9 Ocak 2018 Salı

ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 1

ENERJİ KAYNAKLARI MÜCADELESİNDE DOĞU AKDENİZ HAVZASI VE DENİZ YETKİ ALANLARI UYUŞMAZLIĞI BÖLÜM 1



Umut KEDİKLİ *
Taşkın DENİZ ** 
* Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, umutkedikli@karabuk.edu.tr. 1
** Yrd.Doç.Dr., Karabük Üniversitesi, Coğrafya Bölümü, taskindeniz@karabuk.edu.tr.  2


ÖZET 

Bu makalede Doğu Akdeniz’de yaşanmaya başlayan enerji mücadelesi kapsamında Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve İsrail’in havzaya ilişkin siyasi ve hukuki hamleleri ele alınmıştır. Bu çerçevede öncelikle Doğu 
Akdeniz havzasının siyasi ve ekonomik açıdan önemi vurgulanmıştır. Çalışmanın devamında Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının paylaşımında GRKY’nin, KKTC’nin siyasi ve hukuki varlığını dikkate almadan attığı adımların bölgede gerginlikler yarattığı ifade edilmektedir. Ayrıca, GKRY’nin Mısır, Lübnan ve İsrail ile yaptığı MEB sınırlandırma antlaşmalarının uluslararası hukuka aykırılıklar taşıdığı ileri sürülmektedir. Makalede, devletler arasında deniz yetki alanlarının paylaşımında uluslararası hukuka uygun şekilde hakça ilkeler çerçevesinde bir sınırlandırmanın yapılması gerektiği de irdelenmektedir. Bu amaçla araştırma konusuyla ilgili yerli ve yabancı literatür incelenmiş, sayısal veriler konu ile ilgili kurumlardan temin edilmiş ve konuya ilişkin haritalardan yararlanılmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Doğu Akdeniz, Enerji, Münhasır Ekonomik Bölge, Kıta Sahanlığı,doğal gaz, petrol,kıbrıs,mısır,lübnan,türkiye, israil,deniz hukuku, 

GİRİŞ 

   İngiliz tarihçi Edward Gibbon’un belirttiği üzere “Dünyanın onca zamandır tartıştığı bir kıyı” olan Doğu Akdeniz, son dönemde siyasi, hukuki ve ekonomik 
tartışmaların merkezine yerleşmiştir. Enerji kaynaklarının bulunması ile birlikte enerji diplomasisinin ve küresel enerji senaryolarının ilk sıralarına yerleşen Doğu Akdeniz, Akdeniz’e kıyıdaş devletler olan Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Yunanistan, İsrail, Lübnan ve Mısır’ı karşı karşıya getirmiştir. 

 Havza devletleri göz önüne alındığında, Türkiye Doğu Akdeniz’e ilişkin hukuki argümanları ve önemli coğrafi konumu ile daha istikrarlı bir duruş 
sergilemesine rağmen, Yunanistan ve GKRY’de yaşanan ekonomik kriz, Suriye ve Mısır’daki siyasi kargaşa ve İsrail’in başta komşuları ve Türkiye ile arasındaki 
sorunlar, Doğu Akdeniz’deki gerginliğin tırmanmasına da neden olmaktadır. 

Böylesine bir siyasi ortamda bölgedeki enerji kaynaklarının paylaşımı ve taşınması ile deniz yetki alanlarının hakça bölüşümü konusunda devletlerin nasıl 
bir dış politika takip edeceği merak konusu olmaktadır. Devletlerin ekonomik açıdan enerjiye olan bağımlılığı ile petrol ve doğalgaz sondaj ve depolama 
teknolojisindeki gelişmeler, Doğu Akdeniz’de tespit edilen enerji kaynaklarının önemini artırmaktadır. Bu bağlamda, havza devletleri arasında deniz alanları 
üzerinde egemenlik tesis etme konusunda uluslararası hukukta kabul edilen ilkeler üzerinden hakça bir paylaşım yapılamadığı takdirde kuvvet kullanımına 
varacak ölçüde gerilimler yaşanabilir. 

Bu makalede, siyasi ve ekonomik coğrafya açısından Doğu Akdeniz’in önemi vurgulandıktan sonra enerji diplomasisi açısından bölgede yaşanan gelişmeler ile enerji kaynaklarının keşfi ve kullanımı konusunda aktif siyaset izleyen GKRY, KKTC, Türkiye ve İsrail’in tutumları ele alınmaktadır. Bu kapsamda GKRY’nin 
ön-alıcı diplomasi izleyerek kıyıdaş devletlerle yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma antlaşmalarına değinilmekte ve bu antlaşmaların 
diğer havza devletleri açısından doğurduğu siyasi ve hukuki sonuçlar irdelenmektedir. Ayrıca, İsrail’in 20. Yüzyılın ortalarından beri karada 
topraklarını hukuka aykırı genişletmesine paralel olarak denizde de Filistin ve Lübnan’ın deniz yetki alanlarındaki haklarını gasp etmeye yönelik adımlarına 
değinilmektedir. Bu gelişmeler karşısında KKTC ve Türkiye’nin attığı siyasi ve hukuki adımlar da çalışmanın bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Makalede son 
olarak Doğu Akdeniz’de kıyıdaş devletler arasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında uyulması gereken uluslararası hukuk kurallarının neler 
olması gerektiği çeşitli uluslararası yargı organlarının kararlarından örneklerle açıklanmıştır. 

1. STRATEJİK KONUMUYLA AKDENİZ HAVZASI 

 Akdeniz’in önemi, her bir köşesinde Rusya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere ekonomik gelişiminin sürdürülmesi için enerjiye bağımlı Avrupa 
Birliği’ni (AB), ABD’yi, Çin’i besleyen önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bir üçgenin ortasında yer almasından kaynaklanmaktadır. Geçmişte olduğu gibi 
2000’li yıllarda da rakip güçlerin ekonomik ve askeri üstünlük mücadelesine kaynaklık eden etrafındaki topraklar ile doğal kaynaklar ve bu kaynakların nakil 
güzergahları için mücadele sahası olan bu üçgen, jeopolitik ile enerji arasındaki simbiyotik ilişkinin bu coğrafyada devam ettiğini de göstermektedir (Özer, 
2013:68). Yakın coğrafyası olan Avrupa’ya geniş Ortadoğu bölgesinden yasadışı göç, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm gibi güvenlik sorunları da ihraç eden 
güzergâhta bulunan Akdeniz havzasının güvenliği ve istikrarı Avrupa ve kıyısı olan devletler açısından da önemlidir (Keser,2012:58). Bu önem, Soğuk Savaş 
döneminden günümüze bakiye kalan bir özellik de taşımaktadır. 

 Bu noktada, Akdeniz Havzası’nın coğrafi yapısı hakkında bilgi vermek gerekirse, yarı kapalı bir deniz olan Akdeniz, Doğu ve Batı havzaları olmak 
üzere iki büyük havzadan oluşmaktadır. Doğu Akdeniz Havzası, Batı Akdeniz Havzası’ndan Tunus’taki Bon Burnu ile Sicilya Adası’nın batıya uzanan ucu 
olan Lilibeo Burnu arasında çizilen hat ile ayrılır (Başeren, 2013:2; Şekil 1). Çeşitli strateji uzmanlarına göre ise Akdeniz, Cebelitarık Boğazı ile Malta Adası 
arasında kalan kısım Batı Akdeniz, Malta Adası ile 27. Meridyen arasında kalan kısım Orta Akdeniz ve 27. Meridyenin doğusunda kalan kısım Doğu Akdeniz 
olmak üzere üç bölgeden oluşmaktadır. 

 Çalışmanın odak noktasını oluşturan Doğu Akdeniz havzası, Türkiye ve Suriye üzerinden Mezopotamya ve Orta Asya’ya, Süveyş Kanalı üzerinden de 
Arap Yarımadası ve Basra Körfezi’ne ulaşmaktadır. Akdeniz’e kıyısı olan devletler ile Avrupa, Güneydoğu Asya ve Afrika devletlerine yapılan deniz 
ticaretinin düğüm noktası olan Doğu Akdeniz’in önemi, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla daha da artırmıştır. Böylesine bir ayrımda Doğu Akdeniz’de 
Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin Gazze Şeridi, Filistin Batı Şeria, Mısır, Libya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), GKRY ve Ürdün yer 
almaktadır (Yıldız, 2011). 




Şekil 1: Akdeniz Havzası ve Doğu Akdeniz Havzası Kıyıdaş Devletleri 

 Havza, içinde barındırdığı adalar açısından ele alındığında ise Kıbrıs Adası, Sicilya, Malta ve Meis gibi adalara nazaran jeostratejik açıdan daha önemlidir. 
Doğu Akdeniz’in, Cebelitarık, Süveyş ve Karadeniz üzerinden işleyen uluslararası deniz ticaretini kontrol edebilen önemli bir coğrafya olduğu ve üzerinde yer alan deniz trafik hatlarının dünya ticareti için hayati önem taşıdığı bilinen bir gerçekliktir. Kıbrıs Adası’nın Ortadoğu ve Afrika’ya olan yakınlığı, bu coğrafyalara yönelik askeri ve istihbari faaliyetlerde adanın stratejik önemini arttıran bir faktördür (Keser, 2012:59; Yaycı, 2012:5). Kıbrıs Adası’nı da içinde barındıran Doğu Akdeniz Havza’sı, hem Orta Doğu coğrafyasından Batı’ya yönelik enerjinin ve ticari malların hem de Hint Okyanusu’ndan Avrupa ve ters yöne akan ticari malların nakli açısından da önemli bir güzergâh oluşturmakta dır. Hem Süveyş Kanalı’ndan işleyen transit deniz taşımacılığının ve hem de İskenderun Körfezi’nden yürütülen deniz taşımacılığının kontrolü açısından Kıbrıs Adası stratejik bir konumda bulunmaktadır. Bulunduğu konum itibariyle uluslararası ilişkilerde jeopolitik kuramlar açısından özellikle Deniz Hâkimiyeti Teorisi’ne3 de uygun bir şekilde Kıbrıs Adası üzerinde hâkimiyet sahibi olan devletlerin Akdeniz Havzası üzerinden Ortadoğu bölgesini kontrol etmesi de mümkündür. Kıbrıs’ın jeopolitik açıdan önemi değerlendirilirken bölgesel anlamda güç merkezlerine, çatışmalı alanlara yakınlığına ve ekonomik kaynakların varlığına bakılarak bir analiz yapılmalıdır (Tamçelik, 2011:11). 

Alfred Mahan tarafından şekillendirilen Deniz Hâkimiyeti Teorisi üzerinden Kıbrıs Adası’nın stratejik önemini açıklamak gerekirse, Süveyş Kanalı aracılığıyla Hint ve Pasifik okyanuslarına açılan Akdeniz’in doğusunun kontrolünde Kıbrıs önemli bir konumdadır. Deniz ulaşım yollarına ve bu yolların geçtiği stratejik kara alanlarına hâkim olmak Deniz Hakimiyeti Teorisinde Dünya’ya hâkim olmak için önemlidir (Tamçelik, 2011:19-20). Kıbrıs’taki siyasi uyuşmazlığın yıllardır çözülememesinin arkasındaki nedenlerden birisi de Soğuk Savaş döneminden arta kalan bir şekilde hangi küresel gücün Ada üzerinde kontrol elde edeceğinin belli olamamasıdır (Yaycı, 2012:6). Küresel güçler Kıbrıs’ı ilgilendiren her konuya müdahil olma ve sorunların çözümünü kendi çıkarlarına uygun şekilde yönlendirmeye çalışmaktadırlar (Tamçelik, 2011:20). 

 Enerji taşımacılığı açısından 2013 yılı rakamlarıyla yılda yaklaşık beş milyar varil ham petrol (yıllık üretimin %10’u) Süveyş Kanalı ve SUMED (Arap 
Petrol Boru Hattı) aracılığıyla batılı pazarlara bu coğrafyadan ulaştırılmaktadır (World Oil Transit Checkpoints, http://www.eia.gov/countries/regions-
topics.cfm?fips=WOTC). Ayrıca, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattının açılmasıyla birlikte, Hazar Denizi enerji kaynaklarının bir kısmının (1,2 Milyon 
Varil) ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı ile de Kuzey Irak petrollerinin bir kısmının İskenderun Körfezi üzerinden batılı pazarlara ulaştırılmaya başlanması 
Doğu Akdeniz’in stratejik önemini arttırmıştır. 

 Son olarak uluslararası deniz ticari ve enerji taşımacılığının ötesinde, Doğu Akdeniz’de bulunduğu ilan edilen doğalgaz ve petrol rezervleri, enerji kaynakları 
bağlamında havzanın ekonomik değerine de ayrı bir önem kazandırmaktadır (Yaycı, 2012:9). Enerji kaynakları açısından değerlendirildiğinde ise bölgedeki 
enerji sahaları değişik isimler ile ifade edilmektedir. Doğu Akdeniz enerji havzasının merkezini oluşturan Kıbrıs Adası’nın güneyindeki saha Afrodit, Kıbrıs 
Adası ile İsrail arasında (Afrodit’in güneydoğusunda) kalan saha Leviathan, Kıbrıs Adası ile Mısır arasında kalan saha Nil ve Kıbrıs Adası ile Girit Adası’nın 
güneydoğusunda kalan saha ise Herodot olarak adlandırılmaktadır (Enerji Havzaları için bakınız şekil 2 - 3). 

İsrail ile Kıbrıs arasında kalan sahada Amerika merkezli Jeolojik Araştırma Kurumu (USGS) tahminen ortalama 1.7 milyon varil petrol ve 122 trilyon 
metre küp gaz rezervinin olduğunu ifade etmiştir. 

GKRY’nin verdiği arama izinleri ile bölgede çalışmalar yapan Noble Energy şirketi de yaklaşık 33 trilyon metreküp gaz tespit etmiştir(Lakes, 2012:39). 
Kıbrıs’ın günümüzdeki enerji ihtiyacının yılda ortalama 1 milyar metre küpten az olduğu dikkate alındığında bölgede keşfedilen gaz rezervlerinin Kıbrıs’a 100 
yıl kadar yetebileceği düşünülebilir (Lakes, 2012:81). GKRY, 1959-60 Antlaşmalarıyla oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yasal temsilcisi olduğu 
iddiasıyla Ada etrafında günümüze kadar henüz saptanmamış Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ve Kıta Sahanlığı alanları üzerinde egemenlik tesis 
etmeye ve bu egemenliğini de bölgedeki komşu devletlerle yaptığı sınırlandırma antlaşmaları ile meşrulaştırmaya çalışmaktadır. GKRY’nin İsrail, Mısır ve 
Lübnan ile yaptığı bu antlaşmalar Doğu Akdeniz’in önemini daha da arttırmaktadır (Kaya, 2007:25). Bu kapsamda Kıbrıs Adası’nın deniz altındaki 
doğal uzantısı konumundaki kıta sahanlığının ve MEB’in gerek ada üzerindeki iki siyasi otorite arasında ve gerekse komşu devletlerle uluslararası hukuka 
uygun bir şekilde sınırlandırılması gerekmektedir. 


D:\07032013 BELGELERİM\YAYIMLAR\YAYIMLANANLAR\MAKALELER\
xxxxx2014 ALTERNATİF POLİTİKA AKDENİZ 16 SF\  DOĞALGAZ.png



Şekil 2: Doğu Akdeniz Doğalgaz Havzaları 


Ayrıca, askeri amaçla kullanılabilecek malzeme akışının kontrol altında bulundurulması, kitle imha silahları ve benzeri materyalin yayılmasının 
önlenmesinin uluslararası barış ve güvenlik açısından önemi de bu havzada kendini hissettirmektedir. Nitekim NATO, bu amaçlara hizmet etmesi 
maksadıyla 2001 yılından beri bölgede “Etkin Çaba Harekâtı’nı” (Active Endeavour) sürdürmektedir. Etkin Çaba Harekâtı’na paralel olarak Türk Silahlı 
Kuvvetleri de 2004 yılından itibaren Akdeniz Kalkanı Harekâtı’nı icra etmektedir. Doğu Akdeniz’de enerji taşımacılığının güvenliği olmak üzere ulaştırma 
güvenliğini sağlamak amacıyla yürütülen bu harekât, aynı zamanda Türkiye’nin deniz yetki alanlarındaki varlığını da göstermeyi hedeflemektedir 
(Akdeniz Kalkanı Harekâtı, http://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?dil= 1&icerik_id=28). 



Şekil 3: Doğu Akdeniz’de doğal kaynak rezerv sahaları (Karaçin, 2012:10-11) 


 AB’nin de 1990’lı yıllardan itibaren yaşadığı dönüşüm sürecinde dış politika ve güvenlik konularını da gündemine alması ve politikalar üretmesine 
paralel olarak Akdeniz havzasını gündemine aldığı ve kıyıdaş devletlerle özel ilişkiler geliştirmeye çalıştığı görülmektedir. AB de Akdeniz havzasını kendi etki 
alanı içerisinde değerlendirdiğinden özellikle Kıbrıs Adası'nı bir bütün olarak AB’ye tam üye yaparak bölgede stratejik üstünlük elde etmeyi amaçlamıştır 
(Keser, 2012:60; Kaya, 2007:23). AB’ye dâhil olan bir Kıbrıs üzerinden AB’nin lider devletleri Almanya - Fransa bloğu, bölgedeki nüfuzunu arttırmayı 
ummaktadır. Öte yandan, Kıbrıs Adası'ndaki iki toplumlu ve iki devletli yapıyı göz ardı ederek ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1959 tarihli Londra - Zürih 
Antlaşmaları ile 1960 tarihli Lefkoşe Antlaşmalarını da ihlal ederek Kıbrıs’ın bir bütün olarak 01.05.2004 tarihinde AB üyesi yapılması, Doğu Akdeniz’de bir 
istikrardan ziyade istikrarsızlığa yol açtığı da söylenebilir. Türkiye’nin bahsi geçen antlaşmalardan doğan garantörlük haklarını yok sayan ve garantör 
devletlerin birlikte üye olmadıkları bir örgüte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de üye olmasını engelleyen hükümlere rağmen AB’nin uluslararası hukuku ihlal ederek 
adanın tamamını temsilen Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tam üye olarak kabul etmiştir. 

Kıbrıs Rum kesimi de örgüte üye olmakla, Kıbrıs sorununu AB – Türkiye sorunu haline getirmeyi başarmıştır. Son dönemde de Rum kesimi, Kıbrıs Adası'nın tüm 
deniz yetki alanları üzerinde egemenlik iddiasıyla da Kıbrıs sorununu denize taşımaya başlamıştır. 

 Son olarak İngiltere’nin de Kıbrıs Adası'nda sahip olduğu askeri üslerin varlığı, adayı İngiltere açısından da stratejik düzeyde önemli kılmaktadır. 
İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın, “üslerin jeopolitik öneme sahip ve Birleşik Krallık'ın uzun vadeli milli güvenlik çıkarları açısından yüksek öncelikli bir 
bölgede bulunduğunu” ifade etmesi ve Libya’da Kaddafi Rejimi'ne karşı düzenlenen NATO harekâtında ABD, Fransa ve İngiliz kuvvetlerinin bu 
üslerden faydalanması birlikte değerlendirildiğinde, Akdeniz güvenliğinde Ada’nın önemi daha da net ortaya çıkmaktadır (Keser, 2012:63). Kıbrıs sadece 
İngiltere’nin yakın dönemdeki çıkarları açısından değil, aynı zamanda Ortadoğu’da petrol rezervlerinin keşfi ve Süveyş Kanalı’nın açılmasından 
itibaren İngiltere için stratejik öneme haiz olmuştur. Sör Anthony Eden, İngiltere’nin ve Batı Avrupa’nın sanayisi için Ortadoğu petrollerine ihtiyaç 
duyduğunu ve Kıbrıs’ın da petrol arzının güvenliğini korumada önemli bir nokta olduğunu açıkça ifade etmiştir (Leventis, 2012:7). 

 Dolayısıyla artan önemine bağlı olarak bölge devletlerinin birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri siyasi ve ekonomik hamleler, havza devletlerini de karşı 
karşıya getirmektedir. 

2. GKRY, İSRAİL VE TÜRKİYE’NİN DOĞU AKDENİZ’DEKİ SİYASİ HAMLELERİ 

GKRY’nin Doğu Akdeniz’de Egemenlik Kurma Çabaları 

 GKRY’nin Kıbrıs Adası’nı çevreleyen denizler üzerinde egemenlik tesis etme girişimleri daha eski tarihlere kadar gitmektedir. GKRY, 2000’li yılların 
başında Doğu Akdeniz kıyıdaş devletlerinden Mısır ve Lübnan’la temaslara başlamıştır. Böylesine bir diplomasi girişiminin altında Rum Yönetimi’nin Kıbrıs 
sorununu karadan denize taşıma ve içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik darboğazdan kurtulma istekleri de yatmaktadır. Öte yandan Doğu Akdeniz’e 
kıyıdaş devletler olan Suriye, 19 Kasım 2003, Lübnan 19 Ekim 2010 ve İsrail 12 Temmuz 2011 tarihinde münhasır ekonomik bölge ilanında bulunmuştur. 
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ise Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak 2 Nisan 2004 tarihinde KKTC ve Türkiye’nin uluslararası hukukta var olan haklarını yok 
sayarak “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere Birleşmiş Milletler’e 200 millik bir Münhasır Ekonomik Bölge ilanını 
gerçekleştirmiştir. Yaşanan temaslar sonucunda Rum yönetimi 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan ile Münhasır Ekonomik Bölge 
Sınırlama Anlaşmalarını imzalamıştır (Sınırlar için bakınız şekil 5). Türkiye ve KKTC her fırsatta, GKRY’nin Ada'daki Türk toplumunu temsil etmediğini ve 
dolayısıyla GKRY’nin Kıbrıs Türk halkını dikkate almadan yaptığı ve tüm Ada'yı hukuken bağlayabilecek tek taraflı işlemlerin ve uluslararası anlaşmaların 
geçersiz olduğunu ifade etmektedir (Başeren, 2015:40). 

 Mısır ile yapılan antlaşmaya göre GKRY ile Mısır arasındaki MEB sınırı, Kıbrıs Adası ile Afrika sahilleri arasında tespit edilen sekiz nokta ile ana karaya 
sahip olan Mısır’ın haklarını törpüleyen şekilde eşit uzaklık çizgisi esas alınarak belirlenmiştir (Kaya, 2007:38). Mısır’ın, Türkiye ile bir sınırlandırma antlaşması 
yapmak yerine, kendi kıyıları GKRY oranla daha uzun olmasına rağmen GKRY ile eşit uzaklık temelinde anlaşarak bir sınırlandırma yapması önemli miktarda 
deniz yetki alanı kaybetmesine yol açmıştır (Başeren, 2015:35). Türkiye ise bu antlaşmayı, kendisine ait deniz alanlarına tecavüz ettiğinden tanımamaktadır. 
Türkiye, yaşanan gelişmeler nedeniyle 2 Mart 2004 tarihinde yayımladığı notada “uluslararası hukuktan kaynaklanan sebeplerle söz konusu antlaşmayı 
tanımadığını ve deniz yatağı, deniz yatağının altı ve üzerindeki su kütlesi dâhil olmak üzere 36º16’18” D meridyeninin batısında ve 33º 40’ K paralelinde 
sınırlandırma sahası ile ilgili tüm hukuki haklarını saklı tuttuğunu” belirtmiştir. 

 Lübnan ile yapılan antlaşma sonrasında da Türkiye, Lübnan’a verdiği nota ile yapılan antlaşmanın Türkiye ve KKTC’nin Kıbrıs Adası etrafındaki deniz 
alanlarında hali hazırdaki hak ve çıkarlarını dikkate almadığı ve GKRY’nin bütün Ada'yı temsilen tek başına hareket edemeyeceği ifade edilmiştir (Başeren, 
2010:153). GKRY’nin Lübnan ile yaptığı anlaşma Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin parlamentosunda onaylanmasına rağmen, Lübnan Parlamentosu 
tarafından onaylanmamıştır. Ayrıca Lübnan Hükümeti 2011 yılında BM Genel Sekreterliği’ne gönderdiği bir mektupta GKRY ile İsrail arasında imzalanan 
anlaşmanın “Lübnan’ın egemenlik ve ekonomik haklarının ihlali” ve “bölgedeki barış ve güvenliğe” bir tehdit olarak algıladığını ifade etmiştir (Lakes, 2012:41). 

İsrail’in kendisine ait olduğunu ileri sürdüğü MEB’in Lübnan’ın ilan ettiği MEB’in yaklaşık 9 km’lik bir kesimiyle çakışması tarafları karşı karşıya 
getirmektedir (Yaycı, 2012;29). Lübnan Yasama Meclisi'nin bu çalışmanın hazırlandığı döneme kadar bu antlaşmayı onaylamamış olması, Doğu 
Akdeniz’in bu kısmında 2007’den önceki status qou’nun devam ettiğini göstermektedir (Taşdemir, 2012:33). Sonuç olarak, GKRY, MEB’ini uluslararası 
hukuka uygun bir şekilde Türkiye, Yunanistan, KKTC, Mısır, Lübnan, Suriye, İsrail ve Filistin ile hakça ilkeler çerçevesinde belirlemelidir.4 

 GKRY, Mısır ile sınırlandırma antlaşması yapmanın ötesinde iki devlet arasında 2006 yılında enerji, elektrik, petrol-doğalgaz ile kültür alanlarında 
işbirliği kuran beş adet ikili antlaşma imzalamıştır (Başeren, 2010:150). Bu süreçte, 2007 yılında Rum Parlamentosu, çıkardığı petrol yasası ile Kıbrıs 
çevresindeki suları 13 Parsel Hattı’na bölmüş ve bu hatlar içerisinde arama ruhsatı vermek için çalışmalara başlamıştır. 26 Ocak 2007 tarihinde Kıbrıs 
Adası’nın 185 km güneyindeki 12 numaralı parsele ait doğal kaynakları arama hakları, İsrail menşeli Delek ve ABD menşeli Noble Energy şirketlerine 
verilmiştir. Rum yönetimi bu anlaşmalar ile İsrail’in asgari 12 numaralı parseli de kapsayacak şekilde 4.600 km², Lübnan’ın 3.957 km² ve Mısır’ın ise 21.500 
km² deniz yetki alanını da sahiplenmiştir (Yaycı, 2012:28). 

 Rum Yönetimi, Mısır ve Lübnan ile imzaladığı anlaşmalarla bölgeye yönelik olarak kendisi açısından hukuki bir zemin oluşturmak istemektedir. Öte 
yandan Rum Yönetimi'nin bu politikası ile İsrail’in bölgeye ilişkin çıkarları örtüştüğünden işbirliği yapmaları da kolaylaşmıştır. İsrail’in Hayfa’nın ortalama 
100 km açığında Dalit, Tamar (eski adı Matan), Dolfin, Tanin, Şemşon ve Leviathan sahalarında bulduğu yaklaşık 700 milyar m³’lük doğalgaz rezervi bu 
işbirliğini derinleştirmiş ve bölgedeki araştırma çalışmaları hız kazanmıştır. 2011 yılı Ağustos ayında Noble şirketi, Liberya Bandıralı Noble Homer Ferrington 
adlı platform ile 12. parselde sondaj çalışmalarını hızlandıracağını duyurdu. Bu parsel Kıbrıs Adası’nın yaklaşık 200 km güneyinde yer almakta ve İsrail’in en 
önemli doğalgaz kaynağı olan Leviathan’a da sınır oluşturmaktadır (http://etkinlik.aydin.edu.tr/dosyalar/34D_dogu_paradigma.pdf). Rum 
yönetiminin, İsrail’li Delek ve ABD’li Noble Energy şirketleri ile bölgede doğalgaz ve petrol aramak için sondaj çalışmalarına başlaması, yaşanacak 
mücadelenin önemini ve uluslararası boyutunu ortaya koymaktadır. İsrail’in deniz sahalarındaki hidrokarbon kaynaklarının keşfinde hayati rol oynayan 
Noble Energy, 1998’den bu yana Rum Yönetimi’nin İsrail münhasır ekonomik bölgesine komşu Afrodit Sahası dâhil, altı sahada hidrokarbon keşfi 
gerçekleştirmiştir. Noble Energy aynı zamanda İsrail’in Aşdod’da yer alan petrol bölgesinde de % 47 oranında hisse sahibidir (Henderson, 2012). 

 Türkiye’nin Rum Yönetimi ile olan siyasi ve hukuki sorunlarına paralel olarak, Rum Yönetimi'nin İsrail’e arama izni verdiği 13 ruhsat alanının 5 tanesinin (1,4,5,6,7 nolu) Türkiye’nin deniz yetki alanları ile çakışması, Türkiye ve İsrail’i de karşı karşıya getiren temel konulardan birine dönüşmüştür (Bknz. Şekil 4 ve 5). Bir bakıma Doğu Akdeniz’de GKRY ve İsrail, Türkiye’ye karşı deniz yetki alanları üzerinden bir çevreleme politikası izlemeye başlamıştır. Bu çevreleme politikasına Avrupa Birliği (AB), ABD, Rusya da tolerans göstermektedir (Yılmaz, 2011:3). Bölgedeki enerji kaynakları üzerinden AB’nin, iki beklentisi olduğu söylenebilir. İlki, enerji ihracatı sayesinde GKRY’nin ekonomisinin gelişebileceği dir. Diğeri ise Avrupa devletlerinin Rusya’ya olan enerji bağımlılığının alternatif enerji kaynakları ile hafifleyebileceği düşüncesidir. 

 Bu gelişmelere 3 Ağustos 2011 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ve 5 Ağustos 2011 tarihinde KKTC Cumhurbaşkanlığı tarafından tepki 
gösterilmiştir. Fakat tüm tepkilere rağmen Rum Yönetimi 19 Eylül 2011 tarihinde çalışmalara başlamıştır. Rum Yönetimi, 2011 yılında 12. parselde 
büyük oranda hidrokarbon yatağının tespit edilmesinin ardından, 2012 yılı başında 2, 3, 9 ve 11. parsellerle ilgili yeni bir ihale süreci başlatmıştır. 

 Nitekim Rum Yönetimi, Kasım 2012’de bu ikinci ihaleyi de sonuçlandırarak 2. ve 3. parselleri İtalyan ENI ile Güney Kore KOGAS şirketleri ortaklığına, 9. parseli Fransız TOTAL, NOVATEC ve Rus GAZPROM’un yan kuruluşu olan GPB Global Resources’a ve 11. parseli ise Fransız TOTAL şirketine ihale etmiştir (Yaycı, 2012:32). Yunanistan ve Rum Yönetimi tarafından; bölgedeki 145.000 km²'lik münhasır ekonomik bölge alanından Türkiye’nin münhasır ekonomik alanının sadece 41.000 km² olduğu ileri sürülmekte ve kalan 71.000 km² ve 33.000 km²'lik alanların ise Yunanistan ve GKRY arasında paylaştırıldığı ifade edilmektedir (http://enerjienstitusu.com/2011/09/20/akdenizde-dogalgaz-rezervinin-parasal-degeri-7-trilyon-dolar/). 

İsrail’in Doğu Akdeniz Siyaseti 

 İsrail’in bölgede enerji arama çalışmaları çok erken bir dönemde 
başlamıştır. İsrail 1960 yılından bu yana Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama 
çalışmalarına devam etmektedir (Gürel vd., 2013:2). İsrail’in Kıbrıs konusunda 
bu kadar rahat davranabilmesinde, İsrail’in son dönemde Ada'ya çok sayıda 
yatırım gerçekleştirmesi ve bu durumun adada yaşayanlarca memnuniyet verici 
kabul edilmesi de etkili olmaktadır. İsrail, Rum Yönetimi ile birlikte yönettiği 


çalışmalar kapsamında Kıbrıs’ta askeri üs edinme politikası izlemektedir. İsrail’in Kıbrıs’ta Limasol’e bağlı Vasiliko’da bir doğalgaz çevrim santrali yapımı ve yapım sonrası güvenliğin sağlanması amacı ile Limasol’e çok sayıda İsraillinin 
yerleştirilecek olması, adada tıpkı Filistin de olduğu gibi bir İsrail yerleşim 
sahasının oluşturulacağı düşüncesini ortaya çıkarmaktadır. Bu durum aynı 
zamanda İsrail’in askeri açıdan da Kıbrıs’ta güçleneceği anlamına gelmektedir. 
İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu, Kıbrıs Rum kesimine yaptığı resmi 
ziyaret sonrasında 16 Şubat 2012 tarihinde bir Savunma ve İşbirliği Antlaşması 
imzalamıştır. (Taşdemir, 2012; 10) 

 Ayrıca, İsrail, Akdeniz’deki doğalgaz ve petrol üretim tesislerini korumak 
için yeni bir askeri yapılanmaya gideceğini de açıklamıştır. Bu amaca yönelik 
olarak, yaklaşık 1,4 milyar $‘ı tutarında savaş gemileri, insansız hava araçları ve 
radar sistemleri satın almayı/üretmeyi planlamaktadır. İsrail, hava ve kara 
kuvvetlerine nazaran daha zayıf olan deniz kuvvetlerini de güçlendirmeye 
çalışmaktadır. Bu kapsamda, Almanya’dan, nükleer füze atabilme yeteneğine 
sahip Dolphin sınıfı denizaltı temin etmektedir. Ayrıca, İsrail bölgede nükleer 
silaha sahip az sayıda devletten biridir (Aktaş, 2013:64). Diğer taraftan İsrail’deki güvenlik çevreleri Doğu Akdeniz’de keşfedilen gaz rezervleri kuyularına Gazze’den ya da Mısır’daki Sina’dan silahlı terörist saldırılar olabileceği yönünde tehdit algılamalarına da sahiptir. Yine aynı çevreler kurulacak doğalgaz çıkarma tesislerine Gazze’deki değişik Filistinli guruplar tarafından denizden füze saldırısı yapılmasından da endişe etmektedir. Belki de İsrail Hükümeti'nin son dönemde Doğu Akdeniz’de gaz arama işlemleri ve kuyuları koruma görevini 13. Deniz Kuvvetleri Birliği’ne verme kararının arkasında bu endişeleri yatmaktadır (Kandilli, 2012). 

Son olarak İsrail, Tamar ve Leviathan doğalgaz yatakları sayesinde doğalgazda başka devletlere olan bağımlılığını da azaltmayı ummaktadır. Bu iki havzadaki gaz rezervlerinin toplamının yaklaşık 800 milyar metreküp olduğu tahmin edilmektedir. İsrail’in ise yıllık gaz ihtiyacının ortalama 5 milyar metreküp civarındadır (Lakes, 2012:81). Dolayısıyla, bu iki havzadan çıkarılan gazın İsrail’in ihtiyacını karşılamanın ötesinde, arz fazlasının ihracı yoluyla İsrail’in Gayrisafi Milli Hasıla’sında artış sağlayacağı söylenebilir. 

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de GKRY’ye Karşı Siyasi Hamleleri 

 Yukarıda da ifade edildiği gibi Doğu Akdeniz’de tespit edilen zengin hidrokarbon kaynaklarıyla ilgili olarak GKRY’nin, Kuzey Kıbrıs Türk 
Cumhuriyeti (KKTC) Devleti'nin görüşünü almaksızın ve Türkiye’nin kıta sahanlığı ve MEB alanlarına da tecavüz ederek, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 
Mısır, Lübnan ve İsrail ile “Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması” imzalaması Kıbrıs sorununa yeni bir boyut kazandırmıştır. 
Bu bağlamda, Türkiye’nin İsrail ile sarsılan ilişkileri, Rum Yönetimi'ne Kıbrıs sorununda kendisine avantajlı bir konum yaratmak ve İsrail ile ilişkilerini 
derinleştirmek için bir fırsat doğurmuştur. Türk Dış İşleri Bakanlığı, GKRY’nin Noble Energy şirketine Kıbrıs’ın güneyinde araştırma amaçlı sondaj yetkisi 
vermesine karşılık Türkiye de, KKTC ile işbirliğini geliştirme yolları aramış ve 21 Eylül 2011 tarihinde Türkiye ve KKTC arasında “Kıta Sahanlığı 
Sınırlandırma Anlaşması” imzalanmıştır 
(http://www.mfa.gov.tr/no_-216_-21-eylul-2011-turkiye-_-kktc-kita-sahanligi-sinirlandirma-anlasmasi-imzalanmasina-iliskin-disisleri-bakanligi-basin-ac_.tr.mfa,). 

Bunun yanı sıra dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Rum Yönetimi ile işbirliği yapan uluslararası petrol ve gaz şirketlerini kara listeye almak ve Türkiye’deki enerji ihalelerine girmekten men etmekle tehdit etmiştir (Aktaş, 2013:7). Anlaşma sonrasında Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), önce Koca Reis gemisi ile Afrodit sahasında sismik araştırmalar yapmış ve sonrasında Gazimagosa’da Türk Yurdu 1 adlı kuyuda sondaj çalışmalarına başlamıştır. Öte yandan, bu çalışmalar, GKRY’nin güneydeki ruhsat verdiği parsellerin bir kısmı ile de çakışmaktadır (Collinsworth, 2012:24). (Bakınız Şekil 4) 

 Türk Dışişleri Bakanlığı, GKRY’nin Doğu Akdeniz’deki 1,4,5,6 ve 7 no’lu Ruhsat sahalarının Türk kıta sahanlığı ile çatıştığı noktasında Rum Yönetimini 
protesto etmiş ve “Türkiye bu alanlarda, yabancı şirketlerin izinsiz petrol/doğal gaz faaliyetlerinde bulunmalarına, … hiçbir şekilde izin vermeyecek ve kıta 
sahanlığındaki hak ve menfaatlerini korumak için gerekli her türlü tedbiri alacaktır.” Şeklinde beyanda bulunmuştur 
(http://www.mfa.gov.tr/no_-43_-15-subat-2012_-gkry_nin-actigi-ikinci-uluslararasi-hidrokarbon-arama-ihalesi.tr.mfa). 

 Uzun yıllardır dengeli bir şekilde ilerleyen Türkiye-İsrail siyasi ilişkileri, 3 Kasım 2002 tarihinde Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin iktidara 
gelmesinin ardından giderek artan bir eğilimle bozulmaya başlamıştır. 31 Mayıs 2010 tarihinde Gazze’ye insani yardım malzemesi taşıyan filoda yer alan Mavi 
Marmara Feribotu'na uluslararası sularda İsrail’in yaptığı askeri saldırı ile ilişkiler gerilmiş ve takip eden dönemde de giderek bozulmuştur. İsrail’in Gazze 
Şeridi'ne düzenlediği askeri operasyonlarda uluslararası hukuku ihlal eden fiillerine karşılık, gerek Türk Hükümeti'nin tepki göstermesi gerekse Türk 
kamuoyunda İsrail’e karşı oluşan tepki ilişkilerin gerginleşmesinde de rol oynamıştır. Bu nedenlerle Türkiye ile İsrail arasında yakın dönemde bir MEB 
sınırlandırmasına ilişkin bir anlaşmanın yapılması mümkün gözükmemektedir. 



Şekil 4: Ruhsat Verilen Sahalar, 

EDİTOR KİTABI İÇİN
(www.bilgesam.org/tr/images/stories/sunular/doguakdeniz .pptx.) 

 Öte yandan, son dönemde Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik girişimlerin hızlanmasında önemli bir faktör de, bölgedeki doğalgaz kaynaklarının güvenli 
şekilde çıkarılmasının yan sıra güvenli şekilde arz edilmesi hususudur. Bölgedeki enerji kaynaklarının çıkarılmaya başlanması halinde bu kaynakların arzı 
konusunda Türkiye – İsrail arasında işbirliği önem taşımaktadır. Bu noktada kaynakların Batı'ya aktarılmasında en kısa yolların Türkiye’den geçiyor olması, 
Türkiye’yi bir adım daha öne çıkarmaktadır. Böylesine bir ortamda Batılı devletlerin soruna yaklaşımı, Türkiye - İsrail ilişkilerinin iyileştirilmesi ve son yıllarda bölge devletleri ile ilişkilerde sergilenen kopuş politikasından vazgeçilmesidir (Blank, 2012). 

 Bölgede çıkarılacak doğalgazın çok az bir kısmını Kıbrıs ve İsrail tüketecektir. Ancak tüketimden geriye kalan kısmın nasıl taşınacağı henüz netliğe kavuşmuş değildir. Dolayısıyla hâlihazırda doğalgaz taşıma altyapısı olmayan Rum Yönetimi'nin altyapı sorununu aşabilmesi konusunda değişik alternatifler değerlendirilmektedir. Örneğin adanın güneyine bir Sıvılaştırılmış Doğalgaz (Liquified Natural Gas/LNG) santrali inşa edilmesi ya da boru hatları ile taşınması gibi alternatifler üzerinde durulmaktadır (Karaçin, 2012:10-11). Noble Energy ve İsrail’deki ana ortağı Delek Grubu’nun kurmayı teklif ettiği LNG tesisi ile Leviathan alanı ve 12. Parseldeki çıkarılacak doğal gazın adada işlenerek, uluslararası pazarlara arzı planlanmaktadır. Ancak, bu tesisisin kurulması, 10 milyar doların üzerinde bir yatırımı gerekli kılmaktadır (Lakes, 2012:82) 

 LNG santralinin çok pahalı olması, arz konusunda yoğunluğu boru hatlarının inşasına yönlendirmektedir. Boru hattı olarak üç alternatif ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki Güney Kıbrıs ile Yunanistan arasında deniz altından inşa edilecek boru hattıdır. Ancak deniz tabanının jeolojik özellikleri ve mesafe maliyeti çok artırmaktadır. Diğer alternatif hat, çıkarılacak olan doğalgazın İsrail üzerinden Arap Gazı Boru Hattı ile taşınmasıdır. Ancak gerek hattın denizde yaklaşık 270 km uzunluğunda olması, gerekse Suriye’de iç savaş halinin sürmesi enerji arzındaki güvenlik kaygısını artırmaktadır. Bu noktada, Rusya’nın İsrail ile  yakınlaştığı görülmektedir. Rusya’nın, doğalgaza ihtiyaç duyduğu için değil enerji arzı ve koridorlarındaki tekelliğini kaybetmek istemediği için İsrail ile bu düzlemde ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı söylenebilir. AB de enerji temin ağını genişleterek Rusya’nın kontrolünden kurtulmak istediği için sahaya önem 
vermektedir. Çünkü AB günümüzde doğalgaz teminini ağırlıklı olarak Rusya 
olmak üzere Norveç ve Cezayir’den karşılamaktadır. Ortalama denizde 100 km 
uzunluğu ile en kısa ve en ekonomik rasyonel hat ise, Türkiye üzerinden 
geçmektedir. İster Suriye - Ürdün kıyı çizgisine paralel uzatılsın isterse Kuzey 
Kıbrıs üzerinden geçirilsin nihai kavşak noktası Türkiye olmaktadır. Bu açıdan 
Türkiye’nin sahadaki enerjinin arzında ana koridor olması ve enerji temin 
kanalını çeşitlendirmesi, yumuşak güç unsurlarının varlığı ve kullanımı 
açısından Türkiye’ye yarar sağlayacaktır. 

 2010 yılından beri Doğu Akdeniz’de ön plana çıkan enerji kaynakları, 
enerji ithalatı nedeniyle her yıl yaklaşık 65 - 70 milyar $ cari açık veren Türkiye 
için de önem arz etmektedir. Bu doğrultuda Türkiye güven içerisinde hem 
ekonomik enerji temin etme hem de enerji koridoru olma konusundaki 
isteklerini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak bu istekler öyle kolay 
gerçekleştirilebilecek bir nitelik taşımamaktadır. Çünkü sahada Türkiye dışında 
Kıbrıs, Mısır, Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün bulunmaktadır. Kıyıdaşın fazla 
olduğu bölgede öncelikle kıta sahanlığı konusu gündeme gelecek ve baş 
ağrıtacaktır. Şüphesiz konunun uluslararası hukuk boyutuna da ağırlık verilmesi 
ve yoğun bir Kıbrıs diplomasisine başlanması gerekmektedir. Zira Doğu 
Akdeniz’de yaşanan son gelişmeler Türkiye açısından hayati öneme haizdir. 
Türkiye’nin kararlılık ve ciddiyetini hemen her platformda ısrarlı bir şekilde 
anlatması önem taşımaktadır (USAK, 2011:10). 

 Rum Yönetimi'nin siyasi ve hukuki bu hamlelerine karşı Türkiye ve 
Suriye’nin durumuna bakıldığında, kıyıdaş devletler olmalarına hatta Türkiye en 
uzun kıyıya sahip olmasına karşın, bu iki devlet anlaşma dışı bırakılmıştır. 
Oysaki 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 55. ve 56. 
maddellerine göre; kıyıdaş devletlerin kara sularının bittiği hattan itibaren 200 millik alan içerisinde deniz yatağındaki sularda, deniz yatağında ve bunların toprak altında doğal kaynakların araştırılması, işletilmesi ve korunması ile ilgili diğer devletlerin haklarını göz önünde bulunduracak şekilde faaliyetlerde bulunması hakkı vardır (BM Deniz Hukuku Sözleşmesi, 1982;17-18). 

 Sonuç olarak, KKTC ile GKRY, kendi deniz yetki alanlarındaki enerji 
kaynaklarından elde edilecek gelirlerin kullanılması hususunda bir anlaşmaya 
varabilirlerse; bu gelirler, Kıbrıs uyuşmazlığının çözümünde veya çözüm sonrası 
Ada'nın kalkındırılmasına yönelik bir kalkınma fonunda toplanabilir (Başeren, 2015:43). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

8 Ocak 2018 Pazartesi

Mesut Mertcan'ın son sözleri yürekleri dağladı!

Mesut Mertcan'ın son sözleri yürekleri dağladı!


 25 Ağustos 2017 Cuma - 15:38 | Son Güncelleme : 25 08 2017 - 15:38

Adana Huzurevi'nde hayatını kaybeden TRT'nin unutulmayan spikerlerinden Mesut Mertcan'ın kurum müdürüne birkaç gün önce "Dipteyim", bugün de vefatından 1 saat önce, "Beni öbür yere götürün" dediği belirtildi. Dr. Ethem Şahin, uzun süredir depresyonda olan spikeri ölmeden önce kontrol ettiğini, ağrıları olduğunu söylediğini anlattı.



































Adanada Huzurevi'nde hayatını kaybeden TRT'nin unutulmayan spikerlerinden Mesut Mertcan'ın uzun süredir depresyonda olduğu, birkaç gün önce "Dipteyim", bugün de vefatından 1 saat önce, "Beni öbür yere götürün" dediği belirtildi. 2015 Ekim ayından bu yana Adana Huzurevi'nde yaşayan ve çeşitli rahatsızlıkları bulunan 71 yaşındaki Mesut Mertcan'ın vefatı kurum çalışanları arasında da büyük üzüntüye neden oldu.

 
Mertcan, 23 numaralı odasında kendisine verilen ödül ve Neslihan Dağlı'nın hediye ettiği "Kelebek Ömrü aşk Misali" kitabını geride bıraktı.
Adana Huzurevi Yaşlı Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi'nde görevli Dr. Ethem Şahin, ünlü spikerin uzun süredir depresyonda olduğunu belirterek, "Birkaç gün önce zona rahatsızlığı vardı. Bugün de kendisini 10.00-10.30 sıralarında gördüm. Ağrıları olduğunu söyledi. Saat 11.00 sıralarında da görevliler çağırdı. Odasına gittiğimde hayatını kaybetmiş olduğunu belirledik. Ailesine haber verildi. Bir süre sonra Hastanemorguna kaldırılacak. Ailenin talimatları doğrultusunda defin işlemi yapılacak" dedi.
Hiç sigara kullanmamasını söylediklerini ancak bunu çok fazla dikkate almadığını söyleyen Dr. Şahin, "Onu kaybettiğimiz için çok üzgünüz. TRT'deki haber sunma hayalini gerçekleştirdikten sonra sanatçı arkadaşları Murat Soydan ve Aytaç Arman ziyaretine gelmiş, bu ziyarete çok sevinmişti" diye konuştu.
Adana Huzurevi Yaşlı Bakım Rehabilitasyon Merkezi Müdürü Adem Hayta ise Mesut Mertcan'ın çeşitli rahatsızlıkları olduğunu ifade ederek, "En son bir hafta önce özel bir hastaneye götürerek kontrolden geçirildi. Birkaç gün önce görüştüğümüzde bana 'dipteyim' demişti. Bugün de Sabah 10.00 gibi karşılaştık, 'beni öbür yere götürün' dedi. Ben de anlamadım. Daha sonra odasına geçti. 11.00'de hayatını kaybettiğini öğrendik. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile tanışma hayali vardı. Onunla tanışmayı çok istiyordu. Ben birilerine şifahen söyledim ama olmadı" dedi.

2 Ocak 2018 Salı

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 

Prof. Dr. Hasan KÖNİ
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü ÖĞretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI,

Giriş: 

   Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

   Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

   Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. 

Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir 
uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu 
değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi, AVRASYA DOSYASI,

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacak lardı. Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 
21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi 
üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. 

Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan 
müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 
yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere 
inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’daolduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve 
uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin 
anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısında yız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankaları nın ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar 
gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış 
görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a 
karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa 
Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere 
girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer 
güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 
Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servis
lerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte 
“taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan 
anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 
1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi 
bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucusevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 
Bunu belki asla öğrenemeyeceğiz. 
Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasınıetkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, 
yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır.

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 
Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların 
yanlış söylediklerine inanıyorum. Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasındazaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “Komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur.” demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 

ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliği nin uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40.
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46.
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995.
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin yaşadıgını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların flimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204.
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çal›flarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birliğini nasıl 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10.
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7.
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29.
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3.
20 Martin Kramer, "Islam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of İslam" Hiddle East International, Aralık 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against ‹slam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216.



***