13 Ocak 2017 Cuma

MENEMEN OLAYI VE ŞEHİT ASTEĞMEN KUBİLAY




MENEMEN OLAYI VE ŞEHİT ASTEĞMEN KUBİLAY,




 M. Galip BAYSAN, 
 22 Aralık 2014

Galip_Baysan05
Tam 84 yıl önce, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapanmasından beş gün sonra 23 Aralık 1930 günü, Nakşibendî tarikatı mensubu bir grup insan, Menemende gerici bir ayaklanma başlatmışlardır. Zaman zaman irticaı teşvik eden unsurlarca mümkün olduğu kadar göz ardı edilmeye, unutturulmaya çalışılan bu olay; Cumhuriyet döneminin en önemli irtica olayı kabul edilmelidir. Belki çapı o kadar büyük değildir, ancak böyle akıl dışı iddialarla ortaya çıkan 5–6 kişilik bir grubun yerli halk tarafından böylesine içten desteklenmesi düşündürücüdür ve fanatik dinci kesimin harekete geçtiği zaman neler yapabileceğinin en önemli göstergesidir. Bu nedenle çağımız Türkiye’sindeLaiklik, özgürlükler ve insan haklarına saygı duyan herkesin mutlaka bilmesi ve unutmaması gereken bir olaydır. Bu gün size biraz bu olaydan bahsetmek istiyoruz.
Olayların temelinde Saltanattan Cumhuriyet dönemine geçiş ve Atatürk İnkılâpları olarak adlandırdığımız inkılâplara karşı, bu konularda tamamen cahil halkın ve din adamlarıyla onların yanında bütün karşıt güçlerin yarattığı atmosfer bulunmaktadır. Serbest Cumhuriyet fırkası bu kesimler için bir umuttu. Onlara göre; tepeden inme bir şekilde halkın önüne konan zorlamalar, bu parti iktidara gelince değiştirilebilecekti. Mesela şapka kaldırılacak, kıyafet serbest bırakılacak, tekke ve zaviyeler, eski yazı, Hilafet, Şeyhülislamlık gibi kurumlar hatta saltanat tekrar geri gelebilecekti. Kadın erkek eşitliği ne demekti? Hiç kadınla erkek bir olurmuydu. Kadının yeri evi ve çocukları olmalıydı ve kocasına itaat etmeli ve onu memnun etmeye çalışmalıydı. Böylece bozulan aile düzeni yeniden özlenen seviyeye getirilebilecekti. Serbest Fırka bu nedenlerle birkaç ay içinde çığ gibi büyüdü. Bu gelişmelerin ardından Partinin kapatılma ihtimali belirince bazı tarikatlar bundan büyük rahatsızlık duydular.
Yargılama sırasında olayın Nakşibendî Tarikatının lideri Şeyh Esat ve yandaşları tarafından planlandığı ve Manisa’da günler öncesinden hazırlanan Derviş Mehmet adında bir kişinin liderliğinde bir grup tarafından icra edildiği anlaşılmıştır. Bu grup Şeyh Esat’ın Manisa’daki örgütlenmeyi yapan temsilcisi Laz İbrahim tarafından yönlendirilmekteydi. Dördünün ismi Mehmet (Muhammet), ikisinin ismi Hasan olan bu grup günlerce Manisa çevresindeki köylerinde, birlikte içki ve uyuşturucu âlemleriyaptıktan sonra yine hep birlikte 23 Aralık sabahı Menemene gelmiş ve saat 06:20’de sabah namazı için Müftü camiindeki cemaatin arasına katılmışlardır.
Burada bir not olarak şu hususu da ilave etmek isteriz. Aslında grup 7 kişi olarak yola çıkmıştı. Belirtildiğine göre bir de köpekleri varmış ve köpeğin de ismi Kıtmir imiş. Bu size ünlü dinsel “Yedi uyuyanlar” efsanesini hatırlatmıyor mu? Yedinci kişi Çakıroğlu Ramazan grupla birlikte gelmemiş, daha önce aralarından kaçarak ayrılmıştır. İfadeler Camiye gelinmeden önce çifter çifter esrarlı sigara içildiğini belirtmektedir.
Namazdan hemen sonra Derviş Mehmet; mihraba asılı bir durumda olan ve üzerinde “La İlahe İllallah, inna fetehnake” ayeti yazılı yeşil bayrağı alarak kendisinin Mehdiolduğunu, arkasında 70.000 kişilik Halife Ordusu bulunduğunu, öğlene kadar bu bayrağın altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söylemiş ve bütün Müslümanları eylemlerine katılmaya davet etmiştir. Hep birlikte cami dışına çıkan grup yüksek sesletekbir getirerek yürümeğe başlayınca diğer camilerden de çıkan ve işine giden pek çok insan ne olduğunu anlamak için toplanmaya başlamışlardır. Gelişmelerin olumsuz bir yöne doğru kaydığını gören bir Jandarma subayı, durumu Alay Komutanlığına bildirmiş ve Komutanlık o an eğitime gitmekte olan yedek subay, Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay ve askerlerini şehre göndermiştir.
Durumun pekiyi olmadığını gören Kubilay, gözdağı vermek için (mermileri olmadığından) askerlerine süngü taktırmış, hem halkı ve hem de askerlerini korumak istediğinden bizzat kendisi nümayiş yapan grupla temasa geçmiş ve onların yaptıklarının kanunsuz olduğunu, dağılmaları gerektiğini söylemiştir. O anda hiç beklenmedik bir çıkış yapan Derviş Mehmet silahını ateşleyerek Kubilay’ı vurmuştur. Yaralı Asteğmen acı içinde kendisini Caminin Musalla taşı arkasına atabilmiş ancak oraya yetişen asiler çılgınca haykırışlar ve tekbir sesleri arasında çantalarından çıkardıkları bir bağ bıçağının testereli kısmıyla Türk subayının başını kesip ayırmış ve bayrak sopası üzerine dikmişlerdir. Baş, bayrak direğinde durmayınca çevredeki bir dükkândan getirilen bir iple sıkıca bağlanmış ve kalabalık avuç avuç şehidin kanını içen, tekbir getiren kendisinin Mehdi olduğunu ve bu nedenle kendisine kurşun işlemeyeceğini iddia eden Derviş Mehmet’in peşinde dolaşmaya başlamıştır.
Kalabalığın yaptıklarını gören Bekçi Hasan Kubilay’ı kurtarmak için ateş edip birini yaraladıysa da karşı ateşle o da ve hemen arkasından diğer bir bekçi Şevki de açılan ateşlerle şehit edilmişlerdir.
Durumun ciddiyetini anlayan Alay komutanı gönderdiği silahlı birliklerle çevreyi kuşattı. İsyancılara teslim olmaları ihtarı yapıldı. Teslim olmayı reddeden, bana kurşun işlemez..korkmayın diye direnen Derviş Mehmet, açılan ateş sonucu  yere serilen ilkinsanlardan biri oldu. Bütün suçlular yakalandı ve dava ile ilgili görülen 105 sanıkGeneral Mustafa Muğlalı Başkanlığında kurulan Sıkı Yönetim mahkemesinde yargılandı. Esat Hoca İstanbul’dan getirildi, 90 yaşındaydı. Yargılama sırasında öldü.
Mahkemenin kararı 29 Ocak günü açıklandı. 36 kişi idam, 41 kişi çeşitli hapis cezalarına mahkûm edildiler, 40 kişi de beraat etti. TBMM yaşları küçük olduğu için 6idam cezasını hapse, ikisini de 2 yıl hapse dönüştürdü. İdamların çoğu Kubilay’ın şehit edildiği yerde infaz edildi. Bir idamlık infaz anında firar etti. 15 gün kadar dağlarda saklandı. Yakalanınca o da Menemende idam edildi.(Detaylı bilgi için bakınız. Kemal Üstün, Menemen Olayı ve Kubilay, Çağdaş Yayınları, İstanbul- 1977)
Dinsel bağnazlık ve uyuşturucu karışımı ayinlerle kontrollerini kaybeden fanatik bir grubun isyan ederek askerlere ateş edip, Asteğmen Kubilay’ı önce yaralamaları, sonra da vahşice öldürmeleri daha sonra da iki Emniyet Mensubu görevlinin ard arda öldürülmeleri inanılması güç bir olaydı. Askerler Milli Mücadele döneminde de subaylara yönelik bu tip çılgın davranışlarla karşılaşmışlardı. Ancak cehaletten kaynaklanan bu tip dinsel fanatik davranışların gerilerde kaldığına inanılıyordu. Hele yeşil bir bayrak altında, tekbir sesleri arasında şehirde tur atan, cinayetler işleyen bu gruba yerli Halkın karşı çıkacak yerde sessiz kalması, hatta isyancıları destekler gibi görünerek onlara katılması Mustafa Kemal Paşa’yı ve Ordu mensuplarını çok üzmüştü. Mustafa Kemal Paşa Orduya hitaben olayı telin eden bir bildiri gönderdi. Kazım (Özalp) Paşa olayı ve Mustafa Kemal Paşanın reaksiyonunu şu sözlerle anlatmaktadır:
Bu haber Ankara’da bir bomba tesiri yaptı. Derhal köşke çağrıldım. Mustafa Kemal Paşa görülmemiş şekilde kızgın, üzgün ve heyecanlıydı. Başvekil İsmet Paşa, Milli Müdafaa Vekili Zekai Bey (Apaydın) Ordu Müfettişi Fahrettin Paşa (Altay) da köşke geldiler. Mustafa Kemal Paşa çok sinirli bir durumda söze başladı: “Bu ne haldir, mürteciler hükümet meydanında ordunun subayını din adına boğazlayabiliyorlar. Binlerce Menemenliden kimse çıkıp mani olmuyor, bilakis tekbirle teşvik ediliyorlar. Yunan idaresi altındayken bu hainler neredeydiler? Onların namusunuve dinini kurtaran Ordunun bir subayına reva gördükleri bu saldırının cezasını yalnız hain katiller değil, hepsi en ağır şekilde çekmelidir. Bu, Cumhuriyetin ve bizim başımızı kesmektir. Bundan bütün Menemen sorumludur. Bu kasaba da “Vilmodit” ilan edilmeye müstahak olmuştur. Fransızca olan “Ville Maudite” kelimesinin karşılığı cezalandırılmış şehirdir. Vilmodit kasaba demek, o kasabanın bütün halkı şehirdışına çıkarılır, aileler birer ikişer memleketin başka şehirlerine dağıtılır, tam boşaltılmış şehir tümüyle yakılır, bugünkü ve yarınki nesillere ibret olmak üzere hükümet meydanında büyük bir siyah taş, sütun olarak dikilir. Derhal harekete geçmeliyiz, dedi. Vakit kazanmak ve havayı biraz yumuşatmak için “acaba ayrıntılı raporların gelmesini beklesek mi?” diye bir görüş ortaya attım. Aramızda bir-iki gün beklemeyi, Paşa’nın tepkisinin ne ölçüde değişebileceğini görmeyi uygun gördük. Ancak normal kanuni işleri hemen başlattık. Paşa bir daha “Vilmodit”ten bahsetmedi. Derviş Mehmet ve arkadaşları yakalandı., kurulan Divanı Harp’te mahkeme edilerek idam edildiler. Mustafa Kemal Paşa bu olayı hiçbir zaman unutmadı. Bir daha da çok parti denemesine girişmedi”. (Kazım Özalp, Atatürk’ten Anılar s.47–48, T.İş Bankası, Ankara–1992)
Şehitlere Tanrıdan rahmet ve ülkemizde bir daha bu tip acı irticai olaylarlakarşılaşılmamasını yürekten dileriz. (Bu yazıyı  6-7 sene önce ilk yazdığımızda bu dilekte bulunduk ama Komutanlar ve sivil aydınlar aleyhinde bildiğimiz amaçlarla yapılan tutuklamalar ve günümüze kadar uzanan karmakarışık yargılamalar bu ülkenin mürtecilerden daha çook çekeceğini göstermektedir.)

http://www.altayli.net/menemen-olayi-ve-sehit-astegmen-kubilay.html






EĞİTİMDE REFORM İHTİYACI VE REFORM




EĞİTİMDE REFORM İHTİYACI VE REFORM,




M. Galip BAYSAN,

18 Aralık 2014


Galip_Baysan04




Günümüzde yandaş basın yayın kurumlarının “reform” diye yutturmaya çalıştıkları ilkokullara, hatta birinci sınıflara kadar mecburi kıldıkları din eğitiminin sonucunun ülkemizi ne duruma götüreceğinin en belirgin örneği Atatürk’ün daha Milli Mücadele döneminde başlattığı reform hareketleridir. Bu konuları iyi bilmeden eğitimde bir şeyler yapıyor görünmek, mesela  din eğitimini mecburi kılmak veya Osmanlıcayı öğretme dayatmaları,  irticayı canlandırma gayretlerinden başka bir şey kabul edilemez.  
Milli Mücadele döneminde, eğitimde yapılacak işler de belli gibidir ve tıpkı diğer konularda olduğu gibi daha savaşırken, muharebe meydanlarında Ulusun eğitimi için ihtiyaçlar tespit edilmiş, çareler düşünülüp tasarlanmıştır.. 1921’de Yunan Ordusu Batı Anadolu’da büyük zafer kazanır; Afyon’u, Kütahya’yı (17 Temmuz) ve Eskişehir’i (19 Temmuz) ard arda işgal ederken, 16-21 Temmuz 1921 günleri arasında Ankara’da birmaarif Kongresi toplanıyor ve ulusun eğitiminin geleceği tartışılıyordu. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa konferansı 16 Temmuz günü bizzat kendisi bir konuşmayla açmış ve öğretmenleri göreve davet etmiştir:
Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin tarihi tedenniyatında (geri kalmışlığında) en mühim bir amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafatından ve evsafı fıtriyemizle (milli vasıflarımızla) hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen cümle tesirlerden tamamen uzak, seciyei milliye (milli karakterimiz) ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü dehayı millimizin inkişafı tamı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Laalettayin (gelişigüzel) bir ecnebi kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muhrip (tahrip edilmiş) neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür zeminle mütenasiptir. O zemin milletin seciyesidir.(1) Milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes bir vazifeyi deruhte eden heyeti mübeccelenizin (yüksek heyetinizin) bugünün vaziyetini nazarı itibare alacağından ve her müşkülatı iktiham ile (her zorluğun üstesinden gelerek) bu yolda gayet metinane yürüyeceğinden şüphem yoktur. Vazifeniz mühim ve hayatidir. Bunda muvaffak olmanızı Cenabı Haktan temenni ederim.”(2)
Acaba hangi komutan, hangi devlet adamı siyasi ve askeri durum bu kadar kötüye giderken, ulusun geleceği ile öylesine yakından ilgilenmiş, yok olma tehlikesi kapıda iken bu kadar ümit dolu konuşmuştur?
Bu konuşmanın yapıldığı dönemde eğitim kurumlarının durumu özetle şöyledir:
1927 istatistiklerine göre bütün ülkede 46.000 köy vardır. Ortalama olarak alınırsa her vilayette 1179 köy olduğu söylenebilir. Bu köylerin (sadece 44’ünde okul mevcut olup), 1135’inde okul yoktur. İlkokulların şehirlerde ve kasabalarda toplandığı da hesaba katıırsa, savaş yıllarında Anadolu köylerinden % 98’inin okulsuz olduğu ortaya çıkar.(3)
Halide Edip 1922’de Büyük Taarruz öncesi Batı Cephesinde M. Kemal Paşa’nın kendisine ve eşi Dr. Adnan Adıvar’a, Türkiye’nin gelecek günlerdeki atılımlarından söz ederken şöyle dediğini ifade etmektedir:
 “Sen, Tıbbıye ile Ordu’nun en önce Garplaşmasından( Batılılaşmasından) dolayı ilerlediğini söylerdin. Biz şimdi bütün memleketi garplılaştıracağız.”(4)
Hatta bu konuşmada, Latin harflerini kabul imkânından da bahsedilmiştir. Bunu yapmak için sıkı tedbirler gerektiğini sözlerine eklemiştir.(5)
Ülkede savaştan sonra ne yapılacağı az çok biliniyordu. 

En büyük engel cehaletti. 

Halkın, ulemanın cehaleti Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını rahatsız ediyordu.Gazi endişesini savaştan sonra Konya’da (21.3.1923’te) lise öğretmen ve öğrencileri ile yaptığı konuşmada şu sözlerle dile getiriyordu:
 “Ulusu yüzyıllarca kendi benliğine sahip yapmayan, kendi hakkında habersiz ve bilgisiz bulunduran hep bu cehalettir. Hükümdarların, şunun bunun milleti esir ve köle gibi kullanmaları, bütün ülkeyi kendi özel mülkleri gibi kabul etmeleri hep milletin bu cehaletinden yararlanmaları sayesinde olmuştur. Gerçek kurtuluş istiyorsak, her şeyden evvel, bütün kuvvetimiz ve süratimizle bu cehaleti yok etmeye mecburuz.Burada cehli (bilgisizliği) yalnız okuyup yazma manasına almıyorum; üç buçuk-dört sene evvel, kendisini esaret ve ölüme boyun eğmesi hakkında hükümdarının verdiği emirlere, yayınladığı fetvalara, gönderdiği ordulara karşı ayaklanmakla bu bilgisizliği yırttığını ve bu cehilden (bilgisizlikten) sıyrıldığını ispat etti. 

 Hepimize düşen görev, dimağları bir daha bu bilgisizliğe düşmemek için hazırlamaktır.”(6)

Mustafa Kemal cehaletle savaşmaya kararlıdır. 14 Ekim 1925’de İzmir Erkek Öğretmen Okulunda yaptığı konuşmada söylediği şu sözler onun bu savaşı öğretmenlerle birlikte yürütme azminde olduğunun işaretidir.
 “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak muallimlerdir. Muallimden (öğretmenden), mürebbiden (eğiticiden) mahrum bir millet, henüz millet namını almak istidadını (yeteneğini) kesbetmemiştir (kazanmamıştır). Ona alelade bir kitle denir, millet denemez. Bir kitle ulus olabilmek için mutlaka mürebbilere, muallimlere muhtaçtır. Onlardır ki, bir heyeti içtimaiyeyi (tüm bir toplumu) hakiki bir millet haline koyarlar.”(7)
Aynı yıl 18 Ekim’de Konya’da öğretmenlerle yaptığı bir konuşma da şu sözleri söylemiştir:
 “Muhterem arkadaşlar, Yürütmekte olduğumuz teceddüd (yenilik), tekamül (gelişme) ve medeniyet yolunda sizlerden mürekkep bir Türk ordusuna istinat ettikçe behemehal muvaffak olacağımıza imanım katidir. Şimdiye kadar olduğu gibi, birbirimize istinad ederek ve hep beraber milletin iradesine dayanarak yürümeye devam edeceğiz. Milletimizin katına (ulaşmaya) mecbur olduğu merhameler (aşamalar) büyüktür. Vasıl olunması (ulaşılması) zaruri olan hedefler çoktur. Behemehal bu merahil katolunacak (herhalde bu evreler aşılacak), en nurlu hedeflere varılacaktır. Onun için birbirimize vereceğimiz işaret: ileri, ileri, daima ileridir.”(8)

DİPNOTLAR:

(1)  Söylev ve Demeçler II, s.20
* M. Kemal Paşa’nın bu sözlerinden açıkca anlaşılacağı gibi askerler, hiçbir zaman % 100 batılılaşma veya batı örf ve adetlerinin, Türk’ün kendine özgü bazı vasıflarını kaybedecek şekilde alınmasına taraftar olmamışlardır. Bu durum, halen değişmemiştir. Parola: çağdaşlaşmaya akılcılığa evet, taklitçiliğe hayırdır.
(2)  Söylev ve Demeçler II, s.21
(3) Ayaz Nevzat: Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi, s.153-184 (Milli Eğitim Basımevi, Ankara-1948): Atatürk’ün Milli Eğitim Politikası, s.41-42 (Genkur. Basımevi, Ankara-1980)
(4)  Türk’ün Ateşle İmtihanı, s.264
(5)  Tek Adam 3, s.315
(6)  Atatürk’ün Milli Eğitim Poltikası, s.81; Söylev ve Demeçler II, s.159
(7) Söylev ve Demeçler II, s.243
(8)  Aynı eser, s.245



KUNURİ MUHAREBELERİ



KUNURİ MUHAREBELERİ,






M. Galip BAYSAN,
09 Aralık 2014



Galip_Baysan01


     26–29 Kasım Kore Harbinde Kunuri Muharebelerinin 54 ncü yıldönümüdür. 
Bu konuda Türk kamuoyunun kelimenin tam anlamıyla cahil bırakılmasının en önemli nedeni, çağdaş aydınlarımız arasında yaygın bir şekilde süregelen; eskiden radikal solun, günümüzde radikal solun yanında yer alan radikal Sağın köklü Amerikan düşmanlığıdır. Bu konuda ne zaman bir şey yazsam, ne zaman bir şeyler söylemek istesem daima engellerle karşılaştım. Günümüzde Kemalist olduğu iddiasıyla ortada görünen kurumların çoğu ne yazık ki Kemalizm’den çok uzak tamamen radikal solun kontrolünde gibiler. Ve konu Kore Savaşı oldumu hemen sansür uygulamayı seçiyorlar. Bu davranışın her zaman mücadele ettiğimiz ve şiddetle karşı çıktığımız iktidarın sansürcü davranışlarından ne farkı var?
Kore savaşına sansür uygulayan bu zihniyet sahipleri acaba bilmeden Türk düşmanı Diyaspora Ermenileri, Rumları ve Siyonistleriyle birlikte hareket ettiklerinin farkındamıdırlar?  Çünkü Kore Harbi sonunda bir efsane haline gelmiş Türkler 1980’lere kadar etkinliğini sürdürdü ve o neslin ard arda emeklilik yaşına ulaşıp görevden çekilmesiyle birlikte Pentagon Türk Düşmanı lobilerin elemanları ile doldu. Askeri ve Sivil tarih kitaplarında Türklerin zaferleri emrine verildiği 2. Amerikan Tümenine bağlandı ve herkesin bildiği başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’yu bölen ünlü harita o dönemde çıkarıldı.
Türkiye Kore harbine Amerikan sevdası nedeni ile değil o günlerde Komünistlerin yayılmacı politikalarına karşı yalnız kalmamak için, Hür Dünya ülkeleri safında yerini almak arzusu ile katılmış ve başarılı olmuştur. 2. Dünya Savaşı sonunda Sovyetlerin Karsı, Ardahan ve Boğazlardan üs istemesi karşısında babamın, dayılarımın infialini hatırlıyorum. O yokluk ve yalnızlık günlerine rağmen herkes gönüllü asker olmaya hazırdı.
Bize göre orada bütün dünyanın gözü önünde harikalar yaratan bu kahraman askerleri anmak vatanını seven, özellikle ben Kemalist’im diyen Her Türkün boynunun borcudur. Benim de elim kalem tuttuğu sürece bütün engellemelere rağmen bu harple ilgili gerçekleri açıklamağa devam edeceğimden kimsenin şüphesi olmasın.
Bir önceki yazımı okuyanlar hatırlayacaktır. Savaşın ikinci döneminde B.M. Kuvvetleri, Kuzey Kore’yi tamamen işgal etmek amacıyla, 24 Kasım 1950 günü büyük saldırısını başlattı. O gün cephenin sol kesimindeki birlikler süratle ilerleyerek 10–15 Km. kadar ileri gittiler ama sağ taraftaki II nci Kore Kolordusu hiçbir ilerleme göstermedi. Ertesi gün de olaylar aynı şekilde gelişti. Üçüncü gün (26 Kasım 1950 günü) solda ki Amerikan Kolorduları da durdu. Aynı gün sağ tarafı savunan Güney Kore Kolordusu, çok üstün sayıda düşman gücünün saldırısına uğradı. Bu Kolordu güneye ( Tokchon ve doğusuna) çekilmek mecburiyetinde kaldı. 26/27 Kasım gecesi saldırılarına devam eden düşman birlikleri, Güney Kore Kolordusunu 40 Km. kadar güneye atmayı başardı. Düşmanın bu taarruz sırasında Güney Kore birliklerine karşı 8 ad. Komünist Çin Tümeni ile saldırdığı kabul edilmektedir. Bu ileri çıkış ve geri çekilişlerden açıkça anlaşılacağı gibi Taarruz eden Ordunun büyük kısmı ile sağ yanı arasında büyük bir boşluk doğdu. Kabul etmek gerekir ki, Komünist Çin savunmasını çok mükemmel hazırlamış, B.M. Kuvvetlerini açık vermeye mecbur etmiş ve başarmıştı. Şimdi asıl saldırı gücünü meydana gelen boşluktan içeri sokacak, 8nci Amerikan Ordusunun yan ve gerisini kuşatarak geri çekilmesini önleyecek ve bulunduğu bölgede teslim olmasını veya imhasını sağlayabilecekti.
ABD. Birlikleri ile Güney Kore birliklerinin arasındaki büyük boşluğun süratle ve mutlaka kapatılması gerekiyordu. B.M. Kuvvetlerinin ve hatta Kore Savaşının kaderi bu görevi alacak birliğin başarısına bağlıydı. Görev, ihtiyattaki Türk Tugayına verildi. Tugay 27 Kasım sabahı, saat 0500’de aldığı harekât emrine göre, dost ve düşmanın birbirine karıştığı, yabancı bir arazi ve dar bir vadide düşmanın büyük kısmının yaklaştığı Tokchon Bölgesine doğru ilerlemeğe başladı. Yolların çekilen birlikler, sivil halk ve onların arasına karışmış Komünist çetecilerin müdahaleleriyle tıkanması nedeni ile ilerleme oldukça zor oluyordu. Üst birlikle irtibat kurmak ta gittikçe zorlaşıyordu. Tugay Komutanı General Tahsin Yazıcı yaptığı durum muhakemesi sonunda yolu “Wawon Boğazında” ( biraz geriden) kapamayı uygun buldu. Yol üzerinde ilerleyen birlikler durduruldu, aynı tertiple geri dönmeğe başladılar. Bu arada tepelerden ilerleyen Çinliler, gece karanlığından istifade ile görünmeden yaklaştılar ve en öndeki birlikleri baskın şeklinde ateş altına aldılar. Bu baskın sırasında üst komutanlıkla irtibatı sağlayacak Amerikalı irtibat subayı ve aracı da düşman eline geçti.
Birlikler Wawon bölgesine intikalini 27 Kasım saat 21–22.00 arası tamamlamış ve gerekli emniyet tertibini aldıktan sonra dinlenmeye çekilmişlerdi. İleriden silah sesleri geliyordu. O gece saat 01.00 civarında Tugay Komutanı General Tahsin Yazıcı “ Artçı durumundaki birliklerin düşmanın baskınına uğradığı ve dağıldığı” haberini aldı. Düşmanın mevzilerdeki birliklere saldırıları gün ağarırken başladı. Çinlilerin  savaşan birlikleri kuşatma teşebbüsleri diğer Bölüklerin ard arda savaşa sokulması ile önlendi. Tugay bu zor şartlar altında 28 Kasım gününü kazanarak B.M. Kuvvetlerinin geri çekilebilmesi için gerekli olan günlerden birini kazandı. Komutan gelişen şartlar karşısında daha iyi bir savunma ortamı elde etmek niyetiyle, 7 Km. kadar batıdaki bir köye (Sinnimni Köyüne) çekilme kararı aldı. Tugay birlikleri yavaş yavaş muharebeyi keserek geri çekilmeye başladılar.
Çinliler havanın kararmış olmasına rağmen bu çekilmeyi fark ettiler ve Tugayın gerisini savunan Artçı Birlikleri ile teması kesmeden sıkıca takibe başladılar. Yol çok dardı, intikal yavaş oluyordu. Bu nedenle yürüyüş kolu, artçı, düşman birbirini çok yakından izliyordu. Sinnimni Bölgesinde iki tabur mevzilere yerleştirilmişken, üçüncü Tabur ve Topçu Taburu,3 Km. kadar daha batıya ve ancak saat 21–22.00 arasında yerleşebildiler. Aynı gece yarısı,  bu grup (yani III ncü Tb. ve Topçu Tb.u)  aradan sızmış olan Komünist Çin birliklerinin baskınına maruz kaldılar ve yoğun bir makineli tüfek, havan ve roket ateşine hedef oldular. Bu baskın Tugayın büyük bir kesimi üzerinde “Panik” yarattı. Bu birlikler gece karanlığında, yol boyunca birbirine karışmış olarak geriye çekilmeğe başladılar. Bu arada düşman yolun kuzeyindeki bir kısım tepeleri işgal etmiş, mevzilerdeki I ve II nci taburların arasındaki irtibatı kesmişti.
Bu baskın ve olumsuz gelişmeler Tugay karargâhını çok zor bir durumda bırakmıştı. Tugayın yarısı ileride etrafı düşman tarafından çevrilmiş durumda savaşırken, diğer yarısı kontrol dışına çıkmış, darmadağın olmuştu. Komutana hal tarzı olarak “daha geriye çekilmek, dağılanları toparlayıp kurtulanlarla yeni bir mevzi tutma” empoze edilmeğe çalışıldı. Tugay Komutanı Tahsin Yazıcı; Harekât Şube Müdürü Kur. Yarbay Faik Türün ( Sonradan Orgeneral) ‘ün tavsiyesi ile elde kalan ve çekilen birlikleri toparlayarak o bölgede savunmaya geçmek ve mümkün olan ilk fırsatta kuşatılmış birlikleri kurtarma imkânı aramak kararını verdi. Subaylar dağıldı, yoldan geçenler durduruldu, birlikler, emir komuta düzeni yeniden kurulmaya çalışıldı. Komutanın bu cesur direnme ve savunma kararı sayesinde, geriye doğru şuursuzca akan insan seli kısmen durduruldu, bozulan birlikler yeniden düzenlenerek, beklenen büyük düşman saldırısını karşılamak üzere, yeni bir savunma hattı kuruldu.          
Tugay Komutanlığı bu hazırlıklarla meşgulken ileride çok zor şartlar altında kalan ve üstün sayıda düşman birlikleri ile çevrilmiş bulunan II nci Tabur ve 1nci Taburun 2nci Bölüğü bütün gece ve ertesi gün öğleye kadar savaştılar. Düşmanın cephe ve yanlardan yaptığı taarruzlara rağmen, nefes kesici muharebeler yaparak ve üstün kahramanlık örnekleri sunarak yerlerini muhafaza edebildiler. Özellikle Sinnimni’nin ve vadinin hemen güneyindeki tepeleri tutan 2nci Bölük: yan ve gerilerini kuşatmaya çalışan düşmana karşı “Süngü Hücumu” yaparak mevzilerini 29 Kasım öğle saatlerine kadar kahramanca savunarak elde tutmuştur. Bu boğuşmalar sırasında cephanesi tükendiğinden, teslim olup hayatta kalma yerine, düşmana saldırmayı tercih etmiş,  hücumla ele geçirdiği silah ve cephaneyi yine onlara karşı kullanarak ayakta kalmayı başarabilmiştir.
Komutan; ileride kalan birlikleri kurtarmak için bir karşı taarruz yapma hazırlığını yaparken, saat 10.00 civarında bölgeye 2.nci ABD Tümenine ait bir alay ve bir tank bölüğü geldi. Alay komutanına gelişen durumu açıklayan Gen. Yazıcı “ Bir karşı taarruz yapılarak kuşatılmış birliklerin kurtarılmasını” istedi. Amerikalı komutan; “böyle bir saldırının kendi görevleri arasında olmadığını” belirterek teklifi reddetti. Çaresiz kalan komutan mümkün olan Türk kuvvetlerini toplayarak Sinnimni istikametinde taarruzu başlattı ve düşmanın çemberini yararak ilerdeki birlikleri ile temas kurup geri çekilmelerini sağladı.
Amerikan Alayı ile temas, aynı zamanda Tugayın görevini başardığının da göstergesi idi. Demek ki kazanılan iki tam gün içinde B.M. Kuvvetleri çekilmeyi başarabilmişti. Bundan sonra Tugay birlikleri ABD birlikleri ile birlikte Kunuri ve Sunchon Boğazlarında yine kuşatıldılar, küçük birliklerin üstün becerileri ve ABD Hava kuvvetlerinin yardımı ile yine dövüşerek ve büyük başarılar göstererek kurtulmayı başardılar. Tugay Komutanı sonradan yazdığı 31 Aralık 1950 tarihli raporunda: “ Tugay, en çok kaybı, Kunuri-Sunchon arasındaki Boğazdan çekilirken vermiştir” demiştir.
Tugay Komutanı 30 Kasım akşamı Pyongyang’a gelmiş ve Tugayı kontrol altına almağa başlamıştı. Bu muharebelerde en fazla zayiat veren 2nci ABD Tümeni ve Türk Tugayı yeniden toparlanıp teşkilatlanabilmek için Seul Batısına gönderildiler. Tugayın bu muharebeler sırasında verdiği zayiat: Personel olarak %15, araç-gereç olarak %70’tir. Personel zayiatı: 218 Şehit, 94 Kayıp, 455 yaralı olmak üzere toplam 767’dir.
..

Kıbrıs'ta Güvenlik ve Garantiler


Kıbrıs'ta Güvenlik ve Garantiler

Yazar: Gözde Kılıç Yaşın

Garanti ve İttifak Anlaşmaları birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Kağıt üzerinde kalmış, hukuken var olan ancak harekete geçme kabiliyeti tanımayan bir sistem güvence oluşturamaz. İttifak Anlaşması Ada’da asker bulundurma hakkı tanır ve Garantörlüğün fiili bir Garantörlük olmasını sağlar. Garanti Anlaşması’nda yer alan “ Tek yanlı Müdahale hakkı ” da Garantörlüğün etkin bir güvence sağlamasının teminatıdır. Rum tarafının bu husustaki talebi Garanti ve İttifak Anlaşması’nın İptalidir ancak gerçekte elde etmeyi umduğu Ada’da asker kalmaması ve “tek taraflı müdahale hakkı”na ilişkin düzenlemenin ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla kağıt üzerinde kalacak bir Garanti Anlaşması’na itiraz etmeyecektir. Burada en önemli çıkmaz noktası, Kıbrıslı Türklerin Garanti Anlaşması’nın tamamen kalkması durumunda referandumda planı reddedeceğinin bilinmesidir. Bu nedenle ara formül arayışı söz konusudur.

1- Masadaki Öneriler

Son müzakere sürecinde Türk tarafının üç önerisi gündeme gelmiştir:
1-Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı yerlerde geçerli olacak Garantörlük Hakkı’nın olması,
2- Garantörlük yerine Türkiye, Yunanistan, İngiltere’den oluşan çok uluslu gücün konuşlanması,
3- Garantörlük Hakkı’nın süreli olarak (15 yıl) devamının yeni planda yer alması,
4- Türkiye’nin Ada’da İngiltere gibi bir askeri üs kurmak istemesi (Yunan Tae Nea gazetesinde yer alan bu hususu önerilerin bütünselliği nedeniyle ekleme gereği duyduk)

Bunlara topluca baktığımızda birbirinin ikamesi olmadığını, birbirine eklenerek Garanti ve İttifak Anlaşmaları’na ikame yaratılmaya çalışıldığını görüyoruz. Mevcut müzakereler açısından tehlikeli olanı, aslında en son konuşulması gereken ve Türkiye’nin konuşması gereken bir konunun -müzakerelerin en başında Garantörlük meselesinin bir tabu olmadığı, tartışılabileceği söylenerek- çok erken zamanda pazarlığa açılmasıydı. Rum tarafının ilk günden itibaren öncelikle bu konuda ne elde edebileceğini anlamaya çalıştığı ve karşı tarafı zorladığı anlaşılmaktadır. Yine de erkenden pazarlığa başlanmasını müzakere heyetinin tecrübesizliğine bağlamak mümkündür.
Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı Kuzey bölgesinin Garantörü yapılması birkaç yönden sakıncalıdır:
  1. Türkiye 1960 İttifak ve Garanti Anlaşmasıyla Ada’nın bütününün toprak bütünlüğü ile Anayasal düzenine kefildir. Ancak Türkiye sadece Türklerin ya da Kuzey’in Garantörü olsun denildiğinde, Egemenlik bölünmüş olacaktır. Bunun en az üç önemli sonucu olur:
a.    Türkiye bugün üstlendiği kefalet gereği örneğin Rum tarafının Ada’nın güneyinde çıkan hidrokarbon yataklarında Türklerin hakkı olduğunu söyleme hakkı ve bunu takip etme imkanı bulmaktadır. Kuzey’le sınırlı Garantörlük Ada’nın bütününde Türkleri kollama imkânını yok edecektir.

b.    Türkiye’nin Garantörlüğünü kuzeyle sınırladığınız zaman Türklerin 1960 Anlaşmalarıyla kazandığı “yönetime etkin katılım” hakkı ve Rumlarla “aynı toplumsal hak ve özgürlüklere sahip olma” haklarını berhava etmiş olursunuz. Türkler artık sadece Ada’nın kuzeyindeki kimi idari faaliyetlere katılan, kuzeyde yaşamak zorunda kalan, Ada’daki yer altı ve yer üstü kaynaklarda hakkı bulunmayan, Akdeniz’deki her türlü gelişmenin dışında bırakılan unsurlar olacaktır.

c.    Türkiye’nin Akdeniz’deki etkinliği daha kolay sınırlandırılabilecektir.

2.    Garanti ve İttifak Anlaşmaları uluslararası anlaşma olması nedeniyle uluslararası hukuk güvencesindedir. Türkiye, üzerinde oynanmasını bir kez kabul ettiğinde bu güvenceyi kaybedecektir.
3.Muhtemel yeni anlaşmanın “tek taraflı müdahale hakkı” tanımasının önüne geçilecektir. Kaldı ki bu hak kağıt üzerinde yer alsa bile “toprak sınırlaması” nedeniyle asla aynı güç ve anlamı taşımayacaktır.

Süreli Garantörlük daha önce de gündeme gelmiş bir formüldür. Annan Planı’nda Garanti Anlaşması’nın 18 yıl süreyle geçerli kalması, 18 yılsonunda devamına gerek olup olmadığının kararlaştırılması şeklinde bir düzenlemeye gidilmişti. Burada Garantörlük Hakkı’nın özüne Dokunulmamakta ve gerekliliğine karar verilmesi belli bir süre sonraya bırakılıyordu. Kasım başında Mont Pelerin’deki zirvenin amacı henüz uzlaşı sağlanamamış noktalar üzerinde yoğun çalışmayı mümkün kılmak ve Beşli Konferansın tarihini belirlemekti. Yani Garantörlük konusu burada tartışılacak bir konu değildi. Ancak pazarlığa erken başlanmasının karşı tarafın iştahını kabartması nedeniyle müzakerelerin çökmesi ihtimali yaşandı. Çünkü Rum tarafı bu konuda kendini garantiye alabileceği “ SÖZ ” istemişti. Bu zirveden sonra Mustafa Akıncı, Garanti Anlaşması için 15 yıllık bir süreyi kabul ettiğini açıkladı. Rum tarafı zaten 5 yıllık bir süre istiyordu. Bu çerçevede Türkiye, toplanacak ilk büyük zirvede Garanti Anlaşması’ndan tamamen vazgeçmeye zorlanacak ve nihayetinde 10 yıl süreli kalması kararıyla pazarlık tamamlanacaktır.

Kıbrıs’ta Askeri üs kurma meselesi ise Yunanistan’ın bir iddiasıdır ve Türkiye’nin bu talebini Washington ve Londra’ya ilettiği eklenerek iddiaya ciddilik kazandırılmıştır. Gerçek olması durumunda revize edilmiş ya da süreye bağlanmış bir Garantörlük Hakkı’nı desteklemek üzere üs talebinde bulunulduğu düşünülebilir. Ancak birleşme sonrasında bu tür konularda karar verme yetkisi merkezi hükümet te olacağı ve orada da kararlar büyük ölçüde Rumların istediği şekilde çıkacağı için böylesi bir üs kalıcı olamayacaktır. Kaldı ki bu aslında Türkiye’nin İttifak Anlaşması’ndan da vazgeçmeye hazır olduğu mesajı verir. Annan Planı’nda bu anlaşma hükmünü koruyordu ve Anlaşma’da belirtilen sayıda Türk askerinin Ada’da kalacağı düzenleniyordu. 1960 İttifak Antlaşması'nın I. sayılı Protokolü'nde öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi için 14 yıllık bir süre getirilmişti.

Türkiye’nin KKTC’de bir üs istemesi makul ve bir zaman sonra zorunlu bir gelişme olabilir. KKTC’nin tanıtılmasına karar verildiği gün, Garanti ve İttifak Anlaşması hükmünü yitireceği için KKTC ile askeri işbirliği anlaşmaları yapılıp, burada KKTC topraklarında bir üs edinilebilir. Ancak Birleşik Kıbrıs Federasyonu’nda bir üs talep etmek geleceği olmayan bir hayaldir. Hiçbir şekilde Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan hak, yetki ve sorumluluğun yerini tutmayacaktır.

2. Güvenlik ve Garantilerin Devamına Gerek Olup Olmadığı Meselesi

Rum tarafı modern zamanlarda bir devletin başka bir devletin garantörlüğünü üstlenmesinin gereksizliğini gündeme getirmektedir. Rum tarafının eskiden bu yana sürdürdüğü bu iddiası aslında 1992’de Azerbaycan’da, 1995’deki Bosna’da, 1999’daki Kosova’da çıkan savaşlarla hükmünü yitirmiştir. Keza Ortadoğu’nun ateş çemberine döndüğü günümüz ortamında Garantörlük Hakkı’nın önemi daha da belirginleşmiştir. Öte yandan 20 Aralık 2016’da Türkiye, İran ve Rusya Moskova’da gerçekleştirdikleri toplantı sonrasında BM’nin de onay verdiği bir anlaşmayla Suriye’nin toprak bütünlüğünün garantörleri olmuştur. Bu, bugünün koşullarında da Garantörlük ihtiyacının bulunduğunun göstergesidir.
Öte yandan Kıbrıs’ta tarafların birlikte yaşama isteği gösterebilmesi için karşılıklı güven tesisi gerekir. Türklerin kendilerini huzurlu ve güvende hissedebilmesi için Rum tarafı bugüne dek – göstermelik olsa bile- hiçbir önlem almamıştır. EOKA’nın tedhiş hareketlerine başladığı 1 Nisan hala devlet başkanları, siyasi parti başkan ve temsilcileri, askeri kadrolar ve kilise temsilcilerinin katılımıyla kutlanmaktadır. Her yıl mutlaka yeni bir vesile bulunarak EOKA militanları madalyalarla takdir ve taltif edilmektedir. Şimdiki Devlet Başkanı Anastasiadis de babasının EOKA’cı olduğunu övünerek anlatmaktadır. Bu EOKA ruhunun ölmediği, yapılan kutlamalarla katliamların bir anlamda devlet nezdinde kutsandığı algısı yaratmaktadır. Diğer taraftan kapıların açıldığı ilk günden bu yana neredeyse her gün bir ya da bir kaç Türk’ün saldırıya uğradığı haberi basında yer almaktadır. Burada önemli olan Rum polisinin bu konuda hiçbir girişiminin bulunmaması, saldırganlara dönük bir kovuşturmanın gerçekleştirilmemesidir. Bu, bir arada yaşamanın koşullarının henüz oluşmadığının göstergesidir. Saldırılardan ziyade güvenlik ve asayişten sorumlu birimlerin ırkçı yaklaşımı, Türklere dönük saldırıları görmezden gelmesi güven yıkıcıdır. Dolayısıyla yeni bir katliamın gerçekleşmeyeceğinin garantisinin olmadığı bir ortamda Kıbrıslı Türklerin tek güvencesi Türkiye’nin Garantörlüğü’nün devamıdır.

3. Yabancı Askeri Varlık ve Garantilerin AB Normlarına Uygun Olmadığı Meselesi


Rum ve Yunan tarafının bu konudaki tezleri “Yabancı Askeri Varlık ve Garantilerin AB Normlarına uygun olmadığı”dır. Bu hususta İngiltere’nin askeri varlığına bir itiraz geliştirmemelerini ve İngiliz askerini “yabancı”lamama yaklaşımını bir tarafa bırakalım. AB açısından durumu ise Olli Rehn’in 21 Ocak 2009’da AB Komisyonu adına Avrupa Parlamentosu’nda verdiği yazılı yanıttaki: “AB Komisyonu, Garanti Antlaşması’nın AB’nin üzerine tesisi edildiği temel ilkelere ters olduğu yönündeki düşünceye/endişeye KATILMAMAKTADIR.” ifade açıklamaktadır. Öte yandan böyle bir aykırılık olsaydı konu, Rum tarafının “Kıbrıs Cumhuriyeti” adını kullanarak AB üyesi olması döneminde gündeme gelirdi. Zaten AB hukukuna göre üye devletler, üyelikleri öncesinde taraf oldukları uluslararası antlaşmaların sorumluluğunu ahde vefa ilkesi gereği taşımayı sürdürürler. AB hukukuna aykırıysa üye devlet bunların değiştirilmesi girişiminde bulunabilir ancak diğer taraf razı olmuyorsa da anlaşma bağlayıcılığını sürdürür.[1]
Daha da önemlisi, Garanti sistemi ve Türkiye’nin ilgili anlaşmadan doğan hakları ve sorumlulukları AB Birincil Hukuku içerisinde kayda geçmiştir. Çünkü Rum tarafı 2004’de AB üyesi olduğunda yaptığı Katılım Antlaşması ekinde yer alan 3 numaralı protokolün giriş kısmında “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne katılması, (1960) Kuruluş Antlaşması’nın taraflarının hak ve yükümlülüklerini etkilemeyecektir” denilmektedir. Böylece Rum tarafının AB üyesi olmasının 1960 Kuruluş Antlaşması’nın taraflarından birisi olan Türkiye’nin hak ve yükümlülüklerini etkilemeyeceği kayıt altında alınmış bir husustur. Nitekim Kuruluş Antlaşması’nın giriş bölümünde de açıkça Garanti Antlaşması’na gönderme yapılmıştır. Böylece Türkiye’nin Garanti Anlaşması’ndan doğan haklarının Rum tarafının AB üyeliği nedeniyle etkilenmeyeceği güvencesi AB Birincil Hukuku ile kayıt altına alınmıştır.

Sonuç

Güven ortamının bulunmadığı bir yerde, sürdürülebilir olmadığı kesin bir anlaşmanın ciddi anlaşmazlıklar doğuracağı bellidir. Bu yüzden de Garanti ve İttifak Anlaşması olduğu gibi korunmalı, sulandırılmasına izin verilmemelidir. Garantörlük sistemi ne çağın gereklerine ne de AB normlarına aykırıdır. Değiştirilmesi, düzenlenmesi ya da kaldırılması için yeterli güven ortamı oluşmamıştır. Türkiye, Garantörlük sisteminin “etkin” olabilmesi için “tek başına müdahale hakkı”nı ve “fiili” olarak bir anlamının olabilmesi için Ada’da “fiilen asker bulundurma hakkı”nı korumalıdır. Şu an masada olan plan kalıcı, sürdürülebilir ve adil değildir. Garantörlük Hakkı zaten böyle dönemler için gereklidir. Türkiye, ortaya çıkacak yeni devletin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini, federal anayasa düzenini, iki kesimliliği (anlaşmada zaten ortadan kaldırılmıştır), federe devletlerin kurucu ortak statüsünü (varlığı tartışmalıdır) garanti etmeyi sürdürmek zorundadır. Adil ve kalıcı bir barış planının oluşması durumunda ise askerin kademeli geri çekilişi ve 1960 İttifak Anlaşması’nda öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi düzenlenebilir. Ancak bunun için de Türkiye’nin AB üyesi olması ya da Yunanistan’ın AB üyeliğinden çekilmesi gibi Garantör ülkelerin dengeli bir pozisyonda bulunduğu dönem hedef alınmalıdır.

Bu süreçte Kıbrıs Rum tarafından güven arttırıcı önlemler alması istenmelidir. Bunların başında Rum parlamentosunda 1967’de kabul edilen Enosis kararının ve Akritas Planı’nın aynı parlamentoda kınanması, EOKA A ve EOKA B’nin Ada’da yarattığı kaos ortamı ve gerçekleştirdiği tüm katliamlar için Rum ve Türk halklarından özür dilemesi,  mağdurlara veya yakınlarına –örneğin- daha önce Ortega Raporu ile tespit edilmiş esaslar üzerinden gerekli tazminatları ödemesi ve hayatta olan sorumlularına dönük bir yargılama faaliyeti başlatması istenmelidir.

Unutulmamalıdır ki Garanti ve İttifak Anlaşması uluslararası bir anlaşmadır ve hukuken Türkiye’nin pozisyonunu desteklemektedir. Bilinmelidir ki Türkiye’nin bu hakkı ve haklı pozisyonu, Kıbrıslı Türklerin (ve Rumların da) güvenliği bakımından olduğu kadar doğrudan Doğu Akdeniz dengeleri bakımından da önemlidir. Bu dengeler başta Türkiye’nin güvenliği ve aynı zamanda ekonomik çıkarları ve en önemlisi de deniz egemenlik haklarıyla ilgilidir. Diğer Garantör ülkelerin çekilmesi de dahil olmak üzere hiçbir baskı ya da pazarlık Türkiye istemediği/kabul etmediği müddetçe Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan haklarında bir değişiklik yaratmayacaktır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/01/13/8564/kibrista-guvenlik-ve-garantiler


KIBRIS TA NELER OLUYOR..?



KIBRIS TA NELER OLUYOR..?



Kıbrıs'ta Neler Oluyor?

Yazar: İbrahim Kürşat Tuna

Geçtiğimiz günlerde Gaziantep Bağımsız Milletvekili Sayın Ümit Özdağ ile birlikte mevcut ve eski dönem MHP milletvekilleri ve bazı sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan bir heyet halinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde önemli üst düzey görüşmelerde bulunduk. Bu çerçevede, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, KKTC Başbakanı Hüseyin Özgürgün, KKTC Cumhuriyet Meclisi Başkanı Ersin Tatar, Kıbrıs TMT Mücahitler Derneği Başkanı Yılmaz Bora, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçimiz Derya Kanbay, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve KKTC Maliye Bakanı Serdar Denktaş’ı ziyaret ettik. Bu ziyaretler esnasında, yürütülen Kıbrıs Müzakereleri’ne ilişkin olarak çeşitli görüşmeler yaptık, fikir ve doküman alışverişlerinde bulunduk. Tarihe not düşmek adına, bu ziyaretten elde ettiğim izlenimleri ve bizlere aktarılan bilgilerin bir kısmını Cenevre’deki kritik görüşmeler bağlamında sizlerle paylaşmak istedim. 

  Kamuoyunca bilindiği üzere, Kıbrıs’taki iki kesim arasında Cenevre’de 09 Ocak'ta Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili üç gün süren ve altı ana başlık altında yürütülen müzakerelere, a 12 Ocak tarihinde garantör Ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımları ile devam edildi. Cenevre görüşmeleri öncesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Akıncı ve Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Anastasiadis arasında Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin yürütülen müzakereler belli bir aşamaya gelmiş durumdadır. 

Ancak, bu kez alışılanın aksine yürütülen görüşmelerde alınan kararlar ve gelinen noktalar ile ilgili Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Basını’nda çok fazla bilgi bulamamaktayız. İşin diğer tarafı, KKTC içerisindeki siyasetçi ve halk da müzakerelere dair gelişmeleri Rum ve Yunan basınından takip etmek zorunda kalmaktan şikayetçi durumda. 

  Kısacası, Kıbrıs ziyaretimizde uzun bir istişare imkanı elde ettiğimiz Sayın Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve müzakereleri yürüten Özdil Nami Bey dışında görüştüğümüz herkeste çok ciddi bir tedirginlik ve karamsarlık havası hakim. Özellikle Güney basınında çıkan haberlerdeki bilgiler ile “ Yakınlaşma Tutanakları ” arasındaki tutarsızlık müzakereleri yürütenler tarafından Rum tarafına “ off the record ” sözlerin verilmiş olabileceği kaygısını doğuruyor. 

   Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Türkiye’nin Garantörlüğünün 15 yıl sonra gözden geçirilebileceğine ilişkin sözleri, KKTC’deki Türk Nüfusunun sadece 220.000 olarak belirtilmesi, nüfus için kabul edilen “4’e 1” oranı, Kıbrıs dışında yaşayan göç etmiş yada ettirilmiş Kıbrıs Türkleri’nin durumlarının belirsizliği, Ada’nın kuzeyine göç edecek yaklaşık 100.000 Rum’un adanın demografik ve siyasi yapısına etkisi, çapraz oy durumu, Cumhurbaşkanlığının iki dönem Rumlar’da, bir dönem Türkler’de olması, 28,2’lik Toprakta kalmanın kabul edilmesi, global takas yönteminin tamamen terki, yüksek tazminat yükü, KKTC tapularının ve işlemlerinin geçersiz duruma düşmesi, ekonomik ve sosyal yapının Ada’daki Türkler aleyhine bozulması riski, Garanti Antlaşması AB’nin birincil hukuku haline gelmişken varılacak antlaşmanın AB birincil hukuku kapsamında değerlendirilmemesi, Ada’da yaşayan ve çeşitli nedenlerle vatandaşlık alamamış kişilerin yaşayacağı olumsuzluklar, Ada çevresinde bulunan zengin petrol ve doğal gaz yataklarının işletilmesi konusu, Ada’daki Türk askeri varlığının kaldırılmasına ilişkin baskılar v.b pek çok sorun Türkiye ve Kuzey Kıbrıs kamuoyunda müzakerelere ilişkin kaygıları arttırmakta. 

  Ada üzerindeki egemenlik haklarımızın evrilme tarihine kısaca baktığımızda; II. Abdülhamit’ten bu yana Kıbrıs ile ilgili en büyük tavizlerin Osmanlı Devleti ve ardından Türkiye’nin bölgesel yada ülke içi önemli kriz zamanlarında verildiğini görüyoruz. Anlaşılan odur ki; Batı, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi, Türkiye’yi yaşadığı bölgesel ve içine sokulmak istenildiği ülke içi kriz ortamında sıkıştırarak Kıbrıs ile ilgili nihai hamleyi yapmak istiyor. 

  Bu hedef için gerekli ortam hazırlanmış, kritik bağlantılar kurulmuş ve senaryo uygulamaya konulmuş durumda. Müzakereler esnasında Anastasiadis Kilise ile birlikte ve daha bütüncül bir politikayla gayet kararlı bir biçimde hareket ederken, KKTC tarafında Akıncı, mevcut hükümeti ve ulusal çıkar odaklı unsurları müzakere masasında görüşülenlerden mümkün olduğunca uzak tutuyor. Cumhurbaşkanı Akıncı “mümkün olanı istemek” üzerinde bir kabullenişle müzakereleri yürütüyor. Oysa Rum Kesimi’nin görüşmelerde hep bir sonrasını talep ettiğini görüyoruz. Rum tarafı ısrarla Kilise mallarını gündeme getirirken, Türk tarafı Ada’nın en verimli ve stratejik topraklarını kapsayan mülhak Vakıf malları konusunu açık bir biçimde müzakere konusu etmekten kaçınmakta. Müzakere heyeti bu konunun daha sonra Taşınmaz Mal Komisyonu ile çözülebileceği inancında. Ancak her iki taraftan ikişer kişinin katılımı ile dört kişiden oluşacak komisyonun alacağı kararlarda eşitlik durumunda devreye sokulacak yabancı üye ile birlikte kararın yabancı üyenin reyi yönünde alınması söz konusu. 

Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul topraklarını kaybediş şeklini akla getirmektedir. Hatırlanacağı üzere Lozan görüşmeleri sırasında kesin bir neticeye kavuşturulamayan Musul Meselesi’nin 9 ay içerisinde Türkiye ve İngiltere arasında bir sonuca bağlanması, bu gerçekleşmez ise kesin kararın Milletler Cemiyeti tarafından verilmesi imza altına alınmış idi. İngiltere ve Türkiye arasında yürütülen Haliç Konferansı’nda İngiltere sürekli yeni taleplerle Türkiye’nin karşısına çıkmış, böylece sürecin akim kalması neticesinde de konu MC’ye intikal etmiş ve nihayetinde de olumsuz olarak neticelenmiştir. Böylece, Türkiye’nin, özellikle bugün bölgede karşı karşıya kaldığı pekçok siyasi, askeri ve ekonomik sorunun esasını teşkil eden çok önemli bir kayıp yaşanmıştır. Benzer kayıplara yol açılmaması için, Vakıf malları gibi ana konuların ayrıca karar altına alınması, öngörülen yapıda teşkil ettirilecek bir komisyona daha tali ve bireysel konular ile ilgili (eğer global takas yapılamayacaksa) yetki verilmesi daha doğru olacaktır. Bu yapılmadığı takdirde, bir anlamda alınacak kararın şimdiden yabancı üyenin inisiyatifine bırakılması söz konusu olacaktır ki bu durum; Kıbrıs üzerinde tarihten gelen en temel mülkiyet haklarımızdan birisi olan mülhak Vakıf mallarımızın geri dönülmez bir şekilde kaybına yol açabilir. Yine, sayın Akıncı’nın verdiği bilgiye göre, şu anki hesaplamalar ile Taşınmaz Mal Komisyonu ile çözüme kavuşturulacak taleplerin ödemeleri 8 ila 10 milyar dolar civarında olacaktır. Cumhurbaşkanı, bu rakamın tazminat ve kullanım hakları talepleri ile birlikte toplamda 24 milyar doları bulacağını öngörmekte. 

Sayın Akıncı, KKTC’nin böyle bir bütçeye sahip olmadığını ve bu paranın ancak Türkiye tarafından karşılanabileceğini belirtiyor. İngilizler’in haksız bir biçimde el koyarak Rumlar’a verdiği mülhak Vakıf arazilerinden kaynaklı haklarımızı almadan böylesi bir maddi yükümlülük altına girmek KKTC ve dolayısıyla Türkiye’yi bir anlamda alacağı varken borçlu durumuna düşürecektir. KKTC Maliye Bakanı sayın Serdar Denktaş ise müzakerelerin bu şekilde sonuçlanması halinde, Türklerin Ada’da “Avantajlı Azınlık” durumuna düşeceğini belirtiyor. Denktaş, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Ada’da kalıcı barışın sağlanması için 3 konuda çok önemli politika değişikliklerine gitmesi gerektiğini söylüyor ve bunları da: “Kilisenin Ada siyaseti üzerindeki müdahalesinin kaldırılması, Ada’nın güneyindeki eğitim sisteminin daha ilkokuldan itibaren yeni nesile işlediği “Türk Düşmanlığı” temelindeki eğitim ve öğretim anlayışını değiştirmesi ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından güven arttırıcı önlemlerin alınması.” şeklinde formüle ediyor. Müzakereler çerçevesinde federal devlet adı altında aslında doğrudan parlamenter sistem öngörülmekte. Temsilciler Meclisi’nde 12 Türk, 36 Rum milletvekili bulunacak ve kabinede 7 Rum ve 4 Türk Bakan görev yapacak. Bu konuda Denktaş’ın temel endişesi ise siyasi eşitliğin söz konusu olmayacağı bir devlet anlayışının sürdürülebilmesinin mümkün olmayacağı yönünde. En temel sorun ise politik belirsizlik ve bu süreç sonunda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bir federal devlete dönüşürken, KKTC’nin ise sadece bir Türk eyaletine evriliyor olması. 

Müzakereler ile ilgili en önemli konulardan bir diğeri ise hangi tarafların müzakerelere katılacağı meselesi. Aslında 1959 Garanti Antlaşması çerçevesinde Kıbrıs konusunda söz sahibi olan taraflar belirlenmiştir. Bu taraflar: Kıbrıs’taki her iki kesim ile birlikte Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’dir. Kıbrıs Rum Yönetimi, Ocak Ayı’nın 12’sinde garantörlerle birlikte gerçekleştirilecek olan müzakerelere “diğer taraflar” adı altında AB temsilcisini ve BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’ni de dahil etmek istemektedir. AB temsilcisi ve BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’nin müzakerelerin yapıldığı yerdeki yan salonlarda bekletilmesi ve gerektiğinde onlara danışılabilmesi yada toplantıya dahil edilebilmeleri öngörülmektedir. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Akıncı, yan salonlarda bu kesimlerin olmasının bir sorun teşkil etmeyeceğine değinse de, bu durum Kıbrıs sorununun çok taraflı bir konferansta tartışılır hale gelmesinin önünü açabilir. Rum tarafının, sorunu AB’nin kanatları altında çözmek istemeye çalışması anlaşılabilir bir politikadır. Ancak, burada özellikle dikkat edilmesi gereken husus Rum tarafının BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri yoluyla da Türkiye ve Kıbrıs Türk Kesimi’ni yakın markaj altına alma gayretidir. Daimi üyelerden ABD, İngiltere ve Fransa’nın Kıbrıs konusundaki taraflı tutumları bellidir. Rusya Federasyonu ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hem Ortadoks Kilisesi’nden hem de sosyalist ideolojiden kaynaklı ve uzun yıllara dayanan bir stratejik ortaklığı söz konusudur. 

Geçtiğimiz yıllarda S 300 füzelerine ilişkin yaşanan krizin etkileri daha Türk kamuoyunun zihninden silinmemiştir. Bunlara ek olarak, geçtiğimiz ay içerisinde de AKEL’li siyasetçiler Çin’i bu “çok taraflı” konferansa davet etmiş ve Çin’den bu konu ile ilgili olumlu bir karşılık bulmuşlardır. Yine Rum lider Anastasiadis’in 3’lü enerji zirvesi için gittiği İsrail’de Netanyahu’nun Anastasiadis’ten müzakerelerdeki garanti ve toprak konularında geniş bilgi talep etmesi ve Rum Yönetimi’ne destek açıklaması Kıbrıs Meselesi’nin garantörler ve iki kesim arasında çözüme kavuşturulması gereken bir konu olmaktan çıkartılıp bir uluslararası konferans malzemesi haline getirilmek istenildiğini bize çok açık bir biçimde göstermektedir. 1960 Antlaşması ile oluşturulan iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı federasyon Rumların Enosis hevesleri sonrasında akamete uğramıştı. Şimdi ise Türklerin veto hakkının da söz konusu olmayacağı bir yönetimin yeniden benzer bir sona uğraması durumunda, hele ki Türkiye’nin garantörlüğü de kaldırıldığı bir ortamda, Kıbrıs Türklüğü’nü nelerin beklediğini tahmin etmek çok da zor değildir. Gözümüzün önünde Kıbrıs’ta, Karabağ’da, Bosna-Hersek’te yaşananlar vardır. Bütün bu yaşanan insanlık dışı katliamlara Batı’nın gösterdiği tepkisizlik de hepimizin malumudur. Bu yüzden, Cenevre’deki müzakerelerin Kıbrıs Türklüğü için olduğu kadar Türkiye ve bütün Türk Milleti için çok büyük önem arz etmektedir. Müzakereler süresince görüşmeleri izlemeye ve müzakereleri ana başlıklar altında ayrıntılı olarak ele almaya devam edeceğiz. 

Bu vesileyle, 

Cenevre’deki müzakereleri yürütecek KKTC Cumhurbaşkanı sayın Mustafa Akıncı Bey’e, Türkiye’de önemli görüşmeler gerçekleştirdikten sonra müzakereler için Cenevre’ye geçen KKTC Başbakanı sayın Hüseyin Özgürgün Bey’e, müzakereci sayın Özdil Naim Bey’e, ve Türkiye ve KKTC’den görüşmelere katılacak siyasetçilere ve müzakere heyetlerine başarılar diliyorum. 

İbrahim Kürşat TUNA 25. Dönem MHP Çanakkale Milletvekili

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/01/12/8563/kibrista-neler-oluyor

8 Ocak 2017 Pazar

Balyoz savcılarına balyoz‏



Balyoz savcılarına balyoz‏,



Microsoft'tan Balyoz savcılarına balyoz


Ali Serdar Bolat    
16 Nisan 2013

Balyoz Davası kararının Yargıtay'da ele alınma süreci devam ederken, yazılım şirketi Microsoft'tan bir yazı geldi.
Yazının gelme macerası şöyle:

Avukat Haluk Pekşen, Adalet Bakanlığı aleyhine açtığı tazminat davasında, sözde Balyoz belgelerinde kullanılmış olan Calibri yazı karakteri hakkında Mahkemeye başvuru yaptı.
Mahkeme bu başvuruyu kabul ederek, Microsoft şirketinden görüş istedi.
Microsoft, Mahkemeye gönderdiği yazıda şöyle diyor:

"Lugastegort tarafından tasarlanan Calibri yazı karakteri, ilk olarak, 2007 yılında satışa çıkan Windows Vista ve Ofis 2007 ürünlerimiz içine gömülü olarak piyasaya sunulmuştur."




Gelelim sözde Balyoz belgelerine.
Savcıların iddiasına göre, bu belgeler 2003 yılında yazılmış.
Avukatlar "Nasıl oluyor da 2003 yılında yazılmış olan belgelerde 2007 yılında piyasaya çıkmış olan Calibri karakteri kullanılıyor. Olmaz böyle şey. Demek ki bu belgeler 2007 yılından sonra tertipçiler tarafından üretilmiş" deyince Savcılar ve Mahkeme anında kıvırıp şöyle dediler:
"Evet, 2003 yılında yazılmış ama 2007 yılında güncellenmiş, güncellenirken de yeni Calibri karakteri kullanılmış"

Yani, Mahkeme, 2003 tarihli belgeler üzerinde 2007 yılında değişiklik yapıldığını iddia ediyor. Neye dayanarak? Ortada bir delil yok. Mahkeme "Böyle olmuş olabilir" diye yorum yapıyor. Yani belgelerin doğru olduğuna ve 2003 yılında darbeciler tarafından hazırlandıklarına iman etmiş. 

Mahkemenin bu iddiası, TÜBİTAK raporu ile yerle bir oldu.
TÜBİTAK raporu aynen şöyle diyor:
"Bu belgelere düzenlendikleri 2003 tarihinden sonra hiçbir ekleme yapılmamış"

Bildiğiniz gibi TÜBİTAK eskiden bağımsız bir kuruluş iken, AKP döneminde yönetimine yandaşlar doldurularak AKP'nin yan kuruluşu haline getirilmiş olan bir kuruluş.
Yani bu raporu Ergenekoncular değil, AKP yandaşları yazıyor.

Şimdi, Microsoft'un yazısı ile TÜBİTAK raporunu yan yana koyarak konuyu inceleyelim:
Eğer 2003 yılından sonra bu belgelere hiçbir ekleme yapılmamışsa, 2007 yılında piyasaya çıkmış olan Calibri karakterleri bu belgelerde nasıl kullanılmış olabilir?

Bu soruya yardımcı olacak bir soru soralım:
TÜBİTAK, neye dayanarak bu belgelerin 2003 yılında düzenlenmiş olduğunu söylüyor?
El cevab: Yazının düzenlenme tarihini gösteren üst verilere bakarak.

Peki, üst veriler değiştirilebilir mi? Elbette.
Yani, şöyle olmuş:
Tertipçiler, 2007 yılında oturmuşlar, sahte Balyoz belgelerini hazırlamışlar. Hazırlarken de, çok hoşlarına giden Calibri karakterlerini kullanmışlar. Belgenin üst verisinde oluşan 2007 tarihini de 2003 olarak değiştirmişler ki, bu belgeyi inceleyenler 2003 tarihinde düzenlenmiş olduğunu sansınlar.
Ancak, bilmiyorlardı ki, Calibri karakterleri 2003 yılında yoktu.

Agata Kristi ne diyordu: "Kusursuz cinayet yoktur"
Buna bir ek de biz yapıyoruz: "Kusursuz sahte belge yoktur"

Şimdi diyeceksiniz ki, gerçek anlaşıldığına göre, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıları derhal Balyoz sanıklarının tahliyesine karar vermeli.
Çok beklersiniz. O sizin dediğiniz şey, bağımsız mahkemelerin olduğu demokrasilerde olur.
Tayyip Erdoğanların kurduğu ileri demokrasilerde bu gibi önemsiz şeylerin mahkeme kararlarını etkilemesi söz konusu değildir.

Bundan dolayı, Yargıtay Başsavcılığı'na başvuruda bulunacaklarını açıklayan Avukat Pekşen "Umutlu değiliz" diyor.


********

arşiv:

Balyoz Davası: "Cahil Tertip" çöktü

http://aliserdarbolat.blogspot.com/2012/03/balyoz-davas-cahil-tertip-coktu.html

Balyoz'da imza makinesi sahtekarlığı

http://aliserdarbolat.blogspot.com/2013/02/balyozda-imza-makinesi-sahtekarlg.html

Balyoz kararı hakkında İşçi Partisi Basın Açıklaması

http://aliserdarbolat.blogspot.com/2012/09/balyoz-karar-hakknda-isci-partisi-basn.html


********

http://aliserdarbolat.blogspot.com/2013/04/microsofttan-balyoz-savclarna-balyoz.html

********


Bill Gates balyoz davasını bitirdi‏

Bill Gates balyoz davasını bitirdi

16.04.2013 11:28


Vatan gazetesinden Öge Demirkan'ın haberine göre Yargıtay aşamasında olan Balyoz davasını ilgilendiren çarpıcı bir gelişme yaşandı. 2003'te kaydedildiği iddia edilen Balyoz davası dijital delillerin Calibri fontuyla yazılmasıyla ilgili olarak Microsoft’tan gelen yazıda “Balyoz metninde kullanılan fontu 2007’de piyasaya sürdük.” denildi.
Sanıkların talebiyle daha önce hazırlanan bilirkişi raporlarında, metinde kullanılan ‘calibri fontu’nun Microsoft tarafından 2007 yılında üretildiği, oysa belgelerin 2003’te oluşturulduğu kaydedilmişti. Sanıklar tarafından alınan bu raporlar mahkeme tarafından kabul edilmedi.
Balyoz davası sanıklarından Beyazıt Karataş, Adalet Bakanlığı’na, adil yargılanma hakkının engelendiğini iddia ederek dava açtı. Dava 16. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde 200/376 Esas numarası ile görülmeye başladı. Karataş’ın avukatı Haluk Pekşen bundan sonraki gelişmeyi gazeteye şöyle anlattı: 

“ Darbe planının metni olduğu söylenen belgenin yazıcı çıktıları Microsoft firmasına yollandı. Burada kullanılan yazı karakteri soruldu. Microsoft tarafından bunun Calibri fontu olduğu belirtildi. Ayrıca bu fontun 2007’de piyasaya sürüldüğü ifadesi de yer aldı. Böylece bu belge ‘resmi delil’ statüsü kazandı. TÜBİTAK raporuna göre CD’ler 2003 yılında kapandı. Öleyse bu fontun işi ne? Bugün Yargıtay 9. Ceza’ya müvekkilimin bırakılması için itirazda bulunacağım.”
Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=bill-gates-balyoz-davasini-bitirdi-1604131200


--




Bill Gates balyoz davasını bitirdi



Bill Gates balyoz davasını bitirdi



16.04.2013 11:28



Vatan gazetesinden Öge Demirkan'ın haberine göre Yargıtay aşamasında olan Balyoz davasını ilgilendiren çarpıcı bir gelişme yaşandı. 2003'te kaydedildiği iddia edilen Balyoz davası dijital delillerin Calibri fontuyla yazılmasıyla ilgili olarak Microsoft’tan gelen yazıda “Balyoz metninde kullanılan fontu 2007’de piyasaya sürdük.” denildi.

Sanıkların talebiyle daha önce hazırlanan bilirkişi raporlarında, metinde kullanılan ‘calibri fontu’nun Microsoft tarafından 2007 yılında üretildiği, oysa belgelerin 2003’te oluşturulduğu kaydedilmişti. Sanıklar tarafından alınan bu raporlar mahkeme tarafından kabul edilmedi.

Balyoz davası sanıklarından Beyazıt Karataş, Adalet Bakanlığı’na, adil yargılanma hakkının engelendiğini iddia ederek dava açtı. Dava 16. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde 200/376 Esas numarası ile görülmeye başladı. Karataş’ın avukatı Haluk Pekşen bundan sonraki gelişmeyi gazeteye şöyle anlattı: 

“Darbe planının metni olduğu söylenen belgenin yazıcı çıktıları Microsoft firmasına yollandı. Burada kullanılan yazı karakteri soruldu. Microsoft tarafından bunun Calibri fontu olduğu belirtildi. Ayrıca bu fontun 2007’de piyasaya sürüldüğü ifadesi de yer aldı. Böylece bu belge ‘resmi delil’ statüsü kazandı. TÜBİTAK raporuna göre CD’ler 2003 yılında kapandı. Öleyse bu fontun işi ne? Bugün Yargıtay 9. Ceza’ya müvekkilimin bırakılması için itirazda bulunacağım.”
Odatv.com

http://www.odatv.com/n.php?n=bill-gates-balyoz-davasini-bitirdi-1604131200

--




TÜRK KİMDİR / Mustafa Kemal'in kaleminden




TÜRK KİMDİR / Mustafa Kemal'in kaleminden


DERLEME : Doç. Burhan  TARLABAŞ 

"Türk" kimdir? (Atatürk'ün el yazısıyla)....


  
    
" Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, 
bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, 
kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, 
güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir. "
GAZİ MUSTAFA KEMAL

Kaynak: 

http://www.ttk.org.tr/