DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN BÖLÜM 1
Bahçeşehir Üniversitesi'nde 19 Haziran 2008 tarihinde düzenlenen “Dünya'da ve Türkiye'de Aşırılıkçılık” konulu tartışma toplantısının deşifresi aşağıda yer
almaktadır.
Bütün Katılımcılara tek tek teşekkürlerimi sunarım: Deniz Ülke Arıboğan, Bekir Karlığa, Nilüfer Narlı, Ali Yaman, Aydın Topaloğlu, Deniz Saporta, Joti Kohli,
Cemal Uşak, Mustafa Akyol. Metnin deşifresini yapan Levent Dal ile Nil Girgin'e ve metni gözden geçiren Ece Yıldız'a ayrıca teşekkür ederim...
19 Haziran 2008 Tarihli Toplantı Deşifresi
Kaan H. Ökten:
Hepinize hoş geldiniz diyorum. Bahçeşehir Üniversitesi, aynı zamanda yürütücüsü de olduğu “ekstremizmle (aşırılıkçılıkla) mücadele”
konusunda uluslararası bir projeye dahil oldu.
Bu projenin amacı, özellikle Türkiye’deki ekstremizm algısını dillendirerek kaydını çıkarmak. Bunu yaparken de biz, ekstremizm konusunda ne düşünüyoruz,
bunu öğrenmek. En büyük sıkıntımız Türkçe’de bunu nasıl ifade edeceğimiz olmuştu. Çünkü '' Ekstremizm '' sözcüğü Türkçe’de olmayan bir şey.
Toplantı başlığını atarken “Dünya’da ve Türkiye’de Aşırılıkçılık”ı seçmek zorunda kaldım. Bunu dillendirmeye çalışıp, ne yapacağımızı düşüneceğiz. Bugün yaptığımız gibi, konunun uzmanlarını ve taraflarını aynı masa etrafında biraraya getirip konuyu dillendireceğiz. Başka tür etkinliklerimiz de olacak. Örneğin üniversitemizin araştırma merkezi BETAM da, Türkiye’de bu konudaki algı nasıldır onu sayısal olarak araştıracak. Ayrıca Türkiye’deki üniversite öğrencileri arasında bir yarışma düzenleyeceğiz.
Çok aktif bir internet sayfası, blog sayfası oluşturmaya çalışıyoruz. Bahçeşehir Teknoloji Geliştirme Merkezinin müdürü Çınar Kurra ve ekibi bu konuda bize
yardımcı oluyor.
Bilgisayar ve teknoloji konusunda ciddi imkanları var. Ona teşekkür ediyorum. Bugün videoya çektiğimiz bu etkinliğin bazı güzel ve önemli anlarını
podcast olarak yayımlayağız, ayrıca metnini de internet sayfamıza koyacağız.
Çok kısaca kimler burada onları tanıştırmak istiyorum...
Cemal Uşak, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı başkan yardımcısı. Başından beri projemize şahsen çok destek verdi. Çok teşekkür ediyorum
Nilüfer Narlı, Sosyoloji Bölümü başkanımız. Bu konularda herhalde üniversitemizin en yetkin kişilerinden biri.
Bekir Karlığa, Medeniyet Araştırmaları Merkezimizin müdürü ve yürütücüsü.
Ali Yaman, Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde yardımcı doçent. Kendisi özellikle Alevilik üzerine yaptığı çalışmalarla Türkiye’de ve dünyada tanınan biri.
Bir dede ailesinden geliyor kendisi. Bu konularda hem Türkiye’de hem yurtdışında önemli faaliyetlerde bulundu. Alevilik meselesinin nabzını tutanlardan birisi.
Aydın Topaloğlu, İSAM’da (İslam Araştırmaları Merkezi’nde) araştırmacı. Aydın hocamın sanırım çok önemli tespitleri olacak.
Peder Dositheos, gelecekti ancak kalp problemi olduğundan gelemedi. Ona geçmiş olsun diyorum. Kendisi Fener Patrikanesi basın ve halklar ilişkiler sözcüsü.
Deniz Saporta, Türkiye Hahambaşılığı basından sorumlu yönetim kurulu üyesi. Bu konunun taraflarından ve “mağdurlarından” bir temsilcinin de
mutlaka olması lazımdı toplantıda.
Joti Kohli, Bahçeşehir Üniversitesi’nin hocalarından. Joti etnik kimliği ve mensup olduğu akımlar dolayısıyla katıldı. Joti birtakım “özellikleri” taşıması
dolayısıyla bu toplantıya bence çok önemli katkıları olacak. Teşekkür ediyorum katıldığı için.
Mustafa Akyol, bu projenin başından beri var. Çok teşekkür ediyorum katıldığı için. Hem Turkish Daily News’daki köşesi dolayısıyla, hem yürüttüğü web
sayfası dolayısıyla nabız tutanlardan biri de kendisi.
Kaan H. Ökten:
Hepinize hoşgeldiniz, diyorum. Tartışmaya şöyle başlamak istiyorum: Fikri mücadele şart olacaktır. Ben birkaç not aldım ekstremizm ile ilgili olarak. Ekstrem, Latince bir sözcük, hepinizin bildiği gibi. Extremus sözcüğünün süperlatif hali. En dışta, en uçta, en kenarda olan demek. Demek ki, ortada olan bir şeyler var ve onun sağında solunda kenarlar var ve onlara biz ekstrem diyoruz, aşırıda duran. Bu sanki şunu da ima ediyor. Fikirler ve eylemler bütünü var ve o bütünü şemalaştırabiliyoruz. Spektrum gibi. O spektrum içerisinde sağını solunu ekstrem yapıp, o altın ortayı ise aklın ve uygun yolun tek yöntemi diye düşünebiliyoruz.
Çok eskiden beri yapılan bir tartışma. Mesele uçlara nasıl düşülüyor, kim uçta, orta neye göre orta? Aristoteles hoca, üstad, en büyük muallim kabul edilegelir.
Nikomakhos’a Etik’te sürekli ve bölünebilir olan her şeyi bölüp daha çoğunu bize göre değerlendirebiliriz diyor. Eşit olan ise aşırılık ile eksikliğin bir ortasıdır.
Bir şeyin ortası diye iki ucundan eşit uzaklıkta olana, diyorum ki, bu herkes için bir ve aynı şeydir. Bize göre ortaya ise, ne fazla ne de eksik olana diyorum.
Bu ise tek değildir, herkes için de aynı değil. Şimdi Aristoteles, ortayı yani mesotes öğretisini savunduğu halde ölçüm çubuklarındaki orta gibi herkes
için aynı olacak bir şeyden bahsetmiyor. Aristoteles’teki orta belki de müzakereye dayanan bir orta olacaktır. Sizin orta diye anladığınızla benim
orta diye anladığım farklıdır.
Peki, o zaman orta yolda nasıl buluşacağız? İkimizin ortaları ayrıysa o ikisinin ortası nasıl olacaktır? Aristoteles Nikomakhos’a Etik bunu basiret (phronesis),
erdem (arete) sayesinde yapabileceğimizi söylüyor. Basiret ise bir durumda ne yapılması gerektiğini hikmet ve irfan sahibi olarak bilen anlamına geliyor
Aristoteles’te. Şimdi ilim, irfan, hikmet sahibi insanlardan karşımızdakinin öyle olduğunu kabul etmek mümkün olamıyor çoğu kere. O zaman benim ortam
onun ortası haline getirtiliyor. Burada ilginç bir durum var. Bunu Aristoteles incelemiş, çalışmış ama fiilen yaşadığımız sosyal hayatta, siyasal hayatta nasıl
uygulanacağı problemli. Doğrudan iktidar ve güç meselesiyle, kudret meselesiyle iç içe geliyor. Bir iki kavram daha var siyasi ekstremizm konusunda.
Yani aslında ekstremizm siyasi fikirlerin, ideolojinin orta yoldan sapmış, sağa sola düşmüş olmak, “meclis” düzeneği içinde sol sandalyelerde veya sağ
sandalyelerde oturulmasıdır. Sol ekstremizm, sağ ekstremizm diye bir şey var, son zamanlarda aynen dinsel ekstremizm olduğu gibi.. Burada da doğrudan İslami ekstremizm akla gelecektir, ne yazık ki. Ancak dini ekstremizm içinde sapkınlık, heretizm, dini yoldan sapmış olanlar da olabilir. Burada ifrat, tefrit, fitne sözcükleri veya kavramları Türkçe’de ve literatürde çok tartışılıyor. Böyle bir genel tartışma ufku içerisinde olduğumuzu düşünüyorum ben. Bunları söyledikten sonra sözü Nilüfer Narlı’ya bırakmak istiyorum.
Nilüfer Narlı:
Peki, çok teşekkür ederim. Bir keynote speech gibi buradaki başlığımı şöyle size arz edeyim. Aşırı propagandanın bir sorun olduğunu biliyoruz.
Aşırı propagandanın yarattığı sorunlara çözüm önerisi için yeni bir paradigma arayışı ve bu paradigma arayışı içerisinde kozmopolitanizmi tartışacağım.
Mümkün olduğunca kısa ve basit cümlelerle anlatmak istiyorum, çünkü kozmopolitanizme girersek biraz teknik ve zor konu olacak.
Şimdi girişte şu sözlerle başlıyorum. Aşırı propaganda, Kaan’ın da belirttiği gibi, günümüzün önemli bir sosyal siyasi sorunu. Ve bu sorun tüm insanlık için
hem insan hakları, hem güvenlik sorunu oluşturmaya başladı. Tabii rektörümüz güvenlik konularında çalışıyor. Güvenliğin hem bir soft security dediğimiz
bölümü var hem de hard security. Tabii orada askerler, silahlar konuşuyor. Bu soruna yol açan koşulları irdelememiz gerekiyor. Aşırı propaganda niçin,
hangi koşullarda güçlendi? Çözüm önerileri üretebilmemiz için bunu irdelememiz gerekiyor. Ayrıca Batı Avrupa’da da olan, demokrasi kültürünün zayıflaması
veya kırılgan bir hale gelmesi, çok kültürlülüğün iflası ve yeni paradigma arayışında kozmopolitanizm gibi konuları da bu tebliğde ele almaya çalışacağım.
Demokrasi konusuna gelince, demokrasinin temel unsurlarından birisi farklılıkların birlikte yaşayabildiği sosyal siyasi bir çevre ve hukuk düzeni oluşturulmasıdır.
Demokrasinin vazgeçilmez koşulları olan serbest seçimler, vatandaşın siyasi katılımı, fikir özgürlüğü ve toplanma hürriyeti gibi temel siyasi haklar ve de bir
hukuk devletinin varlığı güçlü bir demokrasi kültürüne dayanır. Eğer güçlü ve olgun demokrasi kültürü yoksa, bu eksik ise demokrasi kırılganlaşıyor.
Demokrasinin kırılganlaştığı bir ortamda aşırı siyasi akımların yeşerdiğini ve aşırı propagandanın da kendisine uygun bir zemin bulduğunu görüyoruz.
Şimdi aşırı propaganda konusuna sadece Türkiye bağlamında değil, küresel olarak yaklaşmak istiyorum. Hem Avrupa Birliği ülkelerinde yaşanan sorunları,
hem de Amerika’da yaşanan sorunların hepsini birarada alarak tebliğe başlıyorum.
Bugünün en önemli meselesi, farklılıklara rağmen birlikte yaşayabilmek. Çünkü şöyle bir sorun ortaya çıkmaya başladı. Eskiden farklılıklar zaman zaman
farklı renk ve güzellikler olarak görülürken bugün kültürel ve dini farklılıklar insanlara batmaya başladı. Tabii bu batmanın sebebinde algılamalar çok önemli.
Algılamalar ve aşırı propaganda.. Çünkü siyaset bir yerde algılamalardan yola çıkıyor. Siz farklı bir dini ve kültürel kimliği nasıl algılıyorsunuz? İşte onu öteki
olarak algıladığınızda, “şeytanlaştırdığınızda”, aşırı propagandaya malzeme sağlamaya başlıyorsunuz. Şimdi farklılıkların yarattığı çatışma aşırı
propagandayı güçlendiriyor. Farklılıklar kimlik temelinde algılanır ise kimlikler siyasileşerek aşırı propaganda için araçsal bir nitelik kazanıyor.
Benim Türk kimliğim veya Müslüman kimliğim veya bir etnik kimliğim bir renk olabilir, fakat ben bunu siyasallaştırdığım zaman aşırı propagandaya
malzeme sağlayabiliyor. Hem kendim için, hem karşı taraf için.
Bu tebliğde ele aldığım sorunu tekrar tanımlarsam şunu söyleyebilirim: Farklılıkların özellikle dini ve kültürel farklılıkların siyasi gerilim ve aşırı propaganda malzemesi haline dönüştüğü bir dönemde birlikte yaşayabilmemiz için nasıl bir kültürel proje ve paradigmaya ihtiyacımız var? Bu kültürel projenin oluşmasında, şimdi gazeteci arkadaşlarıma sesleniyorum, medyanın nasıl bir görev ve sorumluğu var?
Bugünkü döneme ait durumu özetlersem, yani bugün niçin biz böyle bir arayışa girdik? Soğuk savaş döneminde de aşırı propaganda vardı, çatışmalar vardı,
fakat bugün daha kompleks, daha karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız. Soğuk savaş sonrasında barış inşa edebilmek için nasıl bir dünya düzenine ve felsefeye
ihtiyaç var sorusu tekrar karşımıza çıktı.
Bu sefer sorun daha karmaşık. Savaşlar eskisi gibi devletler ve onların iyi tanımlanmış orduları arasında geçmiyor. Devlet dışı örgütler de yeni bir aktör olarak ortaya çıktı. Asimetrik savaştan bahsediliyor. Konvansiyonel savaşlarda olduğu gibi düşman tanımı yapılırken asker ve silah gücü dışında başka ölçütler ve parametreler tanımlanıyor. Her yerde her zaman karşımıza çıkacak görünmez bir düşman varlığı kavramıyla karşı karşıyayız. Bu görünmez düşman aranırken
kültürel ve dini farklılıklar aşırı propagandaya malzeme sağlıyor.
Bu Malzemeyi hem aşırı gruplar kullanıyor hem de devletler.
Çünkü bakın, devletler de aslında aşırı propaganda üretebiliyorlar ve bunu kullanabiliyorlar. O yüzden belki aşırı propagandaya yine aktörler bağlamında da bakabiliriz. Avrupa Birliği ülkelerine baktığımızda bu ülkelerde farklı kültürel ve dini kimliği olan göçmenlerin entegrasyon sorunu var ve son on yılda sayıları
artmış olan kaçak göçmenler Avrupa’da yaşanan sorunların bir nedeni olarak görülmeye başlandı. Göçmenlerin durumu aşırı propaganda için kritik bir
öneme sahip. Siyasi İslam olduğu kadar Avrupa’daki aşırı sağ gruplar da bu sorunları göçmenlerin entegrasyon sorunlarını aşırı propagandada kullanıyorlar.
Burada entegrasyon sözcüğüne bazı itirazlar olabilir, onu da tartışırız.
Bütün bu sorunlar 11 Eylül’den sonra çok daha karmaşık bir hale geldi. Hepimiz tabloyu biliyoruz. Şimdi buradan çokkültürlülüğün iflası tartışmasına geçmek
istiyorum, çünkü uzun süre Avrupa’da farklılıkların, farklı dini ve kültürel grupların kimliklerin, çokkültürlülük projesi altında barış içinde yaşayabildiği
uyumlu olabildiği düşünülüyordu. Fakat bugün biz çok kültürlülüğün de iflas ettiğini görüyoruz.
Ben de bu “çok kültürlülüğünün iflasından yola çıkarak yeni bir paradigma anlayışına ihtiyaç duyuyoruz” tezini burada ortaya atıyorum.
Bu sebeple yeni bir paradigma için kozmopolitanizme bakalım.
Çokkültürlülüğe nasıl alternatif olabilir? Eğer kozmopolitanizmi biz eğitim felsefemize, gazetecililik anlayışına, yaşam felsefemize sığdırabilirsek onu eğitim sistemi ile içselleştirebilirsek o zaman aşırı propagandaya karşı kendimizi koruyabiliriz ve o Kaan’ın bahsettiği hikmet sahibi, basiretli bir insan olmak için
kozmopolitan felsefeden öğretiler alabiliriz.
Şimdi çokkültürlülüğün iflası ile ilgili şunları söylemek istiyorum. Göçmenler sorunundan bahsetmiştim. Göçmenler ile ilgili sorunlar ve terör meselesi sık sık
batı medyasında gündeme getiriliyor. Avrupa ülkelerinde uzun yıllardır çok kültürlülük bir hedef haline geldi yani eleştirilerin hedefi oldu. Hem liderler hem
de entelektüeller çokkültürlülüğün iflasını tartışmaya başladı. Özellikle Almanya’da hem Schröder hem de Merkel bu konudaki konuşmalarında eleştirileri dillendirdiler. Şimdi çokkültürlülüğü eleştirenler şunları vurguluyor. Diyorlar ki çokkültürlülük demokrasinin sürdürülmesinde temel olan evrensel
normlarla çatışabiliyor, evrensel normları hiçe sayabiliyor. İkincisi kültürel farklılıklardan hareket ederek farklı hukuk uygulaması talep edebiliyorlar.
Üçüncüsü, tabii böyle bir talep hukuk birliğini bozuyor ve kültürel farklılıkları demokratik ilkelerle çelişen siyasi talepler üretmek için bir dayanak noktası
olarak seçebiliyorlar. Diyorlar ki, benim dini kültürüm daha farklı bir hukuk uygulaması gerektiriyor, o yüzden ben, o ülkedeki hukukun dışında bir hukuk
oluşturmak istiyorum. Ve özellikle de göçmenlerin yaşadığı toplumlara paralel toplumlar diyebiliyor. Ve bu paralel toplumlarda, yani göçmen ama belki
üçüncü nesil olmasına rağmen, bir kültürel kompartımanda yalıtılmış yaşam içinde olduğunu düşünüyor ve böylesine yalıtılmış bir ortamda aşırı propagandanın filizlenebilmesi çokkültürlülükten kaynaklanıyor.
Çünkü çokkültürlülük insanları kaynaştırmıyor, herkesi kendi kültürel kompartımanına (bu dini kültür de olabilir) bir şekilde hapsediyor. Bunun da demokratik ilkelerle çelişen siyasi taleplere de yol açabildiği argümanları var.
Ve yine çokkültürlülüğe yapılan eleştirilerden birisi çokkültürlülüğün kültürel ayrılıkçılığa yol açtığı, paralel toplumların orta çıkarak devletin bütünlüğüne
tehdit oluşturması, paralel toplumlarda aşırı dini görüşlerin oluşması ve propaganda yapılabilmesi için ortam oluşması, sosyal ve siyasi dayanışmanın
çökmesi; bu çokkültürlülüğü eleştirenlerin verdiği argümanlar. Ve de kültürel ve dini farklılıklara dayalı siyasi taleplerin yapılması..
Burada şu soru karşımıza çıkıyor. Dünya; barışı ve demokrasiyi sürdürmek için, aşırı propaganda ile mücadele etmek için, yeni bir paradigma arayışına
girmelidir.
Şimdi kozmopolitanizmi ben Sokrates’e kadar götürüyorum. Kaan da felsefeci. Gerçi Sokrates belki çok açık olarak ifade etmemiştir. Ondan sonra Sokrates’in
öğrencisi kinik filozof Sinoplu Diyojen; mesela kendisine soruluyor kimsiniz? “Dünya vatandaşıyım” diyor.
Ve kullandığı kelime “cosmopolites”. Buradan köklerini alıyor. Kozmopolitanizmin o teknik açıklamalarını geçiyorum ama bize aşırı propaganda ile
mücadelede nasıl yardımcı olabilir, hemen temel fikirlerini özetlemek istiyorum.
Şimdi kozmopolitanizmde şu anlayış var. İnsan rasyonel bir varlık. Rasyonel bir varlık olduğu için Kaan’ın bahsettiği o altın ortayı bulabilme kapasitesi var.
Ve insanın doğasında bu var.
İnsanın doğasında aşırılık yok, kriminal eğilimleri yok, denecekse eğer. İnsanların birliği fikri ikinci fikir. Üç, insanların farklı siyasal sistemler içinde
yaşamalarına rağmen doğaları gereği birlikte harmoni içinde yaşama eğilimi. Farklılıkların tolere edilebilmesi dördüncüsü. Beş, tüm rasyonel insanların aynı moral topluluğun parçası olduğu. Altı, bireyin kendi yaşam felsefesini oluştururken, bu biraz benim yorumum, farklı kültürleri harmanlayarak bu sentezi kendine mal edebilme yeteneği oldu. Çünkü böyle bir ortak akla sahibiz. Tabii siyasi düzlemdeki kozmopolitanizm fikirlerine bakarsak, bu fikirler tüm insanlığın birlikte yaşadığı dünya devleti ve düzeni oluşturulması..
Ancak bu, sınırların ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Sadece uluslararası norm ve standartlarda oydaşmaya, konsensüse varılması. Bugün sürekli olarak insan hakları ile ilgili normlardan bahsediliyor. Tüm insanların temel hak ve özgürlüklerini teminat altına alacak uluslararası hukuk.
Biliyorsunuz uluslararası ceza mahkemesi var (International Crimal Court). Bu siz kendi ülkeniz kanunları ile uyum içinde olsa bile bir suç işlediğinizde, özellikle savaş suçu işlediğinizde, sizin cezalandırılabilmenize yol açabiliyor. Ama ülkelerin o anlaşmaları imzalaması gerekiyor.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder