerçekleştirilmesi 
öngörülen üç önemli hedef ortaya konmuştur: 

• Sera gazı emisyonlarının 2020 yılına kadar 1990 yılına oranla en az %20 azaltılması, 
• Enerji arzında yenilenebilir enerji payının 2020 yılına kadar %20’ye çıkarılması ve ulaşımda biyoyakıt kullanım oranının en az %10’a ulaşması, 
• Birincil enerji tüketiminde 2020 yılına kadar %20 tasarruf sağlanması. 

Bu hedeflerin hayata geçirilebilmesi için enerji tek pazarının tamamlanması gerekmektedir. Bu amaçla Komisyon, 2007 yılında “Üçüncü Paket” 
olarak adlandırılan mevzuat önerilerini açıklamıştır. Söz konusu Paket, enerji arz/satış ve üretim faaliyetlerinin, doğal tekel niteliği taşıyan şebeke (iletim 
ve dağıtım) işletiminden hukuken ve fonksiyonel olarak etkin bir şekilde ayrılması, ulusal enerji düzenleyicilerinin bağımsızlıklarının artırılması ve 
piyasa faaliyetlerinde şeffaflık sağlanması gibi hususları kapsamakta olup, elektrik ve doğal gaz piyasalarının tamamen rekabete açılmasını hedeflemektedir. 
Paket kapsamında ayrıca, boru hatları ve şebeke erişimine ilişkin standartların birbiriyle uyumlu hale getirilmesi amacıyla 2009 yılında Avrupa Elektrik İletim 
Sistem Operatörleri Ağı (ENTSO-E) kurulmuştur. 2020 hedeflerine ulaşmak için mevcut stratejilerin yetersiz kalacağını öngören AB, 10 Kasım 2010’da Enerji 
2020 Stratejisi’ni yayımlamıştır. Stratejide, gelecek 10 yıl için AB’nin enerji alanındaki öncelikleri şu şekilde sıralanmaktadır: 

1. Enerjiyi verimli kullanan bir Avrupa oluşturmak, 
2. Tümüyle entegre enerji pazarı oluşturmak, 
3. Tüketicileri güçlendirmek ve tüketicilere tedarikçilerini seçme hakkı sağlamak, 
4. Enerji teknolojisi ve inovasyonda lider olmak, 
5. AB enerji pazarının dış boyutunu güçlendirmek. 

AB’nin uzun vadeli hedefi ise, 2050 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyesinin %80-95 altına düşürmektir. Enerji 2020 Stratejisi ile pozitif bir etki 
yaratılmış olsa da, söz konusu Strateji kapsamındaki önlemlerle sera gazı emisyonlarının 2050 yılına kadar ancak %40 azaltılabileceği öngörülmektedir. 
AB’nin 2050 yılına kadar enerji kaynaklı sera gazı salınımlarını % 80’in üzerinde azaltma hedefine nasıl ulaşabileceği konusu Komisyon’un 15 Aralık 2011 
tarihinde açıkladığı “2050 Enerji Yol Haritası”nda irdelenmiştir. 2050 Enerji Yol Haritası’nda karbonsuz bir enerji sistemine geçişe ilişkin çeşitli senaryolar 
analiz edilmektedir. Dokümanda ele alınan dekarbonizasyon senaryolarında, 2050 yılında AB’nin enerji arzında en büyük payın yenilenebilir enerjilerden 
geleceği görülmektedir. Enerji 2050 Yol Haritası, üye devletlere uzun-vadeli hedeflerine ulaşmak için gerekli enerji seçimlerini yapmalarında yol gösterici 
nitelik taşımaktadır.’’

   Bu kısa bilgiden sonra AB ülkelerinin enerji kaynaklarına bir göz atalım. AB ülkelerinin 2013 yılı birincil enerji tüketimi 1744,2 milyon TEP’ dür. Bu rakam 
dünya birincil enerji tüketiminin % 12,9’una karşılık gelmektedir. Dünya petrol rezervlerinin % 0,4’ü, doğalgaz rezervlerinin % 0,8’i, kömür rezervlerinin % 
6,1’i, hidrolik enerjinin % 8,3’ü, diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının % 37’si AB ülkelerinde bulunmaktadır. AB ülkeleri kullandıkları enerjinin % 35’ini 
de nükleer enerjiden elde etmektedirler (Kaynak: BP Statiscal Review World Energy 2014). 2014 itibariyle AB ülkeleri tükettiği enerjinin % 55’ni ithal 
etmektedir. Petrolde % 84, doğalgazda % 66, kömürde % 53, nükleer kaynaklarda tamamen dışa bağımlıdır. Enerjide en fazla bağımlı olduğu ülke Rusya Federasyonu’dur. Kıta Avrupası’nın da tamamının Rus gazına bağımlı olduğu bilinmektedir. (Ş.1)
                 
                                    (Ş.1 Rus Gazına bağımlı olan ülkeler)

  1973 ve 1979 yıllarındaki petrol krizleri AB ülkelerini etkilemiş ve enerji arz güvenliğinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine AB ülkeleri kendi 
kısıtlı kaynaklarının kullanma, yenilenebilir kaynaklara yönelme, enerji teknolojileri konusunda çalışmalar yaparak enerji ithalatlarını azaltma konusunda politikalar belirlemeye başlamışlardır. Yapılan çalışmalar sonrası AB ülkeleri enerji politikalarını da şu üç esas üzerinden yürütmeye karar vermişlerdir. 

1. Arz güvenliği, 
2. Çevre koruması, 
3. Rekabet ortamının geliştirilmesi. 

AB ülkeleri aldıkları tüm tedbirlere rağmen yine fosil kaynakları kullanmaya devam etmişler, nükleer enerjiye daha çok önem vermişler ve de yenilenebilir kaynaklara da yönelmeye başlamışlardır.

AB ülkelerinin enerji verilerini aktararak AB’nin enerji geleceğini ortaya koymaya çalışalım. AB ülkelerinin enerji ithalatında % 32 oranında Rusya’ya, % 12 Norveç’e, % 5 S.Arabistan’a, %4 Kazakistan’a, % 4 Nijerya’ya ve % 36 diğer ülkelere bağlı olduğu bilinmektedir.
BP’nin verilerine göre, AB ülkelerinin 2013 yılında tükettiği toplam petrol miktarı 541.400.000 ton, doğalgaz tüketim miktarı 393.300.000.000 m3 ve kömür 
tüketimi de 275,1 MTEP’ dür. AB ülkelerinin hidrolik enerji potansiyeli 31,6 MTEP, yenilenebilir diğer kaynaklar ise 106,2 MTEP’ dir. 2013 yılı itibariyle 
AB’ye üye ülkelerin toplam birincil enerji tüketimi 1744,2 MTEP’ dür (Almanya-325 MTEP, Fransa-248,4 MTEP, İngiltere-200,0 MTEP, İtalya-158,8 MTEP, 
İspanya-133,7 MTEP).AB’ye üye on ülkenin toplam elektrik tüketimi yaklaşık 3000 TWh olup (Almanya-579,21 TWh, Fransa-476,50 TWh, İngiltere-346,16 TWh, İtalya-327,47 TWh, İspanya-258,48 TWh), kişi başına elektrik tüketimi; Lüksemburg-15511 kWh, Belçika- 8072 kWh, Fransa-7318 kWh, Almanya-7083 kWh, İspanya-5604 kWh, İngiltere-5518 kWh’tir.

AB ülkelerinde toplam 132 NS bulunmakta bu santrallerin kurulu güç toplamı da 131.476 MW’ tır (dünyada toplam 435 NS bulunmakta, toplam kurulu güç 
371.973 MW’ tır).

İşte böylesine dışa bağımlı olan kaynaklarla enerji tüketen Cermen, Anglosakson, İskandinav, Slav, İber Yarımadası Devletleri ile Yunanlı’ların meydan getirdiği 
ve Katolik, Protestan, Ortodoks ve diğer bazı mezheplerin bulunduğu bu 500 milyonluk birliği ciddi sorunların beklediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 
2030 yılında eneri kaynaklarında % 70’lere varan bir dışa bağımlılık oranı gerçekleşeceği için tehlike daha da büyüyecektir  (günümüzde AB’nin yıllık 
petrol faturası 300 milyar eurodur). Zira 2030 yılın dek AB ülkelerinin enerji talep artışı % 30’lar civarında olacaktır. İspanya Enerji Bakanı 2035 yılında 
AB’nin petrolde % 95, doğalgazda % 80 oranında dışa bağımlı olacağını ifade ederek AB ülkelerine ciddi bir ikazda bulunmuştur.
 
  AB ülkeleri dünya enerji kaynaklarının yaklaşık olarak % 3’üne sahip olup, toplam enerjinin % 17’sini tüketmektedir. Günümüzde % 55 oranındaki dışa 
bağımlılık 2030 yılında % 70’e yükselecektir. AB ülkelerinin petrol ve doğalgazda Rusya’ya bağımlılıkları Ukrayna krizinden sonra bu ülkeleri rahatsız 
etmiş ve kaynak çeşitlendirilmesi yönündeki çalışmalarını hızlandırmışlardır. 
Fransa nükleer yakıt sıkıntısına girmemek için Nijer ile görüşmeleri sıklaştırmış, Mali’nin işgal edilmesi ise buradaki kaynakları ele geçirmek 
olarak yorumlanmıştır. AB ülkelerinin tamamı yenilenebilir kaynaklara yönelmiş, AB’nin Visegrad Grubu (Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya) sadece 
Rusya’ya bağımlı kalmamak için ABD’den doğalgaz etmek konusunu gündeme getirmişler, Romanya şeyl-gaz araştırmalarına başlamış ve AB doğalgaza 
bağımlılığı azaltmak için 2011’de 179 milyar m3 LNG ithalatı yapmışlardır. AB ülkeleri kendi kaynaklarını ne kadar kullanırlarsa kullansınlar yeterli 
olamayacağından fosil kaynaklara ihtiyaçları devam edecektir.  Bu sebepten ötürü AB ve hatta bütün Kıta Avrupası Kafkas, Ortadoğu, K.Afrika ve D.Akdeniz’deki 
kaynaklara muhtaçtır. Buradaki kaynaklar deniz yolu veya boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaşabilir. İşte bu noktada Türkiye gündeme gelmektedir. Türkiye 
Azerbaycan, Türkmenistan, İran ve Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını boru hatlarıyla Avrupa’ya taşıma güzergâhı üzerinde bulunan bir ülkedir. İleride 
Mısır ve D.Akdeniz’deki kaynaklarda Türkiye üzerinden sevk edilebilir. Türkiye bir ’’DOĞALGAZ HUB’’ı olma potansiyeline sahiptir. Irak-Türkiye HPBH, 
Bakü-Tiflis-Ceyhan HPBH, Bakü-Tiflis-Erzurum DGBH, Türkiye-Yunanistan DGBH, Rusya Federasyonu-Türkiye DGBH, İran-Türkiye-Avrupa DGBH ve TANAP 
ile ve de ileride inşa edilecek hatlarla Türkiye, Avrupa’nın adeta kaderiyle oynayacak bir konuma gelebilir. Şah Deniz-2 sahasından çıkarılacak olan doğalgaz 

Türkiye’nin 20 ilinden geçtikten sonra aşamalı olarak 16-22-31 milyar m3 doğalgazı Avrupa’ya ulaştırılacaktır. 

  10 milyar dolara mal olacak olan TANAP’tan geçecek bu doğalgaz miktarının AB’ye yeterli olamayacağı aşikârdır. Görünen o ki, yeni TANAP’ların yapılması 
gündeme mutlaka gelecektir. 

Ne var ki, AB’nin Türkiye’ye karşı olan hasmane tutumu, Türkiye-AB ilişkilerinde daha uzun süre soğukluğun devam edeceğini göstermektedir. 
500 milyon nüfusa sahip AB’nin 77 milyon nüfusu olan Müslüman bir ülkeyi kendi içine alması, ötesinde kabul etmesi çok zor görünmektedir. 
AB Türkiye’nin nükleer enerji konusunda Rusya ile olan ilişkisi, yenilenebilir kaynaklara yeterince yatırım yapmaması ve Ortadoğu politikaları sebebiyle her 
konuda olduğu gibi enerji konusunda da Türkiye’ye soğuk davranmaya devam etmekte ve müzakerelerde Enerji Faslını açmamaktadır. 
Ancak, AB enerji politikasının esasını teşkil eden arz güvenliği için enerji çeşitlendirilmesi konusunda Türkiye’ye muhtaçtır ve mahkûmdur. 
Diğer taraftan yukarıda ifade etiğim gibi AB ülkeleri arasında farklı enerji politikaları takip edilmektedir. 
Almanya’nın Rusya ile ilişkilerinin müspet olması, Fransa’nın nükleer yakıt tedarikinde Afrika ülkeleri ile ilişkilerini sıcak tutması, diğer ülkelerin Ortadoğu ve 
K.Afrika ülkelerine yakınlaşmaları ortak bir enerji politikasının oluşturulması yönünde ciddi engel teşkil etmektedir. Zira ulus devlet anlayışı her fikrin, 
anlayışın ve birliğin üzerinde görülmektedir.

***

28 Kasım 2020 Cumartesi

ABD NİN KARADENİZ POLİTİKASI VE TÜRKİYE. BÖLÜM 5

ABD NİN KARADENİZ POLİTİKASI VE TÜRKİYE. BÖLÜM 5

 

Kadir Ertaç ÇELİK, Mehmet Seyfettin EROL, ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, Türkiye, Dış Politika, Karadeniz, ABD Karadeniz Politikası,

Bu minvalde Sovyet komünizmi tehdidin ortadan kalksa dahi yeni bir Rus tehdidinin varlığına dikkat çekilmekte ve Rusya’nın Atlantik İttifakını zayıflatmak istediği vurgulanmaktadır. Dahası Rusya’nın bu amaçla yıkıcı yöntemlere başvurduğu tezi öne sürülmekte ve buna delil olarak Gürcistan ve Ukrayna’yı 
işgal ettiği belirtilmektedir. 

Ayrıca Rusya’nın komşularını da nükleer ve konvansiyonel askeri kapasitesiyle tehdit ettiği ifade edilmiştir (NSS 2017: 47). 

Bu tehdide karşın alınacak temel önlem olarak ABD ve Avrupalı müttefiklerin ilişkilerini derinleştireceği ve Atlantik İttifakı’nın Rus tehdidine ve yayılmacılığına, İran ve Kuzey Kore tehdidine karşı birlikte mücadele edileceği belirtilmektedir (NSS 2017: 48). Türkiye her ne kadar doğrudan ifade edilmese dahi NATO ve ikili ilişkiler üzerinden Atlantik İttifakı’nın önemli bir parçasıdır. Bu bağlamda ABD’nin bahse konu tehdide karşı iş birliğini derinleştireceği ülkeler arasında yer aldığı iddia edilebilir. 

Atlantik İttifakı’nın güvenlik boyutunda en önemli kurumsal ve yapısal organizasyon olan NATO’nun Karadeniz bölgesine yönelik politikasında ana 
hedef, bölgede Batı’nın aleyhine bir jeopolitiğin engellenmesidir. Daha detaylı ifade etmek gerekirse NATO’nun amacı; bölgedeki Batı karşıtı hareketlerin 
bir tehdit halini almaması, enerji tedariki sorununun olmaması ve bölgedeki devlet veya devlet dışı aktörlerin silahlanmaları tehdidinin ortadan kaldırılmasıdır 
(Sherr 2008: 151-152). NATO’nun bu konsepti ile ABD Ulusal Strateji Belgesi’nin örtüştüğü görülmektedir. Bu bağlamda hem Karadeniz jeopolitiği hem 
de Türkiye bu sürecin önemli bir parçası olacaktır. 

ABD açısından bir diğer önemli güvenlik konusu ise ekonomik güvenlik veya ticari güvenliğin tesis edilmesidir. Bu kapsamda denizlere serbestçe erişim; Washington yönetimi açısından ulusal güvenlik ve ekonomik refahın merkezi öneme sahip ilkesidir. ABD’nin refahı ve güvenliği denizlerde serbestlik ilkesi ile sıkı bir ilişki halindedir. Dolayısıyla ABD, bu anlayış çerçevesinde hareket eden kurumların varlıklarını ve faaliyetlerini desteklemeyi hayati derecede önemli görmektedir (NSS 2017: 40). Denizlerin serbestliği ilkesine sıkı sıkıya bağlı olan ABD, uluslararası hukuka uygun olarak teritoryal sorunları ve deniz alanlarına ilişkin ihtilafları çözmek için çaba sarf edecektir (NSS 2017: 47). Bu noktada Karadeniz; hem deniz ticareti hem de Kırım başta olmak üzere çeşitli ihtilaflı bünyesinde barındırmasından dolayı ABD dış politikası açısından Rus yayılmacılığı ve tehdidi karşısında önem arz eden başlıklar arasında yer almaktadır. 

Trump’ın başkanlığında ilan edilen ilk ulusal güvenlik strateji belgesi olan Aralık 2017 tarihli belgede son olarak ise Türkiye ile Rusya arasındaki bir yakınlaşmanın ABD çıkarlarına aykırı olduğu düşünülmektedir (Cohen and Irwin 2006: 8-9; Erol 2013: 120). Bu ABD açısından iki önemli sorunsalı gündeme getirmektedir. Birincisi önemli bir müttefikin kaybedilmesi ve Atlantik İttifakı’nın güvelik ayağının darbe yemesidir. İkincisiyse başta Ortadoğu ve Karadeniz jeopolitiği başta olmak üzere bölge stratejilerine karşı bir direncin oluşması ve maliyetlerin artması anlamına gelmektedir. 

Dolayısıyla Türkiye’nin Batı ekseninden kayması veya ABD ile ilişkilerinin ikincil öneme evrilmesi ve bunun yerini Rusya Federasyonu’nun alması Beyaz Saray yönetimi açısından istenilen bir durum değildir. 
 
Sonuç 

Uluslararası ilişkiler literatürü bağlamında ulus-devlet olgusunun ortaya çıkmasıyla birlikte devletlerin güvenliği olarak ifade edilen kavramın yerine ulusal güvenlik kavramının kullanılması daha tercih edilir bir durum olmuştur. Bu bağlamda çerçeve bir kavram olarak ifade edilebilecek olan güvenliğin tamlayan kavramlarla daha belirgin bir hal aldığı ifade edilebilir. Dolayısıyla ulus devletlerin güvenliklerini sağlamaları durumuna işaret eden ulusal güvenlik fiziksel ve psikolojik boyutları olan korku ve tehditlerden uzak olma durumu şeklinde tanımlanabilir. 

Realistlere göre doğa durumunun hâkim olduğu uluslararası ilişkilerde devletler, dış politika tercihlerini güvenliği merkeze alarak şekillendirmektedirler. 

Bu varsayıma yönelik eleştiriler olmakla beraber günümüzde karar alıcıların tercihlerinde güvenlik olgusunu göz ardı etmedikleri aşikârdır. 

Bu gerçeklik ABD’li karar alıcılar için de geçerlidir. 

Uzun bir süre boyunca kendi kıtası dışıyla ilgili ve ilişkisi sınırlı olan ABD, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası tesis edilen uluslararası sistemin en temel aktörlerinin başında yer almıştır. Gerek kendi iç dinamikleri ve kapasitesi gerekse uluslararası sistemin yapısal dayatmasının bir sonucu olarak ABD, iki kutuplu uluslararası yapıda Batı Bloku’nun lideri rolüyle küresel aktör olarak politikalarını şekillendirmiş tir. 1990’lara gelindiğindeyse İkinci Dünya Savaşı sonrası tesis edilen uluslararası sistem yapısal bir değişiklik geçirmiştir. İki kutuplu yapının bir ayağını 
oluşturan Doğu Bloku dağılmış ve blok liderliğini üstlenen Sovyetler Birliği yıkılmıştır. Böylece ABD, küresel sistemin hamisi pozisyonuna daha net bir 
ifadeyle başat aktör konumuna gelmiştir. 

Soğuk Savaş olarak adlandırılan ve 1990’lara kadar devam eden dönemin sona ermesinin ardından tek kutuplu bir yapıya evrilen uluslararası sistemin 
başat aktörü ABD’nin dış politika tercihleri ve bu kapsamda ulusal güvenliği sadece kendi iç meselesi olmaktan çıkmıştır. Bu minvalde küresel bir boyut kazanan ABD’nin güvenlik algısı ve bu kapsamdaki strateji veya politikası hem uluslararası sistem için hem de diğer devletler için dikkat edilmesi gereken önemli parametrelerden birisi olmuştur. 

ABD’nin dış politika tercihleri veya güvenlik politikasını okuyabilmek için başvurulabilecek en temel belge ise Ulusal Güvenlik Strateji (National Security Strategy) Belgeleri’dir. 26 Haziran 1947 tarihli Ulusal Güvenlik Yasası’yla güvenlik bağlamında karar alma mekanizmasının hukuki oluşumunu tesis eden ABD’de güvenlik politikası bağlamında iki önemli mekanizma ortaya çıkmaktadır. Bunlar; Ulusal Güvenlik Konseyi ve Ulusal Güvenlik Kaynakları Kurulu’dur. Bu iki kurum üzerinden güvenlik stratejisini şekillendiren ABD’nin küresel nitelik taşıyan ulusal güvenlik politikası Ulusal Güvenlik Strateji Belgeleri aracılığıyla kamuoyuyla paylaşılmaktadır. Bu belgelerde ABD’nin temel ilkeleri ve dış politika tercihleri, öncelikleri, tehdit ve çıkar algısı net biçimde ifade edilmektedir. 

Söz konusu strateji belgelerinin en son kamuoyuyla paylaşılanı ise Aralık 2017 tarihli Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’dir. Bu belge üzerinden ABD’nin Karadeniz politikası ve Türkiye’ye ilişkin bir okuma yapıldığında ilk olarak ifade edilmesi gereken husus; hem Karadeniz bölgesi hem de Türkiye’nin belgede bir kere dahi zikredilmemiş olmasıdır. Karadeniz ve Türkiye sözcüklerinin belgede yer almaması ABD’nin Karadeniz’e yönelik bir stratejisi veya Türkiye’ye ilişkin bir politikası olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu kapsamda ABD açısından gerek Karadeniz jeopolitiği gerekse Türkiye’nin merkezi bir öneme haiz olmadığı ifade edilebilir. Ancak gerek Türkiye gerekse Karadeniz jeopolitiğinin ABD’nin hem küresel hem 
de bölgesel projeksiyonlarında etki kapasitesi olan unsurlar olduğu belgenin satır araları okunduğunda anlaşılmaktadır. 

“Önce Amerika” mottosuyla tesis edilen Aralık 2017 tarihli Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin ekonomiyi merkeze alan bir yaklaşımla ABD’ye karşı küresel anlamda gerçekleşen meydan okumalara, uluslararası teröre ve bölgesel ve küresel güvenliği tehdit eden serseri devletlere odaklandığı görülmektedir. Belgede küresel meydan okuma gerçekleştiren aktörler Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti, uluslararası terörizm noktasında DAEŞ ve serseri devletler olarak da Kuzey Kore ve İran’a vurgu yapılmıştır. Ekonomik boyutta ise uluslararası ticarete ilişkin projeksiyonların paylaşıldığı belgede denizlerin serbestliğinin vazgeçilmez bir ilke olduğu belirtilmiştir. Küresel liderliğine bir tehdit olarak ele aldığı Rusya Federasyonu ve denizlere ilişkin stratejisinin Beyaz Saray yönetiminin Karadeniz politikasına dair göstergeleri sunduğu görülmektedir. 

ABD’nin Karadeniz bölgesine yönelik stratejisine genel perspektiften bakıldığında önceliklerinin NATO’nun yayılması ve etkinliğinin artması, bölgede üslerin kurulması, enerji jeopolitiğini kontrol etme, bölge ülkelerinde ABD yanlısı bir kamuyu oluşturma, yeni inisiyatifler geliştirme ve Rusya’yı kontrol etmek olduğu söylenebilir. Bu minvalde Soğuk Savaş sonrası veya post-Sovyet dönemde Karadeniz bölgesine yönelik ilgisi artan ABD’nin küresel sistemdeki konumundan dolayı statükocu bir anlayışla hareket ettiği ve başka aktörlerin revizyonist politikalarını tehdit olarak gördüğü gözlemlenmektedir. Aralık 2017 tarihli Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi de bu anlayışa uygun şekilde kaleme alınmıştır. 

Belgeye dair detaylı bir okuma yapıldığında doğrudan bir Karadeniz politikasının olmadığı görülecektir. Ancak Karadeniz; bir yandan bölgesel stratejiler başlığı altında ele alınan Avrupa stratejisinin bir parçası olmakta diğer yandan ise askeri ve ekonomik rekabet, nükleer güçlere ilişkin önlem ve içerikler ile denizlere ilişkin projeksiyonlar noktasında değerlendirilmektedir. Bu kapsamda revizyonist Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna’daki yayılmacı politikası bir tehdit olarak ele alınmaktadır. Bunun yanı sıra söz konusu devletin enerji güvenliği noktasında da potansiyel bir tehdit olduğu vurgulanmıştır. Rusya’nın sert güç araçlarının yanı sıra bölgenin gelişmekte olan ülkelerinde yumuşak güç araçlarıyla nüfuz elde etme girişimleri olduğu belirtilmektedir. Nitekim ABD’li karar alıcılar, Rusya’yı hem genelde hem de Karadeniz jeopolitiğinde Batı aleyhine bir revizyonist politika izlediği için potansiyel bir tehdit olarak görmektedir. 

ABD açısından önem arz eden bir diğer husus ise ekonomik güvenliktir. Trump yönetimi tarafından hazırlanan Ulusal Strateji Güvenlik Belgesi’nde ABD’nin refahı ve güvenliğinin denizlerin serbestliği ilkesiyle doğrudan ilintili olduğu belirtilmiştir. Belgede yer alan bu bilgiden hareketle Rusya’nın Karadeniz’de tek taraflı revizyonist girişimlerin ABD açısından uzun vadeli sessiz kalınacak bir girişim olmadığı açıktır. 

Karadeniz bölesine yönelik politikasının temel enstrümanlarından birisi olan NATO’nun Rusya tarafından tehdit olarak görülmesi ve Moskova yönetiminin NATO’ya karşı stratejiler geliştirmesi de belgede ele alınan bir durumdur. 
Bu kapsamda belgede Rusya’nın NATO karşıtlığı üzerinden ABD’ye karşı varoluşsal bir tehdit olarak nükleer sistemler ve siber kapasitesini geliştirmesi Avrasya’da Moskova kaynaklı çatışma riskini artıran bir durum olarak değerlendirilmektedir. 
Karadeniz’e yönelik stratejisini Rusya tehdidi üzerinden inşa eden ABD yönetimi söz konusu belgede Türkiye’yi de Karadeniz gibi doğrudan ele almamıştır. 

Buna karşın belgede yer alan Ortadoğu, Avrupa, Güney ve Orta Asya stratejileri, DAEŞ ile mücadele, mülteci sorunu ve NATO ile ilgili projeksiyonların Türkiye’den bağımsız ele alınacağını veya Türkiye açısından sonuçlar doğurmayacağını iddia etmek mümkün değildir. Söz konusu projeksiyonların tamamında hem NATO müttefiki hem de ikili müttefiklik ilişkisine sahip olduğu Türkiye ile iş birliğinin gerekliliği belgenin satır aralarında yer almaktadır. Gerek NATO ve bölge stratejileri gerekse uluslararası terörizm ve mülteci sorunu gibi tehditlerle mücadelenin ABD’nin müttefikleri ve dostlarıyla birlikte yapılacağı ifadesi Türkiye’yi de kapsamaktadır. 

Karadeniz jeopolitiği bağlamında Rusya tehdidine yönelik geliştirilecek projeksiyonlarda önem atfedilen Türkiye’nin Moskova ile yakınlaşması ise 
ABD açısından olumsuz bir durum olarak değerlendirilmektedir. 

Sonuç itibarıyla ABD yönetimi tarafından uluslararası sistemin dinamikleri ve küresel konumunu baz alarak hazırlanan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde Türkiye ve Karadeniz’in birincil öneme sahip unsurlar olmadığı dolaylı olarak görülmekle beraber küresel rekabet noktasında her ikisinin de önemli parametreler olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Bu kapsamda ABD açısından Karadeniz jeopolitiğinde ana hedefin Rusya’nın revizyonist eylemlerinin engellenmesi, bölge ülkelerinin ABD’ye yakın bir çizgiye çekilmesi, enerji koridorlarının ve ekonomik güvenliğin tesis edilmesi önem arz etmektedir. Türkiye ise ABD açısından müttefik kategorisinde yer alan bir devlet olduğundan Rusya ile yakınlaşması ABD çıkarlarına aykırı görülmektedir. Bu nedenle Türkiye hem NATO’nun hem de Atlantik İttifakı’nın güvenliği ve bekası ile Rusya tehdidine karşı mücadelede kaybedilmemesi gereken bir aktör olarak değerlendirilmektedir. 

KAYNAKÇA 

BAYLIS John (2018). “Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı”, Uluslararası İlişkiler, 5 (18): 69-85. 
BAYLIS John ve SMITH Steve (2001). The Globalization of World Politics, 2nd Edn, Oxford: Oxford University Press. 
BİNGÖL Oktay (2014). “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisinin Küresel Uygulayıcıları: Coğrafi Muharip Komutanlıklar”, Güvenlik Stratejileri, 10 (19): 
133-166. 
BİRDİŞLİ Fikret (2011). “Ulusal Güvenlik Kavramı’nın Tarihsel ve Düşünsel Temelleri”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 31 (2): 
150-151. 
BİRDİŞLİ Fikret (2016). Teori ve Pratikte Uluslararası Güvenlik, 2. Baskı, Ankara: Seçkin Yayıncılık. 
BİRDİŞLİ Fikret ve Aynur Başurgan (2017). “Güvenlik Politikalarının Konstrüktivist Bir Unsuru Olarak Güvenlik Kültürü ve Türkiye Örneği”, 
Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 4 (4): 58-78 
BUZAN Barry (1991). People, States, and Fear: An Agenda for International Security Studies in the Post-Cold War Era, 2. Edition, Boulder, Colorado: 
Lynne Rienner Publishers. 
CANAR Burçin (2012). “Soğuk Savaş Sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin Karadeniz Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 67 (1): 49-80. 
COHEN Ariel and Convay Irwin (2006) “U.S. Strategy in the Black Sea Region”, The Heritage Foundation Report, No: 1990, 13 December: 8-9. 
COHEN Ariel - Robert E. Hamilton (2011). The Russian Military and the Georgia War: Lessons and Implications, Strategic Studies Institute. 
DEIBERT Ronald J., Rafal Rohozinski and Masashi Crete-Nishihata (2012). “Cyclones in Cyberspace: Information Shaping and Denial in the 2008 
Russia–Georgia War.” Security Dialogue, 43 (1): 3-24. 
DURDULAR Arzu (2016). “Çin’in Kuşak Yol Projesi ve Türkiye-Çin İlişkilerine Etkisi”, Avrasya Etüdleri, 22 (49): 77-97. 
ERHAN Çağrı (2001). “ABD’nin Ulusal Güvenlik Anlayışı”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 56 (4): 77-93. 
EROL Mehmet Seyfettin (2013). “Post Sovyet Alanında Türkiye-Rusya İlişkileri: Sıfır Toplamlı Bir Oyun mu Yoksa Güvene Dayalı İşbirliği mi?”, 
Türkiye Cumhuriyeti-Rusya Federasyonu İlişkileri, (Der.) Haydar Çakmak ve Mehmet Seyfettin Erol Ankara: Türkiye-Rusya Federasyonu 
Dostluk Derneği Yayınları. 
EROL Mehmet Seyfettin (2014). “Ukrayna-Kırım Krizi Ya da İkinci Yalta Süreci”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, 41: 1-14. 
EROL Mehmet Seyfettin - Sertif Demir (2012). “Amerika’nın Karadeniz Politikasını Yeniden Değerlendirmek”, Gazi Akademik Bakış, 6 (11): 17-33. 
EŞEL Gökhan (2015). “Değişen Karadeniz Jeopolitiğinde: Amerikan Faktörü”, Giresun Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 1 (2): 45-64. 
GALARE P.G.W. (2005). Oxford Latin Dictionary, Oxford: Clarendon Pres. 
GOMART Thomas (2006). “The EU and RUssia: The Needed Balance Between Geopolitics and Regionalism”, IFRI Research Program, 
Russia/NIS. 
GREEN James A. (2014). “The Annexation of Crimea: Russia, Passportisation and the Protection of Nationals Revisited”, Journal on the Use of Force 
and International Law, 1 (1): 3-10. 
GUIBERNAU Montserrat (1997). Milliyetçilikler 20. Yüzyılda Ulusal Devlet ve Milliyetçilikler, Neşe Nur Domaniç (Çev.), İstanbul: Sarmal Yayınevi. 
GÜLENSOY Tuncer (2011). Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, C. I, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. 
Güvelik Terimleri Sözlüğü (2017). Ankara: T.C. Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı. 
HAAS Ernst (1986). “What is Nationalism and Why Should We Study It?”, International Organization, 40 (3): 707-744. 
HARKNETT Richard J. ve Hasan Basri Yalçın (2012). “The Struggle for Autonomy: A Realist Structural Theory of International Relations”, 
     International Studies Review, 14 (4): 499-521. 
İŞYAR Ömer Göksel (2008). “Günümüzde Uluslararası Güvenlik Stratejileri: Kavramsal Çerçeve ve Uygulama”, Gazi Akademik Bakış, 2 (3): 1-42. 
KARABULUT Bilal (2011). Güvenlik: Küreselleşme Sürecinde Güvenliği Yeniden Düşünmek, Ankara: Barış Kitabevi. 
KUZIO Taras (2007). Ukraine Crimea Russia: Triangle of Conflict, Vol. 47, Col: Columbia University Press. 
LEWIS Bernard (1992). İslamın Siyasal Dili, (Çev.) Fatih Taşar Kayseri: Rey Yayıncılık. 
LUCAS N. J. (2016). The 2015 National Security Strategy: Authorities, Changes, İssues For Congress, Congressional Research Service. 
MCSWYEENEY Bill (1999). Identity and Interests: Sociology of International Relations, Cambridge: Cambridge University Press. 
MEARSHEİMER John J. (2014). “Why the Ukraine Crisis is the West's Fault: The Liberal Delusions that Provoked Putin”, Foreign Affairs, 93: 77-90. 
National Security Strategy of the United States of America (2017 (NSS)-December 2017, The White House. 
OCAK Metin (2016). “Hangi Ögeler Ulusal Güvenlik strateji Belgelerini Oluşturmalıdır? Bir İçerik Analizi”, Kara Harp Okulu Bilim Dergisi, 26 (1): 23-49. 
SANDER Oral (2011). Siyasi Tarih İlk Çağlardan 1918’e, 21. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi. 
SHERR James (2008). “Security in the Black Sea Region: Bact to Realpolitik?”, Southeast European and Black Sea Studies, 8 (2): 141-153. 
SMITH Anthony D. (2010). Milli Kimlik, Bahadır S. Şener (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları. 
WANG Yong (2016). “Offensive for Defensive: The Belt and Road Initiative and China's New Grand Strategy”, The Pacific Review, 29 (3): 455-463. 
WEAVER Ole (2004). “Peace and Security: Two Concepts and Their Relationship”, Contemporary Security Analysis and Copenhagen Peace Rese-
arch, Stefano Guzzini, Dietrich Jung (Eds.), London and New York: Routledge: 53-67. 
WOLFERS Arnold (1962). Discord and Collaboration: Essays on International Politics, Baltimore: John Hopkins University Press. 
YALÇIN Hasan Basri (2017). Ulusal Güvenlik Stratejisi: ABD-İngiltere-Fransa-Rusya-Çin, Strateji Araştırmaları Serisi 2, İstanbul: SETA Kitapları. 
 
İnternet Kaynakları 

“Akkuyu Nükleer Santrali’nin Temeli Bugün Atılıyor”, Habertürk, 03.04.2018, 
https://www.haberturk.com/akkuyu-nukleer-santralinin-temeli-bugun-atiliyor-1902858-ekonomi, (Erişim Tarihi: 10.09.2018). 
BETTS Richard K. (2004). “U.S. National Security Strategy: Lenses and landmarks”, The Princeton Project on National Security, 
http://www.princeton.edu/ ~ppns/papers/betts.pdf (10.03.2013). 
Büyük Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, 
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5b8e8f17bafe00.35775370 (Erişim Tarihi: 06.03.2017). 
LIPTAK Kevin (2017). “Trump unveils national security plan, blasts previous presidents”, CNN, 19 December 2017, 
https://edition.cnn.com/2017/12/18/politics/trump-national-security-strategy/index.html   (Erişim Tarihi: 04.05.2017). 
Online Etymology Dictionary, 
https://www.etymonline.com/search?q=nationem (Erişim Tarihi: 14.03.2017). 
The National Security Act of 1947 – July 26, 1947, Public Law 253, 80th Cogress, Chapter 243, 1st Session, 
https://www.cia.gov/library/readingroom/docs/1947-07-26.pdf    (Erişim Tarihi: 15.08.2018). 
“Trump unveils new security strategy: “America is going to win'”, Chicago Tribune, 18 December 2017, 
https://www.chicagotribune.com/news/nationworld/politics/ct-trump-national-security-strategy-20171218-story.html   (Erişim Tarihi: 01.05.2018). 
“Trump unveils new security strategy: 'America is going to win'”, FoxNews, 18 December 2017, 
https://www.foxnews.com/politics/trump-unveils-national-security-strategy-america-is-going-to-win   (Erişim Tarihi: 02.05.2018). 
 
***

ABD NİN KARADENİZ POLİTİKASI VE TÜRKİYE. BÖLÜM 4

ABD NİN KARADENİZ POLİTİKASI VE TÜRKİYE. BÖLÜM 4

 

Kadir Ertaç ÇELİK, Mehmet Seyfettin EROL, ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, Türkiye, Dış Politika, Karadeniz, ABD Karadeniz Politikası,

   Başkanlığımın ilk bir yılı boyunca benim dış politikama şahit oldunuz. Bir ulus olarak egemenlik haklarımızı korumaya ve vatandaşlarımızın çıkarlarına öncelik veriyoruz. Amerika tekrar dünya sahnesinin lideri. Karşılaştığımız zorlukları saklamıyoruz. Onlarla yüzleşiyoruz ve tüm Amerikalıların güvenliğini ve refahını artırmak için fırsatlar peşinde koşuyoruz. Amerika Birleşik Devletleri son yıllarda şiddetlenen çok sayıda tehdidin olduğu olağanüstü tehlikeli bir dünya ile karşı kaşıya kalmıştır. Göreve başladığımda serseri rejimler, tüm gezegeni tehdit eden nükleer silahlar ve füzeler geliştiriyorlardı. 

Radikal İslami terör gruplarının yıldızı parlıyordu. Teröristler, Ortadoğu’nun geniş arazilerini kontrol altına almıştı. Rakip güçler Amerikan’ın küresel çıkarlarının altını oyuyorlardı. İçerde, delikli (korunaksız) sınırlar ve uygulanamayan göçmen yasaları bir dizi güvenlik açıkları yarattı. 

Suç kartelleri, toplumumuza uyuşturucu ve tehlike saçmaktaydı. Haksız ticaret uygulamaları ekonomimizi zayıflatmış ve yurtdışına emek göçü olmuştu. 
Savunma yatırımlarımızın yetersizliği ve müttefiklerimizle adi olmayan yük paylaşımı, bize zarar vermek isteyenlere davetiye çıkarmaktaydı. 

Çok sayıda Amerikalı değerlerimize, geleceğimize ve hükümetimize olan inancını/güvenini kaybetmişti. 

Yaklaşık bir yıl sonra, ciddi zorluklar/meydan okumalar olmasına rağmen yeni ve farklı bir rota çiziyoruz. 

Kuzey Kore’deki serseri rejime ve kusurlu bir nükleer anlaşma yapanların göz ardı ettiği İran diktatörlüğünün yarattığı tehlikeyle yüzleşmek karşın dünyayı harekete geçiriyoruz. Ortadoğu’daki dostluklarımızı yeniledik ve teröristleri ve aşırıcılık yanlılarını defedecek, finansmanlarını kesecek ve onların şeytani ideolojilerini itibarsızlaştıracak bölgesel liderlerle ortaklıklar kurduk. Suriye ve Irak’taki savaşta IŞİD’i (Islamic State of Iraq and Syria-ISIS-DEAŞ) ezdik ve onlar yerle bir olana değin devam edeceğiz. Amerika’nın müttefikleri ortak savunmamıza daha fazla katkıda bulunuyor ve en güçlü ittifaklarımızı dahi güçlendiriyor. Ekonomik saldırganlığı ya da haksız ticaret uygulamalarını tolere etmeyeceğimizi belirtmeye devam edeceğiz. 

İçerde Amerika’nın hedefine olan inancı yeniden tesis ettik. Kurucu ilkelerimizi ve toplumumuzu başarılı kılan değerlerimizi yeniden ortaya koyduk. 

Ekonomimiz tekrar büyüyor. Amerika Birleşik Devletleri ordusuna tarihi yatırımlar yapıyoruz. Sınırlarımızı güçlendiriyor, ticaret ilişkilerini adalet ve karşılıklılık temelinde inşa ediyor ve Amerika’nın egemenliğini savunuyoruz. 

Amerikan liderliğinin yeniden ortaya çıkması ve Amerikan’ın yenilenmesiyle bütün dünya yükseltiliyor. Bir yıl sonra bütün dünya Amerikan’ın güçlü, müreffeh ve güvenli bir ülke olduğunu bilecek. Amerikan halkını ve çıkarlarını tehdit eden ve dünyayı istikrarsızlaştıran tehlike ve meydan okumalarla mücadele ederek insanlarımızın ve dünyanın istediği daha iyi bir geleceği inşa edeceğiz. 

Benim yönetimimce hazırlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi, dünyadaki Amerikan etkisine ivme kazandırarak, güç yoluyla barışı muhafaza ederek, refahımızı artırarak ve yaşam tarzımızı ve Amerikan halkını koruyan bir stratejik vizyon ortaya koymaktadır. Önümüzdeki yıl boyunca bu güzel vizyonu barış, özgürlük ve refahın bir arada olduğu kendi kültür ve idealleri olan bağımsız, egemen ve güçlü devletlerin olduğu bir dünya  takip edeceğiz. 

Bu geleceğin peşinde dünyaya daha berrak düşünce ve açık gözlerle bakacağız. Amerika Birleşik Devletleri, müttefiklerimiz ve partnerlerimiz lehine bir güç dengesi kuracağız. Değerlerimizi ve ilhamımızı asla yitirmeyeceğiz, yükselteceğiz ve dinç tutacağız. 

Her şeyden önemlisi Amerikan halkına ve onların çıkarlarına, refahına ve güvenine öncelik veren hükümeti savunma noktasında hizmet edeceğiz. Bu Ulusal Güvenlik Stratejisi “Önce Amerika” diyor.” 

Trump’ın belgeye dair yazıkları üzerinden bir okuma yapıldığında ilk olarak Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi’nin öncekilerle paralel şekilde sadece iç politikaya odaklanmadığı sonucuna varılmaktadır. ABD’nin uluslararası çıkarlar ve bunlara yönelik tehditlerin tamamını ulusal güvenlik bağlamında ele alındığı görülmektedir. ABD siyasetinde sağ eğilimleri daha ağır basan Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak Başkanlık koltuğuna oturan Trump’ın “Önce Amerika” anlayışıyla bir dış politika izleyeceği açık bir şekilde ifade edilmiştir. Ulusal güvenlik stratejisinin merkezine ekonomiyi koyacağının sinyallerini veren Trump, Radikal İslami terör grupları ve serseri rejimler tarafından gerçekleştirilen nükleer silah ve füzelerin hem 
ABD’nin güvenliğini hem de küresel güvenliği tehdit ettiğini ileri sürmektedir. 

Bu noktada radikal İslami terörist organizasyon olarak IŞİD/DAEŞ’i, 
serseri rejimler olarak ise Kuzey ve İran diktatörlüğünü işaret etmiştir. 
Uluslararası ticari ilişkilerin ülkesinin aleyhine olduğunu belirtilen Başkan, bir yandan ekonomik önlemler alacağının işaretlerini verirken diğer yandan 
da askeri kapasitesine vurgu yaparak sert güç unsurlarının altını çizmektedir. 
Başkanın imzasıyla giriş kısmında genel çerçevesine dair ipuçlarının yer aldığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi 4 ana sütun üzerinden şekillendirilmiş 
olup bunların ardından belgede “Bölgesel Stratejiler” yer almaktadır. 

Bölgesel Bağlamda Strateji başlığının altında yer alan bölgeler; sırasıyla Hint Pasifiği, Avrupa, Orta Asya, Güney ve Merkez/Orta Asya, batı yarım küre (Amerika kıtası) ve Afrika’dır (NSS 2017: V-VI). Bu kapsamda ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi bağlamında bir Karadeniz politikası ortaya koymadığı ifade edilebilir. Bu iddiayı kuvvetlendiren daha önemli bir unsur ise metnin içerisinde “Karadeniz”in geçmemesidir. Belgede doğrudan yer almamasına karşın gerek Avrupa’ya yönelik strateji gerekse ekonomik ve askeri rekabet ile nükleer güçlere ilişkin önlem ve içerikler üzerinden Karadeniz politikasının hangi yönde olacağına ilişkin öngörülerde bulunma imkanını tanımaktadır. 

Karadeniz ile ilgili durumla aynı şekilde Türkiye ifadesi de belgede yer almamaktadır. Buna rağmen gerek Ortadoğu ve Avrupa stratejisi gerekse 
Güney ve Orta Asya stratejisinin Türkiye’den bağımsız olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Ayrıca IŞİD/DAEŞ ile mücadele, mülteci sorunu ve NATO konseptleri Türkiye’ye ilişkin dış politikanın alt yapı bileşenlerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla her ne kadar doğrudan bir başlık açılmamış veya Karadeniz ve Türkiye ifadeleri yer almamış dahi olsa Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi bölgesel strateji ile askeri, ekonomik ve politik meselelerden dolayı ABD’nin Karadeniz politikasının ve bu kapsamda Türkiye’nin rolünün açıklanabilmesi noktasında önem arz eden bir belgedir. 

Söz konusu belge üzerinden bir okuma yapıldığında ilk olarak ele alınması gereken husus; ABD’nin Karadeniz politikasında en önemli aktörlerin başında gelen Rusya ve Rusya merkezli Karadeniz jeopolitiğini etkileyen gelişmelerdir. Bu kapsamda bakıldığında Trump yönetimi ABD’yi başat aktör olarak ele alırken üç ana meydan okumaya işaret etmektedir. Bunlar (NSS 2017: 25); 

. Revizyonist güçler olarak tanımlanan Rusya ve Çin. 
. Serseri devletler olarak tanımlanan İran ve Kuzey Kore. 
. Uluslararası tehdit grupları. Özellikle Cihatçı terörist gruplar. 


Üç Ana meydan okumadan biri içerisinde yer alan Rusya’nın Washington yönetimi tarafından ABD’nin küresel liderliğini tehdit eden bir aktör olarak ele alındığı görülmektedir. Ancak söz konusu tehdidin sadece ABD’ye karşı olmadığı; onun müttefiklerine yönelik olduğu belirtilmektedir. 

Rusya ve Çin’in ABD’nin değerleri ve çıkarlarına zıt bir dünya şekillendirmek istediği ifade edilmektedir. Bu kapsamda Rusya’nın yeniden eski büyük gücüne 
geri dönmeyi arzu ettiği ve bunun için sınırlarına yakın bölgelerde nüfuz alanları oluşturmayı amaçladığı ileri sürülmektedir. Ancak ABD yönetimi belgede her devletin ulusal çıkarlarının farklı olduğu gerçeğinden hareketle söz konusu iki ülkeyle iş birliğine hazır olduğunu da ifade etmiştir (NSS 2017: 25). 

Rusya’nın sınırlarına yakın alanlardan bir tanesi de doğal olarak Karadeniz bölgesidir. 

Dolayısıyla ABD, bir yandan Rusya’yı tehdit olarak görmekte ama diğer yandan çatışma arzusunda olmadığını da ifade etmektedir. Çatışmadan ziyade iş birliğinin karşılıklı olarak çıkarlara hizmet edeceği anlayışına öncelik verileceği ancak bu sürecin işlememesi halinde rekabet gerekirse çatışmadan kaçınılmayacağının mesajı da verilmiştir. Strateji belgeleri ile birlikte Genişletilmiş Karadeniz Projesi’ne bakıldığındaysa Rusya’nın demokratik bir sisteme evrilmesinin ABD’nin çıkarları bakımından önemli olduğu görülecektir (Canar 2012: 56). Dahası ABD, Genişletilmiş Karadeniz Projesi’yle enerji güvenliği ve serbest ticaretin 
sürdürülebilir olmasını arzu etmektedir. Özellikle Rusya Federasyonu’na olan enerji bağlılığını azaltmak amacıyla Hazar Havzası’nın enerji kaynaklarının 
arzı bağlamında tanker taşımacılığının ve boru hatlarının güvenceye alınması amaçlanmaktadır (Erol ve Demir 2012: 20). 

    Aralık 2017 tarihli Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ne tekrar bakılması halinde küresel sistemdeki ABD etkisini zayıflatmayı ve ABD’yi müttefikleri ile ortakların dan ayırmayı amaçlayan Rusya’nın NATO ve Avrupa Birliği’ni (AB) tehdit olarak gördüğü ileri sürülmektedir. Ayrıca ABD’ye karşı en önemli varoluşsal tehdit olan nükleer sistemler ve siber kapasitesine yatırım yapan ve modern yöntemlerle yıkıcı bir şekilde ülkelerin iç işlerine müdahale eden Rusya’nın söz konusu hırsı ve askeri yeteneklerinin artışı Avrasya’da Moskova kaynaklı çatışma riskinin arttığı bir istikrarsızlık ortamı yarattığı da iddia edilmektedir (NSS 2017: 26). ABD yönetiminin bu endişesini haklı çıkaracak deliller olduğunu belirtmek gerekmektedir. 

    Bu noktada Kafkaslar’da Gürcistan, Doğu Avrupa ve Karadeniz jeopolitiğinde Ukrayna merkezli gelişmeler belgedeki endişelere kaynaklık edebilecek 
hadiselerdir. Her iki örnekte de Rusya’nın sınırları dışında askeri yöntemler kullandığı görülmektedir. 2008 yılında Gürcistan’da gerçekleşen savaş 
(Bkz.: Deibert, Rohozinski, Crete-Nishihata 2012: 3-24; Cohen and Hamilton 2011: 14-36). sonrası Kafkaslar jeopolitiği önemli oranda değişmiş olup 
Gürcistan’ın egemenlik haklarına darbe vurulmuştur. Savaş sonunda ise uluslararası sistemde meşruiyeti tartışmalı olsa dahi Gürcistan’dan bağımsızlık 
ilan eden siyasal birimler söz konusu olmuştur. Bu bağımsızlık ilanlarının Rusya tarafından tanındığının da altı çizilmesi gerekir. 

Ukrayna örneğinde ise Karadeniz jeopolitiğinin önemli bir parçası olan Kırım, Rusya tarafından ilhak edilmiştir (Mearsheimer 2014: 77-90; Kuzio 2007: 10-230; Green 2014: 3-10.). Bu örnekte İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da bir devletin başka devletin sınırlarını değiştirdiğine şahitlik edilmiştir (Erol 2014: 7-8). Rusya’nın Doğu Avrupa’da özellikle de Ukrayna üzerinde ciddi bir baskı kurarak Karadeniz bölgesinde söz konusu olan Batı lehine ve kendi aleyhine gerçekleşen jeopolitik değişime karşı önlem almaya çalıştığı görülmektedir (Gomart 2006: 17). Rusya’nın Ukrayna’nın Karadeniz kıyısındaki en önemli toprak parçası olan Kırım’ın ilhakı ABD’nin ve Avrupalı devletlerin ciddi anlamda tepkisini çekmiştir. 

Bu tepkinin temelinde Rusya’nın kendi aleyhine olan durumu Batı ve özellikle ABD aleyhine değiştirmeye yönelik revizyonist bir anlayışla hareket ettiği algısı yatmaktadır. 

Rusya’nın Avrasya jeopolitiğinde askeri araçlarla veya sert güç kapasitesine yaptığı yatırımlarla krizler, istikrarsızlıklar ve kaotik durumlar yaratmasının 
dışında yumuşak güç araçları kullanımının da ABD için bir tehdit olarak algılandığı gözlemlenmektedir. Konu bağlamında Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi analiz edildiğinde Çin ve Rusya’nın etkilerini genişletmek ve küresel rekabette ABD’ye karşı avantaj elde etmek için gelişmekte olan ülkelere yatırım yaptıkları durumuna dikkat çekildiği görülmektedir (NSS 2017: 38). Bu kapsamda başta günümüzün Yeni İpek Yolu Projesi olarak da ifade edilen “Kuşak-Yol” Projesi’nin (Bkz.: Wang 2016: 455-463) ABD’li karar alıcılar açısından bir tehdit olarak değerlendirildiği ileri sürülebilir. 

Beş güzergâhın söz konusu olduğu projede güzergâhların üçü denizden ikisi karadan geçmektedir. Bahse konu beş güzergâhtan bir tanesi Türkiye’den 
geçmekte ve Asya-Avrupa bağlamında stratejik güzergâhların tamamında Türkiye’nin kontrolü söz konusudur. 

Proje kapsamında Türkiye ve Çin’in  ekonomik, kültürel, güvenlik ve jeopolitik alanlarda birbirini tamamlayan iki ülke konuma geleceği ve günümüzde proje bağlamında birtakım sorunlar olsa dahi bunların aşılması halinde iki ülkenin stratejik işbirliğine çevrileceği iddia edilebilir (Durdular 2016: 91). Ayrıca projenin Rusya ve İran’ı üzerinden geçen kuşaklara sahip olması ve Karadeniz’in bu anlamda Hazar’la birlikte önem arz etmesi de bir diğer endişe sebebi olarak yer almaktadır. 

Bunun dışında Rusya’nın Türkiye ile Akkuyu nükleer santral inşası sürecinde ortak hareket etmesi de bir diğer örnek olarak gösterilebilir (Habertürk 03.04.2018). 
Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde değinilen bir diğer konu ise meselenin ideolojik boyutu ve bunun ittifaklar sistemine etkisidir.