26 Eylül 2018 Çarşamba

DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN BÖLÜM 2

DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN  BÖLÜM 2



    Şimdi ben sonuçlarıma gelirsem şunu söyleyebilirim. Kozmopolitanizmdeki o evrensel anlayış çokkültürlülüğün bireyi cemaat kimliği ile tanımlayarak, daha yalıtarak yani toplumdan bir şekilde yalıtabiliyor, bu kendi ülkesinde olabilir, farklı bir ülkede göçmen konumunda yaşıyor iken olabilir. Buna alternatif oluşturması açısından tartışılması, üstünde düşünülmesi gereken bir konu. Ben şimdi bunu ortaya atıyorum ama diyebilirsiniz ki bu çok “uçuk” bir konu, ben dedim ki, hani böyle bir noktadan da yola çıkabiliriz. 

Eğitim sisteminin dayandığı felsefenin ne olduğunu irdelememiz de çok önemli her ülkede, kendi ülkemizde de. Acaba eğitim sisteminin dayandığı felsefe aşırı propagandaya zemin hazırlıyor mu? 

Şimdi birçok ülkenin eğitim sistemine bakalım, yine literatüre baktım, orada şunu gördüm. 
Birçok eğitim sistemi bize nereye ait olduğumuzu öğretmeye çalışıyor. Tabii tarih dersleri burada çok önemli. Ait olduğumuz ülke, sosyal grup ve aile hakkında güçlü kimlik değerleri aşılıyor. 

Tabii insanların doğal bir bağ ile birbirine bağlı olduğu görüşü ki, bu kozmopolitan görüş, bu görüş hiç aşılanmıyor bize. Yine eğitim sisteminde bize aşılanan görüş, konvansiyonel siyasi bağları anlatmaya ve güçlendirmeye çalışıyor. Bütün ülkelerde böyle. İşte milli birlik ve bütünlük şuuru, biz ve onlar zıtlığı üstünden kurgulanıyor. Yabancı korkusunu güçlendirebiliyor böyle bir eğitim anlayışı. Ve farklı gruplara, farklı olarak algıladığına düşmanlık beslemesine yol açabiliyor. Bu tabii anti-kozmopolitan bir anlayış. Ve biz-onlar 
zıtlığı. Yani siz doğduğunuz ailedeki bizden başlayarak sürekli olarak onlar bizden farklı ama acaba onlar bir de düşman mı, düşüncesini benimsiyorsunuz. Bazen eğitim sistemi, ailedeki eğitim sistemi de olabilir: “Bak biz buyuz onlar farklı”, fakat onların farklı olduğunu vurgulamanın yanı sıra, siz bir de onların “şeytan” olduğunu vurguladığınız zaman bu aşırı propagandaya zemin hazırlar. Ötekini şeytanlaştırma, sadece öteki olarak görmek aşırı propagandada belki o kadar önemli değil. Ama bu ölümlere ve işkencelere baktığımızda, mesela Sırpların Boşnaklara yaptıklarında, karşı tarafı şeytanlaştırıyor. O yüzden şeytan olarak gördüğü, şeytanlaştırılmış bir varlık olarak gördüğü insanı daha rahat öldürebiliyor ve ortadan kaldırabiliyor veya her türlü kötü muameleyi yapabiliyor. 

Ben biraz daha kısaltarak gideyim. Buradan şöyle önerilerde bulunuyorum. Eğitim sistemine kozmopolitan anlayışı yerleştirmemiz gerekli. Kimliklerimiz, milli kimliğimiz, dini kimliğimiz önemli ama insanların doğal bir bağ ile birbirine bağlı olduğu fikrini yerleştirmemiz daha önemli. Anaokulundaki eğitimden üniversiteye kadar bunu anlatmamız gerek. 

Medya ile ilgili de biraz “ukalalık” edeceğim, bazı tavsiyelerim var. Medya da şöyle bir sorun yaşanıyor. 
Özellikle batı basınında da veya Türkiye’deki verilen haberlerde herhangi bir çatışma, bir ülkedeki savaş verilirken, taraflar şeytanlaştırılarak anlatılabiliyor. 
Objektif bir haber anlayışından ziyade medyanın da taraf alarak çatışmayı daha fazla tırmandırması söz konusu olabiliyor. Bu her türlü çatışma için geçerli. 

Medyanın burada öncü bir rol oynaması için, kozmopolitan anlayışı teşvik eden bir rol üstlenerek, ön yargı, hoşgörüsüzlük ve ötekileştirmeyi teşvik eden dil kullanımına karşı çıkarak medyan aşırı propagandanın yaygınlaşmasını önlemelidir. İkinci olarak çatışmaları tırmandırabildiği gibi medyanın çatışma çözümünde rol oynaması. Bunu bir misyon olarak benimsemesi. Üç, aşırı siyasi görüşleri ve şiddeti doğallaştırıcı bir rol oynamayı terk ederek her türlü çatışma ve savaş haberleri yapılırken şiddetin doğallaşmaması ve çatışan taraflarla 
ilgili haberlerin objektif bir dil kullanılarak verilmesi önemlidir. 

Bunlar üzerinden bir tartışma yapabiliriz. Ama vurgulamak istediğim eğitim sistemi çok önemli. Buradaki eğitim felsefesinde ayrıca medyanın çok önemli bir rolü var. Hepimiz artık dünyadaki olayları medyadan takip ediyoruz. Ve televizyonu ben “21. yüzyılın tanrısı” olarak tabir ediyorum. O yüzden medyanın kullandığı dil çok önemli. Aşırı propagandanın önlenmesinde medyanın desteğine çok ihtiyacımız var. 

Ama onların da bir ortak dilde ortak anlayışta buluşması gerekiyor. Teşekkür ederim. 

Kaan H. Ökten: 

Teşekkürler Nilüfer hocam. Şimdi Rektörümüz Sayın Deniz Ülke Arıboğan’a sormak istiyorum. Bir eğitim kurumunun başında olan biri olarak biz ve onlar 
ayrımını yapıyor muyuz okulda? 

Deniz Ülke Arıboğan: Tabii yapıyoruz. Her yerde yapıyoruz. 

Kaan H. Ökten: Ne yapacağız o zaman? 

Deniz Ülke Arıboğan: Birincisi biz ve onlar ayrımının varlığını kabul edeceğiz. Çünkü insan varsa onlar vardır. Ama mesele şu ki, insanı onları dövmeye veya öldürmeye sevk eden şeyin ne olduğunu bulmak. Geçenlerde bir kabile bulundu. O güne kadar hiç el değmemiş bir kabile. Tepeden uçakla veya helikopterle geçiyorlar, fotoğraflarını çekiyorlar ve kabileden mızrak fırlatıyorlar yukarıdaki helikoptere. Buradaki motivasyonu anlamak lazım. Neden o helikopterin kendisine zarar vereceğini düşünüyor ve neden ilk tepkisi, ilk içgüdüsel tepkisi 
onu öldürmeye yönelik oluyor. Bilmediği şeye yönelik insan neden böyle bir koruma güdüsüyle kendisini donatıyor ve öbürünü direkt düşman telakki ediyor. 

Şimdi tabii idealist perspektif içinde, insanın doğuştan mükemmel olduğu, aslında insanı bozan şeyin şartlar olduğu gibi yorumlar çok yapılır. Uluslararası ilişkilerin de en temel paradıgmatik ayrımıdır bu; idealistlere karşı realistlerin ayrımı. 

Her ikisinin de aslında iki ekstrem ucu temsil ettiğini düşünüyorum, düşünce açısından da bakıldığında, yani ortalarda bir yerde durmak lazım. Öncelik kanımca insanı ve insanın tabiatını tanımaktan geçiyor. Yani “wishful thinking” yapmak, insanı düzeltmeye çalışmak, bazı insanların hayattaki mantığı bu, sürekli insanları iyiye doğru sevk etmeye çalışmak. Ama insanda kötü bir taraf var ki, sürekli düzeltmeye çalışıyoruz bunu. İnsanı tek başına bıraktığınız zaman bu böyle olmuyor demek ki. Ve insanın bu tabiatı da kimi zaman siyasetin 
malzemesi haline gelebiliyor. Uluslararası ilişkilerde kullanılıyor, iç siyasette kullanılıyor, bunun bir de ekonomik boyutu var. İnsanlar silah üretiyor mesela. 

Biz ve onlar olmadığı zaman dünya ekonomisi çöker, farkında mısınız? Ya da savaşın olmadığı bir dünya düşünebiliyor musunuz? Tıpkı mikrobun olmadığı bir dünyada doktorların düştüğü duruma düşersiniz. Doktorlar için tahayyül edilemez bir dünya bu. Biraz gerçeklerden de konuşmamız lazım, onun için söylüyorum. 

Nilüfer hoca, ben takip edebildiğim kadar çok önemli şeylere değindi. Ben bu “aşırı gerçeklik” kavramına çok takılıyorum. Bu aşırı lafı “çok fazla”, “hyperreality” olarak kullanılıyor. 

Gerçeklikten uzaklaşmış bir dünya algısıyla yüzleştik. 
Yani hep tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin maddi dünyaya inişle tanımlandığı tarihsel bir yapı vardır. Yani insan, tanrısal deneyimleri olan bir dünyadan kendi deneyimlerinin sonucu olan bir dünyaya geçmiştir. Hani kendisine din adamlarının öğrettiği deneyimler vardır, onlardan kaynak lanan öcüler vardır kötüler, iyiler vardır. Sanayi toplumu denilen şeyin zihinsel yapısı, algısı insanın kendi deneyimlerinin sonucu olarak öcülerini bulmasına dayanır. Yani yağmur yağıyorsa tanrı yağdırmıyordur, yağmurun yağmasının fiziksel nedenleri vardır. Ya da deprem oluyorsa bir fay kırığı vardır, tanrının yarattığı bir öfke veya cezalandırma biçimi değildir. 

Şimdi farklı bir dönemde, sanayi sonrasına geçtiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. İnsan yine kendi deneyimlerinin sonucu olmayan bir dünyada yaşıyor. 11 Eylül saldırısı bizim kendi deneyimimiz değildir. Ama o bir terör saldırısıdır, bizi terörize etmiştir. Bugün dünya kurgumuzu belirleyen iyiler, doğrular, güzeller, değer yargıları bizim kendi kabilemizin, kendi mahallemizin gerçekleri değildir. Başka yerlerde oluşturulan, üretilen ve bize hocamın dediği gibi 21. yüzyılın “tanrıları” tarafından taşınan değerlerdir. Ben sanayi öncesi toplumunun sanayi toplumundan aldığı rövanş olarak bakıyorum 21. yüzyıla. 

Yeni iman şartları belirleniyor, yeni bir iman anlayışıdır bu. Kapitalizmin sorgusuzca iyi olduğuna iman, medyanın gücüne iman, batı dünyasının mükemmelliğine iman, modernizmin mükemmelliğine iman. Sorgusuz sualsiz, melekler ne kadar varsa, ne kadar iyilerse bunlar da o kadar iyi, diye bakıyorsunuz. Ve kötüleriniz de aynı şekilde. Yani şeytanın da varlığına iman ediyorsunuz sonuçta. Ama o şeytan kendi deneyimlerinizin sonucu değil. Biz El 
Kaide’yi ya da Usame Bin Ladin’i hiç tanımadan da şeytan olarak kabul edebiliriz. Medyanın sadece tek bir alandan yayınlandığını düşürseniz ki, batı toplumları açısından bu böyle, insanların oy verme davranışını değiştiriyor. George Bush daha az oy aldığı halde başkan seçilmişti, ama 11 Eylül saldırısından sonra 3.5 milyon fazla oy aldı. Amerika’da George Bush’un ikinci dönem seçilmesi bir mucize. Dünya standartlarında bir mucize olarak kabul edilebilir. Ancak bu insanların psikolojik yapılarının şiddetli bir dönüşümüyle mümkündür. 
Nasıl değişiyor, insan psikolojisi neye bağlı, modu nasıl oluşuyor, çevre şartlarına bağlı. Ben şimdi okulun rektörü olarak ortada terör estirsem hiçbiriniz huzur bulamazsınız, o gününüz geçti demektir. Bu şartları yaratabilirim. Ya da şu anda desem ki, aslında burada herhangi yerde bir bomba var, hepiniz panik içerisinde çıkmaya çalışırsınız. Burada bomba olup olmadığının hiç önemi yok. Ben sadece güvensiz hissettiriyorum kendinizi. O psikolojiye girdiğinizde gerçeklikten farklılaşıyorsunuz. Korku rasyonel olmak zorunda değil. İlginç olan 
bu odada bir bomba olsa ve size hiçbir şey söylemesem huzur içinde oturabiliyorsunuz. Yani insanın güvenlik-güvensizlik arasındaki gidiş gelişlerinin de gerçeklikle ilgilisi yok. Sadece bildiğinle sınırlısın. Bilgi ne? Size bildirilen ne? Size bildirilen şey, sizi şekillendiren şey, size karşı kullanılan en güçlü silah. Sizin dünyanızı bir başkası şekillendiriyor demek. 

Benim hep başından beri karşı olduğum şey bu uygarlıklar çatışması, uygarlıklar diyalogu gibi bir takım projeler. Sevgili Bekir hocam kusuruma bakmayın. 
Bekir hocam da bu diyalog projesinin içerisinde aslında. Ama ben, insanların uygarlıklara ayrılması fikrini kesinlikle reddediyorum. Ve uygarlıklar diyalogu diye bir kavramı kabullendiğiniz anda sizin bu hiyerarşik tanımlanmayı kabullendiğinizi düşünüyorum. 

Uygarlıklar çatışması diyalektik karşıtı uygarlıklar diyalogu olamaz. Böyle bir çatışma yoktur. Uygarlık yoktur ya da uygarlık yektir, tektir, insan uygarlığı, dersiniz. Farklı topluluklar, toplumlar vardır, böyle bir şeyden söz edebilirsiniz. Biz şu anda üzerinde tartıştığımız medeniyetler diyaloğu yani batıya karşıt proje olarak geliştirdiğimiz her şey belli bir grubun projesini besleyen değerlerdir şu anda. Üretebildiğimiz onu besleyen değerlerdir. Biz bunu bir apriori olarak kabul ediyoruz. Uygarlık kavramı bile, yani kavramsal olarak aslında hiyerarşik 
bir kavram olarak üretilmiştir. İçine bakın uygarlığı tanımlamaz. Uygarlık batının 
mükemmelliğini tanımlayan bir kavramdır. Onun için üretilmiştir. Uygar olan oradadır, doğulu barbar olan aşağıda bir yerdedir. Biz hala bu kavramları kullanıyoruz. Wittgenstein’ın lafı çok hoş: “Hayatı etiketlendirerek algılarız”. Kavramlar şeylerin üzerindeki etiketlerdir. Peki, o kavramın içini kim dolduruyor. Neden söz ettiğimizi kim söylüyor? Savaşlar, barışlar bunların hepsinin içi dolu. Öğrencilerime hep girdiğim zaman şu soruyu sorarım “barış mı iyidir, savaş mı?” Herkes barış iyidir, diye el kaldırır. “Peki neden Sevr barış anlaşmasını kabul etmediniz?” Yani neydi sizi savaşa teşvik eden ve kötü yapan şey madem barış bu kadar iyi bir şeydi. O zaman “haa” falan derler. Yani kavramlar çok enteresan. Burada ekstremizmi de tartışırken geçenlerde uluslararası bir toplantı vardı, orada bir soru sordum topluluğa, çünkü intihar bombacıları ile ilgili bana bir soru gelmişti: İntihar bombacılarının kötülüğü, iyiliği hakkındaki bir soruya karşılık. Katılımcılara döndüm, 300 kişi vardı anfide, dedim ki, aranızda ben intihar bombacısı olabilirim diyen var mı? Hiç kimse kıpırdamadı. Aranızda 
intihar bombacısı olabilirim diyen el kaldırsın dedim, hiç kimse el kaldırmadı. Soruya devam ettim sonra eğer birileri ülkenizi işgal etse, kutsal saydığınız mekanları yaksa yıksa, sizin değer verdiğiniz şeyleri ortadan kaldırsa, kaç kişi burada intihar bombacısı olur dedim, üçte birinden fazlası el kaldırdı. Peki, devam ediyorum dedim, birileri ülkenizi işgal etse, kutsal mekanlarınızı yıksa, annenizi babanızı öldürse, kız kardeşinize tecavüz etse, çocuğunuzun üç 
parçaya ayrılmış cesedini bombalarla elinize verse, hanginiz intihar bombacısı olursunuz dedim. Tamamı intihar bombacısı olacağını söyledi. İntihar bombacısından daha ekstrem bir şey var mı, tavır var mı, ekstrem şiddet? Ve herkese de söyledim, “hepiniz aslında potansiyel intihar bombacısısınız”, dedim. Hepimiz öyleyiz. Ben çocuklarım zarar görecek diye hissettiğim anda her türlü şeyi yapabilirim. Fenalığı yapabilirim. Onun için ekstrem diye bir şey yoktur, şartlar vardır. Ekstremin rasyonalitesi vardır. Yani ekstremizmin rasyonalitesi 
yoktur diye bir şey yok. Sadece insanların kendilerini o şartların içerisinde hissediyor olması duygusu var. Tıpkı burada bomba olmadığı halde bomba varmış gibi hissetmek gibi bir şey. 

    Olup olmadığının hiç önemi yok. Ekstreme giden insanların rasyonalitesini bulup o neden üzerinden uğraşmak lazım. Politik psikoloji alanı bunun üzerinde çalışıyor. Şimdi Vamık Volkan hocayla çalışıyoruz. Sürekli el yıkayan insanlar vardır, kendisini sürekli kirli hissederler. Kendisini kirli hisseden bir insana, elini yıkama çocuğum temizsin dersiniz yani bu bir tavırdır. Ya da sabun firması falan sahibisinizdir, ben ona sabun satarım, devam et, devam et, elini yıka, dersiniz. Ya da bir hukukçusunuzdur ya da insan hakları savunucusu, çocuğun el yıkamaya hakkı var, niye karışıyorsunuz, böyle bir hakkı, hukuku var devam etsin, dersiniz. Bunlar bakış açılarıdır. 

Ama politik psikologlar şunu araştırmaya çalışıyorlar: Bu adam kendini kirli hissediyor, bunun nedeni ne? Gerisinde ne gibi bir travma var? Geçmişine bakmak gerekiyor. Sen temizsin demekle bu iş olmuyor. Onu kirli hissettiren neden ne? O nedene gitmediğiniz zaman elini yıkamasını engelleyemiyorsunuz, sen temizsin diyerek. Hani bu normal, rasyonel, ekstrem bunların hepsi rölatif kavramlar. Şartlara bağlı olan kavramlar. O şartları yaratan nedenler, insanları ekstreme götüren nedenler, insanların rasyonelleri neler, bu rasyoneller 
üzerinden nasıl çalışmalar yapılabilir onlara bakmak lazım. Elbette burada 21. yüzyılın “tanrıları” kullanılacak. 21. yüzyılın “tanrıları”, medya araçları ve onun dışında üniversiteler, akademya da bunun içerisinde var. Yani bilgi ve enformasyon üreten bütün topluluklar bunun içerisinde. Schopenhauer der ki, bu dünya benim tasarımımdır. Yani bu dünya. Schopenhauer’in dediği doğrudur. Bu dünya bizim tasarımımız. Bu dünyayı başka bir tasarım içerisine nasıl sokabiliriz? Ve bunu hangi araçları kullanarak yapabiliriz. Çünkü bu tasarımın altındaki dünyada insanları iyileştirmek, insanlara elini yıkama demekten farksız bir şey. 

Ekstrem hep var olacak. Rasyonelini bulursanız onu da marjinalleştirirsiniz, bunu bitirmenin imkanı yok onu da söylemek lazım. Terör bitmez, birlikte yaşamayı öğrenirsiniz, marjinalleştirirsiniz geriye doğru itersiniz, küçültürsünüz. 

Ekstremizm denilen şey de dediğim gibi bana göre son derece rölatif bir şey. Kendi rasyonel şartları olan bir şey ve o rasyonellere inmeden de algılanabilir bir şey değil. Kısaca olgu budur. 

Kaan H. Ökten: 

Peki ben sayın Ali Yaman’a bir şey soracağım. Geçen sene bir yaz okulu 
yapmıştık başka bir üniversitede. Çeşitli dinlerden çeşitli insanlar vardı içinde. Üç tane de Bosnalı Sünni vardı. Grup aşağı yukarı 40 kişiydi. Yenibosna’da ki Cem Evine gittik. Orada bize yemek ikram etmişlerdi, lokma deniyor ona. Ama dediler ki, biz Alevilerin yemeğini yemeyiz. Donduk kaldık. Dost olalım, bir olalım, çok olalım derken, gerçekten yemediler, dışarıda beklediler. Şimdi öteki her zaman var, ama ötekinin sunduğu yemeği yememek çok ciddi bir insani tavır. İnsanın gösterdiği en önemli tavırlardan biri. Senin verdiğin yemeği yemem demek çok büyük bir hakarettir değil mi? Bu duygusal bir şiddettir. Ötekileştirme şiddete devamlı başvurmak durumunda kalır mı? Ne yapacağız, kendinizi nasıl savunursunuz? Yemeği pişiren Alevi olarak, yemeğini yemeyen bir Sünni’ye ne dersin o zaman? Biz din kardeşiyiz diyebilir misin? İşin tabiatında bu vardır, diyebilir misiniz? Ya da dünya bir bütündür, hepimiz kardeşiz aslında, mı denilebilir? 

Bekir Karlığa: 

Balkanlar’daki Aleviliğe de bir açılım getirirse iyi olur. Balkanlar’da Alevilik en geniş ve en yaygın olan şey. Orada böyle bir şey var. 

Ali Yaman: 

Şimdi şöyle. Öncelikle Bahçeşehir Üniversitesine teşekkür ediyoruz böyle bir 
konuda bizleri buraya topladığı için bu bir. İkincisi, buna benzeyen bir konuda, yani bu evlilik için de geçerli, sadece yemek meselesi değil. Aleviye kız verilmez. Kızılbaşın kestiği yenmez... Bunun sonu yok gidiyor. Aleviler yıkanmaz gibi bir sürü şeyler var. Özbekistan ve Kazakistan’a gittim 2004 ve 2005 yıllarında, orada Laçiler diye bir grup var. Bu Laçi topluluğu çevredeki Nakşibendi, yani Müslümanlar tarafından aynı şekilde kız verilmeyen ve Aleviler gibi “sapık” toplantılar yaptıkları ileri sürülen bir grup. Yani bunun değişik versiyonları var dünyanın değişik bölgelerinde. Ama biz Müslümanlık, İslam, bağlamında 
konuştuğumuz için bu örnekleri verebiliriz. 

Şimdi tabii konunun tarihsel boyutuna gitmek lazım. Türkiye’de Sünni kardeşlerimiz, ilahiyat hocalarımız ve Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri her ne kadar, “Efendim biz hoşgörülüyüz, böyle şeyler bizde olmaz”, şeklinde çok iyimser, optimist yaklaşsalar da ki, eminim hocalarımız da böyle yaklaşıyorlardır... Ne yazık ki, reel hayat bunun çok dışında. 
Bugün Türkiye’de hala Alevi olduğunu söyleyemeyen pek çok insan var. Şimdi böyle bir ortama yol açan şey nedir, buna bir bakmak lazım. Bunun tabii tarihsel sosyal birtakım geriye doğru uzanan nedenleri var. Osmanlı-Safevi meselesinden tutun da, Aleviliğin İslam’a getirdiği birtakım farklı yorumlar ve bu yorumların Sünnilik tarafından hakikaten kabul edilmesi çok zor şeyler olduğu, yani Sünnilerin bunu kabul etmeleri çok zor. Bir Cem Evinin ibadethane 
olduğunu bir Sünni nasıl kabul edecek? Zor bir şey gerçekten. Ama bugün Türkiye’de şu anda İstanbul’da 50 tane Cem Evi var ve bunu kabul etmiş durumda. Yani defakto bir durum var. 

Yasal olarak Cem Evi adında bir şey yok. Yasak kağıt üzerinde ama fiilen 50 civarında Cem Evi sadece İstanbul’da. Burada ibadet ettiğini söyleyen insanlar var, diyor ki, ben ibadet ediyorum. Bir Diyanet İşleri yetkilimiz de cümbüş evi orası diyor. Yani sen öyle söyleyebilirsin ama bu adam diyor ki, ben bunu yapıyorum burada, diyor. Dolayısıyla burada Aleviler böyle bir durumda niye radikalleşmediler meselesine gelince, şimdi Osmanlı-Safevi ilişkileriyle tekrar tarih içine dönersek, Alevilerin, Anadolu’nun büyük oranında Safevi 
devletini desteklediğini görüyoruz. Devletin başında kim var mesela bizim kitaplarımızda İran şahı yazıyor, tabii uydurma aldatmaca şeyler var. Şah İsmail Türkçe konuşan, yazan bir insandır esasında. Ve o insana hitap eden Yavuz Sultan Selim’in Farsça divan yazdığı bir dönemde Türkçe, bugün hala anlayabildiğimiz şiirleri yazan bir insandır. Şimdi Antalya’da Tekeeli’ndeki bir Alevi’nin kusura bakmayın Yavuz’u değil de onu seçmesi çok garip bir şey 
değil. Çok doğal bir şey. Ama bugün Türkiye’de öyle tarih hocalarımız var ki, Müslüman Türk devletlerini yazarken Safevileri onun içine almıyor, yazmıyor yani. Ne yazık ki, bu hocalarımız doçent, yardımcı doçent, profesör unvanına sahip, tarihi çok iyi bilen hocalarımızdır. Bilinçli, bilinçsiz bunu niye yaptıklarını bilemiyorum, tabii onu sizin takdirinize bırakıyorum, ama Safeviler bir İran devletidir. Bu adamlar İran devleti olan bir devleti tutmuşlardır, dolayısıyla bunların kesilmeleri biçilmeleri, her türlü iftiraya maruz bırakılmaları doğaldır, deniyor. Gidişat bu yönde. 

Şimdi Aleviler, biraz önce gündeme geldi, yemeğe böyle dendi, onlar ne yapıyor? Onlar Sünnilere yezit diyorlar, tarih boyunca yezit dediler ve hala yezit diyorlar. Şimdi Sünniler genelde şunu yapar: biz böyle böyle Kızılbaş dedik ama onlar da yezit diyor. Yani savunmacı bir durum var burada. Sen adama Kızılbaş diyorsun, annenle babanla yatıyorsun diyorsun, şunu yapıyorsun pissin, şusun busun, bir sürü uzuyor gidiyor. Hatta Ahmet Refik’in “16. Asırda Hafizilik Bektaşilik” diye bir kitabı vardır. Osmanlı arşivlerinden derlediği şeyler vardır. Kızılbaşlık suçlamasıyla Kızılırmak’a atılan, boğdurulan, şu bu yapılan bir sürü insan 
var, bunlar Osmanlı arşivlerinde var. Bunu yapıyorsun, bu adam da sana sadece yezit diyor, bu kadar. Bugün Türkiye Cumhuriyeti, birilerinin iddia ettiği gibi Alevi toplumu, marjinal kesimler hariç, daha önceden sağ-sol döneminden kalan siyasi bazı klişelerin içine girmiş. Tunceli yöresinde veya PKK içinde birtakım gruplar hariç eğer terör örgütleri içinde Alevi-Sünni şeklinde bölümleme yapılacak olsa yine Sünnilerin oranı fazla çıkacaktır. Ama bunların dışındaki büyük kitle bugün Türkiye’de aşırılığa kaymamıştır. Kaysaydı zaten Türkiye 
Cumhuriyeti bugünkü yapısında olamazdı, yani bir Kürt meselesinin yanına artı bir Alevilik meselesinin çıkması, bunun sertleşmesi, aşırı bir noktaya doğru kayması, Türkiye’nin sonu olur, kesinlikle sonu olur, çünkü bugün her apartmanda bir Alevi, bir Sünni, böyle insanlar birarada yaşıyor. Yani bir Bosna Hersek, eski Yugoslavya modelini düşünelim, o tür bence çok daha yoğunluklu bir çatışma zeminine doğru kayabiliriz. Bu tabii daha ayrı bir konu: 
neden Aleviler daha pasifist bir şey benimsiyor, benimsedi. Tabii burada devletin rolü var. Şimdi bunu da kabul etmek lazım. Türkiye’de Alevilerle Sünniler hiçbir zaman birbirlerine girmediler. Halk olarak Alevi ve Sünni halkı karşı karşıya gelmedi. Yani birbirlerine işte yezit der, Sünniler kız vermez, şu bu ayrı. Yemeğini yemez, yani pasif bir karşı kutuplaşmadan söz edebiliriz, ama bu iki halk doğrudan bir şeye girmemiş gözüküyor.  

   Sadece iktidarı ellerinde bulunduranlar Sünniliği kendilerine bir iktidar bayrağı olarak benimseyip Sünniler adına Alevilere bir şeyler yapmıştır. Ve devlet de Türkiye Cumhuriyeti de ne yazık ki, bunu üzülerek ifade etmek zorundayız, Osmanlı’dan devraldığı bu mezhepçi yapıyı bugün sürdürmektedir. Ve eğer böyle giderse bu durum Türkiye’nin elinden çıkacaktır. Yani Türkiye artık Alevilik konusunda inisiyatif ele alma ve Alevilikle ilgili konularda çözüm üretme 
inisiyatifini elinden kaybedecek durumdadır. Çünkü bugün artık “Religious Freedom Report” ve Avrupa insan hakları raporlarında, Amerika’nın dini özgürlükler raporlarında sürekli Aleviliğe bir paragraf ayrılmaktadır ve bu paragraf sürekli genişlemektedir. Yani 10-15 yıl önce hiç olmayan bir şey şimdi bir cümle, iki cümle, beş cümle, on cümle şeklinde gitmektedir. Ama ne hikmetse Diyanet İşleri Başkanlığı da dahil, devletimizin dinden sorumlu kişileri de dahil, eski statükocu yapıyı değiştirmek için hiçbir şey yapmamaktadırlar. 
Yani kendilerine en demokrat, işte biz daha önceden farklıyız, diyen şu andaki AKP hükümeti de dahil, bu konuda hiçbir şey yapılmamaktadır. Direnmektedir, çünkü ben şuna inanıyorum, onlar böyle bir şeye inanmıyor zaten. Bu konuda açılım falan filan neyse bir şeyler söyleniyor zaman zaman. Ama ne yazık ki, içten bir direniş var. Yani bu direnişi de gösteriyorlar. Mesela işte din dersleri, din kitaplarıyla ilgili değişiklikler yapıldı. Din dersleriyle ilgili 12. sınıf ders 
kitabı yeni çıkacak daha çıkmadı. Din Öğretimi Genel Müdürü yolladı bana, kitapta aynen şöyle diyor, biraz önce ifade ettiğimiz: “Alevi-Bektaşi düşüncesi” diyor. Yani bir Alevi ceme ibadet diyor, ama kitabın içinde başlık özellikle seçilmiş ve “Alevi-Bektaşi Düşüncesinde Cem Töreni”. Yani Alevi’nin yaptığı tören oluyor, Sünni’nin yaptığı ibadet oluyor. Bunu, hiçbir insanın yani hiçbir vicdan sahibi insanın, ilahiyatçının, Diyanet İşleri Başkanlığında bir 
görevlinin kabul etmesi mümkün değil. Ama Diyanet İşleri Başkanı, işte yanımda da getirdim, bir sürü kupür var, “Zorunlu din dersi uygulaması sürmelidir ve bu haliyle”, diyor. 

Çünkü “bu hali mezhepler üstüdür”, diyor. Mezhepler üstü dediği şey Sünnilik oluyor. Yani bütün mezheplerin üstünde Sünnilik var. Diğer bu Alevilik zaten sapık bir mezheptir. Tarihen tescilli, doğru yoldan sapmıştır. Dolayısıyla bu sürün deyip Alevilerin de vergilerini alıp orada oturup bunları konuşabiliyor ve bu tabii utanç verici bir şey. 

Din dersleriyle ilgili şu ülkede hala bu şeylerin sürmesi konusunda mesela bakın 11. sınıf ders kitabında bugün açıkça Şiiliği yerden yere vuran cümleler vardır; 11. sınıf ders kitabı.. İşte diyor, Şiilikteki 12 imam inancı, Fars ve Yahudilerden etkilenmiş bir şeydir, diyor. Şimdi mezhepler üstü bir kitapta bu cümleyi niye koyuyor? Mezhepler üstü bir kitap değil bu, yerin dibine geçecek bir kitaptır. Ben kendilerine de, Din Öğretimi Genel Müdürlüğüne de bizzat söyledim, kitabın alıntı yapıldığı Hasan Onat’a da bizzat söyledim. Ankara İlahiyat’ta ziyaret 
ettim “Bakın Hocam dedim, böyle böyle bir şey var ve siz gösteriliyorsunuz burada”. Şiilik üzerine çalıştığı için hoca, ondan almışlar işte, ama diyor ki, Sünnilikteki hiçbir şey hiçbir yerden gelmemiştir, o gökten inmiştir. Ama diğerleri oradan buradan işte putperest inançlardan şuradan buradan toparlanmış aşure çorbalarıdır şeklinde bir açıklama yapıyor. 

Yani inanılmaz. Akılla, izanla, insanlıkla bağdaşmayacak birtakım şeyler statükocu kurumlar tarafından Türkiye’de sürdürülüyor ve Türkiye uluslararası platformda gerçekten maskara durumuna düşürülüyor. Özellikle de dinle uğraşan kesimler de bunu savunuyorlar. Yani gerçekten böyle. İlahiyat fakülteleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığının Din Öğretimi Genel Müdürlüğü şu anda Türkiye’deki dini yapıdan en fazla nemalanan ve onun değişmemesi için direnen kurumlardır. Kim değişmesi gerektiğini iddia ediyorsa niye böyle bir şey değişmiyor onu da sormak lazım. Yani bir ilahiyatçı çıkıp da “Efendim biz uğraşıyoruz” diyorsa, Diyanet İşleri Başkanlığı biz uğraşıyoruz diyorsa, o zaman, kardeşim niye bugün hala bu sürüyor ve sen bunu destekliyorsun? 1920’lerden beri aynı şey devam ediyor ve burada detaylara girmek istemiyorum, ileride gerekirse gireriz. Yani genel olarak ben bunları söylemek istiyorum. Gerekirse daha sonra ayrıntılara gireriz. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder