26 Eylül 2018 Çarşamba

DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN BÖLÜM 1



DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN  BÖLÜM 1



   Bahçeşehir Üniversitesi'nde 19 Haziran 2008 tarihinde düzenlenen “Dünya'da ve Türkiye'de Aşırılıkçılık” konulu tartışma toplantısının deşifresi aşağıda yer 
almaktadır. 

Bütün Katılımcılara tek tek teşekkürlerimi sunarım: Deniz Ülke Arıboğan, Bekir Karlığa, Nilüfer Narlı, Ali Yaman, Aydın Topaloğlu, Deniz Saporta, Joti Kohli, 
Cemal Uşak, Mustafa Akyol. Metnin deşifresini yapan Levent Dal ile Nil Girgin'e ve metni gözden geçiren Ece Yıldız'a ayrıca teşekkür ederim... 

19 Haziran 2008 Tarihli Toplantı Deşifresi 
Kaan H. Ökten: 

Hepinize hoş geldiniz diyorum. Bahçeşehir Üniversitesi, aynı zamanda yürütücüsü de olduğu “ekstremizmle (aşırılıkçılıkla) mücadele” 
konusunda uluslararası bir projeye dahil oldu. 

Bu projenin amacı, özellikle Türkiye’deki ekstremizm algısını dillendirerek kaydını çıkarmak. Bunu yaparken de biz, ekstremizm konusunda ne düşünüyoruz, 
bunu öğrenmek. En büyük sıkıntımız Türkçe’de bunu nasıl ifade edeceğimiz olmuştu. Çünkü '' Ekstremizm '' sözcüğü Türkçe’de olmayan bir şey. 

Toplantı başlığını atarken “Dünya’da ve Türkiye’de Aşırılıkçılık”ı seçmek zorunda kaldım. Bunu dillendirmeye çalışıp, ne yapacağımızı düşüneceğiz. Bugün yaptığımız gibi, konunun uzmanlarını ve taraflarını aynı masa etrafında biraraya getirip konuyu dillendireceğiz. Başka tür etkinliklerimiz de olacak. Örneğin üniversitemizin araştırma merkezi BETAM da, Türkiye’de bu konudaki algı nasıldır onu sayısal olarak araştıracak. Ayrıca Türkiye’deki üniversite öğrencileri arasında bir yarışma düzenleyeceğiz. 

Çok aktif bir internet sayfası, blog sayfası oluşturmaya çalışıyoruz. Bahçeşehir Teknoloji Geliştirme Merkezinin müdürü Çınar Kurra ve ekibi bu konuda bize 
yardımcı oluyor. 

Bilgisayar ve teknoloji konusunda ciddi imkanları var. Ona teşekkür ediyorum. Bugün videoya çektiğimiz bu etkinliğin bazı güzel ve önemli anlarını 
podcast olarak yayımlayağız, ayrıca metnini de internet sayfamıza koyacağız. 

Çok kısaca kimler burada onları tanıştırmak istiyorum... 

Cemal Uşak, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı başkan yardımcısı. Başından beri projemize şahsen çok destek verdi. Çok teşekkür ediyorum 

Nilüfer Narlı, Sosyoloji Bölümü başkanımız. Bu konularda herhalde üniversitemizin en yetkin kişilerinden biri. 

Bekir Karlığa, Medeniyet Araştırmaları Merkezimizin müdürü ve yürütücüsü. 

Ali Yaman, Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde yardımcı doçent. Kendisi özellikle Alevilik üzerine yaptığı çalışmalarla Türkiye’de ve dünyada tanınan biri. 
Bir dede ailesinden geliyor kendisi. Bu konularda hem Türkiye’de hem yurtdışında önemli faaliyetlerde bulundu. Alevilik meselesinin nabzını tutanlardan birisi. 

Aydın Topaloğlu, İSAM’da (İslam Araştırmaları Merkezi’nde) araştırmacı. Aydın hocamın sanırım çok önemli tespitleri olacak. 

Peder Dositheos, gelecekti ancak kalp problemi olduğundan gelemedi. Ona geçmiş olsun diyorum. Kendisi Fener Patrikanesi basın ve halklar ilişkiler sözcüsü. 

Deniz Saporta, Türkiye Hahambaşılığı basından sorumlu yönetim kurulu üyesi. Bu konunun taraflarından ve “mağdurlarından” bir temsilcinin de 
mutlaka olması lazımdı toplantıda. 

Joti Kohli, Bahçeşehir Üniversitesi’nin hocalarından. Joti etnik kimliği ve mensup olduğu akımlar dolayısıyla katıldı. Joti birtakım “özellikleri” taşıması 
dolayısıyla bu toplantıya bence çok önemli katkıları olacak. Teşekkür ediyorum katıldığı için. 

Mustafa Akyol, bu projenin başından beri var. Çok teşekkür ediyorum katıldığı için. Hem Turkish Daily News’daki köşesi dolayısıyla, hem yürüttüğü web 
sayfası dolayısıyla nabız tutanlardan biri de kendisi. 

Kaan H. Ökten: 

Hepinize hoşgeldiniz, diyorum. Tartışmaya şöyle başlamak istiyorum: Fikri mücadele şart olacaktır. Ben birkaç not aldım ekstremizm ile ilgili olarak. Ekstrem, Latince bir sözcük, hepinizin bildiği gibi. Extremus sözcüğünün süperlatif hali. En dışta, en uçta, en kenarda olan demek. Demek ki, ortada olan bir şeyler var ve onun sağında solunda kenarlar var ve onlara biz ekstrem diyoruz, aşırıda duran. Bu sanki şunu da ima ediyor. Fikirler ve eylemler bütünü var ve o bütünü şemalaştırabiliyoruz. Spektrum gibi. O spektrum içerisinde sağını solunu ekstrem yapıp, o altın ortayı ise aklın ve uygun yolun tek yöntemi diye düşünebiliyoruz. 

Çok eskiden beri yapılan bir tartışma. Mesele uçlara nasıl düşülüyor, kim uçta, orta neye göre orta? Aristoteles hoca, üstad, en büyük muallim kabul edilegelir. 
Nikomakhos’a Etik’te sürekli ve bölünebilir olan her şeyi bölüp daha çoğunu bize göre değerlendirebiliriz diyor. Eşit olan ise aşırılık ile eksikliğin bir ortasıdır. 
Bir şeyin ortası diye iki ucundan eşit uzaklıkta olana, diyorum ki, bu herkes için bir ve aynı şeydir. Bize göre ortaya ise, ne fazla ne de eksik olana diyorum. 
Bu ise tek değildir, herkes için de aynı değil. Şimdi Aristoteles, ortayı yani mesotes öğretisini savunduğu halde ölçüm çubuklarındaki orta gibi herkes 
için aynı olacak bir şeyden bahsetmiyor. Aristoteles’teki orta belki de müzakereye dayanan bir orta olacaktır. Sizin orta diye anladığınızla benim 
orta diye anladığım farklıdır. 

Peki, o zaman orta yolda nasıl buluşacağız? İkimizin ortaları ayrıysa o ikisinin ortası nasıl olacaktır? Aristoteles Nikomakhos’a Etik bunu basiret (phronesis), 
erdem (arete) sayesinde yapabileceğimizi söylüyor. Basiret ise bir durumda ne yapılması gerektiğini hikmet ve irfan sahibi olarak bilen anlamına geliyor 
Aristoteles’te. Şimdi ilim, irfan, hikmet sahibi insanlardan karşımızdakinin öyle olduğunu kabul etmek mümkün olamıyor çoğu kere. O zaman benim ortam 
onun ortası haline getirtiliyor. Burada ilginç bir durum var. Bunu Aristoteles incelemiş, çalışmış ama fiilen yaşadığımız sosyal hayatta, siyasal hayatta nasıl 
uygulanacağı problemli. Doğrudan iktidar ve güç meselesiyle, kudret meselesiyle iç içe geliyor. Bir iki kavram daha var siyasi ekstremizm konusunda. 
Yani aslında ekstremizm siyasi fikirlerin, ideolojinin orta yoldan sapmış, sağa sola düşmüş olmak, “meclis” düzeneği içinde sol sandalyelerde veya sağ 
sandalyelerde oturulmasıdır. Sol ekstremizm, sağ ekstremizm diye bir şey var, son zamanlarda aynen dinsel ekstremizm olduğu gibi.. Burada da doğrudan İslami ekstremizm akla gelecektir, ne yazık ki. Ancak dini ekstremizm içinde sapkınlık, heretizm, dini yoldan sapmış olanlar da olabilir. Burada ifrat, tefrit, fitne sözcükleri veya kavramları Türkçe’de ve literatürde çok tartışılıyor. Böyle bir genel tartışma ufku içerisinde olduğumuzu düşünüyorum ben. Bunları söyledikten sonra sözü Nilüfer Narlı’ya bırakmak istiyorum. 

Nilüfer Narlı: 

Peki, çok teşekkür ederim. Bir keynote speech gibi buradaki başlığımı şöyle size arz edeyim. Aşırı propagandanın bir sorun olduğunu biliyoruz. 
Aşırı propagandanın yarattığı sorunlara çözüm önerisi için yeni bir paradigma arayışı ve bu paradigma arayışı içerisinde kozmopolitanizmi tartışacağım. 
Mümkün olduğunca kısa ve basit cümlelerle anlatmak istiyorum, çünkü kozmopolitanizme girersek biraz teknik ve zor konu olacak. 

Şimdi girişte şu sözlerle başlıyorum. Aşırı propaganda, Kaan’ın da belirttiği gibi, günümüzün önemli bir sosyal siyasi sorunu. Ve bu sorun tüm insanlık için 
hem insan hakları, hem güvenlik sorunu oluşturmaya başladı. Tabii rektörümüz güvenlik konularında çalışıyor. Güvenliğin hem bir soft security dediğimiz 
bölümü var hem de hard security. Tabii orada askerler, silahlar konuşuyor. Bu soruna yol açan koşulları irdelememiz gerekiyor. Aşırı propaganda niçin, 
hangi koşullarda güçlendi? Çözüm önerileri üretebilmemiz için bunu irdelememiz gerekiyor. Ayrıca Batı Avrupa’da da olan, demokrasi kültürünün zayıflaması 
veya kırılgan bir hale gelmesi, çok kültürlülüğün iflası ve yeni paradigma arayışında kozmopolitanizm gibi konuları da bu tebliğde ele almaya çalışacağım. 

Demokrasi konusuna gelince, demokrasinin temel unsurlarından birisi farklılıkların birlikte yaşayabildiği sosyal siyasi bir çevre ve hukuk düzeni oluşturulmasıdır. 
Demokrasinin vazgeçilmez koşulları olan serbest seçimler, vatandaşın siyasi katılımı, fikir özgürlüğü ve toplanma hürriyeti gibi temel siyasi haklar ve de bir 
hukuk devletinin varlığı güçlü bir demokrasi kültürüne dayanır. Eğer güçlü ve olgun demokrasi kültürü yoksa, bu eksik ise demokrasi kırılganlaşıyor. 
Demokrasinin kırılganlaştığı bir ortamda aşırı siyasi akımların yeşerdiğini ve aşırı propagandanın da kendisine uygun bir zemin bulduğunu görüyoruz. 

Şimdi aşırı propaganda konusuna sadece Türkiye bağlamında değil, küresel olarak yaklaşmak istiyorum. Hem Avrupa Birliği ülkelerinde yaşanan sorunları, 
hem de Amerika’da yaşanan sorunların hepsini birarada alarak tebliğe başlıyorum. 

Bugünün en önemli meselesi, farklılıklara rağmen birlikte yaşayabilmek. Çünkü şöyle bir sorun ortaya çıkmaya başladı. Eskiden farklılıklar zaman zaman 
farklı renk ve güzellikler olarak görülürken bugün kültürel ve dini farklılıklar insanlara batmaya başladı. Tabii bu batmanın sebebinde algılamalar çok önemli. 
Algılamalar ve aşırı propaganda.. Çünkü siyaset bir yerde algılamalardan yola çıkıyor. Siz farklı bir dini ve kültürel kimliği nasıl algılıyorsunuz? İşte onu öteki 
olarak algıladığınızda, “şeytanlaştırdığınızda”, aşırı propagandaya malzeme sağlamaya başlıyorsunuz. Şimdi farklılıkların yarattığı çatışma aşırı 
propagandayı güçlendiriyor. Farklılıklar kimlik temelinde algılanır ise kimlikler siyasileşerek aşırı propaganda için araçsal bir nitelik kazanıyor. 

Benim Türk kimliğim veya Müslüman kimliğim veya bir etnik kimliğim bir renk olabilir, fakat ben bunu siyasallaştırdığım zaman aşırı propagandaya 
malzeme sağlayabiliyor. Hem kendim için, hem karşı taraf için. 

Bu tebliğde ele aldığım sorunu tekrar tanımlarsam şunu söyleyebilirim: Farklılıkların özellikle dini ve kültürel farklılıkların siyasi gerilim ve aşırı propaganda malzemesi haline dönüştüğü bir dönemde birlikte yaşayabilmemiz için nasıl bir kültürel proje ve paradigmaya ihtiyacımız var? Bu kültürel projenin oluşmasında, şimdi gazeteci arkadaşlarıma sesleniyorum, medyanın nasıl bir görev ve sorumluğu var? 

Bugünkü döneme ait durumu özetlersem, yani bugün niçin biz böyle bir arayışa girdik? Soğuk savaş döneminde de aşırı propaganda vardı, çatışmalar vardı, 
fakat bugün daha kompleks, daha karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız. Soğuk savaş sonrasında barış inşa edebilmek için nasıl bir dünya düzenine ve felsefeye 
ihtiyaç var sorusu tekrar karşımıza çıktı. 

Bu sefer sorun daha karmaşık. Savaşlar eskisi gibi devletler ve onların iyi tanımlanmış orduları arasında geçmiyor. Devlet dışı örgütler de yeni bir aktör olarak ortaya çıktı. Asimetrik savaştan bahsediliyor. Konvansiyonel savaşlarda olduğu gibi düşman tanımı yapılırken asker ve silah gücü dışında başka ölçütler ve parametreler tanımlanıyor. Her yerde her zaman karşımıza çıkacak görünmez bir düşman varlığı kavramıyla karşı karşıyayız. Bu görünmez düşman aranırken 
kültürel ve dini farklılıklar aşırı propagandaya malzeme sağlıyor. 

Bu Malzemeyi hem aşırı gruplar kullanıyor hem de devletler. 

Çünkü bakın, devletler de aslında aşırı propaganda üretebiliyorlar ve bunu kullanabiliyorlar. O yüzden belki aşırı propagandaya yine aktörler bağlamında da bakabiliriz. Avrupa Birliği ülkelerine baktığımızda bu ülkelerde farklı kültürel ve dini kimliği olan göçmenlerin entegrasyon sorunu var ve son on yılda sayıları 
artmış olan kaçak göçmenler Avrupa’da yaşanan sorunların bir nedeni olarak görülmeye başlandı. Göçmenlerin durumu aşırı propaganda için kritik bir 
öneme sahip. Siyasi İslam olduğu kadar Avrupa’daki aşırı sağ gruplar da bu sorunları göçmenlerin entegrasyon sorunlarını aşırı propagandada kullanıyorlar. 
Burada entegrasyon sözcüğüne bazı itirazlar olabilir, onu da tartışırız. 

Bütün bu sorunlar 11 Eylül’den sonra çok daha karmaşık bir hale geldi. Hepimiz tabloyu biliyoruz. Şimdi buradan çokkültürlülüğün iflası tartışmasına geçmek 
istiyorum, çünkü uzun süre Avrupa’da farklılıkların, farklı dini ve kültürel grupların kimliklerin, çokkültürlülük projesi altında barış içinde yaşayabildiği 
uyumlu olabildiği düşünülüyordu. Fakat bugün biz çok kültürlülüğün de iflas ettiğini görüyoruz. 

Ben de bu “çok kültürlülüğünün iflasından yola çıkarak yeni bir paradigma anlayışına ihtiyaç duyuyoruz” tezini burada ortaya atıyorum. 
Bu sebeple yeni bir paradigma için kozmopolitanizme bakalım. 

Çokkültürlülüğe nasıl alternatif olabilir? Eğer kozmopolitanizmi biz eğitim felsefemize, gazetecililik anlayışına, yaşam felsefemize sığdırabilirsek onu eğitim sistemi ile içselleştirebilirsek o zaman aşırı propagandaya karşı kendimizi koruyabiliriz ve o Kaan’ın bahsettiği hikmet sahibi, basiretli bir insan olmak için 
kozmopolitan felsefeden öğretiler alabiliriz. 

Şimdi çokkültürlülüğün iflası ile ilgili şunları söylemek istiyorum. Göçmenler sorunundan bahsetmiştim. Göçmenler ile ilgili sorunlar ve terör meselesi sık sık 
batı medyasında gündeme getiriliyor. Avrupa ülkelerinde uzun yıllardır çok kültürlülük bir hedef haline geldi yani eleştirilerin hedefi oldu. Hem liderler hem 
de entelektüeller çokkültürlülüğün iflasını tartışmaya başladı. Özellikle Almanya’da hem Schröder hem de Merkel bu konudaki konuşmalarında eleştirileri dillendirdiler. Şimdi çokkültürlülüğü eleştirenler şunları vurguluyor. Diyorlar ki çokkültürlülük demokrasinin sürdürülmesinde temel olan evrensel 
normlarla çatışabiliyor, evrensel normları hiçe sayabiliyor. İkincisi kültürel farklılıklardan hareket ederek farklı hukuk uygulaması talep edebiliyorlar. 
Üçüncüsü, tabii böyle bir talep hukuk birliğini bozuyor ve kültürel farklılıkları demokratik ilkelerle çelişen siyasi talepler üretmek için bir dayanak noktası 
olarak seçebiliyorlar. Diyorlar ki, benim dini kültürüm daha farklı bir hukuk uygulaması gerektiriyor, o yüzden ben, o ülkedeki hukukun dışında bir hukuk 
oluşturmak istiyorum. Ve özellikle de göçmenlerin yaşadığı toplumlara paralel toplumlar diyebiliyor. Ve bu paralel toplumlarda, yani göçmen ama belki 
üçüncü nesil olmasına rağmen, bir kültürel kompartımanda yalıtılmış yaşam içinde olduğunu düşünüyor ve böylesine yalıtılmış bir ortamda aşırı propagandanın filizlenebilmesi çokkültürlülükten kaynaklanıyor. 
Çünkü çokkültürlülük insanları kaynaştırmıyor, herkesi kendi kültürel kompartımanına (bu dini kültür de olabilir) bir şekilde hapsediyor. Bunun da demokratik ilkelerle çelişen siyasi taleplere de yol açabildiği argümanları var. 

Ve yine çokkültürlülüğe yapılan eleştirilerden birisi çokkültürlülüğün kültürel ayrılıkçılığa yol açtığı, paralel toplumların orta çıkarak devletin bütünlüğüne 
tehdit oluşturması, paralel toplumlarda aşırı dini görüşlerin oluşması ve propaganda yapılabilmesi için ortam oluşması, sosyal ve siyasi dayanışmanın 
çökmesi; bu çokkültürlülüğü eleştirenlerin verdiği argümanlar. Ve de kültürel ve dini farklılıklara dayalı siyasi taleplerin yapılması.. 

Burada şu soru karşımıza çıkıyor. Dünya; barışı ve demokrasiyi sürdürmek için, aşırı propaganda ile mücadele etmek için, yeni bir paradigma arayışına 
girmelidir. 

Şimdi kozmopolitanizmi ben Sokrates’e kadar götürüyorum. Kaan da felsefeci. Gerçi Sokrates belki çok açık olarak ifade etmemiştir. Ondan sonra Sokrates’in 
öğrencisi kinik filozof Sinoplu Diyojen; mesela kendisine soruluyor kimsiniz? “Dünya vatandaşıyım” diyor. 

Ve kullandığı kelime “cosmopolites”. Buradan köklerini alıyor. Kozmopolitanizmin o teknik açıklamalarını geçiyorum ama bize aşırı propaganda ile 
mücadelede nasıl yardımcı olabilir, hemen temel fikirlerini özetlemek istiyorum. 

Şimdi kozmopolitanizmde şu anlayış var. İnsan rasyonel bir varlık. Rasyonel bir varlık olduğu için Kaan’ın bahsettiği o altın ortayı bulabilme kapasitesi var. 
Ve insanın doğasında bu var. 
İnsanın doğasında aşırılık yok, kriminal eğilimleri yok, denecekse eğer. İnsanların birliği fikri ikinci fikir. Üç, insanların farklı siyasal sistemler içinde 
yaşamalarına rağmen doğaları gereği birlikte harmoni içinde yaşama eğilimi. Farklılıkların tolere edilebilmesi dördüncüsü. Beş, tüm rasyonel insanların aynı moral topluluğun parçası olduğu. Altı, bireyin kendi yaşam felsefesini oluştururken, bu biraz benim yorumum, farklı kültürleri harmanlayarak bu sentezi kendine mal edebilme yeteneği oldu. Çünkü böyle bir ortak akla sahibiz. Tabii siyasi düzlemdeki kozmopolitanizm fikirlerine bakarsak, bu fikirler tüm insanlığın birlikte yaşadığı dünya devleti ve düzeni oluşturulması.. 
Ancak bu, sınırların ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Sadece uluslararası norm ve standartlarda oydaşmaya, konsensüse varılması. Bugün sürekli olarak insan hakları ile ilgili normlardan bahsediliyor. Tüm insanların temel hak ve özgürlüklerini teminat altına alacak uluslararası hukuk. 

Biliyorsunuz uluslararası ceza mahkemesi var (International Crimal Court). Bu siz kendi ülkeniz kanunları ile uyum içinde olsa bile bir suç işlediğinizde, özellikle savaş suçu işlediğinizde, sizin cezalandırılabilmenize yol açabiliyor. Ama ülkelerin o anlaşmaları imzalaması gerekiyor. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor?

  Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor? 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Suriye Krizi İzleme Merkezi
Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor?
Sabir Askeroğlu tarafından yazıldı.
11 Eylül 2013 Çarşamba















   21 Ağustos 2013’te Suriye’de kimyasal silahların kullanılması Suriye meselesini uluslararası alanda yeni bir boyuta taşımıştır. 

    ABD ve müttefikleri kimyasal silahların Esad rejimi tarafından kullanıldığını ileri sürerek, Şam’a yönelik uluslararası askeri müdahale kararını gündeme taşımışlardır. Bu süreç içerisinde  ABD başta olmak üzere İngiltere (askeri müdahale fikri parlamento tarafından reddedilmiş olmakla beraber) ve Fransa Doğu Akdeniz’de askeri güçlerini  artırmaya başlamıştır. 
Diğer taraftan kimyasal silahların Esad rejimi tarafından değil de isyancı güçler tarafından kullanıldığını savunan Rusya, müdahaleye karşı çıkmıştır. BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan Suriye’ye olası askeri müdahale uluslararası hukuka aykırı olacağını söyleyen Rusya, BM Güvenlik Konseyine gelen müdahale kararlarını da veto etmiştir.

Diğer taraftan BM kararı olmadan da müdahale yapılabileceğini düşünerek askeri varlığını artıran ABD ve müttefiklerine karşı Rusya’da Tartus limanının hukuksal 
imkânlarını kullanarak Suriye kıyılarında askeri filosunu artırmaya başlamıştır.

Esad rejimine karşı askeri operasyon yapmakta açık beyanda bulunan Batı ülkelerine karşı, Rusya’nın bölgede askeri varlığını artırmasının amacı 
konusunda soru işaretine neden olmaktadır.

Daha önce Rusya’nın Doğu Akdeniz’de bir “Neustraşimıy” firkateyni, üç “Şabalin” ve “Amiral Nevelskiy” “Peresvet”  isminde büyük savaş gemileri ve destek 
gemileri bulunurken, 3 Eylülde bir “Amiral Panteleyev”  denizaltı avcısı Tartus limanına ulaştıktan sonra Türk boğazlarından 1 SB-201 “Priazovye” istihbarat 
gemisi geçmiştir. Ardından büyük savaş gemileri olan “Minsk” “Novoçerkassk” ve “Nikolay Filçenkov” gönderilmiştir. Şuan Suriye kıyılarına doğru ilerleyen  
“Koramiral Kulikov” denizaltı savar gemisi ve bir "Moskva” füze kruvazörü söz konusudur. Ancak daha sonra Karadeniz Filosu Enformasyon Merkezi Başkanı 
Vyaçeslav Truhaçyov, Rusya Deniz Kuvvetleri 29 Eylülde Akdeniz’e “Yamal” savaş gemisini göndereceği açıklamıştır. Dolayısıyla Rusya bundan sonra da duruma göre Akdeniz’de bulunan askeri gücünü artırmaya devam etmesi beklenebilir.

Rusya bölgede bulunan askeri gücüne rağmen olası Suriye savaşında yer almayacağını açıklamaktadır. Moskova’nın Suriye’de savaşa doğrudan dâhil 
olmasının Rusya için taşıdığı büyük riskler vardır. Bu riskleri şu şekilde sıralayabiliriz.  

Birincisi Rusya bundan sonra Suriye’ye bulunan muhalif gurupları ve El-Kaide unsurlarını kendi üzerine çekmiş olacaktır. Söz konusu çatışma Ortadoğu 
bölgesinde olduğu gibi, Kafkasya üzerinden Rusya’nın içlerine kadar uzanacaktır. Konuyla ilgili Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Grigoriy Karasin Suriye’ye 
yönelik askeri müdahalen Kafkasları olumsuz etkileyeceği belirtmiştir.  Aynı şekilde Rusya karşısına Suriye’de muhalif güçleri destekleyen Arap ülkelerini de 
karşısına almış olacaktır. Rusya Suriye krizinin Müslüman nüfusa sahip Kuzey Kafkasya etkisini konusunda Rus yetkilileri şimdiden dillendirmeye 
başlamışlardır.

Rusya’nın savaşa dâhil olmasının ikinci olası riski ise gerek küresel gerek ise bölgesel boyutlarda ABD ve NATO üyesi ülkelerin askeri kapasitelerinin Rusya’nın askeri varlığından çok daha üstün olmasıdır. Dolayısıyla Rus askeri uzmanlarında dile getirdikleri gibi, Rusya’nın karşı tarafı dengelemek için yeterince güce sahip değildir. Rusya’nın olası çatışmaya dâhil olması ve ABD’nin saldırmak istemesi durumunda Rus donanmasının kısa bir zaman içerisinde ABD donanması tarafından ortadan kaldırılabileceği yorumu yapılmaktadır.

Diğer taraftan üst düzey Rus yetkilileri Rus donanmasının Suriye kıyılarında bulunmasının amacının bölgede istikrarın faktörü olduğunu söylemelerinin yanında Rusya’nın üst düzey askeri yetkililer ise, Doğu Akdeniz’de bulunan Rus donanmasının gerektiğinde denizaltılarla birlikte bölgede ortaya çıkabilecek 
askeri duruma ciddi etki yapabileceğini söylemiştir.  Bununla Rusya’nın artık güçlü bir şekilde bölgeye döndüğünü göstermeye çalışmaktadır. Moskova Suriye’de çatışmaya  girebileceğini ifade etmese de oyunun güçlü oyuncusu olduğunu dünyaya göstermeyi arzu etmektedir.

Rus donanmasını en önemli ve resmi olmayan amacı ise, NATO ittifakının Suriye’ye karşı askeri müdahalenin önüne geçmek olarak görülmektedir. Bölgeye savaş gemilerini artıran Rusya Batı güçlerinin Suriye’ye karşı müdahalesini caydırmaya çalışmasıdır.

Rus donanmasının niteliğine bakılacak olursa, belli konularda bazı amaçlarını tespit edilebilinir. Rusya Doğu Akdeniz’de bir istihbarat gemisine sahiptir. 
Dolayısıyla bölgede gerçekleşebilecek askeri faaliyetleri yakından takip etmesine imkânı bulmaktadır. Rus donanması radarları sayesinde ABD füzelerini 
ile ilgili elde ettiği bilgileri sadece Moskova’ya değil, Şam’la paylaşması durumunda ABD ve müttefiklerinin havadan olduğu gibi, denizden de olası 
saldırısına karşı Suriye hava savunma sistemlerinin ani karşılık verme kabiliyetini maksimuma çıkarmış olacaktır.

Rus donanmasının bölgedeki diğer bir muhtemel işlevi tank ve zırhlı araçlar dâhil olmak üzere askeri araç ve malzemelerin nakliyatı için de tasarlanmış olan 
savaş gemileri aracılıyla Suriye yönetimine silah sevkiyatı yaparak destek sağlamasıdır. S-300 Hava Savunma Sistemlerinin de söz konusu gemilerde 
olabileceği ihtimali Rusya’nın Suriye’ye bunların sağlanabileceği konusunda bir koz olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla Rusya bununla Suriye krizinde güç 
dengesini değiştirebilme yeteneğini elinde bulundurmaktadır. Buda Rusya’ya pazarlık yapabilmesi için olanak yaratmaktadır.

Rus donanmasının Doğu Akdeniz’de bulunmasının amacı doğrudan müdahaleler den kaçınarak dolaylı yollarla bölgede güç dengesini bir anlamda dengeleme ye çalışmakla birlikte, Suriye’ye gemileri aracılıyla radar görevini üslenmek ve gerektiğinde de silah sevkiyatını gemiler üzerinden sağlayarak ülkedeki  çıkarlarını korumaya çalışmaktır.

Sonuç

Moskova, Suriye krizi boyunca özellikle Libya Krizinde BMGK’da attığı adımların nasıl kendisini süreç dışında bıraktığını görerek Batı politikalarına karşı bir 
direnç çizgisi geliştirmiştir. ABD’nin değişik nedenler ile Suriye’ye askeri müdahale konusunda hevesli olmaması bir yandan Suriye’nin Rusya için taşımış 
olduğu stratejik değer diğer yandan, Suriye konusunda Rusya’yı çok önemli bir aktör haline getirmiştir. Moskova en son yaptığı Esad’ın kimyasal silahları 
uluslararası denetime açması teklifi ile ABD’nin askeri müdahaleden vazgeçmesi gibi bir sürecin önünü açarken, hem kendisi hem de Esad rejimi için önemli bir 
zaman kazanmıştır. Uluslararası ilişkilerde “zaman” stratejik unsurlardan birisidir. 

Önümüzdeki süreç Moskova-Şam-Tahran hattının bu zamanı nasıl 
kullanacağını gösterecektir.

Uzman Hakkında
Sabir Askeroğlu
Rusya Slav Araştırmaları Merkezi
sabiraskeroglu@gmail.com 

Rusya Rusya'nın Dış Politikası
Uzmanın Diğer Yazıları

  Türk-Rus İşbirliğinin Moskova İçin Önemi 
  Rusya’ya Karşı “Anakonda” Stratejisi  
  Asya-Pasifik’te Rus-Japon Yakınlaşması  
  Türk-Rus İlişkilerinin Krizi: Jeopolitik Rekabetin Sonucu 
  Suriye Satrancında Rusya Hamlesi 
  Rusya Ekonomisi Dibe mi Vuruyor? 
  Ankara-Moskova Krizinin Olası Sonuçları? 
  Moskova’dan Rus Uçağının Düşürülmesine İlk Tepkiler 
  Putin’in Yeni Suriye Hamlesi 
  Orta Doğu İçin “Putin Planı” 
  İran Nükleer Anlaşması ve Rusya’nın Çıkarları 
  Putin Esad’a Olan Desteğini Geri Mi Çekiyor? 
  Rusya-Çin Stratejik İşbirliği: Yeni Kıtasal İttifak Mı? 
  Rusya’nın Yemen Politikası ve Yeni Orta Doğu Diplomasisi 
  Ukrayna’da Savaş Alarmı: Kiev, Minsk Mutabakatını Bitirdi 
  Rusya’da Muhalif Liderin Öldürülmesi Ne Anlama Geliyor? 
  Batı’nın Rusya’yı Bitirme Stratejisi 
  Kuzey Kafkasya'da Terör Sorunu: Çeçenistan Saldırıları 
  Rusya'nın IŞİD Politikası 
  Ukrayna Krizine Diplomatik Çözüm Arayışları 
  Ukrayna'nın Yeni Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko Kimdir? 
  Nihai Parçalanmaya Giden Ukrayna 
  Ukrayna Krizi’nde Son Durum ve Rusya’nın Müdahale Olasılığı 
  Kırım’ın Rusya Tarafından İlhakının Arkasındaki Beyin: Vladislav Surkov 
  SSCB Yeniden Mi Doğuyor? 
  Ukrayna Neden Karıştı? Rusya-Batı Arasında Jeopolitik Çekişme 
  Kırgızistan’da Rusya ve ABD’nin Üsler Mücadelesi 
  İran-ABD Yakınlaşmasının Rus Dış Politikasına Etkileri 
  Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor? 
  Putin’in Azerbaycan ile Jeopolitik Pazarlığı 
  Rus Kaynaklarında Mısır Darbesinin Perde Arkası 
  Rus Kaynaklarına Göre Türkiye’nin Suriye Politikasını Belirleyen Faktörler 
  Rus Kaynaklarının İddiası: Türk Ordusu Suriye Sınırını Geçti 
  Rusya Suriye’de Neden Direniyor? 
  Türkiye’nin Kafkasya Politikasına Moskova’nın Bakışı 
  Rusya’nın Çin Politikasında Stratejik Araçlar 
  Berezovskiy’nin Ölümü Putin’in Zaferi mi? 
  Rusya’nın Milli Güvenlik Sorunu: Avrupa Füze Savunma Sistemleri 


 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: FemaBilişim
  
http://www.21yyte.org/arastirma/suriye-krizi-izleme-merkezi/2013/09/11/7205/dogu-akdenizde-rus-savas-filosunun-konuslanmasi-ne-anlama-geliyor


***

Rus Gemileri Batı Akdenizde

Rus Gemileri Batı Akdenizde


EMRAH KEKİLLİ
31 OCAK 2017



   Rusya’nın Askeri desteği öncesi dahi Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne karşı olumsuz tavır takınan Haftar’ın, müdahale sonrasında bu tavrını daha da sertleştireceği ön görülebilir. 



1. Rus Gemileri neden Libya Sularında?

Libya’nın doğusunu askeri yöntemlerle kontrol eden emekli General Halife Haftar, Rusya’ya 2016 yılı Kasım ayında gerçekleştirdiği ikinci ziyarette (ilki Haziran’daydı) hem Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov hem de Savunma Bakanı Sergey Şoygu tarafından kabul edilmişti. Libya’daki resmi konumu tartışmalı olan ve BM Libya temsilcisine randevu vermeyen Haftar’ın, Rusya’dan bu derece üst düzey kabul görmesi, Rusya’nın Libya’ya yönelik yeni bir pozisyon almaya 
başladığı şeklinde yorumlanmıştı. 2014 yılı ortalarından itibaren Libya’da çatışan askeri kamplardan birinin liderliğini yürüten Haftar, uzun süredir Libya’ya yönelik silah ambargosunu illegal yollardan temin ettiği silahlarla aşmaya çalışmamakla birlikte resmi yollardan silah sorununu giderme arayışı içindeydi. 

Bu noktada Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2015 yılı Şubat ayında Kahire’yi ziyaret ettiğinde Mısır’ın aracılığıyla Haftar’a bağlı dönemin Genelkurmay Başkanı Abdulrezzak el-Nazuri Rus yetkililerle bir araya gelmiş ve silah talebinde bulunmuştu. Bu çerçevede Haftar’ın Rusya ziyaretlerinde bu konudaki yardım taleplerini ve karşılıklı iş birliği konularını dile getirdiğini tahmin etmek zor değil. Bu toplantıların ardından 12 Ocak 2017’de, dünya basınının gündeme taşıdığı ve konunun ilgilileri arasında ciddi tartışmalara neden olan Rus uçak gemisinin Libya’nın doğu bölgesi kara sularına ulaşması gerçekleşmiştir.

2. Rusya-Haftar ittifakı iddialarının içeriği nedir?

Haftar’ın Libya’da kontrol alanını genişletmek ve gücünü tahkim etmek için bölgesel ve uluslararası ittifaklar içine girdiği bilinen bir durumdur. 
Haftar Mısır, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından desteklenmektedir. Buna rağmen ülkenin doğusunda, Bingazi içinde, Derne ve Cufra’da ciddi bir direnişle karşı karşıyadır ve bu direnişi kıramamaktadır. Bunun yanında ülkenin batı kısmı Haftar karşıtı bir pozisyona sahiptir, güney ise iki kamp arasında bölünmüş durumdadır. Yani Haftar sahip olduğu iç ve dış desteğe rağmen ülkenin kontrolünü ele geçirememektedir. Bu çerçevede silah temin etmeye çalışmakta, mümkünse kendisine destek verecek küresel bir güç bulmak için çabalamaktadır. Haftar ve liderlik ettiği koalisyonun siyasi yüzü olan Temsilciler Meclisi (TM) Başkanı Ukeyla Salih, Batılı devletlerden dahi silah talebinde bulunmuş ancak bu talepler reddedilmiştir.

Bu çerçevede Haftar, Ruslarla iletişime geçmiştir. Her ne kadar Rus yetkililer ve Haftar sözcüleri tarafından yalanlanmış olsa da Haftar ve “Russian Rosoboroexport” temsilcilerinin bir silah anlaşması yaptığı iddia edilmektedir. Bu anlaşma çerçevesinde Haftar’ın Rusya’dan 2 milyar dolar civarında silah alacağı belirtilmektedir. 

Alınması planlanan teçhizatın, on tane SU-30, altı tane SU-35 ve dört tane YAK-130 eğitim uçağı, S-300 hava savunma sistemleri, T-90 tankları olacağı bilgisine yer verilmektedir. Ayrıca T-72 model tankların bakım ve onarımının Ruslar tarafından gerçekleştirileceği kaydedilmektedir. Rusya’nın Suriye’de SU-24 yakın hava desteği ve SU-25 stratejik operasyon uçaklarını uzun süredir kullandığı düşünüldüğünde SU-30, SU-35 ve YAK-130 uçaklarını Libya’da kullanmak isteyebileceği yorumu yapılmaktadır. Bunun yanında Kaddafi’nin 2008 yılında Rusya’dan ülkenin doğusunda bir deniz üssü kurması karşılığında 20 uçak alması yönünde yaptığı anlaşma da dikkate alındığında bu anlaşmanın yeni bir kurgu ile uygulanmak istendiği öne sürülmektedir. Dahası Rusya’nın Suriye’de uyguladığı modeli Batı Akdeniz’e taşıma yönünde riskli bir stratejik hamle yapmasının mümkün olacağı yorumu da yapılmaktadır. Bu noktada yerel basına yansıyan bilgilerde Rus Askeri yetkililerin, Libya’nın Mısır sınırına yakın bölgelerinde bir deniz üssü kurmak amacıyla keşiflerde bulunduğu ifade edilmektedir.

3. Rusya-Haftar ittifakı iç dengeleri nasıl etkiler?

Yukarıda ifade edildiği üzere ciddi direniş nedeniyle Haftar, Libya’da kısıtlı bir alanı kontrol etmektedir ve askeri kapasite anlamında ciddi zaafları olduğu ifade 
edilmektedir. Rusya’nın Suriye’de Esed’e yaptığı gibi Haftar’a askeri ve siyasi destek sağlaması durumunda ülkenin doğusundaki devrimci birlikler ciddi güç 
kaybedebilir ve bölgeyi tamamıyla terk etmek zorunda kalabilir. Haftar doğu bölgesinin kontrolünü tamamen ele geçirmesi durumunda batı bölgelerine doğru 
harekete geçmesi halinde, bazı küçük şehirlerin kontrolünü ele alabilir, Trablus’taki bazı silahlı grupları kendi tarafına çekerek buradaki devrimci hattı kırabilir. 
Buna rağmen Misrata’nın bu sürece ciddi mukavemet göstereceği, Haftar’ın Trablus’u ele geçirmesi durumunda kendilerine hayat hakkı tanımayacağını bilen 
bazı silahlı grupların direneceği öngörülebilir.

Siyasi süreç açısından değerlendirmek gerekirse BM inisiyatifi ile teşkil edilen Başkanlık Konseyi ve Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ülkenin batısına kısmen hakim durumda iken doğusuna hiçbir şekilde etki edememektedir. BM Özel Temsilcisi bir şekilde Haftar’ı da sürece dahil ederek siyasi çözüm için ikna etmek istiyor olsa da Haftar’dan randevu dahi alamamaktadır. Hatta Haftar, Tubruk’u ziyaret etmek isteyen Kobler’in uçağının Tubruk’a inmesine izin vermemektedir. 
Rusya’nın askeri desteği öncesi dahi UMH’ye karşı olumsuz tavır takınan Haftar’ın, müdahale sonrasında bu tavrını daha da sertleştireceği ön görülebilir. 
Bunun yanında Trablus ve etrafında UMH’nin Haftar’a karşı kesin bir olumsuz tavır takınmasını isteyen bazı gruplar, alternatif stratejilere yönelebilir ki bu 
durum UMH’nin batı bölgesinde de elini zayıflatır.

4. Rusya-Haftar ittifakı Libya’ya yönelik bölgesel ve uluslararası dengeleri nasıl etkiler?

Halife Haftar’ın operasyonlarında Mısır’ın askeri ve lojistik destek verdiği, Ürdün’ün Haftar’ın askerlerini eğittiği, BAE’nin Blackwater Şirketi üzerinden Halife Haftar’a hava desteği sağladığı kamuoyunun genel olarak kabul ettiği konulardır. Kahire’nin Moskova’yla güçlenen ilişkileri çerçevesinde Haftar ve Moskova arasında aracılık yaptığı da dikkate alındığında Haftar’ın Moskova’yla anlaşmasının Mısır’ı rahatsız etmeyeceği öngörülebilir. BAE ve Ürdün’ün tavırlarında bir değişiklik olup olmayacağı ise süreç içinde belli olacaktır. Haftar’ın siyasi emellerini reddetmekle birlikte “terörle mücadele”de lojistik olarak onu desteklediğini ifade eden Fransa’nın belirtildiği üzere bir Haftar-Rus anlaşmasında Rusya’nın Batı Akdeniz’deki varlığından memnuniyet duymayacağı açıktır.

Haftar’ı fiilen destekleyen bölgesel ve uluslararası güçler dahi UMH’yi kabul etmekle birlikte, fiili olarak, İtalya DEAŞ terör örgütüyle mücadelesinde UMH’ye 
bağlı Misrata merkezli teşekkül etmiş “Çelik Gövde” güçlerini desteklemektedir. İtalya’nın Misrata’da bulunan tıp merkezi, ülkenin batısındaki aktörler tarafından 
askeri üs olarak nitelendirilmektedir. Tıp merkezi ya da askeri danışmanlık şeklinde de olsa İtalya’nın DEAŞ terör örgütüyle mücadelede “Çelik Gövde”nin, siyasi olarak da UMH’nin yanında olduğu görülmektedir. İtalya Dışişleri Bakanı, Rusya’nın Libya’ya yönelik adımlarından duyduğu endişeyi, “Rusya’nın Libya’da muhtemel bir askeri varlığı durumunda Libya’da daha etkin bir rol üstlenmemiz gerekecektir” sözleriyle ifade etmiştir. ABD ve İngiltere ise şu ana kadar UMH’ye ve “Çelik Gövde” güçlerine destek vermektedir. Ancak Trump yönetimi ile birlikte ABD’nin Libya’da tavır değiştirip değiştirmeyeceği şu an için belirsizdir. Ancak Obama’nın gitmesiyle görevi bırakan ABD’nin Libya Özel Temsilcisi yaptığı son açıklamada ABD’nin, Mısır’ın Haftar’a desteğinden rahatsız olduğunu ifade etmişti.

5. Libya’da siyasi çözüm mü, askeri çözüm mü?

Halife Haftar, siyasi çözüm istemediğini, gerek darbe girişimi sırasında (Şubat 2014) meclisi feshederek askeri bir konseyin yönetimi devralacağını açıklayarak gerekse halihazırda BM Özel Temsilcisi Kobler’e randevu vermeyip uçağının Tubruk’a inmesini engelleyerek göstermiştir. Bunun yanında seçilmiş belediye başkanlarını ve sivil kurumları devre dışı bırakarak kontrolü altındaki bölgelerde askeri valiler atayarak fiilen askeri yönetim uygulamaktadır. Ayrıca Bingazi’de yer yer, hangi odaklarca düzenlendiği belli olmayan (!) gösterilerde TM’nin kendini feshederek bütün yetkilerini Haftar’ın liderlik edeceği bir asker meclise devretmesi istenmektedir. 

Darbe ile iktidara gelen Mısır yönetiminin, Haftar’ın askeri yöntemlerinden rahatsız olmadığı gibi Haftar’ı siyasi ve askeri olarak net bir şekilde desteklediği bilinmektedir. 

   Yani Mısır’ın Bölgedeki Siyasi ve askeri kaygılarına mutabık bir yönetim Haftar eliyle Libya’da hayata geçirilmek istenmektedir. Bu noktada Rusya’nın Haftar’a 
(muhtemel) askeri desteği, Mısır’ın ve Haftar’ın askeri yönetim hedeflerine katkı sunacağı gibi BM’nin siyasi çözüm çabalarına büyük oranda zarar verebilir.

BM inisiyatifi ile teşekkül eden UMH şu ana kadar kendisinden beklenenlere karşılık vermemiş olsa da halihazırda Türkiye’nin yanı sıra başta İngiltere ve İtalya olmak üzere Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin desteğini almaktadır. 
Ancak UMH’nin Libya’nın tamamını kontrol edememesinin nedeni Haftar’ın doğu bölgesine UMH’yi sokmaması, batıda ise Haftar’ın muhtemel askeri operasyon undan endişe eden silahlı grupların UMH’nin yanında her zaman bir B planına ihtiyacı olduğunu düşünmesidir. Yani siyasi sürecin tıkandığı nokta Halife Haftar’ın siyasi sistem içindeki rolüdür. Gerek UMH gerek ülkenin batısında UMH’ye destek veren aktörler, askeri güçlerin sivil yönetime bağlı olması gerektiğini savunmakta, Haftar ise askeri yönetimde ısrarcı olmaktadır. Libya’daki siyasi ve askeri hiyerarşi içindeki yeri tam anlamı ile tartışmalı olan Haftar’dan “Libya orduları komutanı” şeklinde söz edenler Haftar’ın söylemine meşruiyet sağlamaktadır. 

Bu çerçevede Avrupa ülkelerinin UMH’yi güçlendirmek için atacağı adımlar, Libya’daki sivil ve siyasi sürecin geleceği için bir hayli önemlidir. 

Sistemi tıkadığı noktalarda Haftar’a karşı daha net bir tavır takınılması siyasi aktörlerin kamuoyundan aldığı desteği artıracaktır.

http://www.setav.org/5-soru-rus-gemileri-bati-akdenizde/


***

25 Eylül 2018 Salı

YUNAN AYAKLANMASI GÜNLERİNDE MORA'DAKİ TÜRKLER NASIL YOK EDİLDİLER? BÖLÜM 2

YUNAN AYAKLANMASI GÜNLERİNDE MORA'DAKİ TÜRKLER NASIL YOK EDİLDİLER?  BÖLÜM 2



Akrokorinth Kırımı 



  1822 yılı Ocak ayının sonuna doğru, Akrokorinth kentinde 1.500'den çok Müslüman, âsilere teslim oluyor, ama Kolokotronis ve öteki âsi önderlerin adamları tarafından korkunç bir şekilde öldürülüyorlardı. Bu kanlı olaylar, daha sonra bir Alman subay tarafından şöyle anlatılıyordu:30  
"Güzel Müslüman kadınların canları bağışlanıyor, ama köle olarak satılıyorlardı. Bu satışlardan sağlanan paralar, Mavrokordatos gibi âsi elebaşların ceplerine akıyordu. Mavrokordatos, kadınları, bir İngiliz gemisinin kaptanına satıyordu" .31

Türk kadınlar, yaşa ve güzelliğe göre, 30 ile 40 kuruş arasında satılıyordu.
Brengeri adlı bir İtalyan gönüllü, Korinth'e gitmeden önce, yolda, bir Türk'ün cesedine rastlıyor, biraz sonra da onun karısıyla yavrusunu canlı ama aç olarak buluyordu. Yardım olmak üzere kendisi ve arkadaşları kadına biraz para veriyorlar, ama oradan uzaklaşırlarken, bazı Greklerin, kadınla yavrusunu öldürerek parayı çaldıklarına tanık oluyorlardı .32  Brengeri, Korinth kırımı sırasında bazı Greklerin bir Türk ailesini öldürmeye çalıştıklarını görüyor; Türk'ün karısını öldürmeden önce peçesini yırtarak yüzünü görmeye çalışıyorlardı. Tam o sırada, kadını bağışlamalarını rica ediyor; âsiler de 50 kuruş karşılığında onu öldürmekten vazgeçiyorlardı .33

Akrokorinth'de, teslimden sonra sahile doğru yürümekte olan bir Türk çift, çocuklarını taşıyamayacak kadar aç ve cılız oldukları için yavruyu bir Grek'e uzatıyorlar, o da bir kama çekerek, anne-babanın gözleri önünde yavrunun kafasını kesiyor ve ona engel olmaya çalışan bir Alman subaya, Türklerin yetişip büyümelerine engel olmanın iyi olduğunu anlatmaya çalışıyordu .34 
1822 yılı yazına dek, Yunan ayaklanması, 50.000'den çok Türk, Rum, Arnavut, Musevi ve öteki kişilerin hayatına mal olmuştu. Binlerce kişi de kölelik veya yoksulluk seviyesine düşürülmüştü. Doğrudan doğruya yapılan karşılıklı çarpışmalarda, buna oranla pek az kişi ölmüştü. Bu sözde "Yunan bağımsızlık savaşı", bir savaş olmaktan çok, "fırsatların silsilesi" haline gelmişti. Öldürülen Türklerin ve âsi Greklerin çoğunluğu asker değildi, sivil kişilerdi. Kurbanlar, ayrı ayrı yerlerde, mensup oldukları cılız toplumların kefaretini ödüyorlardı .35 

Atina ve Akropolis Kırımları 

Bu sırada, uzun bir süreden beri Atina'nın Akropolis semtinde kuşatılmış bulunan ve susuzluk çeken birçok Müslümanlar, piskoposların, papazların ve âsi önderlerin, onların canlarına kıyılmayacağına dair vermiş oldukları söz üzerine, 21 Haziran 1822'de teslim oluyor; ama yabancı konsoloslarca ve büyük güçlükler içinde kurtarılmış olan birkaç kişi dışında hepsi de acımasızca öldürülüyorlardı. Aynı zamanda, Atina kentinin savunmasız 400 Müslüman sakini de sokaklarda parçalanıyordu. 

Grek âsiler Modon'a saldırırken, surlar dışında yakaladıkları bir Türk'ün kafasını kesiyor; kazık üzerine takarak Navarin'e götürüyor ve sokakta, top gibi tekmeliyorlardı .36 İngiliz gemicilerin anlattıklarına göre, âsiler, denizde yakaladıkları Türklere çok işkence yapıyorlardı. Hollandalı Anemat'a göre, âsiler, denizden baygın halde kurtarılan Türk denizcileri ayıltıyor, sonra da onları işkencelerle öldürerek cesetlerini parçalıyorlardı. Hollandalılar, Grekleri, "korkak ve barbar" olarak niteliyorlardı .37 

Dervenaki Kırımı 

1822 yılı yazında Türk ordusu Korinth'de belirince, Argos'ta kurulmuş olan sözde Grek yönetimi panik içinde sahile doğru çekilmeye ve gemilerle kaçmaya çalışıyor; Tüm Argos ovasında binlerce Grek göçmen de onları takip ediyor ve Mainotlu Grek haydutlar, kaçmadan önce, bizzat kendi ırktaşlarını soymaya çalışıyorlardı. 
Türk ordusunun erzak ve mühimmatı çok geçmeden tükeniyor; Korinth'e çekilmeye çalışıyor, ama dağ geçitleri Kolokotronis'in çapulcularının işgalinde olduğu için, Dervenaki olarak anılan geçitte yüzlerce Türk kırımdan geçiriliyordu. Âsiler cesetleri soymakla vakit geçirmeseler, tüm Osmanlı ordusu büsbütün perişan olabilirdi. Yıllardan sonra bölgeyi gezen turistler, Türklerin yığınak halinde kemikleriyle karşılaşıyorlardı .38 

Navplia Kırımı 

1822 yılı Aralık ayında sıra Navplia liman kentine geliyordu. Uzun süreden beri âsilerce kuşatılmış olan bu kentin sokaklarında açlıktan ölen çocukların cesetlerine sık sık rastlanıyor; iskeletleşmiş kadınlar, çirkefler arasında yiyecek bulmaya çalışıyorlardı. Navplia olayları sırasında kentte hazır bulunan Avrupalı gönüllülerden Kotsch adlı bir Alman subayın anlattığına göre, Türklerle ilişki kurduğu sanılan bir Rum papazın parmakları Grek âsilerce kırılıyor ve tırnakları yakılıyordu. Daha sonra Grekler tarafından üzerine kaynar su dökülüyor; boğazına kadar toprağa gömülüyor ve sineklerin saldırısına uğraması için yüzüne pekmez sürülüyordu. Papaz, altı gün can çekiştikten sonra ölüyordu. Kentten kaçmaya çalışan bir Musevi, büsbütün çırıl çıplak soyularak, organları kesiliyor; o durumda kentte dolaştırıldıktan sonra asılıyordu .39 

Navplia kenti 12 Aralık'ta âsilere teslim olunca, korkunç bir kırım başlıyor; âsiler, öldürülenlerin kafalarını bir piramid gibi diziyorlardı. Bu sırada, deniz yarbayı 
Hamilton'un kaptanlığını yaptığı Cambrian adlı İngiliz savaş gemisinin limana gelişi, kentin Müslüman ve Musevi sakinlerinden bazılarını ölümden kurtarıyordu .40  Kentte yapılan yağmada arslan payını Grek âsiler alıyordu. Avrupalı subaylara ödül olarak iki veya üç Türk kız veriliyor; onlar, kızları Atina'ya götürerek konsoloslara satıyor; konsoloslar da kadınları Anadolu'ya sevk ederek kurtarıyorlardı. Misolongi açıklarında karaya oturan bir Türk gemisinde, kendi ülkelerine dönmekte olan 150 Arnavut, Mavrokordatos'un vermiş olduğu söz üzerine teslim oluyor, ama âsi önderlerden biri tarafından paraları çalındıktan sonra hepsi de öldürülüyordu. 

Yunan Yandaşı Avrupalı Gönüllüler de Öldürülüyor. 

Grek âsiler, hayvanî davranışlarında o kadar ileri gidiyorlardı ki, kendilerine yardımcı olmak üzere yabancı ülkelerden ve özellikle Avrupa'dan gelen yandaşlarını da öldürüyorlardı. Navplia liman kenti âsilerin eline geçtikten sonra, bazı Greklerin, yabancı kimi yandaşlarını, kentteki bir hamama sokarak öldürdükleri meydana çıkıyordu. 

Grek hamamcı, yabancıları, giysilerini çıkarmaya inandırıyor ve böylece, onları öldürürken, elbise ve çizmelerinin kana bulanmamasını sağlıyor; onları daha sonra satıyordu .41 
Mora'daki jenosit orjisi, ancak öldürülecek Türk kalmayınca sona eriyordu .42 Yunanistan'a yardıma giden ve 1822 ile 1823 yılları arasında yurtlarına dönmeye başlayan Helen yandaşı gönüllüler, o korkunç günlerin kâbusundan hayatları boyunca kurtulamıyorlardı. Helen/Grek/Yunan ve Rumlardan çok şeyler beklerken, hayal kırıklığına uğruyor; onlardan nefret ediyor ve onlarca aldatıldıkları için kendi kendilerini lânetliyorlardı. Birçokları, Avrupa'daki Grek derneklerinin baskılarına karşın, kendi tecrübelerini kâğıda dökmeye başlıyorlar dı. Bütün yazılanlarda aynı duygular yansıtılıyordu. Bir örnek verelim: "Başkalarının, benim işlemiş olduğum hataları işlememesi için bu yazıyı kaleme alıyorum. Modern Yunanistan, eski Yunanistan gibi değildir. Grekler, şükran bilmeyen, gaddar ve barbar bir soydurlar" .43 

Lord Byron Nasıl Kullanıldı? 

Grek âsiler, Lord Byron gibi tanınmış İngiliz şairleri de kendi kötü işlerinde istismara kalkışıyorlardı. Oysaki onlardan diledikleri tek şey, özellikle Lord Byron'un servetine el koymaktı .44  Lord Byron, 19 Nisan 1824'de sözde Grek "özgürlük savaşçılarını zafere ulaştıran bir önder" olarak değil, tutulmuş olduğu hastalıktan kurtulamayarak kendi yatağında can veriyordu; ama Grekler, onu, kendi sözde "bağımsızlık ihtilâlinin bir mücahidi" olarak efsaneleştirmişlerdir .45 
Bu arada Girit, Kıbrıs, Sisam, Sakız, Tesalya, Makedonya ve Epir'de de ayaklanmalar oluyor ;46  Osmanlı katlarının âsilere karşı almış olduğu sert önlemler, Helen yandaşları ve propagandacıları tarafından Batı'ya, "Hıristiyan halka karşı Türk barbarlığı" olarak yansıtılıyordu .47  Yunanistan'daki Türklere karşı girişilmiş olan yok etme eylemlerine kör ve sağır kalan Batı, Osmanlı tepkisine karşı ses yükseltiyordu. 1821 yılı Ağustos ayında, Hamburg'da dağıtılan şu bildiriye bakınız: 
“Almanya'nın Gençliğine çağrı. Din, yaşam ve özgürlük savaşımı bizi silâhaltına çağırıyor; insanlık ve görev, bizi, kardeşlerimiz olan asil Greklerin yardımına çağırıyor. Kutsal dava için kanımızı, hayatı-mızı feda etmeliyiz. Müslümanların Avrupa'daki yönetiminin sonu yaklaşıyor. Avrupa'nın en güzel ülkesi, canavarlardan kurtarılmalıdır! Var gücümüzle mücadeleye atılalım... Tanrı bizimledir, çünkü bu, kutsal bir davadır - insanlık davasıdır - din, hayat ve özgürlük için savaşımdır...” 48  

Bu Helen yandaşı ve Grek propagandasının antidotu, Mora'daki kanlı olaylara görgü tanığı olarak yurtlarına dönen Batılı gönüllüler olmuştur. 1822 yılı Nisan ayında Yunanistan'dan Marsilya'ya dönen birçok Fransız su-baylar, Grekleri şöyle gösteriyorlardı: "Alçak, korkak ve iyilikbilmez bir soy!" Korinth kırımına şahit olan Prusyalı bir subay, oraya gitmeye hazırlanan yeni gönüllülere şöyle sesleniyordu: 
"Orada yalnız sefalet, ölüm ve nankörlükle karşılaşacaksınız. 
Size Almanya ve İsviçre'de söylenenlere inanmayınız; yaşlı bir askerin söyledikleri ne inanınız'' .49 

Prusyalı başka bir subay şunları yazıyordu: 

"Eski Grekler artık yoktur. Solon, Sokratis ve Dimosthenis'in yerini kör cehalet almıştır. Atina'nın makul yasalarının yerini barbarlık almıştır... 
Grekler, basın aracılığıyla yabancılara vermekte oldukları çekici sözleri yerine getirmiyorlar" .50 

İpsilântis.,

 Aynı subay, Tripolitsa'nın âsilerce işgalinden sonra orada kaydedilen olayları şöyle anlatıyordu: 
"Trova'nın kraliçesi Helen kadar güzel, genç bir Türk kız, Kolokotronis'in erkek yeğeni tarafından vurularak öldürüldü; bir Türk çocuk, boğazına halat takılarak çevrede dolaştırıldı; bir çukura atıldı; taşlandı, bıçaklandı ve sonra, hala hayatta iken, bir tahtaya bağlanarak ateşte yakıldı; üç Türk çocuk, anne ve babalarının gözleri önünde, bir ateşin üzerinde yavaşça yakıldı. Bütün bu çirkin olaylar olurken, ayaklanmanın elebaşısı İpsilântis (? Aleksandros Mavrokordatos) seyirci kalıyor ve âsilerin bu davranışlarını, 'savaştayız; herşey olur' şeklinde mazur göstermeye çalışıyordu" .51 

Sonuç ;

Yunan ayaklanması günlerinde İngiliz, Fransız ve Rus hükümetleri, âsilere dolaylı biçimde yardımcı oluyorlardı. Onlara para, silâh ve savaşçı gönderilmesine ses 
,çıkarmıyor; kendi gizli istihbarat servislerince de yardımda bulunuyorlardı. Öte yandan, 1826'da Yunanistan'da bulunan İngiliz rahip John Hartley, daha sonra kaleme aldığı ve 1831'de Londra 'da yayınlanan Researches in Greece and the Levant (Yunanistan ve Levant'ta araştırmalar) adlı kitabında, Türklerin Hıristiyan olmayı kabullenmedikleri için, Greklerin ellerinde birçok kötülüklere uğradıkları ve Osmanlı İmparatorluğu'nda kanlı olaylar kaydedildiği iddiasında bulunuyordu. 
1825 yılında şans değişerek, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın ordusu Mora'yı yeniden ele geçirmeye başlayınca, teslim olan Grek âsilerin hayatları bağışlanıyor ve kimsenin kılına bile dokunulmuyordu. 1826 yılı Nisan ayında Tripolitsa, Argos, Kalamata ve Misolongi yeniden Türklerin eline geçince, tüm Avrupa Türklere karşı cephe alıyordu. 

Türklerle Yunanlıların arasını bulmak amacıyla 4 Nisan 1826'da İngiltere ile Rusya arasında St. Petersburg'da bir protokol imzalanıyor; daha sonra bu protokole Fransa da katılıyordu. Yunan yandaşı İngiltere, Fransa ve Rusya'nın 6 Temmuz 1827'de imzaladıkları Londra Antlaşması gereğince duruma karışmalarıyla ve 20 Ekim 1827'de Türk donanmasının Navarin'de, aynı devletlerin donanmaları tarafından batırılması üzerine, 22 Mart 1829'da bağımsız bir Yunanistan'ın hudutlarını saptayan bir protokol imzalanıyor; bir yıl sonra Yunan devleti kuruluyor; bu zoraki devlet, 1832'de Bavyera kralının oğlu Prens Otto'ya krallık öneriyor; böylece Yunanistan krallığı kuruluyor ve Meğali İdea'dan esinlenen Yunan emperyalizmi, Osmanlı İmparatorluğu'na ve daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetimine karşı yayılma politikası izlemeye başlıyor; 9 Eylül 1922'de, Batı Anadolu'da, Türk'ten, hiç de unutamayacağı bir ders alıyordu .52

DİPNOTLAR;

1  F. Babinger: Mehmed der Eroberer und seine Zeit, Munich, 1853, s. 195; Selahattin Salışık: Türk-Yunan İlişkileri Tarihi ve Etniki Eterya, İstanbul, 1968, s. 17.
2  Douglas Dakin: The Greek struggle for independence, 1821-1833 (Yunan bağımsızlık savaşımı), Londra, 1973, s. 5.
3  Douglas Dakin: Unification of Greece, 1770-1923, (Yunanistan'ın Birleşmesi), Londra, 1972, s. 10.
4  N. Jorga: Geschichte des Osmanischen Reiches, Gotha, 1908-13, c. IV, s. 30 ve 173; J.L. Burkhardt: Travels in Syria and the Holy Land (Suriye ve Kutsal Yerlerde 
    geziler), Londra, 1822, s. 4; Steven Runciman: The Great Church in captivity, (Yüce Kilise esarette), Cambridge, 1968, s. 337; Lord Kinross: 
   The Ottoman Centuries - the rise and fall of the Ottoman Empire, (Osmanlı yüzyılları - Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselişi ve yıkımı), Londra, 1977, s. 365; 
   İsmail Hakkı Uzunçarşılı: Osmanlı Tarihi, Ankara, 1972-83, s. 71 ve 391 vd.; William Miller: The Ottoman Empire and its successors, 1801-1927 
   (Osmanlı İmparatorluğu ve varisleri) 4 cilt, Londra, 1966, s. 7 ve 26; Stanford J. Shaw ve Ezel Kural fihaw: History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, 
   (Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye'nin Tarihi), Cambridge, 1977, c. 1 s. 248-9; ayr. bkz. Lionel Kochan ve Richard Abraham: The making of Modern Russia 
   (Modern Rusya'nın kuruluşu), Londra, 1990.
 5 Miller, s. 4-5; Runciman, s. 392-3; Dakin: Greek struggle..., s. 27; Benjamin Braude ve Bernard Lewis: Christians and Jews in the Ottoman Empire 
   (Osmanlı İmparatorluğu'nda Hıristiyanlar ve Museviler), C. 1, New York, 1982, s. 18-9.
 6 Dakin: Greek struggle..., s. 27.
 7 Runciman, s. 396-8.
 8 Emmanuel Protopsaltis: İ Filiki Eteria, Atina, 1964, s. 19-20; ayr.bkz. S.R. Sonyel: Minorities and the destruction of the Ottoman Empire 
    (Azınlıklar ve Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması), Ankara, 1993, s. 1, 21 ve 68; N. Botsaris: Visions balkaniques das la préparation de la révolution grecque, 
   1789-1821, Paris, 1962, s. 83-100.
 9 John T.A. Koumoulides: Cyprus and the war of Greek indepennce, 1821-1829 (Kıbrıs ve Yunan bağımsızlık savaşı), Atina, 1971, s. 69-70.
10  Sonyel, s. 173.
11  William St. Clair: That Greece might still be free - the Philhellenes in the war of independence (Yunanistan'ın özgürlüğü için - . Bağımsızlık savaşında Helen 
     Yandaşları),  Londra, 1972, s. 7; David Howarth: The Greek adventure - Lord Byron and other eccentrics in the war of independence (Yunan macerası - 
      bağımsızlık savaşında Lord Byron ve öteki eksentrikler), Londra, 1976, s. 19; Dakin: Greek struggle..., s. 18-9.
12  St. Clair, s. 9-10; Dakin: Unification..., s. 43; Salışık, s. 154.
13  Kinross, a.g.e., s. 444; Miller, a.g.e., s. 72.
14  St. Clair, s. 9 ve 27; ayr. bkz., Dakin, a.g.e, s. 59; Miller, s. 71.
15  St. Clair, s. 12; Howarth, s. 28.
16  Charles A. Frazee: The Orthodox Church and independent Greece, 1821-51 (Ortodoks Kilisesi ve bağımsız Yunanistan), Cambridge, 1869, s. 13.
17  St. Clair, s. 1; Miller, s. 72.
18  Runciman, s. 411.
19  Sonyel, s. 175-6.
20 St. Clair, s. 1-2; Howarth, s. 30-31; ayr. bkz. Miller, a.g.e., s. 72.
21  St. Clair, s. 9.
22  The Examiner, 1831, 2/632.
23  St. Clair, s. 41-2; Howarth, s. 56-8; Miller, s. 76; George Finlay: History of the Greek revolution (Yunan ihtilâlinin tarihi), Edinburgh, 1861, c. 1, s. 263.
24  E.V. Byern: Bilder aus Griechenland und der Levant, Berlin, 1833, s. 58.
25  Franz Lieber: Tagebuch meines Aufenthaltes in Griechenland, Leipsig, 1823, s. 73; St. Clair, s. 83.
26  Howarth, s. 58; ayr. bkz. Dakin, s. 67; Miller, s. 77.
27  St. Clair, s. 43-5; Howarth, s. 60-61; İngiliz Sömürgeler Bakanlığı belgeleri (Colonial Office), CO 136/1095.
28  Ayr. bkz., Brengeri: "Adventures of a foreigner in Greece" (Bir yabancının Yunanis-tan'daki maceraları), London Magazine (Londra Dergisi), II, 1827, s. 41.
29  Bkz. Le Febre: Relation de divers faits de la guerre de Gréce, s. 9.
30  Le Febre, a.g.e., s. 21.
31  Howarth, s. 88.
32  A.g.e., (ibid.), s. 87.
33  A.g.e., s. 87.
34  St. Clair, s. 50.
35  St. Clair, s. 92.
36  Johann Stabell, Leipsig.
37  Hastings Anıları, 6.7.1822.
38  St. Clair, s. 104-6; Howarth, s. 107-8; Dakin, s. 97.
39  St. Clair, s. 107.
40  St. Clair, s. 107; Howarth, s. 110-122.
41  George Finlay: "An adventure during the Greek revolution" (Yunan ihtilâli günlerinde bir macera), Blackwood's Edinburgh Magazine (Edinburg Dergisi), 1842.
42  St. Clair, s. 12; Thomas Gordon: History of the Greek revolution (Yunan ayaklanmasının tarihi), 2 cilt, Edinburg ve Londra, 1832; Rev. Robert Walsh (rahip): 
     Residence at Constantinople during the Greek and Turkish revolutions (Yunan ve Türk ihtilâlleri döneminde İstanbul'da ikamet), 2 cilt, Londra, 1836; ayr. bkz. 
     Douglas Dakin: "The origin of the Greek revolution" (Yunan ihtilâlinin kökeni), History, 1952.
43  St. Clair, s. 116.
44  A.g.e., s. 150 vd.; Howarth, s. 12, 135 vd.; Edward John Trelawny: Recollections of the last days of Shelley and Byron (Shelley ve Byron'un son günlerinden anılar), Londra, 1858.
45  Howarth, s. 163-5.
46  Dakin: Greek struggle..., s. 2.
47  The Examiner, 1821, 372, 456, 631, 689.
48  Wilhelm Barth ve Max Kehring-Korn: Die Philhellemenzeit, Munich, 1960, s. 95.
49  Le Febre, a.g.e., s. 29.
50  L. de Bolmann: Remarques sur l'etat moral, politique et militaire de la Grece, Marseilles, 1823.
51 St. Clair, s. 75 vd.
52 Ayr. bkz. S.R. Sonyel: Türk Kurtuluş Savaşı'nda Dış Politika, Ankara C. 1 ve 2, 1973 ve 1986.

***

YUNAN AYAKLANMASI GÜNLERİNDE MORA'DAKİ TÜRKLER NASIL YOK EDİLDİLER? BÖLÜM 1

YUNAN AYAKLANMASI GÜNLERİNDE MORA'DAKİ TÜRKLER NASIL YOK EDİLDİLER?  BÖLÜM 1



TÜRK TARİH KURUMU 
BELLETEN 
Cilt: LXII Nisan 1998 Sayı: 233

 SALÂHİ R. SONYEL 


 Mora'da Rus-Grek Düzenleri 

   "Peloponez (Peloponisos)" adıyla da anılan Mora Yarımadası, ilkin Sultan Beyazıt I tarafından 1397'de Bizanslılardan alınarak kısmen Osmanlı İmparatorluğu'na bağlanıyor; Yunanistan'ın her yanında, Katolik Lâtinlerin zulmü altında inleyen Ortodoks Hıristiyan Grekler, 1460'da Mora'yı tümüyle fetheden Sultan II. Mehmet'i bir kurtarıcı olarak karşılıyorlardı .1 

   1698'de imzalanan Karlofça Antlaşması'yla, Osmanlılar, Mora'yı Venediklilere vermek zorunda kalıyor; ama 1718'de aktedilen Pasarofça Antlaşması'ndan sonra, Mora, yeniden Osmanlı Egemenliğine geçiyordu .2 
   Yunanistan tarihi uzmanı olan ve şimdi hayatta olmayan Profesör Dr. Douglas Dakin, Unification of Greece, 1770-1923 (Yunanistan'ın Birleşmesi) adlı kitabında şöyle der:

“Mora'nın (Grek) sakinleri, yeniden kurulan Türk yönetimini Venediklilerin yönetimine tercih ediyorlardı, çünkü vergiler daha hafifti; yönetim daha az yetenekli olmakla birlikte daha ılımlıydı ve kâfir (yani Osmanlı), Roma Katoliğine oranla daha çok tolerans sahibi idi .” 3

Osmanlılar Mora'da bir paşalık (vilâyet) kuruyor; 400.000 kadar Grek'in yaşadığı bu ilde, zamanla 50.000 kadar Türk ve öteki Müslüman da yaşam sürmeye başlıyordu. 
Grekler ve özellikle kentlerde yaşayanlar, tüm rahatlıklarına karşın Çar Deli Petro zamanında Ruslarla düzen çevirmeye başlıyor; Rus ajanlar Mora'yı dolaşarak halkı isyana kışkırtıyor ve Bizans İmparatorluğu'nun diriltilmesi için yapılan bu düzenler, İmparatoriçe II. Katerina döneminde de sürüp gidiyordu .4 

Fransız-Grek Düzenleri; 

1789 yılında patlak veren Fransız İhtilâli, Ortodoks Hıristiyan Rum toplum önderlerinden bazılarını oldukça etkiliyor; Rus Çarı ve ögeleriyle çevirmekte oldukları John (İoannis) Kapodistrias düzenlerde başarı sağlayamayan bu önderler, Napolyon Bonapart'ın sahnede belirmesi üzerine, ümitlerini Fransa'ya aktarıyorlardı. 
O sırada Balkanlar'da dolaşmakta olan Fransız ajanlar, Grekleri durmadan kışkırtıyor; Fransız koruyuculuğu altında özerklik veya bağımsızlık sözleriyle onları çeliyorlardı .5 
Napolyon'un saygınlığı Grekler arasında o kadar yayılıyordu ki, güney Mora'daki Mani bölgesinin Rum kadınları, onun resmini, evlerindeki putların koleksiyonuna 
ekliyorlardı .6 

Ancak, İngiliz orduları Başkomutanı Wellington Dük'ü, 1815 yılı Haziranında Napolyon'u Waterloo'da yenilgiye uğratınca, Grekler, ümitlerini yine Çarlık Rusyası'na bağlıyor; Çar I. Aleksander'in Rum asıllı dışişleri bakanı John (İoannis) Kapodistrias'tan yardım görmeyi ümit ediyor ;7 dış ülkelerde gizli tedhiş ve ihtilâl örgütleri kurmaya, gazete ve dergiler yayınlamaya başlıyorlardı. 

Grek İhtilâl ve Tedhiş Örgütleri 

Filiki Eteria

Bu örgütlerden Athena adlısı, Yunanistan'a, Fransa'nın yardımıyla, Phoenix adlısı da Rusya'nın yardımıyla bağımsızlık sağlamaya ümit ediyordu; ama, bu iki örgütten daha azılı ve hırslı bir örgüt olarak, 1814'te, Odesa'da, Filiki Eteria kuruluyor; aralarında Balkan Hıristiyanları da olmak üzere, tüm 'Helenleri' kapsayacak bir ayaklanma kışkırtmak için eyleme geçiyor ;8 bu tedhiş örgütünün pençesi, 1818 yılı Ekim ayında Kıbrıs'a kadar uzanıyordu. O tarihte, Eteria'nın Mısır ve Kıbrıs gizli ajanı, Metsovolu Dimitrios İpatros, Kıbrıs'a giderek, başpiskopos Kiprianos'u örgüte üye kaydediyor ve ondan maddi ve manevi yardım sözü alıyordu .9 Yunan ayaklanmasının başlıca kışkırtıcıları, Yunanistan'ın dışında yaşayan ve Avrupa'daki akımlara benzer ulusçu bir akım yaratmak hevesine kapılmış olan "dış Helenler" (apodimi Ellines)'di. Ayaklanmayı ilk başlatan ve finanse edenler de onlardı. Ancak, Filiki Eteria, bu akımın öncülüğünü üstleniyor; her yana bir ahtapot gibi yayılıyor; 
Osmanlı İmparatorluğu'nda geniş kapsamlı bir ayaklanma plânlıyor du .10  
O sıralarda adalar ve Mora'daki Rus konsoloslar, Grekler arasında düzen 
çevirerek onları ayaklanmaya kışkırtıyor; Greklere yurtseverlik duygusu aşılamaya çalışıyorlardı. 

Ne var ki, ayaklanmanın öngünlerinde, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Rumlar gönenç ve dirlik içinde yaşam sürüyor; varlıklı ve eğitim görmüş olanlara devlet kapıları açılıyordu. İmparatorlukta Rumların çoğunlukta oldukları bölgelerde onların kendi belediyeleri, devletten müdahale olmadan çalışıyor; merkezi İstanbul'da bulunan Rum Ortodoks Patrikhanesi, İmparatorluğun yönetimine katılan imtiyazlı bir kuruluş haline geliyordu .11 Öyleyse Yunan ayaklanması niçin patlak verdi? Sabırlı ve kararlı bir padişah olan II. Mahmut, yıllardan beri zayıflamakta olan Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden dinçleştirmek için eyleme geçince, Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa ile arası açılıyor; onun 1820'de padişaha karşı ayaklanması, Yunan ayaklanmasına da neden oluyordu. Ali Paşa'nın başkaldırmasından yararlanan Grek âsiler, Türklerin gücünü bölmek için ivedilikle harekete geçiyorlardı .12 

Başta vali Hurşit Paşa olmak üzere, Mora'daki Osmanlı yetkililer, Grekler arasındaki akımın farkına varınca, Tripolitsa kentinde toplanarak, yerel Grekleri, silâhlarını yetkililere teslime ve bazı Grek önderleri durumu kendileriyle görüşmek üzere, kişisel olarak Tripolitsa'ya gitmeye çağırıyorlardı. Ancak, bu Grek önderler, verilen emre karşı çıkıyor ve ayaklanmayı körüklüyorlardı. Yunanlılar, Mora'daki ayaklanmayı 6 Nisan 1821'de şu sloganla başlatıyorlardı: "Mora'da tek bir Türk bırakılmamalıdır". Âsiler, bu slogana tamamen uyacak ve tüm Türk ve öteki Müslümanları yok etmeye başlayacaklardır .13 

Yunan Ayaklanması Nasıl Başladı? 

Ayaklanma şöyle başlamıştır: 1819'da Filiki Eteria'ya üye kaydedilmiş olan Patras metropoliti Yermanos, Tripolitsa'ya gitmek için almış olduğu emirden kaygılanarak yola çıkıyor; bir dağ kenti olan Kalavrita'ya yakın Ayia Lavra manastırında konaklıyor; orada, kendisi gibi, ne yapacaklarına karar veremeyen öteki piskoposlarla buluşuyor; sonunda, Türklerin kendilerini hapse atacakları veya öldürecekleri yolunda bizzat bir mektup sahteleyerek orada bulunanlara okuyor; halkın arasında baş gösteren coşkudan yararlanarak, 6 Nisan 1821'de isyan bayrağını çekiyor ve Grekleri silâhaltına çağırıyordu. Âsilerin ilk bayraklarının üzerinde, altı üste getirilmiş bir hilâlin veya kesilmiş bir Türk kafasının üzerinde bir haç'ı tespit ediyordu .14 
Metropolit, öteki piskoposlarla birlikte Patras'a dönerek, orak, sopa ve kamalar taşıyan ve sayıları gittikçe kabaran ayak takımı onlara eşlik ediyordu. Piskoposlar, geçilen her yerde, Grek güruhu, "dinsiz Müslümanları yok etmeye" kışkırtıyor; kleftes olarak anılan haydutlarla armatoli olarak anılan Grek uç bekçileri, dağlardan inerek Türk köylerini yağmalamaya başlıyorlardı. Çok geçmeden, ayaklanmanın elebaşları, âsiler üzerindeki etkilerini yitiriyor; tüm ülke, her yanı kasıp kavuran silâhlı âsilerin eline geçiyordu. İngiliz yazar William St. Clair'a göre, Grekler arasındaki bu "vahşice öç alma iştiyakı, çok geçmeden katletme zevkine dönüşüyordu". David Howarth adlı başka bir İngiliz yazar da, "Grekler, bu cinayetleri işlerken, herhangi bir neden aramıyorlardı. 
Kan dökme şehvetine kapıldıkları için öldürüyorlardı" der .15

 Bu sırada, Patras'taki Rus konsolosluğu, Filiki Eteria ile Mora'daki Eteria ajanları arasında yapılan yazışmaları kolaylaştırıyor; âsilerle Rus hükümeti arasında bağlantı kuruyordu .16 

Türkler Yok Ediliyor 

1821 yılı Mart ayında, Mora'da 50.000'e yaklaşık Müslüman'ın yaşadığı tahmin edilir. Bunların arasında kadın ve çocuklar da vardı. Bir ay kadar sonra Grekler 
paskalyalarını kutlarken, Mora'da tek bir Müslüman kalmamıştı. Aralarından pek az sayıda kişi kaçarak, müstahkem kentlere sığınmışlarsa da, açlık çekmeye 
başlamışlardı. Her yanda öldürülen Türklerin gömülmemiş cesetleri çürüyordu. Yine İngiliz yazar St. Clair şöyle der: "Yunanistan'ın Türkleri pek az iz bıraktılar. 
1821 yılı ilkbaharında ani olarak, tümüyle ve dünyanın haberi olmadan, yok edildiler". 
St. Clair şöyle devam eder: 
    "20.000'i aşkın Türk erkek, kadın ve çocuk, birkaç hafta süren boğazlamalar sırasında Grek komşuları tarafından katledildiler. Onlar kasten ve vicdan azabı duyulmadan öldürüldüler... Çiftliklerde veya tecrit edilmiş toplumlar halinde yaşayan Türk aileler, kısa bir sürede öldürüldüler; yakılan evleri, cesetlerinin üzerine yıkıldı. 

    Olaylar başlayınca evlerini bırakarak en yakındaki kente sığınmaya çalışanlar da, Grek güruh tarafından yollarda öldürüldüler. Küçük kentlerde, Türkler, evlerine kapanarak kendilerini korumaya çalıştılar, ama pek azı kurtulabildi. Bazı yerlerde açlığa dayanamayarak, hayatlarının bağışlanacağına dair onlara söz veren âsilere 
teslim oldular, ama yine de öldürüldüler. Ele geçirilen Türk erkekler derhal öldürülüyor, kadınlarla çocuklar köle olarak âsilere dağıtılıyor, ama daha sonra onlar da öldürülüyorlardı. 

    Mora'nın her yanında, sopa, orak ve tüfeklerle silâhlı Grek âsiler, çevreyi dolaşarak öldürüyor, yağmalıyor ve ateşe veriyorlardı. Çoğu kez Ortodoks Papazlar, onlara önderlik ediyor ve bu sözde ' Kutsal ' eylemlerinde onları kışkırtıyorlardı" .17 

Petros Mavromihalis

Rum Ortodoks Kilisesi'nin tarihini yazan İngiliz yazar Steven Runciman, kilisenin Basil (Vasili) gibi büyük babalarının, 1821'de Mora'da isyan bayrağını çeken 
piskoposların bu hareketinden tiksinti duyacaklarını kaydeder .18  Bu, Yunanlıların bağımsızlık veya kurtuluş savaşı değildi; Türklere ve öteki Müslümanlara karşı başlatılmış olan bir yok etme savaşıydı ve başlıca kışkırtıcılar, Rum Ortodoks Hıristiyanlardı. 

Ayaklanma başlar başlamaz, Grek haydut Petros Mavromihalis, öteki adıyla Petrobey, çapulcularıyla birlikte dağlardan inerek, liman kenti olan Kalamata'ya giriyor ve Patras'taki güruhu gölgede bırakacak bir şekilde bütün Müslüman erkekleri öldürüyor; genç kadın ve çocukları köle olarak satıyordu. Bu "zaferi" kutlamak için kentteki ırmağın kenarında 24 papaz ayin düzenliyordu. Kalamata felâketini, Patras ve Livatya'daki bütün Müslümanların katli izliyordu .19 

Diri Olarak Ateşte Yakılan Türkler 

Nisan ayında Hidra, Spetsa ve Psara adalarının Grek sakinleri âsilere katılıyor; Osmanlı bayrağını taşıyan gemilere saldırıyor; gemicileri yakalayarak öldürüyor veya denize atıyorlardı. Mekke'ye Hacca gitmekte olan birçok Müslümanları da yakalayarak öldürüyorlardı. St. Clair, Howarth ve Miller gibi İngiliz yazarların anlattıklarına göre, bir Türk gemisinin 57 tayfası yakalanarak, zafer çığlıkları arasında Hidra adasına götürülüyor ve orada, sahilde, diri olarak ateşte yakılıyorlardı .20 
Tesalya, Makedonya ve Halkidiki'de birçok Grekler ayaklanmaya katılıyor ve acımasızca Türklere saldırıyorlardı. Bazı bölgelerde âsi önderler, Bütün Greklerin ayaklanmaya katılmalarını sağlamak amacıyla Türkleri kasten kırımdan geçiriyorlardı. Türk komşularını gaddarca öldüren alelâde Grek köylüler, bu ayaklanmayı dinsel yok etme olarak görüyor; onlara önderlik eden piskoposlarla papazlar da aynı görüş ve duyguları paylaşıyorlardı .21 

Monemvasia ve Navarin Kırımları 

1821 yılı Ağustos ayında, sarılmış bulunan Monemvasia adlı küçük kentin Müslümanları, açlığa ve hastalığa dayanamayarak, âsilere teslim oldukları halde, gaddarca boğazlanıyor; bu olaylar, Batı Avrupa'da "liberalizmin ve Hıristiyanlığın bir zaferi" olarak ilân ediliyordu .22  Birkaç gün sonra, Navarin Müslümanları da aynı akıbete uğruyor; 2.000 ile 3.000 arası Müslüman öldürülüyordu. Türk kadınlar çırıl çıplak soyularak altın eşya bulmak için üzerleri aranıyor; kurtulmak için denize atlayan bazı kadınlar suda vurularak öldürülüyor; Müslüman çocuklar, denize atılarak boğduruluyor; yavrular ise, annelerinden koparılarak, kayalara çarpmak suretiyle canlarına kıyılıyordu. Yarı çıplak ve korku içinde canlı tutulan Müslüman kız ve erkek çocuklar, daha sonra fahişe olarak satışa çıkarılıyor; bazıları aklını oynatmış bir halde yıkıntılar arasında dolaşıp duruyorlardı .23 

Çok geçmeden Mora'daki kentleri, surlar dışında başı kesik cesetlerin çürümesinden meydana gelen bir koku sarıyor; başıboş köpekler ve vahşi kuşlar, cesetleri parçalıyor; ölü dolu kuyulardaki sular zehirleniyor; veba salgını baş gösteriyordu. Her yanda, iskeletleşmiş ve korku içinde bulunan Müslüman genç kız ve erkek çocuklar, yarı çıplak biçimde inliyorlardı. Bu arada Navarin Grekleri, orada vuku bulan korkunç kırımı övünerek anlatıyorlardı. Greklerden birisi, 18 Türk'ü öldürdüğünü övünerek açıklıyor; başka birisi, 9 kadın ve çocuğu yataklarında bıçaklayarak nasıl öldürdüğünü anlatıyordu. 

Bu acımasız katiller, kısa bir süre önce ırzlarına geçerek, kol ve bacaklarını kestikten sonra surlardan aşağı attıkları kadınların cesetlerini, Helen savına yardımcı olmak üzere Avrupa'dan gelmiş bulunan gönüllülere gururla gösteriyorlardı .24  Ama bu korkunç sahneler Avrupalı gönüllüler üzerinde iyi izlenim bırakmıyor, onlarda şok ve tiksinti duyguları uyandırıyordu. Almanyalı Lieber, gönüllüleri, hala hayatta olan ve ırzlarına tecavüz edilen bu kadınlara tasallût etmeye çağıran Grek âsilere karşı ne kadar nefret ve tiksinti duyduklarını anlatır .25 

Tripolitsa Kırımı 

Mora'da Türk valinin ikamet ettiği ve 35.000 Türk, Arnavut, Musevi ve öteki sakinlerden oluşan Tripolitsa kentinde, 5 Ekim 1821'de yapılan ve iki gün süren kırım sonunda 10.000 kişi öldürülüyor; onların çoğunun kafaları kesilerek vücutları parçalanıyordu .26   Paralarını gizledikleri sanılan Müslümanlara işkence yapılıyor ve St. Clair'la Howarth, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre, "kollarıyla ayakları kesilerek ateşte yavaşça yakılıyorlardı". Hamile kadınlara neler yapıldığını tahmin edebilirsiniz. 

Çoğu kadınlardan oluşan 2.000'e yaklaşık tutsak, büsbütün soyularak, kentin dışındaki bir vadiye sürülüyor ve orada öldürülüyordu. Bu olaydan sonra, haftalarca açlık içinde kıvranan Müslüman çocuklar, ümitsizlik içinde şuraya buraya koşuyor; coşku içinde olan ve ağızları köpüren Grek âsiler tarafından boğazlanıyor veya vurularak öldürülüyordu .27 

Yunan tarihinin sözde "kahramanları" arasında yer alan baş çapulcu Thedoros 
Kolokotronis de, bu korkunç kırım ve yağmalara zevkle  katılıyordu .28 
Tripolitsa kırımı sırasında kentte bulunan ve aralarında İskoçyalı Albay Thomas Gordon da olan Avrupalı subaylar, oradaki tüyler ürpertici sahnelere şahit oluyor ve bazıları, daha sonra bu olayları bütün çirkinlikleriyle anlatıyorlardı. Albay Gordon, bu Helen/Grek/Yunan/Rum barbarlıklarından o kadar tiksiniyordu ki, Greklerin hizmetinden çekiliyordu. Bu sahnelere dayanamayan Almanyalı Helen dostu genç doktor Wilhelm Boldemann, zehir içerek intihar ediyordu .29 
Hayal kırıklığına uğrayan Helen yandaşı öteki kimi Avrupalılar da intihar ediyorlardı. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***