3 Ekim 2017 Salı

Böl-Parçala, AB'ye uy

Böl-Parçala, AB'ye uy



Filiz Doğan 
26.05.2003/Sayı:31
Böl-parçala,AB’ye uy

Türkiye AB’ye uyum için hazırlanan 10 yasada 19 maddelik değişiklik içeren 6. AB uyum paketi ile birlikte yeniden bölücülüğün yasallaştırılmasıyla karşı karşıya. 
  3 Ağustosta kabul edilen AB uyum yasalarınının ardından yine AB üyeliği ve demokratikleşme sloganlarıyla Türkiye’yi parçalama yasaları uygulamaya konulmak isteniyor. AKP hükümeti ise açık bir dayatma halini alan uyum yasaları ile tükenmiş AB umudunu diriltmeye çalışıyor.

Hazırlanan 6. AB uyum paketinde Terörle Mücadele Yasasının 8. maddesi, Seçim Kanunu, Siyasi Partiler Yasası, Radyo TV kuruluşları, Vakıflar ve Türk Ceza Kanunu gibi maddelerde değişiklik yapılmasını öngörüyor. Değişiklik yapılması öngörülen yasaların ortak yanı ise bu yasaların neredeyse tamamının Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü koruma amaçlı yasalar olması. AB’nin Türkiye’de bir Kürt azınlık yaratma çabaları uyum yasalarıyla birlikte bir adım daha ilerlemiş oluyor. AB uyum yasaları adı altında Türkiye’ye yönelen bu parçalama saldırısı yine o bilindik demokratikleşme süreci ile meşrulaştırılıyor.

Kemalizm de MGK da AB’ye uymuyor

Avrupa Parlamentosunun Dışişleri Komisyonu üyesi Arie Oostlander hazırladığı Türkiye raporunda da AB’nin Türkiye’ye ilişkin tavrı açıkça ifade edilmişti. Oostlander raporunda Kemalizmin Türkiye’nin AB’ye girmesinin önündeki en büyük engel olduğu belirtiliyordu. Türkiye’de demokratikleşme adımlarının yetersizliğinden bahsedilerek bu eksikliklerin tamamlanamamasının sorumluluğunu da Kemalizme bağlıyor. Oostlander raporuna göre Kemalizm Türkiye’nin demokratikleşme adımlarını atmasına izin vermiyor.

Alınan yoğun tepkiler üzerine rapordaki Kemalizm ifadesi çıkartılmasına rağmen raporun içeriği aynı kalıyordu.Türkiye’nin laiklik anlayışı eleştiriliyor, Türk ordusunun tavrının AB’ye uymadığı belirtiliyor. Rapora göre askerin eğilimi Türkiye’yi her türlü tehlikeye karşı korumak olabilir, belli durumlarda buna uygun davranması gerekebilir ama bütün bunlar AB uygulamalarına ters düşen hareketlerdir. Zaten AB’ye göre ordu da Kemalizm gibi demokratik sistemin önünde. Bu engellerin ortadan kaldırılması için devlet yapısında köklü değişikliklerin yapılması, MGK ve RTÜK gibi kurulların kaldırılması ve daha da önemlisi Avrupa’nın demokratik kurumlarını esas alan yeni bir anayasa talebi AB’nin Türkiye’den öncelikli beklentileri.

AB Demokrasisi Yoluyla ordu Tasfiye ediliyor

Bu çerçevede ordunun sivilleştirilmesi yönünde hükümet, Avrupa Parlamentosunun, tavsiye kararlarını uygulamak üzere MGK’nın yeniden yapılandırılması için harekete geçmiş durumda. Bu yeniden yapılandırmayla MGK’da askeri kanadın Genelkurmay Başkanı ve sivilleştirilmesi düşünülen MGK Genel Sekreteri ile temsil edilmesi planlanıyor ve görevi de sadece dış politika ile sınırlandırılıyor. Bu düzenlemeyle birlikte MGK toplantılarına Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı, MGK Genel Sekreteri, MİT Müsteşarı devamlı üye olarak katılırken, MGK’nın daimi üyesi olan Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanı, Jandarma Genel Komutanı, Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı talep olursa katılacak. MGK’ye özel sekretarya, genel sekreter yardımcıları ve sivil üyeler atanacak. YÖK, RTÜK ve Sansür Kuruluna MGK atama yapamayacak.

MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç MGK da yapılması düşünülen değişikliklerin gerçek hedefini şu sözlerle ortaya koydu: TSK AB’nin ülkenin birlik ve bütünlüğüne ters düşen isteklerine engel olarak görülüyor ve bu yüzden hedef alınıyor.

AB Paketi Ülkenin Bütünlüğünü tehdit ediyor

Orgeneral Kılınç’ın bu açıklaması aslında yoruma gerek bırakmayacak kadar net. AB Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü bozmak için önündeki bütün engelleri bir bir yok etmek istiyor. Yeni AB paketinin hedeflediği şey de buydu; düşünce özgürlüğünü engellediği iddia edilerek uzun süre tartışmalara yol açan Terörle Mücadele Yasasının 8. maddesinin değiştirilmesi ana maddelerin başında geliyor. 8. madde; devletin bölünmezliği aleyhine propagandayı içeren ve DEP milletvekillerininde hüküm giymiş olduğu madde. TCK’nın 312. maddesinin bunu karşılayacağı ifade edilerek 8. madde kaldırılmaya çalışılıyor ki bu değişiklik doğrudan ülkenin ulusal güvenliğini hedef alıyor ve bu maddenin kaldırılması bölücü faaliyetlerin rahatça yapılabilmesi hatta yasallaşması anlamına geliyor.

Yine seçim kanununda yapılması düşünülen değişiklikle seçimlerde Kürtçe propaganda yapılabilmesi amaçlanıyor. RTÜK kanunu değiştirilerek, TV’lerde radyolarda Türkçe dışında yayınlar yapılabilmesi öngörülüyor. Nüfus Kanunu’ndaki değişikliklerle Türkçe dışındaki isimlerin kullanılması, Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu’nun değiştirilmesiyle bu eserleri denetleme kurulunda MGK üyesinin yer almaması gibi ya da seçim yasasıyla seçimlerde yabancı kuruluşların seçimleri izleyebilmesi gibi değişiklikler sıradan basit demokratik talepler gibi algılanamayacak kadar açıktı.

Yine Vakıflar Kanunu’nda yapılan değişiklikle yabancı vakıfların ekonomik olarak güçlenmesinin önü açılıyor. İbadethanelerle ilgili yasada da isteyenin istediği yerde ibadethane açabilmesi öneriliyor. İbadet özgürlüğü adı altında apartmanlara bile mescit açılmasını sağlayacak olan yasa değişikliği Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bile tepkiyle karşılandı.

AB uyum yasalarıyla şeriatçı istekleri örtüşen AKP bu fırsatları da en iyi biçimde değerlendirmekten geri kalmıyor İbadet özgürlüğü adı altında gerçekleştirilmek istenen bu değişikliklerin gerçek amacının laiklik ilkesinin adım adım ortadan kaldırılması olduğunu görmek hiç de zor değil.

Hükümette yasa telaşı

Başbakan Tayyip Erdoğan ise bu yasaların en kısa sürede Meclisten geçerek yasalaşmasını sağlamak amacıyla Berlusconi’yle samimi pozlar sergilerken 2007 yılına kadar Türkiye’nin AB üyeliğine alınabileceğini ifade ediyor.AB ile AKP hükümeti arasındaki yakın işbirliği de düşünüldüğünde Türkiye açısından kritik önemdeki bu yasaların önümüzdeki süreçte hayata geçirilmesi hiç de zor olmayacak. Ancak AB ve AKP ittifakının önündeki en büyük engel olarak ordu bulunuyor. AB’nin bugüne kadar dayattığı bütün yasalarda, raporlarda da Kemalizm düşmanlığı, Ordu düşmanlığı açıkça ortaya çıkarken bunun AKP’nin görüşleriyle büyük bir uyum gösterdiği bilinen bir gerçek. Dolayısıyla AB uyum yasalarının önümüzdeki dönemde de ordu tarafından dikkatle takip edileceği rahatlıkla söylenebilir.

“AB bahanesiyle TSK’yı yıpratmayın”

Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, AB Uyum Yasalarını değerlendirmek üzere Başbakan Tayyip Erdoğan’la yaptığı görüşmede, Batının demokratikleşme diye dayattığı şeyin bize uymadığını söyleyerek, “Türkiye’nin kendi koşullarına göre düzenlenmesi gerekir.” dedi. Org. Özkök, bu paketle ilgili olarak, en acil değişiklik olarak Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesinin kaldırılmasının kabul edilemez olduğunu belirtiyor.

Bunun yanında Lozan’da belirtilen azınlık statüsünün dışına çıkılamayacağı, Kopenhag Kriterleri’nin 35. maddesindeki, “etnik, dinsel, dilsel ayrıcalığı olan gruplar azınlıktır” tanımının Türkiye açısından sorun yaratabileceği de Özkök tarafından dikkat çekilen bir diğer konu. Yine Özkök sürekli Türkiye’nin önüne konan ödevlerden duyduğu rahatsızlığı belirtip, Türk milletinin hakkının hukukunun çiğnendiğini söyleyip, Türkiye’yi kim yönetiyor diye soruyor.

Yine bu süreçte en keskin tavırlardan birini MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç alıyordu. AB uyum yasalarının yarattığı tehlikeye işaret eden ve bu tavrıyla tekelci basının büyük tepkisini çeken Org. Kılınç, Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. maddenin kaldırılması ve yeni hazırlanacak olan Pişmanlık Yasası’nın terörü özendireceği, TV kanallarında ana dilde yayının bölücülüğe prim vereceğini, seçimlerde uluslararası gözlemcinin bulunmasının yeni bir kapitülasyon anlamına geleceğini belirtti. Org. Kılınç’ın bu tavrı medyanın yanısıra AKP hükümetinden de büyük tepki gördü. Birbiri ardına yapılan açıklamalarla Kılınç’ın sözlerine cevap yetiştirmeye çalışan AKP’li bakan ve milletvekillerine ordunun yanıtı da sert oldu. Kılınç’ın açıklamalarını eleştiren AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’a Org. Özkök’ten şu cevap geliyordu: “Kimse AB bahanesine sığınıp TSK’yı yıpratmasın!”

Ordunun bütün rahatsızlıklarına rağmen başbakanlığa sunulan taslakta yeralan önemli üç madde; terörle Mücadele Kanunu’un 8. maddesi, özel TV’lerde Kürtçe yayın, seçimlerde yabancı gözlemci bulunmasını öngören değişiklikler taslaktan çıkarılmadılar. Orgeneral Özkök bunun üzerine bir kez daha açıklama yaparak varolan durumun ordu içinde rahatsızlık yarattığını ve genç subaylarla birlikte ordunun genelinde böyle bir tedirginliğin olduğunu açıkladı. R. Tayyip Erdoğan ise bu düzenlemeler konusundaki aceleciliğini ortaya koyarcasına ve ordunun çekincelerini dikkate almadan bu yasaların bir an önce uygulamaya sokulması için Meclis’in Temmuz’da tatil yapmayacağını açıkladı. Erdoğan, Kopenhag Kriterleri’nin tamamının yerine getirilmesini sağlayacak, anayasal değişikliklerin Meclis’e gönderileceğini belirtirken, “Bu insanımızın insanca yaşama hakkının kendine teslim etme olayının adıdır.” sözleriyle AKP’nin AB ile ittifaktan vazgeçmeyeceği mesajını verdi.

Bütün bu gelişmelerin ortaya çıkardığı mevzilenmenin önümüzdeki günlerde hükümet ve ordu arasında yeni gerilimlere gebe olduğu da görülmeli.

AB uyum yasalarının Türkiye’nin demokratikleşmesinin değil parçalanmasının ve yok olmasının yolunu açtığı düşünüldüğünde Türkiye’nin ulusal bütünlüğü için kaygı duyanlarla bu bütünlüğü bozmaya çalışan güçlerin mücadelesinin daha da şiddetleneceği bir döneme girdiğimizi görmek gerekli. 
PKK ve ABD aynı masada

PKK bir yandan Kuzey Irak’taki Türkiye sınırına kamp kurup silahlanırken diğer yandan ABD ile silah bırakma görüşmelerini devam ettiriyor. Geçtiğimiz günlerde Kuzey Irak’ta biraraya gelen ABD ve-PKK/KADEK silah bırakmak için şartlarını sundular. PKK’nin lider kadrosuyla katıldığı toplantıda Ankara’dan siyaset yapma izni istedikleri belirtildi. AKP hükümetinin bir süredir üzerinde çalıştığı “Pişmanlık Yasası”nı tanımayacaklarını bunun “Barış Yasası” olarak adlandırılmasını istediler. “Barış Yasası”nın Abdullah Öcalan için de geçerli olması ve Öcalan’a siyaset yolunun açılması talebinde bulundular. Lider kadrolarının bu yasadan yararlanarak, onlara da siyaset yolunun açılması talebi belirtildi. ABD’yle yapılan bu görüşmede Türkiye’nin bu şartları kabul etmesi halinde terör örgütünün silah bırakacağı ve Pişmanlık yasasının Barış yasası adı altında Meclis’ten geçmesiyle silahlı güçlerinin dağıtılıp siyasi zeminde mücadele edeceği yönünde söz verdikleri belirtildi.

Geçtiğimiz günlerde Genelkurmay Başkanı Özkök’le görüşen ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myers, KADEK’in kendi işleri olduğunu, silahsızlandırıp, etkisiz hale getirileceği, Kuzey Irak’ta Türk askerinin bulunmasına gerek olmayacağını belirtiyordu. Şimdiye kadar ABD’nin desteğiyle beslenmiş olan bölgedeki diğer Kürt aşiretleri gibi PKK da ABD’den aldığı destekle silahlanmış ve ABD’nin bölgede bir Kürt devleti kurma planları çerçevesinde Türkiye’de yıllarca bölücü faaliyetlerde bulunmuştur. ABDnin Türkiye’nin Güneydoğu üzerinden bölünmesi planlanırken bu terör örgütünün başı Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte sözümona siyasal mücadeleye başlamak gibi barışcıl tavır takınmaları ile AB’nin demokratikleşme talepleri çerçevesinde yasal imkanları kullanarak yeniden bölücü faaliyetlerine devam ekmektedirler. Kuzey Irak’ta hâlâ sınırlarımızı tehdit ederken, diğer yandan barışcı taleplerinde bile tehditkâr üsluplarını kullanmakta, saldırganlıklarını devam ettirmektedirler. ABD ile yapılan son anlaşmada olduğu gibi gerek ABD gerek AB üzerinden taleplerin dayatan terör örgütü aslında pişmanlık yasası adı ile bile kabul edilemeyecek yasayı barış yasası olarak önerebilme cüretini gösterebiliyor. Hele hele liderlerinin bile bundan faydalanıp üstüne bir de siyaset yapabilme talebinde bulunabiliyorlar. Barış kisvesi altında Türkiye topraklarının parçalanması planlanıyor.

Apo İmralı’dan çözüm önerileri hazırlayabiliyor. Demokrasiyi Kürt-Türk ittifakı getirecek derken bile ittifak önce ABD’yle yapılıyor. Gerilla’nın silahsızlanmasının “barış ve demokratik katılım yasası” ile mümkün olabileceğini belirtiyor. Bunca yıl ABD ile işbirliği içerisinde Türkiye’yi bölme planları uygulanırken, birden bire ABD ile aynı masada silah bırakma anlaşmaları ise kimseyi ne ABD’nin ne de PKK’nın bu planlarının değiştiğine ikna edemeyecektir.


http://www.turksolu.org/31/dogan31.htm

***

19 Mayıs’ta 19 Mayıs Yasaklandı!


19 Mayıs’ta 19 Mayıs Yasaklandı!

Utku Umut 
26.05.2003/Sayı:31


19 Mayıs’ta 19 Mayıs Yasaklandı!

Geçtiğimiz hafta tüm yurtta coşkuyla kutlanan “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı”na da şeriatçı AKP hükümetinin gölgesi düştü. “Ilımlı Hilafet” devrinin ilk 19 Mayıs’ında ortaya atılan tartışmalarla yaratılmak istenen hava, yine buram buram Atatürk ve Kuvayı Milliye düşmanlığı kokuyor. -19 Mayıs’ta 19 Mayıs’ı yasaklamaya çalışanlar, Atatürk’le hesaplaşmanın yeni planları peşinde koşuyorlar. Bugün, Atatürkçü gençlere “korsan Atatürkçü” diyenler, yarın da 19 Mayısları “korsan gösteri” olarak nitelendirme niyetinde olduklarını gösteriyorlar.

Samsun’a yürümenin alternatifi Batının kucağına yürümektir!

AKP’nin bu operasyonunun ilk adımı 18 Mayıs’ta atılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan imzalı bir talimatla tüm valilikler 18 Mayıs’ta gençlik şölenleri düzenlemeye davet ediliyor. Yürüyüşler, nutuklar, konserler vs... Tabii ortaya garip bir durum çıkıyor:19 Mayıs’tan bir gün önce tüm şehirlerde alternatif 19 Mayıs kutlanıyor. Sürekli alternatifler yaratma hevesindeki AKP, 19 Mayıs’ın alternatifinin emperyalizme teslimiyet olduğunun elbet farkındadır.

18 Mayıs, emperyalistlere teslim olmuş bir hilafetin borusunun son nefeslerini verdiği tarihtir. 19 Mayıs ise, milletin vatanını savunacak iradeyi ortaya çıkardığı tarih... 18 Mayıs, umutsuzluk, çöküntünün tarihidir; 19 Mayıs, umut ve dirilişin... 18 Mayıs’ta emperyalistlerle kolkola giren padişahı, 19 Mayıs’ta Türk milletiyle omuz omuza veren Mustafa Kemal’i görürsünüz. Bugün de 19 Mayıs’ın alternatifinin Batıyla kolkola giren AKP olduğu daha çok ortaya çıkmaya başlıyor.

Neden 19’unda değil de 18 Mayıs’ta? Bir açıklama yok. Bu işten bir anlam çıkarmaya çalışanlar: “Belki de Erdoğan, kutlamaları iki güne çıkartarak günün içeriğini zenginleştirme kaygısı duyuyordur.” diye düşünürlerken, AKP’liler baklayı ağızlarından çıkarıveriyorlar:

“Modası geçmiş, militarize, gereksiz şeyler bunlar”

19 Mayıs’ta içlerinde Abdullah Gül’ün oğlu gibi değerli öğrencilerimizi de barındıran “Buluşma Forumu” diye bir şey, (daha önce de AB’ye mektup yazma kampanyasını düzenleyen grup) Meclis’e davet edilerek, gençliğin de görüşleri alınmış oluyor. Gençler de elbette, 84 yıllık Milli Mücadele tarihinin gördüğü en ‘modern’ eleştirileri getirmekte eksik kalmıyorlar: “Milli bayramlarda, stadyumlara gençleri dolduran, onların çokluğu, çevikliği, disiplini, birliktelikleri ile dünyaya ne kadar güçlü olduklarını gösterdiklerini düşünen otoriter devlet zihniyetinin yansıması olan bu tören, artık terk edilmelidir. 19 Mayıs’ların kutlanış şeklinin değiştirilmesini, birçok gencin gönülsüz olarak katıldığı modası geçmiş, hamaset dolu, militarize, stadyum gösterilerinin ve geçit törenlerinin sona erdirilmesini talep ediyoruz.”

İnsanın, “Vah yavrucaklar, çok bunalmışlar” diyesi geliyor. Şu eleştirilere bakın; “otoriter, gönülsüz, modası geçmiş, hamaset dolu, militarize...” Bunlar aynı tornadan çıkmış Atatürkçülük eleştirileri değil de ne? “Atatürkçülük otoriterdir; halk üzerinde baskı uygulamıştır. Halk Atatürkçülüğe gönüllü değildir; zorla kabul ettirilmiştir. Atatürkçülüğün modası geçmiş, dünya küreselleşmiştir. Atatürkçülük slogan düzeyinde kalmış, halkın ihtiyaçlarını karşılayamamıştır. Atatürkçülük militaristtir; Ordu demokrasinin önündeki en büyük engel.”

“Hele bir içeriği halledelim, şekil kolay”

Bakın, AKP’nin Milli Eğitim Bakanı bu pasa aklınca nasıl bir gol atıyor. Hüseyin Çelik: “19 Mayısları stadyumdan kurtaralım diye burada bir operasyon peşindesiniz. Aslında ben bu teşebbüsünüze yürekten katılıyorum. Ben de sizler gibi düşünüyorum, sizden yanayım. İşin içerik ve ruh yönü bir kenara bırakılıyor. Daha çok işin seremonyal, ritüel tarafı ön plana çıkıyor. Şekil var ama içerik denilen yön eksik kalıyor. Artık bu sembolik törenler dünyanın hiçbir yerinde kalmadı.”

Demek aklın yolu bir; AB de, ABD de, AKP de içerikle uğraşıyor. Çelik, 19 Mayıs’ın içeriğinin emperyalizme karşı mücadele ve bağımsızlık olduğunu bilmiyor olamaz. Tüm bu yukarıdaki eleştirilere katılıp, “içeriğe önem verelim” demek ise hiçbir akla mantığa sığmaz. Atatürkçülüğün özü; tam bağımsızlık, eleştirilerin özü; “Bu kadar Atatürkçülük yeter”.

Şeriatçıların klasik eleştiri mekanizmasının sıradan bir örneğiyle karşı karşıyayız yine. “Heykeller yıkılacak, semboller devrilecek, seremoniler, ritüeller son bulacak. Hemen ekleyelim, mühim olan özü anlamak.” Şeriatçıların şekli eleştirip, “öz”e her vurgu yapışlarında özün bir an önce ortadan kaldırılması telaşıyla karşılaşıyoruz. Çok ‘demokrat’, çok ‘modern’ bu fikirler, gelip Atatürk’e, Kuvayı Milliye ruhuna, bağımsızlığa bir saldırıya dönüşüyor.

Törenlerin “ruhtan ve içerikten yoksun” olduğunu açıklayan Çelik, o ruh ve içeriğin nasıl ve kimlere karşı ortaya çıktığını hatırlarsa, bugün için de ipuçları yakalayabilir.

19 Mayıs ruhunun şeriatçılar üzerinde yarattığı dehşet

Bugün her fırsatta Kuvayı Milliye ruhunu boğmaya çalışan AKP, AB uyum yasalarını geçirmek için gösterdiği gayret ve ABD’ye verdiği tavizler karşısında ciddi bir milliyetçi uyanışla karşılaşma kâbusunu yaşıyor.

Atatürk’e, Kuvayı Milliye’ye saldırma, içini boşaltıp “gereksizleştirme” operasyonlarının yoğunlaştırılması, her fırsatta gündeme taşınması, AKP’nin Batı ittifakıyla uyum içinde çalışma inadının meyveleri olarak karşımıza çıkıyor. Hıristiyan emperyalistlerle şeriatçı AKP’yi birleştiren korku, tam bağımsızlığı hedefleyen Kuvayı Milliye ruhunun tekrar canlanmaya başlaması ve gençlikle buluşmasından başka bir şey değil.

Kuvayı Milliye ruhuyla gençlik ne zaman bir araya gelse hem emperyalistler hem de şeriatçılar dehşete düşüyorlar. Kavga işte burada dönüyor. 19 Mayıs, hem emperyalistlerle hem de Hilafet’le mücadelenin başlangıcı. Bugün de aynı mücadelenin gelişeceği korkusu, emperyalistleri ve şeriatçıları aynı anda harekete geçiriyor.

İşte Bakan Çelik’in stadyumlarda çok görmek istediği o içerik, sadece stadyumlarla sınırlı kalmadığında “ılımlı hilafet” devri de sona erecek. Korku bu yüzdendir.

30 Ağustos Açıklamalarını Dört gözle bekliyoruz!

İlk 19 Mayıs’ta Milli Eğitim Bakanı’ndan böyle bir açıklamayı kimse beklemiyordu. Operasyon başarılı, AKP’liler alınlarının akıyla çıktıklarını düşünüyorlar.

AKP’li Bakanlar her milli bayramda böyle açıklamalar yapma geleneği yaratmak niyetindeyseler ne âlâ...

30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Milli Savunma Bakanı çıkıp; “Bunlar modası geçmiş, otoriter, militarize törenler. İçeriğe önem vermek lazım!” derse, o zaman cümbüşü hep beraber seyrederiz.



http://www.turksolu.org/31/umut31.htm

***

19 Mayısa Komplolar ve Türbanlı-Türbansız Matriksçiler

19 Mayısa Komplolar ve Türbanlı-Türbansız Matriksçiler 


Bedri Baykam
26.05.2003/Sayı:31

19 Mayıs’a Komplolar ve “Türbanlı-Türbansız Matriksçiler” (!)
Tanrım, o ne rezil bir komplo sahnesiydi. Millet Meclisi’nde zibidinin biri kürsüye çıkmış “Efendim biz artık stadyumlardaki zoraki militarize programları izlemek istemiyoruz, bu Maoist dayatmalar bitsin artık” türünden bir jargonla Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’na saldırıyor. Olayın tamamen montaj sanayi olduğu o kadar belli ki, o kıza “Mao kim” diye sorsan, “Miyaou mu dedin?” diye ortada kedi arayacak... Ama senaryo işliyor: Bakan hemen mutlu bir gülümsemeyle “Gençliğin bu tepkisini (!) algıladığını, hoşgörüyle ona hak verdiğini ve pek yakında onun da arzusunun bu durumları aşmak olduğunu” belirtiyor. 19 Mayıs törenlerinden ruhu sıkılmış öğrencimiz mutlu, bakan mutlu, gazeteciler mutlu...

Herhalde salonda “Bir dakika, ne oluyor burada, sen kimin adına hangi hakla konuşup, 19 Mayıs’a dil uzatıyorsun, kim sana gençlik adına konuşma yetkisi veriyor, bu ne küstahlık, ne ahlaksızlık!” diye gürleyecek dersiniz değil mi? Ne gezer! Oradaki tüm bebeler anlaşılan derleme! AKP Bakanlarının, milletvekillerinin, il-ilçe başkanlarının çocukları, ya da bu konulardaki “vericiliği” ve “edilgenliği” özenle seçilmiş, onun bunun liberal-sentez çocukları! Sonuç tam bir komedi. Tam bir traji-komedi. (Öğreniyoruz ki CHP’li gençler davetlilermiş, ancak gitmemişlermiş. Doğruysa çok yanlış. Onlar da her yerde mevzileri başı boş bıraka bıraka bir hal oldular. Yoksa yine Genel Merkez’den izin mi çıkmadı? Umarım böyle birşey yoktur.)

Medyamızın yıllardır ve özellikle son zamanlarda ablukası altında olan gençliğimizin bir kısmı da, komplonun, bir parçası değil ama artık o kadar beyni yıkanmış ki malum 2. Cumhuriyetçi bombardımanından, sonuçta sıkılan palavraları büyürken 2450. kere duyduğu için, artık bu fikirleri kendisinin sanıyor. Evet, ne yazık ki, gençliğimizin bir bölümü de, kendi ders, para ya da gönül dertlerinden tuzağın farkında değiller ve türbancıları ya da “19 Mayıs reformcuları”nı (!) gerçekten “demokratik” taleplerde bulunan masum insancıklar sanıyorlar.

Erdoğan, Samsun’da konuşuyor. Atatürk’e vurgu ne kadar biliyor musunuz? Efendi, Bandırma Gemisi’nde, bir kaptan varmış, bir de komutan! Hepsi buymuş! Tabi başka nelerden, kaçar dakika söz etti, onu geçelim.

Evet, senaryo hep aynı: Bizi milli hislerimizden, vatan sevgimizden, yurttaşlık bilincimizden, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk aşkımızdan koparmak. Bundan bir türlü bıkmıyorlar. Kimi kalkıp İstiklal Marşı’nı “prozodi”si bozuk diye değiştirmek istediğini söylüyor, kimi 19 Mayıs’ta bu askeri törenleri boş verelim diyor, kimi ise böyle bir günde bile Atatürk’ü ve onun gerçek hedeflerini ağzına almamaya yemin ediyor. Böyle bir Türkiye’yi “tersinden adım adım kurarak”, (!) bölünmüşlüğü, sen-ben kavgasını yıllardır körükleyerek ülkeyi bu uçurumun eşiğine getiren tüm “Sol liderlerimizi” canı gönülden kutlarım. (Gerçi aralarından biri, artık solculuktan yorulmuş, solu merkeze, merkezi sola, eski sözler ve vaatler sandıklarını da kilere çekip, salon salomanjede eski, IMF müdürü denetiminde keyifli genel ve ev toplantıları düzenlemek istiyormuş, katılım büyük olacakmış. Bu apayrı bir dünya olduğu için, onu şimdilik köşeye koyup, başka sefere diyelim.)

Solumuzdan söz ediyoruz da... O kadar yürüyüşe, mitinge, toplantıya katılıp, o kadar flama, çıkartma ve rozetimsi eşya görüyoruz... Siz hiç kendi bayrağından bu kadar korkan, kendi bayrağının anlamını bu kadar bilmeyen, o bayrağın taşıdığı emekçi-köylü-kuvayı milliyecilerin şehit kanının sevgisiyle alay edercesine onun sembolleşmesini reddeden, başka bir ülkenin solcularını gördünüz mü? İnanın ben görmedim. Rusya’dan Küba’ya, Amerika’dan Fransa’ya, Mısır’dan Tayland’a dünyanın dört bir yanını gezdim, ama görmedim. Mustafa Kemal’in bayrağını “faşistlik”, “Şövenlik”, “Irkçılık” gibi alçakça ve cahilce yorumlarla hırpalamaya çalışanların alnını karışlarım. Siz bölünmeye ve Cumhuriyet’in temel değerlerini küçümseye devam ederken, yobazlar da, bölücüler de, Sevrciler de, 2. Cumhuriyetçiler de ne yazık ki yol alıyor. Kına yakın. Zil takıp oynayın.

Beyninizi zavallı şablon düşünceler üretmek yerine, bari 1-2 gün çalıştırın, sonra uyumaya devam edin. Göreceksiniz ki AB’de o meşhur Oostlander Raporları boş yere yazılmıyor. Göreceksiniz ki, AB’nin, Sevrciler’in, yobazların, Kemalizm ve Ordu düşmanlıkları bölük pörçük ayrı parçalar değil. Bir büyük komplonun birbirini tamamlayan dalları. Yobazlar AB’yi iki hedefleri için kullanıyorlar: Birincisi, AB onları almadıklarında rotayı İran’a, Suriye’ye, Suudiler’e çevirip, “Ne yapalım gördünüz, elimizden geleni yaptık, ama bizi istemediler” diyebilecekler. Öte yandan bizim güya “AB standartlarına uyum paketimiz” (!) çerçevesinde, MGK içinde Ordu’nun gücünü azaltmak, sembolik hale getirmek veya MGK’yı toptan sistemimizden çıkarıp ortalığı toptan “AK (?) Parti”nin emin ellerine teslim etmek, bu anlayışın esas nedeni. Çünkü o zaman apartmanlarda mescitler de rahat açılabilecek, haftalık tatil günleri de Cuma’ya alınabilecek, sudan sebeplerle içki ruhsatları da iptal edilebilecek, uzun lafın kısası, ülkenin ve Atatürkçülüğün karartma operasyonu tüm hızıyla sürebilecek.

Nasıl olsa “Aman dini duyguları yıpratmayalım, biz artık merkeze geldik” diye CHP çok yüksek sesle karşı çıkamaz, basın ise, hükümetle olan çok yönlü ilişkileri (!) doğrultusunda, belirli dengelere hapis durumda! Mesela, çağdaş Türkiye’nin anlı şanlı Sabah Gazetesinde, Ahmet Hakan, AKP’li Sayın Bakanın giydiği slip mayodan dehşete (!) düşebiliyor ve bu çok olağan. Çünkü, Hürriyet Ülsever’i aldıktan sonra, onların ondan da daha tescilli bir islamcıyı hemen afişe çıkarmaları lazımdı. Ama Sabah Gazetesinde Kemalist görüşlerle ilgili kesin yasaklama (Hıncal’ın köşesi hariç) aynen sürüyor. Milliyet Gazetesi ise beni şaşırtıyor. Daha düne kadar yazarların binanın önünde Doğan Medya Grubunun yayın ilkelerini sıralarken “Atatürkçüyüz” diye basbas bağıran bu grup, 19 Mayıs kutlamalarına o alçakça tepkiyi verenleri manşete taşıdı da o haberin Atatürkçüler’de yarattığı tepkiyi görmezden geldi. Nereden mi biliyorum? Birinci elden biliyorum. Arayıp tepki veren bendim, demeç veren bendim, ama ertesi gün o gazetede sözlerimi boş gözlerle aradım. Çünkü bu sefer de 1. sayfadan Abdullah Gül’ün oğlunun demeci vardı: “Anneme (türbanlı diye) Sarslı gibi davrandılar”. İçyüzünü çok iyi bildiğiniz bu polemiğe ve acındırma politikalarına hiç girmeyip Milliyet Gazetesinin dikkatini çekmekle yetineceğim.

Bu makalenin yazıldığı saatlerde, Hürriyet Gazetesi ise, sürmanşetine, 19 Mayıs mızıkçılarının baş sözcülüğünü yapan kızı taşımış. Hanımefendi anlaşılan “maşa” grubundan değil, “saf demokratlar” grubundanmış. 

Onları AKP yönlendirmiyormuş. İnsanlar bugün artık Charlie Chaplin izlemiyormuş, Matriks izliyormuş. (Biri onlara anlatmalı ki, onlar 80 yıl sonra hala Chaplin filmlerinden söz edecekler ve 50 yıl sonra başka filmler geçici olarak moda olduğunda yine Chaplin’le kıyaslanacaklar, Matriks’le değil! Ama bunu düşünebilseler, zaten o tuzaklara düşmezler.) O gençlerimiz, Mehmet Altan neo-liberal dikta rejiminin söylemini iyi ezberlemişler. Bu gösteriler 1930’lardan kalmışmış. Kimse izlemiyormuş. (Vay vay vay. Şu meşhur “1930’larda dikilen ceket bugün bize dar geliyor” safsatası!) Vallahi ben ve ailem keyifle oturup izledik. Ayrıca bu gösterilerin dünyanın onca başka yerinde yapıldığını bildiğimiz gibi, dünyanın en görkemli sportif olayı Olimpiyatların ana sunuluşunda da yine aynı gösterilerin gelişmişi var! Ama doğduklarından beri onlara empoze edilen saçma düşüncelere göre, her toplu yürüyüş, her vatan sevgisi gösterisi, her bayrak ve Cumhuriyet aşkı, hep “Kemalist demode dayatmanın” sonucu!

İyi de, değerli üstün zekalı gençler, Fransızlar, Dünya Kupasını aldıklarında, 7’den 70’e, sağcısından solcusuna, ulusal marşlarını söyleyerek, bayraklarla Champ Elysees’yi doldurmamışlar mıydı? İtalyanı, Brezilyalısı, Arjantinlisi, İngilizi bunu hep yapmıyor mu?

Ama, ben o gençleri anlayabiliyorum... Doğduklarından beri, bombardıman altındalar, Kemalizm’i yasaklamayı demokratiklik sanan sözde neo-liberal, özde neo-faşist salaklar ordusu, her yeri kanser gibi sarmış durumda. Ve şayet bu gençler olayların iç yüzü ve gerçeklerle bir tesadüf sonucu karşılaşmazlarsa, bu batağa saplanıp gidecekler.

İşte Türksolu ve İleri dergileri, Cumhuriyet Gazetesi, bu yüzden önemli, bu yüzden artık toplumumuzda öncü bir rol üstlenmeleri hızlanacak.

Geçen akşam Hulki Cevizoğlu’nun ATV’deki programına Türksolu ve İleri’yi temsilen Güneş Ayas ve Erkin Yurdakul çıktılar. Ardından ben de telefonla katıldım. Telefon görüşmesinin içine sığdıramadığım bazı netleştirmeleri burada yapmam lazım.

Değerli dostum Cevizoğlu, öncelikle göbekçe medyanın aksine vuku bulan olaylara saçma aceleci yorumlarla katılacağına Türksolu ve ADKF’yi temsil eden gençlere söz hakkı vermeyi tercih etti. Bunun için gerçekten kendisine teşekkür borçluyuz. Bu konu elbette ki medyanın en kritik saatlerine girmeyi hak ediyor. Ama hepimiz biliyoruz ki, bu medyanın birçok önemli odağı ruhunu da, beynini de, izanını da kaybetmiş durumda. Buna karşın Cevizoğlu, Türksolu’nun “ Dayan Irak, Dayan Saddam ” kapağına takmış. Cevizoğlu diyor ki, “Evet, büyük çoğunluk o savaşa karşıydı, ama Saddam gibi bir diktatör nasıl desteklemiş?” diyor. Sevgili Cevizoğlu, bunun yanıtı çok net. O gün onca konu arasında Saddam’a dönmeye fırsatımız olmadı. Dünya ve Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğu o savaşta Irak’ı tutuyordu. Bunu siz de biliyorsunuz. Es Sahaf televizyona çıktığında herkes “Cepheden iyi haberler var mı” diye TV başına üşüşüyordu, nasıl unutulur? İşte herkes ve bizler, o emperyalist saldırıya karşı, ABD’yi tutarken doğal olarak o Irak ordusunun bir başkomutanı, bir hiyerarşisi, bir dizini, bir erlerine kadar giden emir komuta zinciri var. Çünkü orada yaşanan bir savaş, atari veya Monopoly oyunu değil. Bir ülkenin de böyle bir savaşı kazanması ancak orduların başkomuta kademesinin, yani Irak’ta Saddam’ın yere sağlam basmasıyla olabilirdi. Başka bir ihtimal yoktu. Dolayısıyla o halkın özgürlüğü, yediği bombalar, sömürgeleşmesi, bunların hepsi o anda Irak halkının yanında olanlar, endirekt olarak Saddam’ın yanında oluyorlarsa, bu Saddam’ı ve onun geçmiş politikalarını veya katliamlarını-diktatörlüğünü destekledikleri anlamına hiç gelmiyor. Aynı şekilde o savaş süresinde “Ben Saddam’ı desteklemiyorum, o pis diktatör varsın yok olsun, devrilsin, ama ben bu savaşta Amerika’yı değil, mazlum Irak halkını tutuyorum” demenin de hiçbir mantığı ve elle tutulur tarafı, takdir edersiniz ki yok.

Bu tartışmaya son noktayı koymak adına şunu vurgulayalım ki, tabii ki ne Saddam, ne Bush ne de Blair ya da Chirac, Atatürk’le kıyaslanabilirler. Kimse abesle iştigal etmesin, kimse laf üretmesin. Atatürk bin yılda bir gelen, tarihin bir komple atletiydi. Büyük devrimci, ideal devlet adamı, kültür devrimcisi, büyük komutan, halk insanı, hümanist bir zeka ve cesaret deryası... Hem de mütevazılığı ve insancıllığı ile tüm halkının gönlünü asırlar boyu fethedecek bir tarihi istisna. Türksolu’nun o başlığının ne anlama gelip gelmediğini artık lütfen kimse bu açıklamalardan sonra ağzına sakız yapmasın. Aklı başında herkes tabii ki Irak’a demokratik bir rejim gelmesini, Saddam’ın gitmesini ister. Ama bunun Amerikan sömürgeciliğine boyun eğmekle bir alakası yoktur. Ne Amerika hiçbir ülkeye tepeden inme demokrasi getirebilir, ne de zaten bunu arzular. ABD’nin demokrasiden anladığı, kendi çıkar ilişkilerine onay verecek herhangi bir çıkar şebekeler grubunu, el atabildiği her yerde göreve taşımaktır. Bunu herkes bilsin ve “Dünyaya realist bakmaktan” filan söz etmesin.

Bu davul, bu sütunda anlayana çalmaya devam ediyor.


http://www.turksolu.org/31/baykam31.htm

İşte ABD-AKP Planı Irak’ta Federasyon = Türkiye’de Federasyon


İşte ABD-AKP Planı Irak’ta Federasyon =  Türkiye’de Federasyon



İnan Kahramanoğlu

19.01.2004/Sayı:48

ABD’nin Irak işgali öncesinde gerçek hedefinin Saddam’ı devirmek değil kukla Kürt devletinin kurmak olduğunu söylemiştik. Aradan geçen bir yıllık süre ne yazık ki bu tespitin doğrulandığını gösteriyor. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağını, ABD’nin Saddam’ı devirip demokratik Irak’ı inşaa ettikten sonra bölgeden çekileceği yolundaki ABD propagandasının da büyük bir yalan olduğu böylelikle ortaya çıkmış oluyor.

Şimdi Irak’ta nasıl bir federatif yapının oluşturulacağı tartışılıyor. Irak kaç parçaya bölünecek, merkezi bir otoritenin denetiminde federal bir yapı mı kurulacak yoksa etnik ve dinsel temellere dayalı parçalı bir yapılanmaya mı gidilecek?

Bütün bu soruların cevaplarına geçmeden önce sadece federal Irak üzerinde dönen tartışmanın ve ortalıkta uçuşan bütün bu soruların gösterdiği bir gerçeği tespit etmek gerek: ABD müdahale ettiği bölgelerde de istikrarsızlıktan başka bir sonuç elde edemiyor. Afganistan saldırısının ardından yaşananları tek kelimeyle özetlersek;kaos. Irak bu gerçeğin en son halkası.

Irak’ta ABD karşıtı direniş artarak sürüyor. Ancak ABD açısından asıl tehlike Iraklıların direnişi değil. ABD Irak işgalinin ardından bölge ülkelerinin büyük tepkisiyle karşı karşıya kalmış durumda. ABD’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü hiçe sayarak kukla Kürt devleti planını hayata geçirmesi başta İran ve Suriye olmak üzere bütün Arap dünyasında ABD’ye yönelik büyük bir tepkinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu tepki Ortadoğu’yu ABD açısından tam bir cehenneme çevirecek sürecin ilk adımı. Kukla Kürt devletinin kurulmasıyla birlikte Ortadoğu’daki ABD karşıtlığının bir savaşa dönüşmesi kaçınılmaz görülüyor.
ABD Ortadoğu’da batağa saplandığında Vietnam’daki hezimeti mumla arayacak ancak artık bu süreci geri çevirmek için artık çok geç. Ortadoğu’da nihai bir çatışmaya doğru son hızla ilerliyoruz.

Bremer'dan federasyona destek






Irak'a federasyon kararı


Vali, "Federasyon" dedi



Ortadoğu’da anti-Amerikancı cephe: Türkiye-İran-Suriye
Kukla Kürt devletinin yarattığı tehlikenin aslında bütün Ortadoğu coğrafyasını paramparça edeceği gerçeği bölge ülkeleri tarafından çok açık olarak görülmüş durumda.

Son bir aylık gelişmelere bakıldığında ABD açısından hiç de istenilir olmayan bir ittifak arayışının ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Türkiye, Suriye ve İran arasında uzun süreden beri görülen yakınlaşma kukla Kürt devletinin artık açıkça telaffuz edildiği bir dönemde antiAmerikan bir cephe olarak ortaya çıkıyor.
ABD hâlâ Türkiye’yi sömürgeci emellerini gerçekleştirebileceği bir üs, bir cephe ülkesi olarak görmeye devam etsin, bölge gerçekleri ve Türkiye’nin ulusal güvenlik ihtiyaçları ABD’nin “stratejik düşman” olduğunu dayatıyor.
Yalnızca Türkiye de değil, ABD’nin şer ekseninde yer alan İran ve Suriye de Türkiye’nin ABD ile uzlaşmaz çıkarları olduğunu görüyorlar ve bu çıkar çatışması sonucunda Türkiye ile ABD’nin karşı karşıya geleceğini gördükleri için bir ittifak arayışına yöneliyorlarlar.
Öyle ki Suriye tarihinde ilk kez devlet başkanı düzeyinde Türkiye’yi ziyaret ederek Türkiye ile ikili antlaşmalara imza atıyor. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Türkiye ziyaretinde Türkiye ile aralarında yaşanan sorunların artık çözüldüğünü söylüyor.

Suriye, Esad’ın ağzından “milli dava” olarak gördüğü Hatay’ın Türk toprağı olduğunu kabul ediyor. Yine Apo’nun yakalanmasının ardından başlayan Türkiye-Suriye yakınlaşmasının ilk adımı olan Adana Mutabakatı’nın önemli maddelerinden biri olan PKK tehlikesine karşı Türkiye ile işbirliğini daha da geliştirmeyi taahhüt ediyor.
İran Dışişleri Bakanı Harrazi de aynı şekilde PKK terörü ile mücadelede Türkiye’nin yanında oldukları mesajını veriyor.
Suriye ve İran’ın Türkiye ile olan görüşmelerinde verdikleri esas mesajsa Irak’ın toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini parçalayacak federasyon planlarına ve özellikle kukla Kürt devletine izin verilmeyeceği. Bölge ülkeleri bir yana Türkiye’yi ziyaret eden Irak’taki Şiilerin lideri El-Hakim de Kürt devletine karşı olduklarını söyleyerek Türkiye’nin sürece müdahil olması çağrısında bulunuyor.
Dolayısıyla ABD ve Kürt aşiretlerinin bütün bu tepkiler karşısında alacakları tavrı beklemek gerekecek. Ancak ABD şer ekseni içinde tarif ettiği Suriye’yi geçtiğimiz hafta içinde açıkça hedef gösterdi ve Suriye’ye saldırı tehdidinde bulundu. Bu tehdidin tam da Esad’ın ziyareti sırasında yapılması elbette tesadüf değil.
Yalnız Suriye ve İran değil, Pentagon eski danışmanı Richard Perle’nin açıklamalarına göre ABD ile yollarını ayırma noktasına gelen Suudi Arabistan’ın da ABD tarafından vurulması an meselesi.
Bu da gösteriyor ki, Türkiye en ufak bir karşı çıkışta ve uygun koşullarda zaten dahil olduğu şer eksenine resmen adını yazdırabilir.

Federal Irak, Türkiye’yi ve bütün Ortadoğu’yu parçalayacak

Özkök uyardı

ABD ile karşı karşıya gelme gibi “en kötü” seçenekle karşı karşıya kalan Türkiye, Suriye ve İran’ın açıkça ABD planına karşı olduklarını açıklamaları ve üstelik bu planları boşa çıkartmak için biraraya gelmeleri her üç ülkenin de Irak’ın parçalanmasının doğuracağı sonuçları düzgün tahlil ettiklerinin göstergesi.
Türkiye daha ABD Irak’ı işgal etmeden önce Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini savaş nedeni olarak kabul edeceğini söylemişti. İran ve Suriye de aynı şekilde Irak saldırısına karşı çıkarak ABD’ye tavır almışlar ve Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik her türlü planın karşısında olduklarını söylemişlerdi. Buna rağmen ABD planı istenildiği biçimde uygulandı ve kukla devlet için fiili durum yaratıldı.
Şimdi Irak’taki direnişin kesilmesi ve Irak’ın parçalanmasının Türkiye açısından yaratacağı fiili durum Türkiye’nin de ikiye bölünmesidir. Kukla Kürt devleti ilk aşamada Irak’ın kuzeyinde bağımsızlık kazanacak ardından da toprak talepleriyle Türkiye’ye doğru genişletilecek.
Türkiye ayağını PKK’nın oluşturduğu bülücü terörün ABD açısından stratejik önemi de buradan kaynaklanıyor. Dolayısıyla Türkiye iki açıdan bir kıskaca alınıyor: Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani liderliğindeki Kürt devleti ve içerde PKK’nın yoğunlaşan faaliyetleri.
Bu plan aslında Sevr’le gerçekleştirilmeye çalışılan bağımsız Kürt devleti projesinin yeniden Türkiye’nin önüne konmasından başka bir şey değil.

Kürt devleti ABD’nin elli yıllık planı..,


< Türkiye ABD’nin Şer Ekseninde
AKP iktidarı 
    1. Tezkere ile başaramadığı Türkiye’yi bir ABD üssüne çevirme görevini yine Anayasayı ve devlet politikasını çiğneyerek yerine getiriyor. ABD basınına yansıyan bir haberle birlikte AKP’nin 120 bin ABD askerinin Türkiye üzerinden geçeceğini öğrenmiş bulunuyoruz. Olay Türk basınını ancak askeri sevkiyat başladıktan sonra 
yansıyabiliyor.

Zira AKP aslında Meclis kararı gereken bu durumu anayasayı çiğneyerek ve gizlice uygulamaya koyuyor.

İncirlik üssü ile de yetinmeyen ABD yine birinci tezkere döreminde gündeme getirdiği Eskişehir, Konya Trabzon, İstanbul gibi merkezlerde de askeri üs kurma isteğini bir kez daha Türkiye’ye dayatıyor. İncirlik üssü bir yana ama İstanbul ya da Trabzon’daki bir üssün Irak ya da Suriye’ye saldırı için kullanılmasının imkanı yok. O halde niçin bu şehirlere sorusu herkesin kafasını kurcalıyor. Oysa durum oldukça net. Birincisi ABD Türkiye’yi bölgedeki askeri üslerinden biri haline getirmek istiyor. 
Tıpkı Gürcistan gibi. Gürcistan’da ABD İşbirlikçisi Şevardnadze ABD tarafındanr sırf bu görevi istenildiği hızda yapmadığı için bir sivil darbeyle iktidardan indirildi ve yerine daha koyu Amerikancı bir iktidar geçirildi.

    Türkiye’de aynı süreci 3 Kasım seçimleri öncesinde DSP-MHP hükümetinin iktidardan indirildiği darbe döneminde yaşamıştık. Bu darbenin sonucunda Türkiye tarihinin en Amerikancı iktidarı AKP, tek başına iktidara taşınmıştı.
Irak işgali sonrasında yaşananlar bir savaş hükümeti rölü biçilen AKP’nin bu rolü oynamada ne derece hevesli ve başarılı olduğunu ortaya koydu.
İncirliğin istediği biçimde kullanma yetkisini alan ABD’nin esas amacı bölgedeki operasyonlarını buradan yönlendirmekten çok Türk Ordusu’nun olası bir müdahalesinin önüne geçmek. Ancak ABD planının bundan çok daha büyük amaçları olduğu da ortada. İstanbul’dan Trabzon’a bir çok ilde kurulması planlanan ABD üsleriyle ABD’nin 
şer ekseni içinde parçalanacak bir ülke olarak yeralan Türkiye fiilen işgal edilmiş oluyor, üstelik tek bir kurşun atmadan. Bu ABD’nin AKP’ye seçim öncesinden beri süren büyük desteğini anlamamızı böylelikle daha da kolaylaştırıyor. Türkiye bizzat iktidardaki ihanet şebekesi tarafından ABD’ye teslim ediliyor. 
Bu andan itibaren Türk devletinin bağımsızılığının tek güvencesi olan Türk Ordusu’nun alacağı tavır Türkiye’nin bağımsız bir ülke olarak varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğini gösterecek. Türk milleti Türk Ordusu’nun alacağı tavrı bekliyor.  >

Amerikan kaynaklı bu propaganda şu an varolan fiili durumla taban tabana zıt olması bir yana tarihsel gerçeklerle de uyuşmuyor. Kürt devleti Irak işgalinin ardından ortaya çıkan fiili durumun yarattığı bir gelişme değil. ABD elli yılı aşkın bir süredir Ortadoğu’yu kontrolü altında tutmasını sağlayacak bir Kürt devletinin hesabı içinde. Barzani ve Talabani aşiretleri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte ABD ve İngiltere’nin kışkırtmalarıyla bir çok defa bağımsızlık talebiyle ayaklandılar.Barzani ve Talabani Federal Irak içinde temsille yetinmeyip özerk bir Kürt devleti için anlaşmış durumdalar. Buna rağmen hâlâ Irak’ta federasyon kurulmayacağını ya da ABD’nin Kürt devletinin kurulmasını istemediğini iddia eden stratejik analizler de yok değil.

Bu sürecin Türkiye içindeki en bariz yansımalarını ise Özal döneminde yaşamıştık. Özal dönemi Federasyon tartışmalarının Türkiye gündemine ilk defa ciddi biçimde girmesine yol açmıştı. Tabii bu parlak fikri Özal’a verenin ABD olduğunu söylemeye gerek yok.

PKK terörünün Özal döneminde büyük bir yükseliş kaydetmesi Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye’ye yerleşen Çekiç Güç’ün marifetidir. Çekiç Güç PKK’ya silah ve eğitim desteği sağlayarak sonuçta Türk devletini büyük ölçüde zayıf düşüren PKK terörünün mimarıdır.
ABD işbirlikçisi Özal iktidarı içerde PKK’nın önünü açarken Barzani ve Talabani gibi iki aşiret ağasını devlet protokolüne alarak ve kırmızı pasaportla ödüllendirerek ABD planının sorunsuz işlemesi için büyük çaba harcadı. Sonuçta kırmızı pasaport verilip muhattap kabul edilen Barzani ve Talabani bugün Türkiye’nin kırmızı çizgilerini delik deşik ediyor. Kukla Kürt devleti Türkiye’deki bu Amerikancı siyasetin armağanıdır.
Özal’ın bıraktığı yerden devam eden AKP iktidarı da birinci tezkere sürecinde işbirlikçiliğin yeni bir örneğini sergileyerek Türk Ordusu’nu tasfiye etme ve Türkiye’yi bir Amerikan üssüne çevirme rolünü başarıyla uyguladı. Türkiye’nin bütün savunma olanakları ve Türk Ordusu’nun caydırıcı gücü bertaraf edilerek ABD’nin en büyük korkusu olan Türk Ordusu’nun Kürt devletine müdahale seçeneği ortadan kaldırıldı.

ABD’nin Ortadoğu’daki tek dayanağı Kürt işbirlikçiliği

ABD’nin Sevr döneminden beri desteklediği iki unsur bulunuyor: Ermeniler ve Kürtler. Bağımsız Ermenistan ve Kürdistan planları da bu nedenle ABD için o tarihten beri vazgeçilmez önemde. Barzani ve Talabani’nin Irak’ın uluslaşma sürecini kesintiye uğratacak ve Irak’ı parçalayacak ABD politikalarına taşeron olarak seçilmesi de gösteriyor ki, ABD önümüzdeki dönemde de Kürt işbirlikçiliği üzerinden bir Ortadoğu kuşatması yürütecek. Türkiye’de bu kuşatmanın dayanağı ise PKK’nın Kürt ayrılıkçığı olarak konulabilir.
ABD bölgede Araplara ve özellikle Türklere güvenmiyor. Türkmenler en başından beri ABD’nin inisiyatifiyle bütün gelişmelerin ve karar alma süreçlerinin dışında bırakıldılar. ABD Irak’ta çoğunluğu Arapların oluşturmasına rağmen Kürtlere yönetimde daha fazla ağırlık vermek istiyor. Türkmenler de biraz geç de olsa ABD’nin niyetini anlamış durumdalar ve ilk kez ABD karşıtı açıklamalarda bulunup silaha sarılıyorlar. Zira süreç Türkmenlerin kendi vatanlarında katledilmelerine kadar vardı.
Türkiye ise ABD açısından her zaman stratejik düşman olarak görüldü. Bütün Amerikancı iktidarlara rağmen Türk Ordusu’nun direnişi ABD açısından Türkiye’yi güvenilmez kılıyor. ABD’nin korkulu rüyası ise anti-Amerikan yönelimli bir Türk-Arap birliği. İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’nda Türk-Arap ilişkisini bozmayı amaçlayan Lawrence planı tam da bu birlikteliğin yarattığı korkuya dayanıyordu. ABD’nin ikinci Lawrence planı da Kürtleri kollama ve Türk-Arap birliğini engellemek için devreye konuyor. Etnik kışkırtma Ortadoğu’daki emperyalist politikaların temel hedefi.

Irak’ı parçalayan etnik ve dinsel bölünme planı Türkiye’de de işletiliyor
Irak saldırısının bir sonucu olarak ortaya çıkan kukla Kürt devleti Irak’taki etnik ve dinsel bölünme operasyonuyla birlikte yürütüldü. Yalnız Irak değil bütün Arap dünyası ABD tarafından yıllardır, büyük bir özenle yürütülen bu etnik ve dinsel parçalama operasyonlarının yarattığı kargaşayla mücadele ediyor.
Arap dünyasının son elli yılı ABD destekli Kürt ayaklanmalarıyla geçti. Yine bölgedeki Sünni-Şii çatışması üzerinden çıkartılan ve sekiz yıl boyunca bütün Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren İran-Irak Savaşı da ABD tarafından kışkırtıldı. Arap dünyasında yaşanan uluslaşma sürecinin güçsüzlüğü ile birleşen emperyalizmin etnik-dinsel bölünme politikası Ortadoğu’nun antiemperyalist bir direnişe girişmesini de büyük ölçüde zora soktu. Sonuçta milliyetçiliğin gelişmediği ya da güçsüz kaldığı bir ülkenin topyekûn bir ulusal direniş sergilemesi pek de mümkün değil.

Türkiye açısından da benzer bir durumun ABD ve AB emperyalizmi tarafından yaratılmaya çalışıldığını biliyoruz. Irak’ta başarıya ulaşan etnik bölünme senaryosu Kurtuluş Savaşı günlerinden beri, Türkiye için de uygulanıyor.
Türkiye’de etnik bölünme Lozan’daki azınlık tanımının yok sayılarak bir Kürt azınlık yaratma politikası olarak ortaya çıktı.

Gerek ABD gerekse de AB, PKK terörünü destekleyerek bir Türk-Kürt ayrışması yaratmak için özellikle son yirmi yıldır muazzam bir çaba içindeler.
PKK’nın terör gücünün Türk Ordusu tarafından kırılmasının ardından bu kez de siyasallaşma stratejisi yine ABD ve AB merkezlerinde planlanarak PKK’nın önüne kondu.
Bundan sonraki süreci ise yakından biliyoruz. Demokratikleşme kisvesiyle bizzat Türk devletinin yasama organı olan TBMM kararlarıyla kabul ettirilen Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayın ile Türk kimliğinin yokedilmesinin yolu açıldı. Pontusçuluk, Lazcılık, Çerkezcilik, Gürcülük gibi henüz tam olarak istenilen kıvama getirilemeyen etnik sorunların da ilerleyen dönemde kaşınacağını söylemek hiç de zor değil.
Kürt kimliği yaratma üzerinden yürüyen etnik bölünmenin yanında Alevi-Sünni ayrımcılığı da ABD ve AB’nin uzunca süredir ilgilendikleri bir başka alan.

Federal Irak: Federal Türkiye

Etnik ve dinsel kimliklerin milli kimliğin yerine konduğu bir ülkede ulus devlet yapısı da doğal olarak ortadan kaldırılmış oluyor. Bu noktada emperyalizmin çok parçalı ve özerk eyalet sistemi ulus devletin alternatifi oluyor. Bunu emperyalist böl-yönet politikası olarak da okuyabiliriz.
Şimdi bu böl-yönet taktiğinin Türkiye için de uygulandığını görüyoruz. Irak’ta federasyona giden sürecin aynısı Türkiye’de de uygulamada. Yaklaşan yerel seçimler öncesinde AKP’nin hazırladığı Kamu Yönetimi Reformu Türkiye’nin Anayasal düzeninin, milli devlet vasfının ve Türk kimliğinin yokedildiği ve Türkiye’nin Osmanlı “millet” modeline geri döndürüldüğü bir sürecin önemli ayaklarından birisi.
Bürokratik devletin hantal yapısını kaldırıp hızlı hizmet sunma gibi masum argümanlara dayanarak hazırlanan kamu yönetimi reformuyla merkezi otoritenin etkisi neredeyse sıfıra indirgeniyor ve bütün yönetim yetkisi mahalli idarelere devrediliyor.
Ekonomi, milli eğitim, sağlık, tarım, ulaştırma gibi pek çok bakanlığın tasfiyesi ve yetkilerinin yerel yönetimlere devredilmesi üniter devlet yapısının yok edilmesinden başka bir şey değil. Yerel yönetimlerin yetkilerinin üst düzeye çıkartılması mezhepçilik ve bölücülüğün önünü açıyor. İlk bakışta iyi niyetli bir reform olarak görünse de bunun yaratacağı sonuçların Cumhuriyet’in tasfiyesi olduğunu görmek gerekli. Etnik kimlik ve cemaat-tarikat ilişkilerinin siyaset üzerindeki etkisi düşünülürse ortaya çıkacak durumun vehameti daha iyi anlaşılabilir.
Bu tasarıyla Türkiye’ye açıkça ABD eyalet sistemi dayatılıyor. Türk devleti eyaletlere bölünerek parçalanıyor. Ortadoğu’da rahatça kontrol altında tutulabilecek ve askeri üs olarak kullanılabilecek zayıf ve onlarca parçaya ayrılmış bir Türkiye Federasyonu.

Türkiye’ye uygulanmak istenen senaryo bu. İçerdeki ihanet: AKP-PKK

Yaklaşan yerel seçimlerle birlikte düşünüldüğünde kamu reformu diye sunulan tasarının aslında etnik ve dinsel temelli bir parçalanma planı olduğu rahatlıkla görülebilir.
Yerel seçimlerde AKP ve DEHAP’ın önemli ölçüde belediye başkanlığını kazanacağına kesin gözüyle bakılıyor. Terör örgütü PKK’da aylardır yerel seçimlere yönelik önemli hazırlıklar içinde.
Dolayısıyla Meclis’ten bu haliyle geçmesi halinde kamu reformu diye sunulan düzenleme PKK’nın kontrolündeki belediyelerin tamamen Türk devletinin denetiminin dışında kalmasını sağlamış oluyor.
Ancak sorun sadece PKK’lı belediyelerin denetlenememesi de değil. Güneydoğu başta olmak üzeri Doğu Anadolu ve Mersin, Adana gibi büyük illerde belediye seçimlerin kazanmayı amaçlayan PKK, BM ve NATO gibi uluslararası örgütlere müdahale çağrısında bulunarak Kürt nüfusun bu bölgelerde çoğunlukta olduğunu ve baskı altında tutulduğu gerekçesiyle ayrılma hakkı talep edecek. CIA ve PKK arasında Kandil Dağı’nda yapılan gizli görüşmede yerel seçimler ve sonrasında izlenecek strateji belirlenmişti.
Yugoslavya ve Balkanlar örneği ve ABD ve AB’nin Türkiye parçalama niyetleri de düşünüldüğünde uluslararası emperyalist örgütlerin müdahalesi bizi şaşırtmamalı.
Tayyip’in iktidara gelmesinin ardından ortaya attığı tartışmalara baktığımızda AKP’nin Türk devletini yok etme senaryolarını nasıl sinsice uygulamaya koyduğunu görebiliriz.

Tayyip bir yılda önümüze neler koydu?

1.Başkanlık sistemine geçiş: Tayyip’in halife olarak Çankaya’ya oturmasının yolu açılıyor.
2. Türkiyelilik kavramı: Türk kimliği yok edilerek milli devletin temeli olan millet yok ediliyor.
3. Uyum yasaları, İkiz yasalar, Eve Dönüş Yasası: Şeriatçı ve bölücü terör serbest bırakılıyor. Etnik ve dinsel bölünme süreci hızlandırılıyor.
4. Kamu Yönetimi Reform Tasarısı: Milli devlet ve Anayasal düzen ortadan kaldırılıyor.
5. Sivilleşme: Türk Ordusu tasfiye edilerek Türkiye’nin direnme olanakları yok ediliyor.

Bütün bunlardan sonra AKP’nin son dönem İran ve Suriye temaslarıyla Kürt devletine karşı çıkan tavrının inandırıcılıktan ve gerçeklikten uzak, tam bir yalpalama ve kıvırtma siyaseti olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun ilk örneğini birinci tezkere krizinde yaşadık. AKP hem ABD’nin üs isteklerini geri çevirir göründü ama hemen arkasından da ikinci tezkereyi kabul ederek ABD’ye istediğini verdi.

Şimdi kukla Kürt devleti tehlikesine dikkat çekmesi ise iki nedenle inandırıcı değil. Birincisi, AKP madem bunun Türkiye’yi de parçalayacak bir sürecin önünü açacağını düşünüyor dışarıda Kürt devleti tehlikesini karşı çıkarken içerde Türkiye’yi parçalayacak kamu yönetimi reformu ve uyum yasalarından eve dönüş yasalarına kadar bölücü düzenlemeleri neden ardarda hayata geçiriyor?
İkincisi, AKP’nin bu tavrı aslında Türkiye’nin devlet politikasının dillendirilmesinden başka bir şey değil. Ancak aynı AKP Kıbrıs başta omak üzere bütün dış politik gelişmelerde Türkiye’nin devlet politikasının tam zıddı bir politik çizgi izliyor.

Tayyip, Genelkurmay Başkanı ile yaptığı görüşmeden sonra Türk Ordusu’nun kesin tutumu karşısında kukla Kürt devletine izin verilmeyeceğini söylüyor. Dolayısıyla ABD planına asıl direnen gücün Türk Ordusu olduğu ortaya çıkıyor. Oysa AKP Türk Ordusu ile birlikte ABD planına karşı çıkmak yerine Türk Ordusu’nu tasfiye etmeye çalışıyor.
Bir başka önemli nokta da ABD’nin Ortadoğu’da oluşan büyük tepkiye rağmen kısa dönemde Barzani ve Talabani’ye açık destek vermeye devam edip etmeyeceğinin belirsiz oluşu. Bu da AKP’nin rahat hareket etmesine olanak tanıyor.

Kerkük’ten Diyarbakır’a

Türklere Sürgün, Tehcir, Katliam

Türkiye’nin bölünme ve parçalanma süreci aynı zamanda Türk varlığının da ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Türkiye’den kopartılacak bölgelerdeki Türk varlığı sürgün, tehcir ve katliamlarla karşı karşıya. Bunun en bariz örneğini Kıbrıs Barış Harekâtı öncesinden biliyoruz. Irak’taki Türkmen soydaşlarımıza yönelen ve gittikçe artan katliamlar ise tehdidin boyutlarını sergiliyor.
Talabani’nin yardımcısı Behram Salih bin yıllık Türk kenti Kerkük’ün Kürt kenti olduğunu söylemekle kalmıyor istenirse referanduma gidelim diyerek tehdit savuruyor. Salih’in bu açıklaması ışığında baktığımızıda Bağdat’ın ABD tarafından işgal edilmesinin ardından apar topar Kerkük’e girerek tapu ve nüfus kayıtlarını yok eden peşmergelerin Türk varlığını ortadan kaldırma niyetlerini görmemiz daha da kolaylaşıyor.
Kerkük’te Türkmenlerin karşı karşıya kaldığı katliam yarın Diyarbakır’dan İstanbul’a uzanacak gelişmelerin habercisidir. Türkler kendi vatanlarından sürülme ve katledilme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Genelkurmay Başkanı Özkök, Annan planı tartışmaları sırasında “Türkler Anadolu’ya hapsedilmek isteniyor” demişti. Bunun gerçek fakat eksik bir tesbit olduğunu söylemiştik: Türkler Anadolu’dan atılmak isteniyor. 

Ölü ya da diri.
ABD’nin Kafkas hattını yıkmak için kukla Kürt devletini Yıkmalıyız

Bu noktada Türk varlığını ve Türk devletinin bağımsızlığını koruyacak bir ulusal güvenlik anlayışının bir an önce uygulanması gerek. Ancak AKP ve ABD’nin kuşatma planları anlaşılmadan gerçekleştirilecek her stratejinnin de başarısızlığa mahkum olduğunu bilmeliyiz.
ABD’nin Ortadoğu planı, İsrail-Ermenistan-Gürcistan-kukla Kürt devleti eksenli yeni bir Kafkas hattı oluşturmak. Gürcistan’da yaşanan sivil darbe süreci ve Türkiye’deki 3 Kasım seçimleri bu hattı oluşturma arayışlarının aşamalarıydı. ABD bu süreçte AKP üzerinden bir kuşatma stratejisiyle Türk Ordusu’na diz çöktürmeye çalıştı.

Süleymaniye ve Kerkük’te yaşananlar ve özellikle Türk askerinin başına çuval geçirme tertibi Türk milletinin ve Türk Ordusu’nun savaşma azmini kırmaya yönelikti. İkinci tezkere de aslında sırf Türk Ordusu’nu ABD karşısında güçsüz durumda bırakmak için çıkartıldı. Zaten tezkere çıkmasına rağmen tezkerenin öngördüğü imkanların hiçbirisi ABD tarafından kullanılmadı. Çünkü amaç Türk Ordusu’nun bu konudaki karşı çıkışını yok etmekti, başarıldı da.
Bu süreci engellemeden Türkiye’nin parçalanmasını engellemek mümkün değil. Bunun için Türkiye’nin bir an önce içerde AKP kuşatmasını dışarda da kukla Kürt devletini ve ABD kuşatmasını parçalaması gerek.
Kukla Kürt devletine yapılacak müdahale bu yolda iyi bir başlangıç olacaktır. Arkasından AKP ve ABD kuşatmasını karşılamak daha da kolaylaşacaktır.
Arap ülkeleriyle dayanışma Türkiye açısından önemli bir seçenektir. Türkiye Filistin-İran-Suriye eksenli bir ittifakın öncülüğünü yapmalıdır.
Irak’taki gelişmeler öninde sonunda bir Türk-Amerikan savaşını gündeme getirecektir. Türk Ordusu’nun savaş yeteneğininin İran ve Suriye ile birleşmesi ABD’nin savaşmayı göze alamayacağı bir gücün yaratılması demektir.
Türkiye artık en kötü seçenekle karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu görmeli ve süngünün ucunu göstermelidir. Süngü göstermeye cesaret edemeyenlerin savunacak bir vatanları da kalmamış demektir.



Hüseyin Çelik’in Balyoz itirafı: 2003’te Darbe olsa Türkiye’yi Bölemezdik!



Hüseyin Çelik’in Balyoz itirafı: 2003’te darbe olsa Türkiye’yi bölemezdik!




Kaya Ataberk

Balyoz’un ardından…


Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin Balyoz Davası kararlarını açıklamasının tartışmaları hâlâ tüm hızıyla devam ediyor. Anlaşılan daha da devam edecek. Aslında tartışmaların bu kadar hararetli olmasının ve sürmesinin birkaç boyutu var. Bu boyutlardan biri, cezaların çok önemli bir kısmının onanmasıyla beraber Türk Ordusu’nun gerçek bir tasfiyeye tabi tutulmuş olması. Fakat diğer taraftan özellikle Deniz ve Hava Kuvvetlerinin cezaların asıl hedefi durumunda olması meseleyi daha da karmaşıklaştırıyor. Ordu’ya yapılan tasfiyenin yanında, Ordu’nun kendi içindeki güçlerin birbirlerini hedef alan bir tasfiyesi daha olduğu ihtimali güçleniyor.

Ama bizce Balyoz’un ardından esas olarak herkesin üzerinde oturup düşünmesi gereken bir boyut daha var. Bu boyut ise özellikle AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü Hüseyin Çelik’in konu ile ilgili söyledikleri ile beraber düşünüldüğünde anlam kazanıyor.

Hüseyin Çelik’ten itiraflar

Hüseyin Çelik’in Kuzey Irak’ta yayın yapan bir Kürt televizyon kanalına yaptığı şu açıklamalar gerçekte çok önemli bir itiraf niteliği taşıyor:
“Eğer bir ülkede demokrasi varsa birileri eleştirecek, birileri de olumlu bulacaktır. Biz bütün fikirlere saygı gösteriyoruz. Ama herkes bilsin ki Türkiye’nin demokratikleşmesi için biz her gün yeni adımlar atıyoruz. Bugün yaptıklarımızı 2003 yılında yapsaydık o zaman partimiz kapatılırdı ve ordu yönetime el koyardı. Her şeyin ve her adımın bir zamanı vardır. Yıllarca Türkiye’de Kürtlerin varlığı inkâr edildi. Kürtler yok sayıldı. Ben de Türkçeyi 7 yaşımda okulda öğrendim.”

Hüseyin Çelik hızını alamıyor benzer bir açıklamayı da Bugün Gazetesi’ne yapıyor:

“AK Parti’ye 2008’de kapatma davası açtılar. Katsayı, imam hatip okulları, Diyanet’in Kuran kursları, üniversitelerde başörtüsüyle ilgili açıklamalarımız kapatma gerekçesiydi. O yüzden 2003’te bugün yaptıklarımızı yapmayı bırakın, söyleseydik kapatma ve darbe gerekçesi olacaktı diyorum. Siyasetin ve milletin üzerindeki bu vesayet sistemi kısmen 12 Eylül referandumuyla kalkmıştır. Yüzde yüz bertaraf olmuştur demiyorum. Statükocu yapı hâlâ direnmeye devam ediyor. Ergenekon ve Balyoz davalarına birilerinin karşı duruşu bundandır. Özlemini duydukları 1940’lı yılların yapısını sürdürmek istiyorlar… 2002’de iktidar oluyorsunuz, Sayın Gül’ün başkanlığında 58. hükümet dönemi var. Balyoz darbe planının karara bağlandığı gün Erdoğan hükümetinin kuruluş günüdür: 15 Mart 2003.”
Her şeyden önce her iki açıklama da bir Kürt-İslam faşistinin Türkiye Cumhuriyeti’nden, Türklükten, demokrasiden, Ordu’dan intikam almalarına nasıl sevindiğinin itiraflarıdır. Bu değerlere ve kurumlara açılan savaşın itirafıdır.
Fakat Çelik’in söylediklerini bir de tersinden okuyunca itirafın gerçek niteliği daha da iyi ortaya çıkıyor. Çelik; “Eğer bu yaptıklarımızı 2003’te yapsaydık, Ordu ve yargı duruma el koyardı ve bize engel olurdu” diyor ve ekliyor: “Her şeyin bir zamanı var”.

Bu söylem gerçekte şunun itirafıdır:

“Eğer söz konusu güçler, bilhassa da Ordu, 2003 yılında bize engel olsaydı, ne bu kadar Şeriatçılık yapabilirdik, ne PKK’yı bu kadar güçlendirebilirdik, ne Andımız’ı kaldırabilirdik vs…”
Hüseyin Çelik, görüldüğü gibi durumu bir darbe-demokrasi ekseninde düşünmüyor. Belki yine bu eksende bir söylem kullanıyor, yaptıklarını Türkiye’nin “demokratikleşmesi” olarak ortaya koyuyor fakat gerçekte mantığı çok daha doğru bir şekilde güç dengeleri, strateji ve doğru zamanda doğru hamle gibi reel kavramlarla işliyor.
Evet, darbelere karşı olmak ve ülkenin sivil güçler tarafından demokrasiyle yönetilmesini savunmak önemlidir. Bu demokrasi idealini savunmak hepimizin görevidir. Fakat yıllardır Kürt-İslamcı hareket için söylenen “demokrasiyi kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırma” yöntemi bugün açıkça hayata geçmiş bulunuyor. Fakat elden giden sadece demokrasi de değil. Onunla beraber Cumhuriyet, ulus devlet, Türklük de elden gidiyor. Ama biz ­demokratlar hâlâ, idealimizdeki demokrasiyi savunmak adına gerçeklerden kaçıyoruz.
Hüseyin Çelik’in itirafının en can alıcı noktası ve bizlerin yapmamız gereken en temel çıkarsama işte bu noktadır: “Engel olunabilirdi!”
Ama engel olunamadı ve böylece elimizde ne Cumhuriyet, ne laiklik ne de 2003’ten önceki beğenmediğimiz “demokrasi” kaldı. Herhalde kimse çıkıp bu durumun yine de daha iyi olduğunu iddia etmeyecektir.
Peki, kim engel olamadı ya da kim engel olunmasına engel oldu?

Ordu içinde neler yaşandı?

Yargıtay’ın kararları açıklamasının ardından, basından birçok kişinin de haklı olarak farkına vardığı bazı ilginç durumlar ortaya çıktı ve tartışılmaya başlandı.
Davada yargılanan sanıkların 254’ü denizci, 101’i karacı, 40’ı havacı, 63’ü ise jandarmaydı. Beraat edenlerin dışında kalan 361 sanık hakkında Yargıtay’da verilen kararlarda 297 sanığın cezası onanmış, 88 sanığın cezası ise bozulmuştu.  Bu onama ve bozmaların ise dağılımı ilginçti.
Yargılanan karacıların 64’ünün cezası bozulmuştu, Yargıtay’ın cezasını onadığı karacıların oranı sadece % 37 idi. Fakat iş denizcilere ve havacılara gelince bu oran dramatik bir şekilde değişiyordu. Yargıtay denizci subaylardan sadece 20’sinin mahkûmiyetini bozmuş, denizcilerin cezalarını % 87 oranında onamıştı. Havacı subaylardan ise cezası bozulan kimse yoktu yani mahkûmiyet oranı % 100 olmuştu!

Bilindiği gibi Balyoz Davası iddianamesi, 2003 yılında 1. Ordu’da yapılan bir semineri gerekçe göstererek darbe girişimi olduğunu savunuyordu. Gerçekte bugün ceza alan Deniz Kuvvetleri mensubu subayların biri bile söz konusu seminere katılmış değildi. Daha sonra Gölcük Donanma Komutanlığı’nda yapılan aramada bulunan dijital belgelere dayanılarak tutuklanmışlardı. Yani olaya bir şekilde sonradan dâhil edilenlere esas fatura çıkarılmıştı. Yine tüm Kara Harp Okulu öğrencileri beraat ederken, Deniz Harp öğrencilerinin tümü ise ceza aldı.
Ordu’nun içinde garip bir şeyler olmuştu! Neden Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri hedef alınmıştı? Kararların ardından Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Koramiral Atilla Kezek ve Tuğamiral Sami Örgüç’ün protesto için istifa etmeleri olanları daha da dikkate değer kılmıştı. Gerçi Deniz Kuvvetleri’nden bu nedenle daha önce de istifalar olduğu gibi Org. Işık Koşaner gibi bir Genelkurmay Başkanı da istifa etmişti ama artık durumun iyice netleşmeye başladığı görülüyordu. Birileri istifa ederken birileri de sadece seyrediyordu.

16 Ekim’de Kara Kuvvetleri Komutanı Hulusi Akar, Mamak Askeri Cezaevi’ne kalan subayları ziyaret etti. Hemen ardından Mamak’taki subaylardan bir ortak açıklama geldi ve gazetelere yansıdı. Açıklamada şöyle diyorlardı:
“Bugüne kadar Yargıtay’dan çıkacak kararı bekleyen ve masumiyetimize inanan komutanlarımızın hukuka saygı ve adil yargılanmayı etkilememe adına sessiz kaldıklarına yürekten inanıyoruz. Bugün Deniz’in, daha doğrusu Cumhuriyet değerlerinin ve hukukun bittiği noktada olduğumuzu hepinizin bildiğini ve gördüğünü değerlendiriyoruz. Bu hukuksuzluğu ve haksızlığı görerek istifa eden, bizlerin masumiyetini her ortamda ve her şartta haykıran emekli Donanma Komutanı Nusret Güner’in dışında diğer komutanlarımızın sessiz kalmasını anlayamıyoruz. Gazeteler ve görsel medyada Atatürk’ün neferi Nusret Güner’e 2 neferin, ‘Yerimiz onların yanıydı’ diyen Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Koramiral Atilla Kezek ve Teknik Başkan Tümamiral Sami Örgüç’ün istifa ederek katıldığını izledik. Atatürk’ün emrettiği yolda yürümenin esası askerler için, önce komutan ve lider olmaktan geçmektedir. Lütfen ülkemiz ve bizler için daha fazla geç olmadan en kısa sürede bir araya gelin, her türlü şahsi menfaat ve duygulardan uzak, uyutulan Türk halkına bizleri en iyi tanıyanlar olarak korkmadan masumiyetimizi haykırınız.”

9 Mart 1971’den Balyoz’a

Gerçekten Ordu içinde ne olmuştu? Anlaşılan odur ki birileri birilerini yarı yolda bırakmıştı, taraf değiştirmişti, tabiri caizse satmıştı ve tasfiye etmişti. Anlaşılan 9 Mart 1971 ve sonrasında yaşananlara benzer gelişmeler Balyoz öncesinde ve sonrasında Ordu içinde yaşanmıştı.
Hatırlanacağı gibi o dönemde de ordu içinde bir ekiplerin birbirini tasfiye savaşı yaşanmıştı. 9 Mart 1971’de sola yakın komutanların liderliğinde yapılacak müdahale son anda Org. Faruk Gürler’in taraf değiştirmesi ve Org. Muhsin Batur’un tek başına girişimde bulunmaktan vazgeçmesiyle iptal olmuştu. Böylece 12 Mart’ta Org. Memduh Tağmaç, Org. Cevdet Sunay ve Faik Türün liderliğindeki sağcı ekip muhtıra vermişti. Hemen ardından gelen süreçte Faik Türün’ün emriyle birçok subay ve sivil tutuklanmış, Ziverbey Köşkü’nde işkenceden geçirilmiş, Bomba Davası adlı bir tezgâhla başlayan geniş bir tasfiyeye girişilmişti. Özellikle Türün’ün ekibi; Faruk Gürler, Kemal Kayacan ve Muhsin Batur aleyhine ifade vermeleri için tutuklulara baskı ve işkence yapmışlardı. İlk iddianamede adları geçmeyen kuvvet komutanları, ikinci iddianamede ismen de yer almışlardı.

Yaşanan tam bir taraf değiştirme, tasfiye ve komplo savaşıydı. Dönemi ve ayrıntıları merak edenler için Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın İleri Yayınları’ndan çıkan Bomba Davası-Savunma isimli kitabı temel kaynaktır.
1970’lerde yaşananların ışığında Balyoz olayına baktığımızda, bugün de benzer süreçlerin yaşandığı anlaşılmaktadır. Bugün her şey tüm netliğiyle bilinmese de bir gün mutlaka anlaşılacaktır.

Bugün, 2003 döneminde görevde olan emekli Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, arkadaşlarını neden savunmadığını şöyle açıklamaya çalışıyor:
“Ergenekon davası sırasında tanık olarak dinlenirken, Balyoz davasıyla ilgili soruya da yanıt verdim. Yargılanan bir arkadaşımızın avukat kızı Balyoz için de konuşup konuşmayacağımı sormuştu. Ben zaten konuşmuştum. Kamuoyu da biliyor ne söylediklerimi. Şimdi diyorlar ki, ‘Hilmi Özkök, Balyoz’da ifade vermekten kaçındı.’ Yok böyle bir şey. Dedim ya, söyledim söyleyeceğimi. Zaten Yargıtay da gerekçeli kararında mevcut deliller nazara alındığında, sonuca etki etmeyeceği için benim ve Aytaç Paşa’nın tanıklığına gerek olmadığına yer vermiş. Ne diyeyim ben daha?” 
Her ne kadar Hilmi Özkök, “tanık” olarak çağrılmadığı için bir kabahati olmadığını iddia etse de gerçekte onun esas olarak durduğu noktanın ne olduğunu kanıtlayanın “sanık” olarak çağrılmaması olduğunu görmek gerekir. Ne zaman ne yapmıştır da acaba “sanık” olmaktan kurtulmuştur? En baştan beri mi karşı taraftadır, yoksa sonradan mı geçmiştir? Bu soruların cevabını ise elbette tarih verecektir.
Bizimse akıl ve vicdanlara sormamız gereken daha önemli bir soru var…

AKP’nin Engellenmesi mi Engellenmemesi mi Türkiye’yi daha geri götürdü?

Tüm bu tasfiyelerin, ihanetlerin, taraf değiştirmelerin ötesinde tüm cumhuriyetçi, demokrat akıllara ve vicdanlara bir soruyu bir kez daha sormalıyız: Tamam; ideal ve doğru olanı demokrasinin, ulusun ve cumhuriyet değerlerinin sivil güçler tarafından korunmasıydı. Ama bu olmadı. Bu olmadığı gibi bu koruma görevini Ordu da yerine getiremedi ya da getirilmesi içindeki ve dışındaki dinamikler tarafından durduruldu. Bu sürecin sonunda Ordu’nun kendisi de tasfiye oldu. Şimdi Genelkurmay Başkanı Özel, profesyonel orduya geçişten bu nedenle olumlu bahsetmektedir…
O çok kullanılan argümanı; askerin her müdahalesinin ülkeyi onlarca yıl geriye götürdüğünü kabul edelim. Ama acaba AKP’ye, hiç istemesek bile Ordu tarafından gelen bir müdahaleyle engel olunması mı Türkiye’yi daha geriye götürürdü yoksa engel olunmaması mı daha geriye götürmüştür? Birinin hasarı on yıllarla ölçülecekse, diğerinin hasarını en az yüzyıllarla ölçmek gerekir herhalde…
AKP’nin engellenmemesinin Hüseyin Çelik’in ve onun gibilerin istediği bir Türkiye tablosu yarattığını bilmek bu kanaati daha da güçlendiriyor…