27 Kasım 2017 Pazartesi

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK BÖLÜM 1

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK  BÖLÜM 1


Otorite; Erk… Yetki… Söz geçirme faktörü… Kanuni güç… Siyasi ve idari güç…

Otoriteye boyun Eğmek; İtaat etmek… 

***

II. Dünya savaşı sonrası özellikle Hitler Almanya’sında yaşanan olaylardan sonra toplumsal olayları incelemek amaçlı yapılan deneyler ve araştırmalar sonucu insanların büyük çoğunluğunun otorite karşısında istenilen her şeyi yapmaya ikna edilebildiğini göstermiştir.
Bu deneylerden en önemlileri sonuçları itibariyle Asch ve Milgram deneyleridir. Bu deneylerde özellikle “otorite” ve “çevre/çoğunluk etkisi” vurgusunun öne çıktığı söylenebilir.
Bu deneyler; çoğu zaman, belirli şartlar yerine getirildiğinde kişilerin eğitim seviyelerinden bağımsız olarak, insan düşüncelerinin ne denli kolay bir şekilde etki altına alınabildiğini göstermektedir.
Çoğunluk psikolojisini ve otoriteye karşı tutumları anlamak açısından bu deneyler önemlidir.

ASCH DENEYİ;

Asch deneyinde; Polonya asıllı sosyal psikolog Solomon Asch, insanların çoğunluğa uyum gösterme adına kendi doğru bildiklerinden ne derece taviz verebileceklerini ölçmek istemiş.
Deneye katılacak olan kişilere bir göz muayenesine/testine girecekleri söylenmiş.

***
Deneklere gösterilen kartların birincisinde, tek bir çizgi bulunuyordu.

Deneklerin yapması gereken, ikinci karttaki üç çizgiden hangisinin birinci karttaki çizgi ile aynı uzunlukta olduğunu bulmaktı.
Son derece basit olan bu deney sorusu, aynı oda içerisinde yan yana oturan ve genellikle 8 ila 10 kişiden oluşan gruplara aynı anda soruluyor, her kart ikilisinin gösterilmesinin ardından deneklerden sırayla sesli olarak yanıt vermeleri isteniyordu.
Ancak gerçekte, Asch Deneyi'nde yer alan her denek grubunda, deneklerin biri dışındaki herkes deney ekibindendi ve dolayısıyla ortada aslında sadece tek bir denek vardı.
Deney başladığında deney ekibindeki sözde denekler, (önceden planlandığı şekilde) ilk birkaç soruya doğru yanıt veriyor, ancak takip eden sorularda hep birlikte aynı yanlış cevabı vermeye başlıyorlardı.
Asıl denek her zaman sonuncu olarak cevap veriyor ve diğer grup elemanlarının verdiği cevapları duyuyordu.
Böylece, herkesin aynı yanlış cevabı verdiği durumlarda, deneklerin ne kadarının sıra kendilerine geldiğinde gözleri önündeki gerçeği dile getirmeyip çoğunluğa uyum gösterecekleri ölçülmek isteniyordu.

***
ASCH DENEYİNİN SONUCU;

Deneklerin %74'ü, gerçekleştirilen deneylerde en az bir kez çoğunluğa uyarak yanlış cevap vermeyi tercih ederken, %28'i ise, deneylerin yarıdan fazlasında yanlış cevaba iştirak etti. 
Yani deneklerin önemli bir yüzdesi, sadece ve sadece çoğunluk, tersi istikamette görüş belirttiği için, çok net bir şekilde gördükleri, ölçebildikleri bir gerçeği inkar yoluna gitmişlerdi.

SONUÇLARI KONTROL DENEYLERİ

Profesör Asch, değişik kontrol deneyleriyle çıkan sonucun nedenlerini analiz etmek istedi.
Bu kontrol deneylerinin birinde, gruba “doğru yanıt veren” bir kişi daha dahil edildi. Bu kişi yine gerçek denekten önce cevabını sesli olarak verdi.
Kendisinden önce sadece bir kişinin çoğunluktan ayrıldığını gören denekler, çok büyük bir çoğunlukla (%95) doğru yanıt vermeye başladılar.
Bu durum, çoğunluğun otoritesinin tek bir kişiyle dahi kırılabileceği yönünde ipuçları vermekteydi.
Bu sonuçlara göre, çevreye/gruba uyum eğiliminde belirleyici olan unsurlardan birinin de, insanın tek başına karar alıp uygulama konusundaki yetersizliği olduğu ortaya çıkıyordu. 
Şöyle ki; insan, belli konularda duruşunu sergilemek, tavrını ortaya koyabilme adına rol modellerine ihtiyaç duymakta, küçük de olsa belli bir muhalif grup oluşmadan kendi başına doğru bildiklerini uygulamakta zorlanmaktaydı.
Bir diğer kontrol deneyinde ise, denekten “salona geç geldiği” kasıtlı olarak mazeret gösterilerek yanıtlarını yazılı olarak vermesi istendi. Diğerlerinin aksine sesli yanıt vermeyen ve dolayısıyla herkesin içinde farklı bir yanıt vermek zorunda kalmayacak olan deneklerde çoğunluğa uyma eğilimi %66 oranında azaldı.

SONUÇ

Profesör Asch, bu sonuçlar karşısında, topluma hakim olan çoğunluğa uyma eğiliminin, zeki ve iyi niyetli insanlara beyaza siyah dedirtecek kadar güçlü olduğunu söyledi. Asch'a göre, bu durum, eğitim sistemi ve de topluma hakim değerler adına kaygı verici nitelikteydi.

***
Bireyler her zaman karar verme süreçlerinde guruba uyum sağlama potansiyelindedir.
Kendi düşünceleri grubun düşüncesi yanında etkisiz kaldığını düşünerek, karar verme sürecinde sırf uyum sağlamak adına tıpkı bir sürü psikolojisi gibi yanlışta olsa grubun kararına katılırlar.
Birey, çevre/grup içerisinde ters bir şey söylediğinde yadırganacağını düşünerek tedirgin olma durumunu normal hayatında sıkça yaşamaktadır.
Asch deneyinin videosunu izlemek için internet adresi; 
www.bit.ly/aschdeneyi 
 
Toplumda çıkıntılık yapmamak için uyum sağlamada kültür, gelenek ve çevre/toplum baskısı devreye giriyor.
Çünkü insan toplu halde hareket ederken yüzeysel düşünür ve herkesin söylediğini tekrar etmek kolayına gelir..

***

Kendi kararlarınızı kendiniz verme dileğiyle…

Yarın “Milgram, otorite deneyi”…

Hüseyin KURT
https://omu.academia.edu/HuseyinKurt


****


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #2


Dünkü yazımda Asch deneyini ve sonuçlarını aktarmaya çalışmıştım.

Asch deneyinde; Bireyler her zaman karar verme süreçlerinde guruba uyum sağlama potansiyelinde olduğu ve kişinin toplu halde hareket ederken yüzeysel düşündüğü ve herkesin söylediğini tekrar etmek kolayına geldiği sonucunu görmüştük.
“Otorite” deneylerinde sonuçları itibariyle Milgram deneyi önemlidir.

***
MİLGRAM DENEYİ: “OTORİTEYE “HAYIR” DİYEMEMEK…”

Yale Üniversitesi Psikoloji bölümünde çalışan Stanley Milgram,  meşhur Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın mahkemesinden üç ay sonra şu soruyu sorar;
“Nazi Almanyası’nda yaşanan soykırıma aktif olarak katılan binlerce kimse yaptıkları korkunç şeyin ne kadar bilincindeydi? Bu kötülükleri bilerek, isteyerek ve farkında olarak mı yapmışlardı, yoksa toplu bir ahlaki değişim ile kendi değer yargılarını görmezden gelerek otoritenin isteği doğrultusunda sadece emirleri mi uyguladılar?”
Milgram deneyi, insanların otorite sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde hazır olduklarını ölçme amacını taşır.

DENEY

Farklı eğitim düzeyinden ve farklı milletlerden 20-50 yaş aralığında denekler seçilir. Eğitim seviyesi İlkokuldan doktora seviyesine kadar hepsi bulunmaktadır. Ve belli bir para alarak bu deneye katılmaktadırlar.
Katılımcılara deneyin sonucunu etkilememesi için deneyin “cezanın öğrenmedeki etkileri” üzerine olduğu söylenir ve deneyin asıl amacı katılımcılara deney tamamlandıktan belli bir süre sonra açıklanır.
Deney başlamadan önce, diğer bir katılımcının da var olduğu, aralarında kura ile bir “öğretmen” ve bir “öğrenci” seçileceği açıklandı.
Seçim kura ile yapılacak, kura da “öğrenci” ve “öğretmen” yazan iki kağıdın katılımcıların seçimi ile yapılacaktı. Ancak ikinci katılımcı, deney grubunun elemanıydı ve her iki kağıtta da “öğretmen” yazıyordu.
Dolayısıyla gerçek katılımcının öğretmen rolünde olması kaçınılmazdı.
“Öğrenci” ile “öğretmen” birbirinin sesini duyabileceği ancak birbirini göremeyeceği farklı odalarda yer aldılar. Deneyin asıl amacında otoriter figürünü temsil eden, özellikle sert ve disiplinli görünen deney gözlemcisi, deney boyunca katılımcının (öğretmenin) yanında kaldı.
Deney başlamadan önce katılımcıya, öğrencinin çekeceği acıyı öngörebilmesi için 45 voltluk bir elektro şok uygulandı.

CEZA: VÜCUDA VERİLEN ELEKTRO ŞOK

Deney boyunca, öğretmen öğrenciye öğrenmesi için sözcük eşleşmeleri listesini bildirdi.
Bu sözcük eşleşmeleri; Gökyüzü-Mavi, Hayvan-Vahşi, Limon-Sarı… vb.
Sözcüklerden ilkini söyleyip eşleşen sözcüğü hatırlayıp hatırlamadığını sorarak kontrol edip, her yanlış cevapta ceza olarak öğretmen, öğrenciye, bağlı olduğu makine ile her seferinde artan miktarda elektroşok uyguladı.
Öğretmene yüksek voltajda elektroşokun ölüm riski taşıdığı belirtiliyordu. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu.
İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu.
Yüksek voltaj seviyelerine ulaşılması durumunda öğrencinin ne tepki vereceği de belirlenmişti. 120 voltta öğrenci durumundan şikayetçi olmaya başlayacak, 150 voltta deneyden ayrılmayı talep edecek, 285 voltta ise acı içinde çığlık attıktan sonra sesi kesilecekti. Dolayısıyla, diğer odadaki denek öğretmenin o noktadan sonra öğrenciye ne olduğunu bilmesi mümkün olmayacaktı.

DEVAM EMRİNİN VERİLMESİ.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine sert gözlemci tarafından aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuldu:

1. Lütfen devam edin. 
2. Deney için devam etmeniz gerekiyor. 
3. Devam etmeniz kesinlikle çok önemli. 
4. Başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız”. 
Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyor, tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

300 VOLTTAN ÖNCE BIRAKAN OLMADI,

Milgram’ın ilk deney dizisinde katılımcıların % 65’inin deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorguladı, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylediler. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. 
Neden vazgeçmedikleri sorulduğunda ise (çok az bir kısmı haricinde) “Ne bileyim, bir bildikleri vardır diye düşündüm” türünde yanıtlar vermişlerdi.

SIRADAN İNSAN YOK ETME MAKİNASININ PARÇASI OLABİLİYOR,

Milgram, deney sonuçlarını şöyle değerlendirdi; “Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yok etme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.”

***
İnsanların yarattıkları vahşetin ne şekillerde akla uydurulduğu (kendince haklı mazeretler ürettiği) konusunda özellikle dikkat çekiciydi:
Denekler, kendilerini deneyi uygulayan otoritenin bir aracısı olarak gördükleri için, olan bitenden sorumlu olmadıklarını düşündüler.
Denekler, olan bitene kişisel olmayan bir nitelik addettiler. “Deney” kişisellikle ilgisi olmayan bir güce sahip olan müstakil bir varlık haline geldi. Deney devam etmeliydi. Denek, bu noktada, deneyin insan icadı olduğu gerçeğini görmemeye başladı.
Denek öğretmenlerin çoğu, denek öğrencilere verdikleri acıyı akla uydurabilmek için, öğrencileri algılayış şekillerini değiştirdiler. Öğrencileri değersiz ve elektrik verilmeyi hak edecek aptal kişiler olarak görmeye başladılar.

***

“Her ne kadar soykırım gibi karmaşık toplumsal davranışları laboratuvar koşullarında elde edilen bilgilerle açıklamak zor olsa da bu tür çalışmalar insanların beklenmedik davranışlarını anlamada önemlidir.”
Milgram deneyleri, insanların otoriteye boyun eğmek ve güvenmek eğilimi o kadar güçlü ki, verilen talimatları yerine getirmek uğruna bütün kişiliklerini ahlaki değerlerini ve olumlu iradelerini kolayca terk edebiliyor olduklarını ortaya çıkarmaktadır.
Ahlaki değerlerimizi ve her Türk bireyinin iradesini, bir araya gelindiğinde oluşan gerçek Milli İradenin terk edilmemesi dileğiyle…

Milgram deneyinin videosunu izlemek için internet adresi; www.bit.ly/milgramdeney 

Hüseyin KURT



***

26 Kasım 2017 Pazar

Polis Yine Destan Peşinde!


Polis Yine  Destan Peşinde!


Mehmet Tezkan
14 Mar 2014


Bu kez polisin karşısında üç kişi vardı.. Ellerinde ne taş vardı ne sopa..
Ayakta da değillerdi..
Kaldırımın üzerine oturmuşlardı.. Ne trafiği tıkıyorlardı ne gelip geçene engel oluyorlardı..
Öylece oturuyorlardı..
Oturdukları yer Emniyet Müdürlüğü’nün önüydü.. Tek kabahatleri bu olsa gerek!..
Polisin üzerine gitmediler, emniyetin kapısını zorlamadılar.. Polis onların üzerine gitti..
Daha doğrusu polis de gitmedi, TOMA gitti..
Oturan üç kişinin üzerine tazyikli su sıktı.. Yere kapandılar, sırılsıklam oldular..
Polis bana göre suç işledi.. Anayasa suçu işledi.. Orantısız güç kullandı.. Durduk yerde şiddete başvurdu..

*
Sabaha karşı DHKP-C operasyonu yapılmış, yedi kişi gözaltına alınmış.. Oturma eylemi yapan üç kişi bu durumu protesto ediyormuş..
Gözaltına alınan belki çocuklarıydı, kardeşleriydi, akrabalarıydı.. İnsanların bu ülkede bu kadar hakkı bile yok mu?
Ne oldu Anayasa..
Ne oldu AİHM kararları..
Ne oldu barışçıl protestonun hak olduğu gerçeği..
Polis artık üç kişinin kaldırımda oturmasına bile tahammül edemiyor..

*

İktidar Gezi eylemleri sırasında ortalığı gaza boğan, tazyikli suyun içine bile biber gazı koyan polis için ‘destan yazdılar’ demişti..   
Polisi rejimin teminatı olarak göstermişti..
Başdanışmanı, polisin demokrasinin önünü açtığını iddia etmişti..
Polis kaldırımda oturan üç kişinin üzerine TOMA yollayarak mı demokrasinin önünü açıyor..
Bir yetkili çıkıp izah etsin..
İçişleri Bakanı, Vali, Emniyet Müdürü.. Biri..
Bundan böyle İstanbul’da her üç kişiye bir TOMA mı düşecek?
Otoriterliğin dozu her geçen gün artıyor..
Algı operasyonu
İki taraf da algı çalışmasından söz ediyor..
İki taraf da Allah’tan, ahretten söz ediyor..
İki taraf da birbirlerini aynı dili, aynı terminolojiyi kullanarak suçluyor..
Bir taraf diyor ki; yolsuzluk olduğuna dair algı çalışması yapılıyor.. Sahte operasyonlar düzenleniyor, bunun adı darbe girişimidir.. Suikasttır..
Öteki taraf diyor ki; devlet içinde paralel yapı olduğu, çeteleşme olduğu algısı yaratılmak isteniyor.. Bu sayede Cemaat yıpratılmaya çalışılıyor.. Hatta yok edilmeye..
Bir taraf; yolsuzluk ve rüşvet yok diyor..
Öteki taraf; paralel devlet yok..
İki taraf da olan biteni bu iki kelimeyle açıklıyor; algı operasyonu..

*
Bana sorarsanız; ikisi de var.. Algı değil, gerçek..
Suriye’den elimizi ayağımızı çekelim
Dün yakalanan iki TIR’la birlikte üç oldu.. İçleri yine silah ve mühimmat doluymuş..
Operasyona 500’e yakın jandarma katılmış..
İlginç olan şu..
Jandarma operasyon sırasında Jammer denilen sinyal kesme aygıtı kullanmış..
Niye ki..
Birilerine haber verilmesin, arama durdurulmasın diye mi?

*
TIR’ların ilki kasım ayında yakalanmıştı.. İçinde 935 adet roket başlığı çıkmıştı..
Sonra iki otobüs yakalandı.. İçinde neler yoktu neler.. Makineli tüfek vardı, uçaksavar vardı, keskin nişancı tüfeği vardı..

*
Bir de aranamayan TIR var.. İçinde MİT mensuplarının olduğu.. Yük devlet sırrı diye aratmadıkları.. Operasyon katılan polisler görevden alındı..
İçişleri Bakanı da, Dışişleri Bakanı da Suriye’deki Türkmenlere giden insani yardım olduğunu söylemişti..
CHP lideri de haklı olarak sormuştu; içinde giyecek, yiyecek, ilaç varsa niye yükü göstermediler ki..
Dün yakalanan iki TIR çok büyük olay.. Kimin yolladığı, nereye gittiği ortaya çıkarılmalı..
Ankara’da artık Suriye’den elini ayağını çekmeli..
Farkında mı bilmiyorum.. Çuvallamanın ötesinde batağa sürüklendi..
Özgür Suriye Ordusu Suriye’den kaçıyor!.
Batak dedim ya.. Alın işte son örnek..
Ankara’nın kurdurduğu veya kurulmasını teşvik ettiği, öncülük ettiği Özgür Suriye Ordusu da Suriye’den kaçmaya başladı..
Hayır hayır..
Katil Esad’ın zulmünden kaçmıyorlar.. Çünkü artık Esad’ın ordusuyla kıran kırana savaşmıyorlar..
Esad’la savaşsın diye sınırımızın yakınlarına yerleşen, yerleştirilen Kaide bağlantılı Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgütle savaşıyorlar..
O örgütün zulmünden kaçıyorlar..
Hem de uçaksavarlarıyla, roketatarlarıyla, el bombalarıyla, kalaşnikoflarıyla, mühimmatlarıyla Türkiye’ye kaçıyorlar..

*
Artık, Özgür Suriye Ordusu ile Suriye Ordusu arasında şiddetli çatışmalarda şu kadar kişi öldü haberleri gelmiyor..
Muhaliflerin kendi içindeki çatışmalarda şu kadar insan hayatını kaybetti haberleri yapılıyor..
Patlayan bombalar haber oluyor.. Veya Kaidecilerin yakaladıkları muhaliflerin kafasını kesmesi dünyaya yansıyor..

*
Suriye politikasının mimarı Davutoğlu çıkıp bu durumu izah etmeli.. En azından Meclis’e hesap vermeli.. Demokratik rejimler de böyle oluyor da!..


***

AKP İslamiyeti Ve Kur Fasulye


AKP İslamiyeti Ve Kur Fasulye


Afet Ilgaz

14 Mar 2014


Türkiye’de ilk defa fakirin eti olan kuru fasulye, 15-20 liraya satılıyor. Ben bile yazları bahçemde fasulye yetiştiririm. Yani kuru fasulye problem değildi. Hatta nimettendi. Şimdi böyle.
İmam Hatip kuruluş yıldönümü kutlamasında Başbakan’ın konuşmasını alkış kıyametle dinleyen bir grup, Atatürk’ün resmini çiğnemiş. Milletvekilleri onun -haşa- Allah’ın vasıflarını taşıdığını iddia ediyorlar. Nasıl bir şirktir böyle. AKP’liler tövbe etsin.
Doların tırmanışı sürüyor. Emekli maaşlarından tırtıklamaya başlamışlar. Sosyal yardımlar da bitecek ve kapılara bırakılan fasulye torbaları sona erecek. Aslında bu yardımlardan da yolsuzluk yapıldığı söyleniyor.
Gübre, mazot emeği karşılamıyor. Üretim bu ve birçok sebepten durdu. Artık en bizim olan yiyecekleri bile ithal etmeye başladık. Utanmak lazım.

***
AKP’nin kumpaslarının ardı arkası kesilmiyor. Sabah operasyon yapılıyor, öğleden sonra operasyon yapanları görevden alıyorlar.
16 yıl önceki bir borcu, reytingi yüksek CHP adayının önünü kesmek için kullanıyorlar. Ve aslında kendi kalelerine gol atıyorlar.
Aziz Yıldırım’a verilen ceza, belki milyonlarca seçmenin oyunu kaybettirecek AKP’ye. Üç takım birleşti ve direniyor. Üç takımın oyları ne kadar eder. AKP’yi yok etmek için yeter mi? Bence yeter. Fenerbahçe’nin 25 milyon oyu olduğu söyleniyor. İşin başka bir tarafı Aziz Yıldırm’ın cesur çıkışı yargıda da Gezi olayı direnişi gibi oldu. Sen Bilal’i yargılatmazsan, ben de kendimi yargılatmam der gibiydi.
İspanya Kralı’nın kızını televizyonda gördünüz mü bilmem? Kocaman şık şapkasıyla sanıklar arasında duruyordu. Gözlerinden keder akıyordu. Böyle bir kara para aklama işine bulaşmış. AKP, kendi kalesine gol atıyor.
Mali denetim kurumlarını felç ettiler. Bu, kendilerine yarayacağına zarar verdi. Yolsuzluklar denetimsiz kalınca zincirlerinden boşandı.
AKP başarının tarifini de unutmuş.
Sabah yapılan operasyonun müdürlerini gözaltına almayı başarı sanıyorlar. Oysa bu başarı değil suçtur.


***

Türk Mü?! Vurun!


Türk Mü?! Vurun!

Arslan Tekin,

Recep T. Erdoğan, Twitter’da yazmıştı... (Mealen) “ Beni millet getirdi, millet götürür... millet, millet!...” 
Ben de tweet attım: “ Halk deseniz anlarım ama, ezelden ebede milletin bir adı var.”  Baktım; onun hemen yazısının üstünde benim yazı. Okumuştur muhakkak. “Acaba bu kadar insan karşı çıkıyor. Bunun sosyolojik izahı nedir? Benim şu ’cahil’danışmanlarım niye araştırmıyor?” diye sormuyor mu?
R. T. Erdoğan, “millet”i de, “halk”ı da elbette biliyor. Onun davasındaki (Millî Görüş ekolü) “millet” çok farklı... “Ümmet” diyemediği yerde “millet”i devreye sokuyor. Bu da kabul ama, yine adı yok mu? “İslâm milleti” dese, uygun düşmüyor. Her milletin adı vardır, “İslâm milleti” afakî... İhatasız. Üstelik kullanılacak yerler farklı; izafî ve kıyasî bir durumda kullanabilirsiniz. Siz Türkiye’de yaşayan halka hitap ediyorsunuz. Öyleyse ne demek gerekir?!
 Prof. Dr. İskender Öksüz’ün “Niçin?”  kitabını sık evirir, çeviririm. R. T. Erdoğan’a tweeti attıktan sonra gözüm ilişti... İskender Öksüz, millet-halk farkını tartışmaya mahal bırakmayacak bir izahla ortaya koymuş:

“‘Halk’ ile ‘millet’ arasındaki fark, tarih şuurudur. Halk, insan ömrüyle, hatta nesil ömrüyle, taş çatlasa 20 yılla sınırlıdır. Tarih şuurudur ki halka, müşterek mirası, birliği anlatır. Millettaşlara, asırlar, bin yıllar öncesinden akıp gelen ve gelecekteki bin yıllara doğru akıp giden büyük sevgi ve hatıra nehrinin bir damlası olduğunu hissettirir. Yalnız geçmişle bugünü birleştirmez. Yarınların düşünülmesini, planlanmasını sağlayan da tarih şuurudur. Halk asırlar öncesinden gelip asırlar, asırlar sonrasına akmaz. Halk zaman boyutuna sahipse ve ancak o takdirde millet olur. Bir toplumdan halk adına büyük fedakârlık isteyemezsiniz. Millet adına isteyebilirsiniz. Millet hem dedelerdir hem torunlardır. Millet hem geçmiştir hem de gelecektir.” 
(s. 16). “Millet”te ortak mirasın sahibi, sadece ve sadece Türklerdir!
(“Niçin?: Tarih-Devlet-Ekonomi-Yönetim”, İskender Hoca’nın diğer kitabı “Türk’üm Özür Dilerim” le birlikte okunmalı. Bilge Kültür Sanat Yay., 0212 520 72 53).

İsmail Habib Sevük’ü (1892-1954) bilir misiniz? Edebî Yeniliğimiz’in yazarı... 1937’de basılmış bir kitabı var ki, keşke tekrar basılsa diyordum, basıldı: “O Zamanlar”. (Ötüken yay. 0212 251 03 50). İsmail Habib, bu kitabında size Millî Mücadele’yi, naklen anlatıyor! Mustafa Kemal’le bir Adana gezisi vardır. Adanalıların çok kıymet verdikleri M. Kemal’in bir sözünü nakleden de odur. Mustafa Kemal İstiklâl Mücadelesinin ilhamını Adanalılardan aldığını söyler: “Efendiler, bende bu vekayiin [Millî Mücadele’nin] ilk teşebbüs hissi bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur.” (s. 278). (Sebebi kitapta anlatılır.)

Burada İsmail Habib’in yüreğimi yakan bir cümlesini aktaracağım:
“Mütareke’den sonra herkes yalnız Ermenilere mersiye, herkes yalnız Türklere tel’in makaleleri yağdırır ve hattâ birkaç Türk kalemi bile onları haklı bizi haksız, on\-ları mazlum bizi kaatil diye gösterirken yine onun kalemi Türk’ün de bir hakkı, Türk’ün de dava edilecek bir kanı olduğunu haykırdı.” (s. 42).
Sanki zamanımızı anlatıyor:

 “Türk” mü?! Vurun! 


***

HUKUK DIŞINA ÇIKMAK


HUKUK DIŞINA ÇIKMAK

Suay Karaman 

Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Fethullah Gülen cemaati, devlet içinde örgütlenmeye başlamış ve tüm iktidarlar buna ses çıkarmadıkları gibi destek de olmuşlardır. Bülent Ecevit’in son başbakanlığı döneminde Fethullah Gülen için “olumlu tarikatlar da vardır” söylemi sol belleklerden çıkmamaktadır. İşin ilginç yanı 1995 ile 1998 yılları arasında, “sol”da gözüken birçok “aydın” da, Fethullah Gülen için övgü yazıları kaleme almıştı. Bu yazılar halen Fethullah Gülen’in resmi web sitesinde ‘Köşe Yazıları’ bölümünde bulunmaktadır.
FBI için çalıştığı açıklanan Fethullah Gülen cemaati ile AKP, 2002 yılından beri birlikte emperyalist ABD’nin kendilerine verdiği görevleri büyük bir uyum ve özveri içinde yerine getirdiler. ABD’nin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmeye yönelik ihanetleri birlikte planlayıp, gereğini yaptılar. Sahte kanıt ve gizli tanıklarla hem yurtsever aydınları, hem de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin subaylarını yargılayarak, zindanlarda zulüm yaptılar. Özellikle dershane krizinden sonra AKP ile Fethullah Gülen’in yolları ayrıldı ve çıkarları için birbirilerine düşmanlıkları başladı.

Toplumu, sürekli mağdur edebiyatı ve kendi iktidarlarına karşı darbe yapılacağı aldatmacasıyla oyalayarak, kendisi sivil darbe yapan AKP iktidarının hukuksuzluklarının ardından yolsuzlukları da ortaya çıkmaya başladı. 17 Aralık 2013 günü başlatılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonu AKP’li bakanların, çocuklarının ve başbakanın oğlunun da içinde olduğu birçok kişiye dayanmıştır. Bu yolsuzlukları Fethullah Gülen cemaatinin ortaya çıkardığını düşünen AKP iktidarı, bundan kurtulmak için başta yargı ve emniyet olmak üzere bazı kamu kurumlarında çalışanları değiştirmeye başladı. Hukuk dışı uygulamaları yaygınlaştırarak, adli kolluk yönetmeliğini değiştiren AKP iktidarı, ardından anayasaya aykırı olduğunu bile bile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısında değişiklik öngören kanun teklifini, “uçan tekme” eşliğinde Adalet Komisyonu’ndan geçirmiştir. Bunun yanında AKP iktidarı, HSYK’nın 1. Dairesi’ndeki üyeleri değiştirerek, kendilerine dokunulmaması için istediği yargıçların atamasını yapmıştır.

Oğlu Bilal’i ifade vermeye göndermeyen başbakan; “benim evlatlarımdan bir tanesi böyle bir yolsuzluğa bulaşsın bir saniye yanımda tutmam, evlatlıktan reddederim" diyerek, yaptığı şovlarına bir yenisini daha ekledi. Tayyip Erdoğan’ın, Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı ve İstanbul İl Başkanı olarak görev yaptığı zamanlarda ev kirasının parti tarafından ödendiği bilinmektedir. Orta halli bir yaşantı süren Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul Anakent Belediye Başkanı ve özellikle başbakan olmasından sonra, birdenbire nasıl zenginleştiğini açıklaması gerekmektedir. Eşi ve çocuklarının mal varlıklarını nasıl elde ettiklerini belgelemelidir. Bilal Erdoğan’ın vakfına, önüne gelen işadamının arsa ve para bağışında bulunması ve aldığı gemiciklerin hesabını vermeden, “evlatlıktan reddederim” söylemi, ucuz bir aldatmacadan öteye gidememektir. AKP iktidarı, sona doğru yaklaştığının farkına varmaktır.

Fethullah Gülen cemaati ile karşılıklı çıkarlarının kesiştiği iyi günlerinde kendisini “Ergenekon savcısı” ilan eden başbakan, şimdi “içeride haksız yere yatanlar var” demektedir. Bu haksız yere yatanlar, içeriye sahte kanıt ve kumpasla alınırken kendisinin başbakan olduğunu unutmuş görünmektedir. Başbakan olarak değil, sanki baş imam olarak imam hatip liselerinin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada: “Müslüman, Müslüman’a tuzak kurmaz” demişti. Başbakan, kendi iktidarıyla beraber  üniversiteden orduya, yargıdan medyaya kadar her alanda yapılan tuzak ve kumpasları da unutmuş görünmektedir. 17 Aralık operasyonunu hükümeti yıkmak için darbe olarak nitelendiren başbakan, yolsuzluk ve rüşvet olaylarını görmemektedir.
Başbakan ile Fethullah Gülen cemaati kılıçlarını çekerek amansız bir savaşa girişmişlerdir. Muhalefetin ‘kılıcı dar’ olduğu için, silik ve ezik olarak ne yaptığı anlaşılamadan, kendi çaplarında çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu savaşta hem Tayyip Erdoğan, hem de Fethullah Gülen grupları suçludur. Çünkü bunların hepsi ülkemize ihanet içindedirler ve bu iki grubun da savunulacak bir yanı yoktur.
Ülkemiz bunun gibi sivil darbe yapan iktidarları daha önce de gördü. Hukuk dışı tutum ve davranışlarda bulunarak anayasal düzeni yıkan siyasi iktidarlar, kendi sonlarını hazırlamaktadır. Deliğe süpürülme zamanının geldiğini anladıkları için hırçınlaşan siyasi iktidar ile şimdilik ABD’nin güvencesi altında bulunan Fethullah Gülen cemaati, eninde sonunda yargılanarak, gereken cezayı alacak ve haksız kazançlarına el konulacaktır. Ayrıca vatana yaptıkları ihanetin de bedeli sorulacaktır. Bu aşamada yurtsever güçlerin tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ekseninde bilinçli bir şekilde bir araya gelmesi, örgütlenmesi ve ülkemizi ivedilikle bu siyasi iktidardan kurtarması en kutsal hak ve en önemli görevdir.


***

Yakalanması Yasak!


Yakalanması Yasak!

Ferhan Şensoy

Başbakanlık Etiler Polis Okulu arazisine adım adım el koymuş. Niyeyse?
Arazi önce Emniyet’ten alınıp İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne verilmiş. Topbaş’a asist yapılmış!
Sonra söz konusu milyar dolarlık arazi, başbakanın talimatıyla “afet riskli alan” ilan edilmiş. Bakanlık araziye 3 gökdelenle, AVM-rezidans planı yapmış. Afet riskli alana, niye gökdelen dikiliyor? Demek ki afet riski yok!
İhaleyi Bosphorus 360 şirketinin alması öngörülmüş! İhalede öngörülme ne demek? Daha ihale yapılmadan kimin alacağına karar verilmiş yani.
Bilal, Bosphorus 360 şirketinin yönetim kurulu başkanı, genel müdürü Abdülkerim Çay, Yasin El Kadı’nın işlerini yürüten Usame El Kutub (Bilal’in ortağı!) ve El Kadı’nın oğluyla araziye konmak için çeşitli toplantılar yapmış. Toplantılar polis takibine takılmış!
Bilal, Usame El Kutub ve Abdülkerim Çay’ın, çay içerken fotoğrafları yayınlandı gazetelerde.
-Darbe! Komplo! İhanet! diye bağırdı, muktedir.
-Ben oğlumu bunlara emanet etmem! diyerek savcıya göndermedi Bilal’i. Madem oğlunu emanet edemiyorsun, halkını nasıl emanet ediyorsun o savcıya?
Bilal bir süre ortadan kayboldu. Birkaç gün sonra babasının makam arabasında görüldü.
Makam arabasından el sallıyor medyaya, nanik yapar gibi. Makam arabasının donunulmazlığı var, Bilal’e dokunulamıyor.
BilaFin yakalanma kararı kaldırılıyor! 40 kişi de bundan yararlanıyor. Sadece Bilal’inki kaldırılsa, biraz dikkat çekici olurdu. Sonuç olarak Bilal’in yakalanması yasaklanıyor!
3. dalga yolsuzluk operasyonu başlayamadı. Savcı emir veriyor, polis itaat etmiyor;
-Biz oraya gitmeyiz! diyor. Polis verilen emri nasıl reddedebiliyor?
Olay karışık tabii. F tipi polis var, T tipi polis var! Onların da kafası çok karıştı. Aslınca polisin T.C. tipi olması gerekir! 

***

‘Muktedir’in ‘İktidar’ı


‘Muktedir’in ‘İktidar’ı

Selcan Taşçı

Geçtiğimiz hafta söz verdiğim gibi haftanın bir gününü “sizden  gelenler”e ayırma geleneğimizi yeniden yaşatmaya başlıyoruz.

İlk yazı Gizem Topuz’dan:

“... Canım “Türkiye’m”de iktidar, şu meşhur “evde zor tutulan %50”  tarafından, namuktedirlere verildi. Hem de üç vakittir. Peki  “çıraklık, kalfalık, ustalık” döneminde muktedirlerden(!) neler gördük?
Allah ile aldatmayı, bir paket makarnaya satılan reyi, kılavuzu BOP olup burnu Arap Baharı’ndan sonra sözde demokrasi özde fitne çamurundan çıkmayanları, Habur’dan güle oynaya  “Türkiye’m”e girmeye cesaret eden eli kanlı alnı AKları ve onları alkışlarla-güllerle karşılayanları, parsel parsel satılan, peşkeş çekilen vatan topraklarını, sıfır sorun sıfır komşu politikasını, vatanın nimetlerini sefa içinde tüketip semiren terörist İmralı canisini, “terörist” yaftasıyla tutsak edilen onurlu komutanları, göbek atılarak kaldırılan ve yağmurda çamurda okumaktan hiç gocunmadığım Andımız’ı, tomaları, biber gazlarını, “iki ayyaşı’’, hukuksuzluğu, aralarına kemik atılana kadar süren “dostlukları’’, lanetleşmeleri, “yolluları”, “yolsuzları’’, ayakkabı kutularını...
Hasılı her iktidar olanın muktedir olamayacağını..
(...)
Bu noktada şu sıralar çokça okuyup dinlediğim Pir Sultan Abdal’dan bir dörtlük yazmadan edemezdim:
Sen söylersin söz içinde sözün var,
Çalarsın, çırparsın... Oğlun kızın var.
Şu dünyada üç beş arşın bezin var,
Tüm bedesten senin olsa ne fayda...”
Şirkin dik âlâsı 

Eğitimci-yazar Sakin Öner, İşi Erdoğan’a tapınmaya vardıran AKP’lilerin Allah’a şirk koşan tavrına tepkili:

” Adalet Bakanı Bekir Bozdağ: ALLAH ŞİRK, DEVLET ŞERİK KABUL ETMEZ.
Bilgeler: Allah şirk(ortak) kabul etmez ama, devletin toplumsal etki grupları kadar şeriki(ortağı) vardır. Yani devlet “şirket” gibi bir ortaklıktır.
Atatürk: Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
Bazı kişilerce tanrılaştırıldığını söyleyen art niyetlilere cevabı bizzat Atatürk veriyor: Ben bir faniyim, nefsim bir gün mutlaka ölümü tadacak ve vücudum toprak olacaktır.

AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan (Başbakan için): Allahın bütün sıfatlarını üzerinde toplayan bir lider...

Şimdi soruyorum, bu sayın milletvekilinin döktürdüğü incilerin içeriği Allah’a şirkin dik âlası değil mi? "

BOP Ötesi...

Bir mektup da 23. dönem MHP Mersin Milletvekili Behiç Çelik’ten...
Fas’tan Pakistan’a uzanan coğrafyada İslam ülkelerinin sınırlarının değiştirilmesi, batıya bağımlılığının arttırılması ve İsrail’in güvenliğinin sağlanması prensiplerine dayanan BOP’un ömrüne paralel, Müslüman ülkelerdeki ”işbirlikçi liderler“in de ömrünün tükendiğine dikkat çeken Çelik ”BOP ötesi senaryolar“a işaret ediyor:
”BOP ötesi yeni senaryolar“ başlıca ilgi alanımızı oluşturmalıdır. Türkiye’de şiddetlenen iktidar ve güç kavgasının en belirgin amillerinden biri budur.
Medeniyetler arası ittifak safsatası, İspanya eski Başbakanı ile Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan arasında sürdürülmesi istenen bir etkinlik ve politika idi; sekteye uğradı. Ancak yeni yapı ve yeni aktör arayışları sürüyor. Nitekim Türkiye’de Hıristiyan kadim vakıflarla, eski kiliselerin diriltilmesi, ayinlerin Anadolu’ya yayılması, onbinlerce ev kilisesinin teşkiline imkân ve fırsat verilmesi hep bu ittifak modelinin gayretlerinin eseridir. (...) Burada diyalogdan amaç olsa olsa Hıristiyanlığın kültür öğelerinin İslam toplumlarına yedirilmesinin önünü açmak olarak düşünülebilir. Diyalog düşüncesi, İslam toplumlarında yozlaşmaya, iman ve itikat erimesine ve dolayısıyla teslim olmaya hazır mankurtlar haline dönüşmeye sebebiyet verecektir. Türkiye’de son bir ay içinde meydana gelen olaylara bakınca başkalarına hizmet etmenin dayanılmaz hafifliği içinde çırpınan çevrelerin, yeni siyasal format aşamasında kendilerine yer kapma mücadelesi içinde, karşılıklı yok oluşa doğru yaklaştıkları görülmektedir. Dileğimiz ülkemizin bu badireden en az zararla çıkmasıdır. 

İşime gelince referandum, gelmeyince tekme-tokat rejimi
“Haberiniz” adlı internet sitesinde de yazan Alperen Budak, Erdoğan’ın 12 Eylül referandumu öncesi ve sonrasında söyledikleriyle şimdiki tavrını kıyasladıktan sonra bakın neyi soruyor:

“3 yıl önce halka sorarak değiştirdiğiniz kanunu, bugün neden halka sorma gereği duymadan alelacele değiştiriyorsunuz?
Ve 3 yıldır her tartışmalı karardan sonra “yargının verdiği karar hakkında konuşmak doğru olmaz” derken,  bakanların suçlandığı, bakan çocuklarının tutuklandığı süreçte yargıya demediğini bırakmayan sizlerin adalete dair sözlerine nasıl güvenebiliriz?
(...)
İşinize gelince “referandum”, gelmeyince “tekme/tokat” diyorsanız, milletin vuracağı tekmenin acısını ömür boyu  hissedersiniz.”

Açılış

Sabah işe giderken, Başbakan’ın 14 Ocak’ta açılışını yaptığı “Tesis”lerden Kızılay’daki “ Dış Cephe” ye yeniden iskele kurulmaya başlandığını gördüm.  
30 Mart’a kadar o binayı bir daha açar mı? Ne dersiniz?

İbrahim Dumanay / Ankara 

PKK’lıları yeniden yargıla-ma!

Hukuk fakültesi öğrencisi Abdullah Alboğa’dan, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun  “formülü”ne itiraz var:
“Birileri bir plân semineri yazıyor...  Mucit mi dersiniz, evliya mı; Microsoft’un 2007’de piyasaya sürdüğü yazı fontunu 2003’te kullanmaya başlıyorlar... Bu gün bile hali hazırda bulunmayan sokak adlarını zikrediyorlar... Paralel hakimlerce, meşruiyeti olmayan özel yetkili mahkemelerde, gerek usul, gerekse de esas bakımından hukuk dışı yargılamaya tabi tutuluyorlar... Aralarında 2 kez ağırlaştırılmış müebbet cezaya çarptırılanlar var. 
Sonra, “baş danışman” çıkıyor, bunların tamamının komplo olduğunu söylüyor. Dün onların suçsuzluğunu haykıran, Türkiye Barolar Birliği Başkanı da  “Gelin yeniden yargılayalım”  diyor. 
Bunu ben söylesem, bir yer de makul karşılanabilir. Netice de ben görme engelliyim. Ama yargının kurucu unsuru olma önemine haiz olan kişi, bu formülden PKK’lıların da yararlanacağını görmüyor mu!”

***

Gün Gelecek


Gün Gelecek

Işık Kansu

CHP’nin hukuk işlerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan ile küçük bir söyleşi:
- Başbakanların savcılıkça hakkında soruşturma açılmış oğullarını koruma, sakınma yetkisi var mıdır?
- Başbakan’a, aranan bir şüpheliyi koruma yetkisi tanıyan bir yasa yoktur, ama Başbakan, hakkında soruşturma açılmış oğlu ile birlikte Başbakanlık makam arabasında dolaşmaktadır. Bir şüpheli hakkında gözaltı ya da yakalama kararı varsa her polis, bu kararı yerine getirmekle yükümlüdür. Dolayısıyla Başbakan’ın koruma polisleri, çevresindeki Emniyet görevlileri ve İstanbul Valisi, yataklık suçunu, en hafifinden görevi kötüye kullanma suçunu işlemişlerdir. 

- Hukuksuzluk, yasaların ve hatta anayasanın tanınmaması nereye kadar gidecek?

- Tarih, gözünü karartan siyasetçilerin sonunda zararlı çıktıklarını kanıtlamaktadır. Yakın geçmişte hukuksuzlukları yaratanlar ile ittifak eden siyasi iktidar, şimdi kendi yolsuzlukları ortaya çıkınca hukuksuzluktan yakınmaktadır. Başbakan telaş içinde yolsuzlukların üstünü örtme çabası içindedir. Belki bugün için görevliler susturulabilir, soruşturmalar durdurulabilir ama unutulmasın ki, devletin kayıtlarından hiçbir şey silinmez. Gün gelecek, tüm yolsuzluk ve hukuksuzlukların altında kalacaklardır.

Yok Yok

Deneyimli meslektaşımız Emine Kaplan, yolsuzluğa ve rüşvete bulaşmış bakanların fezlekelerinde yazılanları haberleştirdi. Birisi 28 kez, diğeri 10 kez, bir diğeri de 3 kez rüşvet almış. Aldıkları da az buz değil, milyon dolarlar değerinde.
Recep Tayyip Erdoğan’ın umurunda bile değil. İşi gücü, önüne geleni suçlamak, bağıra çağıra olup biteni perdelemek... 
CHP’li Mahmut Tanal, çok güzel özetliyor yaşadıklarımızı:
“Bir bakanın ailesini yanına almış, tutuklu işadamı Rıza Sarraf’ın özel uçağıyla umreye gittiği manşetlerde çıktı. Bugüne kadar tek bir yalanlama yok, ortaya konulmuş bir fatura yok, ‘Gitmedim’ diyen yok, ‘Gitmedi’ diyen de yok.
Aynı bakanın 700 bin liralık bir saati hediye adı altında rüşvet olarak aldığı iddia ediliyor, aradan neredeyse kırk beş gün geçti, ‘Almadım’ diyen yok, ‘Alın size bu saatin faturası’ diyen yok. ‘700 değil de şu kadardı’ diyen yok, ‘Hayır, almadım’ diyen yok. 

Bir başka bakanın elbise kılıfına doldurulmuş dolarları alarak rüşvet aldığı iddia ediliyor, telefon tapeleri ortada dolaşıyor. ‘Almadım’ diyen yok, ‘Elbise hediye edilmedi’ diyen yok, ‘Elbise geldi, alın size faturası’ diyen yok, ‘Elbisenin içerisinde para yoktu’ diyen yok. Bir başka bakanın oğlunun evinde 6 çelik kasa yakalanıyor. Bir evde 6 kasa neden tutulur? Cevap yok. Tek bir cevap var: ‘Yalı sattı, onun parası’ dediler. Bu yaşta, bu çocuk bu yalıyı alacak parayı nerede kazandı, soran yok. Bir banka müdürünün evinde ayakkabı kutularının içerisinde milyon dolarlar çıkmış, ‘İmam hatip yaptıracaktı, para topladık’ dediler. Bağış toplamak, yardım toplamak için valilikte veya kaymakamlıkta bir para toplanma izni olur. Burada yardım toplama izni yok, yardım yapanlar ortada yok, yardım paralarını neden evde tuttu, soran yok. İşadamı Ali Ağaoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne rağmen, İstanbul AKP İl Başkanı’na rağmen, Çevre ve Şehircilik Bakanı’na rağmen konuşup emsal değişikliği yaptırdığına dair tapeler ortada dolanıyor. Bunlara ‘Yalan’ diyen yok, ‘Böyle bir konuşma yapmadım’ diyen yok, savcılığa şikâyet eden yok, dava açan yok, ‘Bunlar iftiradır’ diyen yok. 
Rıza Sarraf’ın ailesiyle birlikte kişi başına 1 milyon dolar rüşvet verip Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşı yapıldığı iddia ediliyor. ‘Ortalıkta böyle bir Bakanlar Kurulu kararı yok’ diyen yok, ‘Böyle bir iş olmadı’ diyen yok, ‘Hayır, yapılmadı’ diyen yok.”

Hoş

Recep Tayyip Erdoğan’ın “hocam” paşası Hilmi Özkök, tutsak emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ yeniden yargılanırsa tanık olurmuş. Diyor ki:
“Bana neden tanıklık etmediğimi, mahkemeye gitmediğimi sordular. E gitsem zaten dinlemiyorlar. Işık Paşa’da gördük. İyi ki de gitmemişim. Emekli de olsa bir Genelkurmay Başkanı’nın mahkeme kapısından dönmesi hoş bir şey değil.” 
Tanıklık ederse, Hilmi Özkök’e sormalılar:
“Emekli de olsa bir Genelkurmay Başkanı’nın yıllardır cezaevinde yatması, ‘terörist’ suçlamasıyla hüküm giymesi sizce nasıl bir şeydir?”

Aynısı

İskenderun muhabirimiz Akın Bodur, geçen temmuz ayında Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş ile bir söyleşi yapmış, Gezi olaylarını sormuştu. O dönemde AKP’li olan Lütfü Savaş, “Gezi olayları dış güçler kaynaklı ve amacı hükümeti yıkmaktır” demişti. 

Akın, AKP’den devşirilip CHP’den Hatay’a Belediye Başkan adayı yapılan Lütfü Savaş’a geçen günlerde bu sözlerini anımsatıp “Şimdi ne düşünüyorsunuz?” diye sormuş. Savaş, “Aynısını düşünüyorum” demiş. 
Vay benim, haziran eylemlerinde özgürlük ve demokrasi için şehit düşmüş çocuklarım... 
Yanarım, yanarım, onlara yanarım...  



***


Bilal de hesap versin! Sarıgül’e de sorulsun


Bilal de hesap versin! Sarıgül’e de sorulsun!

 Necati Doğru

Siyaset manzaraları dikkat çekici: Bilal’i babası makam otosuna bindirip, cami inşaatı teftişine götürürken; TV’ler çağrılıp halka duygu gösterisi yapıldı. Ömer’i de babası sahneye çağırıp kucakladı, TV ekranlarından halka duygusal anlar yaşatıldı. Başbakan baba Tayyip, oğlunu ve kendini cami teftişinde aklıyor. İstanbul Belediye Başkan adayı baba Sarıgül de kendini aklamak için oğluna sahnede sarılıyor.
Duygusal örtü gerçeği gizler.
Duygusal örtüyü kaldıralım.
Bilal de hesap versin.
Sarıgül’e de hesap sorulsun.
Bilal’in TÜRGEV’inde çok rantlar döndü. Mahkeme el koysun. Adalet Bilal’e ve babasına hesap sorsun. Sarıgül’ün banka batırmış ve halkın sırtına yüklemiş Korkmaz Yiğit adlı işadamıyla “borç-alacak ilişkisinden” Hazine ne zarar gördü? Ne kadar kamu parası iç edildi ve bu para ilişkisi bugüne kadar niçin halktan gizlendi? Savcılar ve yargıçlar Sargül’e de Kokmaz Yiğit’e de ve bugüne kadar bekleyen TMSF’ye de hesap sorsun.

* * *
Önümüzde tek seçenek var.
Temiz Türkiye olmak.
Ya Temiz Türkiye olacağız.
Ya bu çağda kirli bir diktatörlük olarak (Tayyip dinci diktatörlüğü-Fethullah nurcu diktatörlüğü- ordunun Mısır tipi darbe diktatörlüğü fark etmez) kalacağız. Temiz Türkiye olabilmek için ülke yönetimine önümüzdeki üç seçimde halkın “kirlenmemiş ve siyaseti ayakkabı kutusuna dolar doldurarak zenginleşme aracı yapmamış en temiz adayları” bulup seçmesi gerekir.
Sarıgül olayı 16 yıl önceye gidiyor.
16 yıl önce Bank Ekspres vardı.
Bu bankanın sahibi Korkmaz Yiğit, bankacılık tarihine mafya lideriyle ilişki peydahlayıp devlet bankası alım ihalesine girince “vücut kimyası bozulan” işadamı olarak geçti.
Bu deyim arşivlerde var.
Girin, hikayesini okuyun.
Korkmaz Yiğit, bir yandan aklın kabul etmeyeceği yüksek paralar verip ülkenin büyük gazete, dergi, TV’lerini (Milliyet-Yeni Yüzyıl- Kanal 6) yazarlarıyla birlikte satın alan ve bir gecede şerefine şampanya patlatılan büyük bir medya patronu olmuştu. Bir yandan da içi dolar dolu Türkbank’ı elinden kaçırınca Bank Ekspres’i kurmuştu. Bank Ekspres 1998 yılında 415 milyon dolar zararı devletin sırtına yükleyerek battı. Bu paranın 311 milyon doları buharlaşmıştı. TMSF bu parayı Korkmaz Yiğit’ten tahsil etmedi, halka ödetildi.

* * *
Buharlaştırılıp halka ödetilen 311 milyon doların içinde Sarıgül ve arkadaşlarının 16 yıl önce bankadan 3.5 milyon dolar olarak çektiği ve bugün faizleriyle 8 milyon dolara ulaştığı söylenen para da var mı, yok mu?

Sarıgül diyor ki:

16 yıl önce milletvekili değildim.
Belediye başkanı da değildim.
Şöför Hasan’ın oğlu Sarıgül’düm.
16 yıl önce sade vatandaştım.
Bankadan böyle bir para almadım.
Böyle bir kredi kullanmadım.
16 yıldır bir tek gün gelmediler.
Ekspres’e borçlusun demediler.
Şimdi malıma el koydular.
Halk beni seçecek, korktular.

* * *
Bilal’in TÜRGEV’ine ne aktarıldı?
Sarıgül’ün kesesine ne dolduruldu?
Bilal de mahkemede hesap versin.
Sarıgül’e de mahkemede sorulsun.
Temiz Türkiye istiyoruz.

Bu ne iş ey TMSF!

Bank Ekspres 1998 yılında battığında devlete yüklediği buharlaştırılmış para 311 milyon dolar görünüyordu. TMSF’nin bu miktar para için Bank Ekspres’in batmasından sorumlu kişiler olan yönetim Kurulu Başkanı Korkmaz Yiğit ve Yönetim Kurulu üyeleri; Yılmaz Yiğit, Savaş Özcan, Altan Ayanoğlu, Cafer Sait Okray, Yücel Çelik ve denetmenler İzzet Saban ile Emre Burçkin’in mal varlıklarına el koyması gerekirdi. Tıpkı bugün Mustafa Sarıgül’e yaptığı gibi TMSF o zaman mal varlıkları 311 milyon doların 10 kat üstünde olan bu kişilerin mal varlıklarına el koysaydı, hortumlanmış parayı toplamış olacaktı. Şimdi sormalı: Bu ne iş ey TMSF?

**

Kader’in Kaderi!


Kader’in Kaderi!

Barbaros Şansal

Biliyorsunuz; 11 yaşında evlendi, 12’sinde anne oldu, 13’ünde ölü bebek doğurdu ve 14’ünde kurşunlanıp vuruldu. İnsanlık bakın nasıl uyutulmuştu? 
Serin bir İstanbul akşamı 3-5 arkadaş çıkıyoruz İstiklal’e,
Galatasaray’da pedofiliye dur demek için şevkle.
Hemen Anıt’ın önünde 50-60 kadın, biz yaklaşınca öfkeli gözlerle etrafı süzmekte...

Çağrılara destek verip koşmuştuk haykırmaya,

Ne İHD ne ÇHD ne de başka STK vardı yanlarında.
Bir genç hanım yanaşınca yanıma,
Bir mor bayrak bir de poster vardı artık kucağımda. 
Kadın cinayetleri ve pedofilide dünya 2.si olmuşuz.
Meğerse namus diye biz çoktan yaşam hakkımızı vurmuşuz.
Aslına bakınca çoktan uyumuşuz,
Erkeksiz kadın davasını hep yanlış okumuşuz.
Hışımla geliyor bana hemen bir başka kadın,
Elimdekileri alıyor “yasak” diye, hadi bakalım anlayın.
Erkeklere kapalıymış bu eylem!
Uyarım: Siz lütfen bir kenarda kalın!
Ayrılmak istiyorum kırgınlıkla alandan,
Yakamdaki taktıkları rozeti yere atmadan,
Kenara ayrılınca hiç uyarmadan 
Bir başka katılımcı yanımda, belli rahatsız olanlardan.
Boşverin siz onları,
Desteğiniz önemli bakın burada basın mensupları!
Bende de bireysel katıldım,
Takmayın kafaya bazılarının saçmalıklarını.
Dönüyoruz grubun arkasına,
3 -5 Erkek serseri alay eder yanı başımızda.
Birkaç yetersiz cılız konuşmacı yanında, elbette malum sloganlar da olmalı.
Çabukça bitiyor garip eylem,
Şimdi yüzyüze konuşup çözülmeli sorun hemen 
Kuruculardan biri bizimle,
Bakın bize neler izah ederken.
Erkeklere kapalıymış bu eylem,
Konuşmacı erkeğin ölü kadını var ya, bu yüzden o elzem!
Kenarda durup alkışla desteklenmeliymiş!
HEP ve Platformun demokratik iç tüzüğü bu, yersen...
İki kanadı var toplumun ey ahmak!
Erkek düşmanı olursan adın hep olur oynak,
İlla cenaze mi lazım isyana?
Sen bu kafada kaldıkça adın kalacak hep çaylak.
Kader’in kederinde kanın var,
Bu kafada gittikçe ne adın ne sanın var 
Öfkeni kullanma çocuk bedenine, 
Unutma kadının da artık bir adı var.

***

50 Senen Sonra AKP Nasıl Hatırlanacak?


50 Senen Sonra AKP Nasıl Hatırlanacak?

Arslan Bulut

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, herkese durumu yeniden değerlendirmek için çok güzel bir bakış açısı sundu.
Soru şu: “50 yıl sonra nasıl hatırlanacağız?” 
Davutoğlu, “Ben hep, ‘10 yıl, 20 yıl 50 yıl sonra nasıl hatırlanacağız’ diye düşünüyorum. 50 yıl sonra geriye dönüp bakıldığında ne Gezi manipülasyonları ne de 17 Aralık’taki dolaylı darbe operasyonları akla gelecek. 50 yıl sonra iki şey akla gelecek. Birincisi, çözüm süreci. Kardeşliğimizin tekrar dirildiği, bu topraklarda fitne tohumları ekmek isteyenlere karşı Türkü, Kürdü, Arabı, Boşnağı ile her kesimden gelen vatandaşlarımızla omuz omuza verdiğimiz çözüm süreci. İkincisi de 200 yıldır ilk defa Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan dönemde devletimizin borçlarının sıfırlanmış olması” dedi. 
Siyasi sözleri inceleyeceğim de Türkiye’nin bütün borçlarını ödediler mi gerçekten! 500 milyar dolar borç ne olacak peki? 

***
Kabul edelim ki bugün halkın büyük bir kısmının nasıl düşünmesi gerektiğini Tayyip Erdoğan ve arkadaşları belirliyor. Öyle ki vatandaş, “Soyuyorsa beni soyuyor, sana ne” diyebiliyor. Tabii bu durum, aklın ve mantığın tamamen devre dışı bırakıldığının açık bir göstergesi... Artık Tayyip Erdoğan’ın bilmem neresinin kılı olmak isteyenler de var, onu Allah’ın bütün sıfatlarına sahip bir kişi olarak gören milletvekilleri de... Geçenlerde arkadaşım, inşaat mühendisi Mustafa Can anlattı. Yolsuzluk operasyonları sırasında gözaltına alınıp serbest bırakılan bakan çocuklarından Abdullah Oğuz Bayraktar’ı küçüklüğünden beri tanıyormuş. Başlangıçta, AKP ile hiçbir ilgisi olmayan milliyetçi bir gençmiş. Mustafa Can, “Oğuz, baban AKP’den milletvekili ve Bakan ama sen böyle bir çocuk değildin. Bu değişimin sebebi nedir? Ne oldu da AKP’li oldun?” diye sormuş... 
Oğuz, “Ağabey, biz aslında Polat Alemdarcı idik... Kimseye boyun eğmeyen ve yaptıklarından dolayı kimseye hesap vermeyen bir adam... Tabii bu bir film kahramanıydı ama bizim özlemlerimizi yansıtıyordu. Gerçek hayatta ise Polat Alemdar’ın özelliklerini Tayyip Erdoğan’da bulduk. O da kimseye boyun eğmiyor ve kimseye hesap vermiyor. Babam da AKP’li olunca geçiş kolay oldu” diye cevap vermiş. 

Tabii bu içten sözler de gerçeğin sadece bir yüzünü yansıtıyor. 
Fakat “kimseye hesap vermemek” arzusu ilginç!
Hayrettin Karaman da 17 Aralık yolsuzluk operasyonunu değerlendirdiği yazısında, “hâkimleri kim denetleyecek?” diye soruyor, “kendileri mi?” diye bir daha soruyor ve “demokrasilerde son söz milletindir” diye hüküm veriyordu. 
Oysa hırsızlığın oylaması olmaz. Hırsızın hırsız olduğu yargı önünde delilleriyle ispatlanırsa, cezayı millet adına hâkimler verir. İslam hukukunda da böyledir. 
Yine önüne geleni öldüren bir film kahramanının kimseye hesap vermemesi özenilecek bir durum değildir. Tayyip Erdoğan’ın kimseye hesap vermemesi, hesap soran savcıları, polisleri görevden alması, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile oynaması, suçlu olmanın telâşı değil midir? 

***
AKP, 50 yıl sonra, milleti etnik kökenlerine göre bölen, “Türk Milleti” anlayışına savaş açarak, milletin adını ortadan kaldırmaya çalışan, engel olarak gördüğü TSK mensuplarını ve aydınları tasfiye etmek için, “devlet içindeki bir çete”nin işlediği Hrant Dink, Papaz Santoro ve misyoner cinayetlerini, onların üzerine yıkan, böylece milli orduya kumpas kuran, Müslüman Kardeşler örgütü ile işbirliği yaparak, Türkiye’yi komşuları ile karşı karşıya getiren ve iktidarı süresince, yandaşlarını zengin eden muhalifleri ezen ve halka devamlı yalan söyleyen bir iktidar olarak anılacaktır.


***

Türkiyede Tarım Hakkında Bilgi

Türkiyede Tarım Hakkında Bilgi


Tarım denince akla tarla bahçe işleri gelir. topraktan ekme dikme yoluyla elde edilen ürünlere tarım ürünleri denir. türkiye arazilerinin 1/3 tarım amaçlı kullanılır. yurdumuzda çalışan nüfuzun yarısına yakını tarımla uğraşır. dolayısıyla tarım ülkemiz için çok önemli bir geçim kaynağıdır.

Uzun yıllar boyunca ihracatımızın % 80′ den çoğunu tarım ürünleri oluşturmuştur. son yıllarda bu oran % 25′in Altına düşmüştür. ama bu azalmanın sebebi sattığımız tarım ürünlerinin azalmış olması değildir. tam tersine tarım ürünleri satışımız da artmış buna karşın sanayi mallarının payı hızla çoğaldığı için Toprak ürünlerinin ikinci plana düşmüştür.

Ülkemiz günümüzde geniş tarım alanları bol çeşitli ürünleri yüksek üretim miktarı ve çalışkan çiftçisi ile bütün dünyada kendi kendini besleyebilen ayrıca dışarıya da ürün satan şanslı ülkelerdendir. dünyada böyle ülkelerin sayısı çok azdır.
Türkiye son yıllarda önemli gelişmeler göstermiş özellikle son 50- 60 yıl içinde ihtiyaç fazlası ürünler yetiştirmiştir. Cumhuriyetimizin kurulduğu yıllarda
Türkiye kendini besleyemez durumda idi. dışardan Tahıl ekmeklik Un hatta Limon alıyordu. ülkemizde çay muz şeker pancarı yetiştirilmiyordu. ekilen Topraklar azdı. tarım ilkel metotlarla yapılıyordu. suni gübre tarım makineleri kullanılmıyordu. Sulu tarım çok sınırlı idi. verim ve üretim çok düşüktü. ona rağmen halkın % 80 gibi bir kısmı tarımla uğraşıyordu.
Son yıllarda tarım alanları çok genişledi. meselâ 1938′de ekili ve ve dikili alanlar türkiye yüzölçümünün %19′u kadar bir yer kaplıyordu. bu oran günümüzde % 36 olmuştur. bundan başka bağlar bahçeler ve sebze yetiştirilen Topraklarda da büyük artış oldu. bu durum tarımın gelişmesine bir etkendir.
Tarımsal gelişmeyi sağlayan başka sebepler de var. devletin çiftçiye kredi sağlaması satış ve Pazarlama işlerinde faydalı olan büyük kooperatiflerin kurulması devlet çiftçileri yol Su Elektrik konusunda köye götürülen hizmetler bu kalkınmada önemli rol oynamıştır. ayrıca yapılan barajlarda sulu tarım alanlarının genişlemesi sana i gübre ve tarım ilaçlarının kullanılması iyi cins tohumluk dağıtımı da üretimin ve verimin artmasında önemli bir etken olmuştur.
Türkiye’mizin bugün dünyanın önemli tarım ülkeleri arasına girmesinin sebepleri bunlardır. türkiye topraklarından yararlanma oranları
Ülkemizde tarıma elverişli Toprakların tamamından yararlanılmamaktadır. topraklarımızdan yararlanma oranı daha çok iklim ve yer şekilleri özelliklerine bağlıdır. ülkemizde yüksek dağlık kesimler geniş olan dağlar. dik yamaçlar çoktur. buralarda topraktan faydalanma çok kısıtlıdır. buna göre ülkemiz arazisinin % 36′sı orman ve % 60′sı diğer alanlar (yerleşim birimleri tarıma elverişsiz çıplak kayalıklar gibi ) dır.tarımdaki makineleşmenin etkisiyle çayır ve otlakların alanı daralırken tarım alanlarımız genişlemektedir bölge yüzölçümüne göre ekili dikili alanların oranları
1.Marmara bölgesi : % 30
2.iç Anadolu bölgesi : % 27
3.ege bölgesi : % 24
4.g. doğu Anadolu bölgesi : % 20
5.Akdeniz bölgesi : % 18
6.Karadeniz bölgesi : % 16
7.doğu Anadolu bölgesi : % 10
Türkiye’ de tarımı etkileyen faktörler
1) Sulama

Her Bitkinin suya ihtiyacı vardır. toprak bitkisine göre uygun zamanlarda ve yeterince sulanmalıdır. sulanmayınca topraktan yeterli ürün alınamaz.
Türkiye tarımında en büyük sorun sulama sorunudur. tarımda sulama ihtiyacına en fazla olduğu bölgemiz g.doğu
Anadolu bölgesi iken bu sorunun en az olduğu bölgemiz ise Karadeniz bölgesidir. ülkemizde önemli barajlar yapılmıştır.bunların sayısı daha da çoğaltılmalıdır.
sulama sorunu çözüldüğünde;

•Üretim artar.
•Nadas olayı ortadan kalkar.
•Tarımda iklime bağlılık büyük oranda azalır.
•Üretimde süreklilik sağlanır.
•Üretim dalgalanmaları önlenir.
•Yılda birden fazla ürün alınabilir. bu konuda en şanslı bölgemiz Akdeniz en şanssız bölgemiz doğu
Anadolu’ dur.
•Daha fazla sebze tarımı yapılmayan yerde bu artar.
•Tarımda ürün çeşitliliği artar.
•Köyden kente göçler azalır.
2)Gübreleme
Gübreleme eksik olan besin Maddelerini toprağa verme işidir. tarım da sulama sorunu çözüldükten sonra üretimi daha da artırmak için gübre kullanımı arttırılmalıdır. toprak için en faydalısı doğal gübredir. ancak bu yeterli olmadığı için sun’ î gübre kullanılır. ülkemizde üretimi az olduğu için çeşitli ülkelerden gübre ithal ederiz.
3) Tohum ıslahı
Tarımsal üretimde kaliteli tohumun kullanılması çok önemlidir. sulama ve gübre sorunu çözüldükten sonra verimi daha da arttırmak için kaliteli tohum kullanılmalıdır.
Türkiye’de kaliteli tohum üretme konusunda devlet üretme çiftlikleri ve tohum ıslah istasyonları çalışmalar yapmaktadır.
4) Makina kullanımı
Makine kullanımı tarımda ürünü artırmanın önemli unsurlarından biridir. son zamanlarda tarım makineleri hızla çoğalmıştır. buna bağlı olarak da tarım üretimimiz artmıştır.
tarım yurdumuzda gelişebilmesi için ayrıca zirai mücadele yapılmalı toprak bakımı toprak analizi çiftçiyi destekleme gibi unsurlar rol oynar. çiftçi eğitilmeli ve kredi desteği sağlanmalıdır.

Destekleme alımı ve pazar

Çiftçinin elverişsiz piyasa şartlarından olumsuz etkilenmemesi için devlet bazı ürünlerde destekleme alımı yapmaktadır.
Destekleme alımı
Devletin çiftçinin malını belirli bir taban fiyat üzerinden alması olayıdır.destekleme alım yapılan ürünler:pamuk tütün ş. pancarı Buğday çay fındık k. üzüm k. incir k. kayısı haşhaş gibi dayanıklı ve sanayiye dayalı ürünlerdir.destekleme alımı yapılan ürünlerin üretiminde dalgalanmalar az olur ve fiyatı sürekli artar.
Tarım ürünleri
Tahıllar buğday
tahıl ekim alanının %73′ini oluşturur. buğday halkın temel besin maddesi ola Ekmeğin ham maddesi olduğu için ülkemizde çok önemli bir bitkidir. buğday yetime döneminde yağış ister olgunlaşma ve hasat döneminde kuraklık ister. dolayısıyla
Karadeniz’de yetişmez. doğu Anadolu’nun yüksek erlerinde de tarımı yapılmaz. üretimin en fazla olduğu bölgemiz iç
Anadolu %31)dur. il olarak ise Konya Ankara Adana’dır.
Arpa
Buğdaydan sonra tahıllar içinde ikinci sıradır. en fazla hayvan yemi ve biranın ham maddesi olarak kullanılır. en çok iç
Anadolu ve g. doğu Anadolu da ekilir.
Mısır
Sıcak ve nemli iklim bölgelerinin bitkisidir. yaz Bitkisi olduğu için yaz yağışları önemlidir. yağışların yeterli olmadığı yerlerde sulamalı olarak yetişir.
Karadeniz bölgesi halkının temel besin maddesidir. ekim alanları yaygındır. en çok
Akdeniz bölgesi’nde üretimi yapılır.
Pirinç
Çeltik bitkisinden elde edilir. çeltik hem ülkemizde hem de dünyada önemli bir kültür bitkisidir. çeltiğin tarımı su içinde yapılır. en uygun tarım bölgeleri akarsu boylarındaki düzlükler ile sulak ovalardır.Çukurova’nın aşağı kesiminde amik ovası
Meriç deltası çarşamba ve Bafra ovaları çeltik tarımı için uygundur.
Çavdar ve yulaf
Kıraç topraklarda yetişe bilir. Yulaf serin ve nemli bölgelerde de yetişebilir. en fazla üretimi yapıldığı yer iç
Anadolu’dur.baklagiller
Mercimek
Kuraklığa dayanır. en çok g. doğu Anadolu’da yetiştirilir (kırmızı mercimek). ikinci sırada yeşil Mercimek üretimiyle iç
Anadolu’dur.
Fasulye
Sulanabilen her yerde yetişebilir.
Sanayi bitkileri
tütün
Tütün üretiminde Türkiye dünya piyasasında tanınmış bir ülkedir. ihraç ürünlerimiz arasındadır. her bölgede yetiştirilebilir. ancak üretimi devlet tarafından sınırlandırılmıştır. üretim sırası 1.ege bölgesi (Manisa
İzmir aydın Muğla denizli uşak çevresi); 2.g. doğu Anadolu; 3. Karadeniz bölgesidir.
Şeker pancarı
Yurdumuzda tarımı 1925′te uşak’ta başlamıştır. ülke ekonomisi için önemlidir.suyundan şeker posasından hayvan yemi yapılır. ılıman iklimde yetişir. ülkemizde geniş bir alanda üretimi yapılır. ancak kıyı bölgelerimizde daha fazla gelir getiren ürünler üretildiği için tarımı yapılmaz.
Pamuk
Önemli ihraç ürünlerimizdendir. pamuklu dokuma sanayinin önemli ham maddesidir. alüvyol toprakları sever ayrıca sıcaklığa ihtiyacı vardır. yetişme döneminde bol su hasat zamanında yağışsız Hava ister. üretimin büyük bir kısmı ege bölgesi ile
Akdeniz bölgesi’nde yetişir. özellikle Çukurova Ceyhan ovası ile Antalya bölümü kıyı kesiminde yetiştirilir.
Iğdır ovası ve g. doğu Anadolu’da da pamuk üretilir. ülkemiz dünyanın sayılı pamuk üreticilerindendir.
Çay
Tropikal iklim bitkisindendir. Sıcaklık bol yağış isten ve nemli hava isteyen bir Ağaç çıktır. yurdumuzda çaya uygun en iyi yetiştirme şartları d.
Karadeniz bölümü’dür. rize başta olmak üzere ordu’dan Gürcistan sınırına kadar olan kıyı kesiminde tarımı yapılıyor. çay üretimi son yıllarda 140-150 bin ton arasında değişmiştir.ihtiyaç fazlası ihraç edilir.
Diğer sanayi bitkileri
Haşhaş da sanayi bitkisidir. orta Anadolu bölgesi ve iç batı Anadolu’nun güneyinde yetiştirilir. ilaç yapılır. kenevir
Kastamonu ve çevresinde; susam Anason yer fıstığı Akdeniz bölgesi’nde gül Göller yöresinde ayçiçeği
Trakya ve güney Marmara’da üretimi yapılmaktadır.
Sebzecilik
Sebzeler çok fazla su ister. yurdumuzda en fazla Akdeniz bölgesi’nde üretimi yapılır.
Akdeniz bölgesi’nde turfanda sebzecilik çok gelişmiştir ve büyük gelir sağlar. seracılık Günden Güne yaygınlaşan önemli bir faaliyettir. ülkemizin sebze üretiminin ¼ kadarı
Akdeniz’de üretilir.
Sebze ürünleri arasındaki diğer ürünler
Bakla (daha çok batı bölgelerimizde). fasulye (en fazla orta Karadeniz’de) nohut (orta Anadolu) kırmızı mercimek (g. doğu) patates başta orta Anadolu olmak üzere yurdun her bölümünde yetişir.
Meyvecilik
üzüm
Yurdumuz asmanı ana vatanıdır. üzüm en çok üretilen ve tüketilen meyvelerden biridir. kışın -40c’ye kadar dayanır. üretimde başta ege bölgesi (Manisa
İzmir denizli) gelir. 2. g. doğu Anadolu bölgesidir. 3. iç Anadolu’dur. dünya kuru üzüm üretiminde birinciyiz ve ihracat yapmaktayız.
Elma
Yetiştirme alanı bakımından ikinci sıradadır. bütün bölgelerimizde tarımı yapılabilir.
Niğde Nevşehir Amasya tokat Kastamonu bursa burdur Isparta Antalya önemli üretim merkezleridir.
İncir
Akdeniz iklim bitkisidir.en fazla ege bölgesinde gelişmiştir. (başta aydın gelir).üretimin %80′i bu bölgeden karşılanır. ayrıca
Akdeniz g. Marmara g. doğu Anadolu Karadeniz kıyılarında da tarımı yapılır. dünya kuru incir üretiminde ilk sırada yer alıyoruz.
Fındık
Anavatanı Türkiye’dir. en iyi yetişme şartları Karadeniz iklim bölgesidir. üretimin %40′ı bu bölgeden sağlanır. ayrıca
Sakarya çevresinde tarımı yapılır.Türkiye dünya fındık üretim ve ihracatında birinci sıradadır.
Antep Fıstığı
Güney Doğu Anadolu’da en iyi şekilde yetişir. başta g. Antep ve ş. urfa gelir. ayrıca Akdeniz ve ege bölgelerinde çitlembik ağaçlarının aşılanması ile de üretilebilir. önemli ihraç ürünümüzdür.
Turunçgiller (narenciye)
(Portakal Mandalina Limon greyfurt turunç)
Tropikal iklim bitkisidir. en çok Akdeniz bölgesi’nde üretilir(%88). Antalya başta olmak üzere bütün
Akdeniz kıyılarında tarımı yapılır. ege bölgesi’nde İzmir’e kadar kıyı kesiminde g.
Marmara’nın bir kısmında o. Karadeniz de rize çevresinde ve g. doğu Anadolu’nun batısında tarımı yapılmaktadır.
Muz
Tropikal iklim bitkisidir. yurdumuzda Akdeniz kıyılarında tarımı yapılabilmektedir. bu gün Antalya- Gazipaşa- Anamur ilçelerinde gelişmiştir.
Kayısı
Bütün bölgelerimizde üretilebilir. en fazla tarımı orta Anadolu’da Malatya
Elazığ çevresinde gelişmiştir.
Badem
Kıraç arazide yetişebilir. bütün bölgelerimizde tarımı yapılabilmektedir. en çok iç
Anadolu’da Niğde Nevşehir çevresinde gelişmiştir.
İthal ettiğimiz tarım ürünleri
Pirinç Kahve Kakao Muz Kivi Ananas Hindistan Cevizi Hurmadır.

Önemli ihracat ürünlerimiz: 
Fındık, Antep Fıstığı, Pamuk, Tütün, kuru üzüm, kuru incir, kuru kayısı, haşhaş, gibi..,
***

TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ

TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ


Onur Dikmeci
21 Kasım 2017 Salı
TÜRKİYE'DE YÜKSELEN NATO KARŞITLIĞI VE TÜRKİYE NATO İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ

Soğuk Savaş'ın başlamasıyla Sovyetler Birliği yayılmacılığına karşı kurulduğu düşünülen fakat bu birliğin dağılmasından sonra Nato'nun genişleyerek etki havzasını arttırma gayreti içinde olduğunu görenler Nato'nun varlık sebebini yeniden sorgulama gayreti içerisine girdiler.

Nato'ya karşı olanların ürettikleri yeni dönem teoriler Soğuk Savaş'ın bitmesine rağmen Nato'nun varlığını devam ettirmesiydi. Bu durumda Nato'nun Sovyetler Birliği'ni çevreleme ya da dengeleme misyonunun çok ötesinde bir takım görevleri üstlendiği açıklamaktadır. Nato 1991 Roma zirvesiyle güvenliğe çok yönlü bir bakış açısı getirmiş ve eşitsizlik, terör gibi kavramların sınırlara konvansiyonel saldılardan bile tehlikeli olabileceği argümanını işlemiştir. O halde Nato sıradan tek yönlü bir askeri pakt olmanın ötesinde aynı tarihten beslenen ve çok yönlü güvenlik mekanziması tanımlayan ve tavsiye eden askeri misyonunun yanında siyasi, ekonomik ve kültürel yönleride olan bir birlik haline gelecekti. Daha sonraki yıllarda, enerji güvenliği, kadın ve çocuk hakları gibi kavramlara sonuç bildirisinde yer vermeside bu durumun aleni ispatıdır.

Yalnız burada Nato karşıtlarının savundukları Nato'nun dönüşümü ve yerinde tehdit algılamasından ziyade yeni dönemde yani tek kutuplu dünyada Abd egemenliği ve hegemonyasınının tesis edilmesinde ana sorumluluğu üstlenecek Uluslar arası bir polis gücünün temellendiği ve Türkiye'nin artık hiçbir şekilde bu birlikte yer almaması gerektiği yönünde olmuştur. Nato'nun 1990'lı yılların başından itibaren düzenlediği zirveler ve alınan kararlar incelendiğinde resmi üyesi olmayan ülkelerle de yakın ilişkiler geliştirdiği Rusya'nın hinterlandında hatta Ortadoğu'da bu işbirliklerini tesis ettiği sonucuna ulaşılmaktadır.

1994 Brüksel zirvesiyle Barış İçin Ortaklık projesini geliştiren Nato'nun BİO projesinin 8. maddesine göre BİO kapsamındaki üyelerin güvenliklerine yönelik tehditler halinde Nato'ya danışabilecekleri (Bağbaşlıoğlu, 2011) yönünde ifadeye yer vermesi uluslar arası güvenlik belirleyiciliğini Abd'nin üstleneceğini açık etmiştir. BİO kapsamında Azerbaycan, Beyaz Rusya, Bosna Hersek, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Gürcistan, Finlandiya, İrlanda, İsveç, İsviçre, Karadağ, Makedonya, Malta, Moldova, Sırbistan, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan hatta Rusya bulunduğuna göre Abd'nin Sovyetler Birliği mirasını yürütmek isteyecek bir Rusya'ya ya da panslavist Neo Çarlığa Müsaade etmeyeceği veya bu durumu tehdit olarak nitelendirebileceği analiz edilebilmektedir. Ancak bu vizyon yalnızca Rusya karşıtlığından ibaret değerlendirilemez, bahsedildiği gibi yeni güvenlik yapılanmasını elinde bulundurmak isteyen Abd'nin bu yöndeki çabasıdır. Abd'nin 1996 ve 1998 Milli Güvenlik Stratejisiyle ise ayrıca uyumludur. Çünkü bu stratejilerinde Abd egemen güç olma isteğini açıklamış ve tek taraflı güç kullanma ilkesini benimsemişti. Tek taraflı güç kullanma isteği ise Neo Con lobinin ''Demokratik Barış Tezi'' kavramıyla uyumlu Irak işgali ve Ortadoğu operasyonlarına ön koşul olabilecek bir kavram olarak belirmektedir.

Nato'nun Ortadoğu'ya yönelik geliştirdiği iki proje ise Akdeniz Diyaloğu ve İstanbul İşbirliği Girişimi olmuştur. 1995'de açıklanan Akdeniz Diyaloğu, Fas, Moritanya, Tunus, Mısır, İsrail, Ürdün, Cezayir'i kapsamaktadır. Ayrıca 1997'den itibaren bu ülkelerde irtibat ofisleri açılmıştır. 2004 yılında düzenlenen Nato İstanbul zirvesinde ise İstanbul İşbirliği Girişimi açıklanmış ve bu kapsamda Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt yer almıştır. Akdeniz Diyaloğu ile İstanbul İşbirliği Girişimi'nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkeleri Nato ile entegre stratejisinin parçalarıdır. Henüz bu ülkeler Nato'ya resmi üye olmamakla birlikte barış gücü ve Nato ile ortak tatbikat gibi unsurlara değinilmesi Nato'nun Rusya yayılmacılığı ile sınırlı bir konsept belirlemediğinin Afrika kıtasında bile faaliyet göstermesi, herhangi bir coğrafik dilimde güç boşluğunun başka ülkeler tarafından değerlendirilmek istenebileceği girişimine karşı aynı zamanda önleyici tedbiri içermektedir.

Türkiye'nin Yeni Arayışları

Rusya’nın St. Petersburg şehrinde 2013 yılında düzenlenen Üst Düzey İşbirliği Konseyi (ÜDİK) toplantısı sonrası Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, açıklamada bulunmuşlar Erdoğan ''Şanghay Beşlisine alın Ab'yi unutalım'' diyerek rota değişikliği imasında bulunmuştu.
Erdoğan, Avrasya ülkeleri ile serbest ticaret anlaşması yapmaya da hazır olduklarını kaydederek, “ŞİÖ’ye üyelik talebimizi daha önce de sayın Putin’e ifade etmiştim. Bunu önemsiyoruz…” dedi. Bu diyalogdan kısa süre önce ise Türkiye, Şanghay'ın gözlemci üyesi olmuştu.

Şanghay, istikbal vaad eden ülkelerin oluşturduğu genç bir birliktir. 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından komşu devletler arasında ortaya çıkması muhtemel sınır sorunlarını ve daha ziyade içeriye dönük güvenlik kaygılarını asgari düzeye indirgeyebilmek için hayata geçirilmiştir. Kısa sürede üye sayısı ve faaliyetlerini arttırmış; Özbekistan'ın üyeliği akabinde Pakistan, Hindistan, Moğolistan, İran ve Afganistan gözlemci statüsü ile birlikte yer almıştır. Singapur ve Beyaz Rusya'nın da örgütün ilk dialog ortakları olarak kabul edilmelerinden sonra 2001'den itibaren Dışişleri, Savunma, Ulaştırma Bakanlıkları arasında düzenli toplantı mekanizmalarının kurulduğu bir yapı haline gelerek verimliliğini arttırmıştır. Ağırlıklı olarak bölgesel iç güvenlik kaygıları neticesinde hayata geçen birliğin seyri uluslararası alanda yükselen etkinliği ile çok boyutlu minvale evrilmiştir. Birleşmiş Milletler'de 2004 yılında gözlemci statüsü elde edilmiş, 2010 yılında BM işbirliği antlaşması imzalanmış; ASEAN ve Kollektif Güvenlik Anlaşması örgütü ile karşılıklı mutabakat anlaşmaları imzalanmıştır. Öte yandan diplomasi, ekonomi ve kültür alanında işbirliğinide hedefleyen Şanghay'ın bu misyonu Abd'nin Asya ve Uzak Doğu çıkarlarını sınırlamaya başlamış ve Yeni Bir Varşova Paktı doğdu teorileri oluşturulmuştur. Bu teori tartışıladursun 2005 zirvesiyle Abd'nin Orta Asya'dan çekilme talebinin gündeme getirilmesi, 2007 Bişkek zirvesiyle tek kutuplu dünyanın kabul edilemeyeceğinin ilan edilmesi bu yapının gerçektende gittikçe Anti Abd, Anti Nato mizacına büründüğünüde göstermektedir.

Burada ek bir bilgi vermek yerinde olacaktır. 2002 yılında bölge üyelerinden Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya, Belarus ve Ermenistan'ın oluşturduğu Kollketif Güvenlik Örgütü'nden bahsetmemiz gerekiyor. KGÖ'nün Şanghay ile oluşturduğu karşılıklı etkileşim dikkat çekicidir. KGÖ ayrıca Nato benzeri bir Acil Müdahale Gücünü oluşturarak Orta Asya'nın asli Nato'su hüviyetine belkide Şanghay'dan daha yakındır. Çünkü KGÖ daha ziyade çok yönlü güvenlik örgütüne doğru gelişim göstermiştir. Şanghay güvenlik gerekçeleriyle hayatada geçirilse hiçbir belgesinde askeri bir yapı olarak tanımlanmaz. KGÖ'ye üye ülkeler Rus silahlarını iç pazar fiyatından satın alabilmekte fakat başka ülkelere ihraç edememektedirler. Bu durum örneğin geçmiş yıllarda Türkiye'ye verilen Nato silahlarının Nato onayı olmadan herhangi bir tasavvurda bulunamaması durumuna çok benzemektedir. Bu gerekçeyle Türkiye silah sanayi bir anlamda nasıl Nato'ya entegre olduysa, KGÖ'nün bu sistemide üye devletlerin silahlı kuvvetleri üzerinde Rus Genelkurmayı'nın denetimini doğurmaktadır. Ezcümle gelişen KGÖ ve Şanghay bazı hususlarda ortak güvenlik kaygıları taşıyan eşgüdüm içerisinde çalışan yapılardır. Her ne kadar Şanghay'ın gerçekleştirdiği 10.000 askerlik tatbikatların varlığı gerçekte olsa bunlar ağırlıklı olarak anti terör operasyonları olarak izah edilmekte ve KGÖ, Nato'ya daha benzer olarak tanımlanmaktadır.

Türkiye'nin Rusya ile yakınlaşması 24 Kasım 2015 yılında bir Rus uçağının düşürülmesiyle durmuş Türkiye politik manevra sahasını oldukça daraltmıştır. Fakat daha sonra ikili ilişkiler yeniden başlayacaktır. Türkiye nezdinde Abd müttefikliğinin ve Nato'nun sorgulanmasının en somut iki gerekçesi mevcuttur bunlardan birincisi 15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasının Abd ve Nato tarafından desteklendiği inancı ikincisi ise Türkiye'nin Milli Güvenlik Kurulu nezdince terör örgütü kabul ettiği Suriye Pyd'sinin Amerika tarafından silahlandırılma adımlarıdır.


15 Temmuz 2016

ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı General Joseph Votel 15 Temmuz'daki darbe girişiminin başarısız olmasının ardından ikili ilişkiler adına 'endişeli' olduklarını belirterek, ABD'nin bölgedeki operasyonlarının zayıflayacağını söyledi.

Colorado eyaletinde gerçekleşen bir programda konuşan Votel, darbe girişimi sonrası tutuklanan cuntacıların, "ABD ordusunun yakın müttefikleri" olduğunu ifade etmişti. Abd ordu yapılanması içerisinde Merkez Komutanlığı Ortadoğu operasyonlarının yürütüldüğü birimdir ve Nato ile yakın ilişkilidir. Bu sebeple Abd'li General'in açıklaması Nato ile paralel görülmüştür. Ayrıca çağırıldığı halde Türkiye'ye dönmeyen ve bulundukları ülkelerden iltica talep eden Nato'da görevli Türk subayların olduğuda açıktı. Anayasal Düzene Karşı Suçları Soruşturma Bürosu Başsavcıvekili Necip Cem İşçimen koordinesinde Savcı Mustafa Gökçe'nin NATO'cu subaylara ilişkin yürüttüğü soruşturmada önemli detaylara ulaşılmıştı. Birçok ülkede faaliyet yürüten NATO karargahlarında 462 Türk subayın görev yaptığı, bunlardan aralarında generallerin de bulunduğu 237'si hakkında FETÖ'den adli ve idari işlem yapıldığı medyada yer buldu. Bu orana göre Nato'da görevli Türk subaylarından yarısı iltica talebinde bulunmuş yani kalkışmaya destek vermişti. İncirlik üs komutanı Tuğgeneral Bekir Ercan Van'ın ise yine Nato'ya sığınmak istemesi tepkileri Nato'ya yöneltmişti. Washington Post gazetesi ise, dönemin Abd Dışişleri Bakanı Kerry’nin, “Türkiye’nin NATO üyeliği tehlikeye girebilir” dediğini yazmıştı. Financial Times gazetesinin haberinde ABD ve Avrupa Birliği’nin, Türkiye’de toplu tasfiyelerin yaşanmasından endişe duyduğu ve Ankara’yı uyardıkları aktarıldı. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, darbe girişimiyle ilgili olarak, Türkiye hükümetine demokratik değerlere bağlı kalması konusunda uyarıda bulunduğu gündeme gelmişti.

Türk siyasi tarihinde ilk kez Abd karşıtlığı Nato karşıtlığı ile doğru orantılı bir seyir izleme rotasına girmişti. Irak'ın Abd tarafından işgali, 4 Temmuz 2003 Türk askerinin başına Abd askerlerince çuval geçirme hadisesinin yaşandığı dönemde bile Türkiye'de yükselen Abd karşıtlığına rağmen Nato üyeliği geniç çapta ve yüksek perdeden sorgulanma gereği duyulmamıştı.

15 Temmuz'dan sonra Türkiye'nin Nato üyeliğinin sorgulanması resmi raporlarada yansımıştır. Türk Ordusu Fetö/Paralel Devlet Yapılanması ile ilgili hazırladığı resmi raporda ilk kez Abd ve Nato'yu hedef gösterdi:

''Pkk'nın liderinin yakalanarak ülkemize getirilişi ile Fethullah Gülen'in Abd'ye gidiş tarihleri arasında çok kısa bir zaman dilimi vardır. Fetö/Pdy'nin lideri yıllardan beri Abd'de yaşamaktadır. Son 15 yılda Abd'ye yüksek lisans ve doktora maksatlı eğitime veya bu ülkedeki milli veya Nato daimi görevlerine gönderilenlerin sayısı sürekli artmıştır. Bu personelden darbe girişimine fiilen iştirak eden Feö/Pdy ile iltisaklı olduğu tespit edilenlerin oranı dikkat çekecek boyutta yüksektir.''

Nato karşıtlığı ya da temkinli bakışı ile alakalı bir diğer gelişmede 3. Kolordu Komutanı Korgeneral Erdal Öztürk'ün tutuklanması olmuştur. Nato konsepti meydana gelebilecek ani terör olaylarıyla ilgili 48 saat içerisinde müdahale stratejisini belirlemiş ve bunu Almanya, Fransa, İtalya ile Türkiye'nin aralarında bulunduğu altı adet kolordu komutanlığı üstlenmişti.
Bu görevi ifa edecek Türkiye kuvveti ise 3.Kolordu Komutanlığı olduğundan bu komutanlık halk nezdinde Nato komutanlığı olarak anılmıştır. 3.Kolordu Komutanı'nın tutuklanması devletin Nato veya Nato ile ilişkili bir kuvvete müsamaha göstermeyeceği anlaışını ifade etmiştir.

Pyd'nin Abd Tarafından Silahlandırılması

Abd Ortadoğu stratejisinin önemli bir ayağını Suriye ile alakalı uygulamaya koymak istediği planlar oluşturmaktadır. Suriye ve Lübnan'ın tasfiyeleri, Ortadoğu'da yeni bir iç savaş düzenini başlatmakla kalmayacak jeopolitik etki alanını kaybetmeye yüz tutacak İran'ın farklı arayışlara girmesiyle Türkiye ve İran'ı karşı karşıya getirebilecek programa zemin hazırlayacaktır. Lübnan Başbakaını Saad Hariri'nin, Riyad'a gerçerek Lübnan Hizbullah'ını hedef göstermesi, İran'ın Rakka tahliyesine müdahil olma beyanından sonra Devrim Muhafızlarına saldırı düzenlenmesi Suriye'de Pyd'nin ordulaştırılma çalışmalarına ağırlık verilmesini hızlandırıcı bir sürece işaret etmektedir. Türkiye Milli Güvenlik Kurulu nezdinde Pyd'yi terör örgütü sınıflandırmasına almış, Abd'nin bu yapıyı silahlandırmasını resmi makamlarca eleştirdiği gibi Mgk toplantılarıylada dikkat çekmiştir. Mgk toplantılarında Pyd ile Nato'nun direkt ilişkisi üzerinde durulmamasına rağmen özellikle 15 Temmuz sürecinden sonra Abd Nato ile denk bir tanımlamaya tabi tutulduğu için Mgk açıklamaları aynı zamanda Nato eleştirisi olarak okunabilir. Kasım 2016 tarihli toplantıda şu ifadelere yer verilmiştir:

''BAZI ÜLKELERİN, PKK/PYD-YPG VE FETÖ/PDY LEHİNE ÇİFTE STANDART UYGULADIKLARI, MENSUP VE DESTEKÇİLERİNE KOL KANAT GERDİKLERİ, BUNLARI MAKSATLI OLARAK FARKLI ŞEKİLDE TANIMLADIKLARI VURGULANARAK, BU ÜLKELER TUTUMLARINI DEĞİŞTİRMEYE DAVET EDİLMİŞTİR. ''

Abd adı açıkça telaffuz edilmemekle birlikte bu ülkenin kastedildiği açıklamadan oldukça net anlaşılmaktadır.

Mayıs 2017 MGK toplantısında ise:

"Türkiye'nin beklentisi gözardı edilerek Suriye Demokratik Güçleri kisvesi altında faaliyet gösteren PKK/PYD-YPG terör örgütüne uygulanan destek politikasının dostluk ve müttefiklikle bağdaşmayacağı vurgulanmıştır"

açıklamasına yer verilerek yine Abd işaret edilmiştir. Hulasa, artık Abd'yi Nato ile aynı kabul eden bu sistemin ise Türkiye'ye yönelik yıkıcı ve zedeleyici faaliyetleri koordine eden bir yapı olduğu resmi kurum ve belgelerce ifade edilmekteydi.


Norveç Nato Tatbikatında Skandal

Norveç’te 8-17 Kasım tarihleri arasında düzenlenen ‘Trident Javelin’ adlı dijital NATO tatbikatı sırasında, bir teknisyen Atatürk büstünü ‘Düşman Liderler Biyografisi’ne ekledi. Türkiye asıllı Norveçli bir ordu çalışanı da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan adına açılan bir hesaptan “Büyük mutlulukla duyurmak isterim ki SAA 20 NG füzelerinin teslimi konusunda Türkiye Cumhuriyeti ile FOS (tatbikatta varsayılan düşman ülke) arasında anlaşmaya varıldı. Teşekkürler başkan Blixen (düşman ülke lideri, Putin olarak yorumlanıyor)” mesajını attı. Bu olayın TSK mensubu bir binbaşı tarafından fark edilmesi sonrası Türkiye askerlerini tatbikattan çekti.

Cumhurbaşkanı bu olayı şu keilde izah ediyordu:

"Bu tabloda Atatürk'ün resmi ve bir tarafta da şahsımın ismi var. Hedefte bunlar. Bu haber gelince Genelkurmay Başkanımız ve AB'den sorumlu Bakanımız, onlar da Kanada yolundaydı, bizi aradılar. 'Böyle böyle bir durum var. Bu tatbikat da Nato tatbikatı. 40 tane askerimiz var, biz şimdi bu askerimizi çekme kararı verdik, çekiyoruz.' dediler. Dedik ki 'Tabii, hiç durmayın hemen. Velev ki o hedefler kaldırılsa dahi 40 askerimizi süratle oradan çekin.' Böyle bir ittifak, böyle bir müttefiklik olamaz."
Nato tatbikatında yaşanan bu skandal ile ilgili en sert tepki Vatan Partisi'nden gelmiş ve Nato'ya Hayır haftası başlattıklarını duyurmuşlardı.

Adalet ve Kalkınma Partisi'ni pek çok konuda eleştiren Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu:

''Biz güçlü, itibarı olan bir devletiz. Biz, demokrasiyi, insan haklarını savunan bir devletiz. Türkiye'ye yönelik eleştiriler olabilir, buna itirazımız yok ama hiç kimse Türkiye'nin yöneticilerine ve tarihine hakaret edemez. Bunu şiddetle kınıyoruz"

sözleriyle olayın devlet meselesi durumunda bulunduğunu ve kabul edilemeyeceğini belirtmişti.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Twitter adresinden yaptığı açıklamada :

"NATO'nun, maksatlı ve marazi çürümüşlerin eylemlerini pardonla örtemeyeceği bellidir, yanlış anladınız, sorumluları işten attık ucuz yaklaşımlarıyla dibe oturmuş art niyetliliğini tedavi ve telafi edemeyeceği nettir... Yarım asrı geçen süreden beri ayağımıza dolaşan, faydasından çok zararını çektiğimiz askeri veya sivil küresel organizasyonların milli gerçeklere uygun, milletimizin beklentilerine müzahir şekilde tekrar yorumlanması kaçınılmazdır.
NATO yokken biz vardık, şayet ve gerekirse biz bu yapının içinde olmazsak da dünyanın sonu değildir.'' ifadeleriyle Ak Parti ve Chp'den daha radikal bir öneri getiriyor ve Türkiye'nin Nato'dan ayrılma ihtimaline karşı olmadıklarını belirtiyordu. Aslında bu durum Türk siyasi tarihindeki dengelerin ne derece değiştiriğinin göstergesidir. Yıllar boyunca Mhp, Türkiye'de ki sol çevrelerce Nato Milliyetçiliği yapmakla itham edilmiş, 27 Mayıs 1960 askeri girişiminin popüler aktörlerinden ve ihtilâl bildirisini radyodan okuyarak ''Nato'ya Bağlıyız'' ifadesini duyuran Alparslan Türkeş'in Nato çizgisinin takipçisi olduğu yönünde teorilere yer vermiştir. Özellikle Aydınlık grubunun ''Kontrgerilla'' kitap serileri Mhp'yi Nato'nun Türk siyasi sitemindeki aparatı olarak yorumlayan tazleri içermekteydi. Oysa gelinen noktada Türk Güvenlik Sistemiyle ilgili bir durumda Mhp, Vatan Partisi, Ak Parti ve Chp en azından açıklamalarıyla aynı eksende bulunabileceklerini göstermişlerdir. Bu fikir ve beyan birlikteliği yakın dönem Türk siyasi tarihinde 15 Temmuz 2016 kalkışmasından sonra ve Eylül ayında Türk askerine sınır ötesi operasyon tezkeresi oylamasında görülmüştür.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yalçın Topçu:
''Bütün darbelerin ve savunma sanayinde bağımlılığın arkasında NATO vardır. NATO üyeliğimizi gözden geçirmemizin zamanı gelmiştir. Üyesine her türlü düşmanca tavır içinde olan bu kurum bizim için olmazsa olmaz değildir"
diyerek yıllardır tartışılan Nato- Askeri Darbeler ilişkisini yeniden gündeme taşımıştı. Esasen Nato karargahında planlanan bir Türk askeri darbesi bulunmamakla birlikte her darbenin Abd nezdinde tanındığı bir gerçekti. Bunun temel sebebi, askeri yönetimlerin Uluslararası alanda meşruiyet kazanmak istemesi sebebiyle Abd ve Nato ile yakın ilişkilere yakınlaşması, Abd'nin ise yeni yönetimden yeni tavizler sağlayabilme gayesi bulunmaktadır. Yani indirgemeci olarak Türk darbelerini yalnızca dış odaklı bir güce bağlamak ya da tamamiyle içsel potansiyelden kaynaklı bir girişimin neticesi olarak nitelendirmek gerçekçi değildir. Darbelerin yüzlerce faktörü bulunmakla birlikte bir sonuç olduğu unutulmamalıdır.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın'ın Türkiye Nato'dan ayrılmayı düşünmüyor beyanı ve gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısından sonra Bekir Bozdağ'ın ''Türkiye Nato'ya katkı yapmayı sürdürecek'' ifadeleri Türkiye'nin kısa vadede Nato'dan ayrılma stratejisinin olmadığını göstermekteydi.


Türkiye Nato İlişkilerinin Geleceği

Nato karşıtlığının ilk kez bu denli yüksek olduğu Türkiye'de Nato eleştirilmesine, hedef gösterilmesine, karşıt kampanyalara mağruz kalmasına rağmen Türk güvenlik sisteminde varlığını sürdürmeye devam edecektir. Türkiye'nin Nato'dan ayrılma stratejilerini inceleyen emekli Binbaşı Erol Bilbilik iki model üzerinde durmaktadır:
Fransa Modeli Nato'dan Çekilme:General De Gaulle, Fransa'yı Nato'nun askeri kanadından çıkararak Nato'dan çekilmeyi gerçekleştirmiştir. Nato'nun diğer organlarında faaliyete devam etmiştir.
İsveç Modeli Nato'dan Çekilme: İsveç Başbakanı Göran Persson, İsveç'i geleneksel tarafsızlıktan, ttifaksızlığa geçirerek Nato'ya girişini önlemiştir. Buna karşın İsveç Silahlı Kuvvetleri'nin Nato güçleri ile ortak tatbikatlara ve BM Başkanlığında oluşturulacak Barış Gücü Kuvvetleri'ne katılmalarına olanak tanımıştır.(Bilbilik, 2008:152)
Bilbilik'in önerdiği modeller incelenmeye değerdir fakat Uluslar arası güvenlik konseptinin güncelliğine uygun değildir. Öncelikle Nato'nun askeri kanadından çekilen Fransa 2009 yılında yeniden Nato'nun askeri kanadına dönmüştür. Bir diğer husus ise İskandinav ülkesi olması sebebiyle neredeyse ordusu bile bulunmayan İsveç örneğinin Türkiye jeopolitik gerçekliğiyle uyumlu olmadığıdır.
Son dönemde artan Nato karşıtlığını belirli gruplar altında tasnif etmek mümkündür:

a)Aydınlıkçıların başını çektiği Nato ile ortak tatbikatlar dahil olmak üzere bütün ilişkilerin kesilmesi bölge ülkeleriyle ve sonrasında Rusya ile eşgüdümlü bir güvenlik yapılanmasının takibi

b)Bilbilik modelini paylaşan ulusalcıların görüşlerine göre Nato'dan çıkılması fakat gerekirse ortak çaba ve çalışmalarda bulunulması

c)İktidar partisini destekleyen muhafazakârların tezlerine göre Nato'dan çıkılması ve bunun yerine bölge ülkeleriyle ya da İslam ülkeleriyle yeni bir ittifak modelinin hayata geçirilmesi

d)Siyasi milliyetçiler ve Türkçüklere göre Nato'dan çıkılması ve Türkiye'nin Asya merkezli politik bir perspektif oluşturması

e)Nato'nun hataları olduğunun kabul edilmesiyle birlikte şu anda Nato'dan ayrılmanın pratik bir fayda sağlamayacağı Türkiye'nin Nato üyesi olarak fakat dengeli bir dış politika dahilinde stratejiler belirlemesi görüşünü paylaşanlar

f)Nato'dan çıkılması bunun yerine Türkiye'nin hiçbir yere bağlı kalmadan kendi güvenlik pakt mekanizmasını uygulamaya koymasını savunanlar

g)Nato'dan çıkılması ve aktif tarafsızlık ilkesi gereği hiçbir pakta dahil olunmaması gerektiğini savunanlar

h)Nato ve Abd ile ilişkilerin eskisi gibi aynı şekilde devam ettirilmesinde ittifak edenler

Nato hususunda kamuoyu parçalı bir model sergilemekle beraber Türkiye Nato birlikteliğini sorgulayıcı bir kapsamda değerlendirme skalasına sahip olmuştur.

Bize göre ise Nato karşıtlığı ve Türkiye Nato ilişkilerini sonlandırmanın meclisteki hiçbir parti programında yer almaması Nato'ya karşı sahip olunan tepkisel davranışların, siyasi ve pratik uygulamalarının bulunmadığını göstermektedir.
Türkiye Nato ayrılığı Türk askeri sisteminin talimnamelerinden, ordu yapılanmasına, tekonolojisinden, teçhizat sistemine kadar 10 yıl ve ötesini kapsayan bir değişimi kapsayacağı unutulmamalıdır. Bu durum ise neredeyse yeni bir ordu kurmakla eşdeğerdir ve Türkiye şu anda bu girişimin altından kalkabilecek mahiyette değildir.

1826'da yeni bir ordu kuran Türk Devleti, 1827'de donanmasının yakılmasını izlemiş, 1830 yılında ise Yunanistan'ın bağımsızlığını askeri açıdan hiçbir şekilde önleyememişti.

Paktlar üzerinde yükselen bir dünya sisteminde Türkiye'ye Kuzey Kore şablonu modelleri sunmak asla gerçekleşemeyecek bir durum olduğu gibi Türk Rus ya da Türk Avrasya yakınlaşmasının Rusya tarafından ne şekilde okunduğuda izaha muhtaç bir analizdir. Buna göre Rusya'nın Abd stratejisinden oldukça ayrı kaldığı düşünülemez zira Suudi Arabistan tasfiyelerinden zonra Brent Petrolünün varil fiyatının 65 dolara yükseltilmesi, ihracatının üçte ikisi enerji kaynakları tarafından karşılanan Rusya'ya yapılmış jestten başka bir şey değildi.


Kurduğu Savunma Üniversitesi'nin enstitülerini bile faaliyete geçirememiş, Harp Akademisi-Savunma Üniversitesi dönüşümünü tabela değişimi ve garnizondaki 'Kravatlı' sayısının arttırılmasından ibaret yorumlamış Türkiye'nin hiçbir Uluslar arası savunma stratejisinin bulunmayışı, Türkiye'nin Nato üyeliğinden çok daha vahim bir tabloyu ortaya koymaktadır. 



http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/11/turkiyede-yukselen-nato-karsitligi-ve.html?utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed:+UlusalGvenlikVeStrateji+(Ulusal+G%C3%BCvenlik+ve+Strateji)


**